HUKUKUN AMACI ADALET,
BİREYİN AMACI FAZİLET AMA…
Hazırlayan: Selman GERÇEKSEVER
Giriş
Tezahürat ortamında gördüğümüz/göremediğimiz her şeyin bir idesi olduğunu biliyoruz. İdeler, görünenlerin görünmeyen yanları ve bir bakıma “yaratılış kalıpları” dır. Bir şeyin idesine onun “meta yanı” da diyebiliriz ve o şey aslında meta yanından dolayı vardır. Dolayısıyla esas olan, eşyanın(canlı/cansız her şeyin) meta yanıdır. Bu yazımızda irdeleme konumuz olan beşeri adaletin idesi de İlahi Adalettir(İlahi/Kozmik denge, yin-yang). Başka türlü ifadesiyle, İlahi Adaletin dünyadaki tezahürü beşeri adalettir. Adalet idesinin dünyadaki tezahürü/tecellisi hukuk ile sağlanmaya çalışılıyor(“ide” kavramıyla ilgili olarak bkz. ENNEADLAR, Plotinos- Ruh ve Madde Yayınları). Hukuk felsefesine göre, hukukun yöneldiği amaç, adalet ilkesidir.
Tezahürat ortamında İlahi Adalet ile, beşeri toplumlarda hukuk ile(beşeri yasalar aracılığıyla) sağlanmaya çalışılıyor. Yazımızın akışı içinde de göreceğimiz gibi, beşeri toplumlarda adalet / denge; çok kırılgan ve hatta adaletten çok, adaletsizlik söz konusu. Adaletsizlikler, İlahi İrade Yasaları’nın uzantıları olan beşeri yasalarla önlenmeye çalışılıyor. Söz konusu adaletsizliğin / dengesizliğin nedeni, dünya beşerinin nefsanî hamlığından, erdemsizliğinden ve basiretsizliğinden kaynaklanıyor. Beşeri zaaflardan kaynaklanan adaletsizliği; dünya beşeri, hukuk ile gidermeye/ düzeltmeye çalışıyor.
Hukuk felsefesine göre, hukuk; toplumda sosyal bir işleve sahiptir ve belli amaçlara hizmet eder(HUKUK FELSEFESİ, Prof. Dr. Adnan Güriz). Hukuk, toplumdaki adaletsizlikleri gidermek adına(yani söz konusu “amaçları” kapsamında olmak üzere) şu hizmetleri gerçekleştirmeye çalışır:
* Bireylerin davranışlarının hukuk normlarına göre düzenlenmesi,
* Güvenliğin sağlanması,
* Toplumun iyiliğinin / mutluluğunun sağlanması,
* Adaletin, özgürlüğün ve eşitliğin korunması,
* İnsanın bağımsız bir değer sayılmasının sağlanması.
İnsan haklarının ihlali şeklinde ortaya çıkan adaletsizliklerden birisi de “çeteler ve devlet ilişkisi” konusu kapsamında ele alınacak beşeri toplumsal bir sorun olarak dünya devletlerinin gündemlerinden düşmüyor. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı konulardan biri olan“çeteler ve devlet ilişkisi”Türkiye’de hiçbir konunun tartışılmadığı kadar toplumda ele alındı ama arzulanan sonuçlar henüz elde edilmiş değil. Şimdi irdelemekte olduğumuz adalet kavramı kapsamında konunun ele alınmasıyla soruna çözüm olasılığı ortaya çıkabilir. Sorunun uluslar arası uzantılarının da bulunmasından dolayı; uluslar arası hukuk normlarına uyan bir adalet reformunun gerçekleştirilmesi sorunun çözümünü kolaylaştırabilir. Bunun için, özgürlükçü ve demokratik bir anayasa, hukukun üstünlüğünün ve bağımsızlığının sağlanması, askeri otoritenin sivil otoriteye tamamen tabi kılınması vb. konularda imzalanan uluslar arası anlaşmaların demokratik ölçülerine uyulması, söz konusu amaca ulaşmamızı olanaklı duruma getirecek önlemlerolacaktır.
Toplumlarda görülen ve hukukun düzeltmekle yükümlü olduğu adaletsizliklerin, haksızlıkların temelindeki esas etmenin, beşeri bencilliklerden kaynaklanan faziletsizlik ve basiretsizlik olduğunu yazımızın girişinde belirtmiştik. İşte birey, beşeri zaaflarından kurtulma titizliği içinde şuurlandıkça, erdemli insana özgü faziletleri de birer ikişer kazanmaya başlar. Büyük İslam düşünürü İbn Sina’ya göre, beşerlikten kurtulup insanlaşmanın belirtisi olan bu faziletlerden biri de adalet duygusudur(ötekiler ise; hikmet, iffet ve şecaattir)(1). Bu durumda olan erdemli insan için, içinde bulunduğu toplumun hukuk normlarına uymak hiç de sorun olmadığı gibi; herhangi bir adaletsizliğe de neden olmaz.
Erdemli yaşamın gereği olan insani değerlerden biri adalet duygusuna sahip olmak ve böyle bir titizlik içinde bulunmaktır. Anlamlarından biri “denge” olan adalet duygusunun insanda kökleşmiş olması, o kimsede içsel dengenin kurulmuş olduğunun da işaretidir. İnsanlar arasında hak sahibine hakkını vermek demek olan bu sözcüğün, tek bir insan söz konusu olduğunda; o birey, içsel / bireysel dengeleri sağlanmış, yani hikmet, iffet ve şecaat konularını elde etmiş ve sahte benliklerini kontrol altına almış demektir. Bünyede kurulan bu dengenin dışa yansıması da; elbette ki adil davranmak ve adaletsizliklere karşı duyarlı olmak şeklinde ortaya çıkacaktır. Bu insanın toplumdaki hukuk normlarıyla çelişen bir durumu yoktur. Çünkü bu insan hukukun hizmet ettiği amaçları(ki bunları yazımızın giriş kısmında sıralamıştık) kendi bünyesinde gerçekleştirmiş ve uyumsuzluklarını gidermiştir. Hukukun amaçlarına ters düşen durumda olan bireyler ve böyle bireylerden oluşan gruplar(organizasyon ve yönetici kadrolar) ise; nefsin güçlerinin ortak kemalini gerçekleştirememiş, başka bir ifadeyle içsel dengesini oluşturamamış, kendinden habersiz bireylerdir. Ahlaki eylemin ancak söz konusu denge sayesinde kurulabileceği konusu kadim zamanlardan günümüze kadar tüm inisiyatik, dinsel ve felsefi öğretilen tarafından işlenmiştir.
İslam felsefesinin en ünlü ve en kadim bilgelerinden olan Kındi(ö. 866); hikmet, adalet, iffet ve yiğitliğin(şecaatin) insanın gerçek doğasına ait doğal şeyler olduğunu belirterek,“Bunların zıddı nitelikler bizde varsa, onlar doğal değil ârazişeylerdir.” diyor(KINDİ, Felsefi Risaleler, Prof. Dr. Mahmut KAYA- Klasik Yayınları). Kındi’nin tanımı kapsamına giren adaleti ilke haline getiren erdemli insanın en sağlam koruyucusu elbette ki yine adalettir. Tezahürat, denge(yani İlahi Adalet) üzerine kurulmuştur. Mikro ve makro düzeyde dengeli olan her şey sabit ve sağlamdır. Dengeden sapma ise yozlaşmaya ve yok olmaya mahkûmdur.
Yukarıda sözünü ettiğimiz içsel dengesizlik, ileri düzeyde depresyon nedenlerinden birini oluşturduğu gibi, toplumdaki dengesizlikler de(adaletsizlikler de) yozlaşmalara ve toplumsal kargaşayla gelen huzursuzluklara zemin hazırlar. Bunu tersi de doğrudur; depresyon kimi zaman da toplumsal adaletsizliklerden ortaya çıkar. İyilerin ödüllendirilip, kötülerin cezalandırılmadığı bir toplumda adalet duygusu incinir, yönetime ve yargıya karşı güvensizlik oluşur. Temel haklarından mahrum bırakıldığını düşünen bireyler depresyona girebilir. Bu durum, toplumumuzda yaygın olarak görülen ve temelinde stres ve bunalım olan depresyonun(konumuzla ilgili olan) çeşitli nedenlerinden biridir.
Yukarıdan beri anlatılanlardan görülüyor ki, adalet duygusu, değer boyutu olan temel duygulardan biridir. Adalet, iyilik yapan kimseye iyilik yapmak ama kötülük edene haksızlık etmemek demektir. Kötülüğe kötülükle karşılık vermek adalet olmadığı gibi, erdemli insandan beklenen bir tepki de değildir. Aslında adalet, her şeyde korunması gereken ölçü ve dengedir. Eğer kişi, yediği yemekten; insanlarla ilişkilerine kadar her konuda dengeyi sağlıyorsa, yani her şeyden önce kendisine karşı adilse, adaleti bulmuş demektir.
Kendini bilmeyen beşer, sağlıklı ve sağlam / stabil bir adalet duygusundan da yoksundur. O halde adalet duygusuna tesir eden etmenlerden birisi kendini bilmemezlikten kaynaklanan,“kişinin psikolojik durumu” dur. Başka bir deyişle, bireyin ruhsal durumu, adil davranmasını olumlu / olumsuz anlamda etkiler. Acelecilik ve yeterince düşünmeden hareket, adalet duygusuna tesir eden etkenlerden bir başkasıdır. Yeterince düşünmeden, değerlendirme yapmadan; olaya(genel anlamda“dışarıdan gelen etkiye”) hemen tepki vermek, duygusal karmaşa içinde bulunan kendini bilmezlere özgü bir tavırdır. Her şeyi çabucak(çocukça bir acelecilikle) halletmeye çalışmak; bireyi sık sık başarısızlıklara, isabetsizliklere ve yersizliklere sürükleyeceği gibi, adalet duygusuna da zarar verir. Bu tür bireylerden oluşan topluluklarda(iş yerlerinde, çalışma gruplarında) güven sarsıcı ve kuşku uyandırıcı olaylara sık rastlanır. Bunlar toplumun iyiliğinin/ mutluluğunun sağlanması yönündeki engellerdendir ki bunun, hukukun hizmet ettiği amaçlardan biri olduğunu yazımızın girişinde belirtmiştik. Toplumun iyiliğinin/ mutluluğunun sağlanması(HUKUK FELSEFESİ, Prof. Dr. Adnan GÜRİZ – Siyasal Yayın.).
Beşeri zaaflar adaleti etkiler ve düşünsel uyumsuzluk oluşturur. Karar verme mekanizmasında adaletsizlik olduğunu gören birey, onu kendince düzeltmek için ilkel bir sertlikle otorite uygulayarak adaleti sağlamaya çalışır. Bu uygulamada fikirler ve özgürlükler bastırıldığı için, insanlar yasa dışı zeminlere kayabilirler. Benzer şekilde ama biraz daha büyük ölçekte, ülke yönetiminde; toplumun bir kesiminin haklarını görememekte adaletsizliğe neden olan bir tür “realite körlüğü” dür. Tehditle bastırılan olaylar durulmuş gibi gözükse de, insanlar ikna olmadıklarından, adaletsizliğe tepki duyarlar. Çünkü adalet duyguları incinmiş, güvenleri sarsılmıştır. Sonuçta, karşılıklı olarak şiddet artıran tavırlar ortaya çıkar. Ama bu haksızlığa uğrayanlar, eğer kendini bilen akıllı kişiler ise, iyi organize olur ve kendilerini erdemli insanlara özgü tepkiler çerçevesinde savunur.
Adil / dengeli davranmaya etki eden olumsuz duygulardan biri korkudur. Çünkü korku, özellikle kendinden habersiz bireyde zihni felce uğratır. Korku, yargı ve irdeleme gücünü zayıflatır ve adaleti yok eder. Korkuyla gelen çaresizlik hissi, kişiyi hemen hemen otomatik bir şekilde savunmaya ittiği için, sağlıklı düşünemez hale gelir. Çaresizlik ve kuşatılmışlık duygusu bir tür “zihinsel körlük” oluşturduğundan, kişinin olayları(kendisine yönelik etkileri) küresel değerlendirmesini olumsuz yönde etkiler. Bu durumlarda duyguların kontrolü(duygusallığa kapılmamak) çok önemlidir. Ama bu becerinin önceden kazanılmış olması gerekir ki, bu da kendini bilme titizliği içinde, önceden kazanılmış olması gereken ve erdemli insanlara özgü bir meziyettir. Böyle bir donanıma sahip olmayan kimseler, en ufak eleştiriyi bile “haksız saldırı” olarak nitelendirmekten ve duygusallaşmaktan kendilerini alamazlar. Bu elbette ki beşeri bir zayıflıktır. Eleştiriye aşırı tepki veren duygusal tabiatlı kimselerin bir kısmı da, çevrelerinin sarıldığı düşüncesiyle yaparlar bunu. Duygusallık, karşı tarafın niyetini görmeye(empati yapmaya) engel bir beşeri zaaftır. Bu durum, bireyin algısını bozduğu gibi, adil davranmasına da engel olur.
Beşeri Gurur ve Önyargı:
Bireysel düzeyde adaletli davranışı engellenen başka bir duygu da, kendini bilmez kişilerde sıkça görülen “gurur”dur. Gurur, bireyi düşünce kıtlığına götürür. Gururlu kimseler, sıradan olmaktan korktukları için, hata yapmaktan aşırı derecede çekinirler. Ayrıca kendini beğenmişliklerinden dolayı eleştiriye kapalı olmaları, etraflıca düşünmelerine ve sağlıklı karar vermelerine de engeldir. İşin daha da kötüsü; psikolojik bütünlüklerini(daha doğrusu gururlu egolarını) korumak amacıyla üstün ve özel olduklarını düşünmeleri, onları sürekli olarak egolarını beslemeye götürür. Egoist olanlar da kolay kolay adil olamazlar. Çünkü egoistlik çocuklara özgü bir niteliktir. Adil olmak ise, egosunu/ duygularını kontrol altına almış, gururdan, kibirden arınmış erdemli insanlara özgü bir meziyettir.
İnsanın adil olmasın zorlaştıran bir başka durum da “önyargılı olmak”tır. Çünkü önyargılar, kişiyi eksik/ hatalı bilgilerden hareket edip, hemen genelleme yapmaya ve başkalarına karşı adil olmayan tutumlara sürükler. Bazı önyargılarla oluşan zihinsel koşullanma, bilgilerin beyinde rahatça dolaşmasını engellediği gibi, yeni görüş, bilgi ve bulgulara da kapatır. Kişinin yargı gücünü zayıflatan, bir bakıma “aklını örten”, adalet duygusuna zarar veren hallerin en önemlisi olan önyargı, o kimseyi yanlış hükme götüren etkendir.
Dinsel Öğretide Durum:
Dinsel öğreti, özde; adalete ve adil tutuma, bilinen başlangıcından beri çok çok önem vermişse de, uygulamada kendini bilmez beşeriyet din adına, hatta dini(Kutsal Kelam’ı) istismar ederek pek çok adaletsizlik ve zulüm sergilemiştir. Kutsal Kelam’ın yozlaştırılmasıyla oluşan adaletsiz sosyal yapı örneklerini; Hz. Muhammed’in vefatından hemen sonrasından Emeviler’le başlayarak, ortaçağ Hıristiyanlığı’nda ve Kadim Yahudi toplumlarında görüyoruz. En son, Kur’an ile de vurgulanmış olan adalet; doğruluk / dürüstlük ve sevginin dengeli şekilde kullanılmasını sağlayan dengeyi oluşturan bir kavramdır. Kur’an’a baktığımızda; sevginin karşısında merhameti, disiplinin karşısında da adaleti görüyoruz. İnsanın iç dünyasındaki sevginin doğru gelişimi için adalet kaçınılmazdır. Örnek; Halife Hz. Ebû Bekir'in, göreve gelişinden sonra halka hitaben yaptığı şu konuşma çok anlamlıdır:"Ey halkım! Ben size yönetici oldum. Hâlbuki sizin en hayırlınız değilim. Eğer iyi işler yaparsam, bana yardım ediniz. Eğer yanlış işler yaparsam, bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk, emanettir. Yalancılık, hıyanettir. Sizin en zayıfınız benim yanımda güçlüdür ki, onun hakkını müdafaa ederim. En güçlünüz benim yanımda zayıftır ki, başkasının hakkını ondan alırım.” Adaletin disiplinini ve kişilere mesafesini göstermesi bakımından güzel bir örnek. Erdemli yöneticiliğe özgü bir anlayış…
Mazlum – Zalim Dengesi:
Toplumsal düzeyde de hukukun amacı olarak adalet; güçlü ile zayıf, iyi ile kötü, mazlum ile zalim arasındaki dengeyi sağlamak, haksızlıkları önlemek ve toplum vicdanını rahatlatmak bakımından çok önemlidir. Toplumsal barış için; hukukun, yasalarla koruduğu adalet düzeni, insanın iç dünyasındaki adalet ve barış için ise duyguların dengesi önem taşır. Duyguları adil bir şekilde(kontrol altında, dengeli), yerinde ve zamanında kullanabilmek; toplumsal adaleti oluşturacak ve dolayısıyla hukuk devletinin özürsüz olarak oluşumuna ve yaşamasına zemin hazırlayacaktır.
Sosyal yapıda adaletin karşıtı zulümdür. “Adalet” in anlamı,“her şeyi yerli yerinde yapmak, yerli yerine koymak” iken,“zulüm” ün anlamı; “bir şeyi ait olduğu yerin dışında bir yere koymak” tır. “Zulüm” sözcüğü Kur’an’da; “küfr”, “şirk”,“kötülük” anlamlarında da kullanılmıştır. “Işıksızlık”anlamındaki “zulmet” ile aynı kökten gelen zulüm, zalim nitelikli kendini bilmezin yapıp ettiklerinin genel adıdır.
Adaletsizliğin en kaba görünümlerinden biri olan zulüm; toplumsal düzeyde genellikle, kamu haklarına tecavüz şeklinde belirir. Adalet özürlü yönetimlerin halklara yaptığı zulüm de bu kategori içinde ele alınabilir. Adaletsizlik kavramında anlamını bulan bu zulüm türü, otoriter rejimlerde ferdin apaçık ezilmesi şeklinde açıkça; kapitalist yönetimlerde ise, özgürlük ve demokrasi perdesi altında gizlice olur.
Böyle yönetimlerin egemen olduğu toplumlarda eksikliği hissedilen duygular; merhamet, şefkat, hoşgörü ve sevgidir. Bu duyguların hepsini “sevgi” de toplayarak, adaletsizliğin olduğu yerde sevgisizliğinde var olduğunu söyleyebiliriz. Yani konumuz olan “adalet” kavramı ile sevgi arasında da ilişki vardır. Beşeri zaaflardan olabildiğince arınmış ve belli bir düzeyde “insanlaşmış” toplumlarda; insanların iş ve yönetimlerinin düzenini sağlayan etmenlerden biri sevgi, ötekisi adalettir. İnsanlar karşılıklı sevmeyi gerçekleştirebilseler, adalet istemeye gerek kalmaz, günümüzde olduğu gibi adliyeler dolup taşmazdı. Bundan dolayı, adalet, sevginin vekilidir; sevginin, anlayışın ve hoşgörünün olmadığı yerde duruma el koyar.
Kamu Hakları ve Adalet:
Adalet kavramıyla bağlantısından dolayı, toplum bireyleri olarak bizleri en çok ilgilendiren konulardan biri kamu haklarının(insan haklarının) ihlali şeklinde sergilenen adaletsizlik, dolayısıyla zulümdür. Bu zulmün birgörünümünün, kamu hak ve olanaklarının ait oldukları yere ulaşmasını engellemek ya da basiretsizlikten kaynaklanan bir sapmışlıkla bu olanakları başka yerlere kanalize etmektir. Kamu hak ve olanaklarının yerine ulaşmasına engel olmanın da, biri aktif engelleme, biri de pasif engelleme olmak üzere iki türü vardır: Aktif engellemede, kamu malı çalınır-çırpılır, israf edilir ve buna engel olacak mevzuat düzenlemeleri yapılmaz. Pasif engelleme ise, yanlışlıklara/adaletsizliklere seyirci kalmak suretiyle sergilenir. Yurdumuzda, ne yazıktır ki; kamu hak ve olanaklarının talanında bu iki yol birlikte işletilmektedir.
Temelinde adaletsizlik bulunan “kamu hakkı talanı”, Kur’an’da öylesine büyük bir zulüm ve ilkellik olarak gösterilmiştir ki, Hz. Muhammed; kamunun haklarına / mallarına musallat olanların cenaze namazlarını kılmazmış. Erdemli insanlara özgü adalet anlayışının gereği olan ilkelere ve insani değerlere uyulmamasından dolayı, beşeriyet tarihi boyunca, zaman içinde toplum servetlerinin belirli ellerde toplanmasından, dünya çapında oluşan gelir dağılımındaki adaletsiz günümüz sözde modern beşeriyetinin yüz karalarından biri olarak olanca haşmetiyle önümüzde durmaktadır(2).
Bir şeyi yerli yerinde kullanmamanın; benzer şekilde, bir çalışanı doğru yerde istihdam etmemenin de adaletsizlik olduğunu birkaç paragraf yukarıda belirtmiştik. Basiretsizlikten ya da nefsanî çıkarlara dayalı kayırmacılıktan kaynaklanan nedenlerle beceriksiz ve yeteneksiz kişiye görev vermek; sadece adaletsizlik değil, aynı zamanda devletin malını haksız yere harcamaktır, dolayısıyla vatana hıyanettir. Görevleri ehline ve yetenekli kimselere vermek, erdemli yöneticiye özgü adaletli bir tutumdur. Bu açıdan bakıldığında beşeriyette adaletin olduğunu söylemek zor ve hemen hemen “ayaklar baş, başlar ayak” durumunda. Dünya toplumlarını kemirenilletler her tarafta yaygın. İnsani/ vicdani değerlere değil de, beşeri egoya ve açgözlülüklerin doyumuna öncelik sağlamak adına her alanda sergilenen adaletsizlikler ve dolayısıyla zulümler yüzünden stres(ve ona bağlı olarak depresyon) birinci sıradaki rahatsızlık durumunda. Dünya beşeriyeti şimdiye kadar sergilediği adaletsizliklerinin bedelini ödüyor; yani, kendi kendimize zulmediyor durumdayız. Toplumları mutlu bir beraberlik içinde yaşatıp, yücelten unsurların temelinde olan insani değerden yoksun olduğumuz ya da bu durumda olan yöneticileri seçip iş başına getiriyor olduğumuz için, 21 Y.Y. beşeriyeti olması gereken huzur ve mutluluk düzeyinde değil. Bu basiretsiz ve gurur tutsağı kendini bilmez yöneticiler adaleti; kendi çıkarlarına göre uygulamaktan geri kalmıyorlar. Yaratıcı Kudret’le dostluk kurabilmiş erdemli kimselerin(yönetici zihniyetin) adalet anlayışında; tarafgirlik, dostluk, düşmanlık, çıkarcılık, işbirlikçilik, dindarlık, dinsizlik, milliyetçilik, milliyetsizlik ayrımı söz konusu değildir. Kamu haklarından yararlanmak bakımından insanların hepsi birbirine eşittir. Bu durumda olmayan bireyler ve yöneticiler; adaletsizlik, haksızlık ve dolayısıyla zulüm içindedirler.
Ahlaksal Olgunluğun Ufkunda…
Görülüyor ki erdemli ve gerçek anlamda uygar olmanın gereği, her durumda adil olmak, adilane davranmak oluyor. Adil olmak, bireysel düzeyde insan olmanın; davranışlardaki, beşeri ilişkilerdeki yansıması olmaktadır. Erdemlerin insanda kökleşmesi ile, davranışlarda ve uygulamada adaletin ortaya çıkması arasında kaçınılmaz ve doğal bir paralellik vardır. Ahlaksal olgunluğun ufkuna yükselişin en belirgin görüntüsü ve işlevi adil olmakla ortaya çıkar. İş yerinde, mahkemede, okulda, orduda, hükümette; herkesin hakkını araştırıp, hakkı sahibine teslim etmek, beşeri zaaflardan kurtulmuş ve seçkin ahlak güzellikleriyle donanmış gerçek anlamda “iyi insanların”(muhsinin) işidir. Bu durumda olan insanlar günümüzde de çok az(olanlarda bastırılmış ve uyarıları dinlemez) olduğu için, bizleri insanlığımızdan utandırıcı uygulamalar yaygın durumdadır. 21. Y.Y’ın sözde modern beşeriyeti, doğrudan doğruya kendisinin de şikâyetçi olduğu bu durumdan hala ders almamakta; doğayı, canlıları ve kendisini zehirlemeyi sürdürmektedir. Örneğin, sigara dediğimiz zehir ile birbirimizi zehirlemeyi ancak yasa ile bir ölçüde engelleyebildik. “Ruhsuz bir teknoloji” faturası olarak ödediğimiz bu, “zehirli duman soluyuş”, beşeriyeti tehdit eden belaların en büyüklerinden biridir. Sadece şimdiki çocuklarımıza değil, yeni doğacak bebeklerimize de yapılabilecek bundan büyük bir zulüm olabilir mi?
Tarih boyunca yapılan bunca ilahi, inisiyatik ve (hala da yapılmakta olan) akademik uyarılara rağmen; cahil ve vurdumduymaz kişilere özgü bir aymazlık içinde öğüt almamakta ve olup bitenlerden ders çıkarmamakta ısrar ediyoruz. Bunca kanıtlanmış gerçeğe rağmen, uyurgezer cahillere özgü bir aymazlık içinde çağdaşlık, uygarlık ve demokrasi teraneleriyle horlayıp duruyoruz. Oysaki çağdaşlık, uygarlık ve demokrasi, egosunun zulmünden kurtulmuş, adaletli olmayı ve yaşamayı ilke edinmiş erdemli insanın harcıdır. Doğaldır ki gelişmişlik düzeyinin düşüklüğünden dolayı ancak madde hesaplarında ve nefsanî çıkarlarında başarılı olabilen kurnaz ve politika düzenbazı yönetimlerden; uygarlığın ve demokrasinin ancak sahtesi beklenir.
Adaletsiz sosyal yapıda ve günümüz beşeriyetinde adil olmaktan yoksun uygulamanın bir görünümü de savurganlıktır. Savurganlık(israf), yaratılış dengelerini bozarak bireyi ve toplumu çürüten illetlerden biridir. Savurganlığın kendisi bir dengesizlik(adaletsizlik) olmasından başka, savurganlığın daha başka dengesizliklere yol açtığı da bir gerçektir. Çünkü savurganlık, gereğinden çok harcayanlar yüzünden; gerektiği kadar harcayamayanların sefaletine sebep olur. Savurganlık adını verdiğimiz bu beşeri kusura çocukların eğitiminde dikkat çekilmez ise, servet ve refahla şımarmış “bir zararlı tip” in türemesine göz yumulmuş demektir. Açgözlülük illetinden kurtulamamış/ kurtarılamamış bu “zararlı tipler”; sosyal yapının güzellik ve mutluluğunun yozlaşmasında temel etkenlerden biridir. Kendini bilmez bu “zararlı tip”, kendisinin en uç keyiflerini(zihinsel ve bedensel konforunu) doyurmayı, başkalarının en yaşamsal hak ve gereksinimlerinden dahaönemli görür.
Konumuz olan adaletsizliğin değişik bir görünümü olan savurganlık, kitlelerin yaşam kaynağı olan birçok olanağı geçici ve bazen de sefilce keyifler uğruna tüketmekte ve bu şekilde beşeriyetin geleceğini hiçe saymak gafletini sergilemektedir. Bir örnek: Dünya Doğayı Koruma Vakfı, Akdeniz Havzası’ndaki golf alanlarının, halkın en doğal gereksinimi olan içme suyunu tükettiğini duyurmuştur. Anılan vakfın raporuna göre, Akdeniz’deki golf alanlarının her birinin tükettiği su, 12.000(on iki bin) nüfuslu bir yerleşimin tüm su tüketimine eşittir. Dünyanın her yerinde buna benzer olgular yüzlercedir. Başka bir savurganlık örneği de petrol tüketimiyle ilgilidir: Dünyadaki harcamaların en büyük rakamını oluşturan petrol harcamalarının yarıdan fazlası savurganlık tutkusunu doyurmak için yapılmaktadır. Otomobil yarışları, ABD’de hemen her evde fazladan bir tane daha bulunan “benzin içen Jeep” tipi araçlar, normal gereksinim için harcanan petrolün iki, bazen üç katını heder etmektedir. Elbette ki bunların atmosfere yaydığı zehirli gaz miktarı da gerçek gereksinim için yakılanın yaydığının birkaç katıdır.
Savurganlık, Adalet Özürlü Zihniyetin Ürünü…
Adalet özürlü zihniyetin eseri olan savurganlığın durdurulmasında ilk koşul; birey-kamu ilişkilerinde,“kamunun çıkarını yeğleme ilkesi” ni işletmektir. İnsanı ve insanın temel haklarını esas alan bu adil ilkenin işlemesini engelleyen “neoliberalizm yaftalı sömürü ve israf sistemi”insanlaşmaya yönelik en büyük tehlikelerden biri olarak dünya beşeriyetinin üzerine “küreselleşme” kandırmacasıyla çullanmış bulunmaktadır. Bu tasalluttan kurtulmanın ilk adımı; öncelikle, devletlerin bulaştığı savurganlık illetinin önünün kesilmesi olabilir. Temelinde adaletsizlik bulunan savurganlığın başka bir uzantısı da, günümüzün belalarından biri olan terörle ilgilidir: Servet ve refahla azmak, emek ve insan hakları aleyhine en büyük terör değilse bile anarşidir(anarşi: kuralsızlık). Sosyal yapıda, mal ve servetin belli ellerde toplanmasını ve toplum aleyhine bir baskı ve sömürü unsuru halinde kullanılması denge bozucu(adaletsizlik) ve çöküşe götürücü bir illettir. Sadece ekonominin değil, her alanda insani değerler yönünden başarının temelinde, emeğin ve samimi gayretin adilane değerlendirilmesi vardır. Oysaki servet ve refah ile azmışlık durumu, bu varoluş ilkesini tersine çevirmekte, oluş ve erişin motor gücü olan emeği mala boğdurmaktadır. Terörü ve anarşiyi besleyen ana damar işte burada atıyor. Çünkü servet sahibinin, mal birikiminden, kendi gereksiniminin fazlasını(her iki taraf eşit oluncaya; yani “denge” sağlanıncaya kadar) vermesi insan olmanın, insanlaşmanın gereğidir. İnsan olmanın gereği olan bu güzel uygulama sergilenmediği zaman; belli bir sabır döneminden sonra, haset ve nefret oluşumu kaçınılmaz hale gelir. Beşeri yaşamı ıstıraba itip, sosyal yapıyı yozlaştıran zulüm düzeyindeki en büyük adaletsizliklerden biri de refahtan ve savurganlıktan kaynaklanan azmadır. Beşeri tarihten biliyoruz ki, medeniyetlerin yükseliş devirlerinde servetle azmanın ve savurganlığın değil, gayret ve emeğin egemen olduğunu; çöküş devirlerinde ise, servetle azmanın egemen duruma geçtiğini görüyoruz.
Adaletsizlik ve Terör…
Geçici ve iğreti zevklere düşkünlük, zulüm ve baskı(adaletsizlik) şeklinde ortaya çıkan servet ve refah şımarıklığının egemenliği; sömürme, baskı ve horlama sürecini başlatır. Böylece sosyal yapıda, servet ve refah ile azmışlar ile,onların ezip sömürdüğü zümreler arasında didişme kaçınılmaz olur. Bu, terör’ün ve anarşinin de başlamasıdır. SosyalAdaletsizlikten kaynaklanan bu çarpık gidiş, terörü besleyen unsurlardan biridir. Çünkü terör, dengelerin bozulması(adaletsizlik) yüzünden doğan tedirginliğin ve kaygının kahrını çekenlerin, kendilerini en normal yollarla ifade edişidir. Terörde amele olarak görev yapanlar; israf ve servet şımarıklığı zulmünün yarattığı adaletsizliklere isyanı, ihanet ve cinayete götürmeye hazır olanlardan başkaları değildir. Günümüzde israf ve servetle azmışlar; bu ameleleri(“maşaları”) bir biçimde buluyor ve onları kullanarak terörü küreselleştirip, doğan karmaşa ve didişme ortamında bol bol silah satarak kasalarını dolduruyorlar. Burada, elimizde olmadan şu çağrışım hemen beynimizde yankılanmaya başlıyor: Dünya barışını koruması beklenen BM Güvenlik Konseyi’nin beş büyük üyesi, dünya silah ticaretinin en büyük ağaları durumunda… Tüyler ürpertici çelişki ve ikiyüzlülük… Dolayısıyla bu sözde büyük ve gelişmiş ülkeler(başta ABD olmak üzere) terörü yaratan ve besleyen ülkelerin ta kendileri olmuyor mu?
Bir kötülüğü yaratan ve besleyen; bununla da yetinmeyip, onun üzerinden rant sağlayan “gelişmiş” olabilir mi? Silah üreten, silah satan, dolayısıyla savaşlara malzeme sağlayarak savaşları destekleyen, bu yolla bir çok insanın ölümüne vesile olan bir zihniyet ancak zulümle(yani adaletsizlikle) gelişmiş olur. 21. Y.Y’ın bu zalimleri sergiledikleri bu zulüm ile, gasp ettikleri, insanların yaşama hakkının bedelini nasıl ödeyeceklerini düşünemeyecek kadar geri durumdadırlar. Kul’un kul’a yaptığı hak ihlalini ALLAH bile bağışlamıyor. ALLAH her türlü beşeri kusurumuzu bağışladığını söylüyor Kur’an’da ama “…kul hakkı ile geleni” affetmeyeceğini de ekliyor. Görünüşte bir dine mensup olan bu sözde “gelişmişler”(Batılı emperyalist zihniyetin mensupları) Hıristiyanlar her Pazar kiliseye de gidiyorlar sıkılmadan, utanmadan. Bu da onların ALLAH’a karşı riyakârlıklarının başka bir boyutu… Ama şu bir gerçek ki; birilerinin yaşam hakkı ellerinden alınıyor, başka birisi / birileri o hakka tecavüz edeni bağışlıyor ya da görmemezlikten geliyor(çıkar alışverişinden dolayı…). Bu, katıksız zulümdür /adaletsizliktir. Hakkına tecavüz edileni, suçluyu bağışlaması için teşvik edebilirsiniz, ama siz onun yerine geçerek, çiğnenmiş bir hakkı, özellikle de(savaşlarda yitirilen) yaşama hakkını nasıl bağışlayabilirsiniz! Konumuz olan “adalet”, bir anlamıyla da “hakların, gerçek sahipleri tarafından kullanılması” değil midir? Hukuk, bu kullanımın yürümesi için kurallar koyar. Devlet bu kuralların işlemesini kontrol eder(ve sağlar). Devlet, bunu yapmak için gerekirse ceza koyar ve cezayı infaz eder. Ancak, büyük ölçüde beşeri zaaflarından kurtulamamış(yani insanlaşmasını, en azından belli bir düzeye kadar çıkaramamış) olan sözde devlet adamları(hükümet edenler) yukarıda değindiğimiz hukuksal gereği gerçekleştirmek yerine; hakların kullanımında hak sahiplerini değil, kendini yetkili görüyor ve(kaba bireylere özgü bir pişkinlikle) tüm hakların kullanıcısı olarak sahneye çıkıyorsa, o zaman devletin doğrudan doğruya kendisi zulüm aracı oluyor ki, bu da devlet düzeyinde bir adaletsizliktir.
Adalet ve Sorumluluk
Konumuzun akışını “devlet düzeyi” nden şimdi tekrar bireysel düzeye indirerek sürdürelim: Hukuk ve adalet esprisi açısından bakıldığında insan, sorumluluğu olan ve bu sorumluluğun gereklerini layıkıyla yerine getiren ya da getirmesi sağlanan varlık olarak tanımlanabilir. Beşer, sorumluluğunu bu anlamda ve tam olarak etik ve dinsel kurallarla sağlayamadığı için hukukun devreye girmesi sanki farz olmuştur. Başka türlü ifadesiyle, beşeri varlık; bunca dinsel ve inisiyatik öğretiye rağmen insan olmanın sorumluluğunu ve bu sorumluluğun gereklerini yerine getirecek vicdani olgunluğa ulaşamadığı için hukuk doğmuştur. Günümüzde hukuk bu işlevini; görevini savsaklayanlarla, hakları çiğneyenleri caydıracak cezalar vererek yerine getirmeye çalışıyor. Olması geren bu olmasına rağmen, günümüzde hukukun bu işlevini rahatça yerine getirdiğini göğsümüzü gere gere söyleyemiyoruz. Çünkü adalet özürlü zihniyet mensupları olan zalimler, mazlumun sırtından daha fazla rant sağlamak ve toplumları sürüleştirerek(yoksullaştırarak ve kendine bağımlı kılarak) daha iyi sömürmek için; hukuku sadece siyasallaştırmakla yetinmemekte; aynı zamanda, adaletsizliklere karşı olan dini de kendi rantlarına alet etmektedirler.
Bu adaletsiz gidişin kaçınılmaz sonuçlarından biri olarak(ülkemizde buna dahil olmak üzere) dünya piyasasın genel durumunu gösterebiliriz(3). Piyasa kapitalizmi hem ülkemizde, hem dünyada büyümüş görünen ekonominin nimetlerinin bölüşümünde geçmişe rahmet okutan bir adaletsizliği yaşatıyor beşeriyete. Bu adaletsizliğin sonunda da biriktirdiği dev sermayeler, piyasa kapitalizminin kendi ayağına dolandı ve yol açmak için şişirdiği balonlar patladıkça, kendini ve beklide dünyanın sonunu hazırlayan devasa bir krizle cebelleşir oldu… Beşeri tarih boyunca hemen hemen tüm yozlaşmaların beşiği olan Batı’nın ürünü piyasa kapitalizminin; yarattığı açlık, yoksulluk ve işsizliğin dehşetinde büzülen, ufaldıkça ufalan insanlar, kendilerini cemaatlerin ve tekkelerin insafına terk etmiş durumda… Bu insanlar adaletsizliğin ve dolayısıyla sapmışlığın görünümlerinden biri olan biat kültürünün etkisi altında yönlendirilip güdüleniyor.
Dünya beşeriyeti, insan onuruna yakışmayan bu çarpık gidişi bir türlü engelleyemiyor ama hiç değilse, bu yüz karası beşeriyet ayıbını belgeleyen beşeri kurumlarda yok değil: Uluslar arası Af Örgütü. Bu örgütün 2010 Mayısında yayınladığı rapora göre 159 ülke insan hakları konusunda sınıfta kalmış durumda(4). Bu raporda “güç sahibi ülkeler”, adaleti siyasi çıkarlarına alet etmekle suçlanıyor. Bu gruptaki ABD, Rusya ve Çin’e yöneltilen suçlama, “müttefiklerinin insan hakları ihlalleri” ni göz ardı etmek. ABD’nin, verilen sözlere rağmen, Guantanamo Üssü’ndeki gözaltı merkezini hala kapatmamış olması da raporda olmazsa olmaz yerini almış durumda. ABD ve AB’nin sözde gelişmiş ülkeleri, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki pozisyonlarını kullanarak İsrail’in savaş suçları konusunda hesap vermesini engellemekle de suçlanıyor. Raporda, İsrail’in bu kapsamdaki eylemleri teker teker sıralanıyor. Uluslar arası Af Örgütü’nün 2010 İnsan Hakları Raporundan bazı rakamlar şöyle: 111 ülkede işkence belgelendi, 55 ülkede adaletsiz yargılanmaya rastlandı, ifade özgürlüğüne ise en az 96 ülkede kısıtlama getirilmiş durumda. Afrika’da insanların toplu halde evlerinden sürüldüğü, Avrupa ve Orta Asya’da ırkçılığın arttığı, Meksika ve Guatemala gibi bazı ülkelerde; aile içi şiddet, tecavüz ve cinsel tacizin(özellikle Kilise’lerde)(7) artışa geçtiği, üzerinde durulan konular arasında kaydedilmiştir.
Göz Göre Göre Saygısızlık
Dünyayı bu hale getirmiş olan zihniyetin mensupları elbette itaat edilecek yöneticiler değildir ama beşeri düzen böyle işliyor. Daha da kötüsü; insan haklarını, kendi şahsi çıkarlarına alet edebilen bu erdemsiz yönetimler adalet ve emanet ilkelerini uygulayacakları yerde bu değerlere göz göre göre saygısızlık etmekten geri kalmıyorlar. Ama ne yazık ki bu yöneticileri de, demokrasinin gereği olarak, mensubu oldukları toplumlar seçmiş durumda. Onlarda demokrasinin nimetlerinden yararlanarak geldikleri pozisyonda, demokrasiyi istismar ederek ve kendi çıkarlarına göre evirip çevirerek iktidarda kalmaya çalışıyorlar… Zulmün ve zulme uğramışlığın dünya beşerine özgü çarpıklığı…
İşin daha da trajikomik yanı, bu çarpık zihniyetin mensuplarının Müslüman olmaları. Onların, Kur’an’daki Müslümanlık (gerçek özgün İslam) ile hiç de bağdaşmayan bu tavır ve uygulamaları din adına yapılan adaletsizliğin, dolayısıyla zulmün başka bir veçhesini oluşturuyor. Çünkü onlar(Kur’an’la gelen uyarıya rağmen) Kutsal Vahy’i de kendi siyasi hırslarına alet etmiş durumdalar: “Konuştuğunuz zaman, yakınlarınız aleyhine de olsa, adaleti gözetin!”- Kur’an, En’am 152, Nisa 58, Maide 8.
Medeni insan görünümünde olan söz konusu adalet özürlü zulm ehli bireylerin, aslında; uygarlıktan ve insani değerlerden oldukça uzak olduğunu, yine kendilerinin, mensubu olduklarını iddia ettikleri İslam’ın kitabında görüyoruz: “Adil olun! Adil olmak takva(5) daha yakındır…”- Kur’an, Maide 8. Besbelli ki bu kimseler, kendi dinlerini(Kur’an’daki özgün dini) anlama ve uygulama konusunda da özürlüler. Kendilerine göre bir din anlayışları var ama onların anlayış ve uygulamaları “indirilen din” ile bağdaşmıyor. Onlarınkine belki “uydurulan din”demek daha doğru olacaktır. Bu anlamda “uydurulan din”e göre yönetim şeklinin Ortaçağ Hıristiyan toplumlarında ve daha sonra da Emeviler’de görüldüğünü, kılıf değiştirerek günümüze kadar geldiğini, yani Kutsak Kelam’ın istismarını üzülerek, hatta insanlığımızdan utanarak görüyoruz.
İnsanlığın zararına, varlık ve doğanın yıkımına, dolayısıyla ALLAH’ın iradesine ters düşen icraat ve yardımlaşmalar insanlık suçudur. Ne yazık ki bu insanlık suçu tarih boyunca işlenmiş ve modernlik görünümünde(demokrasi kılıfına uydurularak) hala da işlenmektedir. Ayrıca, beşeri yönetimlerin bu tür icraat ve yardımlaşmaları(“gör beni göreyim seni…”şeklindeki paslaşmaları) mazur göstermek ve yaşatmak için vücut verdiği kuruluşlar ve oluşturduğu ittifaklar sayılamayacak kadar çoktur. Esası, kötülüğü beslemek olan bu kuruluş ve ittifakların hepsi de; “birlik, dayanışma, gelişim, barış ve küreselleşme vb.” yaftaları ile tevil edilmiş ve sahnelenmiştir. Oysaki Kur’an’ın önerdiği yardımlaşma bunun tam tersi: “…iyilik, güzellik, hayır, mutluluk ve takva(5) üzere yardımlaşın.”- Maide 2.
Adaletsiz sosyal yapının genel niteliği ve görünümü, doğru yoldan sapmış olmaktır. Bu sapmışlığın bir görünümünün de “servet ile şımarmak ve azmak” olduğunu geçtiğimiz paragraflarımızda belirtmiştik. Böyle sosyal yapılarda her şeyin kıvamında olduğu yol üzerinde yürümek olası değildir. Adaleti sağlasın (Şura 15 + 16, Hud 112) ve güzel ahlakı sergilesin diye gönderilmiş olan İslam Peygamberi’nin dilinde söz konusu yol, “istikamet” tir. İstikamet(ve “müstakim”) sözcüğünün kökü olan “kıyam” ve “kıvam”, “dikkatle yerine getirmek ve ayarında/dengesinde tutmak” demektir. Buna göre “doğru yol”; her şeyin hakkının gözetildiği ve kıvamında/dengesinde tutulduğu yol demektir. Bu da, her şeyde adaletli olmanın başka türlü söylenişinden başka bir şey değildir. Denge bozucu olmalarından dolayı “aşırılık ve azgınlık”, doğru yolda olmak(“istikamet üzere olmak”) ile bağdaşmayan durumlardır. Aşırılık ve azgınlık hangi gerekçeyle sergilenirse sergilensin bireysel ve toplumsal düzeyde Kur’an’a aykırıdır.
İstikamet Üzere Olmak
Doğru yolda(“istikamet üzere”) olmak; aşırılıktan/azgınlıktan uzak kalmanın yanı sıra, erdemli insanlara özgü şu özellikleri de gerekli kılacaktır: Boş/nefsanî arzulardan(nefsin heva ve heveslerinden) uzaklaşmak, adaleti korumak, inançları baskı ve tartışma konusu yapmamak. Kutsal Vahyle gelen bu güzel öğütlere ve uyarılara rağmen, kendini bilmez ve adalet özürlü beşer “doğru yol” daki denge(adalet) sırrını bir kıvamda tutamamıştır. Bununda sonu, gerçek dinin tanınmaz hale gelmesi, daha doğrusu, hurafe ve eklemelerden(bid’atlerden) oluşan ikinci bir dinin(“uydurulan din” in) vücut bulması kaçınılmaz olmuştur. Bu da konumuz olan adaleti(ve bağlı olarak) güzel ahlakı ihlal etmenin, yozlaştırmanın başka bir görünümüdür.
Hukuk felsefesine göre, amacı adalet olan hukukun görevi, çok geniş anlamıyla; insan haklarını işlerlikte/ yürürlükte / korumada tutmaktır. Hukuk devleti ise, yasalarla yönetilen ve çıkardığı yasalara doğrudan doğruya bu yasaları ortaya koyanlarında uyduğu bir devlet demektir. Daha kısa ifade ile hukuk devleti sadece yasaları olan devlet değildir. Hukuk devleti, doğrudan doğruya devletin kendisinin de yasaların denetiminde, onlara bağlı olarak icraatta bulunduğu bir devlettir. O yasalar, o devlet o yasaları çıkardığı halde, devleti de murakabe eder ve devleti de hesaba çeker. Yasalara riayet eden devlet, yasalara göre iş yapan devlet, yasalara göre yaşayan ve yaşatan devlet hukuk devletidir. Hukukun üretmek ve yaşatmak durumunda olduğu adaletin zaman üstü ilkeleri değişmez ve değişmesi teklif dahi edilemez ilkeler halinde anayasada yer alır. Anayasayı delinmekten, oyuncak haline gelmekten koruyacak bir takım önlemlerin getirilmesi gerek. İşte anayasada bazı maddelerin değişmezliği, değişmenin teklif edilmezliği ve yasalarını anayasaya uygunluğunun denetimi gerekir ki Anayasa Mahkemesi de buradan doğmuştur.
Adaletin güvencesi olan yasanın sosyal yapıya hayır getirmesi için kuvvetin yasada olması gerekir. Basiretsiz yönetimlerde olduğu gibi, yasayı kuvvetin eline verirseniz, kâğıt üzerindeki yasalar orada durur, hatta demokrasi de vardır ama toplum zulmün pençesinde kıvranır. Bu nedenle kuvvetler ayrılığı ilkesi getirilmiştir. Yargı- yürütme-yasama… Son bir iki paragrafta aktardıklarımızdan da anlaşılacağı gibi, sosyal yapıda adaletsizlik yönünde bir yozlaşmanın ortaya çıkmaması için yargının bağımsızlığı kaçınılmaz oluyor. Ancak beşeri tarihte gördüğümüz kadarıyla, yargı bağımsız olduğu zaman, toplumu sürüleştirerek yönetmek isteyenler bu insanlık dışı emellerine kavuşamazlar ve yargıyı da egemenlikleri altına alacak şekilde yasalar çıkarmaya ve mevcut anayasa da kendilerine göre değişiklik yapma yoluna giderler. Bu gibiler, kendilerine yandaş bir yargı oluşturmak için, demokrasinin olmazsa olmaz ilkelerinden olan kuvvetler ayrılığı ilkesini de delme yoluna giderler. Bunda başarılı olurlarsa, Anayasa Mahkemesi Anayasayı ve anayasal düzeni koruyamaz hale gelir. Anayasa Mahkemesinin bir işlevi de, Yüce Divan görevidir. Bilindiği gibi sağlıklı ve gerçek bir hukuk devletinde Yüce Divan sadece yüksek düzeyli kamu görevlilerini değil, yürütmenin(hükümetin) üyelerini de yargılar. Böyle bir yargılamayla karşılaşmak istemeyen adalet özürlü yönetimler elbette ki demokrasinin tüm olanaklarını kullanarak yandaş yargıç ve savcılardan oluşan bir Anayasa Mahkemesi oluşturmaya ve bu şekilde toplum üzerinde “yandaş yargı egemenliği” kumaya çalışacaktır. Buna, “siyasal amaçlı, kamuoyunu işgal” de diyebiliriz. Böyle bir zihniyetin mensupları, sosyal ve ekonomik sorunlarını düzeltmeye çalışmak yerine, çeşitli siyasal taktiklerle yapay gündem maddeleri oluşturma yoluna giderler. Bunlar, demokrasinin ve cumhuriyetin olanaklarından yararlanarak eğer(seçimle) çoğunluğun oyunu almışlarsa(yani mecliste çoğunlukta iseler), her şeyi yapabilecekleri zehabına da kapılabilirler. Oysa bu“milli iradeyi temsil” etme kuralı 19. Y.Y’ da kalmıştır(6). Bu günkü katılımcı ve çoğulcu demokrasi anlayışında, bir parlamentodaki çoğunluğun istedikleri her şeyi yapabilmeleri düşüncesi artık geçerliliğini yitirmiş durumdadır.
Hukukun Üstünlüğü
Adaletin tam anlamıyla geçerli olduğu gerçek demokrasilerde yargı tam anlamıyla bağımsızdır. Gerçek hukuk devletinde yargının işlerine yürütme karışamaz. “Hukukun üstünlüğü”, yürütmenin anayasalarla sınırlandırılmasıdır. Tüm çağdaş demokrasilerde, yürütmenin aldığı kararlar yargı denetimi dışına çıkarılamaz. Başka türlü ifadesiyle “İradenin her türlü işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.”(Anayasa, madde- 125). İşte basiretsiz ellerdeki yönetimler kendi şahsi çıkarları ve dar görüşleri yönünde “her türlü işlemlerini” rahatça realize edebilmek için yargıyı da kendilerine yandaş hale getirmeye çalışabiliyor. Bu ve benzeri siyasi taktiklerle, cumhuriyetin“kayıtsız ve şartsız” olarak ulusa(halka) verdiği egemenliği gasp etmeye çalışıyorlar. Bu zihniyetin mensupları, elbette ki; Yüce ATATÜRK’ün(Türk Gençliğine hitabında belirttiği)“gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet” içinde olanlardır. Bu sapmışlıklar elbette ki(bizim de şimdiki konumuz olan) adalete karşı duyarsız olmanın kaçınılmaz sonuçları.
Görüldüğü gibi birey, beşeri anlamda hangi mevkide bulunursa bulunsun; iş dönüp dolaşıp, bireyin gelişmişlik düzeyine(yani, kısaca “erdemler” dediğimiz insani değerleri bünyede ne kadar tezahür ettirdiğine) dayanıyor. Başka türlü ifadesiyle, bireyin beşeri zaaflardan kurtulup, insanlaşması; onun, erdemlilik düzeyini, basiretini ve adalet anlayışını belirliyor. Aksine, beşeri zaaflarını giderememiş bir kimse, tahsili ve toplumsal mevkii ne olursa olsun, her türlü mel’aneti bünyesinde potansiyel olarak taşıyor ve elindeki olanakları da(eğer yönetici ise demokrasi ve özgürlükleri de) kaba nefsin itilimleri yönünde kullanıyor. O halde gerçek üstünlük, fakülte bitirip mastır üstüne mastır yapmakla ya da seçim kazanıp yönetimi ele geçirmekle olmuyor. Gerçek üstünlük, beşeri insan yapan /yapacak değerleri bünyede tezahür ettirmekle; doğruya, iyiye, güzele ve adalete yönelik bilgiyi uygulamakla ortaya çıkan bir meziyet ve fazilettir. Bu da ne yazık ki günümüzde pek çok yöneticide yok… Bu neden böyledir? Çünkü bu yöneticileri iş başına getiren seçmende bu meziyetler yok. Yani hem seçmen açısından, hem seçilen yöneticiler açısından içsel gelişim açısından gelişmemişlik değilse bile, yetersizlik söz konusu. Günümüz beşeriyeti genel görünüm olarak, bugün içsel gelişim açısından olması gereken noktada değil. Devre boyunca(kabaca Sümerler’den günümüze kadar) içsel gelişim yönünde yapması gerekenleri yapmamış olmanın kaçınılmaz ve ıstıraplı sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Gelişmemişlik düzeyimizin telafisiyle ilgili pek çok beşeri sorunla boğuşuyor durumdayız. Sadece teknolojik gelişmenin bir şey ifade etmediğini yeni yeni anladık. Bu anlayışın bir yan ürünü olarak sipsivri yükselmiş durumda olan ruhsuz teknolojimizin aslında bizi tehdit eder durumda olduğunu da yeni yeni kavradık. Kısacası, genel görünüm olarak, geçmişteki nefsani arzularımızın(ve her türlü uyarıya ve öğüde karşı aymazlığımızın) perişan manzarasıyla karşı karşıyayız: İnsan hakları(çeşitli siyasi manevralarla) çiğneniyor, adliyeler davalı ve davacılarla dolmuş taşıyor, dünya gelir dağılımındaki adaletsizlik olanca çirkinliğiyle karşımızda, yoksulluk ve işsizlik azalacağı yerde artıyor…
………………………………….
(1)
Şecaat: yiğitlik, mertlikİffet: kötülüklerden, yeme, içme ve cinsel ilişkiden hissi olarak elde edilenlere yönelik olan isteğe ölçü koymak, onların boyunduruğu altına girmemek, onları aklın hükmü altına almak ve doğru düşünce sınırları içinde kullanmaktır.
(2)
Gelir dağılımındaki adaletsizlik; Kutsal Vahy’le gelen uyarılara ve dikkat çekmelere uymamaktan kaynaklanan adaletsizlik ve gelir dağılımındaki dengesizlik örnekleri günümüz beşeri toplumlarında görmemezlikten gelinecek gibi değil; ülkeler arasındaki ekonomik eşitsizlik, zenginlerle, fakirler arasında gelir düzeylerindeki farklılık da giderek büyüyor. Bugün dünyadaki 360 kadar dolar milyarderinin elinde bulunan 760milyar dolarlık servet, dünyanın toplam nüfusunun yarısının gelirine eşit görünüyor. (Ulusal Çıkarlar, Onur Öymen, Basım 3. sayfa 445). Dünyadaki toplam gelirin %83’e yakını halkın en zengin %20’lik bölümüne giderken, halkın en fakir %20’lik bölümünün aldığı pay yalnızca %1,5’tan ibaret. Dünyanın toplam geliri her yıl %3 oranında artmaktadır. Ama bu artış her ülkede eşit bir şekilde hissedilmemektedir. Örneğin; ABD’nin kişi başına düşen yıllık gelirindeki artış yaklaşık 630 dolar iken, bu rakam Etiyopya’da 3.50 dolara, Bangladeş’te 5.50 dolara ve Nijerya’da 7.50 dolara düşmektedir.Günümüzde küreselleşmenin etkisiyle bu eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin ülkeleri giderek daha fazla etkilemesinden kaygılanmamak elde değil: Yüz binlerce insanın sık sık bir araya gelerek gösteriler düzenlemesi, büyük ölçüde bu kaygılardan kaynaklanıyor. Ülkelerin kendi içlerinde görmezlikten gelinemeyecek düzeyde eşitsizlik ve adaletsizlik yaşanırken; IMF ve benzeri kuruluşların ülkelerin içyapılarına girerek, daha fazla etkide bulunması bu eşitsizlikleri arttırıcı etki yapıyor. İngiltere’de bulunan Dünya Kalkınma Hareketi’nin verilerine göre, Aralık 1999’dan Eylül 2000’e kadar IMF’den kredi alan ülkelerde 50’den fazla ayaklanma çıkmıştır. Bu da IMF’nin sosyal politikaları nasıl göz ardı ederek kredi verdiğinin (sözüm ona “yardım” yaptığının) bir başka göstergesidir. Arjantin, Bolivya, Brezilya, Kolombiya, Kenya, Nijerya ve Güney Afrika gibi ülkelerde görülmüş olan bu ayaklanmalara bir milyonu aşkın insan bu gösterilere katılmıştı.
Dünyanın bugünkü koşullarında, uluslararası kuruluşların, bu kuruluşların (ya da büyük devletlerin) ilkelerine karşı çıkan devletleri yola getirmek için sıkça uygulanılan yöntem, “yaptırımlar uygulaması”dır. Ancak, gerek Birleşmiş Milletlerin, gerek bazı büyük devletlerin başka ülkelere karşı uyguladıkları yaptırımların da her zaman haklı, adil ve eşit olduğunu göremiyoruz. Örneğin Türkiye’nin uluslararası antlaşmalardan kaynaklanan hakkını kullanarak ve Kıbrıs Türklerini, Rum katliamından korumak için gerçekleştirdiği 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra, ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı ambargoyu, adil ve haklı bir karar saymak olası değildir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Kıbrıs’la ilgili olarak Türkiye’nin aleyhine verdiği Louizidou davası kararını da haklı ve isabetli bir karar saymak olası değildir. Bu davada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde bir demokratik ülkenin tüm kurumları çalışırken, orada olan tüm gelişmelerden hukuken Türkiye’nin sorumlu tutulması; yalnız hukuk değil, insaf ölçüleriyle de bağdaşmamaktadır. Bu nedenle ve doğal olarak 2004’ten önceki Türk hükümetlerince reddedilen bu karar, ne yazık ki 2004 yılında işbaşında bulunan Türk Hükümeti tarafından kabul edilmiştir. Bu da trajikomik ayrı bir konu…
(3)
Cumhuriyet Gazetesi(23 Eylül 2009)- Piyasa ve Ruhaniyet, Mustafa Sönmez.(5)
Takva: Genel anlamıyla doğruluk demek olan “takva” nın belgesi; bilgi, düşünce ve hikmetten oluşan kanıttır(hüccet). Birey hangi dinden olursa olsun, makbul olan genel ölçüt takvadır.“Takva ehli” ise, fıtratındaki ölümsüz güzellik ile titreyen insandır. Takva ehli insanın ahlakına “rahmet ahlakı” da denir. Bu insan, gerçekleri vicdanen kabul etmekle yetinmeyip, onları sözle ve yazı ile de ifadeye koyarak insan kardeşleriyle paylaşır. Bu tutum, doğruya yönelik bilgi ile uygulama yaparak yaşamaktır ve hayırda etkin olmanın yollarını sürekli aramaktır. Gerçek üstünlükte bundan başkası değildir.
(6)
Alev COŞKUN, Cumhuriyet Gazetesi – 31 Mart 2010.(7)
Kiliselerdeki cinsel taciz vak’aları: •
Belçika’da Katolik Kilisesi’nde rahiplerin yıllar boyunca yaptıkları tecavüzleri araştıran komisyon 200 sayfalık raporunu yayınladı: Bu araştırmada 475 adet şikayet ele alınmış olup, rahiplerin (2 yaşındaki bebekler de dahil) pek çok çocuğa cinsel tâcizde bulunduğu, tâcize uğrayan çocuklardan 13’ünün intihar ettiği, öteki 6’sının intihar girişiminde bulunduğu ortaya çıkmıştır. Raporda, mâdurların üçte ikisinin erkek, kalan kısmının kız çocuklar olduğu anlaşılmıştır. Komisyon, 24.Haziran 2010’da baskın yapan Belçika polisinin bazı dosyalara el koyduğunu, bu yüzden olayın gerçek boyutlarının raporda belirtilenden çok daha vahim olduğunu bildirmiştir. Bu son haberlere ek olarak; Belçika Katolik Kilisesi, Bruge /Brüj piskoposunun, 1973-86 yılları arasında yeğenine tecavüz ettiğini itiraf ederek istifasını sunmasının ardından ağır darbe almıştır. Günümüz AB ülkelerinde benzer tecavüzler sâdece Belçika ile sınırlı değildir: Örneğin İtalya’da yüzlerce sağır-dilsiz çocuğa tecavüz ettiği; İspanya, ABD ve İrlanda gibi pek çok ülkede benzer tecavüz vak’alarının yaşandığı bilinmektedir.(KAYNAK:http://www.trt.net.tr/Haber /HaberDetay.aspx? Yayına giriş 10.09.2010)•
Almanya’nın en prestijli liselerinden birinde, öğretmen olarak görev yapan rahiplerin öğrencilerine yıllarca cinsel tacizde bulunduğu iddiası üzerine kapsamlı soruşturma daha da genişletildi. Berlin’de de ağırlıklı öğretim veren Canisius Koleji’nde 70’li ve 80’li yıllardaki tacizlerle ilgili soruşturma başlatıldı. Kolej müdürü, şu ana kadar o yıllarda 13-16 yaşları arasında 7 öğrencinin cinsel tacize uğradığının kendisine iletildiğini belirtti.KAYNAKLAR:
* ALLAH İLE ALDATMAK, Prof. Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK,
* KUR’AN’A GÖRE ARAŞTIRMALAR, Prof. Dr. Hüseyin ATAY,
* KÜRESEL AFETLER, Prof. Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK,
* DEPREMİN GÖSTERDİKLERİ, Prof. Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK,
* KUR’AN’IN TEMEL BUYRUKLARI, Prof. Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK,
* YENİDEN YAPILANMAK, Prof. Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK,
* SOL GELECEĞİNİ TARTIŞIYOR, O. Çalışlar + B. Doster – Cumhuriyet Kitapları,
* İBN SİNA FELSEFESİNDE EĞİTİM, Abdurrahman Dodurgalı – M. Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları,
* DUYGULARIN DİLİ, Nevzat Tarhan – TİMAŞ Yayınları,
* RUH HALİ, Kemal Sayar – TİMAŞ Yayınları,
* HUKUK FELSEFESİ, Prof.Dr. Adnan GÜRİZ