Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

14 Aralık 2011 Çarşamba

MESNEVİ’de TEMEL KAVRAMLAR

MESNEV
İ’de
TEMEL KAVRAMLAR
ıklar olarak, İlahi İrade Yasaları çerçevesinde ve belli bir yaşam planına uygun olarak, daha doğrusu; geçmiş yaşamlarımızın bileşkesinin belirlediği belli bir yaşam planını uygulamak üzere dünya dediğimiz bu tekâmül ortamında bulunuyoruz. Bu durumda, aslı esası ruh olan bedenli varlıklarız. Başka türlü ifadesiyle, asıl kendimiz olan Yüksek Benimizin bir tezahür uzantısıyız. Bu yapılanma içinde ruh-beden (daha özel anlamda yüksek ben-bedensel ben) ilişkisi kesilmediği sürece can hâlinde(canlı olarak) bulunuyoruz. Dolayısıyla, bedensel ben(görünen/fizik yanımız) olarak, asıl kendimiz olan yüksek benimize bağlı ve bağımlıyız fıtrat olarak. Çünkü(beden olarak) ondan dolayı(yüksek benimizden, asıl kendimizden dolayı) varız, belli bir ömür boyu.
Bu durumda, bedenin birinci derecede hâmisi(görüp, gözeticisi, rehberi) yüksek ben dedi
ğimiz meta-biyolojik yanımızdır. Fizik beden olarak yüksek benimiz olan asıl kendimiz adına ve onun alanının içinde bu fizik ortamda bulunuyoruz. Daha genel anlamda; ruh, bedenin içinde değil, beden ruhun içinde… Yüksek Ben olarak, bedenimizin DNA’larına ve atomlarına kadar nüfuz etmiş durumdayız. Onu yönetip, yönlendirerek, belli bir yaşam boyu, belli bir yaşam planını uygulamak için… Sadece beş duyu ile donatılmış olan beşeri beden her şeyi bildiğini zanneder ama çoğu zaman ona birçok şeyi yüksek beni; ilham eder, sezdirir, uykuda, uyanıkken herhangi bir dalgınlık içinde ya da bir hal içinde…
Bu hâliyle ve esasen yap
ısal olarak da bedensel benin en yakın ve gerçek dostu onun yüksek benidir. Sadece Mevlana Celaleddin’in değil, Yunus Emre’nin de “Dost, dost…” diye dizeler dizdiği, asıl kendileri olan yüksek benleridir. Bu yüce varlıkların, asıl kendileri olan yüksek benleriyle bağlantıları en üst düzeyde olduğu için, onun hasreti ile “Dost, dost” diye yanıp tutuştuklarını her vesileyle dizelerine aktarmaktan kendilerini alamamışlardır.
Biz de bu yaz
ı dizimizin bu ilk bölümünde M.Celaledin’in dizelerinde ben ve yüksek ben kavramlarını irdelemeye çalışacağız. Yukarıda değinip geçtiğimiz bedensel ben-yüksek ben bağlantısı ne kadar güçlü ise(başka türlü ifadesiyle vicdan kanalı” ne kadar açık ise), sezgi, ilham şeklinde yüksek benden bilgi akışı o kadar bol ve sürekli olur. Çünkü varlık sanki bedenli haldeyken ruh olarak yaşamaktadır. Bu bilgi akışı ezoterik ve inisiyatik gelenekte sır olarak adlandırıla gelmiştir. Bu tür “sır” nitelikli derinliği olan bilgiler âvâma olduğu gibi aktarılmaz. Yani her bilgi, herkesle, olduğu gibi paylaşılmaz. Derinliği olan “sır” nitelikli bilgilerin bir yüzeysel anlamı vardır, bir de içsel anlamı. Bu içsel anlam da kat kat derinleşir gider. Örneğin, “âlemler için bir öğüt(Zümer 23, Bakara 1) olan Kur’an 7 kat derinlikte anlaşılır. Sır nitelikli bilgiyi ehil olmayan kişiye en derin anlamıyla vermek, hiçbir işe yaramayacağı gibi, tohumları çalılıklara atmak ya da incileri domuzların önüne atmak kadar yersiz ve abes olur. İnisiyatik adap ve realiteye saygının gereği olan bu durumu yüce Mevlana Celaleddin şöyle dile getirmiş:
“Dostun s
ırrını kapalı tutmak gerekir.
Gerisini hikâyeden anlatmak uygun olur.”
ını dile getirdiği başka dizelerine geçmeden, yukarıdaki dizesinde gördüğümüz dostun sırrı ifadesini, akılla anlaşılabilir âlemin bilgileri olarak da anlayabiliriz, zaten de öyledir. Dünyasal ya da yüzeysel(pek derinliği olmayan) bilgilere “duyularla anlaşılır/algılanır”, hatta fizik ortamda kısaca duyulur âlem denir; fizik ötesine de akledilir âlem… Esasenduyulur âlem” “akledilir âlem” den dolayı vardır. Bunlara görünenve görünmeyen âlemler demekte olası ve esasen görünmeyen, görünürün içinden geçerek tezahür eder(VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları). Felsefede Yeni Eflatunculuk’taki ideler âlemi de akledilir yani görünmeyen âleme karşılıktır(
Akledilir âlemin bilgileri ço
ğunluk için sır niteliklidir, yani gayb durumundadır ama M. Celaleddin gibi akıl-gönül sahibi bilge insanlar için bu bilgiler sır olmaktan çıkmıştır. Onlar bu bilgileri alırlar ve sembolik ifadelerle(M. Celaleddin’in dediği gibi, hikâyeleştirerek”) sıradan kimselere aktarırlar. Bu tutum, biliyor olmanın gereğidir. Kime, neyi, nasıl vereceğini bilmek de ayrı bir inisiyatik adap ve incelik gerektirir. Bu inceliğe ve adaba dikkat etmemek, kaş yaparken göz çıkarmak gibi istenmeyen bir duruma neden olabilir. Esasen sır” nitelikli bilgiyi, akıl-gönül sahibi olmayan birey anlamaz; ne kadar gayret etsek de anlamaz… Ona, onun realite düzeyinden hitap etmek gerek; bu yapılamıyorsa sözü uzatmanın anlamı yoktur. Yüce M. Celaleddin bunu da şu şekilde şiirleştirmiş:
“Ben sözü uzatsam do
ğru değildir.
Çünkü dost ile dost olmayan ne anlar.”
ğü gibi dost ile dost olmak tır esas olan; yani yüksek ben ile, meta-biyolojik yanımız” ile bağlantıyı/iletişimi güçlü ve sürekli kılmak. Bedensel ben(“görünür yanımız), dost tan ne kadar habersiz ve dolayısıyla ona yabancı ise aslından/özünden, öz kendisinden o kadar kopuk yaşıyor, yani sadece beden olarak yaşıyor demektir. Bu durum elbette ki, aslı esası ruh varlığı olan bir benlik için büyük talihsizliktir. Bu durumda olanlar genellikle nefislerinin güdümünde ve zulmü altında beşeri zaaflar içinde yaşayan, gerçek özgürlükten ve mutluluktan yoksun kendini bilmezlerdir. Bu anlamda kendinden habersizlikde birçok sapmışlık türünün anasıdır. Günümüzde bunun örneklerini her düzeyde çokluk ve çeşitlilik halinde üzülerek görüyoruz. Mesnevi’deki ana kavramları irdelemeye çalışırken elbette ki kendini bilmek ve Kur’an’ın da temel kavramlarından olan sapmışlık konularına da gireceğiz.
M. Celaleddin’in dost dedi
ği yüksek ben olan asıl kendimizle kopukluk, bir bakıma asıl yanımıza/ öz kendimize yönelik körlük tür. Bu anlamda körlük içinde olanlar tam anlamıyla dünya insanı yani tam anlamıyla beşer oldukları için dünya uyanıklığı içindedirler, çünkü dünyasallaşmış(dünya malı olmuş) durumdadırlar. Oysaki dost ile dost olarak yaşayanlar, bunların tam tersinedünya uyanıklığına rağbet etmez. Dost ile dost durumda olanlar aklını işleten, bilgiden nasipli(A’raf 32) kimselerdir. Bunlar için dünyasal/maddesel olan her şey(kendi bedenleri de dâhil), kullanılıp/değerlendirilip terk edilecek birer içsel gelişim aracından başka bir şey değildir. Onlar bu araçları birer nimetolarak bilirler ve onlarla özdeşleşmeden onları değerlendirirler ve başkalarının da kullanımına sunarlar. Rehberlerinden(yani yüksek benlerinden/dostlarından) bir hidayet üzere olan (Mücadile 11) bu bilge kimselerin uyanıklığı dünyadan çok, dünya ötesi, metafizik ve metapsişik âlemedir. Bu durumun şiirleşmiş ifadesini yine Mesnevi’de görüyoruz:
“Ak
ıllı kimseler dünya uyanıklığına rağbet etmez.
As
ıl uyanıklık öteki âlemdendir;
O galip gelirse, bu cihan alçal
ır.
Ak
ıllılık güneştir, hırs ise buz.
Ak
ıllılık sudur, gaflet ise kir.”
ıllılık
merkezinin akl
ı ile hareket ediyor olmaktır. Oysaki makbul olan, yüksek akıl merkezinin(bkz. Şekil 1)
devrede olmas
ıdır. M. Celaleddin’in ifadesiyle asıl uyanıklık, olabildiğince yüksek akıl merkeziyle
ya
ı
anlamda gerçek akla sahip olan kimse, elbette ki bulundu
ğu zaman-mekan koşullarında çevresi için
güne
ılsız
Bu ak herhangi bir konuda hırsa kapılıvermesi de sürpriz olmaz çünkü hareket ve duygu bedenlerinin etkisi altındadır. Hırs ve benzeri gibi olumsuz duygular, bu anlamda akılsızbireyin sanki kişilik özelliklerindendir. Çünkü o, duygusallıklarından kaynaklanan, duygusal karmaşa içindedir. Bu kimse, tipik dünya beşeridir ve onun için esas olan M. Celaleddin’in ifadesiyledünya uyanıklığına rağbettir. Akılsızkişi, dünyaya rağbet ede ede, dünyaya rağbet etmemeyi ve asıl uyanıklığın; kendini tanıma çerçevesinde, öteki âleme yönelik olmakla olası olduğunu öğrenmek durumundadır.
ılsızın
Yüce M. Celaleddin bu ak beşere hitâben diyor ki:
ılsız
“Senin cüz’i ve acayip bir akl
ın var,
Cihanda kâmil ak
ıl sahibini ara!
Cüz’i akl
ın küll ile elbette ki küll olur.
Çünkü akl-
ı küll; alçak nefsin boynuna geçirilen bir zincir gibidir.”
Dünya be
ği gibi, öyle acayip bir beşeri akla sahibiz ki; başka türlü ifadesiyle, o kadar akılsızız ki… Tebrizli Şems beşerin bu akılsızlığını şöyle betimlemeye çalışmış MAKAALAT adlı eserinde: Sana bir çift söz söyleyeyim: Bu halk nifak yoluyla konuşmaktan ve ikiyüzlülükten hoşlanır, doğru sözden sıkılır. Birine desem ki, ‘Sen çağrımızın tek büyük ve biricik onurlu insanısın’, kuşku yok ki bu laf onun hoşuna gider ve ellerimi yakalayarak, ‘Sizi çok özlemiştim, kusurum çoktur…’ gibi iltifatlarda bulunur. Oysaki geçen yıl onunla dosdoğru konuşmuştum, bana düşman oldu. Aslında bu, şaşılacak bir şey değildir. Çünkü halk ikiyüzlülük yönünden geçinmek ister. Ta ki onunla birlikte hoşluk içinde vakit geçirsin. Ama doğruluk yolunu tuttun mu; dağlara, kırlara kaçmak ister.”
Be
ıllar öncesinden dikkat çektiği akılsızlığımızın acayiplikleriyle ilgili o kadar çok örnek var ki; bunlara çeşitli kaynaklarda kolayca ulaşılabilir. Ancak konumuz bu olmadığı için, biz yine Mesnevi’ye dönüyoruz. Birkaç paragraf önce aktardığımız dizelerinde M. Celaleddin, kâmil akıl sahibini aramamızı da öğütlüyor. Burada kâmil akıl” elbette ki Yüksek Ben’in aklı; yani, yüksek akıl merkezi(bkz. Şekil 1)dir. Kamil akıl sahibi de, yüksek ben’inin(“dostunun) aklını fizik beden de tezahür ettirebilmiş, kalbi ürperti içinde olan(Kur’an ifadesi) bilge insan/mürşit kastediliyor. Böyle bir akla sahip olmak, elbette ki nefsin egemenliğinden kurtulmuşluğun(yani, gerçek özgürlüğün) belirtisidir.
Taklit edilmeye de
ğer bu örnek insan, elbette ki nefsinin dizginlerini kendi eline almış, Muhammed Nebi’nin ifadesiyle Şeytanını Müslüman etmiştir. M. Celaleddin, bu güzel durumu, alçak nefsin boynuna zincir geçirmek olarak ifade etmiş. Kur’an, akılsızlık illetine çok daha önceleri dikkat çekmiş ve işlevsel aklı(taakkul, Zuhruf 3, Yusıf 2) önermiş.
Tüm bu uyar
ı ve dikkat çekmelere, ayrıca; bunca inisiyatik öğretiye karşın akılsızlık ta ve anlayışsızlıkta ısrar edenler(ki bunlar, görünüşe göre çoğunlukta) “bedene ait işlerde ustalaşıp, “dünya uyanıklığına rağbet etmişlerdir ama esasen dünyada bulunuş amaçlarından sapmışlardır. Bunlar şimdi, devre sonunun şu bitiş günlerinde doğruyu bulamamanın telaşı ve kıyam ettirici tesirlere uyamamanın teşevvüşü içindedirler. Oysaki(M. Celaleddin’in ifadesiyle) Dost ile dost olanlarsöz konusu tesirlere uyumlanmış olmanın huzuru içinde doğru adreste bulunuyor. M. Celaleddin bu iki insan tiplemesini, iki dize içinde şöyle betimlemiş:
“Manân
ın güzelliği velileri zahmetsizce sağa sola çeker.
Sa
ğa çekiliş nedir, bil: İyi iş.
Sola çekili
ın evliyası
Tekâmül yolu elbette ki sonsuz ve bu yolun(daha Kur’an’ca bir ifadesiyle ALLAH’a giden yolun) bizlerin önümüzdeki menzile varabilmemiz için as
ıl kendimize olabildiğince yakın/benzer olarak yaşamamız gerek; yani “Dost ile dostolarak yaşamamız gerek. Gerçi madde ile dost olarak yaşamak gibi bir özgürlüğümüz de var ama böyle yaşarsak herhalde çok daha zahmetli ve gecikmiş olarak menzile varırız. M. Celaleddin bu durumu şöyle dökmüş dizelerine:
“Yolcunun evine varabilmesi için, birçok menzilden geçmesi gerek…”
ğu bir bakıma, yukarıya doğru koni şeklinde spiral bir gidiştir. Bu spiral harekette her bir tur(M. Celaleddin’in ifadesiyle) bir menzile karşılıktır. Ancak, “dosta gidiş nasıl simgelenirse simgelensin, en azından şu dünya okulunda ıstırapsız olmuyor, hele devre sonunun şu kritik ve çok önemli günlerinde… Hakk’ın lütfuna gönül bağlamış yücelerden bir başkası olan Hallac-ı Mansur, olgunlaşmanın ve insanlaşmanın zorluğunu şöyle anlatmış(
“ALLAH yolunda gitmek zordur. Çok az insan bu yolun zorlu
ğuna tahammül edebilmiştir.
Kâinat
ı gözlemlemek, ilmine ulaşmak gayretidir, bir tür ibâdettir.
Güçlülerin, azizlerin ve ileriyi görebilenlerin yoludur bu. Dü
ı ne biçimde görünürse görünsün, bu yola baş koyan herkes Cennet’e ulaşacaktır.”
Dostu ile dost olanlar, bu yolculukta hep dostun özlemi içindedirler. Bu özlem, Celaleddin ve Mansur gibi kâmil ak
ıl sahibi varlıklarda aşka dönüşür ve bu gibiler için ölüm denen geçiş elbette ki düğün gecesi dir. Bu insanlar bu düğün gecesi” ni yaşamları boyunca özlemle beklerken aynı zamanda bir tür sarhoşluk içindedirler. Bunun ne hoş bir sarhoşluk olduğunu onlardan başkası bilemez. Onlar yine de bu ibretlik ve bizler için ideal bir hal olan bu deneyimlerini sözcüklere dökmeye çalışmışlardır. Bu sarhoşlukelbette ki ileri bir menzilde bulunmanın sinyalidir. M. Celaleddin bu Hakk sarhoşluğu nu şöyle anlatmaya çalışmış:
“Sarho
ına düşüp gülüşürler.
Hakk sarho
ıklığına rağbet eden uyurgezerlerin madde sarhoşları, dostun sırrına nail olanların halinden elbette anlamaz. Çünkü onlar henüz kendileri hakkında bile bir anlayışa sahip değildirler. Burada ister istemez, Eşek hoşaftan ne anlar…” halk tabirimiz akla geliyor. Kimse üzerine alınmasın ve eşek deyip de geçmeyelim, tüm peygamberlerin sadık bineği olmuştur bu vefakâr ve cefakâr hayvan. Ayrıca Mesnevi’sinin birçok yerinde de M. Celaleddin bu sözcüğü bol bol kullanmıştır, özellikle kendini bilmeyen(bundan dolayı da aldatılarak kolayca sürüleştirilmiş) insan toplulukları için. Kendini bilmemekten kaynaklanan cahilliklerinden dolayı kolayca sürüleştirilmiş olan(M. Celaleddin’in ifadesiyle)bu çocuklar, birkaç paragraf önce değindiğimiz ve zorluklarla dolu olduğunu vurguladığımız tekâmül yolunun kenarındaki misket ve boncuklarla oyalanmayı ne yazık ki hüner ve akıllılık sanmışlardır. Gerçek anlamda akıllı olmayan(yani, işlevsel akla sahip olmayan) bu yığınlara göre, bu ceviz-misket oyununa katılmayanlar; aptal, yarım akıllı, zevksiz zavallılar, hatta üşütükler diye anıla gelmişlerdir. M. Celaleddin’de, yukarıdaki dizelerinde bundan yakınıyor. Bu durumun, kayıtlara geçmiş beklide en kadim örneklerinden biri, ünlü filozoflardan Fisagor’un çağdaşı Tales’le ilgilidir(M.Ö. 600): Ünlü düşünür gökyüzüne bakarak, düşüne düşüne yürümekte olduğu karanlık bir gecede farkında olmadan bir çukura düşer. Durumu gören bir kadın, “A aptal adam, burnunun dibini görmeyecek kadar beceriksizken; gökleri, en uzakları görmeye çalışmak senin neyine!”diye densizce bir laf etmiş. Sürüleşmiş, beyinsiz yığınlara(
Takdir etmek bize dü
ığından kurtulması için,
Ham olan
ın, ayrılık ateşinde pişmesi gerekir.”
İşte, insanın yüceliğiyle bağdaşmayan, hamlık sözcüğünde anlamını bulan çocukluk tan kurtulup, sarhoşluk un tadına varabilmesi için, bu anlamda “pişmesi” gerekiyor ki bu da genel anlamda “insanlaşmak” tan başka bir şey değildir. İnsanlaşmak çilesi çekilmeden, hamlıktan/çocukluktan kurtulmak olası değil. Aksi takdirde, 100 yaşında da buluğa ermeden bedeni terk etmek durumu söz konusu olabilir. Yüksek benimizin(en gerçek anlamda dostumuzun) cazibesine kapılmış olmakla gelen “sarhoşluk” elbette ki erdirici sarhoşluktur. Dostlar başına…
M. Celaleddin’in yukar
ıdaki anlamda dostun bulunduğu plan katmanı(akılla algılanır) ortam için kullandığı sözcüklerden biri de gül bahçesi dir. M. Celaleddin’in ifadesiyle gül bahçesi ni, yüksek benimizin titreşim düzeyi olarak düşünebiliriz. M. Celaleddin, süprüntülük e benzettiği dünya mekânından kurtulup, en kısa zamanda gül bahçesi ne dönmeyi öğütlüyor aşağıdaki dizelerinde:
“Yeti
ıkta bir ışık görünmede;
Durmaks
ızın adımlarını sıklaştır,
Kuytuyu geç,
İrem Bahçeleri’nde dolaş…”
ıntılı bilgi için bkz. PLOTİNOS, Enneadlar- Ruh ve Madde Yayınları.
“Beyinsizlik”
sözcü
ğünün geçtiği ayetler: Bakara 142, Nisa 5, Cin 4, En’am 140, A’raf 66 + 67 + 155.
 
ALLAH ile ALDATMAK,
Prof. Dr. Ya
şar Nuri ÖZTÜRK(Baskı 16, Sayfa 261).
“Dönü
konulu ayetler; Alak 8 + 9 + 19, Gaşiye 25, Maide 105 + 48, En’am 38, Nur 41 + 42, Kasas 88, Fatır 18, Zümer 44, Tagabun 3, Ali İmran 158 + 83, Rum 11, İnşikak 6, Yunus 4 + 23, Mü’minun 61, Bakara 28 + 203 + 223 + 245, Kalem 15, Lukman 14, Meryem 93, Hadid 3, Ankebut 8.
şümüz O’nadır…”
 
“Ölüm ötesi ve spatyomun a
konusunda bkz. RUH ve KÂİNAT, Dr. Bedri RUHSELMAN.
şamaları”
HALLAC-I MANSUR, Prof. Dr. Niyazi ÖKTEM.
“ALLAH her an ba
konulu ayet: Rahman 29.
şka bir iştedir…”
şmek7) herkesten çok iyi bilenlerdendi. Biz de ALLAH’a benzemek, O’nun sıfatlarıyla(Esma-ül Hüsna) sıfatlanmak(Tasavvuf’taki ifadesiyle O’nun rengiyle boyanmak) durumundayız. ALLAH, Kutsal Kelamı olan Kur’an’da bizlerden bunu bekliyor. M. Celaleddin’in ifadesiyle, İrem Bahçelerinde dolaşacak hale gelmek gerek. Aksi takdirde, “süprüntülük sözcüğünde anlamını bulan titreşimi kaba(karanlık) ortamlardan kurtulup, yükselip ışıklı ortamlara(“gül bahçeleri” ne) ulaşmak olası değil. Yarasagibi, süprüntülüklerin karanlığını yeğleyip, oralarda takılanlarında kıskançlığına takılmamak gerek.)
…………………………………………….
Bu konuda ayr
şir, bu süprüntülükten gül bahçesine yönel.
Çünkü karanl
Kabuklar içinde sabitle
ifadesinde anlamını bulan atalete yer vermeyen, aklı işleterek sürekli aksiyon halinde bir yaşam şekli önerisi… Karanlıktan kurtulup, aydınlıklara/güzelliklere yönelmeyi öğütleyen ibretlik bir özdeyiş. İnsanın yüceliğine de yakışan bu değimlidir? Çünkü aslımız/özümüz, öz kendimiz olan ruh varlığı, evrenlerin aktif elemanıdır. Biz bedenliler de, ruhun tezahür uzantıları olduğumuza göre, onun gibi olmak durumundayız. Kur’an’dan esinlenerek İki günü eşit olan ziyandadır.” diyen yüce Peygamber de bize yaraşanın bu olduğunu söylemiş. Çünkü o, ALLAH’ın her an değişik bir işte olduğunu(
şmez ama söz konusu hamlıklarından dolayı, M. Celaleddin’in yukarıdaki dizelerinde, onlardan çocuklar diye söz etmesi son derece doğaldır. Bunun elbette ki yaşla-başla da ilgisi yok; birey kendine gelmediyse, 100 yaşında da çocuk hamlığında olabilir. Ama insandan beklenen çocukluk anlamında hamlıktan kurtulup, hiç değilse biraz pişmiş olarak öte âleme(“dostun yanına) gitmektir. Bu durumla ilgili olarak M. Celaleddin bir dizesinde de şöyle diyor:
“Burada pi
şmiş gerek, ham gönül değil.
Nifak haml
2) göre, Tales; kendini bir şey sanan aptalın tekidir. Böyle düşünmeleri doğaldır çünkü onlar, fikir çilesi nedir bilmeyen ve kalabalık tan başka bir şey olmayan beyinsizler sürüsüdür(2). Biz, Kur’an tabirini kullanarak “sürü” diyoruz ama sonsuzluk erlerinden ALLAH adamı M. Celaleddin, sürüleşmenin ne demek olduğunu bizden daha iyi biliyor olmanın verdiği cesaretle onlara eşek sürüsü diyor. M. Celaleddin’in bu sürü zihniyeti mensuplarına eşek sözcüğünü münasip gördüğünü, yorumumuzun akışı içinde ilerleyen paragraflarımızda tekrar ele alacağız. Çünkü simgesel anlamda eşeklik, sürüleştirilmiş olduğundan bile haberi olmayan(M. Celaleddin’in ifadesiyle) dünya uyanıklığına rağbet edenler; yani, kendinden habersiz bedensel ben olarak yaşayanlar(İsa Nebi’nin ifadesiyle de ölü yaşayanlar) topluluğudur. Bu nedenle, bizim şimdiki konumuz içindedir, tekrar döneceğiz.
şluğundan başka herkes çocuktur.
Her biri daha yüz ya
şında(olmasına karşın) buluğa ermemiştir.”
Dünya uyan
şluk hâlini bilmeyen çocuklar
Onun ard
şmanı bol, engeli çok ve uzun bir süreçtir.
Kim olursa olsun, tarz
6):
şinin, ALLAH’ın yolunda ilerlemenin Kur’an’ca ifadesiyle ALLAH’a dönmenin(4) kademeli olduğunu, hakikatten hakikate geçerek ilerlemenin söz konusu olduğunu belirtiyor M. Celaleddin. Buna, realiteden realiteye geçerek gitmek” de diyoruz. Burada eve varmayı, mensubu olduğumuz ruhsal planımıza dönüş olarak da düşünebiliriz: Enkarne ruh varlıkları olarak, bağlı olduğumuz planların tezahür uzantıları olduğumuzu biliyoruz. Planımızdan(yani asıl vatanımızdan), yuvamızdan ve gerçek dostlarımızdan geçici olarak ayrılıp geldik buraya… Elbette ki dönüşümüz de oraya olacaktır. Tekâmül etmemek” diye bir şey de söz konusu olmadığına göre; fizik bedeni her terk edişten sonra, planımızın biraz daha süptil(yüksek titreşimli) noktasına dönmek söz konusu. Yani, her bedeni terk edişte(ölümdenen geçiş ile) dost a kavuşuyoruz. Elbette ki, bedeni terk eder etmez dost un yanında bulmuyoruz kendimizi; bunun da aşamaları var(5). Tedriç Yasası gereği olan bu aşamalar M. Celaleddin’in yukarıdaki dizesinde menziller olarak geçiyor.
Sufizm’deseyr-i süluk” olarak da geçen tekâmül yolculu
Burada tekâmül gidi
ş nedir: Bedene ait işler.”
Kur’an’da Rahman olarak geçen Veliler, Dost ile dost olmakın verdiği arınmışlık ve bilgelikle ayetlerin manâsına kolayca nüfuz edebilirler; yüksek/ince(süptil) tesirlere kolayca uyumlanabildikleri için, onlarla motive olabilirler. Onlar için süptil tesirlerin motivasyonu yeter. Günlük ifadesiyle, Anlayana sivrisinek sazdır.” Veli nitelikli insanlar ayetlerdeki(ki ayet olmayan hiçbir şey yok, gören gözler için... Zariyat 20 + 21, Fussilet 53, Secde 26, Neml 52, Bakara 171, Naziat 26, Ra’d 4, Nahl 6 + 12, Casiye 13) anlamı ve bu anlamın güzel etkisini anlayabilecek durumdadır. Öte yandan, beden olarak yaşayanlar, asıl kendilerinden habersiz ve uzak durumdabedene ait işlerde ustalaşmıştır.
şerin akılsızlığından kaynaklanan acayipdurumunu yansıtan başka bir istatistikî gerçek(3): Dünya nüfusunun % 60’ı, hijyenik temizlik olanağından yoksun. Bu nüfusun temel gıda ve koruyucu sağlık harcamaları için yılda 13 milyar dolara ihtiyaç var. Durum böyle iken, AB ve ABD’de evlerde beslenen hayvanların yemleri için yılda 17 milyar dolar harcanmaktadır. Yine AB ve ABD’de, kadınların parfüme harcadıkları para yoksul ülke kadınlarının doğum ve sağlık harcamaları için gerekli olan 12 milyar dolara eşdeğerdir. Durum böyle iken her yıl 8 Mart’ta Dünya Kadınlar Günükutlamaları çerçevesinde hiç sıkılmadan hanımlarımıza yönelik övgü dolu ama içleri boş sözler söyleriz. İki paragraf yukarıda bir saptamasını aktardığımız Tebrizli Şems’in dediği gibi gerçekten ikiyüzlü akılsızlarız…
M. Celaleddin’in dizelerinde ve
Şems’in saptamasında gördüğümüz “akılsızlık” ve “ikiyüzlülük” ten kaynaklanan bir gaflet ve dalâlet içinde oluşturduğumuz ruhsuz teknoloji ile dünya yıkımız eşiğine gelmiş durumda. Pek çok çevre sorunun ölümcül etkisi altında endişelerimizi artık gizleyemez olduk. Akılsız beşer oturduğu dalı kesmekte olduğunun farkında bile değil.
Yüce M. Celaleddin’in yüzy
şeri olarak gerçekten acayip bir aklımız var. Birkaç güncel ve trajikomik örnek verelim: Dünya beşeri akılsızlığından kaynaklanan hırsını tatmin için, başkaları üstünde hegemonya kurmak istemiş, bunun en geçerli yolu olarak da maddesel/makamsal üstünlük ü görmüştür. Ne ilginç talihtir ki, anılan hegemonyaya karşı çıkanların zafer yolu da, madde üstünlüğü sağlamaya bağlandı. Böylece beşeriyet bünyesinde, ekonominin tarihe ve ideye(îmana) egemenliği; hem hırsına yenik düşenlerce, hem de onlara antitez olanlarca, savaş alanının tek gerçeği durumuna getirildi.
M. Celaleddin’in belirtti
ş gibi aydınlık kaynağıdır.
Birey bu anlamda ak durumda ise gaflet(ve dalâlet) içinde olması hemen hemen kaçınılmazdır.
şıyor olmaktır. Yine Mesnevi’deki ifadesiyle Dostun sırrı na açık olmanın dışa vurumu dostun ile hareket ediyor/yaşıyor olmaktır. Akıllılığın böylesini M. Celaleddin güneşe benzetiyor. Bu
akl
2) olmaktadır. Bu anlamda akılsızlık, bedensel yanımızın kısımlarından olan(bkz. Şekil 1) hareket
Burada ak(Kur’an’daki akılsızlık’ ın tersi olarak), sahip olduğumuz aklı işletiyor, yani işlevsel bir akla”(“tahakkuk”- Yusuf 2, Zuhruf 3) sahibiz anlamında bir sözcüktür. Elbette ki herkesin aklı vardır ama birey, aklını içsel gelişim yönünde kullanamıyorsa, yani aklı; nefsinin egemenliği altında ise, bu durum, Kutsal Kelam’a göre “akılsızlık” hatta beyinsizlik(
Görüldü
1).
M. Celaleddin’in yüksek ben”(“dost”) kavram
Yüksek Ben(“Dost”):
Enkarne varl

30 Ağustos 2011 Salı

GERÇEK OLAMAYACAK KADAR ŞAŞIRTICI

GERÇEK OLAMAYACAK KADAR ŞAŞIRTICI
DERLEYEN : Selman GERÇEKSEVER

SUNUŞ:
Günümüz dünyası artık sâdece küçülmüş durumda değil, onun üzerinde 7 milyarı aşkın insan dayaşıyor.
Her olayın bir nedeni vardır ama o neden, başka etmenlerden dolayı ortaya çıkmış ya da oluşmuştur. Yani olayın oluşumu (Sebep-Sonuç Yasası’nın işleyişi) lineer (doğrusal) değil, kaotiktir. Bu nedenle de, ünlü matematikçi Prof. Ian Stewart’ın dediği gibi, “Evrende olup biten her şeyi anlayacak ve açıklayacak durumda değiliz.” Aklımızın ermediği durumlardaki nedenselliği açıklayamadığımız zaman, “tesadüf” demekte buluruz rahatlığı. Oysa ki, tezahüratın birimleri, iletişim ve etkileşim örüntüsüyle birbirine bağlıdır ve bu anlamda “bütünsellik” söz konusudur. Yaratılmış olan her şey hem birbirini etkiler, hem de birbirinden etkilenir durumdadır. Bizler beş duyumuzla bu etkileşimi / örüntüyü ve bütünselliği algılayacak durumda olmadığımız için, bir olayın / olgunun nedensellik yönünü göremiyoruz, bilemiyoruz. Dahası, bu duruma bir açıklama da getiremediğimiz için “tesadüf” deyip geçmede buluyoruz rahatlığı. Araştırmak ve fikir çilesi çekme zahmetine katlanmak kendini bilmez beşerin işine gelmediği için, her sıkıştığımız zaman “tesadüf” sözcüğü otomatik olarak çıkar ağzımızdan.

Oysaki gezegenimizin seçkin ve saygın bilim adamlarından Albert EINSTEIN, “Tanrı zar atmaz.” Demişti yıllarca önce. Evrende rastgelelik, gelişigüzellik, keyfilik ve hesapsızlık yok. Her şey, her olgu ALLAH Yasaları’na (İlahi İrade Yasaları, Sünnetullah) göre olup duruyor. Beşer kafasının anlamakta zorlandığı bu güzel işleyiş üzerinde en çok kafa yormuş (“fikir çilesi çekmiş”) bilim adamlarından biri de Carl G.Jung’dur. Seçkin ve saygın bilim adamı Jung’un bu konudaki önerisi “eşzamanlılık” olarak geçmiştir bilim tarihine. Eşzamanlılık kuramına göre; olup duran her şey, sadece nedensellik zinciriyle değil, “anlamlı çapraz bağlantılar” yoluyla da birbirine bağlıdır. Normalde (beşeri mantık ile) yan yana gelmeyecek olaylar, sanki aralarında kestirme bir yol varmış gibi “anlamlı çapraz bağlantılar” yoluyla ortaya çıkıverirler. Gören gözler için çevremiz bunun örnekleriyle doludur. İşte bu “ibretlik” “anlamlı çapraz bağlantılar” ın ürünü olan ve medyaya yansımış bir dizi örneği bu çalışmamızla sizlere sunuyoruz.(*)

Kasabanın yegâne barına tökezleyerek giren ayyaş, içeride oturmakta olan ve kendisi gibi barın sürekli müşterilerinden olan adamın masasına yaklaşır ve kendisine bir içki ısmarlayıp ısmarlayamayacağını sorar. Yanıt hemen gelir: “Elbette, neden olmasın.”.

İlk adam sorar: “Nerelisin?”. “İrlandalıyım.” Der ikinci adam. Birinci adam hemen tepki verir: “ ‘Ben de İrlandalıyım.’ Deme sakın! İrlanda’nın onuruna içelim hadi.”. “Elbette.” Der ikinci adam. “Yahu, merak ettim.” Diye tekrar söze başlar birinci, “İrlanda’nın neresindensin?” “Dublin.” Der ikincisi. “İnanmıyorum.” Der birincisi, “Ben de Dublin’denim, ya hu!” “Dublin’in onuruna…” diyerek, ikinci kez kadeh kaldırırlar birlikte. Çok geçmeden, birincisi: “Dubin’de hangi okula gitmiştin?”. “Saint Mary” der ikincisi ve ekler: “62’de mezun olmuştum.” “Olamaz!” diye zıplar birincisi, “Ben de o okuldan 62’de mezun oldum!”.

O arada başka bir müşteri girmiştir bara. Barmene sorar; “No’luyo abi burada?” “Önemli değil.” Der barmen, “O’reilly ikizler gene sarhoş…”.
(*) Eşzamanlılık ve anlamlı çapraz bağlantılar konusunda güncel bir çalışma için bkz. ZAMAN ve EŞZAMANLILIK, Yasemin Tokatlı – Ruh ve Madde Dergisi , Temmuz 2011.
------o0o------


DOKUNAKLI KART
James Wilson’un babası Güney Afrika’da 1960’larda öldüğü zaman, kendisi İspanya’da tatil yapıyordu.. James, tatilini yarıda keserek, Canary Adaları üzerinden(oradaki kayın biraderini de yanına alarak) Güney Afrika’ya uçar. Canary Adalarında hava limanındayken Hollanda’daki kız kardeşine de haber vermek için bir posta kartı alırlar. Kartın üzerindeki resimde plajda gezinen insanlar görünüyordu ve onlardan biri de James’in babasıydı.
--------o0o--------

GEÇ KALAN KONUK
PATTİ Razey, arkadaşı Janet’in düğününe davet edilmişti. Patti bu davete uyamadı çünkü önceden planlanmış ve Tunus’ta Liz ile geçirmesi gereken bir tatili vardı. İki gün sonra Liz, aile bireylerinden birinin öldüğü haberini alınca, eve dönmek zorunda kaldı. Arkadaşsız kaldığına üzülen Patti bir otobüs yolculuğuna karar verir. Bindiği otobüste Janet ve kocasıyla karşılaşır. Patti, “Düğününüze gelemedim ama balayınıza yetiştim işte…”
-------o0o-------

CANKURTARAN TURNİKE
Sıradan bir iş adamı olan Alfred Simith ile El Paso’da trafik polisi olan Allen Falby’in kaderleri sadece bir değil, iki kez örtüştü, hem de ardı ardına. Birincisinde, sıcak bir Haziran gecesi Allen kanlar içinde El Paso otobanında yatıyordu ve bir bacağından sürekli kan yitirir durumdaydı. Bir kamyonu solamaya çalışırken, motosikletinden savruluvermiş ve bir anda bariyerlerde bulmuştu kendini.

Kadim dost Alfred olayla karşılaştığında, mesai sonrası evine dönüyordu. Alfred’in ilkyardım konusunda hiçbir tıbbi bilgisi yoktu ama içgüdüsü ona; kan kaybından ölmek üzere olan kadim dostu için ne yapması gerektiğini söyledi: Hemen kravatını çıkarıp, Allen’in bacağına bir turnike yaptı. Çok geçmeden ambulans da gelmişti. Ambulans personeli Alfred’i, yaptığı o basit ama hayat kurtaran turnikeden dolayı kutlamadan edememişti.

Allen, işinin başına dönmeden önce, birkaç ay hastanede yatmak zorunda kalmıştı. Bu kazadan beş yıl sonra Allen bir yılbaşı akşamı aynı otobanda nöbetteyken, US-80 yolunda bir arabanın ağaca bindirdiği konusunda telsiz mesajı almıştı. Allen olay yerine ilk gelen görevliydi ve kaza yapan arabanın sürücüsü kadim dost Alfred’di yine ve baygın haldeydi. Alfred’in bacağı yine kanlar içindeydi. Allen, kanayan yerin yukarısından yine bir turnike attı. Daha sonra Allen, bir vesileyle olayı anımsadığında şu sözcükler dökülüvermişti dudaklarından: “İyi bir turnike bir ikincisini getiriyor ardından.”
------------o0o----------
KIZ KARDEŞLER
Bir Amerikan otobanında araba süren iki kız kardeş kafa kafaya toslaşırlar ve ikisi de olay yerinde ölür. Birbirinden habersiz birbirini ziyarete gidiyorlardı. Sheila Wentworth 45, Doris Jean 51 yaşındaydı. Ölümcül kaza anında her ikiside Alabama 25 yolunda ve kendi Jeep’lerinde direksiyon başındaydılar. Kaza, Jeep’lerden birinin her nedense, orta çizgiyi birden aykırlayıp, karşıdan gelen Jeep’e çarpmasıyla oluşuvermişti...
--------o0o----------

TESADÜF MÜ, YOKSA…
Greater Manchester, Stockport’daki bir golf alanında fırlatılan bir golf topu, bir adama isabet eder. 10 gün sonra aynı adamın karısına, aynı golf alanında, aynı golf oyuncusu tarafından fırlatılan bir golf topu isabet eder.
----------o0o----------

KARPIN’İN ARABASI
BİRİNCİ Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden hemen sonra; Fransız ajanları, bir Alman ajanı olan Peter Karpin’i yakalarlar. Bu tutuklanmayı Fransızlar gizli tutar ve P. Karpin’in kaleminden onun şeflerine sahte raporlar gönderirler. Bu arada P. Karpin’in adına Almanya’dan gönderilen paraya da el koyarlar ve o paralarla bir araba alırlar. P. Karpin 1917’de Fransızların elinden kurtulur. İki yıl sonra savaş sona erince, Fransızlar o araba ile bir adama çarpıp, ölümüne neden olurlar. Kaza kurbanı şahıs Peter Karpin’dir.
-----------o0o----------

ÖLÜME KADAR
1996 yılında Paris’te aşırı hız nedeniyle çarpışan iki arabada, her iki sürücüde yaşamını yitirir. Bu iki talihsiz sürücü karı ve kocadır. Bu çift geçimsizlik yüzünden birkaç aydan beri ayrı yaşıyorlardı ve o gece direksiyon başında olacaklarından birbirinin haberi yoktu. Çok çok zayıf bir olasılı olsa da polis, kasıtlı bir “karşılıklı intihar” üzerinde de durmuş ama sonunda, bu gizemli olayın tamamen ve kuşku götürmez bir rastlaşma(coincidence) olduğu sonucuna varmıştır.
-----------o0o------------

YANLIŞ ÇANTA
İtalya, Bari’de motosikletli bir yankesici, bir kadından kapıp kaçtığı çanta ile yakalanır. Kaçan hırsızı tanıyıp polise bildiren kadın onun(hırsızın) annesiydi.
---------o0o----------

KÖŞEBAŞINDA AMA MİLLERCE UZAKTA
Nellie Richardson erkek kardeşi Joseph’a 1940’ların başında veda etti ve onu bir daha yarım yüzyıl görmedi. Bu arada Joseph büyümüş, delikanlı olmuş ve askere(donanmaya) gitmişti. Nellie, kardeşini görme umuduyla yaşlanmış ve 79 yaşında bulunduğu bir gün, huzur evi salonunda onu gördüğü zaman, elbette ki neredeyse kalbi sanki ağzına geliverecek gibi olmuştu. Onu derhal tanıdı ve işte karşısında dikilip duruyordu.

İki kardeşin yaşam çizgileri bu kadar yakın seyretmiş ama daha önce bir türlü kesişmemişti. Neden mi? Çünkü son altı aydır Joseph bu huzur evinde bulunuyordu ve aynı yerdeki ablasıyla hiç karşılaşmamıştı. Dahası, çok geçmeden anladılar ki yıllardan beri Manchester kentinde birbirinden sadece bir mil kadar uzaklıkta oturuyorlardı.
-----------o0o------------

MARCIA ve PETER
Peter ve Jean ile Paul ve Marcia aynı şehirde ama farklı semtlerde oturan iki çifttir. Her iki çiftin de tanıdıkları bir arkadaşları vardır ama bu arkadaş, bu çiftleri hiç tanıştırma fırsatı bulamamıştır. Bu arkadaş, bir akşam 80 kişilik bir dans partisi organize eder ve elbette ki söz konusu iki çifti de davet eder. Davetlilerin masalara dağılımında, tesadüf bu ya(ama elbette ki tesadüf değil…) Marcia ve Peter yan yana düşerler. Masalarda herkesin isim kartı vardır. Peter, yanındaki hanımın önünde bulunan isim kartına bakarak, biraz da konuşmayı başlatmış olmak için o anda zihninde canlanan bir anıyı dile getirir: “Adınız bana 60 yıl önce Hindistanda sık sık birlikte oynadığımız çocukluk arkadaşım Marcia’yı anımsattı.” “Ben de” dedi Marcia, “Peter adında küçük bir çocukla oynardım.” Her iki davetli de çocukluk arkadaşlarına yeniden kavuşmuştu.
----------o0o-----------

MEĞER KARDEŞMİŞLER
Otostop yaparken kiminle karşılaşacağınız bilinmez. Tim Henderson’un ebeveynleri, kendisi çok küçük yaştayken boşanmışlardı. Baba yeniden evlenmiş ve bir oğlu daha olmuştu ama Tim bu üvey kardeşini tanıma fırsatı bulamamıştı. Bir gün Tim Newcastle’dan London’a otostop yaparken, mühendis Mark Knight’ın arabasına biner. Uzun yolculuk boyunca söyleşirlerken, kardeş oldukları ortaya çıkar.
---------o0o----------

NEREDEYSE GÖZÜME GİRECEKMİŞ
Hemen hemen hepimizin, yakın çevresinde arayıp da, bir süre bulamadığımız ve bulunca da, “Burnumun dibindeymiş…” deyip, kendi kendimize söylendiğimiz bir deneyimimiz olmuştur.

Rose, üvey evlat durumuna düştüğünde sadece üç yaşındaydı. Yıllar sonra üç erkek kardeşi daha olduğunu öğrendi: Sid, John ve Chris. Rose kardeşlerini bulmak amacıyla harekete geçti. Önce Sid’i, sonra John’ı buldu. Chris’i aramak zorunda kalmadı çünkü Chris karşı sıradaki evlerden birinde oturuyordu. O zaman 41 yaşında olan Rose, uzun yıllar yitirmiş durumda olduğu kardeşinin, kendi evinin karşısındaki apartmana taşınan adam olduğunu anlayınca, şaşkınlıktan yıkılmamak için ayakta durmakta zorlanmıştı.
---------o0o-----------

KÖRFEZDE İKİ YÜZÜK
Graham Cappi, Bristol’dan(balayı için) Australia, Nelson Körfezi’ne gelip de, orada nikâh yüzüğünü(denizde) yitirdiği zaman elbette ki aklı başından gitmişti. Yüzük, tekrardan bulunması olanaksız derinlikteki suların dibindeydi artık. Balayı süresi sonunda Graham, boynu bükük İngiltere’ye memleketine döner.

On beş ay kadar sonra Nelson Körfezi’nde Nick Deek adında bir İngiliz de, snorkel ile daldığı gün, yüzüğünü o derin sularda yitirmişti. Nick, yüzüğünden ümit kesmiş olarak ama yinede gözleri yüzük arar durumda ertesi gün yine dalar. Birkaç dalış denemesinden sonra gerçekten bir yüzük bulur ama kendisininki değildir. Bundan cesaretlenerek Nick, birkaç dalış daha yapar ve bu kez kendi yüzüğünü bulur. Nick’in ilk bulduğu yüzüğün, kime ait olduğu konusunda elbette ki hiçbir fikri yoktur ama soruşturmaktan kendini alamaz. Kasabada birkaç yere sorunca, kendisine bir süre önce kasabaya gelen ve yüzüğünü denizde yitirdiğini söyleyen bir İngiliz’in olduğunu bildirenler olur. Sonunda İngiltere’deki Graham Cappi ile bağlantı kurulur. Graham, elbette ki bu gelişmeden çok çok mutlu olmuştur. Nick, Graham’ın yüzüğünü İngiltere’ye dönüş yapan bir bayan turist ile gönderir. Bu bayan emanet yüzüğün iç kısmında yazılı nikâh tarihini gördüğü zaman neredeyse kalbi ağzına gelmişti. Çünkü Graham’ın nikâh tarihi, kendisinin doğum tarihiydi.
---------o0o----------

LAĞIMDAKİ MÜCEVHER
Berkshire’daki Woodley’den Barbara Hutton antik bileziğini, sifon çekerken klozete düşürür. Aylar sonra bir kuyumcuda bulunduğu sırada, bir adam elinde bir bilezikle içeri girer ve bileziği paraya çevirmek istediğini kuyumcuya bildirir. Bilezik Barbara’nın klozete düşürdüğü bileziktir. Adam onu bir lağım temizliği sırasında bulmuştur.
----------o0o-----------

YURDA DÖNEN FIRÇA
Birinci Dünya Savaşı sırasında, Fransa kıyılarının açıklarında gemisi torpidoyla batırılmıştı ama kendisi her nasılsa ölmemişti, savaş bitene kadar da hayatta kalmayı başardı. Bununla birlikte kendisine ait olan şahsi eşyalarının hepsini de yitirmiş durumdaydı. Savaş bitip de Amerika’ya döndüğünde Brooklyn’de deniz kıyısında bulunurken, dalgaların kıyıya savurduğu bir traş fırçası ilişir gözüne. Fırçayı alıp incelediğinde, üzerinde orduya ait bir numara olduğunu görür ve onun, savaşta yitirdiği kendi traş fırçası olduğunu anlamakta da gecikmez.
---------o0o----------

ŞAPKA ŞAKASI
Emekli bir İngiliz amiral “Naval Reminiscences” adlı denizcilik anılarında, ilginç bir deneyimini şöyle anlatıyor: “Jamaica’da bulunduğumuz sırada Blue Mountain’in(Mavi Dağ’ın) zirvesine tırmanmaya çalışıyordum. Rüzgâr çok kuvvetli esiyordu. Arkadaşım, benim resmimi çeksin diye durup poz verdiğim sırada, şapkam rüzgârdan uçuverdi ve sarp/dimdik uçurumun dibinde gözden kayboluverdi. Aşağılarda onu arayıp bulmak hemen hemen olanaksızdı. O şekilde geri döndük ve nefeslenmek için oturduğumuz bir kahvede çevrede bakışlarımı gezdirirken, baykuş türünden bir kuşun, gagasının ucunda bir şapka ile karşı evin çatısına konduğunu gördüm. Kuşun, çatıya bıraktığı şapkanın benimki olduğunu fark ettiğim zaman, gözlerim yuvalarından fırlayacaktı. Benim ve arkadaşlarımızın sevinçli telaşı kuşu ürkütüp kaçırmaya yetmişti.”
----------o0o------------

CAROLINE’in ÇİFT FELAKETİ
Oyun yazarı Arthur Law, kaleme aldığı bir oyunun iki gerçek olayın habercisi olduğunu fark ettiği zaman elbette ki çok şaşırmıştı. 1885’te yazdığı “Caroline”, Robert Golding adında, oyun kahramanı hakkındaydı ve R. Golding batan “Caroline” den kurtulan yegâne kişiydi. “Caroline” adlı oyunun ilk sahnesinden bir gün sonra “Caroline” gemisi denizin dibini boylamıştı. Bu deniz kazasında hayatta kalan tek yolcu “Golding” adlı şahıstı.
----------o0o------------

AKTÖR VE KİTAP
1971’de George Feifer, “The Girl from Pevrovka” adlı kitabını, arabasından çaldırmıştı. Kitabın sayfaları yazarın notlarıyla doluydu. Tiyatro oyuncusu Anthony Hopkins, kitabın sahneye konmuş şeklinde kendisine rol verildiği zaman; onu Londra’da bilebildiği tüm kitapçılarda aramış ama bulamamıştı. Hayal kırıklığına uğramış olarak Londra’dan ayrılıp eve dönmeye karar vermiş halde(Londra’nın) Leicester Metro İstasyonu Meydanı’ndan geçerken, bir kanepe üzerinde açık durumda bir kitap gözüme ilişmiştir. Kitabı bir bomba olabileceği kuşkusuyla, korka korka inceler. Kitap, yazar George Feifer’e aittir: “The Girl from Pevrovka”. Bu kitabı satın almak için bakmadığı yer kalmamıştı. Kitap şimdi karşısındaydı. Daha sonra, A. Hopkins, Vienna’da yazar G. Feifer ile buluşur. Kitap yazarın kişisel kopyasıydı ve içindeki tüm notlar da ona aitti.
----------o0o------------

KARATAVUĞUN İLAHİSİ
Roy Smith’in kuşlara çok meraklı olan erkek kardeşi 1993’te ölmüştü. Ölümüne kısa bir süre kala, belli bir karatavuk kuşunu bahçede besler olmuştu. Cenazenin kaldırıldığı gün, bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordu. “Mezarın çevresinde ellerimizde şemsiyeler dizilmiş duruyor ve papazın İncil’den okuduklarını dinlemeye çalışıyorduk ki, yağmur damlalarının oluşturduğu şakırtı arasında güzel bir kuş sesi ile hepimiz irkilmiştik…” diye anlatıyordu Roy Smith. “Başlarımızı hafifçe kaldırıp kuş sesinin geldiği tarafa baktığımız zaman, az ilerideki mezarlık kulübesinin çatısında hüzünlü hüzünlü öten karatavuk kuşunu gördük. Kuşun sesindeki hazin tını, yağmur sesiyle de karışınca daha da etkili oluyordu. Cenaze alayı sanki ipnotize olmuştu. Böyle berbat bir havada bir kuşun damda ötüşü çok çok nadirattan bir olay olduğunu herkes bilir. Görevli papaz, duasını bitirince, bunun bir tesadüf olmayacağını ifadeden kendini alamadı. Esasen, tesadüf diye bir şeye de inanmazmış..”
----------o0o------------
CENNETTEN GÖNDERİLMİŞ
Ünlü Danimarkalı tenor Lauritz Melchior öğrencilik yıllarında Münih’te bir pansiyonda kalıyordu. Bir gün pansiyonun bahçesinde, New York City Metropolitan Opera’daki rolünü avaz avaz çalışırken; sıra, “Işığın kanatlarıyla bana gelsene, aşkım…” anlamında bir dizeye gelmişti. Bu dizeyi en güzel şekilde seslendirmek için birkaç kez yineledikten sonra, bayan bir paraşütçü bahçeye iniş yapar. Bu bayan paraşütçü, tiyatro oyuncusu Maria Hacker’dır ve yanlışlıkla/istemeyerek o bahçeye iniş yaptığı zaman bir film çekimindeydi. Maria ve Lauritz 1925’te evlenirler. Daha sonraki yıllarda L. Melchoir bu olayı anımsadığında, şu sözcüler dökülmüştü dudaklarından: “Ne yalan söyleyeyim; o an, Maria’nın bana cennetten geldiğini düşünmekten kendimi alamamıştım.”
----------o0o------------
ARABANIN BÖYLESİ
James Dean, Porsche Spyder arabasıyla yaptığı trafik kazasında(1955) hayatını yitirmişti. Araba garaja kaldırıldığında “hidrolik forklift”teyken, bulunduğu yerden kayarak döşemeye düşmüş ve bir tamircinin bacağı kırılmıştı. Aynı arabanın motoru sökülüp, bir yarış arabasına monte edilmiş ama yarış arabası bir çarpışmada hurdaya dönmüş ve sürücü kurtarılamamıştı. Aynı yarışta, Dean’in arabasından alınan ve monte edilen şaftın bulunduğu araba da kaza yapmış. Onun sürücüsü de ölümden kurtulamamıştı. Daha sonra arabanın kaportası bir “şovrum” a kondu ama burada da yangın çıktı ve kaporta yanmaktan kurtulamadı. Sacramento’da bir sergide tekrar meraklıların önüne çıkarıldı; bu kez de monte edildiği yerden kurtularak, izleyicilerden birinin üzerine düştü ve izleyicilerden birinin  kalçasını kırdı. Sacramento’dan Oregon’a nakledilen hurda, burada da vitrinde monte edildiği yerden düşerek, vitrini paramparça etti. 1959’da, çelik ayaklar üzerinde monte edilmiş olarak bulunurken 9 parçaya ayrılarak dağılıvermişti.
----------o0o------------
MARTHA
Matrika, Martha ile evlenmekle, pozitif ve negatif yanlarını gördü. Bulgar hanımın ilk kocası Rondolph’u fırtınalı bir havada şimşek çarpmıştı. Bu talihsiz olayda Martha da yaralanmış ama iyileşince, kendinden genç Charles Martaux ile evlendi. Bu genç kocaya da yıldırım çarptı ve öldü. Martha bu olaydan sonra depresyona girdi ve bir doktora göründü. Doktor ile Martha birbirlerini severek evlendiler. Bu eş de fırtınalı bir havada, tepesine yıldırım düşerek öldü.
----------o0o------------
YILDIRIM KİMİN PEŞİNDE?
İngiliz süvari Binbaşı Summerford Birinci Dünya Savaşı sonlarında, yıldırım yiyerek atından yere düştüğü zaman, Flanders kırsalında savaşıyordu. Bu kazada ölmedi ama belden aşağısı felç olmuştu. Tedaviden sonra Canada, Vancouver’e yerleşen binbaşı, bir nehir kıyısında balık tutarken, yine yıldırıma yakalandı ve bu kez sağ yanı felç oldu. Tamamen iyileştikten iki yıl sonra, yöredeki parklarda yürüyüşlere çıkmaya başladı. 1930’da bir yaz günü yıldırım onu yine yakaladı. Bu kez tepeden tırnağa felç olmuştu ve 2 yıl sonra öldü. Yıldırım hala hırsını alamamış görünüyordu. Toprağa verilişinden 4 yıl sonra mezarına yıldırım düştü.
----------o0o------------

BU KADAR DA OLMAZ
Aynı yaşlarda iki çocuk, yılın aynı günü ve aynı yerde 157 yıl arayla öldürüldü. Mary Ashford, 20 yaşındayken; Birmingham-Erdington’da 27 Mayıs 1871’de. Gene 20 yaşında Barbara Forrest’in boğularak öldürülmüş bedeni, aynı yerde 27 Mayıs 1974’te bulunmuştu. Her iki genç kız da akşamın erken saatlerinde bir arkadaş ziyaretinden geliyordu ve her ikisi de o akşam bir danslı toplantıya gitmek için giysi değiştirmişti. Her iki genç kız da katledilmeden önce bir süre tartaklanmış ve sürüklenmişti ve bu iki cinayette günün hemen hemen aynı saatinde gerçekleştirilerek cesetler bir yerlere gizlenmeye çalışılmıştı. Tutuklanan katillerden her ikisinin soyadları da aynı idi: Abraham Thornton ve Michael Thornton.
----------o0o------------

LISA POTTER
1995’in Ağustos’unda Lisa ve annesi Moots Sokağı’nın demiryoluyla kesiştiği kavşağa geldiklerinde, anne bir adım daha ileri gitmek istememişti. O nokta, Lisa’nın babasının 11 yıl önce can verdiği yerdi. Lisa, annesini bu batıl inançtan kurtarmanın tam zamanı olduğunu düşündü ve hiçbir şey olmayacağını kanıtlamak için, annesinden ayrılıp ileri atıldı. Tam kavşakta rayların üzerinde dikilip, annesine, “Bak, bir şey olmuyor…” dercesine bakarken, aniden ve hızla gelen trenin altında parçalanmaktan kutulamadı.
----------o0o-----------
TALİHSİZLİK ÜÇ KEZ
Erich Williams, yoldan çıkıp da 62 yaşındaki Gordon White’ın odasına araba girdiği 6 Temmuz 2003 günü, direksiyon başında uyumuştu. Yer: Liversedge, West Yorkshire. Araba tamir edildi, 9 hafta süreyle Gordon White’ın evi onarıldı ve yenilendi. Hemen hemen bir yıl sonra, yaşlı Gordon White son noksanları da tamamlamıştı ki, 6 Temmuz 2004 günü Eric William yine aynı yolda direksiyon başında uyudu, aynı noktada arabası yoldan çıktı ve Gordon White’ın oturma odasında durabildi. Bir yıl önce gelen aynı kurtarıcı ile arabası çekilen Gordon White’a sormuşlardı: “6 Temmuz 2005’te ne yapıyor olacaksınız?” Yanıt: “Ne olursa olsun evden çıkmayacağım o gün. Talihsizlik 3 kez gelirmiş derler…”
----------o0o------------
1913’ün KARTI
Arthur Butterworth 2. Dünya Savaşında askerken, Taverham Hall’da görev yapıyordu. Bir gün, kendisinin ısmarladığı ikinci el bir kitap postadan çıkmıştı. Gönderenin, besbelli ki, kitabın nereye gideceği konusunda bir bilgisi yoktu. Arthur Butterworth, paketi bir pencerenin yanında açarken, bir posta kartı paket kâğıdının arasından düşüvermişti. Bu, 1913 damga tarihli bir karttı. Arthur Butterworth kartın öteki yüzünü çevirdiği zaman, penceresinden görünen manzaranın resmi ile karşılaşmıştı: Taverham Hall.
----------o0o------------
YAPBOZDAKİ  
Eastbourne, East Sussex’den Jean Jones bir anısını, 27 Ocak 2001 tarihli “The Express” e şöyle anlatmış: “Çocukluk yıllarımdan beri tanıdığım çocukluk arkadaşım, bir gün bir hayır kurumundan bir yapboz almış. Yapboz’un üzerinde Eastbourne’un güzel çiçek bahçelerinden birinin resmi vardı. Yapboz’u evine götürmüş, bozup da yeniden yaptığı zaman, son parçayı yerine koyar koymaz, gözleri faltaşı gibi açılmış. Çünkü o son parçada benim eski kocam Cyril vardı. Heyecan içinde arkadaşım tamamlanmış yapbozu bana getirip gösterdiği zaman, doğrusu ben de gözlerime inanamamıştım.”
----------o0o------------

ÇİFT POZ
Bir alman anne, Birinci Dünya Savaşından bir gün önce Strasbourg(Fansa)’da bulunurken küçük oğlunun resmini çeker, banyo ve baskı için orada bir fotoğrafçıya bırakır. Ama savaş patlak verince, filmi gidip alamaz. Bundan iki yıl sonra Frankfurt’ta yeni doğmuş bebeğinin resmini çekmek için yeni bir film alır bebeğin fotoğrafını çeker, banyo ve baskıdan sonra bir de ne görsün: yeni bebeğinin görüntüsünün yanında, erkek çocuğunun 1914’te Fransa’da çektiği görüntüsü de var!
----------o0o------------
TORNADO
27 Mayıs 1896’da East St. Louis, Illinois’da, çevreyi silip süpüren bir kasırga mühendis James B. Eades’in anısını da erozyona uğratıvermişti: Müh. Eades Mississipi Nehri üzerine bir köprü inşa etmişti ve köprüye de onun adı verilmişti. Kasırganın ardından hasar saptaması yapılırken yöredeki Mount Calvary Episcopal Kilisesi’nin pencerelerinden birine yapışmış bir tabela hemen dikkatleri çekmişti. Levhada şu yazıyordu: “James B. Eades’in anısına, 1820-1887”. 1896’daki kasırga köprüden kopardığı tabelayı kilisenin penceresine çakarcasına yapıştırmıştı ve kilisenin kırılan biricik penceresi de sadece o pencereydi.
----------o0o------------
ERİKLİ KEK
M. Deschamps adında birisine, Orleans’da çocuk iken; M. De Fortgibu adında birisi tarafından bir dilim erikli kek verilmişti. Aradan 10 yıl geçtikten sonra bir gün o çocuk bir Paris lokantasında bir dilim erikli kek almak istediğinde aldığı yanıt çok şaşırtıcı olmuştu: “Son dilim M. De Fortgibu’ta satıldı.” Yine yıllar sonra M. Deschamps bir yerde arkadaşlarıyla birlikte erikli kekin tadını çıkartıyordu ve M. De Fortgibu’yu elbette ki unutmamıştı. O kadim anı zihninde canlanmışken, açılan kapının sesiyle irkilir. Şaşkın bakışlarla çevreye ürkek ürkek bakınan bir yaşlı girer ama girmesiyle, “Affedersiniz yanlış adres galiba!” deyip çıkması bir olur. O ihtiyar, M. De Fortgibu’ydu.
----------o0o------------
ÖLÜM KÖPRÜSÜ
Richard Besinger 1957 Şubatında dünya yaşamını 90 yaşında sonlandırdığı zaman; Eureka, California’da Big Lagoon Köprüsü’nde karşıdan karşıya geçmeye çalışıyordu. İki yıl sonra aynı köprü üzerinde R. Besinger’in oğlu Hiram’da tomruk yüklü bir kamyonun altında kalmıştı. Bundan 6 yıl sonra R. Besinger’in torunu 14 yaşındaki David Whisler de aynı köprü üzerinde bir arabanın altında kaldı.
----------o0o------------

AĞIT
Andres Segovia tarafından, Berlin’deki bir gösteride çalınmakta olan gitar, sahibinin elinden aniden fırlayarak paramparça olmuş; tam o sırada da A. Segovia’nın arkadaşı ve aynı zamanda o gitarın da yapımcı ustası olan marangoz Madrid’te ölmüştü.
----------o0o------------
KULLAN, TÜKET, HEMEN AT
Araştırmacı yazar Murry HOPE’un araştırma amacıyla arayıp bulamadığı bir kitaba gereksinimi vardı. Londra metrosunda bulunduğu bir gün; metroye görgü özürlü kimselere özgü tavırlar ve konuşmalar eşliğinde bir öğrenci güruhu biner. Bu sözde yetişkin öğrenciler tıp fakültesinden diplomalarını henüz almışlardır ve bir kız öğrenci elindeki çantayı taşımakta zorlandığını belli edince, erkek arkadaşı imdada yetişir: “Artık bunlara gerek yok hayatım… At şunları pencereden dışarı da, kurtul.” Kız öğrenci böyle bir kabalığı ve görgüsüzlüğüyeğlemek yerine; metrodan inerken çantasını Murry HOPE’un kucağına bırakıverir. Çantanın içindeki üç kalın cilt, tam da yazarın aradıklarıdır.
----------o0o------------
UĞURLU İSİMLER
Can yelekleri ve tahliye sandalları, deniz kazalarında çok yararlı malzemelerdir. Ama belli bir adınız varsa, bu da işinize yarayabilir: 05 Aralık 1660’da Straits of Dover’da batan teknede sağ kurtulan tek yolcu Hugh William’dı. Bundan 121 yıl sonra aynı sularda batan başka bir teknede kurtulan biricik yolcunun adı da Hugh Williams’dı. 05 Ağustos 1820’de Thames Nehri’nde alabora olan teknede kurtulan tek yolcu da beş yaşındaki çocuk Hugh Williams’dı. 10 Temmuz 1940’da, bir Alman mayınına çarpıp da batan balıkçı teknesinden sadece iki kişi kurtulmuştu, bunlar amca-yeğen Hugh Williams’lardı.
----------o0o------------

ÇARPIŞAN TOPLAR
Bir golf oyuncusu iyi bir vuruşla havalanan topun ardından bakarken, topun başka bir topla havada çarpıştığını görür. Şaşırmış durumda O’Brien topların çarpışma yerine doğru koşar. Öteki topun sahibi de aynı merakla oraya gelmiştir. Tanıştıkları an anlarlar ki her ikisinin adı da O’Brien’miş.
----------o0o------------

EN ACAYİP TUTUKLAMA
1987 Martında, polis memuru Dougles McKenzie, orta Sydney’de bir eczanede sahte reçete yazan birini tutuklaması için gönderilmiştir. Eczanedeki adamdan kimlik saptaması için bilgi isteyen memur D. McKenzie’ye gösterilen belgelerdeki(nüfus cüzdanı, banka cüzdanı ve sağlık karnesi) tek isim Dougles McKenzie’den başkası değildi ve bu belgelerin hepsi de iki yıl önce memur D. McKenzie’den çalınmıştı. “Yaptığım en acayip tutuklamaydı bu!” diyordu memur, olayı anlatırken.
----------o0o------------

BİL BAKALIM KİMİNLE…
Dr. Alan McGlashan üvey oğlunun deneyimlediği anlamlı bir rastlaşmayı şöylece anımsadığını bildirmişti: “Yan yoldan çıkıveren bir araba ile benim oğlumunki bir anda kafa kafaya gelivermişler. Üvey oğlum o gece, sabaha doğru iki’deLondra’dan deniz kıyısındaki yazlığına dönüyormuş. Kaza, bir köyün yakınında olduğu için, devriyedeki polis memuru hemen olay yerinde bitivermiş. Polis, kazazedelerden birine sormuş: “Adınız, lütfen.” Yanıt: Ian Purvis. Aynı soru benim üvey oğluma da sorulunca, memur donakalmış. Çünkü onun adı da Ian Purvis’tir.”
----------o0o------------

FİLLANDİYALI İKİZLER
71’lik Finlandiyalı yaşlı ikizler aynı caddede, benzer bisiklet kazasında iki saat arayla dünya’ya veda ederler. Olayla ilgili trafik polisi Marja-Leena Huhtala’nın ifadesine göre, kazanın olduğu yol işlek bir caddeydi ama her gün de trafik kazası olmazdı. “Kazazedelerin kardeş ve özdeş ikiz olduklarını öğrendiğimde, tüylerim diken diken oldu. İnanılmaz bir rastlaşma… Nedendir, nasıldır, bilinmez ki…”
----------o0o------------
ÇİFT DİSK
Tiyatro oyuncuları da, yazarlar gibi her zaman güzel öykü arayışı içindedir ve ilginç rastlaşmaları yakalama uyanıklığı içindedirler. Tanınmış oyunculardan Chiristopher Eccleston, yazar Martin Plimmer’e, yine tanınmış Amerikan oyuncularından Bayan Sophie Dix hakkında bir öykü anlatmıştı. Sophie Dix’nin deneyimlediği bu gerçek öyküde Sophie Dix cüzdanını yitirir sonra bir caddede onu bulur; bulduğu cüzdan kendisine ait değildir ama aynı isimde başka bir kadınındır.
----------o0o------------
GÜMÜŞ ve ALTIN
Australia, Victorya’dan Kathleen Silver, deniz aşırı gelinler toplantısına katıldığı zaman, bu olay onun için eşsiz bir deneyim olmuştu. Kathleen, soyadını(“gümüş”) taşıyan broşunu takıp gittiği toplantıda, yanında oturan kadının boynunda da, üzerinde “gold” (“altın”) yazılı bir broş hemen dikkatini çekmişti. Anlamlı rastlaşma bununla bitmedi: Bu hanımların her ikisi de İngiltere’nin Hove Sussex’inden gelmişti, Australia’ya göç etmeden önce. Havacı olan kocalarını ilk kez Brighton Regent Dans Salonu’nda tanımışlardı. Dahası, aynı kilisede aynı rahip tarafından nikâhları kıyılmış ve her ikisinin de birer kızı, ikişer oğlu vardı.
----------o0o------------

LINCOLN ve KENNEDY  
ABD eski başkanları Abraham Lincoln ve John F. Kennedy’nin yaşamlarının incelenmesi sonunda pek çok şaşırtıcı rastlaşma su yüzüne çıkmıştır. Tanınmış matematikçilerden Prof. Ian Stewart, iki başkan arasındaki söz konusu paralelliklerin “tesadüf” olamayacağını ifadeden kendini alamamış ve evrende olup biten her şeyin tarafımızdan açıklanamayacağını da eklemiştir. Kennedy- Lincoln rastlaşmaları şimdiye kadar birçok gazete, kitap ve internet sitesinde yayınlandı. İki başkanın yaşamlarındaki paralelliklerin en çarpıcıları şunlardır:
·         Lincoln 1860’da başkan seçildi. Bundan tam 100 yıl sonra 1960’ta Kennedy başkan seçildi.
·         Her iki başkan’da insan hakları konusunda çok titizdi.
·         Her ikisi de Cuma günü, eşleri yanındayken vuruldu.
·         Her iki başkan da başlarının arkasından tek kurşunla vurulmuştu.
·         Lincoln, Ford’s Tiyatrosunda öldürüldü. Kennedy vurulduğu zaman Ford Motor Şirketi imâlatı olan bir arabada bulunuyordu.
·         Her iki başkan da(seçilmeden önce) Johnson adlı başkanların yardımcılarıydılar ve her ikisi de demokrat senatörlerdi.
·         Lincoln ve Kennedy’nin yardımcıları olduğu bu başkanlardan Andrew Johnson 1808’de, Lyndon Johnson ise(tam 100 yıl
 sonra) 1908’de doğmuştur.
·         Abraham’ın katili John Wilkes 1839’da doğmuş, Kenney’nin katili L. Harvey Oswald da yine 100 yıl sonra 1939’da
doğmuştur.
·         Her iki katilde güneyliydi ve her ikisi de mahkemeye çıkarılmadan vuruldu.
·         Lincoln’un katili onu bir tiyatroda vurup, ilk aşamada bir ahıra gizlemişti. Oswald ise Kennedy’e bir ahırda ateş etmiş ve
hemen gidip bir tiyatroya girivermişti.

Lincoln ve Kennedy’nin yaşamlarındaki anlamlı rastlaşmalarla ilgili bilinen en ayrıntılı araştırma Avustralyalı yazar Ken Anderson tarafından yapılmıştır. “The Coincidence File” adlı kitabında yazar, aşağıdaki ayrıntıları da ortaya çıkarmıştır:
·         Hem Lincoln, hem de Kennedy üstü açık araba ile ve korumasız olarak yolculuk yapmayı severlerdi. Lincoln tiyatro
locasında vurulduğu zaman, yakınında koruma bulunmuyordu.
·         Her iki başkanın öldürülmeleri sırasında yanlarında eşlerinden başka bir çift daha bulunuyordu ve her iki olayda da bu
çiftlerden kocalar yaralanmıştı.
·         Her ikisinin de öldürüldüğü olayda, yanlarında bulunan eşleri yara almadan olayı geçiştirmişti. Her iki eş de kocalarınınvurulan başlarını bir süre ellerinde tutmuşlardı. Her iki hanım da 24 yaşında evlenmiş ve her ikisinin de 3 çocuğu olmuş ve her ikisi de çocuklarından birini Beyaz Sarayda yitirmişti.
·         Başkanların katillerinin öldürülüş şekilleri de paraleldir: Katillerin her ikisi de çok parlak projektörler altında vurulmuş ve bunları vuran Jack Ruby ve Boston Corbett birer Colt tabanca ile sadece bir el ateş etmişlerdi.
----------o0o------------
ÖZDEŞ İKİZLER
ABD, Ohio’da doğan özdeş ikiz oğlan çocuklar(hemen hemen doğar doğmaz) farklı ailelere evlatlık olarak verilmişti. 1979’da(tam 39 yıl sonra) tekrar bir araya getirildiler. Bu karşılaşmadan sonra anlaşıldı ki; her ikisine de “James” adı verilmiş, her ikisi de hukuk eğitimi görmüş ve her ikisi de marangozluktan hoşlanırmış. Dahası, her iki James’de “Linda” adlı hanımlarla evlenmiş, birer oğlan çocukları olmuş ve her ikisine de “James Allan” adları konmuş. Özdeş ikiz “James”ler bir süre sonra boşanmış ve ikinci evliliklerini “Betty” adlı hanımlarla yapmışlar ve birer tane daha oğlan bebekleri doğmuş. Her ikisinin de aynı adlı köpekleri varmış: “Toy” ve her ikisinin de favori tatil yerleri aynıymış: St. Peters-burg, Florida.
----------o0o------------
TEK BİR YAŞAM
Üniversite mezunu ikizler Bill ve John Blomfield birlikte yaşadıkları gibi, birlikte öldüler: Yaşamları boyunca birlikte yaşadılar, hemen hemen aynı giysiler giydiler, aynı tip gözlük takıp, saçlarını aynı şekilde kestiler. Yaşlandıkça zaman zaman kalça yağlarını aldırdılar, aynı tip bastonları vardı. 1996 Mayısında(61 yaşındayken) vücut geliştirme yarışmasına katıldılar. Bu yarışmada ikizlerden birisi yığılıverince, görevliler hemen ambulans(cankurtaran) çağırdılar. Saat 12.14’tü. 12.16’da da öteki ikiz kriz geçirdi. İkizler hastaneye kaldırıldı ama kurtarılamadı.
----------o0o------------
JOHN-ARTHUR KARDEŞLER
İkizler John ve Arthur Mowforth, peş peşe dünyaya geldikleri gibi, peş peşe de dünyadan ayrıldılar. Dünyadan ayrılışları şöyle olmuştu: 22 Mayıs 1975’te(birbirinden yaklaşık 80 mil uzaklıkta bulunan) ikizler, göğüslerinde dayanılmaz ağrılardan şikayetle farklı hastanelere kaldırıldı. Her iki adamında aileleri ötekinin de aynı anda rahatsızlığının farkında değildi. Her ikisi de hastaneye kaldırıldıktan kısa bir süre sonra(kalp krizinden) yaşamlarını noktaladılar.
----------o0o------------
MASA TENİSİNDE İKİ ÇİNLİ
Peng ve Yong’un paralel yaşamları birer trajediyle başlamıştı ama Olimpiyat Oyunlarında(1995) şampiyonluğa kadar birlikte ulaştılar: YongXi bebek iken, feci bir yangın tehlikesi atlatmış ama sağ eli ile yüzünün sağ tarafı sakat kalmıştı. Çocuk iki yaşında Shaghai Tren İstasyonu’nda terk edilmiş olarak bulundu.

Bundan birkaç ay sonra iki yaşındaki Peng Kai Shanghai Öksüzler Yurdu’na bırakılmıştı. Peng de, bir yangında sağ elinin dört parmağını yitirmiş, sadece başparmağıyla kalmıştı. Buna ek olarak bebek Peng’in saçları da tamamen yanmıştı o yangında. Her iki çocuğunda ebeveynleri bulunamamış ve her ikisi de öksüzler yurdunda büyütülmüştü.

Her iki çocuğun da masa tenisine karşı merakı vardı. Yong, servis atışlarında topu sol eliyle yukarı atarken, raketi sağ kolu ile vücudu arasına sıkıştırıyor, top havadayken yine sol eliyle raketi yakalayıp, topu karşı tarafa fırlatıyordu. Peng ise, sağ elinin başparmağı ile avuç için arasında topu kavrarken, sol eliyle de raketi kullanıyordu.

Her ikisi de 21 yaşındayken, New Haven, Connecticut’ta yapılan 1995 Dünya Olimpiyat Oyunları’nda yan yana yarıştılar ve altın madalyalarla ülkelerine döndüler.
----------o0o------------
HERKESİN BİR İKİZİ OLURMUŞ
Londralı David Webb, kiralık bir arabayla çıktığı yaz tatilinde “ikiziyle” de karşılaştı. Uzun bir süre Florida Everglades düzlüklerinde yol aldıktan sonra, bir kahve molası için durduğu restoranda, o sırada orada bulunan, lokantanın kendinden başka biricik müşterisiyle sohbeti derinleştirince; önce, onun adıyla kendi adının aynı olduğunu, hemen sonra da aynı günde(24 Aralık) doğmuş olduklarını öğrendi. Kendisi Londra’da, bir dizi antikacı dükkânlarının arkasındaki Camden Passage Islington’da oturuyordu. Meğer Amerikalı David Webb de Londrada’yken o sokakta oturmuş ve oradaki antikacı dükkânlarından birinin de sahibiymiş.
----------o0o------------
YANLIŞ OTOBÜS
İngiltere’nin tanınmış medyumlarından Douglas Johnson bir defasında yanlış otobüse binmiş ama durumun farkına vardığı zaman epey yol almıştı. Ünlü medyum başından geçen bu olayı 1967’de, Cambridge Ruhsal Araştırmalar Derneği’nde verdiği bir konferansta açıklamıştı. Douglas Johnson, kendi ifadesine göre; yanlış otobüste olduğunun farkına varmış olmasına rağmen telaş ile hemen kalkıp, inmek yerine, otobüste kalıp, yol boyunca güzel doğa manzarasını seyretmeyi yeğlemişti.

Otobüs bir yerleşim merkezinin içinden geçerken, medyumun gözü bir eve ilişir ve hemen iki yıl öncesiyle ilgili bir şifa çalışmasını anımsar. Otobüsün, önünden geçtiği o ev iki yıl önce tedavi etmeye çalıştığı bir sujesine aitti. Medyum, içsel bir itilimle otobüsten inip bu sujesini ziyaret etmek istedi ve gecikmeden iç sesine uydu. Biraz gerisin geriye yürüyerek o eve geldi, kapıyı çaldı ama yanıt alamadı. Kapıyı çalmayı  tekrar denediği sırada burnuna bir gaz kokusu geldi. Gaz kaçağıyla ilgili bir kaza olabileceği endişesiyle kapıyı zorladı ve kırdı. Çekinerek girdiği mutfakta, kadın, baygın durumda ve yerdeydi. Gerekli müdahaleyle eski sujesinin hayatını kurtarmıştı bu kez…
----------o0o------------
BANKAYA ABONE HIRSIZ
Yaşamda başarının püf noktası, iyi bir formül bulup, onu elden çıkarmamaktır. Banka soygunculuğunda ise, zamanın iyi planlanması önem kazanır. Yakayı ele vermemek için bu ön koşuldur. Kuşkusuz, biraz da şansı olan bir soyguncu Detroit’de bir bankayı, kısa aralıklarla bu şekilde iki kez soymuştu, yakalanmadan. İlk soygununda, bankaya girer ve tam bir soğukkanlılıkla doğruca vezneye gider ve üzerinde şu kısa not yazılı kâğıt parçasını memura uzatır: “Silahım yanımda. Elindeki tüm 100’lükleri, 50’likleri ve 20’likleri paketleyip bana vereceksin, yoksa yakarım canını!” Veznedeki görevli, ellerinin titremesini gizlemeye çalışarak, kâğıt paraları büyükçe bir zarf içine doldurur ve soyguncuya uzatır. Pişkin soyguncu zarfı koltuğunun altına sıkıştırır, güvenlik görevlisinin önünden geçerek, kalabalık caddede gözden kaybolur.

Hırsız, bankayı terk eder etmez veznedar alarm butonuna basmıştır, güvenlik kameraları da çalışıyordur ama iki gündür kayıt yapılmıyordu. Çünkü bant birmişti ve yeni bant takılmamıştı. Birkaç hafta sonra aynı hırsız, aynı bankaya yine gelir, aynı notu veznedar’a uzatır ve aynı veznedar bir kez daha kasadaki banknotları büyükçe bir zarf içinde hırsıza teslim eder. Bu kez hırsız geçen seferkinden daha rahat bir şekilde bankayı terk eder çünkü bu kez kapıda her nedense güvenlik görevlisi de yoktur. Neden mi? Çünkü o anda güvenlik görevlisi, müdürün ofisinde onunla birlikte, olası bir ipucu ümidiyle son üç haftalık görüntüleri gözden geçirmekteydi. Ama bant bitmeden önceki kısımda elbette ki hiçbir ipucu yoktu. Müdür ve güvenlik görevlisi bu gerçeği anladığı zaman banka aynı hırsız tarafından ikinci kez soyulmuştu.
----------o0o------------
TARİHLER ve YANLIŞ NUMARALAR
Tarihler ve yanlış numaralarla ilgili de anlamlı rastlaşma örnekleri az değildir; bunların bir kısmı basına yansımış, pek çoğu da yansımamıştır. Bunlardan bir tanesiyle bu tür rastlaşmalara başlayalım; Örneğin, California, Fresno’dan Howard Trend’in adresindeki numara 742 ile biter, telefon numarasının ve banka hesap numarasının sonları da… Bu kadarla bitmiyor; bir yaralanma olayı dolayısıyla Bay Trend’in aldığı çekin numarası da bu rakamı içeriyordu: 99742. Dahası, arabasına aldığı lastiklerin seri numaraları da 742’yi içermekle kalmıyor, arabasının plakası da FDC742’ydi!
----------o0o------------

İKİ YANLIŞ BİR DOĞRU
İngiltere, Essex’den polis memuru Peter Moscardi, çalıştığı karakolun yeni olduğunu sandığı telefon numarasını(40166) bir arkadaşına vermişti. Ertesi gün bir vesileyle fark etti ki doğru numara, aslında 40116 di ama bu doğru numarayı arkadaşına bildirecek durumda değildi. Memur Moscardi o akşam bir meslektaşıyla; bulundukları kentin sanayi bölgesinde devriye gezerlerken, bir fabrika binasının kapısının açık olduğunu ve içeride ışıkların açık olduğunu fark eder. İçeri girip, müdürün odasına doğru ilerler. Oda boştur. Tam o sırada teflon çalmaya başlar ve ahizeyi memur Moscardi kaldırır. Hattın öbür ucundaki şahıs kendi arkadaşıdır. Fabrika müdürünün odasındaki telefonun numarası, Moscardi’nin arkadaşına verdiği(karakolun) yanlış numarasıdır: 40166.
----------o0o------------
YEDİ ŞİLİN NASIL YİTİRİLİR?
“The Roots of Coincidence” adlı kitabın 1973’te yayınlanışından sonra, Arthur Koestler’e gönderilen bu rastlaşma örneği, İrlanda, Dublin’den Anthony S. Claney’e aittir. Şöyle yazmış:

“Haftanın 7. , ayın 7. gününde, yüzyılımızın 7. yılında doğmuş bir insanım. Biz yedi kardeşiz ve ben kardeşlerimin 7. siyim. 27. doğum günümde bir yarışmaya 7. sıradan bir yarışmacı olarak katıldım çünkü çektiğim kart böyleydi. 7 numaralı atın adı da “Yedinci Cennet” ti. Bu at için 7 şilin koydum ve yarışmada 7. oldum.”
----------o0o------------
YANLIŞ NUMARA AMA DOĞRU SEÇİM
Büyükleriyle ağız dalaşı yapan birçok ergen gibi Julia Tant’da, anne/babasıyla böyle bir kavgadan sonra hışımla evini terk eder; hem de, bir daha geri dönmeyeceği üzerine yemin ederek. Önce, sakinleşmek için yöredeki gençlik kulübüne gider. Oradaki arkadaşlarından biri, hiç değilse, nereye gittiğini haber vermek için annesine telefon etmesi konusunda Julia’yı ikna eder. Ama Julia, içinde bulunduğu karmaşa ve şaşkınlıkla yanlış numara çevirir. Telefonu açan hanımın sesi de, her nasılsa annesininkine benzediğinden; Julia, “Benim” der. “Neredesin?” diye sorar telefonu açan hanım. Julia, gençlik kulübünde olduğunu ama oradan anneannesine gideceğini söyler. Bunu duyan hanım, “Julia, hemen eve dön!” diye haykırır. Julia, adının telaffuz edilmiş olmasına karşın, yine de doğru olmayan bir şeyin bulunduğunu hissetmiştir ve biraz da sesinde hayret içeren bir tonlama ile “Neden bağırıyorsun? Sen hiç haykırmazdın böyle?” diye sormadan edemez. Bu arada hattın öteki ucundaki hanım da bu Julia’nın kendi kızı olmadığını anlamıştır ve kendisini toparlayarak, kızı Julia’nın kendilerini terk ettiğini ve bir daha dönmediğini söyler.

Julia bir an aptallaşır, telefondaki hanımın ve ailesinin durumunun kendisininkinden daha vahim olduğunu anlar. Bu telefon konuşması Julia’nın aklını başına getirmiştir. Ailesiyle tekrar barışmak için evine döner. Şimdi, yıllar sonra, bu anısı gözünün önüne her gelişinde, “Her nasılsa birden onun bir uğursuzluk olduğunu hissetmiştim. Bu nedenle eve döndüm hemen. Uğursuzluk değilse bile, onun gibi bir şeydi.”
----------o0o------------

DOĞUM GÜNÜKARTI
Bayan J. Robinson’ın annesi 1989’da ölmüştü. Annesinin eşyalarını elden geçirirken, 1929’da yeğenine gönderdiği bir doğum günü kartı eline geçti. Kartı geri gelmişti çünkü üzerindeki adres doğru değildi. Çok sık görüşmemelerine karşın, Bayan Robinson; bu yeğenin, 1929 tarihli bu kartı görmekten memnun olacağını düşündü ve tekrar postaladı. Bunun, onun doğum gününe rastlayacağı konusunda hiçbir tahmini bile olmamıştı. Ama kart, annesinin yeğeninin eline ulaştığı o gün yeğen 60. Doğum gününü kutluyordu.
----------o0o------------
BENİM NUMARAM
Todd adında bir adam, Avustralya’da bir futbol maçı finalinde bulunuyordu. Burada taraftarlar adet olduğu üzre eski telefon rehberlerinin sayfalarını yırtıp yırtıp, her gol atışta havaya saçıyorlardı. Maç sırasında bir golün ardından havaya fırlatılan binlerce rehber sayfasından biri Todd’un kucağına yumuşak bir iniş yapar. Todd bu sarı rehber sayfasını tam buruşturup atacağı sırada, kendi adına bakmakta olduğunu fark eder. Evet, Todd’un kucağına; binlerce rehber sayfasının arasından, kendi adının, adresinin ve telefon numarasının yazılı olduğu sayfa düşmüştü.
----------o0o------------
SON SENFONİ
Bethoven, Schubert, Dvorak ve Vaugha Williams ile daha birçok sanatkârın 9. senfonilerini yazdıktan sonra dünyadaki misafirliklerini sonlandırdıklarını biliyor muydunuz? Bu seçkin insanlardan biri olan Mahler, bu durumu bildiği için, 9. senfonisini bitirir bitirmez hemen 10.’suna başlamış ama ölümü engelleyememişti. Bruckner, değişik bir yol izleyerek, ilk iki senfonisini “OO” ve “O” olarak numaralandırmış ama yine de 9. senfonisini bestelerken dünyadan ayrılmıştı. Sibelins ise 8.’den sonra bu işi bırakmış ve 33 yıl daha yaşamıştır.
----------o0o------------
PSİŞİK KONULU RASTLAŞMALAR
Bu anlamlı rastlaşmalar grubunun kahramanlarının bir kısmını medyumlar oluşturur. Genel anlamda rastlaşmalar ve eşzamanlılık konuları üzerinde kafa yormuş ünlüler arasında; Arthur Koestler, Wolfgang Pauli ve Carl Jung sayılabilir. Fikir çilesi ehli bu insanlar açıklayamadıkları şeylere “tesadüf” deyip geçememişler, konu üzerinde düşünmüş ve yazmışlar. Bunlardan Arthur Koestler bu konuda kafa yorduğu bir günün gecesi gördüğü rüyayı şöyle anlatmış:

“O gece rüyamda kendimi parapsikolog Gertrude Schmeidler ile eşzamanlılık üzerinde konuşurken görmüştüm. O sordu, ‘Eş zamanlılık nerede biter, tesadüf nerede başlar?’ Ben de dedim ki, daha doğrusu haykırdım; ‘Her şey eşzamanlı değil mi? Tesadüfen hiçbir şey olmaz!’ Rüyamda bunları söylerken beynime öyle bir enerji dolduğunu hissettim ki, şok halinde uyandım.”
----------o0o------------
BALAYI RÜYASI
Pat Swain, Slovenya-Bled’de balayı tatilindeyken, en yakın arkadaşının kuzeni ile rüyada yürüdüklerini görmüştü. İşin tuhafı, arkadaşının kuzeni Hilda’yı 25 yıldır görmüyor, kız kardeşi Stellayı’da hayal meyal anımsıyordu. Rüyada Pat, bir pencereden dışarı bakıyordu. Pencerenin önündeki duvar epeyce yüksekti. Bu sırada aşağıdan geçmekte olan iki kadın dikkatini çekti. Bunlar Hilda ve Stella idi. Hemen aşağı indi, onları selamladı.

Bu rüyadan iki gün sonra Pat ve kocası, Bled’in üst tarafındaki uçurumun tepesinde bulunan kaleyi ziyarete gitmişlerdi. Pat, kaldıkları otel odasının penceresinden dışarıyı seyrederken, otelin duvarının dibindeki yoldan geçen iki kadını hemen tanımakta gecikmedi; bunlar Hilda ve Stella idi. Hemen aşağı indi ve kucakladı kuzenini. Hilda, Pat’a; o kıyı boyunca az ilerde bir tatil köyünde bulunduklarını ve günübirlik bir gezi için Bled’e gelmiş olduklarını söylüyordu.
----------o0o------------

RÜZGÂRIN ATAĞI
19. Y.Y. okültist ve astronom Camille Flammarion atmosfer konulu kitabının rüzgâr bölümünü yazıyordu. Tam bu sırada pencerelerin birinden gelen bir esinti; yazarın çalışma masasındaki son notlarını öteki pencereden dışarı savuruvermişti. Flammarion kaybolan sayfaları günler sonra yeniden yazmayı düşünürken, yayıncıdan ilk sayfaların dizgisi geldi. Dizilen kısımda; rüzgârın uçurduğu sayfaların dizgileri de vardı. Flammarion, rüzgârın uçurduğu sayfaların matbaaya nasıl ulaştığını düşünürken, kurye soruyu yanıtladı: meğer o gün yoldan geçmekte olan kurye sokağa saçılmış sayfaları görünce, yazıdan sahibini tanımış ve toplayıp doğruca yayınevine götürmüş her zamanki gibi. Yayıncı da, daha önceki sayfalarla birlikte kuryenin son getirdiklerini de dizivermiş.
----------o0o------------
EMPATİ Mİ, SEMPATİ Mİ?
İngiltere bayanlar kriket takımının antrenörü Jane Powel öylesine berbat bir şekilde bacak kemiğini kırmıştı ki, platin yerleştirmek zorunda kalmıştı doktor. Ameliyattan sonra Jane, üç gece, üç gün yatağa bağlı kalmış ve ayağa kalkar kalkmaz ilk yaptığı iş, Avustralya’daki kız kardeşine telefon ederek durumunu anlatmak olmuştu. Jane telefonda kız kardeşine, bu kaza nedeniyle çok acı çektiğini ama bereket versin ki ameliyatın çok başarılı olduğunu ve artık canının yanmadığını anlattı.

Kardeşi, Jane’in sözünü kesmeden dinledikten sonra, “Allah’a çok şükür, geçti artık; ben de burada üç gün ayağımın üzerine basamamış ve yürüyememiştim.” dedi. Kızlarını(Jane’in kardeşini) ziyaret etmek için Avustralya’da bulunan anne-baba oradaki kızlarının ayağındaki gizemli ağrıdan o kadar endişelenmişlerdi ki, onu hastaneye götürüp test bile yaptırmışlardı. Testlerde bir şey bulunamadı ama Jane’den gelen bu iyileşme haberiyle kardeşinin ıstırabı da dinivermişti.
----------o0o------------
THOMPSON AİLESİ
Teksaslı Ron Thompson’un ailesi 1990’da 24 saat içinde dörde katlanıvermişti. Çünkü kızlarından üçü(Mary, Joan ve Carol) arka arkaya 4 erkek bebek doğuruvermişti. Rastlaşmaların silsilesini şöyle anlattılar: “Önce 28 yaşındaki kızımız Mary(19 yaşında ve aynı zamanda 9 aylık hamile olan) Joan tarafından doğumevine kaldırıldı ve 5 saat içinde Mary, Shane adlı bebeğini doğurdu. Bundan 7 saat sonra Joan, yine hamile kız kardeşi Carol tarafından doğum evine yetiştirildi ve bir erkek bebek doğurdu: Jeremy. O gece yarısını bir dakika geçe Carol doğumhaneye alındı ve sabaha karşı 3’te ikiz doğurdu”.
----------o0o------------

GİZEMLİ KEŞİŞ
19.Y.Y. Avurturyalı ressamlardan Joseph Aigner’in ölümü birkaç kez ertelenmişti. Ünlü ressam ilk intihar girişiminde bulunduğu zaman 18 yaşındaydı. Kendi kendini asma girişimi, gizemli bir keşişin olay yerine gelivermesiyle engellendi. Ressam 4 yıl sonra kendi kendini yeniden asmaya kalkıştı ama aynı gizemli keşiş tarafından engellendi. Ressam Aigner, 30 yaşında üçüncü kez intihara yeltendi ama aynı gizemli keşiş tarafından yine kurtarıldı. Ressam nihayet, 68 yaşında, bu kez tabanca ile bir anda yaşamını noktalamak istedi ve başardı da. Çünkü gizemli keşiş bu kez gelmemişti ama ressamın cenaze merasimini bu keşiş yönetiyordu ve ressam Aigner onu hiçbir zaman tanıma fırsatı bulamamıştı.
----------o0o------------
Yararlanılan Eser: BEYOND COINCIDENCE,  Martin Plimmer + Brian King