Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Yeni Çağın Arefesinde M U T L U L U K ve DÜŞÜNCELERİMİZ

Yeni Çağın Arefesinde

M U T L U L U K 

ve

                      DÜŞÜNCELERİMİZ
HAZIRLAYAN:  Selman Gerçeksever

            Bu yazımıza, ‘mutluluk’u gerçek ya da içsel mutluluk olarak aldığımızı peşinen belirterek başlamak istiyoruz. Elbetteki, yalancı mutluluktan (geçici, aldatıcı mutluluktan) söz edeceğız ama burada esas hedefimiz, kalıcı (dolayısıyla, içsel) olan mutlulukla ilgili bilgilerimizi gözden geçirmektir: Genel görünüm olarak, herkes belli biçimlerde düşünmeye ve davranmaya koşullanmıştır. Dünya beşeri olarak bu durum; hem genetiğimizden, hem de çocukluk deneyimlerimizden ve kültür çevremizden kaynaklanan dünyasal ve toplumsal bir koşullanmadır. Bu Dünyasal ve toplumsal koşullanmanın bireye getirdiği ek bir yük de, bu yolla oluşan sahte benlikleridir ki onlar, bu derlememizin de konusu olan beşeri düşüncelerimiz ile bunlara endeksli olarak deneyimlediğimiz, gelip geçici ve dolayısıyla aldatıcı mutluluklarımızdır. Bizim sahte benliklerimiz, gerçek kimliklerimiz değildir ama ne yazıkki öyle görünür ya da çoğunlukla öyle zannederiz, hatta bunu savunuruz. Çünki, onlarla (sahte benliklerimzle ve onların egemenliği altına girmiş, daha doğrusu sahta benliklerimizin eline kaptırdığımız zihnimizle) özdeşleşmiş durumdayızdır.
      
Konuya bu kadarcık giriş bile bize, hemen; mutluluğumuzun ya da mutsuzluğumuzun kaynaklarının neler oldğunu anımsattı, değil mi? Dikkat edersek, genellikle ve çok büyük ölçüde; olmakta (ya da olmuş) olanı kabullenmemek bizi mutsuz kılmakta, beklentilerimiz doğrultusunda ortaya çıkan olgular ise mutlu kılmaktadır. Oysa ki, herşeyin beklentilerimiz doğrultusunda olmasına olanak var mı? Bu düz gerçeğe rağmen, biz isteriz ki herşey, (çoğunlukla nefsani olan)  beklentilerimiz doğrultusunda olsun... Çocuklarımız da böyledir, değil mi? Bu durum çocuklukta (o da, belli bir yaşa kadar) hoşgörülebilir ama, belli bir yaştan sonraya ne diyeceğiz?
     
Yaşını başını almış yetişkinler olmamıza rağmen, kişisellştirilmiş bir ‘ben’ / ‘biz’ duygusuna sahib olduğumuz için, beklentilerimiz ve düşüncelerimiz doğrultusunda ortaya çıkmayan şeyler / olgular bizi mutsuz kılar. Bireyin “kişiselleştirilmiş bir ‘ben’ duygusu”na sahib olması, onun asıl kendisiyle (özüyle) arasında bir perde oluşturur. Bu durum aynı zamanda, ‘zihin ürünü benlik’e sahib olmanın bir sonucudur. Burada ‘zihin ürünü benlik’ten kasıt; bedensel benin, nefsâni ve kontroldan çıkmış zihnin eline geçmiş durumudur. Bu durumda ve bu anlamda ‘zihin ürünü benlik’, tanrısal benliğin (yüksek benin, aşkın yanımızın) yerine geçmiştir. Böyle bir bedensel benin (enkarne bir varlığın) düşünceleri ve beklentileri de, elbetteki, Bütün’ün hayrına olmadığı gibi, kendi hayrına da değildir. Bu durumun ruhsal tebiliğlerdeki (1) karşılığı  “Bütün’ün içinde bir ‘nokta’(2) olmak”tır. Bu durumunu (kendini tanıma cehdi içinde) düzeltmemekte israr eden birey; sahte benlik duygusunu korumak, hatta onu güçlendirmekten başka birşey yapamaz ve böylece, içindeki ‘canavar’ ya da ‘şeytan’ giderek güçlenir ve azgınlaşır.
     
Değerli yazar ve konuşmacı Eckhart TOLLE’ün, bu durumda bulunanlar için şöyle bir önerisi var: “Kendinizi yaşamınızda bu kadar çok mutsuzluk yaratan şeyden, ve bu mutsuzluk ile, bilinçsiz özdeşleşmelerden nasıl kurtarabilirsiniz?” diye sorduktan sonra, kendi sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Onun farkına  varın, onun siz olmadığınızı idrak edin ve onu; olduğu gibi, yani ‘geçmişteki acı’ olarak tanıyın. Onun sizde ortaya çıkışına sadece tanık olduğunuzu bilin. Bu şekilde, onunla bilinçsiz özdeşleşmenizi  (bu farkedişle) kırabilirsiniz ve artık onu beslemezsiniz. Böylece o da, yavaş yavaş enerji yükünü yitirecektir...”(4)
     
Sahte benlik duygusunun (dolayısıyla kaba nefsinin) zulmü altında bulunan bu birey; yapay, aldatıcı ve sahte mululuklar peşinde koşmakdan başka birşey yapamaz; dolaysıyla mutsuzluklar onun gölgesidir. Çünki, bu birey ‘AN’dan çok uzaklardadır; ‘AN’dan uzaklığı ölçüsünde de, aslında, huzursuzluk içindedir. Nedenini bilemediği bu içsel huzursuzlukla sürekli mutluluk / huzur arayışları içindedir. Ama asıl kendisiyle olan iletişim kopukluğundan dolayı, gerçek mutluluğu ve işsel huzuru hep yanlış adreslerde arar; bu hal içinde de, nereye giderse gitsin, huzursuzluğunu ve hatta rahatsızlığını / mutsuzluğunu beraberinde götürür. Bu haliyle o, çevresindekiler için de, her an huzursuzluk nedeni / kaynağı olma potansiyeline sahiptir. Yani başkaları, hatta en yakınları için bile ıstıraplı epröv maşasıdır.
     
Bu duruma göre, görülüyor ki, mutsuzluklarımız; yaşamın koşullarından değil, zihnimizin koşullanmasından, içsel yapımızın içeriğinin şu ya da bu nitelikte olmasından  kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla mutsuzlukların, içhuzuruna döndürülmesinin sırrı; zihin ve dolayısıyla da düşüncelerimizin kontrol altında tutulmasına bağlıdır. Birçok özdeyişin konusunu oluşturmuş bulunan ‘kontrolsüz düşünce’, nefsin hegemonyasındaki beşeri zihnin ürünüdür ve bu nitelikteki düşünce akışı, bireyi kolayca sürükleyip götürebilecek güçlü bir devingenliğe sahiptir. Bu nitelikli düşüncenin her bir ögesi çok çok önemliymiş gibi davranır ve bireyin dikkatini sürekli olarak kendi üzerine çekmek ister. Bu durum, bireyin (bedensel benin) kendi düşünceleri tarafından tahakküm altına alınmaya çalışılmasından başka birşey değildir. Bu nitelikli düşüncelerin sahibi birey genellikle kendisini başkalarından kurnaz zanneder, herkesi kolayca etkileyebileceği (başkalarını, kendi aklınca kullanabileceği, tahakküm altına alabileceği) zannı içindedir. Ama bu kurnazlık ‘bilgelikten yoksun bir kurnazlık’ olduğu için (bu kurnazlığın sahibi açısından) son derece tehlikeli ve yıkıcıdır. Ne yazıktır ki, şimdiki beşeriyetin büyük kısmı bu durumda ya da bu ‘rahatsızlık’tan kurtulma telaşı içindedir.
     
Durum böyle olduğuna göre, yapılacak olan nedir? Düşüncelerimizi hemen ciddiye almamak, önce onları, yukarıda belirtmeye çalıştığımız anlamda, kontroldan geçirmek; bunun için de, vicdan sesimize kulak vererek, onu eski idraklerimizle tartmaktır. Yani, idrakine vardığımız bilgileri devreye sokmak... Bu, bir uygulamadır; hem de kendini çalışma çerçevesinde yapılan bir uygulama... Bu kadar zahmete katlanılmadığı taktirde, kendi kavramlarımızın / düşüncelerimizin (yani, zihnimizin) hapishanasine kendi kendimizi kapatmak, kaçınılmaz sonuç olacaktır. Bu duruma düşüldüğünde de ortaya çıkacak ve zaten çıkmakta olan kaçınılmaz sonuç, nefsani zihnin; bilme, anlama ve kontrol etme arzusuyla, kendi fikirlerini ve görüşlerini gerçek ile karıştırmasıdır. Kendi görüşlerini, gerçeğin yerine geçirmek ve herşeyin en doğrusunu kendisinin bildiği zannına kapılmaktır ki bunun başka adı ‘enaniyet’tir(3). Bu durumda olan birey, elbette bilemez ki, gerçek; zihnin kavrayabileceğinden çok daha geniş kapsamlıdır. Biraz gelişmiş olan beşeri bir zihin bu gerçeği hiç değilse hiseder ve bu hissedişle; bildikçe, birşey bilmediğini anlamaya başlar.

Kontroldan çıkmış nefsin güdümündeki bir zihin ile insanları ya da olguları yargılamaya kalkmanın ne kadar sakıncalı ve isabetsiz olacağı ortadadır. İşte bu nedenle, dünya beşeri, sürekli olarak; yargılamama ve hüküm vermeme konusunda uyarılmıştır. Böyle bir beşeri kusurun önüne geçmenin yolu; aklımıza gelen düşüncenin ya da bir açıklamanın, birçok olası perspektiflerden sadece bir tanesi olduğunu, bunun ileride değişebileceğini, herşeyin en doğrusunu ALLAH’ın bilebileceğini akıldan çıkarmamaktır. Unutmayalım ki, bizim sahibolduğumuz hiç birşey bizden büyük olamaz; dolayısıyla düşüncelerimiz de bizden büyük olamaz ve bizi tahakküm altına alamazlar, bizi güdümleyemezler. “Düşünen zihin yararlı ve güçlü bir alettir ama yaşamınızı tümüyle o yönettiğinde, onun; siz olan şuurun sadece küçük bir veçhesi olduğunu idrak etmediğinize, zihin çok sınırlayıcı da olabilir...”(4)
     
Görülüyor ki, zihnin; bu anlamda nefsin elinden kurtarılması ve böyle bir kararlılıkla, nefsin de terbiye edilerek kontrol altına alınması, tamamen ‘kendini tanıma’ konusu çervesinde gerşekleştirilecek bir eylemdir. Birey kim olduğunu bilebilirse, asıl kendisinin, bedensel ben olmadığını idrak ederse, zihin ürünü sahte bir benlik yaratıp, onun korku, kuşku ve yetersizlik hisleriyle dolu güdümlemesinin kölesi olmaz. Kısacası, kendi içinde yarattığı kendi putuna tapar hale gelmez... Bu duruma düşen bireyin yaşamı, zihin ürünü benlik duygusunu korumak ve hatta onu giderek güçlendirmek (aç gözlülüklerini hep beslemek) eylemleri dizisinden başka birşey değildir.
     
İşte bireyin, olanı kabullenmesini (ki bunlar çoğunlukla kendi geçmiş eylemlerinin sonucudur zaten. İşte bunları kabullanmesini) istemeyen, dolayısısıyla onu ‘mutsuzluk doyumsuzluğu’ içinde kıvrandıran da bu nitelikli bir ‘kişiselleştirilmiş ben duygusu’dur. Oysa ki, belli bir olgunluktan sonra bireyin, ‘olan’ı kabullenebilecek esnekliğe gelmesi, yani olmakta olana ‘evet’ diyebilmesi; bireyin içinde derin bir biçimde dingin olan bir genişlik duygusunu da beraberinde getirecektir ki bu, hiç bir bedensel (hazza dayalı) mutlulukla karşılaştırılamayacak iç huzurudur (gerçek mutluluktur). Dış koşullar nasıl olursa olsun, içindeki huzur bozulmadan kalır. İşte bu anlamda olmak üzere, ‘olan’a “Evet!” demek, bireyin içinde; sadece dışsal koşullara değil, içsel koşullara ve sürekli değişen düşüncelere / duygulara bağlı olmayan, bunlardan etkilenmeyen bir derinlik ve içhuzurunu olanaklı hale getirir, ya da böyle bir derinlik boyutunun ortaya çıkmasına elverişli zemini hazırlar. Çünkü, az yukarıda sözünü ettiğimiz ‘dinginlik’ kavramında anlamını bulan içsel huzur; bizim asıl kendimizin (yüksel benimizin) özüdür. Bireyi değiştirecek ve dönüştürecek olan da (ancak idraklenme cehdiyle kazanılabilecek olan) bu dinginliktir. İdraklenmenin sonucu şuurlanmak, şuurda uyanmaktır (‘kıyam etmek’). Bu durum anı zamanda, düşünce dünyasından uyanış, ‘kişiselleştirilmiş ben uygusu’nun ürünü olan düşünce dünyasından, şuur âlemine (asıl şuurluluğa) uyanmaktır ki o alem, düşüncenin kavrayabileceğinden çook engindir. Bu durum bir bakıma, ‘düşünceyi aşmak’tır. Bu, düşünmemek anlamına gelmez; fakat o, düşünceyle özdeşleşmemek ve onun egemenliği (dolayısıyla zihnin egemenliği) altına girmemektir.(5) Algıların berrak hale gelmesi ve (algıların) düşünce tarafından karartılmaması da böylece olanaklı hale gelir.
      
Zaten, algıların; sadece düşüncelerle değil, hiç bir şekilde ‘karartılmaması’ esastır. Aksi taktirde, sağlıklı gözlemin koşulları olumsuz yönde etkilenmiş olur. Yani, enkarne varlık olarak, bu maddesel ortamda gözlem yapıp, planımıza ‘feedback’(6) gönderme görevimizi ve sorumluluğumuzu yerine getirmemiş oluruz. Gıdası düşünceler olan zihnin kontrolsüzlüğünün ya da onun, eğitilmemiş nefsin eline geçmesinin bir sonucu olan bu durum; aynı zamanda bireyi ‘AN’dan uzaklaştıran ve elbetteki, içsel gelişim açısından hiç de makbul olmayan bir durumdur. Bu durum bireyi başka bir güzellikten daha mahrum eder ki, o da; kendisinin (asıl kendisinin) o düşüncelerinden daha engin ve derin olduğunun idrakidir. Evet, enkarne varlıklar olan bizler aslında, düşüncelerimizden çok daha engin ve deriniz ama zihnimizi, yukarıda açıklamaya çalıştığmız anlamda eğitip kontrol altına alamamışsak, o bize bu güzelliği ve gerçeği yaşatmaz; bizi sahte mutluluklar peşinde koşturur durur. Böylece de; tanrısal realitemizi unutur ve kendimizi tezahüratın çokluğu, çeşitliliği, yapay icap ve ihtiyaçların içinde yitiririz. Bireyler kim olduklarını unuttuklarında ise ; teşevvüş, dejenerasyon, depresyon, öfke, şiddet çatışma kaçınılmaz olur. Çünkü, bireyin yönetimi egosunun ve onun maşası olan zihnini elindedir. Bu zihnin gıdası da, sahte benliklerinin ürünü olan düşüncelerdir. Bu bireyin, farkında olmadan, nefsani bilincinin kabusunun tutsağı olarak yaşamasından doğal birşey yoktur.
     
O halde, düşüncelerimizi aşarak, beşeri zihnimizin dışına çıkmak durumundayız. Bu, aynı zamanda, düşünce akışını yavaşlatma yoludur. Bu uygulamayı sürekli kılabildiğimiz oranda; düşüncelerin, dikkatimizi masetmesini de engelleme şansını yakalayabiliriz.
     
Bu kadarcık bir çalışmadan sonra bile, İSA Peygamberin yaklaşık 2000 yıldan beri yankılanıp duran o veciz ifadesini ve önemini şimdi daha iyi anlıyoruz: “Düşüncelerinizden de sorumlusunuz..!”    

 
.............................
(1) Merkez Yüce Plan Tebliğleri
(2) ‘NOKTA OLMAK’, bir bakıma; ‘kabuklar’ içinde sabitleşip kalmak ve şuur yayılımı yapamamak...
(3) enaniyet: “Her şeyin en doğrusunu ben bilirim...” budalalığı
(4)DİNGİNLİĞİN GÜCÜ, Eckhart Tolle (AKAŞA Yayınları)
(5) Bu konuyla ilgili güzel bir uygulama için bkz. ‘DİNGİNLİĞİN GÜCÜ’(sayfa:29), Eckhart Tolle
(6) Sadıklar Planı Tebliğleri