MESNEV
İ’de TEMEL KAVRAMLAR
ıklar olarak, İlahi İrade Yasaları çerçevesinde ve belli bir yaşam planına uygun olarak, daha doğrusu; geçmiş yaşamlarımızın bileşkesinin belirlediği belli bir yaşam planını uygulamak üzere dünya dediğimiz bu tekâmül ortamında bulunuyoruz. Bu durumda, aslı esası ruh olan bedenli varlıklarız. Başka türlü ifadesiyle, asıl kendimiz olan Yüksek Benimizin bir tezahür uzantısıyız. Bu yapılanma içinde ruh-beden (daha özel anlamda yüksek ben-bedensel ben) ilişkisi kesilmediği sürece can hâlinde(canlı olarak) bulunuyoruz. Dolayısıyla, bedensel ben(görünen/fizik yanımız) olarak, asıl kendimiz olan yüksek benimize bağlı ve bağımlıyız fıtrat olarak. Çünkü(beden olarak) ondan dolayı(yüksek benimizden, asıl kendimizden dolayı) varız, belli bir ömür boyu.Bu durumda, bedenin birinci derecede hâmisi(görüp, gözeticisi, rehberi) yüksek ben dedi
ğimiz meta-biyolojik yanımızdır. Fizik beden olarak yüksek benimiz olan asıl kendimiz adına ve onun alanının içinde bu fizik ortamda bulunuyoruz. Daha genel anlamda; ruh, bedenin içinde değil, beden ruhun içinde… Yüksek Ben olarak, bedenimizin DNA’larına ve atomlarına kadar nüfuz etmiş durumdayız. Onu yönetip, yönlendirerek, belli bir yaşam boyu, belli bir yaşam planını uygulamak için… Sadece beş duyu ile donatılmış olan beşeri beden her şeyi bildiğini zanneder ama çoğu zaman ona birçok şeyi yüksek beni; ilham eder, sezdirir, uykuda, uyanıkken herhangi bir dalgınlık içinde ya da bir hal içinde…Bu hâliyle ve esasen yap
ısal olarak da bedensel benin en yakın ve gerçek dostu onun yüksek benidir. Sadece Mevlana Celaleddin’in değil, Yunus Emre’nin de “Dost, dost…” diye dizeler dizdiği, asıl kendileri olan yüksek benleridir. Bu yüce varlıkların, asıl kendileri olan yüksek benleriyle bağlantıları en üst düzeyde olduğu için, onun hasreti ile “Dost, dost” diye yanıp tutuştuklarını her vesileyle dizelerine aktarmaktan kendilerini alamamışlardır.Biz de bu yaz
ı dizimizin bu ilk bölümünde M.Celaledin’in dizelerinde ben ve yüksek ben kavramlarını irdelemeye çalışacağız. Yukarıda değinip geçtiğimiz bedensel ben-yüksek ben bağlantısı ne kadar güçlü ise(başka türlü ifadesiyle “vicdan kanalı” ne kadar açık ise), sezgi, ilham şeklinde yüksek benden bilgi akışı o kadar bol ve sürekli olur. Çünkü varlık sanki bedenli haldeyken ruh olarak yaşamaktadır. Bu bilgi akışı ezoterik ve inisiyatik gelenekte “sır” olarak adlandırıla gelmiştir. Bu tür “sır” nitelikli “derinliği olan bilgiler” âvâma olduğu gibi aktarılmaz. Yani her bilgi, herkesle, olduğu gibi paylaşılmaz. “Derinliği” olan “sır” nitelikli bilgilerin bir yüzeysel anlamı vardır, bir de içsel anlamı. Bu içsel anlam da kat kat derinleşir gider. Örneğin, “âlemler için bir öğüt”(Zümer 23, Bakara 1) olan Kur’an 7 kat derinlikte anlaşılır. “Sır” nitelikli bilgiyi ehil olmayan kişiye en derin anlamıyla vermek, hiçbir işe yaramayacağı gibi, tohumları “çalılıklara atmak” ya da “incileri domuzların önüne atmak” kadar yersiz ve abes olur. İnisiyatik adap ve realiteye saygının gereği olan bu durumu yüce Mevlana Celaleddin şöyle dile getirmiş:“Dostun s
ırrını kapalı tutmak gerekir.Gerisini hikâyeden anlatmak uygun olur.”
ını dile getirdiği başka dizelerine geçmeden, yukarıdaki dizesinde gördüğümüz “dostun sırrı” ifadesini, “akılla anlaşılabilir âlemin bilgileri” olarak da anlayabiliriz, zaten de öyledir. Dünyasal ya da yüzeysel(pek derinliği olmayan) bilgilere “duyularla anlaşılır/algılanır”, hatta fizik ortamda kısaca “duyulur âlem” denir; fizik ötesine de “akledilir âlem”… Esasen “duyulur âlem” “akledilir âlem” den dolayı vardır. Bunlara “görünen” ve “görünmeyen” âlemler demekte olası ve esasen “görünmeyen”, görünürün içinden geçerek tezahür eder(VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları). Felsefede Yeni Eflatunculuk’taki “ideler âlemi” de “akledilir” yani “görünmeyen” âleme karşılıktır(Akledilir âlemin bilgileri ço
ğunluk için “sır” niteliklidir, yani “gayb” durumundadır ama M. Celaleddin gibi akıl-gönül sahibi bilge insanlar için bu bilgiler sır olmaktan çıkmıştır. Onlar bu bilgileri alırlar ve sembolik ifadelerle(M. Celaleddin’in dediği gibi, “hikâyeleştirerek”) sıradan kimselere aktarırlar. Bu tutum, biliyor olmanın gereğidir. Kime, neyi, nasıl vereceğini bilmek de ayrı bir inisiyatik adap ve incelik gerektirir. Bu inceliğe ve adaba dikkat etmemek, “kaş yaparken göz çıkarmak” gibi istenmeyen bir duruma neden olabilir. Esasen “sır” nitelikli bilgiyi, akıl-gönül sahibi olmayan birey anlamaz; ne kadar gayret etsek de anlamaz… Ona, onun realite düzeyinden hitap etmek gerek; bu yapılamıyorsa sözü uzatmanın anlamı yoktur. Yüce M. Celaleddin bunu da şu şekilde şiirleştirmiş: “Ben sözü uzatsam do
ğru değildir.Çünkü dost ile dost olmayan ne anlar.”
ğü gibi “dost ile dost olmak” tır esas olan; yani yüksek ben ile, “meta-biyolojik yanımız” ile bağlantıyı/iletişimi güçlü ve sürekli kılmak. Bedensel ben(“görünür” yanımız), “dost” tan ne kadar habersiz ve dolayısıyla ona yabancı ise aslından/özünden, öz kendisinden o kadar “kopuk” yaşıyor, yani sadece beden olarak yaşıyor demektir. Bu durum elbette ki, aslı esası ruh varlığı olan bir benlik için büyük talihsizliktir. Bu durumda olanlar genellikle nefislerinin güdümünde ve zulmü altında beşeri zaaflar içinde yaşayan, gerçek özgürlükten ve mutluluktan yoksun kendini bilmezlerdir. Bu anlamda “kendinden habersizlik” de birçok sapmışlık türünün anasıdır. Günümüzde bunun örneklerini her düzeyde çokluk ve çeşitlilik halinde üzülerek görüyoruz. Mesnevi’deki ana kavramları irdelemeye çalışırken elbette ki “kendini bilmek” ve Kur’an’ın da temel kavramlarından olan “sapmışlık” konularına da gireceğiz.M. Celaleddin’in “dost” dedi
ği yüksek ben olan asıl kendimizle “kopukluk”, bir bakıma asıl yanımıza/ öz kendimize yönelik “körlük” tür. Bu anlamda körlük içinde olanlar tam anlamıyla “dünya insanı” yani tam anlamıyla beşer oldukları için “dünya uyanıklığı” içindedirler, çünkü “dünyasallaşmış”(dünya malı olmuş) durumdadırlar. Oysaki “dost ile dost” olarak yaşayanlar, bunların tam tersine “dünya uyanıklığı” na rağbet etmez. “Dost ile dost” durumda olanlar “aklını işleten, bilgiden nasipli”(A’raf 32) kimselerdir. Bunlar için dünyasal/maddesel olan her şey(kendi bedenleri de dâhil), kullanılıp/değerlendirilip terk edilecek birer içsel gelişim aracından başka bir şey değildir. Onlar bu araçları birer “nimet” olarak bilirler ve onlarla özdeşleşmeden onları değerlendirirler ve başkalarının da kullanımına sunarlar. “Rehberlerinden(yani yüksek benlerinden/dostlarından) bir hidayet üzere olan” (Mücadile 11) bu bilge kimselerin uyanıklığı dünyadan çok, dünya ötesi, metafizik ve metapsişik âlemedir. Bu durumun şiirleşmiş ifadesini yine Mesnevi’de görüyoruz:“Ak
ıllı kimseler dünya uyanıklığına rağbet etmez.As
ıl uyanıklık öteki âlemdendir;O galip gelirse, bu cihan alçal
ır.Ak
ıllılık güneştir, hırs ise buz.Ak
ıllılık sudur, gaflet ise kir.”ıllılıkmerkezinin akl
ı ile hareket ediyor olmaktır. Oysaki makbul olan, yüksek akıl merkezinin(bkz. Şekil 1)devrede olmas
ıdır. M. Celaleddin’in ifadesiyle “asıl uyanıklık”, olabildiğince yüksek akıl merkeziyleya
ıanlamda gerçek akla sahip olan kimse, elbette ki bulundu
ğu zaman-mekan koşullarında çevresi içingüne
ılsızBu “ak” herhangi bir konuda hırsa kapılıvermesi de sürpriz olmaz çünkü hareket ve duygu bedenlerinin etkisi altındadır. Hırs ve benzeri gibi olumsuz duygular, bu anlamda “akılsız” bireyin sanki kişilik özelliklerindendir. Çünkü o, duygusallıklarından kaynaklanan, duygusal karmaşa içindedir. Bu kimse, tipik dünya beşeridir ve onun için esas olan M. Celaleddin’in ifadesiyle “dünya uyanıklığına rağbet”tir. “Akılsız” kişi, “dünyaya rağbet” ede ede, dünyaya rağbet etmemeyi ve asıl uyanıklığın; kendini tanıma çerçevesinde, “öteki âleme” yönelik olmakla olası olduğunu öğrenmek durumundadır.
ılsızınYüce M. Celaleddin bu “ak” beşere hitâben diyor ki:
ılsız“Senin cüz’i ve acayip bir akl
ın var,Cihanda kâmil ak
ıl sahibini ara!Cüz’i akl
ın küll ile elbette ki küll olur.Çünkü akl-
ı küll; alçak nefsin boynuna geçirilen bir zincir gibidir.”Dünya be
ği gibi, öyle acayip bir beşeri akla sahibiz ki; başka türlü ifadesiyle, o kadar “akılsız”ız ki… Tebrizli Şems beşerin bu “akılsız” lığını şöyle betimlemeye çalışmış MAKAALAT adlı eserinde: “Sana bir çift söz söyleyeyim: Bu halk nifak yoluyla konuşmaktan ve ikiyüzlülükten hoşlanır, doğru sözden sıkılır. Birine desem ki, ‘Sen çağrımızın tek büyük ve biricik onurlu insanısın’, kuşku yok ki bu laf onun hoşuna gider ve ellerimi yakalayarak, ‘Sizi çok özlemiştim, kusurum çoktur…’ gibi iltifatlarda bulunur. Oysaki geçen yıl onunla dosdoğru konuşmuştum, bana düşman oldu. Aslında bu, şaşılacak bir şey değildir. Çünkü halk ikiyüzlülük yönünden geçinmek ister. Ta ki onunla birlikte hoşluk içinde vakit geçirsin. Ama doğruluk yolunu tuttun mu; dağlara, kırlara kaçmak ister.”Be
ıllar öncesinden dikkat çektiği akılsızlığımızın “acayip”likleriyle ilgili o kadar çok örnek var ki; bunlara çeşitli kaynaklarda kolayca ulaşılabilir. Ancak konumuz bu olmadığı için, biz yine Mesnevi’ye dönüyoruz. Birkaç paragraf önce aktardığımız dizelerinde M. Celaleddin, “kâmil akıl sahibi” ni aramamızı da öğütlüyor. Burada “kâmil akıl” elbette ki Yüksek Ben’in aklı; yani, yüksek akıl merkezi(bkz. Şekil 1)dir. “Kamil akıl sahibi” de, yüksek ben’inin(“dost”unun) aklını fizik beden de tezahür ettirebilmiş, “kalbi ürperti içinde olan”(Kur’an ifadesi) bilge insan/mürşit kastediliyor. Böyle bir akla sahip olmak, elbette ki nefsin egemenliğinden kurtulmuşluğun(yani, gerçek özgürlüğün) belirtisidir.Taklit edilmeye de
ğer bu örnek insan, elbette ki nefsinin dizginlerini kendi eline almış, Muhammed Nebi’nin ifadesiyle “Şeytanını Müslüman etmiş”tir. M. Celaleddin, bu güzel durumu, “alçak nefsin boynuna zincir geçirmek” olarak ifade etmiş. Kur’an, “akılsızlık” illetine çok daha önceleri dikkat çekmiş ve işlevsel aklı(“taakkul”, Zuhruf 3, Yusıf 2) önermiş.Tüm bu uyar
ı ve dikkat çekmelere, ayrıca; bunca inisiyatik öğretiye karşın “akılsızlık” ta ve anlayışsızlıkta ısrar edenler(ki bunlar, görünüşe göre çoğunlukta) “bedene ait işlerde ustalaşıp”, “dünya uyanıklığına rağbet” etmişlerdir ama esasen dünyada bulunuş amaçlarından sapmışlardır. Bunlar şimdi, devre sonunun şu bitiş günlerinde doğruyu bulamamanın telaşı ve kıyam ettirici tesirlere uyamamanın teşevvüşü içindedirler. Oysaki(M. Celaleddin’in ifadesiyle) “Dost ile dost olanlar” söz konusu tesirlere uyumlanmış olmanın huzuru içinde doğru adreste bulunuyor. M. Celaleddin bu iki insan tiplemesini, iki dize içinde şöyle betimlemiş:“Manân
ın güzelliği velileri zahmetsizce sağa sola çeker.Sa
ğa çekiliş nedir, bil: İyi iş.Sola çekili
ın evliyasıTekâmül yolu elbette ki sonsuz ve bu yolun(daha Kur’an’ca bir ifadesiyle “ALLAH’a giden yolun”) bizlerin önümüzdeki menzile varabilmemiz için as
ıl kendimize olabildiğince yakın/benzer olarak yaşamamız gerek; yani “Dost ile dost” olarak yaşamamız gerek. Gerçi madde ile dost olarak yaşamak gibi bir özgürlüğümüz de var ama böyle yaşarsak herhalde çok daha zahmetli ve gecikmiş olarak menzile varırız. M. Celaleddin bu durumu şöyle dökmüş dizelerine:“Yolcunun evine varabilmesi için, birçok menzilden geçmesi gerek…”
ğu bir bakıma, yukarıya doğru koni şeklinde spiral bir gidiştir. Bu spiral harekette her bir tur(M. Celaleddin’in ifadesiyle) bir menzile karşılıktır. Ancak, “dosta gidiş” nasıl simgelenirse simgelensin, en azından şu dünya okulunda ıstırapsız olmuyor, hele devre sonunun şu kritik ve çok önemli günlerinde… Hakk’ın lütfuna gönül bağlamış yücelerden bir başkası olan Hallac-ı Mansur, olgunlaşmanın ve insanlaşmanın zorluğunu şöyle anlatmış(“ALLAH yolunda gitmek zordur. Çok az insan bu yolun zorlu
ğuna tahammül edebilmiştir.Kâinat
ı gözlemlemek, ilmine ulaşmak gayretidir, bir tür ibâdettir.Güçlülerin, azizlerin ve ileriyi görebilenlerin yoludur bu. Dü
ı ne biçimde görünürse görünsün, bu yola baş koyan herkes Cennet’e ulaşacaktır.”Dostu ile dost olanlar, bu yolculukta hep dostun özlemi içindedirler. Bu özlem, Celaleddin ve Mansur gibi kâmil ak
ıl sahibi varlıklarda aşka dönüşür ve bu gibiler için ölüm denen geçiş elbette ki “düğün gecesi” dir. Bu insanlar bu “düğün gecesi” ni yaşamları boyunca özlemle beklerken aynı zamanda bir tür “sarhoşluk” içindedirler. Bunun ne hoş bir sarhoşluk olduğunu onlardan başkası bilemez. Onlar yine de bu ibretlik ve bizler için ideal bir hal olan bu deneyimlerini sözcüklere dökmeye çalışmışlardır. Bu “sarhoşluk” elbette ki ileri bir menzilde bulunmanın sinyalidir. M. Celaleddin bu “Hakk sarhoşluğu” nu şöyle anlatmaya çalışmış:“Sarho
ına düşüp gülüşürler.Hakk sarho
ıklığına rağbet eden uyurgezerlerin madde sarhoşları, dostun sırrına nail olanların halinden elbette anlamaz. Çünkü onlar henüz kendileri hakkında bile bir anlayışa sahip değildirler. Burada ister istemez, “Eşek hoşaftan ne anlar…” halk tabirimiz akla geliyor. Kimse üzerine alınmasın ve “eşek” deyip de geçmeyelim, tüm peygamberlerin sadık bineği olmuştur bu vefakâr ve cefakâr hayvan. Ayrıca Mesnevi’sinin birçok yerinde de M. Celaleddin bu sözcüğü bol bol kullanmıştır, özellikle kendini bilmeyen(bundan dolayı da aldatılarak kolayca sürüleştirilmiş) insan toplulukları için. Kendini bilmemekten kaynaklanan cahilliklerinden dolayı kolayca sürüleştirilmiş olan(M. Celaleddin’in ifadesiyle)bu “çocuklar”, birkaç paragraf önce değindiğimiz ve zorluklarla dolu olduğunu vurguladığımız tekâmül yolunun kenarındaki misket ve boncuklarla oyalanmayı ne yazık ki hüner ve akıllılık sanmışlardır. Gerçek anlamda akıllı olmayan(yani, işlevsel akla sahip olmayan) bu yığınlara göre, bu “ceviz-misket” oyununa katılmayanlar; aptal, yarım akıllı, zevksiz zavallılar, hatta “üşütükler” diye anıla gelmişlerdir. M. Celaleddin’de, yukarıdaki dizelerinde bundan yakınıyor. Bu durumun, kayıtlara geçmiş beklide en kadim örneklerinden biri, ünlü filozoflardan Fisagor’un çağdaşı Tales’le ilgilidir(M.Ö. 600): Ünlü düşünür gökyüzüne bakarak, düşüne düşüne yürümekte olduğu karanlık bir gecede farkında olmadan bir çukura düşer. Durumu gören bir kadın, “A aptal adam, burnunun dibini görmeyecek kadar beceriksizken; gökleri, en uzakları görmeye çalışmak senin neyine!”diye densizce bir laf etmiş. “Sürüleşmiş”, “beyinsiz” yığınlara( Takdir etmek bize dü
ığından kurtulması için,Ham olan
ın, ayrılık ateşinde pişmesi gerekir.”İşte, insanın yüceliğiyle bağdaşmayan, hamlık sözcüğünde anlamını bulan “çocukluk” tan kurtulup, “sarhoşluk” un tadına varabilmesi için, bu anlamda “pişmesi” gerekiyor ki bu da genel anlamda “insanlaşmak” tan başka bir şey değildir. İnsanlaşmak çilesi çekilmeden, hamlıktan/çocukluktan kurtulmak olası değil. Aksi takdirde, 100 yaşında da “buluğa ermeden” bedeni terk etmek durumu söz konusu olabilir. Yüksek benimizin(en gerçek anlamda “dostumuzun”) cazibesine kapılmış olmakla gelen “sarhoşluk” elbette ki erdirici sarhoşluktur. Dostlar başına…
M. Celaleddin’in yukar
ıdaki anlamda “dost”un bulunduğu plan katmanı(“akılla algılanır”) ortam için kullandığı sözcüklerden biri de “gül bahçesi” dir. M. Celaleddin’in ifadesiyle “gül bahçesi” ni, yüksek benimizin titreşim düzeyi olarak düşünebiliriz. M. Celaleddin, “süprüntülük” e benzettiği dünya mekânından kurtulup, en kısa zamanda “gül bahçesi” ne dönmeyi öğütlüyor aşağıdaki dizelerinde:“Yeti
ıkta bir ışık görünmede;Durmaks
ızın adımlarını sıklaştır,Kuytuyu geç,
İrem Bahçeleri’nde dolaş…”ıntılı bilgi için bkz. PLOTİNOS, Enneadlar- Ruh ve Madde Yayınları.“Beyinsizlik”
sözcüğünün geçtiği ayetler: Bakara 142, Nisa 5, Cin 4, En’am 140, A’raf 66 + 67 + 155.ALLAH ile ALDATMAK,
Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK(Baskı 16, Sayfa 261).“Dönü
konulu ayetler; Alak 8 + 9 + 19, Gaşiye 25, Maide 105 + 48, En’am 38, Nur 41 + 42, Kasas 88, Fatır 18, Zümer 44, Tagabun 3, Ali İmran 158 + 83, Rum 11, İnşikak 6, Yunus 4 + 23, Mü’minun 61, Bakara 28 + 203 + 223 + 245, Kalem 15, Lukman 14, Meryem 93, Hadid 3, Ankebut 8.şümüz O’nadır…”“Ölüm ötesi ve spatyomun a
konusunda bkz. RUH ve KÂİNAT, Dr. Bedri RUHSELMAN.şamaları”HALLAC-I MANSUR, Prof. Dr. Niyazi ÖKTEM.
“ALLAH her an ba
konulu ayet: Rahman 29.şka bir iştedir…”şmek7) herkesten çok iyi bilenlerdendi. Biz de ALLAH’a benzemek, O’nun sıfatlarıyla(Esma-ül Hüsna) sıfatlanmak(Tasavvuf’taki ifadesiyle “O’nun rengiyle boyanmak”) durumundayız. ALLAH, Kutsal Kelamı olan Kur’an’da bizlerden bunu bekliyor. M. Celaleddin’in ifadesiyle, “İrem Bahçeleri”nde dolaşacak hale gelmek gerek. Aksi takdirde, “süprüntülük” sözcüğünde anlamını bulan titreşimi kaba(“karanlık”) ortamlardan kurtulup, yükselip ışıklı ortamlara(“gül bahçeleri” ne) ulaşmak olası değil. Yarasagibi, süprüntülüklerin karanlığını yeğleyip, oralarda takılanlarında kıskançlığına takılmamak gerek.)…………………………………………….
Bu konuda ayr
şir, bu süprüntülükten gül bahçesine yönel.Çünkü karanl
“Kabuklar içinde sabitle”
ifadesinde anlamını bulan atalete yer vermeyen, aklı işleterek sürekli aksiyon halinde bir yaşam şekli önerisi… Karanlıktan kurtulup, aydınlıklara/güzelliklere yönelmeyi öğütleyen ibretlik bir özdeyiş. İnsanın yüceliğine de yakışan bu değimlidir? Çünkü aslımız/özümüz, öz kendimiz olan ruh varlığı, evrenlerin aktif elemanıdır. Biz bedenliler de, ruhun tezahür uzantıları olduğumuza göre, onun gibi olmak durumundayız. Kur’an’dan esinlenerek “İki günü eşit olan ziyandadır.” diyen yüce Peygamber de bize yaraşanın bu olduğunu söylemiş. Çünkü o, “ALLAH’ın her an değişik bir işte olduğunu”(şmez ama söz konusu hamlıklarından dolayı, M. Celaleddin’in yukarıdaki dizelerinde, onlardan “çocuklar” diye söz etmesi son derece doğaldır. Bunun elbette ki yaşla-başla da ilgisi yok; birey kendine gelmediyse, 100 yaşında da “çocuk” hamlığında olabilir. Ama insandan beklenen “çocukluk” anlamında hamlıktan kurtulup, hiç değilse biraz “pişmiş” olarak öte âleme(“dost”un yanına) gitmektir. Bu durumla ilgili olarak M. Celaleddin bir dizesinde de şöyle diyor:“Burada pi
şmiş gerek, ham gönül değil.Nifak haml
2) göre, Tales; kendini bir şey sanan aptalın tekidir. Böyle düşünmeleri doğaldır çünkü onlar, fikir çilesi nedir bilmeyen ve “kalabalık” tan başka bir şey olmayan “beyinsizler sürüsü” dür(2). Biz, Kur’an tabirini kullanarak “sürü” diyoruz ama sonsuzluk erlerinden “ALLAH adamı” M. Celaleddin, “sürüleşmenin” ne demek olduğunu bizden daha iyi biliyor olmanın verdiği cesaretle onlara “eşek sürüsü” diyor. M. Celaleddin’in bu “sürü zihniyeti” mensuplarına “eşek” sözcüğünü münasip gördüğünü, yorumumuzun akışı içinde ilerleyen paragraflarımızda tekrar ele alacağız. Çünkü simgesel anlamda “eşeklik”, sürüleştirilmiş olduğundan bile haberi olmayan(M. Celaleddin’in ifadesiyle) “dünya uyanıklığına rağbet edenler”; yani, kendinden habersiz bedensel ben olarak yaşayanlar(İsa Nebi’nin ifadesiyle de “ölü yaşayanlar”) topluluğudur. Bu nedenle, bizim şimdiki konumuz içindedir, tekrar döneceğiz.şluğundan başka herkes çocuktur.Her biri daha yüz ya
şında(olmasına karşın) buluğa ermemiştir.”Dünya uyan
şluk hâlini bilmeyen çocuklarOnun ard
şmanı bol, engeli çok ve uzun bir süreçtir.Kim olursa olsun, tarz
6):şinin, ALLAH’ın yolunda ilerlemenin Kur’an’ca ifadesiyle “ALLAH’a dönmenin”(4) kademeli olduğunu, hakikatten hakikate geçerek ilerlemenin söz konusu olduğunu belirtiyor M. Celaleddin. Buna, “realiteden realiteye geçerek gitmek” de diyoruz. Burada “eve varmayı”, mensubu olduğumuz ruhsal planımıza dönüş olarak da düşünebiliriz: Enkarne ruh varlıkları olarak, bağlı olduğumuz planların tezahür uzantıları olduğumuzu biliyoruz. Planımızdan(yani asıl vatanımızdan), yuvamızdan ve gerçek dostlarımızdan geçici olarak ayrılıp geldik buraya… Elbette ki dönüşümüz de oraya olacaktır. “Tekâmül etmemek” diye bir şey de söz konusu olmadığına göre; fizik bedeni her terk edişten sonra, planımızın biraz daha süptil(yüksek titreşimli) noktasına dönmek söz konusu. Yani, her bedeni terk edişte(“ölüm” denen geçiş ile) “dost” a kavuşuyoruz. Elbette ki, bedeni terk eder etmez “dost” un yanında bulmuyoruz kendimizi; bunun da aşamaları var(5). Tedriç Yasası gereği olan bu aşamalar M. Celaleddin’in yukarıdaki dizesinde “menziller” olarak geçiyor.Sufizm’de “seyr-i süluk” olarak da geçen tekâmül yolculu
Burada tekâmül gidi
ş nedir: Bedene ait işler.”Kur’an’da “Rahman” olarak geçen “Veliler”, “Dost ile dost olmak” ın verdiği arınmışlık ve bilgelikle ayetlerin manâsına kolayca nüfuz edebilirler; yüksek/ince(süptil) tesirlere kolayca uyumlanabildikleri için, onlarla motive olabilirler. Onlar için süptil tesirlerin motivasyonu yeter. Günlük ifadesiyle, “Anlayana sivrisinek sazdır.” Veli nitelikli insanlar ayetlerdeki(ki ayet olmayan hiçbir şey yok, gören gözler için... Zariyat 20 + 21, Fussilet 53, Secde 26, Neml 52, Bakara 171, Naziat 26, Ra’d 4, Nahl 6 + 12, Casiye 13) anlamı ve bu anlamın güzel etkisini anlayabilecek durumdadır. Öte yandan, beden olarak yaşayanlar, asıl kendilerinden habersiz ve uzak durumda “bedene ait işler” de ustalaşmıştır.
şerin “akılsız” lığından kaynaklanan “acayip” durumunu yansıtan başka bir istatistikî gerçek(3): Dünya nüfusunun % 60’ı, hijyenik temizlik olanağından yoksun. Bu nüfusun temel gıda ve koruyucu sağlık harcamaları için yılda 13 milyar dolara ihtiyaç var. Durum böyle iken, AB ve ABD’de evlerde beslenen hayvanların yemleri için yılda 17 milyar dolar harcanmaktadır. Yine AB ve ABD’de, kadınların parfüme harcadıkları para yoksul ülke kadınlarının doğum ve sağlık harcamaları için gerekli olan 12 milyar dolara eşdeğerdir. Durum böyle iken her yıl 8 Mart’ta “Dünya Kadınlar Günü” kutlamaları çerçevesinde hiç sıkılmadan hanımlarımıza yönelik övgü dolu ama içleri boş sözler söyleriz. İki paragraf yukarıda bir saptamasını aktardığımız Tebrizli Şems’in dediği gibi gerçekten ikiyüzlü akılsızlarız…M. Celaleddin’in dizelerinde ve
Şems’in saptamasında gördüğümüz “akılsızlık” ve “ikiyüzlülük” ten kaynaklanan bir gaflet ve dalâlet içinde oluşturduğumuz ruhsuz teknoloji ile dünya yıkımız eşiğine gelmiş durumda. Pek çok çevre sorunun ölümcül etkisi altında endişelerimizi artık gizleyemez olduk. “Akılsız” beşer oturduğu dalı kesmekte olduğunun farkında bile değil.Yüce M. Celaleddin’in yüzy
şeri olarak gerçekten “acayip” bir aklımız var. Birkaç güncel ve trajikomik örnek verelim: Dünya beşeri “akılsızlığından” kaynaklanan hırsını tatmin için, başkaları üstünde hegemonya kurmak istemiş, bunun en geçerli yolu olarak da “maddesel/makamsal üstünlük” ü görmüştür. Ne ilginç talihtir ki, anılan hegemonyaya karşı çıkanların zafer yolu da, madde üstünlüğü sağlamaya bağlandı. Böylece beşeriyet bünyesinde, ekonominin tarihe ve ideye(îmana) egemenliği; hem hırsına yenik düşenlerce, hem de onlara antitez olanlarca, savaş alanının tek gerçeği durumuna getirildi.M. Celaleddin’in belirtti
ş gibi aydınlık kaynağıdır.Birey bu anlamda “ak” durumda ise “gaflet”(ve dalâlet) içinde olması hemen hemen kaçınılmazdır.
şıyor olmaktır. Yine Mesnevi’deki ifadesiyle “Dostun sırrı” na açık olmanın dışa vurumu “dostun ile hareket ediyor/yaşıyor olmaktır. Akıllılığın böylesini M. Celaleddin “güneş” e benzetiyor. Buakl
”2) olmaktadır. Bu anlamda “akılsızlık”, bedensel yanımızın kısımlarından olan(bkz. Şekil 1) hareketBurada “ak”(Kur’an’daki “akılsızlık’ ın tersi olarak), sahip olduğumuz aklı işletiyor, yani “işlevsel bir akla”(“tahakkuk”- Yusuf 2, Zuhruf 3) sahibiz anlamında bir sözcüktür. Elbette ki herkesin aklı vardır ama birey, aklını içsel gelişim yönünde kullanamıyorsa, yani aklı; nefsinin egemenliği altında ise, bu durum, Kutsal Kelam’a göre “akılsızlık” hatta “beyinsizlik”(
Görüldü
1).M. Celaleddin’in “yüksek ben”(“dost”) kavram
Yüksek Ben(“Dost”):Enkarne varl