Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

22 Kasım 2014 Cumartesi

Mesnevi Dizelerinin Düşündürdükleri

Mesnevi Dizelerinin Düşündürdükleri 

BEDENSEL BEN ve YÜKSEK BEN 
HAZIRLAYAN: Selman GERÇEKSEVER
Giriş
Dünya insanı (beşeriyet) olarak, Kur’an ifadesiyle(Tin 5) “aşağıların en aşağısı” nda bulunuyorsak da; insanın, “en güzel bir biçimde”(Tin 4) ve “âlemlere rahmet” olarak (Enbiya 107) yaratılmış olduğunu da Kur’an’dan öğreniyoruz. Bugünkü beşerin “potansiyel insan” olarak bu yüceliği, aslının / esasının ruh varlığı olmasından ileri geliyor. Yine Kur’an’a göre “âlemlere üstün kılınmış olan” (Duhan 32) ruh varlığıdır. Dünya insanı dediğimiz  beşer de, bu “üstünlüklerle donatılmış yanı” nı (İsra 70) (erdemleri) bedeninde (bedensel beninde) tezâhür ettirebildiği oranda insandır ve gerçek anlamda da o derece değerlidir. Dolayısıyla insan sâdece bedenden ibâret olmayıp, o esasen ruh varlığıdır ve beden / organizma ruhtan dolayı vardır. Beden, ruhun tezâhürüdür. Yunus Emre bu gerçeği, “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.” şeklinde ifadeye koymuştur.

Yunus Emre gibi, Mevlana Celaleddin ve benzeri büyük inisiyeler de ( ve en son olarak Bedri Ruhselman’da İLAHİ NİZAM ve KAİNAT adlı eserinde) bu gerçeği değişik şekillerde ifade etmişlerdir. Biz şimdi bu, bu kaynaklardan (ama ağırlıklı olarak MESNEVİ’den) yararlanarak, görünmeyen “asıl kendimiz” ile görünen “bedensel benimiz” ve bağlantılı konuları irdeleyeceğiz. Önce varlıksal yapımıza bakalım:

Varlıksal Yapımız
 Önce, İLAHİ NİZAM ve KAİNAT kitabıyla gelen ve en son bilgilerin ışığında “bedensel ben”in ve “yüksek ben”’in konularını varlıksal yapımız içinde görelim: Az yukarıda, “bedensel ben” dediğimiz görünen yanımızın ruhtan dolayı var olduğunu söylemiştik. Ruh ve beden (yani madde) cevher olarak aynı yapıda olmadıkları için, ruhun beden ile doğrudan bağlantısı söz konusu değildir; arada “yüksek benimiz” olan evren varlığımız bulunuyor. Aslında beden (görünen biz) ve yüksek ben (görünmeyen evren varlığımız) ruhtan dolayı var. Başka türlü ifadesiyle biyolojik bir yapı olan dünya bedeni, yüksek benimiz olan evrensel varlığımızdan dolayı, evrensel varlığımız da ruhumuzdan dolayı var.
Yüksek benimiz olan evrensel varlığımız, evren ötesi durumdaki ruhumuzun evrendeki bir tekâmül aracı, evrensel varlığımızın âlemlerdeki gelişim aracı da bu görünen biyolojik bedenimiz (organizma) Bir evren, âlemlerden oluşmuş maddesel bir mekândır (1) Bu yapılanma içinde ruhtan başka her şey değişik titreşim düzeylerinde maddedir. Evren varlığı da “şuurlu bir                
                        Resim  1
 madde” dir. (2). Varlığın, evren boyunca gelişim süreci içinde oluşan özbilgi birikimi, “ruhun tekâmül değerleri”ni oluşturur. Bu tekâmül değerleri, ruhlarla varlıklar arasındaki bağlantıyı sağlayan tesirlerdir (3). Bu temel yapılanmayı İLAHİ NİZAM ve KAİNÂT kitabından bu şekilde ortaya koyduktan sonra, bu durumu M. Celaleddin’in nasıl dizelere döktüğüne bakalım.
Diyor ki, “Beden, ruh için bir çadıra benzer.” Girişte de belirttiğimiz gibi ruh ve madde cevherleri farklı varlıklar oldukları için, doğrudan bağlantıları ve ilişkileri söz konusu değildir. Esasen evren üstü ruh ile madde âlemindeki bir biyolojik yapı (beden) arasında evren varlığı vardır. Ruhun, evren varlığı ile bağlantısı, varlığın özbilgi birikimi (yani, tekâmül değerleri) iledir. (3) Evren varlığının, bir uzaysal objedeki (örneğin dünyadaki) bedeniyle bağlantısı da “perispiri” (4) aracılığıyla oluyor. Ruh, sanki kendisini
         Resim 2
maddenin giderek kabalaşan ortamlarında korumaya almak için (M. Celaleddin’in ifâdesiyle) bir “çadır” a bürünmüş ya da gizlemiş. Bu benzetmede (teşbihte, sembolizmde) esas olan “çadır” değil, “çadır”ın içinde olandır. Çünkü “çadır”, onun içinde olandan dolayı vardır. Biyolojik yapı olan beden (organizma) ruhtan dolayı vardır. Bu durum, genel kural olarak; tesirin kabalaşarak (titreşimini düşürerek) tezâhür etme şekli ve bir bakıma da, tesirin maddesel ortamlarda ilerlerken sergilediği uyum hareketidir(bkz. Resim-2). Bu durum Yunus Emre’nin dizelerinde “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” şeklinde ifâde bulmuştur. Ruh varlığı bir şeylere “bürünmeden”( bu “bürünme” / örtünme bir “çadır”, “beden” vb. olabilir) bir mekânda tezâhür edemiyor

“Beden, ruh için bir ‘çadır’a benzer” dizesi de dâhil, bu çalışmamızda ele alacağımız Mesnevi dizelerinde anlamını bulan “bedensel ben ve yüksek ben (evren varlığı)” ilişkin teknik ayrıntısı ve açıklamasını  İLAHİ NİZAM ve KAİNÂT kitabında buluyoruz. (5).

Tesirin Maddesel Ortamda İlerleyişi
 “Tesirler ‘yukarı’dan ‘aşağılar’a inerken / indikçe, ‘basitleşirler’, ‘yukarılar’a çıktıkça da mudilleşirler(karmaşıklaşırlar).”
Kitap’ın bu ifadesinde “aşağı”=titreşimi kaba/düşük ortam, “yukarı”=titreşimi/frekansı yüksek ortam(boyut, plan, hatâ uzaysal obje…) anlıyorum. “basitleşirler” sözcüğünden de= değerlerinin bir kısmını yitirirler, zayıflarlar anlıyorum.
“Yukarı”dan gelen bir tesirin bu anlamda “basitleşmesi”, “aşağı”daki birimin (birim düalitenin) “yukarı”dan gelen tesirin tahribatından korunması demektir. Kitap’a göre, bu bir “süzgeç /ayarlama mekanizması”dır.
Örnek:
Tesirin “yukarı” dan “aşağı”ya inmesi durumu(Yani, titreşimi yüksek ortamdan, titreşimi düşük ortama ilerleyişi): Dünya dış uzaydan sürekli olarak tesir bombardımanı altındadır. Dünyaya yönelik bu tesirler arasında, dünyayı büyük zararlara sokabilecek olanlar az değildir. İşte dünya çavresinde bulunan “süzgeç mekanizmaları”, dünya için zararlı oalan bu tesirleri süzer. Bu “süzgeç mekanizmaları”nın hedefi, dünyanın kaldıramayacağı kadar kuvvetli olan (frekansı yüksek olan) tesirlere yol vermemektir.
Tesirin “aşağı”dan “yukarı”ya doğru ilerlemesi durumu (yani, titreşimi düşük ortamdan, titreşimi yüksek ortama doğru). Tesirin “yukarı”ya doğru ilerlerken, mudilleşmesi(karmaşıklaşması, güç/zor nitelikler kazanması)durumu: “Aşağı”dan gelip, “yukarı”ya doğru giden tesir, bir üst maddesel ortamdan(boyuttan / plandan) geçmek için, oradan değerler alarak, kendi bünyesini genişletir / mudilleştirir(geldiği yere oranla mudilleşir). “Yukarı”ya doğru çıkarken, “yeni değerler alması” demek, onun; “çoğala çoğala / güçlene güçlene / mudilleşe mudilleşe ilerlemesi” demek oluyor.
Tesirin bu hareketi(yani, “yukarı” çıkarken, mudilleşmesi; “aşağı” inerken basitleşmesi/zayıflaması ve değer yitirmesi) onun uyum hareketidir (boyutlarla /planlarla “kaynaşma” hareketidir). Böyle bir mekanizma olmasaydı, maddesel ortamlarda çeşitli “kaynaşmazlıklar” (uyumsuzluklar) olur ve tesirler yarar saylayacakları yerde, tahribata neden olurdu. Tüm bu “tesir ayarlama / süzgeç mekanizmaları” da gene, Yüksek İcaplar’ı taşıyan üstün tesirlerin kontrolları altında bulunmaktadır. (Kaynak: İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar 67+68)

Beden Mekânda, Ruh Mekânsızlıkta
Ruh ve bedenin, hatta varlık ile ruhun apayrı cevherlerde yaratıklar olduğunu, dolayısıyla ruh ile bu maddesel yapıların bir arada (aynı mekânda) bulunamayacaklarını yukarıda belirtmiştik. Ruhun dışında her şey madde olduğuna ve ruhun madde ile maddesel yapılarla doğrudan bağlantısı bulunmadığına göre, ruh bir bakıma “mekânsızlık” ta geri kalan her şeyde değişik titreşim düzeyindeki (farklı süptillerdeki) mekânlarda bulunuyor. Mesnevi’de bu gerçeği şöyle ifade bulduğunu görüyoruz: “Sen mekândasın, aslın mekânsızlık. Bu dükkânı kapa, asıl dükkân odur.” Burada aynı zamanda esas olanın ve de önemli olanın ruhsal yan olduğuyla ilgili de bir işaret var. Ama  o ayrıntıya girmeden önce, maddesel ortamlarla madde ötesi (fizik ötesi) dediğimiz ortamlar üzerinde bildiklerimizi anımsayalım:

Tesirlerin bir maddesel ortamdaki belirtisi harekettir. Başka türlü bir söylemle, bir tesir herhangi bir maddesel ortamda hareket şeklinde tezahür eder. Evren içindeki maddelerin bünyelerindeki hareketlerin artması ve maddesel bileşimlerinin karmaşıklaşması; tesirlere hedef olma alanlarının genişlemesi / değerlerin artması durumudur (6). Dolayısıyla bir maddesel yapının (örneğin, bedensel benin ) gelişmişliği, giderek daha suptil (yüksek titreşimli) tesirlere hedef olabilme becerisiyle doğru orantılıdır. Bu da o bedenin (bireyin) arınmışlığını / aydınlatılmışlığın; ifade eden güzel ve makbul bir durumdur.

Bizler “yarı idrakli” ya da “yüzeysel idrakli” (7) beşeri varlıklar olarak, göremediğimiz, elle tutamadığımız ve teknolojiyle saptayıp ölçemediğimiz şeylere / nesnelere “fizik ötesi” , “mekan / madde ötesi”, “mekânsızlık”  vb. deyiveririz, hatta bunları bilim dışı, gerçek dışı sayıveririrz. Oysa, metapsişik bilimin İLAHİ NİZAM ve KAİNÂT kitabıyla revize edilmiş olan bilgilerinin ışığında biliyoruz ki; spatyom (âhiret) dediğimiz ortam da; fizik ötesi değil. Fiziktir. Yani maddedir. Biz tamamen beşeri bir yanılgı olarak; çok sınırlı olan algılama olanaklarımızın, duyu organlarımızın ve araç-gerecimizin algılama sınırı dışında olduğu için oraya ya da orada bulunan varlıklara “mekân dışı” ya da “mekânsızlık” diyoruz. Oysa, dünyanın spatyomu ve ötesi de dâhil, tüm evren maddesel bir mekândır (8). Evren, özbenliğimizin yani asıl varlığımızın bulunduğu mekândır.(9). Şimdi bir bu durumumuzla, ama işin /konunun gerçeğini bilerek, “Özbenliğimiz olan varlık mekânsızlıktandır” diyebiliriz. Çünkü, beş duyumuzla ve aletlerimizle özbenliğimizi algılayamıyoruz. O halde özbenliğimiz olan asıl varlığımız “yok” tur ya da daha iyimser bir ifadeyle o “mekânsızlık”tadır…

Bu yaklaşım, evrene / âleme ve insana bir gözü kapalı ya da at gözlüğüyle bakan, bilimsel tutuculuktan yakasını kurtaramamış maddeci bakış açısıdır. Oysa, tüm kutsal ve inisiyatik öğreti ile metapsişik bilim; herkesin bir özbenliğinin (asıl kendisinin) olduğunu, esas ve hep var olanın o olduğunu, biyolojik bedenin (organizmanın geçici bir gelişim aracı olduğunu, bu gelişim aracının özbenlikten dolayı var olduğunu, özbenliğin de ruhtan dolayı var olduğunu hep söyleye gelmiştir. Son yarım yüzyıldan beri  maddeci / tutucu (sözde “pozitif”) bilim, parapsikoloji ve kuantum fiziğiyle insanın bu görünmeyen mekânsızlıktaki yanına yaklaşmaya çalışıyor(10). Bu yaklaşım, henüz onun (asıl varlığımızın / özbenliğimizin) tezâhürlerine yönelmiş durumda olsa da hiç yoktan iyidir, maddeci dünya bilimi açısından büyük bir sıçrama sayılabilir…

Gaybın Giderek Aydınlanması
Şimdi biz M. Celaleddin’in yaptığı gibi, yine de beşeri (yarı idrakli) bir yaklaşımla özbenliğimizin  “mekânsızlık” ta olduğunu söylemiş olalım ki (aldatıcı da olsa) görünüşe göre öyledir…Özbenliğimizin bulunduğu evren (görünmeyen yanıyla) “mekânsızlık” olursa, evren üstü durumda olan ruh (bkz. Şekil 1) haydi haydi “mekânsızlık” ta olur. Belki de asıl mekânsızlık orasıdır… Bu, bizler için tam anlamıyla “gayb”  durumunda ve gaybı ALLAH’tan başkası bilemez. Bu arada, geçtiğimiz zamanlarda pek çok bilgi “gayb” niteliğini yitirmiştir. Yani pek çok bilinmeyen ve hatta yarı idrakli beşer kafasıyla inkâr ettiğimiz ve okullarda bu şekilde okuttuğumuz pek çok bilinmeyen (“gayb”) bilinir duruma gelmiş “gayb” olma niteliğini yitirmiştir. ALLAH Kur’an’da meâlen; “Gayb’ı ben bilirim” diyor ama aklımızı işleterek O’nun âyetlerini görmemizi ve irdelememizi de ısrarla istiyor. Yani, “gayb”  olan her şeye nüfuz etmemizi, bilgilenmemizi, öğrenmemizi istiyor.

Aslında ALLAH’ın bilgisi her yerde, her şey O’nun âyetlerinden başka bir şey değil. ALLAH’ın bilgisi çokluk ve çeşitlilik hâlinde tezâhür etmiş durumda. Yeter ki bizler O’nun âyetlerine nüfuz etme liyakatimizi artıralım. Esâsen ALLAH da bizden bunu istiyor: “Çevreniz âyetlerle dolu, görmez misiniz, düşünmez misiniz, akıl etmez misiniz…” mealindeki âyetler ile bizleri, “gayb” olana nüfuz etmeye zorluyor; sanki, “Siz bir adım atın, ikinci adımda biz varız…” der gibi. Yukarı’sı, fizik ötesi yanımız, asıl kendimiz (yüksel benimiz) elini bize (bedensel benimize) doğru uzatmış durumda. Mesnevi’de bu durum şöyle ifade bulmuş:
“Gayb âleminden bir hitap ruha tekrar tekrar gelir.
Ten cihanından çık azâd ol.”
Yukarıda belirttiğimiz gibi, sonsuz yüceliklerden, o ışıklı ortamlardan bilgiler akıp durmaktadır. Görenin de önünde, görmeyenin de… Yeter ki, biz kendimizi (bedensel benimizi, yani şu anki enkarne durumumuzu bu “hitabı”(sezgileri / bilgileri) alacak süptiliteye(inceliğe) getirelim. Bu da belli bir arınmışlık düzeyine ulaşmakla elde edilecek bir liyakattir. Beden (nefs) aracılığıyla maddeye bağlılık ve bağımlılık bu liyakatin önündeki en büyük engeldir. Bu tutsaklıkla (yukarıda belirttiğimiz, “ceset olarak yaşamak” ile) bu liyakate ulaşmak çok zordur. Bu nedenle, anladığımız kadarıyla; M.Celaledin de, bu tutsaklıktan “azâd” olmayı öneriyor: “Ten cihanından çık azâd ol.” Ruha daha “yakın” olan yüksek ben için bir bedene bağlanmış olmak gerçekten tutsaklıktır. Ama fizik beden yukarıdaki anlamda arındırılırsa, nefsin hegemonyasından kurtarılırsa, bu tutsaklık daha az zahmetli ve yaşam da o kadar başarılı geçer. Burada esas olan, bedenli olarak yaşamak (“ten cihanında”) ama bedenin / “tenin” tutsağı durumunda olmamak: Bedenli halde bedensizmiş gibi (yani, güçlü bir şekilde Yukarı’ya bağlı) yaşamak. Bu makbul durum, yüksek bene(asıl kendimize) ve yüksek ben kanalıyla ruha sıkıca bağlanmışlığın ifadesidir ki bu durum “ALLAH’ın ipine bağlanmak/tutunmak”…mealinde Kur’an’da ifadesini bulmuştur. Bu durum da varlık için pek çok “gayb”, “gayb” olmaktan çıkar elbette…

Aydınlanmak
Maddesel yapılar (örneğin, enkarne varlıklar, yani bedensel benler, gelişim olgusu içinde giderek süptilleşirler. Bu süptilleşmenin (titreşimin yükselmesinin) gereği genel anlamda arınmak ve aydınlanmaktır. Bedensel benin gelişimi demek, giderek daha süptil tesirlere hedef olma alanlarının genişlemesi ve değerinin artması demektir (6). Varlık geliştikçe daha süptil bedenlere enkarne olmak durumundadır. Örneğin, âlemlerle dolu evrenin herhangi bir noktasındaki uzaysal objesinde öyle bedenli varlıklar olabilir ki, biz onları şu hâlimizle ve sınırlı bilgilerimizle ruh sanabiliriz. Kendi varlıksal yapımızı göz önüne getirecek olursak (Şekil -1) özbeliğimiz olan evrendeki varlığımızda maddesel bir yapıdır ama şu andaki bedensel benimize göre çok çok süptil bir yapıdır. Elbette ki evrende ondan da süptilleri vardır ve bu süptileşme evrenin Ünitesi’ne kadar sürüp gider (11).
Görülüyor ki, tezâhürat ortamında giderek süptilleşen bir yapılanma bulunuyor. Bu yapılanma içinde bedensel benler ve onların asıl sahipleri durumunda olan özbenlikler (evren varlıkları) gelişim olgusu içinde bir ortamdan bir üst ortama geçerek ilerlerler. Dünyada bu beşeri realite “basamaklarında” ilerleyiş şeklinde olur.

Âlemde boyuttan boyuta atlayarak… Şimdi, dünya beşeriyeti olarak bizler de içinde bulunduğumuz bu hidrojen âleminde, şimdiki zaman–mekân kesitine bu şekilde geldik (12). Sürekli bir yerden bir yere geçiş söz konusu ve bir yer, bir önceki yerden daha değerli çünkü hak edilmeden (liyakat artırılmadan) bir üste geçilmiyor. İşte üzerinde durduğumuz Mesnevi dizesinde de yüce M. Celaleddin bu gidişi “dükkândan dükkâna geçiş” şeklinde ifâdeye koymuş: “Bu dükkânı kapa, asıl dükkân odur.” Yani aslolan ve varlık için en önemli hedef “mekânsızlık”tır. Bir üst mekân, bir alta göre “mekânsızlık” tır, yani daha süptil bir ortamdır.

Bu dizede M.Celaleddin ‘in “Bu dükkânı kapa !”  demesinde sanki bir uyarı da var gibi… Çünkü yarı idrakli enkarneler olarak, alışkanlıklarımızın rehâvetine kapılma ve onlardan ayrılmama gibi bir beşeri zaafımız da var: İçinde bulunduğumuz durumun (realitenin / anlayışın) otomatizmasına, hatta rahatsızlıklarına bile alışıveririz. Zihinsel konforumuzun bozulmasını istemeyiz. Bir üst realitenin (yeni bilgilerin, farklı yaklaşımların) kazanımları önümüze serilse bile, onlara uyum sağlayarak, idraklenme zahmetine girmek istemeyiz. İçinde bulunduğumuz zaman ve mekân koşulları hiç değişmeden sürsün isteriz çünkü onlara alışmışızdır, onlarla baş etmeyi öğrenmişizdir. Belli bir otomatik yaşayışın rahatlığı / rehaveti egomuzun hoşuna gider ama bu, gelişim için, bir üst realiteye yönelmek ve oraya aday olma liyakatini kazanmak bakımından hiç iyi bir durum ve tavır / tutum değildir. Gelişim açısından, insanlaşmak bakımından bu olumsuz durumun kadim inisiyatik öğretilerdeki ve hatta dinsel öğretideki karşılığı “kabuklar içinde sabitleşip kalmaktır”. Varlık için, yazımızın giriş kısmında verdiğimiz Kur’an âyetlerinde anlamını bulan, insanın yüceliğiyle bağdaşmayan talihsizliklerden biri budur. Bu yüzden beşeriyet; tembellik / miskinlik, olumsuz anlamda tevekkül konularında hep uyarılmış ve sürekli çalışma / etkinlikte süreklilik önerilmiştir. Aklın bile işlevsel olması gereği üzerinde durulmuştur.

İşte bu nedenle mekânın, bir realitenin (genel anlamda bir gelişim düzeyinin bilgisi alınınca, deneyim ve görgü birikimi tamamlanınca, bir üst gelişim düzeyine yönelmek gerek, hep yeni olanın arayışı içinde olmak, idraklenme ve şuurlanma (dolayısıyla gelişme) cehtinin gereğidir. Eskiye bağlı kalmak tutuculuktur, bağnazlıktır ve bu durumda olanlara, telâfi edilmesi zor / ıstıraplı yaşam sınavları getirmekten başka bir kazanım sağlamaz/ sağlamıyor. İşte bu zor ve sıkıntılı durumlara düşmemek için zihinsel ve bedensel konforun rehâvetine düşmeden her yeni olana, iyiye / güzele ve bir üst anlayış düzeyine (“mekânsızlık”a) yönelik olarak yaşamak gerek. M.Celaleddin’de bunu söylüyor: “Bu dükkânı kapa asıl dükkân odur” Burada, “bu dükkân” dan “dünya yaşamı” nı; “asıl dükkân” dan da (yukarıda değinip geçtiğimiz ve dipnot -12’de kaynağını verdiğimiz) “Yarı Süptil Alem”i de düşünebiliriz. Nasıl ki, Mesnevi’nin başka bir yerinde de şu dizeleri görüyoruz.
“Yetişir, bu süprüntülükten gül bağçesine yönel.
Çünkü karanlıkta bir ışık görünmede; durmaksızın
Adımlarını sıklaştır, kuytuyu geç, İrem Bağçeleri’nde dolaş.”
M.Celaleddin gibi, bir üst realitenin (var oluş düzeyinin) ihtişamını bilen / gören ve belki de oradan gelmiş bir varlık için burası (dünya) elbette ki bir “süprüntülük” tür. Burada “süprüntülük” değersiz , işe yaramaz, işi bitmiş şeylerin (eşyanın) atıldığı / biriktirdiği bir yerdir. Süprüntülük bir “kuytu” da olabilir. M. Celaladdin’in seçimi olan süprüntülük sözcüğünde anlamını bulan değersizliği ve düşkünlüğü, yazımızın başında verdiğimiz Kur’an ayetlerinde de görüyoruz: “aşağıların aşağısı” Tezâhürat ortamındaki hiyerarşik yapılanmada her bir varoluş düzeyi bir üstüne göre titreşimi (süptilitesi) düşük, Mesnevi ifadesiyle “süprüntülük” (ya da Kur’an ifâdesiyle “aşağı”) durumundadır. Bu dizesinde M. Celaladdin bizlere, içinde bulunduğumuz zaman – mekan koşullarından daha iyisinin bulunduğu bir yerin olduğunu (yani bir üst realite düzeyini işaret ediyor. Bu dikkat çekiş aynı zamanda; ileriye, yeniye, iyiye, iyinin de iyisine doğru gidişin önemini ve gelişim açısından verimini belirten bir uyarı oluyor.

Maddenin Aldatıcı Câzibesi
Şimdi bizler genel beşeri görünüm olarak elbette ki esâsen ruh varlıkları olduğumuz için, fıtratımızda bulunan bu itilişi, daha doğrusu içten gelen “bir itilişi” duyuyoruz ama, kendinden (yani asıl kendisinden, özbenliğinden) habersiz, yarı idrakli varlıklar olduğumuz için , bu itilişle ağırlıklı olarak maddeye yöneliyoruz. Maddesel birikimi artırdıkça güçlü ve güvende olacağımızı / olduğumuzu sanıyoruz. Esasen bir yandan maddenin aldatıcı cazibesi, bir yandan maddeci ve sömürgeci kapitalist sistem, zaten egosunun güdümünde olan dünya insanını madde ve beden ağırlıklı yaşamaya zorluyor.

Bunun çıkar yol olmadığını, insanın gerçek doğasına uygun olmadığını, sdece Mesnevi gibi inisiyatik eserlerde ve öğretilerde değil devre başından beri (M.Ö. 6-7000’ler….) kutsal metinlerde söylendi durdur ama Kutsal Kelam’ı kaale alıp, bu “süprüntülük” ten kurtulan çok az insan oldu. Bu kurtulanlar / uyananlar kadim zamanlardan beri (peygamber, veli, mürşid ve büyük inisiyeler olarak) uyanmakta zorluk çekenleri uyandırmaya çalışıyor.

Her gelişim / var oluş düzeyi bir üstüne göre bir “süprüntülük” olduğu gibi, aynı zamanda “karanlık”tır da. Yani “titreşimi / süptilitesi düşük”  anlamında karanlık. Birey, içsel gelişim yönünde biraz samimi cehit sergilerde, hele bir idraklenme cehtini sürekli kılmaya çalışırsa, içinde bulunduğu karanlık, bir üst gelişim düzeyinin ışığıyla aydınlanmaya başlar. Bir üst gelişim düzeyini “gül bağçesi”ne benzeten M. Celaladdin, oranın ışığına / aydınlığına şöylece şâirane bir güzellikle dikkat çekmiş: “…gül bağçesine yönel. Çünkü karanlıkta bir ışık görünmede.” M. Celaladdin bununla da yetinmememizi belirtmek için ekliyor: “...durmaksızın adımlarını sıkılaştır, kuytuyu geç, İrem Bağçeleri’nde dolaş.” Burada da idraklenme cehtinin sürekliliğinin yararı ve bu cehtin, kişiyi bir üst realiteye ulaştıracağı vurgulanıyor.

Bu dizelerdeki “adımları sıklaştırmak”, tasavvuftaki “Seyr-i Sülük” gidişini de çağrıştırıyor. Benliğin (bedensel benin) arındırılması “seyr-i süluk” denen tasavvuf disipliniyle de olasıdır ama aslında tüm varlıklar seyri sülük durumundadır. “Süluk”; yola koyulmak, yolda yürümek anlamında bir sözcüktür. Bu yol ALLAH’a giden yoldur. Esasen bu yolda olmamak, “ALLAH’a gitmemek / dönmemek”  söz konusu değildir. Dönüşümüz O’nadır. (Alak 8+19, En’am 38, Gaşiye 25, Kasas 88, Maide 48+105, Nur 42, Yasin 22, Yunus 23, Tagabun 3 ) Bu “dönüş” giderek O’na benzemekle olasıdır ama bu “dönüş”, “dönüşüm”  ve benzeyiş sonsuzdur. Yani bu “gidiş” ten kasıt sürekli olarak O’na yaklaşmaktır (Alak 19) Esas olan O’nun sıfaklarıyla (Esmaül Hüsnâ) sıfatlanmaktır. Bunun tasavvufi ifadesi “Tanrı’nın rengi ile renklenmek” tir. Söz konusu “gidişin / dönüşün” belli bir yöntem ve disiplin içinde hızlandırılmış şeklinin adı Tasavvuf’taki “seyr-i sülûk” tur (13).

İrdelemeye, anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştığımız yukarıdaki Mesnevi dizelerinde gördüğümüz “gül bağçesi / İrem bağçesi” (14) benzetmelerini yüksek benimizin (asıl kendimizin) bulunduğu evren vasatı (15) olarak da alabiliriz: Çünkü gerçekten de esas olan; enkarne bir varlığın (bireyin) tekrar tekrar bedenlenmeler boyunca gelişiminden amaç, asıl kendisini (yani yüksek benini / özbenliğini) bedensel beninde %100’e yakın bir şekilde tezâhür ettirmektir. Dolayısıyla bizler için, yaşamlar boyu biricik hedefe o “gül bağçesi”dir, giderek daha süptil (titreşimi yüksek “aydınlık”) ortamlara enkarne olmaktır. Bu durumda bedensel benin hem rabbi (görüp gözetici ve öğretmeni), hem de sorumlusu kendi özbenliğidir. Kur’an’da da bu; mealen, “özbenliğin sana yeter” şeklinde ifade bulmuştur. Esasen, Mesnevi dizesindeki, “karanlıkta bir ışık”  söylemi de bireyin özbenliğinin ışığı, yani vicdanıdır. Yüksek ben ile bedensel benin bağlantısı vicdan kanallarıdır. Bu bağlantı ne kadar güçlü ise (yani o “ışık” ne kadar parlak ise) yüksek ben, bedensel bende o kadar iyi bir şekilde tezahür ediyor demektir. Esas olan ve makbul olan da bundan başkası değildir. Bunu başarmak bizim varlık/ var oluş nedenimizdir. Yüce M. Celaladdin de çeşitli benzetmeler kullanarak bunu anlatmaya çalışıyor. Tüm inisiyatik ve dinsel öğretilerde vicdan konusunun üzerinde ısrarla durulmasının nedeni de budur. Psikolojik, sosyolojik ve etik açılardan da vicdan özgürlüğünün, dolayısıyla laikliğin önemi buradan gelir. Vicdanı egonun esaretinden, egemenliğinden kurtarmak insanlaşmanın gereğidir.

“Sarhoşluk” ve “Çocukluk”
M. Celaladdin’in söylemiyle “gülbağçesinin ışığı” olan vicdan kanalından gelen yüksek ben kaynaklı tesirin sezgilerimizin bedensel bendeki tezahürü, Mesnevi’nin başka bir dizesinde “şarhoşluk” sözcüğü ile ifade bulmuştur:
“Sarhoşun hâlini bilmeyen çocuklar onun ardına düşüp,
gülüşürler. Hakk sarhoşundan başka herkes çocuktur;
her biri daha 100 yaşından olsa, buluğa ermemiştir.”
M. Celaladdin’in yeğlediği “sarhoşluk” sözcüğünde anlamını bulan içsel deneyim, değişik öğretilerde “vecd”, “sürür”, “aydınlanma”  ve “büyük sevinç hali” olarak da ifade bulmuştur (16). Bu durumun din psikolojisindeki karşılığı “İlâhi Kudretin İşareti” dir. Ünlü ilahiyatçılarımızdan ve din psikoloğu olan Prof. Dr. Hayati Hökelekli İlâhi Kudret’in işaretleri / belirtileri konusunda şöyle demiş: (17) “İlâhi Kudret’in alâmetleri kendisini; rüya, sezgi, mistik deneyim Kutsal Kitap’ı okuma, tapınma, vb. gibi değişik içerikte olaylar yoluyla gösterir.” Burada “İlâhi Kudret”, “her şeyi çepeçevre kuşatmış olan ALLAH’ın rahmeti” (A’raf 156) olup, geçtiğimiz paragraflarda ayrıntısını verdiğimiz “tesirin maddesel ortamlarda ilerleyişi”  esasına dayalı bir olgudur(bkz. Resim-2). Tesirin madde üzerindeki etkisi ve tezâhürü harekettir. M. Celaladdin’in söylemiyle “sarhoşluk” deneyimi, enkarne varlığın İlâhi Kudret kaynaklı bu tesire verdiği tepkidir. Bu tepki elbette ki bireyden bireye (organizasyonun arınmışlık ve gelişmişlik düzeyine göre) değişecektir.

“İlâhi Kudret”, “ALLAH’ın rahmeti”, “Asli İlke” (18) her an her yerde var, tüm evrenler (görünen / görünmeyen yanlarıyla O’nun etkisi altında ama belli bir arınmışlık düzeyine gelmiş olanlar onu algılar ve kendine göre bir tepki verir. Bu tepki M. Celaladdin’de “sarhoşluk hâli” olarak; Hallac-ı Mansur’da “Enel Hakk” olarak dillendirilmiştir (19). Böyle bir deneyimden haberi olmayanlar, insanın gerçek doğasından, hatta kendinden habersiz olanlar için bu tür mistik / dinsel deneyimler, vecd hâli vb. bir anlam ifade etmez; halüsinasyondan, fizyolojik bir rahatsızlıktan, tesâdüften, hatta gülüp geçilecek bir saçmalıktan başka bir şey değildir. İşte bu gibilere M. Celaladdin, “sarhoşluk hâlini bilmeyen çocuklar” diyor. Gerçekten de “çocukluk”, pek çok bilgiden yoksunluğu ve bir bakıma “hamlığı / cahilliği” ifâde eden bir dönemdir.

Ayrıca, “çocukluk”  sözcüğünde anlamını bulan “hamlık ve câhillik”  ille de çocukluk dönemiyle sınırlı bir eksiklik de değildir. Kişi gereken idraklenme cehtini gösterememişse, kendisini geliştirememişse, ileri yaşlarda da bu eksiklikten kurtulmamış olabilir. Kaldı ki, bu “eksiklik” in giderilmesi kitâbi bilgi ile (yani enformasyon ile de) olacak bir şey değildir. Hele günümüzde olduğu gibi, maddeci yaklaşımla verilen sözde eğitimden birey kendisini özgürleştirememişse; M. Celaladdin’in dediği gibi “…100 yaşında olsa, bulûğa bile ermemiştir.” Yunus Emre’de bu durumu hemen hemen aynı şekilde vurgulamıştır: “İlim, ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır?” Kişinin kendinden habersiz olması en büyük ve önemli câhilliktir ve “çocukluk” tur. Çevremizdeki olanaklardan, ALLAH’ın nimetlerinden / ayetlerinden kendimizi tanıma yönünde yararlanmıyorsak, bir şeyler eksik kalıyor, yaşam iyice değerlendirilmiyor demektir. Çünkü her şey varlığı  gelişimi için, ruhun tekâmülü için birer araçtan başka bir şey değildir.

Ölü Olarak Yaşamak
Bir enkarne varlık için kendinden habersiz olmak, yani bedenden ibaret olduğu yanılgısı içinde yaşamak, kısaca “beden olarak yaşamak”, varlığın dünyada bulunuşuyla bağdaşmayan en büyük câhillik ve aldanmışlıktır. Buna bazı inisiyatik öğretilerde “ceset olarak yaşamak” , “ölü yaşamak” da dendiğini biliyoruz. Varlık asıl kendisin (özbenliğin, yüksek beninin) gerçekten ne olduğunu anlamak için, yaşam planını; maddeye ve bedene yönelik, beden ağırlıklı yapabilir. İşin aslının, “ceset olarak”, “ölü olarak”  yaşamak olmadığını idrak etmek için bir ya da birkaç yaşamı böyle geçirebilir.

M. Celaladdin bu konudaki uyarısını bir Mesnevi dizesinde şöyle vermiş:
“Vücudun yağlı ve tatlı ile beslenirse özünde bir canlılık kalmaz.
Bedenin misk içinde olsa; öldüğün gün onun fenâ kokusu meydana
çıkar.”
Beden (organizma) varlığın (özbenliğin/ yüksek benin) dünyadaki gelişim aracı; belli bir yaşam planını dünya ortamında uygulayıp, deneyim ve görgü birikimini arttırması için bir araçtır. Dolayısıyla beden ağırlıklı yaşamak, hele hele kendini bedenden /organizmadan ibaret sanmak, aracı amaç edinmek anlamına gelen büyük bir talihsizliktir. Kur’an’ın önerdiği şekilde “orta yol” da, yani dengede mâkul vicdan uygulamasında olmak gerek. En az, bedene verdiğimiz önem ve bakım kadar, beden ötesine de (yani bedenin asıl sahibine de ) önem vermek gerek. Hz. İsa bunu, “Çanağın dışını yaratan, içini de yaratmadı mı!” şeklinde ifadeye koymuştur (20). Burada beden “çanak” a benzetilmiştir. Bu çanağın dışı, enkarne varlığın görünen yani ki buna “kabuk”  demek de olası; çanağın içi ise varlığın görünmeyen ama aslolan yani özbenliği, asıl kendisi. Kendini “kabuk” tan ibaret sanmak elbette ki insanın gerçek doğasına uygun düşmeyen, fıtratıyla bağdaşmayan bir yanılgıdır.

Bu söylemlerimizle, bedenin, dünyanın ve dünya yaşamının kötü olduğunu ima etmek istiyor değiliz. Tam tersine; beden, gelişim için, ALLAH’ın bize emâneti olan değerli bir araçtır ve asıl kendimizin (bedensel benimizin, özbenliğimizin) dünyadaki görünümüdür. Onsuz, varlık olarak dünyada hiçbir şey yapamayız ama o sâdece bir araçtır. Dalgıç giysisi dalgıcın (deniz altı araştırması için) bir aracıdır, malzemesidir ve o giysi dalgıcın kendisi değildir. O, sâdece iyi bir şekilde; belli bir süre, belli işler için kullanıp, çıkarılacak bir araçtır. İşimizin selameti bakımında ona iyi bakmak akıllılıktır ama onunla özdeşleşmek, kendimizi o sanmak, ona aşırı değer vermek akılsızlık ve aldanmışlıktır.

Beden gibi dünya da bir gelişim aracıdır; varlıkların bilgi uygulaması yaparken, deneyim ve görgü birikimlerini arttırabilmeleri için bir uygulama ve gelişim alanı. Birey için nasıl, beden değil, beden ötesi esas ise, dünya yaşamı için de dünya değil, dünya ötesidir esas olan. Dünya ve dünya yaşamı geçicidir ama geçici olmayan, hep var olan varlığın kendisidir. Varlığın var oluşu da bir evren boyuncadır ama bizlerin şimdiki anlayışımıza göre bu süre “ebedî” dir. “Ebedî” lik kavramı bile biz yarı idrakli varlıklara göredir. Aslında mutlak anlamda ebedî olan, ALLAH’ dan başkası değildir. Yaratılmış olan her şey geçicidir. Bu “geçicilik”, “yok oluculuk”  anlamında değildir, sürekli değişim söz konusudur, tek değişmez ama tüm değişimlerin nedeni olan ALLAH’tan başkası değildir. Evren varlığının da sâhibi ve yöneticisi olan ruh da tekâmüle, dolayısıyla değişime tâbidir (resim - 1).

Bu ek bilgilerden sonra, tekrar konumuza dönerek yinelemeliyiz ki; geçici olanı, fâni olanı esas almak doğru bir saptama olmamanın ötesinde, bir aldanmışlıktır. Dünya yaşamını da esas almak; makamla, şöhretle, parayla / servetle özdeşleşmek büyük bir adanış, bireyin başına telâfisi zor, ıstıraplı yaşam sınavlarını (ıstıraplı bir gelecek yaşamını) zorunlu kılan beşerî bir sapmışlıktır. Bu sapmışlığı sergileyelim diye kutsal metinlerde ve seçkin inisiyatik öğretilerde uyarılar, tembihler dile getirilmiştir. Örneğin, Kur’an’ın hiçbir yerinde dünya yaşamı kötülenmemiştir. Dünya yaşamı (bedenli yaşam) biz varlıklara yönelik ilâhi bir lütuf, heba edilmeyecek bir gelişim(insanlaşma) fırsatıdır. Kur’an’da 100’den fazla yerde geçen “dünya” sözcüğü isim olarak değil, sıfat olarak yer almış ve yaşam sözcüğünün sıfat konumunda kullanılmıştır: “El Hayât ed- dünya” Bu tamlamanın karşılığı; basit, iğreti, adi yaşam demektir. “Dünya” sözcüğü, adilik, iğretilik anlamındaki “denâet” kökünden gelen bir sıfattır. Oysa bizler günlük dilde ve elbette ki yanlış bir şekilde isim olarak kullanıyoruz…Dolayısıyla “dünya” ile “yerküre” de eşit değildir; birincisi sıfat, ikincisi isimdir. Kur’an, yerkürenin ibretlerle, hikmetlerle ve ayetlerle dolu olduğu; dünya yaşamının içsel gelişim için verimli bir olanak olduğunu yer yer vurgulanmaktadır. Ama o gelişim için sâdece bir araçtır, özdeşleşilecek, hedef addedilecek bir amaç değildir.

Gönlümüz Nerede
Görülüyor ki, bedene bakıp, dünya yaşamına bakıp; içte olanı, içsel olanı (yani aslolanı) yadsımak, yanlış adreste dolaşmak ve kayıpta olmaktır. Bu yanılmışlık halk arasında şu şekilde de ifâdeye konmuştur: “Yer yüzünde âbad olan, gökyüzünde berbâd olur.” Aynı şey Hz. İsa öğretisinde, “Hazinen neredeyse gönlün oradadır”(20). Yani, bireyin değer verdiği şey neredeyse, gönlü oradadır. Makbul olan elbette ki; gönlün, aslolanda olmasıdır (yani ebedi yaşamda); bedende, dünya yaşamında (yani geçici / fâni olanda) değil.

M. Celaleddin de, üzerinde durduğumuz bu son dizesinde bunu bireysel düzeye yönelik olarak vurguluyor: Vücuda aşırı önem verip, onu “yağlı ve tatlı ile beslemek”, yani gönlümüz bedende (“kabuk”ta) olursa, “özde bir canlılık kalmaz”, aslolan yadsınmış, enkarnasyon amacımız hebâ edilmiş değilse bile, iyi değerlendirilmemiş olur. Zaten bu Mesnevi dizesinin düz anlamıyla alsak da , zarar / isabetsizlik kaçınılmazdır: Bedensel sağlık, organizmanın sağlığı bozulmuş demektir. Yağlı ve tatlı ağırlıklı beslenmenin sağlıksızlığa dâvetiye çıkarmak olduğunu günümüz maddeci tıbbı da söylüyor.

Tüm bunlara karşın bazı kimselerin (belki de çoğunluğun) neden beden ve dünyasal yaşam ağırlıklı yaşadığının yanıtı da bu Mesnevi dizelerinde (dolaylı da olsa) gizli sanıyoruz. Çünkü beşer, yarı idrakli ve henüz nefsinin egemenliğinden kurtulmuş değildir. Nefs ise vicdan mekanizmasının negatif kutbudur(22). Bu negatif kutup da, eğer kontrol altında değilse, bireyi sürekli bedensel ve maddesel, biyolojik, hedonik hazlara çeker. Yani bu birey, “kalbiyle / gönlüyle yaşayan” değil, “nefsiyle yaşayan”  bir beşer tiplemesidir. Bu gibiler maddesel değerlerle kolayca kandırılıp, etki altına alınabilir. Şeytâni tezgâh tüm dehşetiyle bu gibilerin üzerinde gerçekleşir. Gençliğin büyük çoğunluğunun bu etki altında olduğunu görmek zor değildir. Çünkü nefsin kontrol gücü okullarda onlara kazandırılmıyor; dolayısıyla gerçek anlamdaki eğitimden yoksullar. Sâdece öretilme de bu iş olmuyor. Dünya yaşamının aldatıcılığından maddesel değerlerin ve maddeyle gelen mutluluğun aldatıcılığından kurtulmak gerek. Damak zevkine yenik düşerek, çılgınca alkol almış olan birisi kendinde değildir ve bu nedenle sarhoş olduğunu inkâr etmesi doğaldır. Kendini bilmez kişi de dünya nimetleriyle  ve maddesel birikimle azmış (sarhoş ) durumda ise, kendisini bedenden ibaret zanneder ve asıl kendini (esasen bir ruh varlığı olduğunu) inkar eder. Bu durum kozmik bir enâyilik değilse bile “beşeri bir akılsızlık” tır. Beden / madde sarhoşu olmak yerine, yüksek benin sarhoşluğunu bedende (bedensel bende) hissetmek, yani “Yukarı’nın sarhoşu”  olmak gerek.

Kişi bu anlamda Yukarı’nın (asıl kendisinin) “sarhoşu” olursa, gerçek özgürlüğe, maddeden /nefsten bağımsızlığa ve gerçek güce de kavuşmuş olur. Kâmil birey bu durumda olan varlıktır. Bakın, kâmil kişinin birkaç özelliğini yüce  M. Celaleddin şu dizelerinde nasıl vermiştir:

“Kamil toprağı ellese altın kesilir.
Ham kişinin elinde altın ise küle döner
O doğru kişi Tanrı katında makbul olduğu için;
her işte onun eli Tanrı elidir. Noksan kişinin eli ise,
şeytana âlettir; işi de her zaman hile ve düzendir.”
M. Celaleddin, madde ve nefs bağımlısı câhiller için Mesnevi’de farklı söylemler kullanmıştır. Şimdi ele aldığımız dizelerde bu gibiler için “ham kişi” ve “noksan kişi” diyor. Böyleleri için Mesnevi’nin başka bir dizesinde “kör”  sözcüğünü kullanmıştır:
“Madem ki o değnek savaş ve kin aletidir;
ey kör, onu kır! Ey körler; çâreniz aranıza
bir gören kimseyi almaktır.”      
Burada gördüğümüz “kör” ve “gören (gözler)” sözcükleri, kendini bilmez câhiller ve bunun tersi düzeyde olanlar için Kur’an’da da kullanılmıştır. Meâlen, “Gören gözler için çevreniz, âyetlerle doludur” şeklinde birçok âyet Kur’an’da yer almıştır. Yani, her yerde bolluk ve çeşitlilik hâlinde bulunan ALLAH’ın âyetlerini fark edebilmek için gören gözlere sâhip olmak gerek. Birey belli bir idrak, basiret, fehim ve ferâset düzeyine gelememişse, fizyolojik bakımdan sağlıklı gözleri olsa da, o kimse “kör”  demektir. Buradaki görmezlik / körlük, madde ve nefs bağımlılığı da içeren cahillikten kaynaklanan kendini bilmezlik ve aymazlıktır ve bu anlamdaki körün elbette ki bir mürşide yol gösterene ( “görene”) yani eğitim ve öğrenimine gereksinimi vardır. Esasen “gören” in de (bilenin de) sorumluluğunun gereği gördüklerini / bildiklerini, buna gereksinimi olanlarla ve ilgilenenlerle paylaşmaktır.

Elbette bilenle bilmeyen bir olmaz (Kur’an, Zümer 9). Burada bilinen şeyin içeriği kitâbi bilgi (enformasyon) olacağı gibi, “kendinin esasen ne olduğunu bilmek” de olabilir ki makbul olan “bilmek” de budur. Kendini bilmeyenin elinde kitâbi bilgi yük bilgidir, hamallıktır ve kendini bilmeyen birinin, nefsâniyet ağırlığından ve kabalığından dolayı  onu kötü amaçlarla da kullanılabilir. Bu nedenle, âlimin de selim akla sahip olanı makbuldür. Böyle âlimlere (genel anlamda “bilenler” e) Kur’an’da ve Mesnevi’de çok övgü vardır. Örneğin, Kur’an’ın “akıl sahipleri ve âlimler için” olduğu belirtilmiştir (22). Elbette ki kutsal kelam  tüm beşeriyet içindir ama onu en iyi anlayanlar / anlayacak olanlar “akıl – gönül sahibi bilen kişiler” dir. Bu anlamda biliyor olmanın duyarlılık ile kötülüklerden sakınma ve İlâhî İrâde Yasaları’na ters düşmeme titizliği “ALLAH’tan korkmak” şeklinde ifâdeye konmuştur. Ve bu durumda olanlar, böyle bir duyarlılığa sahip olanlar “ancak bilginlerdir” ( Kur’an Fatır 28)

Gerçek Anlamda Güçlülük
Özellikle “kendini biliyor olmak” ve bunun gereğini yapma ve ona göre yaşama konusunda belli bir duyarlılığa sahip olmak gerçek anlamda güçlülüktür. Çünkü bu kimsenin Yukarı ile (yani yüksek beni / özbenliğiyle) bağlantısı güçlüdür, nefse bağımlılığı azalmıştır, nefsini kontrol altına alabilmiş, ona karşı muhalefet gücü oluşmuştur. Bunun tersi durum olan nefse bağımlılık ( hodkamlık) ise güçsüzlük ve (nefse, maddelere hatta şahıslara) köleliktir. Buna geçtiğimiz paragraflarda değinmiştik. Az önce değinip geçtiğimiz Yukarı’yla olan güçlü bağlantı Kur’an’da “ALLAH’ın ipi”, “sağlam kulp” olarak; Sadıklar Planı Tebliğleri ve İlahi Nizam ve Kâinat kitabında da “vicdan (mekanizması)”, “vicdan dualite birimi” olarak ifade bulmuştur (23).

İşte bu anlamda güçlü olan kişi, M. Celaleddin’in dizesindeki söylemi ile “Tanrı katında makbul” olduğu için, onun maddeyi (“toprağı”) değerlendirmesinden de her olumlu / verimli / yararlı ürünler ortaya çıkar. Çünkü bu kimse her şeyin olumlu yönde, insanın hayrına değerlendirilmesi gerektiği yönünde bir bilince sâhiptir. Mesnevi’de gördüğümüz ifâdeyle “ham kişi” nin elinde ise maddesel olanaklar / nimetler (“toprak”) altın olsa bile “küle” dönüşür. Çünkü bu gibiler, genel anlamda olanakların (“nimetlerin” –Kur’an) değerini bilmezler, zaten pek çoğunu da göremezler, gördüklerini de nefsâni yönde kullanırlar, uyarıdan ve öğütten de anlamazlar (Kur’am – En’am 111, Enbiya 45). Algı körlüğü içinde olan “ham kişi” (Mesnevi) ihânet ve aymazlığını birleştirerek toplumda birçok olumsuzluğa da neden olur. M. Celaleddin’in “noksan kişi” olarak ifadeye koyduğu bu kimse de aymazlık (ve bağlı olarak ahmaklık) bilinç ve basiretinin yerini almıştır. Bu gibiler uyarılara ve yasalara karşı gaflet ve aldırmazlıkta ısrarlıdırlar ve daha da kötüsü bunu akılılık sanırlar. Çünkü Yukarı’yla (özbenlikleriyle) bağlantılarının zayıflığından dolayı “aymazlık uykusu” içindedirler ama kendilerini “uyanık” sanırlar ve “uyanık ve kurmaz” olmak gerektiğini bunun aksinin “enayilik”  olduğunu savunurlar. Bu gibi basiret özürlüler için “ham”  ve “noksan” sıfatlarını kullanan M. Celaleddin’e hak vermemek olanaksız…

Bunların “şeytana âlet” (şeytanın maşası, şeytan amelesi / uşağı…) durumunda olmaları durumunu da biraz açmaya çalışalım: En son ele aldığımız Mesnevi dizesindeki “noksan kişi” söyleminden, nefsini kontrol edemeyen, nefsi tarafından yönlendirilen kendinden habersiz beşer tiplemesi olduğunu yazımızın akışı içinde belirtmiştik. Esâsen şeytan, enkarne varlığın nefsi, yani “içsel gelişim” anlamında eğitilmeye edeplendirilmeye muhtaç ham yanıdır. Dolayısıyla herkesin bünyesinde, değişik kalabalık düzeylerinde olmak üzere bir şeytan (nefs) vardır. İçsel gelişim bakımından başarılı olanlar nefislerini eğitmişler yani şeytanlarını edeplendirmişlerdir. Hz. Muhammed’e, “Ey ALLAH’ın elçisi, herkesin bir şeytanı vardır, senin yok mu?” mealinde bir soru yöneltildiğinde, yüce Peygamber, “Benim de vardır ama ben onu Müselman etmişimdir”  şeklinde yanıtlamıştır. “Müselman” , “teslim olmuş” anlamında bir sözcüktür. Yani başıboşluktan kurtulmuş, sâhibine (enkarne varlığın özbenliğine) teslim olmuş demek. Sanki sâhibine sadık evcilleştirilmiş, işe yarar duruma getirilmiş bir köpek gibi…Esasen “köpek” sembolizmi nefse karşılıktır. Kadîm tasavvufta ve Sufizm’de eğitilmemiş nefs , “kelp” olarak geçer (“kelp” , köpek demektir).

Mesnevi ifadesiyle “ham / noksan kişi” , M. Celaleddin’in kullandığı sözcükle “şeytana âlettir”. “Şeytana âlet olmanın” değişik ifadelerini, konuyla ilgili kaynaklarda; “şeytanın oyuncağı olmak”, “şeytan amelesi olmak”, “şeytanla arkadaş olmak” şeklinde görüyoruz. “Şeytana arkadaşlık” Kur’an’da da kullanılmıştır(Zühruf 36). Hatta şeytanın (nefsin) “rezil edici arkadaş” olduğu belirtilmiştir. Gerçekten de edeplendirilmemiş bir nefsin kişiyi kusurdan kusura iten, kandıran, kötü yollara sürükleyen bir sözde arkadaştan farkı yoktur. Bu “arkadaş” aslında sinsi bir düşmandan başkası değildir. Bu sinsiliğin devlet boyutundaki uluslararası görünümü “stratejik ortaklık” tır. Günümüzde “stratejik ortaklık”  diye diye güçlü devlet güçsüz olan devleti tahakküm altında almakta ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmektedir. Bu da nefsin / şeytanın eğitilmemişliğini  canavarlaşmış devlet boyutudur.

Şeytanın Sürüleştirme İşlevi
Biz şimdi tekrar bireysel düzeydeki; “hamlıktan” , “noksanlık” tan  ve dolayısıyla kendini bilmezlikten kaynaklanan şeytanlığa dönecek olursak, diyebiliriz ki, bu durumda olan bireyler daha güçlü insan kılıklı şeytan yöneticiler tarafından kolayca sürüleştirilebilirler / sürüleştirilmişlerdir. Esasen bu şeytanın / nefsin birey için sınav aracı olma görevi kapsamındaki sürüleştirme işlevidir. ALLAH Kur’an’da şeytanın kötülüklerine dikkat çekmekle kalmamış; şeytanın toplumları sürüleştirici işlevlerine de dikkat çekmiştir. Şeytanın (yani nefslerinin) tutsakları (Furkan 29) durumunda olan bireylerden oluşan toplumlar sürüleşmeye mahkumdur. Kur’an’da beşeriyet şu şekilde uyarılmıştır: “…’bizi davar gibi güt’ demeyin!” (Bakara 104). İşte nefslerin güdümünde olan basiretsiz, insan maskeli şeytan yöneticiler toplumların sürüleşmesinden yanadır çünkü sürüleşmiş toplumlar kolayca kandırılıp, yönlendirilir ve yönetilir, hatta sömürülür. Bu da günümüz küresel kapitalizmin tarzıdır.

Bu ibretlik ve insan onuru ile bağdaşmayan durumlar, başta Kur’an olmak üzere, Mesnevi ve benzeri derinlikli bilgiler içeren inisiyatik öğretilerdeki uyarılara ve dikkat çekmelere aldırış etmemenin tâlihsiz sonuçlarıdır: Sürüleşmiş (davarlaşmış) bir kitle şeytana teslimiyet malzemesi (Mesnevi ifadesiyle “şeytana alet”) olmaya hazır demektir. Bunun içindir ki şeytan, kütleyi teslim alma stratejisinin ilk adımı olarak kütleyi “davarlaştırır”. Yani bireyleri, akıllarını işletmez, sorgulayamaz duruma getirir. Bu durum, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın…”, “Çalıyor çırpıyor ama bizi de görüyor…” deme basiretsizliğinin dışa vurumudur. Bu durum aynı zamanda içsel gelişim açısından “bedensel ben” ile “yüksek ben” arasındaki potansiyel farkın büyük oluşunun, “bedensel benin yüksek benden kopukluğu”nun dışa vurumudur. Bu da Mesnevi ifâdesiyle “hamlık ve noksanlık” tır. Bu durumda olan bireyler Kur’an’la gelen emredici uyarılara değil, şeytanın işittirdikleri kulak verirler. (Şuara 221+222+223). Çünkü düzeyleri bunun gerektirir.

Görülüyor ki şeytan (nefs) her an iyiliklere güzelliklere burnunu sokmaya, iğva edici vazifesini yapmaya hazırdır. Bu onun fıtratında vardır ve ALLAH’a yemin ederek bu vazifesini / işlevini aksatmadan yerine getireceğine söz vermiştir: “Yemin olsun onları saptıracağım…”(Nisa 119). Şeytan vazifesini yerine getirmede çok başarılıdır; o kadar ki, peygamberin almaya çalıştığı vahiylere bile burnunu sokma cür’etini gösterebilmiştir. Bu kadarı da inanılacak gibi değildir ve “ALLAH’ın gözü önünde bu olur mu, canım?” dedirtebilir insana. Bu, elbette ki; Hz. Muhammed gibi yüce bir varlığın medyomluğuyla ALLAH, vahyini beşeriyete indirirken, şeytanın tasallutunun girişimi bile söz konusu olamaz. Zaten bunun olamayacağının ifadesini Kur’an’da da görüyoruz: (ALLAH, şeytana hitaben) “Kuşkusuz, benim kullarım üzerinde senin hiçbir sultan olmayacak.” (Nisa 65). Nisa 62’de de şeytanın söylemini görüyoruz: (Adem’e yönelik küçükseyici bir ifadeyle) “Şu benden üstün kıldığına bir baksana!...”Yemin olsun onun soyunun, pek azı hâriç hükmüm altına alacağım.”Burada şeytanın “pek azı hâriç” söyleminden, nefsini kontrol altına almış (Mesnevi’deki sözcüklerle) “ham ve noksan” olmayan aklıselim sahibi, akıl-gönül sâhibi bireyleri anlıyoruz. Yine üzerinde durduğumuz Mesnevi dizesindeki “Tanrı katında makbul” kişilerle şeytanın işi yoktur, onlar kötülüğe, zulme ve nefsin aldatıcı, maddenin cezbedici etkisine karşı belli bir güç düzeyine ulaşmışlardır. Çünkü yüksek benleriyle (asıl kendileriyle, özbenlikleriyle) bağlantıları güçlüdür.

Bunun tersi durumda olan ve maddenin cezbedici etkisiyle “ceset olarak yaşayanlar” ise, eğer gerçekten yaşam planları bu değilse, büyük aldanmışlık içindedirler. Bu tür varlıklar böyle bir aldanmışlığı iyice deneyimledikten sonra (yani belli bir süre “ters tatbikat” yaptıktan sonra) doğru olana yönelmeyi başarabileceklerdir ve genellikle dünya beşeri olarak bizlerin yaptığı da bundan başkası değildir: Her türlü uyarıya karşın önce olmaması gerekeni idrak ederiz, ondan sonra doğruya yöneliriz…Herşeyi maddeden (hattâ kendimizi bile bedenden) ibaret yaşarız, işin aslının böyle olmadığını anlayana kadar…Bunun süresi, varlığın anlayış ya da aymazlık düzeyinin kabalığına göre değişir elbette. Tüm dinsel öğretilerde, belli  başlı inisiyasyonlara beşeriyet bu konuda hep uyarılmıştır. M.Celaleddin de bu konudaki uyarısını kendine özgü üslûbuyla şöyle yapmış:
“ Dünyaya âşık olan; duvardaki güneşin ışığının
nereden geldiğini araştırmayıp,
duvara âşık olan gibidir.”
Bu elbette ki büyük bir yanılgı ve teşevvüş nedenidir. Bu durumdaki varlık işin aslını (ışığın kaynağını) öğrenene dek, deneyim ve görgüsünü epeyce artırması, o duvara başını çok vurması gerekecektir. İşte tüm bu uyarılar ve dikkat çekmeler, anlayışsız kafaların olabildiğince az ıstırap ile ışığın kaynağını, işin aslını bulmaları içindir. Bunda başarılı olmak, araştırıcı bir zihniyete ve işlevsel akla sâhip olmakla olasıdır. “Bir yol gösterici ve rahmet”(A’raf 203) olan Kur’an’ın, “düşünmez misiniz” hattâ “ne kadar az düşünüyorsunuz…”meâlindeki dikkat çekmeleri elbette ki boşuna değildir(Hakkâ 42, Neml 62, Sebe 9, Nûr 61, Casiye 23, Embiya 44).

Maddenin cezbedici ve iğvaya düşürücü etkisinden kurtulmuş olan insanlık ulularına övgü de var Mesnevi’de. Bu övgü aynı zamanda bu yüce insanların metapsişik işlevini de içeriyor:  
“Veliler zamanının İsrafilidirler; ölüler onlara hayat ve kemal bulurlar.
Ölülerin canı tez mezarında iken, velilerin canı onlara etkili olur. Ey,
derilerinin altında fâni olan güruh! Sevgilinin sesi yoğu var eder.”

Bu bir çift dizenin genel irdelenmesine geçmeden önce birkaç sözcüğün anlamlarını anımsayalım: Bunlardan İsrâfil, kozmik ve biyolojik yapıların mutasyonuyla görevli görüp gözetici sistemin adıdır. Dinsel ve ezoterik öğretilerde “Dört Büyük Melek” ten biri olarak geçer. Öteki üç melek sistemi: Mikail, Azrâil ve Cebrâil’dir (25).Bu duruma göre “İsrâfil’i şuurda uyandırıcı, değişime uğratıcı, kıyam ettirici tesir olarak anlayabiliriz. Dizelerde “İsrâfil” sözcüğünden sonra gelen “ölüler” belli bir idrak ve şuur düzeyine henüz gelmemiş olan “kendinden habersizler” dir. “Ölü olarak (ceset olarak)”  yaşamanın ezoterik anlamına bu çalışmamızın (ve daha önceki çalışmalarımızın) akışı içinde değinmiştik. Bunun tersi ve makbul durum da, anımsanacağı gibi “dirilik”tir. Yine aynı dizede “ten mezarı”  simgesini görüyoruz ki, bu da bedene (organizmaya) karşılıktır. “Ten mezarında ölü olarak yaşamak” da, bu durumda, bedenli durumda (enkarne) çok düşük şuur düzeyinde yaşamak oluyor: Beşeri realiteden birinci ve ikinci (otomatizma ve şeriat) basamaklarına mensup bireyler. Bu anlamda “ölü olarak yaşayanlar” ın gelişim durumları, bazı kadim öğretilerde “çölde yürüyüş”  olarak ifâdeye konmuştur. Bu realitede olan kimselerin topluluğuna da “derilerin altında (yani “ten mezarında”) fani (ölümlü) olan gürûh”  diyor. “Gürûh”, amaçsız, başıboş, bir kusur işleme potansiyeline sâhip kalabalık demektir. Bilgisizliğin, cahilliğin, kendinden habersizliğin doğal ürünü de, kendine ve başkalarına zarar vermekten başka bir şey değildir.

Bu ön bilgilerden sonra, üzerinde olduğunuz Mesnevi dizesini yeniden ele alacak olursak, şunları söyleyebiliriz:

Hayat ve Kemal Bulmak
Değişim, dönüşüm ve gelişmek her düzeydeki tezahürat ortamının olmazsa olmazıdır. Yaradan’ın dışında her şey / değişime tâbidir. Bu evrensel değişimi İlâhî İrâde Yasaları’na ve Asli İlke’nin gereklerine (Bkz. Şekil 1) göre yöneten İsrafil’dir. İsrafil’i genel anlamda değiştirici mekanizma olarak alırsak; varlıkları atâlete düşmekten koruyan, onları (yani bizleri) “kabuklar” içinde sâbitleşip kalmaktan kurtaran her etki İsrafil’in görevi ve kapsama alanına girer ki bunlar olaylar, tesirler, bilgiler ve bilgilendiricilerdir. Bunlar da çevremizde (Kur’an ifâdesiyle “âyetler” olarak) çokluk ve çeşitlilik halinde vardır ve bizlerin değerlendirmemiz için vardırlar. Evren kapsamlı en temel kitabın bulunduğunu da biliyoruz, bunlar; insan, Kur’an ve evren (tezahürat ortamı) dır. Varlıklar bu üç temel kitabın bilgilerini gelişim yönünden değerlendirebildikleri oranda; gelişirler, dönüşürler, idraklenip şuurlanırlar. Bu süreç “ölü olmak” tan kurtulup, dirilmektir. Bu anlamda diriliş, yani bir bakıma “uyanmış” olanlar uyanmakta zorluk çekenleri uyandırmaktan sorumludurlar. Bu sorumluluğun gereği ise bildikleri paylaşarak öteki varlıkların gelişimlerine (Mesnevi ifâdesiyle “hayat ve kemal bulmalarına” hizmet etmektir. Bu hizmeti sunanların bir kısmı “veli”  olarak bilinir (26). Bu hizmet kapsamında insanlar birbirinin velisidir. Başka bir değişle; her şey gelişim için araç olduğu için, varlıklar da bireyler de birbirinin gelişim aracıdır. Kur’an – Tevbe 71’de “Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar birbirinin velisidirler” ifâdesiyle kastedilen bundan başkası değildir. “Veli”; dost, arkadaş, yardımcı koruyup gözetici demektir.

Durum böyle olunca en yüce veli, en güvenilir ve övgüye layık tek veli ALLAH’tır. ALLAH en güzel vekil, o en güvenilir veli’dir. (Ali İmran 173, Şura 28) ALLAH’tan başlayarak evdeki büyüklerimize, okuldaki öğretmenlerimize kadar hiyerarşik bir yapılanma içinde, varlık varlığın gelişim aracıdır. Bir “üst”, bir “alt”ın görüp gözeticisi ve koruyucusu, kısaca “veli” si durumundadır. Mesnevi dizesindeki “veliler” sözcüğünü bu yapılanmanın genel adı olarak alırsak; tüm zamanlar boyunca ve her gelişim merhalesinde “veli” işlevinde bir değiştirici, dönüştürücü ve aydınlatıcı bu öge olmuştur. Elbette ki veli(ler) o gelişim merhalesinin İsrafilidir (ler).

“Ölülerin canı ten mezarında iken, velilerin canı onlara etkili olur.”
Bu Mesnevi dizesinde de velilerin “İsrafil etkisini” görüyoruz: “Ölü olarak yaşayanlar”  (yani beşeri realitenin alt basamaklarında otomatizma içinde ve koşullanmışlığım güdümünde (şeriat) yaşayanlar; velilerin İsrafil etkisinden aydınlatma, irşadetme, değişime – dönüşüme yardımcı olma etkisinden) yararlanabilirlerse “canlanırlar”. Burada “canlanırlar”dan, içinde bulundukları realitede aktifleşirler, o realitenin hakkını verirler ve bir üst realiteye layık duruma ( bir üst realitenin gerektirdiği şuur ve idrak düzeyine) gelirler. Böyle bir yardım bir enkarne varlığa yapılabilecek en büyük (ve varlıksal önemi de olan) yardımdır. Bir velinin / mürşidin, müridine ya da aydınlatmaya, bir şeyler öğretmeye çalıştığı topluluğa yönelik bu ilgisi ve vericiliği, hedef kitleye “can vermek” anlamında bir İsrafil etkisidir.

Bu etkileşimde ve ilişkide “diri”  nitelikli öge, veli; canlanması gereken ve “dirilmeye aday” durumda olan öge ise velinin hedef kitlesidir. Burada veli, evren kapsamlı İsrafil Mekanizması’nın maddesel ortamdaki tezâhür uzantısıdır. O veli, İsrâfil Mekanizmasının; eli, ayağı, gözü, kulağıdır ve sanki İsrafil Mekanizması’nın bir enkarnasuyonudur. Bu vazifeyle ve işlevle enkarne olmuş olan bir veli için, İsrâfil Mekanizması (O’nun doğrudan elemanı / ajanı olduğu için) “sevgilisi” durumunda velinin hedef kitlesi de “fâni olan güruh” tur. Burada “gürûh” sözcüğünden anladığımız (yukarıda da belirtmiştik) beşeri koşullandırmalar, maddesel câzibe ve nefsin egemenliği altında oradan oraya savrulan disiplinsiz, başıboş topluluktur. Bu topluluğa yönelik (veli / peygamber / mürşid kanalıyla gelen) İsrâfil etkisi “yok olanı var eder” yani; irşad edici ve şuurda uyandırıcı yardım ile söz konusu hedef kitlede bulunmayan (yani “yok” durumda olan) şuuru / idraki, anlayışı ve aklı işletme becerisini ortaya çıkarır. Başka türlü söylemle “gürûh”u oluşturan bireylerin fıtratında potansiyel olarak var olan ama görünürde henüz bulunmayan; şuuru, idraki, akletmeyi ortaya çıkarır (“var” eder).
Yüce M.Celaleddin’ın “sevgilinin sesi”  olarak ifadeye koyduğu, İsrâfil Mekanizma’sınınbu irşad edici ve şuurda uyandırıcı etkisi, beşeri anlayışa uydurularak ve belki de dramatik bir etki yüklenerek “boru sesine”  benzetilmiş ve bu “güruh” nitelikli toplulukların anlayışsızlıklarına uygun bir ad ile “İsrâfil’in Borusu”  şeklinde ifade edilmiştir. Anlayışsızlıkların kalabalığına göre uyarıcı ve dikkat çekici söylemlerin içerdiği kalabalık da artırılmıştır….

Ceset Olarak Yaşamak
İrdeleyerek anlamaya çalıştığımız yukarıdaki dizelerde anlamını bulan fikri içeren başka bir Mesnevi dizesi de şudur: “Biz ölüp toprak olmuşken, Hakk’ın izniyle dirilip kalktık” Burada da yukarıdan beri belirttiğimiz anlamda “dirilme” sembolizmi ve bu “dirilme” den önceki “ölü” olma durumu var. Bu “ölülük”  burada toprağa da benzetiliyor. Yani “ceset olarak yaşamak” ın vahimliği burada daha etkili bir şekilde vurgulanmış: Toz toprak gibi “ölü” durumda olmak. Buna benzer ve hemen hemen aynı anlama gelen bir söylemi Tevrat’ta da görüyoruz: Şiddetli pişmanlık durumlarının dışa vurumu olarak “tozda ve külde tövbe etmekten” söylemi vardır (Eyüp 42/6): “Çul kuşanıp külde oturmak”=Bireyin kusurunu anlamışlığının ve deneyimlediği pişmanlık duygusunun dışa vurumu.

Pişmanlıklarımızın nedeni olan kusurlarımızdan biri de, belli bazı değerleri, hatta erdemleri bünye de oluşturduktan sonra, nefsin hevâ hevesi ile onu olumlu yönde (içsel gelişim ve başkalarına hizmet yönünde) ilerletmek yerine onu bencilce çıkarlar yönünde de kullanmak olasılık dışı değildir. Bu durumda birey, nefsin iğvasına uğramış demektir. Burada “hevâ”;nefsin, bireyi kandırma şekillerinden biridir. Hevâ, benliğin açgözlülüğe / doymazlığa eğilimini ve keyfiliği yeğlemesidir. Kısaca, buna; iğreti istek, boş ve zararlı arzular diyebiliriz. Hevâ, bireyin; belli bir kazanımla bir yere yükselmişken, oradan basitliğe düşmesinin ifâdesidir. Böyle bir kimse kendine gelip, durup toparlayamazsa, söz konusu “düşüş” sürer. Heva’nın yerleştiği bir kalp, her tülü kötülüğün beşiği olmaya, başka türde aldatmalara kurban gitmeye adaydır. Böyle bir kimse giderek hevâyı sanki kendisine ilah yapar (Casiye 23, Furkan 43). Eldeki olanaklarla nefsin heva ve heveslerini ağırlıklı olarak doyurmaya yönelik yaşamak Mesnevi’nin başka bir çift dizesinde de şöyle dile getirilmiş:

“Yaşamı tatlı olanın ölümü acı olur.
Tenine tapanın ruhu için kurtuluş yoktur.”
Beden (organizma) ağırlıklı yaşamak görünüşte ve elbette ki beşerî değerlere göre “tatlı yaşamak” olarak kabul edilebilir. Genel anlayışa hitâbetmek için de M.Celaleddin bunu böyle ifadeye koymuştur. Ama böyle bir yaşam varlıksal değerler açısından yararlı (insanlaşmak bakımından yararlı) değildir. Varlık kendi yaşam planını, karmik birikimi olarak böyle yapmış olsa bile elindeki maddesel birikimi (bedeni de dâhil) başkalarına hizmet yolunda ve bu konuda fikir çilesi çekerek, bunu kendisine dert edinerek yaşamalıdır. Aksi durumdaki yaşam şeklini “tenine tapmak” şeklinde ifade ediyor M.Celaleddin ve bunu “kayıpta olmak” anlamına geldiğini vurguluyor: “Tenine tapanın ruhu için kurtuluş yoktır.”  Çünkü esas olan “ruhun kurtuluşu”dur. Bu “kurtuluş” maddenin esâretinden kurtulmaktır. Aslında burada, dikkatli okuyucularımız, “Ruh maddenin içinde değil ki, evrenler üstü durumda değil mi?” diyeceklerdir çok haklı ve doğru bir şekilde: Evet, ruh madde / evren üstü durumdadır. Mesnevi dizesinde “ruhun kurtuluşu”ndan kasıt, yüksek benin yoğun madde ortamlarından özgürleşmesidir. Yüksek benimiz (asıl kendimiz) bağlı olduğu ruha hizmet kapsamında evren boyunca (Ünite’ye kadar) giderek evrenin maddelerinden özgürleşir (“kurtulur”)(Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, Bedri Ruhselman).

M.Celaleddin’in, “Yaşamı tatlı olanın ölümü acı olur.” söylemi şu özdeyişi de çağrıştırıyor: “Yeryüzünde kendini âbad eden, gökyüzünde berbâd olur.” Dünya yaşamını madde ve beden ağırlıklı geçirmek, enkarne varlık için gerçekten telâfisi zor bir kayıptır. Bunun pişmanlığını varlık, beden ötesinde spatyomda (âhirette) acı bir şekilde deneyimler ki buna simgesel ifadesiyle “cehennem” denmiştir. Bu elbette ki “kurtuluş”un tam tersi bir durumdur: “Tenine tapanın ruhu için kurtuluş yoktur.” En iyisi nefse karşı muhalefet gücü geliştirmek ve özellikle de onun hevâ ve heveslerine karşı duyarlı olmak gerek…

Nefsin hevâsının, objektivite ve vahyin yerine geçirilmesinin kötü sonuçlarına dikkat çeken Kur’an, Vahy elçisine hevâya yenik düşenleri dinlememesini bile buyurmaktadır (Bkz. Kehf 28, Şura 15, Maide 77, Bakara 120, En’am 56, Taha 16). Örneğin, herhangi bir bilim insanı kitâbi (mesleki / akademik) bilgi birikimini nefsinin hevâsına  kapılarak kötü yönde, açgözlülüklerini tatmin yönünde  kullanabilir. Çünkü kitabi, mesleki ve akademik bilgi birikimi faziletli ve selim kalpli (takvâ ehli) olmanın garantisi ve göstergesi değildir. Nasıl ki talihsizliğin örneklerini görsel ve yazılı medya da zaman zaman görüyoruz: Yolsuzluk / usulsüzlük suçuyla tutuklanan hemen hemen her meslekten yüksek tahsilli kimseler görüyoruz. Yüce M. Celaleddin’de büyük bir isabetle buna değiniyor:
                              “Cana verdiğin ilim damlasını
                                nefsin hevasından koru!”
Birey, gelişim olgusu içinde bir bilgi birikimine ulaşmış, bir şeylerin idrâkine varmıştır. Her şey gibi bu kazanım da bir sınama aracıdır. O birikimle ne yağacağı çok önemlidir. Bireyi sınava sokma aracı da yine kendi nefsidir. Birey o birikime bir şekilde lâyık olmuştur ama, onu gerçekten hak ettiğini kanıtlaması gerekir.İşte o, bu kritik noktada nefsinin hevâ kandırmacasına yenik düşerse o sınavı (hak etme sınavını) başaramamış demektir. Ama bu anlamda başaramadığımız yaşam sınavlarını (eprövler) yeniden yeniden alma şansımız var, İlâhî mekanizma / sistem böyle işliyor, bereket versin ki… Bu elbette ki ilâhî bir rahmettir; şükredip olumlu yönde bir rahmeti değerlendirmek gerek.

Özellikle bilgi “nefsâni hevâ” ile hebâ edilmemeli olumsuz yönde kullanılmamalıdır. Çünkü o bir enerjidir; enerjiyi olumsuz yönde kullanmanın tehlikesi de kaçınılmazdır. Mesnevi’de belirttiğimiz gibi bilgili ( “ilim damlası” nı) “hevâ rüzgarı”ndan korumak gerek. Konunun öneminden ve bireyin kendi kendisini (yani nefsi) tarafından aldatılma tehlikesinden dolayı, Kur’ân sâdece nefsin hevâsına dikkat çekmekle yetinmemiş, belli bir gelişmişlik düzeyine gelmenin her şey olmadığını, o düzeyi yitirme tehlikesinin her zaman bulunduğuna da dikkat çekmiştir. “…bizi doğruya ve güzele yönelttikten sonra; kalplerimizi bozup, eğriltme…”- Ali İmran 8. Hidâyete erdikten sonra (ki o belli bir düzeyin / realitenin hidayetidir), orada iyice tutunabilmenin ve bir üst gelişim düzeyine / realiteye hemen hamle yapamasak bile, o yana (iyiye/güzele ve hayırlı olana) yönelik bulunmak bizim elimizdedir, bunun tersi durumda bize bağlıdır. Konunun bu öneminden dolayı Kur’an’da ALLAH’ın önerdiği bu duayı selim kalp ile sık sık akıldan geçirmekte yarar vardır. Bu, bir tür farkındalık ve nefsâni hevâya karşı uyanıklıktır.
------------------------------------------------
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfa 235
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfa 60
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfa 64
Ayrıntılı bilgi için bkz. RUH ve KAİNAT, Bedri Ruhselman
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfa 37
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfa 67+68
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfa 50+58+210+211
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfa 235
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfa 109
Konunun bu yanı için bkz. KUANTUM BİLGELİĞİ, Doç. Dr. Haluk BERKMEN
“Evrenin Ünitesi” kavramı için bkz. İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfalar79+50+51+53+167+168+173+174+230+231…
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT,kitabıyla gelen (Önder Plan’ın verdiği) son bilgilere göre dünya insanlığı bu hidrojen âleminin bir üst gelişim düzeyine açılan çıkış kapısı oluyor. Hidrojen âleminden sonraki bize göre bu bir üst gelişim düzeyi “Yarı Süptil Arasat / Âlem” dir. ve din kitaplarındaki “cennet” kavramının tam karşılığı bu Yarı Süptil Âlemdir. (Bkz. sayfalar 317+315+313)
Seyr-i Süluk konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. KUR’AN VE SÜNNET’E GÖRE TASAVVUF, Yaşar N. ÖZTÜRK
İrem Bahçesi
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfa18
SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Sayfalar 81+82+
SUFİ PSİKOLOJİSİ, Kemal Sayar
İSLAM FELSEFESİ, Mehmet S. Aydın
DİN PSİKOJİSİ, Hayati Hökelekli
DİN SOSYOLOJİSİ, Ünver Günay
DİN PSİKOLOJİSİ, Hayati Hökelekli- Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, kitabında böyle geçiyor. Bkz.sayfalar19+20+31+32+63+64+65+110+111+112+…
HALLAC-I MANSUR, Niyazi Öktem- Horasan Yayınları
THOMAS’ın İNCİLİ, Ruh ve Madde Yayınları
KUR’AN’daki İslam , Yaşar N. ÖZTÜRK 38. Baskı sayfa 241
Ali İmran 7+190, En’am 97, Ankebut 49
KUR’AN: Bakara 256, Ali İmran 103. İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfalar 60+61+101+102+103+104+105+123+124+125
Sadıklar Planı Tebliğleri Sayfalar 218+219+330+331+335+336+341+342+343+438+439+478+479
Günümüzde yaygın olarak kullanılan “Müslüman” sözcüğünün doğrusu, doğru / özgün şekli Farsça “müselman” dır.
Mikail: Kozmik evren ile biyolojik evren arasındaki elektron düzeyinde iletişimi sağlar.
Azrail: Tek bir varlık değildir. Evrensel antropolojiyi simgeleyen bir sistemdir.
Cebrail: Yüksek düzeydeki enerjisi ile kozmik ve ruhsal alemleri tekliğe ulaştıran ve enerjisini belli bir alanda yoğunlaştırabilen Sirius Misyonu’na mensup yüce bir varlıktır. (Kaynak: Sirius Tebliğleri, Metapsişik Tetkikler ve İlmi Araştırmalar Derneği -1982)
Veli / Evliya: “veli” sözcüğünün çoğul şekli “evliya”dır. Dolayısıyla “evliyalar” demek yanlıştır. Evliya, zaten çoğuldur.

21 Ekim 2014 Salı

UYKU(*)

UYKU(*)
Sıradan yaşamda gelip geçici şuursuzluk hallerinden biri de uykudur. Mâdem ki dünyaya bir takım deneyimler geçirmek için geliyoruz ve bu deneyimlere şuur ve irademizle girişmek durumundayız; o halde, neden dünya âtıl şuursuz ve “ölü” gibi bazı haller başımızdan geçiyor? Bu durumlar sırasında dünya deneyimlerinden geçmiyor muyuz, tamâmen kullanılmaz durumda mıyız? Araya neden bu şuursuzluk halleri, sanki “boşluklar” giriyor? Ayrıca, uyku durumu tekrardoğuş fikrine aykırı mıdır, değil midir gibi bu durumda var…

Her şeyden önce şunu anımsatmak isteriz ki, ruhun maddesel esâretten kurtulmuş ya da hiç olmazsa, spatyomda ortaya çıkmış olan “serbest şuur” hâli; kitabımızda “bağlı şuur” olarak ifadeye koyduğumuz dünya maddelerinin olanakları ve baskıları arasında tezahür eden sıradan şuur hâlinden bambaşka bir şeydir, denecek kadar geniş kapsamlıdır.

Şimdiye kadar kitabımızın değişik kısımlarında, sırası geldikçe söylendiği gibi; beyin gibi, dünya maddelerinin her an değişebilen ve herhangi küçük bir olay ile arızalanan / rahatsızlanan fâni, sabit olmayan elemanlarıyla ilgili ”bağlı şuur” hâli, ruhun ebedi varlığıyla sürüp giden genel şuur durumuna hiçbir zaman ölçü olamayacağı gibi, herhangi bir rahatsızlıktan dolayı bağlı şuur” da oluşacak değişmeler de “serbest şuur” üzerinde etkili olamaz. Şunu da anımsamak gerekir ki, bir kez madde dünyasına adımını atmış olan varlık, bu ilk adımından başlayarak kesintisiz bir şekilde sürüp giden deneyimlerine başlamış bulunur. Bu deneyimlerin kesilmesi, onun dünyadan ayrılacağı ana kadar sürer gider.

Yeryüzünde enkarne bir varlığın geçirdiği hiçbir dakika boş değildir. İster uyusun, ister çocuk hâlinde bulunsun ya da deli olsun, hasta olsun, o; sürekli bir şekilde çevresinden tesirler alır ve bu tesirler onun ruhunda görünen / görünmeyen birçok izlenimler oluşturur. Bu konuda psikoloji bilim dalı pek çok örneklerle doludur. Esasen biz de, kitabımızın daha önceki kısımlarında (degajman ve unutma kavramları karşısında) bu durumla ilgili bazı örnekler vermiştik. Şimdi konunun ayrıntılarına girmeden önce “doğal uyku” durumu üzerinde biraz duralım:

Doğal Uyku
Görünüşte ruhun tüm maddesel etkinlikleri, durmuş gibi görünen doğal / normal uykuda; birçok ruhsal melekeler, hattâ bazen uyanık durumdakinden fazla olarak etkinleşir. Bu konuda yapılmış dikkate değer ve göz ardı edilmemesi gereken deneyler vardır. Bu deneylere değinmeden önce herkesin bildiği bir olayı burada anımsatmak isterim: Genellikle insanlar istedikleri saatte uyuyabilir. Bir istatistiğe göre, insanlar ortalama 12 dakikalık bir hatâ ile bu işi başarıyla yapabilmektedirler. Bu hatâ sürekli olarak her zamanki saatten erken uyanma şeklinde görünmektedir. Doğrudan doğruya kendim yapmış olduğum denemelerim (celselerim) sırasında bu noktayla ilgili bazı bakımlardan çok dikkate değer biz gözlem ile karşılaştım. Ruhun değişik melekelerinin uyku sırasındaki etkinliğini gösteren bu gözlem bence çok öğreticidir:
Bundan birkaç yıl önce (1940’lı yılların ilk yarısı) Devlet Demir Yolları’nda görevim vardı. Bilecik’teydim. Bir gün İstanbul’da bulunmamı gerektiren önemli bir işim çıktı. Bu işimi görebilmek için, o gece İstanbul’a doğru saat 3’te geçecek olan ekspres trene yetişmeliydim. Yalnızdım ve beni o saatte uyandıracak güvenilir bir kimse de yoktu. Böyle durumlarda ara sıra yaptığım gibi, saat 2’de (trenin hareketinden bir saat önce) uyanmak kararıyla, her zaman olduğu gibi 22’de yattım. O zamana kadar yapmış olduğum denemelerin sonuçlarına güvenerek, kesinlikle zamanında uyanacağıma emin bulunuyordum. Derhal uyumuşum. Bir rüya görmeye başlıyorum: Rüyamda, uyandığım zaman saat 3 olmuş. Aklıma dün akşamki kararım ve bugün İstanbul’da görülmesi gereken önemli işim altüst olduğu fikri geliyor. “Eyvah!” diyorum. “Treni kaçırdım. Dünkü telkinlerim beni aldattı. Trene rahatça yetişmek için saat 2’de uyanmaya karar vermiştim. Oysa ki, şimdi bir saat geç uyanmış bulunuyorum. Tam trenin gelme zamanı. Ama neyleyim, ben kalkıp hazırlanıncaya kadar o gelip gidecek…” Yatakta başımı kaldırıp, pencereden dışarı bakıyorum(**). Tren istasyondan ayrılmak üzeredir. Fena halde canım sıkılıyor. Bir telkinle uyanabileceğime dâir olan kuvvetli inancım yüzünden, benim için yaşamsal bir önemi olan İstanbul’daki işimi kaçırdım, diye üzülüyorum. Öfke ve ümitsizlikle karışık bir takım sıkıcı duygular içinde tekrar uyumaya karar veriyorum. Fakat tam bu sırada kim olduğunu bilemediğim ve çok iyi tanıdıklarımdan, hattâ dostlarımdan biri olduğunu sandığım birisi ortaya çıkıyor ve bana şunları söylüyor:

“Üzülme ve uyuma. Hiçbir şey yitirmiş değilsin. Tren bir saat sonra gelecek, onunla gidersin ama seni o trene almayacaklar. Bununla beraber, sen gizlice arkadan bir vagonun içine gireceksin ve karanlık dar bir yerde gideceksin.” Bu sözlere inanmıyorum ve kendi kendime şunları söylüyorum: “Bu dost her kimse beni üzüntüden kurtarmak için böyle anlamsız saçma tesellilere kalkışıyor. Çünkü bu son trendir. Bundan sonra gelecek olan 7 treni benim işimi görmez. Ayrıca, ben bu kurumun görevlilerindenim; her trenin neresine olursa olsun binmek benim hakkımdır. Kim beni trene almamazlık yapabilir”  diyor ve uyumak üzere gözlerimi kapatıyorum.

İşte tam bu sırada gerçekten uyandım. Gördüğüm rüyamın canlı ayrıntıları ve etkisi o kadar içime nüfuz etmiş ki, ilk zamanda rüya görmüş olduğuma ya da şimdi uyandığıma inanamadım. Kendimi kontrol ettim; şimdi gerçekten uyanık bulunuyordum. Hemen saatime baktım 2’ye beş vardı. Derin bir nefes aldım; demek ki işlerimin doğurduğu heyecanla ben bu gece bir kâbus geçirmiştim ve bu kâbusta olduğu gibi akşamki telkinlerim hiç de boşuna gitmemişti. Treni kaçırmamıştım. Çünkü onun gelmesine daha bol bol bir saat vardı. Henüz bu düşüncelerim bitmemişti ki, odam birden aydınlandı ve istasyona olanca gürültüsüyle bir tren girdi. “Herhalde bu sık sık gelip geçen marşandizlerden biri. Bol zamanım var…” düşüncesinden dolayı tembel tembel başımı kaldırıp istasyona doğru baktım. Bir de ne göreyim; istasyonda duran tren yolcu treni değil mi! Oysa ki, bu saatlerde ancak bir tren vardır, o da benim beklediğim ekspres. Hemen deli gibi yataktan fırladım ama henüz giyinmeye başlarken, tren hareket etti ve İstanbul’a doğru bizim istasyonu terk etti.

Ne olmuştu, nasıl oldu da 3’te kalkması gereken bu tren bir saat önce, yani 2’de hareket etti? Çok geçmeden durumu kendi kendime açıkladım: O sıralarda saatimin yelkovanı gevşemiş bulunuyordu; ara sıra biraz ileri, biraz geri kalıyor ve umulmadık zamanlarda, zamanı yanlış gösterirdi. Demek gene bu mel’un yelkovan bir saat geri fırlamıştı ve 3 yerine 2’yi gösteriyordu. Ola ki ben akşamki telkini de bu yanlış ayara göre verdiğim için ona göre uyanmıştım. Yani bu saate göre tam zamanında uyanmıştım ama gerçekte bir saat geç kalmış bulunuyorum. Bu kez canım gerçekten çok sıkıldı ve şimdi işlerimin cidden alt üst olduğunu düşündükçe, rüyamdayken ortaya çıkan ve hâla üzerimden tesiri silinmemiş bulunan üzüntüm bir kat daha arttı ve sanki saatimi parçalayacak gibi oldum. Fakat artık is işten geçmiş ve her şey olup bitmişti. İstemeye istemeye saatimi düzelttim yani 3 yaptım ve yattım.

Artık sabaha kadar deliksiz bir uykuyla uyuyarak, iyice gerilmiş olan sinirlerimi yatıştırmak gerekiyordu. Uyuyabilmek için kafamdan tüm parazit fikirleri kovdum ve uyudum. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Uykunun içindeyken sanki birisi beni uyandırmak için dürter gibi oldu. Bu duygu ile uyandım ve çevreme baktım, kimse yoktu. Hiç de yeri olmayan bu uyanış, henüz yatışmamış olan sinirlerimin gerginliğini arttırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Fakat gene nedensiz bir duygu ile pencereden dışarı baktım. Demir yolunun görünen sonlarına doğru gözüm kayıverdi. Uzaktan, istasyona ve dolayısıyla İstanbul yönüne doğru gelmekte olan bir trenin ışığı görünüyordu. Acaba bu gelen bir marşandiz miydi diye düşündüm. Sonra otomatik bir şekilde istasyona baktım. Birkaç yolcu görünüyordu ve saat 3:55’ti. Artık ne olursa olsun hiçbir şey düşünmeden yataktan fırladım, yarım yamalak giyindim. Esasen akşamdan hazırlamış olduğum çantamı kaptığım gibi kendimi istasyona attım.

Fakat ben tüm bu işleri yapıncaya kadar; inen inmiş, binen binmiş ve tren ağır ağır hareket etmeye başlamıştı. Bu, benim beklemekte olduğum trenin ta kendisiydi. Hemen vagonlardan birinin basamağına atladım. Kapısı kilitliydi. Oradan hızla indim ve başka bir vagona yöneldim ama onun da kapısı kilitliydi. Gece olduğu için de ortalıkta kimse görünmüyordu. Hava soğuktu ve ben böyle basamakta, bir saatlik uzaklıkta olan bir sonraki istasyona kadar gidemezdim. Bu sırada tren istasyondan çıkmıştı ve giderek hızlanmaya başlamıştı. Tekrar yere indim, güçbela ve tehlikeli bir şekilde en sondaki vagonlardan rastgele birinin basamağına kendimi atabildim. Eğer bunun kapısı kilitli olmuş olsaydı ve tekrar yere atlayamayacak ve orada gitmeye mecbur kalacaktım. Çünkü tren iyiden iyiye hızlanmıştı. Bereket versin ki bu basamağın kapısı kilitlenmemişti. Derin bir nefes aldım ve içeri daldım.

İçerideydim ama burası vagon sahanlığı idi ve iç kapıları kilitliydi. Dar ve karanlık olan bu sahanlıkta gitmek dışarıda basamakta gitmekten elbette çok daha konforlu olduğundan, buna canım sıkılmadı. Çok geçmeden, bulunduğum bu vagonun lokanta vagonu olduğunu fark ettim. Kondüktörler buraya uğramadığından, ve ben de ara istasyonlarda çok az duran trenin bu kısa duruşları sırasında, inerek tekrar tehlikeli bir oyuna girişmek istemediğimden, tren büyücek bir istasyona gelinceye kadar orada yolculuğu göze aldım. Tren sabaha karşı İzmit’e yaklaşınca, lokantanın garsonları uyandı, ben de bu dar yerden kurtuldum.

Daha sonra durum anlaşıldı: Benim saatim doğruydu ve sandığım gibi yelkovan geri gitmemişti. Ancak akşam saat 19:00’da Bilecik’ten geçmesi gereken bir yolcu treni kaza sonucu rötar yapmış ve saat 2’de gelebilmişti. İşte benim ekspres sandığım ve gereksiz yere saatimin ayarını onun gelişine göre değiştirdiğim tren buydu… Asıl ekspres de tam zamanında gelmiş bulunuyordu. Demek ki ben daha önceden de rötardan haberdar olmuş bulunsaydım, saat 2’de ilk uyandığım zaman, tam zamanında davranacak ve hiçbir telaşa gerek kalmadan, rahat rahat trene yetişecektim. Bunun tersine olarak da, eğer ilk tren geçtiği zaman, onu kaçırdım diye hiç uyanmadan yatmış olsaydım, hiç yoktan ekspresi kaçırmış olacaktım. Şimdi birçok bakımdan dikkate değer bu olayın bazı noktaları üzerinde durmak isterim.

1- Akşam yatarken vermiş olduğum karar gereğince, saat 2’den beş dakika önce uyandım. Bu durum, şimdiye dek yapılmış olan birçok gözleme uygundur. 2- Uyandığım zaman, yataktan kalkıp, hazırlanmam gerekirken, gecikmiş bir yolcu treninin tam o dakika da gelişine aldanarak, şuuraltımla dosdoğru yapmış olduğum bir işi dünya şuuruyla (uyanıklık şuurunla) bozmuş ve saatimin de yanlışlığına hükmederek yeniden uyumaya karar vermiştim. Buraya kadar olan şeylerde o kadar bir sıra dışılık yoktur. Bununla birlikte , burada da açıklama isteyen konular yok değildir. örneğin, akşamdan belli bir saatte uyanmak üzere yapılan telkinle insan, hangi psikolojik otomatizmanın etkisi altında o saatte uyanabiliyor? Eğer uyku sırasında kişi âtıl ve cansız gibi duruyorsa, bu etkinlik nereden geliyor? İkinci olarak, burada hiç şaşmadan zamanı belirleyen kimdir ve bu nasıl olur?

Bundan önceki konularımızı anımsayan okuyucularıma bu konudaki durumlar yabancı gelmeyecektir. Fakat burada şu noktayı, öneminden dolayı kesin olarak vurgulamayı zorunlu görüyorum: Bu konu, ruhun varlığını ve sürekli etkinliğini tanımayan bir fikir sâhibi için açıklanabilir türden değildir. Çünkü burada yalnız bitkisel bir şekilde yaşayan bedenin atâletine karşılık, beşerî yaşamın tüm zorunluluklarını en ince ayrıntısına dek izleyen ve gerçekleştirmeye çalışan bir etkinlik / aktiflik söz konusudur. Bu etkinlik dünya işlerinin önem ve zorunluluğunu bilen ve uyumayan bir varlıkla ilgilidir ki, bu da ruh varlığıdır. Ruh varlığının bedenle ilişkisi, her zamankinden kuşkusuz daha kudretlidir. Nasıl ki, bu örnekte ben sürekli olarak saate bakmama karşın; gene de yanılmaktan kurtulamadığım halde, uyku durumundaki etkinliğimle bu işi daha kusursuz yapmış bulunuyorum.

Bununla birlikte şimdi ortaya koyacağım noktalar bu örneği daha gizemli bir görünüme sokmaktadır: 3- Akşam yatarken, 2’de uyanmam konusunda vermiş olduğum telkinin gerçekleşmesi, yani benim uygun saatte uyanabilmem eğer bir otomatizma ile olmuş olsaydı, yeniden uyuduktan sonra ve özellikle de sabaha dek deliksiz bir uyku ile uyumak konusunda vermiş olduğum karar üzerine trenin hareketinden altı dakika önce uyanmamam gerekirdi. Klasik gözlemlere uygun olan bu durum burada otomatik bir hareketi değil, belirli bir amaç uğrunda sarf edilmekte bulunan bir cehti gösterir. Bu cehit, benim o sıradaki bağlı şuurumun ters yönde cereyan etmekteydi. Çünkü benim her şeyden ümidimi kesmiş ve uyumaya karar vermiş bağlı şuurumun bu hareketine karşılık gene ben de bulunan ve trene beni yetiştirmeye çalışan bir varlığın etkinliği sürmektedir. Bu durum, insanın uykusu sırasında âtıl olmadığını ve çevresiyle ilişkileri hakkında bilgi sahibi bulunduğunu ve hatta bir takım etkinlikler gösterdiğini kanıtlar.

4) Arada geçen rüya olayında ayrıca bir öneme sahiptir. Olduğu gibi gerçekleşen başka rüyalar görmüşümdür. Fakat bu kadar canlı ve ayrıntılı bir rüya ile karşılaşmadım. Bu rüyanın bazı özelliklerini ayrıca belirtmek istiyoruz.
a) Gerçekten, aynen rüyada gördüğüm gibi ilk treni kaçırdım.
b) Bu rüyada birisi başka bir trenin geleceğini be ona yetişebileceğimi söylüyor, ben ise ikinci trenin olmadığına emin bulunarak buna inanmıyorum. Oysa ki, gerçekte; her zamankinin tersine bu durum da gerçekleşiyor. Hatta bu durum, o zaman bence o kadar olasılık dışı bulunuyor ki, ben saatimi bile değiştirmek gereğini duyuyor, rüyaya önem vermiyor ve “Uyuma!” diye yapılan uyarıya da kulak asmayarak, uykuya dalıyorum.
c) Rüyamda trene alınamayacağım, arkada karanlık ve dar bir yerde yolculuk edeceğim de bildiriliyor.
O zaman ortada buna hiçbir neden göremediğim için, buna da kulak asmıyorum. Fakat gerçekten de bir saat sonra, hiç beklemediğim bir şekilde, trenin bütün kapıları kapalı bulunuyor; birnbir güçlükle ve tehlikeler içinde, kendimi arka vagonlardan birine atabiliyor ve karanlık, dar bir yerde uzunca bir süre yolculuk etmek zorunda kalıyorum.
Bu olaylarda ortaya çıkıp belirginleşen nokta, bağlı şuurumuzun dışında etkinlik gösteren basiretli bir varlığın ifadesidir. Görülüyor ki, uykuda insan, dışarıdan görüldüğü gibi ölü gibi âtıl durumda değildir. Uykuda olan bir kimse (hatta gelecektekiler de dahil olduğu halde) olaylar karşısında,uyanık durumdakinden daha duyarlı bir hal içindedir. Kısaca bizler uyurken dünyada olup bitenlerden bağımsız ve onlara duyarsız değiliz.
Doğrudan doğruya kendimin deneyimlediği bu örnekten sonra, başka araştırmacılar tarafından toplanmış ve incelenmiş / irdelenmiş bu konuyla ilgili başka örnekler de vermek isterim: Bunlar uyku sırasında, beden organizmamızda yapılan tesirlerin asıl varlığımızda oluşturduğu izlenimleri ve hatta imajları içermektedir. Bu durum uykudaki bir kimsenin dünya titreşimlerinden etkilenmekte olduğu nu açıkça göstermektedir:
I) Uyumakta olan bir süjenin bir tüy parçası ile burnuna ve dudaklarına dokunuluyor ve süje şöyle bir rüya görmeye başlıyor: Onun yüzüne ziftten bir maske geçirmişler. Yüzüne iyice yapışmış olan bu maskeyi birden bire çekip çıkarıyor fakat maskeyle birlikte dudaklarının, burnunun ve olduğu gibi tüm yüzünün derisi de kalkıyor.
II) Uyuyan birisinin ensesini hafifçe çimdikliyorlar. Bu sırada süje rüyasında, çocukluğunda kendisini tedavi eden bir doktorun ensesine “pehlivan yakısı” yapıştırmakta olduğunu görüyor.

III) Uyumakta olan süjenin kulağının dibinde, çelik bir bıçak ile demir maşa birbirine sürtülerek, hafif bir ses çıkartılıyor. Süjenin rüyası şöyle: Çanlar çalmakta ve kendisini 1848 Haziran olaylarında yaşamakatadır. O, bu olayın tüm ayrıntısını görmektedir.
IV) Burnuna bir kolonya şişesi yaklaştırıldığı zaman uyanan bir süje kendisini Mısır’da Kahire’de bir lavantacı dükkânında görüyor ve orada bir dizi maceralar geçiriyor.
V) Bu gruba sokulabilecek benim de bir rüyam vardır: Bundan 19 yıl önce Kastamonu’da bulunurken bir gece, birinci dünya savaşının acı günlerinden birini rüyamda görüyordum: Davullar çalıyor ve 314’lülerin askere alındıklarını duyuruluyor. Fakat bu davul sesi bana o kadar acı geliyor ki, onu sanki beynimin içinde gümbürdüyor sanıyorum. Bizi palas pandıras yakalıyorlar ve burada ayrıntısına da gerek görmediğim birçok maceralar içinde savaş alanına götürüyorlar. Fakat tüm bu hengamede davulun sesi susmuyor. Bundan başka, savaş alanına geldiğim zaman, bu berbat ses top sesine dönüşüyor. Bu ses savaş alanının öteki tüm gürültülerine egemen. Sonunda bu baş belası sesin azâbı içinde uyanıyorum fakat uyanırken ve uyandıktan sonra da o sesin aynı ritimle sürüp gittiğini duyuyorum. Yalnız bu kez, o ne bir davul sesidir, ne de top  sesi. Sadece, sadece tokmağı ile vurulmakta olan kapının sesidir.
Bu rüyalar basit oldukları kadar, konumuzu aydınlatıcı içeriktedirler. Fakat bunların yanında daha karışık öyle rüyalar vardır ki, bunlar bizi bilgi alanında daha ilerilere götürürler. Bunları incelediğimiz zaman, fikir gibi bir takım yüksek titreşimli etmenlerin de uyumakta olan kimseler üzerinde izlenimler ve imajlar oluşturabildiklerini anlarız. Aşağıdaki rüya buna güzel bir örnektir.
Bunu, Paris Hastanesi cerrahlarından (operatörlerinden) Dr. Aimé Guimard şöyle anlatıyor:”Bir eylül akşamı her zanabki gibi yatağa girmiştim. Saat onbire doğru, dayanılmaz bir diş ağrısı başladı ve bu durum sabahın ikisine kadar sürdü. O günlerde, mide kanseri ameliyatı hakkında yazmakta olduğum bir kitabın son bölümüyle ilgili planı da bu ağrılar ara sıra ağrının şiddetlenmesiyle kesintiye uğruyor ve o zaman, yarın sabah erkenden komşum olan diş hekimi Dr. Martial Lagrange’e gidip, dişimi çektirmeyi düşünüyordum. İşte tüm uykusuzluğum boyunca düşüncem bu ili nokta üzerinde gidip geliyordu.
Sabah saat ona doğru diş hekimi arkadaşımın bekleme salonuna girdim. O beni görünce “İşte bu garip!” diye bağırdı ve ekledi. “Bütün gece seni rüyamda gördüm.” Ben gülerek karşılık verdim: Rüyanız inşallah benim araya karışmamla rahatsız edici ve usandırıcı olmamıştır. Yanıtladı: “Gördüğüm rüya rüya değil, tam bir kabustu: Rüyamda mide kanseri olmuşum; sen de sürekli olarak benim karnımı yarmakla meşguldün.” Doktor, uzun zamandır bu diş hekimi arkadaşı ile görüşmediğini ve onun bu kitapla ilgili hiçbir bilgisi olmadığını da ekliyor.
Bu örnekte operatör doktorun kafasından geçen ameliyat vetiresiyle ilgili fikirler, ister istemez dişçiye yansımıştır. O sırada bedeni uyuşuk ve uykuda bulunan diş hekiminin yarı serbestleşen perispirisi bu fikirlerin kolaylıkla tesiri altında kalmıştır. Biz bu tür tesirlerin beden üzerindeki tezahürlerine o kadar inanırız ki; eğer bu koşullar altında gönderilen fikirler biraz daha usulünce yönlendirilmiş olsalardı ve süje de daha derin bir degajman durumunda bulunsaydı, diş hekiminin midesinde gerçekten birtakım marazi durumlar bile belirebilirdi, diyebiliriz. Çünkü metapsişik araştırmalar kapsamında yapılmış başka denemeler bu durumun daha kuvvetli örneklerini bize göstermiştir. Nasıl ki, tahayyülün yaratıcı kâbiliyetleri ve dedüblümanın ilk bakışta doğal değilmiş gibi çeşitleri hakkında daha önce ifadeye koyduğumuz sözler de bu fikirlerle bizi doğrulamaya yaramıştır sanırız. Böylece, bazı rüyaların incelenmesiyle, insanın uyku durumunda da gündüz ki işleriyle meşgul olduğunu daha iyi anlamış oluruz. Bu tür rüyalardan da bir kaçını okurlarıma sunuyorum.
1.    Yıllar önce Hudson’da büyük ve güzel bir evi olan bir dostum tarafından davet edilmiştim. Bir aralık, orada bulunan başka misafirlerle beraber bir kır gezintisine çıktık. Kırlarda epeyce dolaştık. Gezi yaklaşık bir saat kadar sürmüştü. Eve döndüğümüz zaman, bence değerli bir anısı olan altın kol düğmelerimden birisinin gezi sırasında düştüğünü fark ettim. Bunun ne zaman ve nerede yitirdiğimi elbette bilmiyorum. Hava kararmıştı. Mevsim de sonbahar olduğundan, yerler kuru yapraklarla örtülüydü. Bu yüzden kayıp kol düğmemi aramaya gerek görmedim. O gece rüyamda, bir duvar kenarındaki asmanın üzerinde kurumuş bir salkım üzüm görüyorum. Asmanın altındaki toprağın üzeri kuru yapraklarla örtülü ve bu yaprak örtüsünün altında kol düğmem sanki bana göz kırpıyor . ertesi gün uyandığım zaman, dünkü gezintimiz sırasında, böyle asmalı bir duvarın yanından geçmiş olduğumuzu anımsayamadım. Arkadaşlara sorduğumda, onlar da bunu anımsayamadılar. Kimseye bir şey söylemeden, birgün önce dolaştığımız yerleri yeniden görmek için dışarı çıktım. Dosdoğru gidiyordum. Karşıma bir duvar çıktı. Bu duvarın üzerinde bir asma ağacı yaslanmıştı ve manzarası da tıpkı rüyamdaki gibiydi. Altında, aynen rüyamdaki gibi kurumuş yaprak örtüsü vardı. Pozitif düşünen kafamla; kendimi gördüğüm rüyaya göre hareket eden bir budala yerine koymuştum. Bunun için sanki kendimden utana utana yapraklara eğildim ve onları biraz karıştırdım. Çok geçmeden altın kol düğmemin parlaklığı gözümü aldı: O, rüyada gördüğüm gibi yaprak örtüsünün altında duruyordu.

2.    Borockelbank çakısını yitiriyor, her yanı arıyor ama bulamıyor. Rüyasında, çakısının bulunduğu pantolonunu ve cebini görüyor. Sonunda çakı orada bulunuyor.

3.    Dante’nin oğlu Jaques Alighieri; babasının “Di Comediae” adlı eserinin parçalarını toplarken, bu parçalarla ilgili onüç şarkının yitirildiğini görüyor ve onları bir türlü bulamıyor. Bu duruma çok üzülen Jaques bir gece gerçekten çok güzel bir rüya görüyor. Bu rüyada babası beyazlar giyinmiş ve başı da son derece aydınlanmış (nurlanmış) olduğu halde kendisine görünüyor ve oradaki gizli bir dolapta aranılan şarkıların bulunduğu yeri ona gösteriyor. Ertesi gün Jacques rüyada gördüğü yere bakıyor ve kendi eliyle koymuş gibi buluyor.

4.    1870  yılında köprüleri ve anayolları incelemekle görevlendirilmiştim. Arasıra bu yörede olan su baskınları köprülerin durumunu tehlikeye sokuyordu. Yıllardan beri bu işlere bakmaya o kadar alışmıştım ki, bu yüzden bende oluşan kendine güven duygusundan kuşkulanmıyordum. Bununla birlikte bir gece köprülerden birinin son derece açık, seçik ve canlı bir tablosunu görüyordum. Bir ses bana rüyamda şunları söylüyordu: “Git ve o köprüyü incele”  Bunu üç kez yinelemişti. Ertesi sabah at sırtında yaklaşık 6 mil kadar uzakta bulunan o köprüye vardım. Köprünün  durumunda hiçbir anormallik yoktu. Fakat rüyamın, üzerindeki etkisi o kadar güçlüydü ki, bu durum beni dikkatli bir şekilde köprüyü incelemeye zorladı. Suyun içine girdim ve hayretle gördüm ki, su içindeki temeller akan suyun etkisiyle aşınmış ve iyice incelmiş. Hemen o günden başlayarak onarıma başlattım. Şurası muhakkak ki, eğer ben o rüyayı görmeseydim, köprünün onarımı yapılamayacaktı. Çünkü öteki köprüler arasında bu köprünün temellerinin bu duruma geldiği aklımın kıyısından bile geçmemişti.

Uyku sırasında ruhun dünya işlerine yönelik ilgisi ve etkinlikleri bazı koşullar altında o kadar ileri gidebilir ki, bunları uyanık halde iken, ancak metapsişikte kullanılan yöntemlerle ve telestezik(***) becerilerinin yardımıyla gözlemlemek olasıdır. Ruhun bu etkinlikleriyle ilgili olarak elimizde pek çok örnek bulunmaktadır. Bu etkinlikler bağlı şuurda, geleceğe yönelik olayları önceden bildirici rüyalar şeklinde ortaya çıkar. Bu yolda çalışan bilim insanları bu tür rüyalara “telepatik rüyalar” demiştir. Hepsini aktarmak bu kitabın kapsamı dışına taşacağından, örneklerden sadece bir tanesini aktarmakla yetineceğiz:
“1895 yılı başlarında Rus Donanması’nda yüksek rütbeli bir subayın hanımı madam Lukawski, bir gece kocasının inlemeleriyle uyandı. Kocası uykusunda şöyle bağırıyordu: “İmdaaat, beni kurtarın!”aynı zamanda da boğulmak üzere çırpınan bir kimse gibi çırpınıyordu. Besbelli ki, rüyasında berbat bir deniz kazası görüyor ve bunu sanki yaşıyordu. Uyandıktan sonra, karısına anlattı: Büyük bir geminin güvertesindeymişim. Bu gemi birdenbire çarparak batıyormuş. Kendisinin birden denize fırlattığını görmüş ve bir yolcuyla birlikte canını kurtarmaya çalışıyormuş ama giderekte dalgalara yeniliyormuş. Karısına bu rüyasını anlattıktan sonra, şunu da ekliyor: “Ben şimdi inandım ki, benim ölümüm denizde olacak…” O buna o kadar inanmıştır ki, sanki son günleri gelmiş bir kimse gibi, işlerini bu olasılığa göre düzenlemeye bile başlamıştı. Aradan iki ay geçti, rüyanın etkisi zayıflamaya başladı. Bununla birlikte Karadeniz’e gitmesi için bakanlıktan gelen bir emir bu etkiyi yeniden canlandırdı.    
Petersburg Garı’nda karısıyla vedalaşırken, Lukawski şunları söyledi: “Rüyayı anımsıyor musun?” Karısının yanıtı şöyle oldu: “Allah aşkına, niçin onu bana soruyorsun!” Çünkü ben geri dönmeyeceğimden ve tekrar görüşemeyeceğimizden eminim.” Madam Lukawski eşini yatıştırmaya, sakinleştirmeye çalıştı ama o, sesindeki derin bir hüzünle şunları söylemekten kendini alamamıştı: “Sen ne dersen de, kanaatim ve hissiyatım değişmeyecek ve sonumun yakın olduğunu biliyorum. Bunu kimse engellemeyecek. Evet, ben gemiyi, güverteyi, çarpışmayı ve sonumu görüyorum. Bunların hepsi yine aynen rüyamdaki gibi gözümün önünde” Kısa bir sessizlikten sonra ekledi: “Benim ölüm haberim geldiği ve sen mâtem (yas) giysini giydiğin zaman, nefret ettiğim o uzun siyah peçeyi koymamanı rica ederim.” Madam Lukawski tepki vermeye gücü yetmedi ve hıçkırmaya başladı. Tren düdüğünü haykırarak hareket zamanını haber verdi, Lukawski karısını sevgiyle kucakladı ve tren istasyonundan ağır ağır uzaklaştı gitti.   

“Madam Lukawski iki haftalık sonsuz gibi gelen bir endişenin ardından Karadeniz’de Wladimir ve Sinens adında iki geminin çarpıştığını gazetelerden öğrendi. Ümitsizlik içinde Odesa’daki amiral Zelenoi’ye kocasından bir haber almak için telgraf çekti ve şu yanıtı aldı: “Kocanızdan şimdiye kadar hiçbir haber alınmadı. Fakat şurası kesin ki O, Wladimir’deydi.” Bundan bir hafta sonra kocasının ölüm haberi geldi: Kaza sonrası Wladimir’de M.Henicke adında bir yolcu, bir cankurtaran simidiyle/ yeleğiyle denize atlamıştı. O sırada M.Lukawski’de suya düşmüştü cankurtaran simidine doğru yöneldi ama Henicke onu görünce “iki kişiyi kaldırma, ikimiz de  boğuluruz!”diye haykırmıştı. Fakat buna rağmen Lukawski simide saldırır ve yüzme bilmediğini söyler. Bunun üzerine Henicke, “o halde tutunun, ben iyi yüzücüyüm. Kendimi kurtarabilirim” dedi. Fakat tam bu sırada büyük bir dalga geldi ve onları birden bire ayırdı. M. Henicke kendini kurtarabildi fakat Lukawski mukadderatına doğru yürüdü.”
Bu rüyalar insan varlığının uyku sırasında da dünya işleriyle, hattâ uyanık durumdakinden daha basiretli bir şekilde ilgilendiğini açıkça gösteriyor. Demek ki, enkarne varlık uyurken de dünyada yaşamaktadır ve dünya deneyimlerinden ayrılmış değildir. Fakat bu durum, uyanıklıkla karşılaştırıldığında, başka bir düzende olmaktadır. Bununla birlikte, şunu da unutmayalım ki, uyku durumu dünya deneyimlerinin selameti için başka bir bakımdan zorunludur. Doğal uykudaki durumu bu şekilde gördükten sonra, biraz da yapay uykudan söz edelim:
Bu konuda yapılan denemeler (celseler / seanslar) konumuzun irdelenmesine yarayacak değerli çalışmalardır. Hipnoz durumundayken süjeye verilen telkinlerin daha sonra süjenin durumu ve hareketleri üzerinde ne kadar etkili roller oynadığına yönelik daha önceki kısımlarda (****) bazı örnekler vermiştik. Burada birkaç örnek daha vererek onları desteklemek istiyoruz. Bunları öncekilerle karşılaştırarak yeniden gözden geçirmekte yarar olabilir. Çünkü önceki örnekler şimdiki konumuzu da aydınlatıcı niteliktedir.
Doğal uykuda olduğundan daha çok ileride bir beceri ile hipnoz durumundaki süjeler uykularının birçok aşamasında dışarıdan değişik tesirler alırlar ve o tesirlerin izlenimlerini ruhlarında taşıdıklarıyla ilgili bazı tezahürler gösterirler.
1)    Mile Ce’line bir bilim kurulu karşısında somnambül durumuna getiriliyor. Bu durumdayken o, tıpkı bir hekimin yaptığı gibi, asistanlardan birçoklarını muayene ediyor, rahatsızlıklarının tanısını koyuyor ve etyolojileri, tedavileri hakkında açıklamalar yapıyor. Elbette somnabül durumundayken, bazı kimselerin sıra dışı işler yaptığını çoğumuz bilir. Bunlardan da vereceğimiz birkaç örnek işimize yarayacaktır:
2)    Bir hizmetçi olan Gassendi gece karanlıkta, üstü sürahi ve bardaklarla dolu bir tepsiyi başının üstüne koyarak son derece dar bir merdivenden hiçbir arızaya uğramaksızın inip çıkardı.
3)    Bir somnambül, gözleri kapalı olduğu halde yazı yazardı. Fakat onun bu yazıyı görebilmesi için mutlaka şamdanını yakmaya ihtiyacı vardı. O da öteki iyice aydınlatılmış olduğu halde bile o (yazabilmek için) gene de şamdanını yakmalıydı. Çevresinde bu olayı izleyenler yazısını yazarken şamdanını söndürdü. Somnambül göremez oldu ve yazısını yazamadı. Ancak şamdan yeniden yakıldıktan sonra, yazmayı sürdürebildi. Unutulmasın ki, tüm bunlar olup biterken, onun gözleri kapalıydı.
4)    Başka bir somnambül gece yarısı yatağından kalkıyor, sadece birkaç kolon ile ayakta duran tehlikeli yüksek duvarlardan ibaret bir harabeye gidiyor ve bu yüksek duvarların üzerinde, sanki geniş bir caddede geziyormuş gibi güvenle dolaşıyor.
5)    Yirmidört yaşında bir genç kadın şiddetli bir sinir krizi sonunda hastalanıyor. Bu hastalıktan sonra kendisinde doğal bir somnamnülizma durumu oluşuyor. Marazî uykusunun her başlangıcında önce şiddetli çırpınmalar geçiriyor. Bir süre sonra da somnambülizma durumu başlıyor. Fakat bu durum başlayınca o tamamen değişiyor ve hareketli bir yaşama giriyor. O ıstıraplı çırpınmalar da sona eriyor. Bu durumdayken; kitap okuyor, iş yapıyor ve özellikle hayret edilecek hızda dikiş dikiyor. Tüm bunları yaparken gözleri yarı kapalıdır. O, değişik bir hal içinde bulunduğunu o zaman biliyor ve bu sıra dışı durumun ne kadar süreceğini, bir sonraki durumun ne zaman başlayacağını ve o zaman kendisine karşı nasıl hareket edilmesi gerektiğini doğru olarak söylüyor. Bu sıra dışı durumlar; bazen birkaç saat, bazen de bir gün boyunca sürüyordu. Ama her seferinde uyandıktan sonra bu bayan hiçbir şey anımsamıyordu.
6)    Somnambül eczacının durumu metapsişikte klasik bir örnek olarak kabul edilir. Bu şahıs, uykudayken; gündüzmüş gibi işlerini görmekte ve reçetelere bakarak ilaçlar hazırlamaktaydı. Hattâ bir gün doktor, eczacının durumundan kuşkulanmış ve kasten zararlı bir reçete yazarak, öteki reçetelerin arasına karıştırır. Kendi de eczanenin bir yerinde gizlenerek, eczacının bu reçeteye nasıl bir tepki vereceğini gözlemeye koyulur. Eczacı her zamanki gibi gene uyku durumunda olduğu halde, eczaneye gelir ve reçetelere bakarak birer birer ilaçlarını hazırlamaya başlar. Sıra o reçeteye gelince, hayretle durur ve kendi kendine, “Acayip , bunu doktor nasıl yazmış olabilir… Yarın bunu doktora göstermeliyim” diyerek onu yan tarafa bırakır.

Tüm bu örnekler incelenirse, görülür ki; uyku yalnız bedenle ilgilidir ve gerçekte ruh “uyanık” durumdadır ve hatta bazı koşullar altında; bedeni, tıpkı uyanık durumdaki gibi de kullanır. Burada insanı aldatan nokta şudur: Uyku durumundayken yapılan işlerden ve alınan izlenimlerden kimsenin haberi olmaz ve bunlar sonunda ve bazı koşullar altında belli belirsiz ve çok kez dikkat çekmemiş bir rüya şeklinde normal şuura yansımış olsalar bile, akademik düşüncelere kurban giderek, gerçek değerleriyle bir inceleme konusu olmak hakkını yitirmiş bulunurlar.

Bununla birlikte, unutmanın doğal bir vetire olduğunu ve hatta dünya deneyimleri için gerekli bulunduğunu bilen bir metapsişikçi başka türlü düşünür. Onun bu düşünüşünü destekleyen kuvvetli nedenlerde vardır ki, bunların bir an önce akademik birer konu olmasını o, tüm samimiyetiyle diler. Kısaca, uyku durumunun, dünyadaki deneyimleri geçirmek fikriyle uyuşamayacağını düşünemeyiz. Çünkü uyku durumu da, dünyasal deneyimler içinde ve başka bir düzende cereyan eden ruhsal etkinliğin ortaya çıkışından başka bir şey değildir. (RUH ve KAİNAT, Cilt III, sayfalar 745-765’ten güncel Türkçe’ye çeviren : Selman Gerçeksever)    
-----------------------------------------------------
(*) Bedri RUHSELMAN’ın RUH ve KÂİNAT adlı eserinin 745-765 sayfalarından güncel Türkçe’ye uyarlanmıştır (Selman GERÇEKSEVER)
(**) Yattığım odanın pencereleri tren istasyonuna bakıyordu ve burada, uzaktan trenin gelişini bile görebiliyordum.
(***) telestezi: olayları uzktan agılayabilme. Telesteziye giren psişik yetenekler: Durugörü, duruişiti,önsezi vb. Bu yeteneklerin hepsinin genel adı…
(****) Bu konuda kitabımızın şu bölümlerine başvurulabilir: “Hipnozun fenomenik tezahürleri” , “Geçmiş yaşamları anımsamak gerekli değildir.”, “ Dedübluman olayının deneye dayalı gözlemleri”