AZ
BİLİNEN YÖNLERİYLE
A T A T Ü R K
Hazırlayan: Selman GERÇEKSEVER
Kitaplı dinlerin peygamberleri ve büyük
inisiyeler(1) başta olmak üzere, beşeriyetin ve
mensubu olduğu ulusun gelişimine(aydınlanmasına, şuurlanmasına) hizmet etmiş
tüm yöneticilerin ve önemli buluşlarıyla bilime hizmet etmiş bilim insanlarının
bazı dikkat çekici(bilinen/bilinmeyen) “yetenekleri” olduğunu biliyoruz. Sıradan
insanınkinden farklı olan bu yetenekler; hemen hemen sürekli olarak gerçekleşen
ِöngörüler, varlık sevgisi, sağduyu, azimkarlık, “yeni” olana açıklık, alçakgönüllülük,
ِözgürlüğe düşkünlük, barışseverlik, duygu enginliği ve bağnazlığaً
tepkililik… şeklinde tezahür eder. Bu meziyetlerden/yeteneklerden sadece biri
ya da ikisi sıradan olan bizlerde ya doğuştan ya da sonradan ortaya çıkar,
ama ATATÜRK gibi büyük insanlarda bunların hemen hemen hepsi bir arada bulunur.
Bu yeteneklerden özellikle “öngörü”(önceden
bilme/sezme), “prekognisyon” ve duru görü gibi adlarla Parapsikolojinin araştırma
alanı içine girmiş ve pek çok süje ile laboratuar koşullarında deneyler yapılmış;
bunların “tesadüf” ile açıklanamayacağı (gerçekten var olduğu) kanıtlanmış,
(hatta “soğuk savaş dönemi”nde yoğun olmak üzere) resmi çevrelerce kullanılmıştır(2). Dünyanın dört bir yanında ve ülkemizde
Parapsikolojinin araştırma alanına giren pek çok süje ortaya çıkarılmış,
bunlarla ilgili kanıtlanmış olaylar/deneyimler literatüre geçmiştir.
Söz
konusu yaygın örneklerden bir kaçını şöyle anımsıyoruz:
- 1963’te bir suikasta kurban gidecek John F.
Kennedy’nin Teksas’ta öldürüleceği, birbirinden habersiz pek çok kimse tarafından
hissedilmesi, Beyaz Saraya telefonla, başkanın Güneye gitmemesinin
istenmesi, birçok Amerikalının, suikastı rüyalarında görmesi,
- İkinci Dünya Savaşı öncesinde yine pek çok
kişinin oğullarının savaşta öleceğini rüyalarında görmesi ve bunu savaş
öncesinde bildirmesi,
- Wolf Messing’in sık sık halkın önünde düşünce
okuma ve duru görü gösterileri yapması bunların hemen hemen hepsinde
isabet kaydetmesi,
- ABD’nin(CIA ve FBI birimlerinde) parapsikolojik
yeteneklere sahip medyumlar çalıştırması, (Apollo uçuşları sırasında
başarılı telepati denemeleri…),
- Rusların(Sovyetler Birliği döneminde) Rus
parapsikologların yaptıkları deneylerin birçok kitaba konu olması;
mensubu bulundukları rejim nedeniyle tamamen maddeci bir zihniyetle
konuya yaklaşmalarına karşın, çok başarılı sonuçlar elde
etmeleri(Moskova ile Sibirya’nın kuzeyinde bir merkez arasında başarılı
telepati denemeleri…),
- ABD, Duke üniversitesinde(1930’lu yıllarda ve
daha sonra İNSAN DOĞASINI ARAŞTIRMA VAKFI FRNM’de) Prof. Dr. RHINE, Prof.
Dr. G. PRATT, Dr. W. CARRINGTON, vb. psikologların laboratuar koşullarındaki
çalışmaları,
Konuyla
biraz ilgilenmiş olanlar bilir; Parapsikoloji literatürüne geçmiş ve hemen aklımıza
gelen birkaç olaydı bunlar. Materyalist ve komünist Ruslara bile taş çıkartan
bir yaklaşım ve zihniyetle bu gibi paranormal (ama aslında insanın gerçek doğasıyla
ilgili olan bu) olaylara hala “tesadüf…” teviliyle yaklaşan tutucu
zihniyet, “Araştırma yapıp zahmete girmektense, alay etmeyi…” yeğliyorsa
bizim buna, “Pes doğusu… !” demekten başka diyeceğimiz yoktur.
Bizim
tarihimizde ve günümüzde de buna benzer pek çok paranormal olay ve bu
yeteneklere(Duyular Dışı Alglamalar, DDA) sahip kimseler keşfedilmiş ve
kitaplara geçirilmiştir. Bu belgeseller konuyla ilgili yayın evlerinin kitaplarında
ve ilgili kuruluşların(ki bunların başında BİLYAY Vakfı ve Ruh ve Madde Yayınları
gelir…) yayın organlarında bulunabilir. Merak ediliyorsayorsa, zahmet edip ve
önyargısız bir yaklaşım ile bunları incelemek gerekir. Bizim bu çalışmadaki
amacımız, elbette ki paranormal olaylarının doğruluğunu ve DDA’nın var olduğunu
kanıtlamak değildir. DDA’nın, genellikle tüm insanlık ulularının ve
önderlerinin özelliklerinden biri olduğunu ve özellikle de; T.C.’nin kurucusu yüce
önder ATATÜRK’de de bu sıra dışı melekelerin bulunduğunu, daha birçok insani
erdemlerle bu melekelerin onun yaşamına yansıdığını ve ATATÜRK’ün bu yanının çok
az bilindiğini ortaya koymaktır. Yararlandığımız kaynaklardan hemen gözümüze
çarpan birkaç sıra dışı, ama gerçek olay:
* Atatürk’ün
giriştiği işler arasında hata payının hemen hemen sıfır olması, isabetsiz hiçbir
karar almamış olması,
* Beşeri tarihte,
Kurtuluş Savaşı yapıp ta, yeni bir devlet(hem de Cumhuriyet) kuran biricik
önder olması,
* İngiltere,
Fransa ve ABD gibi zamanın en açgözlü ve sinsi emperyalist canavarlarına
kahramanca kafa tutması, karşı koyması ve onları ülkeden kovması,
* 1907’de
bugünkü Türkiye haritasını çizmesi ve arkadaşlarına, “Gelecekte Türk Devletinin sınırları
bunlar olacaktır.” demesi(3),
* Daha 1930’lu
yıllarda, gelecekte “ekonomi savaşları” olacağını
bildirmesi, Avrupalıların bir birlik kuracağını, hava ulaşımının çok gelişeceğini,
ay’a gidileceğini, Ortadoğu sorununun sürüp gideceğini, Sovyetlerin dağılacağını,
Orta Asya’da Türk Cumhuriyetlerinin belirginleşeceğini ve bizim geleceğimizin de
bu(Türkî) cumhuriyetlerle ilintili olacağını bildirmesi,
* Sadece
Çanakkale ve Kurtuluş Savaşlarımız da değil, 1. Dünya Savaşı’yla ilgili kararlarında da
hata payının/isabetsizliğin bulunmaması…
Yukarıda da
belirttiğimiz gibi, Atatürk’ün dikkat çekici yanlarından sadece birkaçı bunlar…
Yazımızın giriş kısmının ilk paragrafında belirttiğimiz, Atatürk’ün erdemli,
bilge kişilere özgü, ama çok az bilinen yanlarını(elimizdeki kaynaklarla
sınırlı olarak) derleyip sizlerle paylaşacağız. Sizlerinde(güvenilir kaynaklara
dayalı) bildiklerinizi öğrenmekten mutlu olacağız.
YÜCE ÖNDER ATATÜRK’ün
ÖRNEK KARAKTERİNİN ANA HATLARI:
Her yönüyle
ve gerçek anlamda “büyük” bir insan olan Atatürk’ün fizik ötesi niteliklerinin başında;
çok yönlü bir deha ve üstün insanlık niteliği göze çarpar. Doğuştan gelen ve
erdemli insanlara özgü güçlü bir karakter ile bunun sağlam dayanağı olan çetin
ve yılmaz bir irade onun en belirgin üstün insanlık niteliğidir. Davranışlarındaki
ve her türden kimse ile ince düşünme ve ölçülü hareket ama temkinli ataklık
onun her zaman ön sırada yer almasına neden olmuştur. Tasavvur etme ve ileriyi
görme yeteneği çok gelişmiş olmasına karşın, gerçekleştireceğine inanmadığı
hiçbir projenin ardından gitmemiştir… Başka türlü ifadesiyle; olmayacak(ya da
insani değerlerle bağdaşmayan) hiçbir şeyi istememiş; yani hep olacak şeyleri
şaşmaz bir isabetle istemiş/projelendirmiş ve onların üzerine güçlü bir
azimle gitmiştir.(NOT: Azimkârًlığıyla ilgili örneklere ileriki paragraflarımızda
ayrıca gireceğiz.)
Bilgelikle taçlanmış
zekâsının yanı sıra, herhangi bir konuda “geneli kavrama yetisi” herkesi
hayran bırakacak düzeydedir. Daha ilköğretim sıralarında belirginleşmiş olan
matematik becerisi, ilerleyen sınıflarındaki gelişimiyle, ona; olaylar arasındaki
nedenselliği görüverme yetisini kazandırmıştır. Son derece yoğun yaşam temposuna
karşın; okumak, araştırmak, incelemek, öğrenmek sonu gelmez tutkusuydu Atatürk’ün.
Kendisinin okuyup incelemeye fırsat bulamadığı konularda, dürüstlüklerine ve
bilgilerinin derinliğine inandığı bilim insanlarını görevlendirirdi. Kadim MU
Uygarlığıًnı inceletmesi buna örnek gösterilebilir(4).
Yüce insan
Atatürk’ün beşeri ilişkiler çerçevesinde; insanları tanımada, erdemli
insanlara özgü bir kavrayışla onları değerlendirmede yanıldığı hemen hemen hiç
görülmemiştir. Tanıdık tanımadık herkesle olan ilişki ve iletişiminde, “uygar
insanlara özgü bir yüreklilik”ten kaynaklanan “açık kalpliliğe ve medeni
cesarete dayalı bir sözünü sakınmazlık” ile hareket etmek Atatürk’e özgü
belirgin niteliklerden biriydi. Beşeri ilişkilerde riyakârlık en nefret
ettiği beşeri zaaflardan biriydi.
Kuşkusuz, özgürlük/bağımsızlık(kendisinin
de belirttiği gibi) onun en belirgin karakter özelliklerindendi. O, kendi
ruhundaki özgürlüğü/bağımsızlığı topluma yansıtarak Türk Ulusunu sömürge
emperyalizmin kirli ellerinden kurtardı. Esasen ِözgürlük/bağımsızlık(Seçme
özgürlüğü ve Özgür İrade şeklinde) ruh varlığının belli başlı niteliklerindendir.
Ama enkarnasyon ile beşerleştiğimiz zaman bu niteliğimiz maddesel ve toplumsal koşullandırmalarla
örtülür, aslımızı özümüzü(aslen ruh varlığı olduğumuzu) unutacak ve inkâr
edecek kadar kabalaşırız. Ama ATATÜRK gibi yüce varlıklar, söz konusu erozyona kapılmayacak
kadar güçlülüklerinden dolayı; değil aslını/özünü unutmak, her fırsatta bunu
ortaya çkararak topluma hizmette, başkalarının da tutsaklıktan kurtulmalarına,
özgürleşmelerine yardımda kusur etmezler.
Kuşkusuz,
belirgin insani değerlerden biri olan “özgürlük severlik” in en doğal görünümü
“özgür
düşünce”yi oluşturması ve yaymasıdır. Düşündüğünü özgürce ifade etme
tutumu, ATATÜRK ve çevresi için gerçeğin aranıp bulunmasında en geçerli ve
erdirici yol olmuştur. Medeni cesaret ve düşünce özgürlüğünün verdiği güçten
kaynaklanan düzgün ve etkili konuşma yetisi; onu, gelip geçmiş en usta
hatiplerden biri olmak düzeyine yükseltmiştir. Örneklerine daha sonraki paragraflarımızda
yer vereceğimiz soğukkanlılığı, en belirgin kişilik niteliklerinden biri olarak
yakın arkadaşlarınca saptanmıştır. Özellikle yıkımlar karşısında sergilediği soğukkanlılık,
sabır ve tahammül gücünün erdemli bilgelere özgü bir sonucudur. Yine yakın çevresinin
saptamalarına göre; yaptıklarıyla övünmek yerine, yapacaklarını düşünmek; onun
sürekli bir eylem adam olarak her zaman ileriye ve yeniye dönük dinamizminin dışa
yansımasıdır.
Beşeri
değerlere/realitelere saygılı ama onlarla özdeşleşmeyen tutumunu, rütbe ve
nişanlarını bir vesileyle atıvermesiyle ortaya çıkmıştı. Büyük hizmetler ve
haklı çabalarla kazandığı tüm rütbe ve nişanlarını atıp, “sade bir Türk vatandaşı”
olarak kurtuluş hareketine ve savaşına girişmesi, yüksek vazife anlayışının ve
bilincinin ulus sevgisiyle taçlanmış bir kanıtıydı. Onu hedefi, böyle eşsiz bir
vazife bilinciyle; toplumu çağdaş uygarlık düzeyine yükseltmekti(Batı’nın
düzeyine değil!). kurtuluş yıllarında kısa sürede hızla değişen toplum yapısı,
onun devrimci ruhundan aldığı hızla gerçekten çağdaş bir nitelik kazanmaya
başlamıştı, ama ne yazık ki 40’lı yıllardan itibaren bu hız korunamadı ve hatta
düşüşe geçildi. Oysaki ATATÜRK, yokluk içinde bile neler yapılabileceğini
ölmeden önce bize göstermişti:
1920 yılında
260 olan doktor sayısı, 1921’de 312’ye, 1922’de 337’ye çıkarıldı ve 434 sağlık
memuru istihdam edildi(5). Salgın hastalıklarla
mücadele için 1920 yılında, yabancıların hayal olarak nitelendirdikleri yerli
aşı üretimine geçildi. Sivas’ta üretilen 3 milyon çiçek aşısının tümü halka
uygulandı. Sıtmalı yörelerde yerli kinin dağıtımı yapıldı. Frengi mücadelesi
için, onca yetmezlik içindeki devlet bütçesinden harcamalar yapıldı(6). Halka hizmet götürecek doktor sayısını artırmak
için, askeri doktorların bir bölümü ordudan ayrılarak, sivil alanda
görevlendirildi. 1921’de, bir yıl önce 3 milyon ünite üretilen çiçek aşısı
miktarı 5 milyona çıkarıldı. Sivas’ta ki Aşı Üretim Merkezi genişletilerek, bir
yıl gibi kısa bir süre içinde 537
kg . kolera, 477 kg . tifo aşısı üretildi ve bu aşıların tümü
halka uygulandı.
İstanbul ve
Sivas’tan sonra, Diyarbakır’da da, içlerinde; bakteriyoloji/kimya lab. aşı
merkezi ve kuduz tedavi bölümlerinin olduğu sağlık merkezi kurularak, halk
sağlığı merkezlerinin dağılımında denge sağlanmaya çalışıldı. Afyon, Eskişehir,
Niğde gibi illerde tıbbi temizleme(sterilizasyon) merkezleri açıldı. Urla ve
Sinop karantina merkezleri, aletleri tamir edilerek yeniden devreye sokuldu. 1000 kg . devlet kinini
Ziraat Bank. aracılığıyla halka dağıtıldı. Tüm bunlar, yoksulluk içinde süren
Kurtuluş Savaşı yıllarında ulusçu politika anlayışıyla gerçekleştirilen
başarıların sadece bir kısmıydı. Bunlar, yokluk ve yoksulluk içinde bile ne
gibi hamleler yapılabileceğinin ibret verici, hatta şimdiki bizleri utandırıcı,
mahcup edici örnekleriydi.
01 Mart
1922’de Meclisi açış konuşmasında, Osmanlı’dan(Tanzimat’tan) bu yana devralınan
hurda ekonomi ile ekonomiyi bu hale getiren Batı’nın yaptıklarını Yüce ATATÜRK
şöyle anlatıyordu: Başka türlü ifadesiyle yukarıda(son iki paragrafta) sağlanan
gelişme hangi zor koşullarda yaratılmıştı,
“Ülkemizin ekonomik durumu ve ekonomik kuruluşlarımız dış ülkeler
tarafından sarılmış bir halde bulunuyordu. Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret
devri, Avrupa rekabetine karşı kendisini koruyamayan ekonomik yaşantımızı yine
ekonomik yönden kapitülasyon zinciriyle bağladı. Ekonomik alandaki özel
değerler ve kuruluşlar yönünden bizden çok kuvvetli olanlar ülkemizde, bir de
fazla olarak imtiyazlı durumda bulunuyorlardı; kazanç vergisi bile vermiyorlardı.
Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman istedikleri malı ve
istedikleri koşullar altında yurdumuza sokuyorlardı. Bu nedenle, ekonomik
hayatımızın tüm bölümlerinin mutlak egemeni olmuşlardı. Efendiler, bize karşı
yapılan bu rekabet gerçekten çok gayri meşru, çok ezici idi. Rakiplerimiz
bu şekilde endüstrimizin gelişme olanaklarını yok ettiler. Aynı zamanda
tarımımızı da zarar’a uğrattılar; ekonomik ve mali gelişmemizi engellediler…”(7)
Birkaç
paragraf önce de belirttiğimiz gibi, ATATÜRK; eşsiz vazife bilinci ve vatana
hizmet aşkı içine hedefi, ekonomik bağımsızlık içinde toplumu çağdaş uygarlık
düzeyine ve onunda üzerine yükseltmekti. “Batı standartları” na değil. ATATÜRK
Batı’yı örnek almak ya da Batı’yı hedeflemek şöyle dursun, Batı’ya karşı
dikkatli olunmasını her vesileyle öğütlemiştir: “…durumu düzeltmek için mutlaka
Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, tüm
dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım düşünceler belirdi. Oysa hangi
bağımsızlık vardır ki; yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla
yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir…” diyordu ATATÜRK,
06. Mart 1922 günü TBMM’nde(8).
ATATÜRK
yabancı ülkelerle işbirliğine açıktı ama “taklitçi bir bağımlılığa” karşıydı;
Batı’nın ne olduğunu iyi bilir, çağdaşlaşmadan yanadır ama “Batıcı”
değil. Aralık 1921 yılında Batıyla ilgili şu sözleri, bu anlayışının en özlü
ifadesidir: “İlkbahar’a dek şu üç ay içinde bu silahları elde edemezsek, diplomasi
kanalıyla bir çözüm yolu aramak zorunda kalacağız. Bunu arzu etmiyorum.
Biliyorum ki Batı ile uyuşma, Türkiye’nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi
anlamına gelecektir”(9).
Bu birkaç
belgesel örnekten de anlaşılacağı gibi; Kurtuluş Savaşı ve sonrasında kısa
sürede hızla değişen toplum yapısı, ATATÜRK’ün devrimci, yenilikçi ve
yenileyici ruhundan aldığı hızla, türlü yokluk ve yoksulluk içinde
çağdaşlaşmanın yolunu tutmuştu. O yüce insan tüm girişimlerinde; üstün
inandırma gücü, kişiliğinin çekici etkisi, yılmaz kararlılığı ve türlü koşullara
uyma yeteneği, onu başarıdan başarıya ulaştıran belli başlı niteliklerdendir.
Beşeri ilişkilerde; alçakgönüllülük, değerbilirlik, cömertlik, bağışlayıcılık
ve hakseverlik gibi meziyetleri yanında; konuşkanlığı, şakacılığı,
hazırcevaplığı ve hoşgörüsü ile çevresinde sürekli bir sevgi halkası
yaratmıştır. Sağduyusu, yüksek özsaygısı, diğerkâmlığı(özgeciliği) ve
insaniyetçiliği ile sadece Türk ulusunun değil, barışsever bir dünyanın da
gönlünde yer etmişti ATATÜRK.
ATATÜRK
gerek bu kişilik özelliklerinden, gerekse siyasi (ve savaş alanlarındaki)
başarılarından dolayı yabancı yöneticilerin de saygısını kazanmıştı. Kurtuluş
Savaşının yüksek prestiji ve savaş sonrası barıştan ve bağımsızlıktan yana
kişilikli politikasıyla ATATÜRK, dost-düşman tüm dünyada saygınlık kazanmıştı.
ATATÜRK hiç “dış geziye” çıkmamış, ancak pek çok ülke liderleri(ki bunların
içinde Türk ve İslam düşmanı İngiltere’de vardır, Sekizinci Edward)
tarafından(1928’den başlayarak) ziyaret edilmiştir. “Tarihi düşman” olarak
tanımlanan Rusya ve Yunanistan’la bile, hiçbir dönemde olmayan karşılıklı
güvene dayalı dostluk ilişkileri kurulmuş, Balkanlar’da barış ve istikrar
oluşturulmuştu. Doğu’da; Kafkasya, ırak, İran, Afganistan’a dek çok geniş bir
alan, gerilimsiz bir barış bölgesi haline getirilmişti. Türkiye’nin o dönemdeki
uluslar arası saygınlığı o denli yüksektir ki, bu saygınlık Hatay sorununun
çözümünü, diplomasi alanında benzeri olmayan anlamlı bir jest ile
noktalanmasını sağlamıştı: ATATÜRK’ün Hatay konusundaki duyarlılığını bilen
Fransızlar; Hatay’la ilgili anlaşmayı, sağlığı iyice bozulan ATATÜRK’ün, sonucu
görmesini sağlamak için, dışişleri personelini tatil günü çalışmaya çağırarak
imzalamıştı.
Görüldüğü
gibi ATATÜRK, sadece yerli basından değil, yabancı basından(örneğin, Financial
Times)da olumsuz eleştiri alan “Mustafa” Filminde empoze edilmeye
çalışıldığı gibi; kişisel bazı zayıflıkları olan, en yakın arkadaşlarının bile
birer birer kendisini terk ettiği, içine kapanık, yalnız, çok içki ve sigara
içen bir komutan değildir. Financial Times’ta bu konuda çıkan yazının başlığı
şöyleydi: “ATATÜRK’ü Kaidesinden İndiren Film”(Cumhuriyet Gazetesi, 12
Kasım 2008). Bu besbelliki maksatlı olarak yapılan bir belgeseldi. Eğitim-İş’in
bu filmle ilgili yayınladığı raporda da belirttiği gibi; “İnsani yanlarını göstermek
kılıfında ATATÜRK(bu belgeselde) sanki harcanmıştı…” Doğal olarak ta
filmin yapımcısı, bu sözde belgeseliyle Kemalistlerin güçlü tepkisine neden
olmuştu.
Mustafa
filmi ile perdeye aksetmiş olan bu talihsizlik ne ilktir, ne de son. Beşeri
tarih boyunca insanlık önderi ATATÜRK gibi yüce kişilere yönelik istismar hep
sergilenmiştir. En son örneklerden birini, Prof. Dr. Erol Manisalı, 15 Eylül
2008 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşe yazısında şöyle dökmüş satırlarına:
“…12
Eylül
döneminde valilik makamındaki kimi yetkililerin masalarına ATATÜRK
heykelcikleri doldurup; bazen bağış aldıklarını, kimi zaman da hediye olarak
dağıttıklarını gözlerimle gördüm. Din, bayrak ve ATATÜRK Türkiye’de hep
istismar edildi. ATATÜRK’ü ve bayrağı istismar edenler(dini de istismar eden)
dincilerin yolunu açtı. Dinciler de, ‘Ya ALLAH!’ diyerek istismara başladı.”
Dincilerin ATATÜRK’ü nasıl istismar ettiğini ve sevmediğini; ATATÜRK’ün de dine
karşı değil, dincilerin ürünü olan irticaya karşı tavrını ileriki paragraflarımıza
bakarak, büyük insanların ve ATATÜRK’ün de bir özelliğini daha anımsayalım:
Tarihten ibret almak.
Dünya
ATATÜRK gibi insanlarla dolu olsaydı; Tarih, elbette ki tekerrür etmezdi…
Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş nedenlerini anımsayalım. Osmanlı
İmparatorluğu’nun çöküşünde; 1838 tarihli Balta Limanı Sözleşmesi’nin, 1854
yılında Kırım savaşı nedeniyle alınan ilk dış borcun, 1881 tarihli Muharrem
Kararnamesi ve buna göre kurulan Duyun-u Umumiye’nin etkisi bilinir. Bu yanlış
adımlarla içine düşülen mali bağımlılık; siyasi, hukuki, idari bağımlılığı
pekiştirmiştir. Çünkü borçlanmak demek, bağımsızlığı yitirmek demektir. Yüce
ATATÜRK’ün ulusal ekonomiye ve mali bağımsızlığa büyük önem vermesi ve sopanın
süngüden kuvvetli olduğunu sık sık vurgulaması boşuna değildi.
ATATÜRK(16
Mart 1923’te yaptığı) bir konuşmasında Osmanlı’nın bu tutumunu bakın nasıl
değerlendiriyor ve bizleri de uyarıyordu: “…Büyük devletler şimdiye dek bize şu ya da
bu sorunlarda gösterişli yardımlarda bulunuyor gibi görünüyorlar; oysa ekonomik
tutsaklıkla bizi felce uğratıyorlardı. Öteden beri bize bazı şeyleri vermiş
gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi durum alırlar; gerçekte ise,
ekonomide elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu tutsaklığa katlanan devlet ileri
gelenleri hoşnuttu. Çünkü görünüşte gösterişli bir gelecek sağlamışlardı. Fakat
gelecekte, ulusu manen yoksulluk çukuruna atmışlardı. Bunlar ekonomik
mahkûmiyeti kavrayamamış, bedbaht hayvanlardı.”(10).
ATATÜRK’ün bu saptaması aynı zamanda günümüze yönelik bir öngörüdür. Sanki
Türkiye’nin bu günlerini 1923’te görmüş ve gereken uyarıyı yapmıştı. ATATÜRK’le
ilgili belgelere dayalı öngörü(precognition) örneklerini ileriki paragraflarda
da bulabileceksiniz.
KİŞİLİĞİNİN BELİRGİNNİTELİKLERİNİ YANSITAN
ANILAR
ALÇAKGÖNÜLLÜLÜKTEKİ BÜYÜKLÜK:
Buraya kadar bakıldı
Başkomutanlık
Meydan Savaşı’nda, bir gece tutsak edilen birkaç Yunan subayı, Mustafa Kemal’in
çadırına getirilir. Tutsak subay, üniformasında hiçbir işaret görmeyince,
Mustafa Kemal’e rütbesinin ne olduğunu sorar:
-
Binbaşı mısınız?
-
Hayır!
-
Albay mı?
-
Hayır!
Tutsak daha
yukarı rütbelere de aynı yanıtı alınca;
-
Peki, ne siniz?
-
Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım!
Şaşkınlıktan
ve korkudan çenesi düşen Yunanlı kekeleyerek;
-
Bir başkomutanın muharebe hattında bulunması işitilmiş
şey değil de…(11)
ÖNGÖRÜYLE
DESTEKLİ KARARLILIK:
1919 Mayısının ilk yarısındaki
günlerden bir gün, Osmanlı sadrazamı Damat Ferit Paşa, Mustafa Kemal’in
Anadolu’da hükümete karşı ayaklanacağından kuşku duyuyordu. Onun ağzından bazı
laflar kapmak için onu ve Cevat Paşa’yı akşam yemeğine çağırdı. Yemekten sonra,
bir Anadolu haritası üzerinde yapılan konuşmalarda, Mustafa Kemal sadrazamın
kuşkusunu sezdiği için, çok ustalıklı yanıtlarla onu ferahlattı.
Konuklar gece geç vakit konaktan
ayrıldılar. Mustafa Kemal ile Cevat Paşa kol kola Nişantaşı’ndan Teşvikiye’ye
doğru hızlı adımlarla ilerlerken, Cevat Paşa sordu:
-
Bir şeyler mi yapacaksın, Kemal?
-
Evet, bir şeyler yapacağım!
-
ALLAH muvaffak etsin…
-
Mutlaka muvaffak olacağız!
(Evet, ATATÜRK; Kurtuluş Savaşı’nın
başarıyla biteceğini önceden biliyordu: Prekognisyon)
ÖNGÖRÜ
ve ORDUYA GÜVEN:
Trablusgarp’ta İtalyanları mağlup
eden Türk ordusu ne yazık ki yeteri kadar desteklenmedi. “Orası artık bir ülke,
bakamıyoruz, çekilelim” diyen İttihat ve Terakki Partisi’nin yöneticileri
yardım göndermediler. Arkasından çıkan Balkan savaşı’nı bahane ederek
İtalyanlarla anlaşma imzalayıp çekildiler. ATATÜRK de ülkesine geri dönmek
zorunda kaldı. Yalnız Derne’den yazdığı mektuplardan birinde, 1. Dünya
savaşı’nı görmüş ve bu savaşa girildiğinde sonucun Türk milleti için iyi
olmayacağını söylemiştir. İktidar da bulunan İttihat ve Terakki Partisi
yöneticilerini daha o zamandan uyaran ATA’yı kimse önemsememiş, hatta
dinlememiştir. Ne yazık ki söylediklerinin hepsi gerçekleşti.
Mustafa Kemal’i 31 Mart olaylarından
sonra, Yüzbaşı iken Selanik’ten tanıyan silah arkadaşı Tevfik Bıyıklıoğlu
anlatıyor: “On saatten fazla at üzerinde dolaşmış olduğumuzdan, çok yorgunduk.
Alay komutanımız, Mustafa Kemal ve öteki subaylarla birlikte yemek yedik. Alman
subaylarda vardı aramızda. Hepimiz dağılmaya hazırlanırken Yzb. Mustafa Kemal
birden ayağa kalktı, “Arkadaşlar” diye söze başladı ve benden de Almancaya
tercüme etmemi istediği konuşmasını yaptı. İki saat kadar süren konuşmasını
yaptı. İki saat kadar süren konuşmasını herkes dikkatle dinledi:
(ATATÜRK’ün sözlerinin bu kısmında
apaçık bir öngörü vardır. ATATÜRK’ü dinliyoruz: )
“Türk ordusu için dâhili kavgada
muvaffak olmak bir zafer değildir ve bu hadisenin şerefine memleketi seven bir
adam ve Türk zabiti sıfatıyla sevinip kadehimi kaldıramam. Bundan ancak elem
duyabilirim. Arkadaşlar bana dikkat edin, sözlerime kulak verin. Türk ordusu
gün gelecek, Türk varlığını, Türk istiklalini kurtaracaktır. İşte asıl o vakit
sevineceğiz. İftihar edeceğiz. İşte o vakit Türk ordusu vazifesini yapmış
olacaktır.”
SEZGİLERİNE/YUKARIYA
GÜVENİ TAMDI…
Mustafa Kemal, son Osmanlı
padişahlarından olan Mehmet Reşat ile Almanya’ya gitmişti. Askeri üsler
gezilirken, bir askeri üstte şereflerine uçaklarla gösteriler yapacaktı. 1.
Dünya savaşı öncesi 1910 yıllarında uçaklar az çok gelişme göstermişti. Askeri
üstte gösteri yapacak olan uçaklardan birine ATATÜRK’ün binmesi
kararlaştırılmıştı.
Zamanı gelince uçağa doğru
ilerlemekte olan Mustafa Kemal geri dönüp binmekten vazgeçtiğini söyledi. Israr
etmelerine rağmen ATATÜRK fikrinden vazgeçmedi ve onun yerine bir Alman subayı
bindi. Uçak havalandıktan bir müddet sonra arızalanarak düştü ve içindeki Alman
subayı öldü.(12)
(Esas olan Türkiye’nin kurtulması
olduğu için, ATATÜRK’ün uçağa binmesi engellendi… ATATÜRK, aşağıdakilerin tüm
ısrarlarına rağmen Yukarı’nın uyarısına uymayı yeğledi. Bu da onun Yukarı’ya
olan imanının, Yukarı’yla sürekli işbirliğinin bir işaretidir. Olay, aynı
zamanda bir prekognisyon örneğidir.)
İNGİLİZ
EMPEYALİZMİNİN PLANLARINI AÇIKLIYOR:
Kurtuluş savaşı sırasında Türk
Milliyetçiliği adlı bir kitap yazan Fransız kadın gazeteci Berthe Georges
Gaulis Anadolu’yu gezdi. Savaşı yakından izledi. Komutanlarla görüştü. Bu arada
Mustafa Kemal ile sohbetlerde bulundu, sonra ülkesine dönerek bu kitabı yazdı.
Bu kitabın en ilginç bölümlerinde onun “Uzağı Gördüğünü” yazmaktadır. Kadın
gazeteci onun yazdığı raporun kehanet derecesinde doğru çıktığını
anlatmaktadır:
“Rapor, Almanların zaferler
kazandığı sıralarda kaleme alınmıştır. Savaşın sonucunu ondan başka hiç kimse
doğru tahmin etmemiştir. Müttefikler arasındaki işbirliğinin hiçbir vakit
bozulmayacağını, onların sefalet ve mahrumiyetlerinin Almanların maruz
kaldıkları yokluk ve sıkıntılara göre çok daha hafif olduğunu anlamıştır. Kendi
devletinin katıldığı ittifakın galip geleceğine inanmıyordu. Ülke kaynaklarının
boşalan yerleri doldurmaya yeterli olmadığını söyleyerek Türk ordusunun
zayıflamakta olduğunu ispat ediyordu. Bu sözleri birer birer çıktı.”
(İngilizlerin; ABD’le birlikte
günümüzde devreye sokmaya çalıştığı bu planın adı “BOB Destekli Ilımlı
İslam”dır. Günümüz yurtsever stratejistleri ATATÜRK’ün bu öngörülerinden,
yıllarca önce yaptığı uyarılardan yararlansalar, herhalde; Türkiye üzerinde
kötü emelleri olan sömürgen zihniyetlere karşı daha gerçekçi ve isabetli
projeler geliştirilir…)
ATATÜRK İngiltere’nin planları
hakkında da şunları söylüyordu:
“İngiltere; kendisine hizmet edecek
bir Müslüman dünyası, Filistin’de İngiliz nüfusuna bağlı bir Hıristiyan devleti
kurulması, Türkiye’nin de bu güzel ülkelerden ve bu ülkeler üzerindeki dini
nüfus ve itibarından mahrum bırakılarak bir yana itilmesini planlıyordu. Bütün
bu görüşler, İngiltere için yaptığı savaşın gayelerinin yerine geçecek kadar
önem kazanmıştır. Bunlar aynı zamanda bizim içinde tamir kabul etmez felaket
olacaktır.”
Yüce ATATÜRK Türkiye’nin tüm
düşmanlarına ve saldırgan güçlerine(ama özellikle de İngilizler’e, onların yurt
içindeki işbirlikçilerine) karşı çok dikkatliydi. İngilizlerle işbirliği
halinde Güneydoğu Anadolu’yu yavaş yavaş sömürgen emperyalist güçlere teslim
eden Osmanlı Devleti’nin son sadrazamlarından İzzet Paşa(Kasım 1918)
İskenderun’un da İngilizlere teslim edilmesi gerektiğini Mustafa Kemal’e bir
telgraf ile bildirmişti. İşbirlikçi hain İzzet Paşa’nın telgrafını ve Mustafa
Kemal’in telgrafını aşağıda görüyoruz. İzzet Paşa’nın 08 Kasım 1918 tarihli
telgrafı:
“Bu gün Britanya hükümetinden aldığı
emir üzerine Visamiral Galtrop, İskenderun şehrini General Allenby tarafından
bildirilecek müddet içinde teslimini talep etmiş ve kabul olunmazsa şehrin cebren
işgal edileceğini bildirmiştir. Mütarekenin 7, 10, 11. maddelerine göre şehrin
işgal teklifine İngilizlerin hakkı olduğu ve harbe devam etmekten mutlak
surette aciz olduğumuza göre teklifin kabul edilmesi zaruri olduğu ilave
edilmektedir.”
Son telgrafını çeken Mustafa Kemal
şunları şöylemiştir:
“İngilizlerin dehşetli bulduğumuz en
son müracaatlarının sebeplerini başka yerde aramak lazımdır ve tedricen bütün
memleketimizi istila etmeye kadar varacak olan böyle dehşetli müracaatların
tekrarlanacağına şüphe olmadığından asıl sebeplerin muhakeme edilmesi lüzumunu
arz etmeyi vazife ederim. İngilizlerle akt olunan(imzalanan) mütarekenin
maddelerinin müphem ve şümullü medlüllerini(şüpheli maddeler) bir an evvel
tespit etmek lazımdır. Yoksa İngilizlerin tekliflerine bugüne kadar olduğu gibi
mukabele edilmekte devam olunursa, şimdi Kilis-Payas hattına kadar olan araziyi
isteyen İngilizlerin, yarın Toroslar’a kadar olan Kilikya mıntıkasını, daha
sonra Konya-İzmir hattını işgal tekliflerinin birbirini izleyeceği ve
ordumuzun; kendileri tarafından sevk ve idare, hatta hükümetin Britanya
hükümeti tarafından intihap edilmesi gibi teklifler karşısında kalmaklığımız
olasılık dışı değildir… İngilizlerin elde etmek istediklerini onlara kendi
yardımımızla bahşetmek, tarihte Osmanlılık için, özellikle bugünkü hükümet için
pek kara bir sayfa vücuda getirir…”
O günlerde Anadolu’nun, hele
İzmir-Konya arasındaki bölgenin işgal edilme olasılığı kimsenin aklının ucundan
bile geçmiyordu. İngilizlerin doymak bilmez açgözlülüğünü bilen ATATÜRK Osmanlı
hükümetini uyarmış ama kendisini dinletememişti. Osmanlı hükümeti ATATÜRK’e
inansaydı, o elde kalan kuvvetleri Anadolu-Suriye sınırında toplayacaktı.
Böylelikle Anadolu’yu işgal etmeyi planlayan İngilizler yeni bir savaşı göze
alamayabilirlerdi.
ATATÜRK’ÜN
İNGİLİZLERİ SEVMEYİŞİNİN HAKLILIĞI ZAMAN İÇİNDE BİR BİR ORTAYA ÇIKTI:
Sömürgen Batı Emperyalizminin başrol
oyuncularından İngilizlere karşı ATATÜRK’ün duyarlılığı ve bu konudaki
haklılığı(yani öngörüleri/sezgileri) zamanın akışı içinde günümüzde bile hala
bir bir ortaya çıkıyor. Birkaç belgesel örnek verelim: “ABD”ne ait ARCO çok
uluslu şirketin yaklaşık on yıl önce açtığı ama petrol almadığı gerekçesiyle
kapattığı Diyarbakır-Kayayolu sahasında; TPAO tarafından yapılan yeni
çalışmalar sonucu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi’nde zengin ve kaliteli
petrol yatağı bulundu.” 30 Mart’99 tarihli Cumhuriyet bunları yazıyordu. Yani
Türkiye’nin sözde stratejik dostu olan ABD, Anadolu’da petrol bulmuştu ama ne
kendi işletiyordu, ne de bizim işletip yarar sağlamamızı istiyordu. Çünkü
Türkiye bu zenginliklerinden kendisi yararlansaydı, dışarıya bağımlılığı
azalacaktı. Bu da, Kurtuluş savaşında sömürgeci arzularına kavuşamadıkları
için(özellikle 1945’ten itibaren) Türkiye’yi dışa bağımlı halde tutarak bu
arzularını gerçekleştirmeye çalışanların işine gelmiyordu. İşte Yüce ATATÜRK
bunları bildiği için, vefatına kadar uyarılarını hep yinelemiştir. Aralık
1921’de TBMM’de şunları söylüyordu: “Biz yaşamını ve bağımsızlığını kurtarmak
için çalışan emekçileriz, yoksul bir halkız. Efendiler, halkçılık; toplumsal
düzenini emeğine ve haklarına dayandırmak isteyen bir toplumsal doktrindir. Biz
bu hakkımızı korumak ve bağımsızlığımızı güven altında bulundurabilmek için
meclisçe ve ulusça bizi yok etmek isteyen emperyalizme ve kapitalizme karşı
ulusça savaşı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız.(KIRAN KIRANA, Afa
Yayınları, 1992, Sayfa: 304)(13).
Günümüzde Türkiye’yi Batı’ya ve
ABD’ye bağımlı kalmaya zorlayan, yalana, riyaya ve haksızlığa dayanan
emperyalist politikalarla oluşacak tehlikeyi Yüce ATATÜRK 1920’li yıllarda
sanki biliyormuş gibi hem Batı’yı, hem de bizleri şöyle uyarıyordu: “Amerika,
Avrupa ve tüm Batı dünyası bilmelidir ki; Türkiye halkı, her uygar ve yetenekli
ulus gibi kayıtsız şartsız özgür ve bağımsız yaşamaya kesin karar vermiştir. Bu
meşru kararı ihlale yönelik her kuvvet, Türkiye’nin ebedi düşmanı
kalır”.(ATATÜRK’ün SÖYLEV ve DEMEÇLERİ, Cilt 3, Sayfa 48, Prof. Dr. Utkan
Kocatürk “KAYNAKÇALI ATATÜRK GÜNLÜĞÜ”, Türkiye İŞ Bankası, Kültür Yay. No: 294,
Sayfa: 217.)(13)
Türkiye’ye karşı düşmanca ama
sinsice ve ustalıklı bir riyakârlıkla sürdürülmüş olan İngilizlere karşı
ATATÜRK’ün duyarlılığını ve onları niçin sevmediğini gün geçtikçe daha çok
anlıyoruz. ATATÜRK çok isabetli bir öngörü ile bu konudaki uyarısını(1920’de)
The Chicago Daily Chronicle gazetesi muhabiri Paul Williams aracılığıyla tüm
dünyaya(uyarısını) şöyle yapıyordu: “Anadolu’daki bu hareket bir halk
hareketidir… Bu gün dünya Müslümanlarının çoğunluğu Britanya tarafından
fethedilen ülkelerde yaşamaktadır. Şimdi bizi ezmek isteyende Britanya’dır.
İslam’a karşı açılan haçlı seferlerinin sonuncusuna geldik. Türk İslam dünyası
bu tehlikeye karşı tetikte durmaktadır(Atilla İlhan, Cumhuriyet, 28.06.2002)(13). Günümüzde sömürgeciliğin ustabaşı İngilizler,
ABD ile el ele olarak; Kurtuluş Savaşında elde edemediklerini şimdi çeşitli
oyunlarla bizden koparmaya çalışıyorlar(14).
ATATÜRK’ün İngilizlere karşı
duyarlılığını doğrularcasına, Ali Fuat Cebesoy anılarında, Kurtuluş Savaşı
yıllarındaki İngiliz hainliğini şöyle dile getiriyor(MİLLİ MÜCADELE HATIRALARI,
Ali Fuat Cebesoy, Temel Yay.)(13):
“Kumandanı bulunduğum 20. Kolordu
karargâhının Ankara’ya nakli ile burasının bir mukavemet merkezi yapılmasını
kararlaştırmıştık. Kolordunun hazırlıklarını haber alan İngilizler harekete
geçmiş ve bizi geciktirmek için önlem almaya başlamışlardı. Bir ay süren
pürüzleri birer birer çözdük ve harekete hazır duruma geldik. Ancak bu kez
ortaya yeni bir engel çıkmıştı: İngilizler vagon başına 60 altın lira talep
ediyordu. Bu parayı nereden bulup verecektik? ! Kolorduya doğrudan merbut
kıtalarla, Kaymakam Mahmut Bey kumandasındaki 24. Fırkamız, Ereğli-Aksaray-Kırşehir
üzerinden Ankara’ya yürüyerek geldiler.”
Kurtuluş Savaşı yıllarında,
düşmanlarımız arasında bize yönelik hainlik konusunda en aktif durumda olanı
İngilizlerdi; bu nedenle bu düşmanın adının, ATATÜRK’le ilgili bir konuda öteki
düşmanlardan daha sık geçmesi doğaldır…
İNGİLİZLERİN
GİZLİ PLANLARI HAKKINDA ATATÜRK’ÜN İSABETLİ ÖNGÖRÜLERİ:
Kurtuluş Savaşı sırasında Türk
Milliyetçiliği adlı bir kitap yazan Fransız kadın gazeteci Berthe Georges
Gaulis Anadolu’yu gezdi. Savaşı yakından izledi. Komutanlarla görüştü. Bu arada
Mustafa Kemal ile sohbetlerde bulundu, sonra ülkesine dönerek bu kitabı yazdı.
Bu kitabın en ilginç bölümlerinde onun “Uzağı Gördüğünü” yazmaktadır. Kadın
gazeteci onun yazdığı raporun kehanet derecesinde doğru çıktığını anlatmaktadır:
“Rapor, Almanların zaferler
kazandığı sıralarda kaleme alınmıştır. Savaşın sonucunu ondan başka hiç kimse
doğru tahmin etmemiştir. Müttefikler arasındaki işbirliğinin hiçbir vakit
bozulmayacağını, onların sefalet ve mahrumiyetlerinin Almanların maruz
kaldıkları yokluk ve sıkıntılara göre çok daha hafif olduğunu anlamıştır. Kendi
devletinin katıldığı ittifakın galip geleceğine inanmıyordu. Ülke kaynaklarının
boşalan yerleri doldurmaya yeterli olmadığını söyleyerek Türk ordusunun
zayıflamakta olduğunu ispat ediyordu. Bu sözleri birer birer çıktı.”
ATATÜRK İngiltere’nin planları
hakkında da şunları söylüyordu:
“İngiltere; kendisine hizmet edecek
bir Müslüman dünyası, Filistin’de İngiliz nüfusuna bağlı bir Hıristiyan devleti
kurulması, Türkiye’nin de bu güzel ülkelerden ve bu ülkeler üzerindeki dini
nüfus ve itibarından mahrum bırakılarak bir yana itilmesini planlıyordu. Bütün
bu görüşler, İngiltere için yaptığı savaşın gayelerinin yerine geçecek kadar
önem kazanmıştır. Bunlar aynı zamanda bizim içinde tamir kabul etmez felaket
olacaktır.”
1.DÜNYA
SAVAŞINDA ALMANLAR’ın NİYETİYLE İLGİLİ ÖNGÖRÜSÜNÜ ATATÜRK ŞÖYLE AÇIKLIYORDU:
“Falkenhayn kendisini dinleyenlere
her şeyden önce bir Alman olduğunu ve Almanya’nın çıkarlarını düşündüğünü
söylemek cesaretini kendinde buluyor. İki ay içerisinde o, bütün kuvvetlerini
kullanarak en büyük zaferlerden birini kazanmış bir komutan olarak çıkacak. O
zaman İmparatorluk elimizden çıkarak bir Alman sömürgesi olacaktır. Bu amaca
ulaşmak için de bizim altınlarımızı, ordumuzu son erine kadar kullanacaktır.”
Enver Paşa bu rapora kısa ve kuru
bir cevap verecektir. Falkenhayn, Filistin cephesinde komutan olarak bırakıldı.
Mustafa Kemal gözden düştü. Olaylar yine onu haklı çıkardı. Yenilgiler
birbirini kovaladı. 4, 7 ve 8. Ordular Komutanlığına getirildi. Rüyası gerçek
olmuştu. Bağdat üzerine yürüme hazırlığı yaparken İstanbul’daki bir dostundan
şifreli bir telgraf aldı. Mütareke olmuştu. O’da İstanbul’a dönmek zorunda
kaldı.
Osmanlı ordusu içerisinde geleceği
görebilen ve söyledikleri önce hayal olarak kabul edilen ve zamanı gelince
olayların çıkması karşısında kabul edilen Mustafa Kemal’in her söylediği gerçek
olmuştur.
Almanların bu gizli isteklerini
ondan başka hiç kimsenin düşünmemesi, hatta bilememesi dikkat çekicidir. Daha savaşın
başında ya da ortalarında Çanakkale savaşı sonrasında İttifak Devletleri ile
ayrı bir barış anlaşması imzalansaydı, Osmanlı işgal edilmeyecek, devlet
yaşamını sürdürecekti. Enver Paşa, Almanlarla sonuna kadar gidelim, biz kimseyi
yarı yolda bırakmayız dediği için savaş kaybedilmiş ve fatura ağır ödenmiştir.
Bu arada Alman hayranlığıyla gözleri
dönen İttihat ve Terakki Partisi yöneticileri, ne dostları Almanların gizli
niyetlerini, ne de İngilizlerin siyasi planlarını biliyorlardı. Bunları bir tek
bilip açıklayan Mustafa Kemal’di, ona da inanan yoktu.
OSMANLININ
NASIL İŞGAL EDİLECEĞİNİ DE ATATÜRK ÖNCEDEN BİLMİŞTİ:
Mustafa Kemal savaşın son
zamanlarında güneydeki Yıldırım Orduları Komutanlığı’na atanmıştı; ama savaşta
bitmek üzereydi. Hükümet devrilmiş İzzet Paşa Sadrazam(Başbakan) olmuştu. Bu
arada mütareke şartlarına göre Osmanlı ordusu silahtan arındırılıyordu. Mustafa
Kemal, kendisine tebliğ edilen şartların iyi olmadığını, bundan düşmanların
aleyhimize kolayca istifade edebileceklerine işaret ederek Sadrazam ve
Başkumandanlık Erkânı Harbiye Reisi Paşa’ya çektiği telgrafta:
“Her ne olursa olsun İngiltere ile
yapılan anlaşma, Devleti Osmaniye’nin siyaset ve selametini kâfi mana ve
mahiyette değildir” deyip, Anadolu’nun işgal edileceğini bildiriyordu.
İzzet Paşa verdiği cevapta,
“mütarekenin şartlarına her ne pahasına olursa olsun uymak lazım geldiğini,
muğlâk(açık olmayan) kısımların tavzihine imkân bulunmadığını, İngilizlere
hürmetkâr muamele etmek icap eylediğini” bildiriyordu.
Mustafa Kemal cevap verdiği
telgrafta şöyle yazıyordu:
“Düşmanların her dediğine semina ve
atana(baş üstüne) demekle tevellüt edecek akıbet, bütün memlekete
müstevlileri(işgalcileri) sahip etmek olacaktır. Bir gün Osmanlı kabinesinin
düşman tarafından tayin edileceğini göreceksiniz.”
ATA’nın bu kehanetleri aynen
çıkarken, İngilizler daha sonra İstanbul’u işgal ettiler. Arkasından
Yunanlılara destek vererek Anadolu’ya çıkmalarına yardımcı oldular.
YÜCE
ATATÜRK’ÜN “Geldikleri gibi gidecekler!” ÖNGÖRÜSÜ…
Almanya hayranlığıyla 1. Dünya
Savaşına giren Osmanlı İmparatorluğu her şeyini kaybetmiş durumdaydı. 30 Ekim
1918’de imzaladığı Mondros Mütarekesi ile Türk toprakları işgale uğruyordu.
Haçlı seferleri bittiğinden bu yana Avrupa’dan yüzyıllar boyunca istilacılar
gelememişti. Ancak 1918 sonunda İtilaf devletleri bu topraklara geldi. Osmanlı
İmparatorluğu topraklarını kaybettiği gibi tarih sahnesinden de çekilmekteydi.
İstanbul’un işgal edildiği günlerde, kente dönen Mustafa Kemal, düşman
zırhlılarını Dolmabahçe önünde gördüğü zaman büyük bir üzüntüye kapılmış ve
sadece şu kehaneti söylemiştir: “Geldikleri
gibi gidecekler.”
MORAL
VERME ve İKNA GÜCÜ, ÖNGÖRÜSÜ KADAR GÜÇLÜYDÜ…
17 Nisan 1915 tarihine kadar,
düşmanın yaptığı hücumlar püskürtülürken, Mustafa Kemal; emrindeki subayları
toplayarak onları, psikolojik olarak rahatlatmayı da ihmal etmiyordu ve
Komutanlarına şöyle diyordu:
“Düşmanı altı günden beri iki defa
taarruz ederek sarstığımız ve arazinin zorluğundan dolayı neticeye kadar
şiddetli takip edememek yüzünden barınabilen aksamı himayesinde çıkarmakta
olduğu ve fakat şimdiye kadar mahvettiğimiz düşman kuvvetlerinin iki fırkadan
fazla olduğu anlaşılmıştır. Seddülbahir’de Kumkale cihetinde de hal hemen aynı
olmuştur.
Karşımızda bulunan düşmanı bire
kadar hepimiz ölerek behemal denize dökmek lazım olduğu kanaati
vicdaniyesindeyim. Vaziyetimiz düşmana nazaran zayıf değildir. Düşmanın kuvvei
maneviyesi(morali) mahvolmuştur. Mütemadiyen siper yapmakla kendisine çıkış
aramaktadır. Siperlerin civarına birkaç mermi düşürmekle hemen kaçmaya
kalktıklarını görüyorsunuz. Düşmanı Salihlerimizden bir an evvel atmak gayet
vatani bir vazifedir.”
Mustafa Kemal, 4 Mayıs 1915 tarihine
kadar Arıburnu’nda düşmana karşı başarılı savaşlar verir. Savaşı cephenin en
yakın noktalarından idare eder; ama düşman komutanlarının atacakları her adımı
da bilir. Nereye asker çıkartacaklarını, durumlarını, düşüncelerini, planlarını
hisseder. Türk askerini ona göre yönlendirir. Gerçekte tüm kuvvetler ona
verilseydi, düşmanı daha erken bir zamanda yenebilirdi. Rütbesi yetmemesine
rağmen başarıları Osmanlı ordusunda olay yaratmıştır. Ayrıca yeni savaş
taktiklerini de kullanmıştır.
Çanakkale Savaşlarının mucizevî
olaylarından bir tanesi de, Conkbayırı’nın arkasına saldıracak düşmanın
harekâtını iki ay öncesinden bildirmesidir. Buna göre plan bile hazırlayan
Mustafa Kemal, Esat Paşa ve kurmay subaylarını bu tezine inandıramamıştı. İki
ay sonra oradan hücum eden düşmanı ise yine kendi durdurmayı başarmıştır. Bir
kez daha Geleceği Önceden Görerek tedbirlerini almıştır.
BESBELLİ
Kİ, YÜCE PLANLAR TARAFINDAN KORUNUYORDU…
MUSTAFA Kemal bir savaşı bizzat
cephe üzerinde yönetmek üzere maiyetiyle birlikte at üzerinde Conkbayırı’na
doğru ilerlerken, bir düşman uçağı alçalarak üstlerine doğru gelmeye başladı.
Subaylar kaçtılar. O zamanlar böyle asker gurubu gören savaş pilotları makineli
tüfeklerini kullanarak saldırırlardı. Mustafa Kemal soğukkanlılığını koruyarak
yanında kalan bir subayla patikanın ortasından ilerlemeye devam etti. Uçak
onları bir süre yakından izlediyse de sonra uzaklaşıp gitti. İşin ilginç tarafı
uçak saldırıya geçmemişti. Mustafa Kemal en küçük bir korku duymadan yolunu
bile değiştirmemişti.
Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle
çıkan Osmanlı İmparatorluğu son zamanlarını yaşarken, İstanbul’u işgal eden
İngiliz, Fransız ve İtalyan İşgal Kuvvetleri Komutanı Armstrong aynı zamanda
Çanakkale Savaşları’na da katılarak Mustafa Kemal’le savaşmıştı. 1925 yılında
yazdığı Bozkurt adlı kitapta mucizevî bir olayı şöyle anlatıyordu:
“Çanakkale’de karşılıklı siperlerde
binlerce asker karşı karşıya gelmişti. Savaşa ara verildiği zamanlarda Türk
askerine moral vermek isteyen Mustafa Kemal siperlerin önüne çıkar ve sigara
içerdi. Ona ateş eden düşman askerleri Paşa’yı vuramazken, Mustafa Kemal de
eline aldığı tüfekle cevap verir ve isabetli atışlarla askerlerimizi vururdu. Aradaki
mesafe 25- 30 metre
arasında değişiyordu. Bizim askerler artık korkmaya başlamışlardı. Biz ise
onlara yalan söylemek zorunda kalıyorduk. Ateş ettiğimiz kişi Mustafa Kemal
değildir, diyerek askerlerin morallerini düzeltme çalışıyorduk.”
Çok enteresan bir olay değil mi?
Çanakkale Savaşlarındaki mucizeler
bitmez… O müthiş insan Conkbayırı’nda kendisine isabet eden bir şarapnel
parçasıyla az daha yaralanıyordu. Cebindeki cep saati onu korumuştu. Bu saati
Mustafa Kemal’den hatıra olarak isteyip saklayan Liman Von Sanders’in yıllar
sonra evine giren hırsız saati çalarak kayıplara karıştı.
Çanakkale Savaşları sırasında birçok
mucizeler gerçekleşirken, Mustafa Kemal’in de başından bazı olayların geçmesi
ilginçtir. Gerçekte Çanakkale cehenneminden çıkması da onun gelecekteki
görevleri için korunduğunu göstermektedir.
ATATÜRK’ÜN
HABERCİ RÜYALARINDAN BİRİ:
Mustafa Kemal zaman zaman gördüğü
rüyalarla çeşitli olayları hissedebiliyordu; tıpkı annesi Zübeyde Hanım’ın
vefatını hissetmesi gibi.
Tarih 14 Ocak 1923. gece yarısı,
Mustafa Kemal’in özel treni Eskişehir’e doğru gidiyor. Bu yolculuk bir kamuoyu
yolculuğu olacak ve Gazi savaş sonrası Anadolu’sunda bazı şehirlerin nabzını
yoklaya yoklaya İzmir’e giderek hem annesini, hem de Latife Hanım’ı görecek.
Ama o gece çok sıkıntılı ve bir türlü uyku uyuyamıyor. Kompartımanın kapısı
önünde Ali Çavuş nöbet tutmaktadır. O sırada şifreli bir telgraf gelmiş,
şifresi çözülmemektedir. Birden içeriden ses gelir. Mustafa Kemal
seslenmektedir. Çavuş kompartımanın kapısını açıp selam durur:
“Emret Paşam!”
Mustafa Kemal yatağına oturmuş
telaşla sorar:
“Ne demeye kapıda bekliyorsun?”
“Nöbet tutuyorum Paşam”
“Annemden bir haber var mı?”
Ali Çavuş bir şey yokmuş gibi durmaya
çalışır.
“Boşuna kıvranma Ali, benden bir şey
saklamaya çalışma ben haberi aldım.”
“Ne haberi aldın ki Paşam? Hayır
haber inşallah!”
Mustafa Kemal rüyasını anlatmaya
başlar:
“Az önce dalmışım; rüyamda yeşil bir
ovada annemle el ele geziniyorduk. Her zaman olduğu gibi bana bir şeyler
anlatıyordu. Birdenbire fırtına çıktı. Bir sel bastırdı, annemi aldı götürdü.
Hiçbir şey yapamadım. Hiç, hiç…”
Ali Çavuş’u bir titremedir alır,
derken Mustafa Kemal emir verir:
“Çabuk al getir şu telgrafı hemen.”
Ali Çavuş kompartımandan çıkar
çıkmaz telgrafı getiren görevliyle karşılaşır.
“Ver onu, Paşamız bekliyor.”
Kâğıdı alıp içeri girer ve selam
durarak “Sen sağ ol Paşam” der.
“Millet sağ olsun” derken Mustafa
Kemal ağlamaya başlar.
Çavuş, “Ağlama Paşam” deyince,
Mustafa Kemal:
“Neden? Ben insan değil miyim? Annem
öldü. Ben buna ağlarım. Ama vatan kurtuldu. Bununla teselli bulurum. Benim için
ikisi bir. Ben bunun için Namık Kemal’e ‘Bulunur kurtaracak bahtı kara
kaderini’ diye cevap vermedim mi?” der.
ATATÜRK
ve “19”
ATATÜRK’ün yaşamında onun hemen
hemen hepsi isabetli öngörülerinin yanı sıra “19” rakamının dikkat çekici bir
yeri olmuştur. Bu gizemli rakam, her nasılsa, onun doğumundan başlayıp, ölümüne
kadar yaptığı her işte tarih olarak ortaya çıkmıştır(15).
Beyin cerrahi Muammer Yüksel ile
biyofizik uzmanı Dr. Erhan Kızıltan, bir bilimsel araştırma için bir araya
gelip çalışmaya başlar. Bu araştırma için gerekli olan bilgisayar programını
Dr. Erhan Kızıltan yazar. Programın çalışıp çalışmadığını denemek için o sırada
bilgisayarda tam metni hazır olarak bulunan Atatürk’ün 15- 20 Ekim 1927
tarihleri arasında CHP kongresinde okuduğu Büyük Nutuk’unu programa koyarlar.
Bir süre sonra, program Nutuk’un içinde her kelimenin kaçar kez tekrarlandığını
ortaya çıkarır. İki bilim adamı, ilk olarak Nutuk’ta:
19’ar kez tekrarlanan kelimeleri ilk
kullanım sıralarına göre bir araya getirerek bir metin ortaya çıkarırlar. 19
rakamı Atatürk’ün hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü:
- Atatürk 19. yüzyılın bitmesine 19 yıl kala 1881
de doğdu(1881, 19’un 99 katıdır.).
- 1881, Rumi takvime göre 1297’ye denk gelir(1 + 2
+ 9 + 7= 19).
- Selanik’te doğdu. Selanik sözcüğü “ebced”
hesabıyla(Arapçada her harfin sayısal bir değeri olduğunu belirten hesap)
değeri 171’dir(171, 19’un 19 katıdır).
- Nüfus kütüğünde sıra numarası 19’dur.
- Nüfus cüzdan numarası 999814’tü(Bu sayı 19’un
52’306 katıdır).
- İstanbul Harp Okuluna 1900’de kayıt oldu(1900,
19’un 100 katıdır), bu sırada yaşı 19’du.
- Harp akademisine 57. devre olarak girmişti(57,
19’un 3 katıdır).
- Atatürk Harp Okulunu 20. olarak bitirdi.
Subaylardan birisi yabancıydı. Bu nedenle mezun olan 19. subay oldu.
- Yüzbaşı olarak orduya katılış sırası 38’di(19’un
2 katıdır).
- Çanakkale Savaşlarının zaferle sonuçlanmasında
büyük rol oynayan 19. tümeni kurdu.
- 19 Mayıs 1915’te Albay oldu.
- Komutanı olduğu alayın numarası da 38’di(19’un 2
katıdır).
- Komutanı olduğu bir başka alayın numarası
57’ydi(19’un 3 katıdır).
- 19 Mart 1916’da Tuğgeneral oldu.
- 19 Aralık 1904’te Yıldız Sarayına çağrıldı.
- 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak Kurtuluş
Savaşını başlattı. O zaman 38 yaşındaydı(yani 19’un 2 katı).
- Atatürk’ü Samsun’a götüren Bandırma vapurunun 19
yolcusu vardı.
- Samsun’da 19 gün kaldı.
- 4 Temmuz 1919’da Erzurum’a gitti, 19 gün sonra 23
Temmuz’da Erzurum Kongresini topladı.
- 4 Eylül 1919 Sivas Kongresinden 114 gün sonra 27
Aralık 1919’da Ankara’ya gitti (114, 19’un 6 katıdır.
- Milli Mücadeleye başlaması için komutanlarıyla
yaptığı konuşmanın tarihi 19 Kasım 1919’du.
- TBMM’nin kurulmasına 19 Mart 1920’de karar verdi.
- 19 Eylül 1921’de Mareşallik ve Gazilik unvanı
aldı.
- Gençliğe hitabede 19 cümle vardır.
- Mustafa Kemal Atatürk adında 19 harf var.
- Atatürk’ün Latife Hanım ile olan evliliği 912 gün
sürdü(912, 19’un 48 katıdır).
- 10 Kasım 1938’de öldü.(1938, 19’un 102 katıdır).
- 57 yıl yaşadı(19’un 3 katıdır).
- Yaşamının ilk 19 yılında askerliğe hazırlandı.
İkinci 19 yılında asker olarak hizmet verdi. Üçüncü 19 yılında ise ülkenin
kurtarıcısı ve devlet başkanı olarak görev yaptı.
- Öldüğünde yatağının altında bulunan otomatik silahta
19 mermi vardı.
- Cenaze namazı 19 Kasım 1938’de Dolmabahçe
camiinde kılındı.
- Atatürk’ün ölümü üzerine silah arkadaşı İsmet
İnönü’nün Türk milletine yazdığı beyanname 19 cümledir.
- Cenazesinde çalınan Chopin’in cenaze marşının
numarası 19’dur. Bu marşta 19 nota vardır.
- Miras olarak 19.000lira bırakmıştır(yani 19’un
1000 katı)
- “Ne mutlu Türk’üm diyene” cümlesi 19 harftir.
- “İstikbal göklerdedir” cümlesi de 19 harftir.
- İstanbul Akaretlerde kaldığı evin numarası
19’dur.
İşte bu nedenle, Nutuk’ta 19’ar kez
tekrarlanan kelimelerden bir metin oluşturan Dr. Muammer Yüksel ile Dr. Erhan
Kızıltan, Osmanlıca sözcükleri günümüz Türkçesine çevirir, bazı eksik
cümleleri, anlamını bozmayacak şekilde tamamlar. Sonuçta ortaya şu şaşırtıcı
metin çıkar:
“Tüm
seçkin temsilciler; millete hizmet etmek yerine, görevlerini yerine
getirmemektedirler. Bunların kanunlara bilfiil uymaları gerektiğini belirtiniz.
Şunu söyleyiniz: yakın zamana kadar mevcut faaliyetleri başka gözle görmeye
çabalayanlar artık durumun farkına varmışlardır. Kumandanların(Askerler ve
Yöneticiler) hizmet etmelerine siz engel oluyorsunuz. Olayları tam olarak
düşünen her kişi bunun nedeninin, hükümet olduğunu görür.” “Tüm Başbakanlık
sistemi bizce suiistimal edilmektedir. Toplanacak taraflar sayıca az olsa bile
azami sayıdaki düşmanın karşısında durmalıdır. Bu çağrıyı yapması gereken
yüzbaşılardır. Büyük şerefli cephe düşünülmelidir.”
Bu metin iki bilim adamını çok
şaşırtır. Çünkü günümüz Türkiye’si ile ilgili ipuçları vermektedir. Bir başka
deyişle Atatürk, 100 yıl önceden Türkiye’de olup bitecekleri görmüş gibidir.
Dr. Muammer Yüksel ile Dr. Erhan
Kızıltan, araştırmaları sırasında 19’ar kez tekrarlanan(Türkçe) sözcükler de
bulur. Bu sözcüklerle oluşturdukları metin ise, Türkiye’deki bölücülük
hareketlerinin ne aşamaya geleceğini 100 yıl önceden gösterir gibidir.
“Maksadın
anlaşılıyordu. Tarihi vilayetin ahalisini bölüp Diyarbakır Kürt devletinin
kurulmasına yol açmak. Memleketin içinde bulunduğu durum kesinlikle birisinin
duruma müdahale etmesini gerektirecektir. İçinde bulunulan somutsuz koşullar
gereğince bağımsız guruplar harekete geçecektir. Yirmi vakit sonrasında bu
değerlendirmeyi kim yapacak ve eyleme geçecektir.”
Bu metin de yer alan “Yirmi Vakit” ifadesini ilgi çekici
bulan iki bilim adamı bir araştırma yapar. Vardıkları sonuç şaşırtıcıdır.
Güneydoğu’da bir Kürt devleti kurmak
için yola çıkan Abdullah Öcalan PKK’yı 1978’de kumuştur. Öcalan 1999’da
yakalanmıştır. Bir başka deyişle eylemlere başladığı yıl ile yakalandığı yıl
arasında 21 sene vardır. Bu da Atatürk’ün “Yirmi
Vakit” deyimine uygun bir zamandır. İki bilim adamının yorumuna göre, bu 20
vakit dolmuştur. Ve ülkenin bölünmesini engellemek için eyleme geçilmesi zamanı
gelmiştir. Nutuk’un 2 bölüm halinde kitaplaştırıldığını göze alan Dr. Muammer
Yüksel ile Dr. Erhan Kızıltan, kitabın belgeler bölümünde de 19’ar kez geçen
sözcükleri arayıp bulur ve yeni bir metin ortaya çıkarır(16).
“Düşündüklerini
açıkça söyleyen pek çok kişinin ortak fikri; hükümetin bu gün dünyaya yakın
durmasının asıl nedeninin, seçimle kendilerine verilen gücü kullanarak, sisteme
resmen aykırı fikirleri uygulamaya çalışmasıdır. Gerçek Ankara’nın dikkatini
çekmek zorundadır. Rüşvetçi valilerin(yöneticiler) Cumhuriyet ilkeleri yerine,
kendi çıkarlarına yönelmeleri müdahaleyi gerektirir.”
Dr. Muammer Yüksel ile Dr. Erhan
Kızıltan bu son metnin günümüz Türkiye’sini anlattığını düşünüyor. İki bilim
adamı bu çalışmayı kitap haline getirdi. Kitap’tan çıkan ve “Nutuk’taki Gizli Hitabe” adını taşıyan
kitabın önümüzdeki günlerde epey tartışma yaratacağı ortada. Çünkü kitapta
Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin hangi anlama geldiği ve hitabedeki uyarıların
hangi zaman diliminde geçerli olacağı da yine 19 formülü ile açıklanıyor.
Sonuç olarak;
Zamanın ilerisindeki adam olarak
nitelenen Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün 100 yıl önce yazdığı Nutuk,
günümüz Türkiye’sinin içinde bulunduğu durumu çok net olarak ortaya koyuyor.
ATATÜRK’ÜN
BUGÜNKÜ SINIRLARIMIZLA İLGİLİ ÖNGÖRÜSÜ:
1907 yılında Mustafa Kemal Atatürk
bir toplantıdadır. O toplantıda arkadaşlarıyla konuşmaktadır. Ülke
meseleleriyle ilgili konuşmalar yapmaktadır. Herkes Osmanlının geleceğinin ne
olacağını konuşurken, masada oturan Atatürk bir ara eline kâğıt kalem alarak
bir harita çizmeye başlar. Tamamladığı zaman ortaya garip bir harita çıkmıştır;
çünkü dönemin Osmanlı topraklarını gösteren haritalardan çok farklı bir şeydir.
Arkadaşları Mustafa Kemal’e sorarlar, “Bu nedir?” diye. O’nun yanıtı ise şu
olur:
“Gelecekteki Türk Devleti’nin
sınırları bunlar olacak.”
Onun çizdiği harita bu günkü Türkiye
Cumhuriyeti’nin sınırlarını gösteren haritadır.
Haritada bugünkü sınırlarımıza
uymayan küçük bir fark vardır. Atatürk, bizden ayrılmasına bir türlü razı
olmadığı Musul ve Kerkük ‘ü de Türkiye topraklarına katmıştır. Osmanlı
İmparatorluğu o tarihte Arnavutluk’tan başlayıp Ortadoğu’nun büyük bir bölümüne
kadar uzanan topraklara sahip bir imparatorluktur. Dolayısıyla, 5 milyon km²’lik
toprağa sahip Osmanlı için bugünkü Türkiye Cumhuriyeti haritası bir anlam ifade
etmezdi.
Kurtuluş Savaşı kazanılınca,
İngiltere ve Fransa ile İsviçre’nin Lozan kentinde başlayan barış görüşmeleri
aylarca sürdü. Genç Türkiye Devleti, İngiltere ve Fransa ile aynı haklara sahip
olabilmek için mücadele verdi. İngiliz ve Fransız delegeler her isteğimizi
kabul ettiler. Tek kabul etmedikleri şey, Musul ve Kerkük’ün Türkiye’de
kalmasıdır; çünkü bu şehirler petrol yönünden çok zengindir. Tartışmalar o
kadar çok şiddetli olur ki hatta Lozan görüşmeleri tıkanır. Türkiye’yi temsil
eden İsmet İnönü Şubat ayında Ankara’ya döner. Meclise ve Mustafa Kemal’e
gelişmeleri anlatır. Son noktayı Mustafa Kemal koyar, nedeni de İngilizlerin
Musul ve Kerkük için savaşı göze almalarıdır. Yıllardır savaşmaktan bıkan halkı
yeni bir maceraya sürüklemek istemeyen Atatürk, Türk Devletine Musul ve Kerkük
petrollerinden hisse verilmesi üzerine Lozan anlaşmasının imzalanmasına onay
verir.
1907 yılında Mustafa Kemal’in bu
haritayı çizmesini, onun geleceği görebilme yeteneğinin en üst düzeyine çıkmış
olmasıyla açıklayabilirim. Gün geçtikçe güçsüzleşen Osmanlı imparatorluğu’nun
topraklarında gözü olan ülkeler, saldırıya geçmek için uygun zaman
beklemektedirler. Çok sürmez bu bekleyiş; 1911 yılında İtalyanlar Trablusgarp’a
yani bugünkü Libya’ya saldırırlar, bir yandan da On iki Ada’yı işgal ederler. Arkasından
Balkan Savaşı kopar. Osmanlıların eski komşuları Sırbistan, Bulgaristan,
Karadağ ve Yunanistan birleşerek saldırıya geçer. İki cephede savaşmak zorunda
kalan Osmanlı Devleti İtalyanlarla anlaşma yapar ve Trablusgarp’ı bırakmak
zorunda kalır.
Bu sırada Balkan Devletleri
Edirne’yi alır ve antlaşma yapılır. Daha sonraları birbirine düşen Balkan
Devletlerinin bu durumundan faydalanan Osmanlı Devleti Edirne’yi geri alır.
1913 yılında imzalanan Bükreş anlaşmasıyla Osmanlı Devleti Edirne’ye kadar geri
çekilir. Atatürk’ün 1907 yılında çizmiş olduğu haritanın bir kısmı 1913 yılında
ortaya çıkmış ve çizilmeye başlanmıştır. 1. Dünya Savaşı sonunda ise tüm
Ortadoğu kaybedilmiş, ardından da Anadolu işgal edilmiştir. Düşman işgali
altında yaşamamak için başlatılan Kurtuluş Savaşı sırasında ilk önce
Türkiye’nin bu günkü doğu sınırı çizilir. Bunu, Güneydoğu illerimizin
kahramanlıkları sonucunda Fransızların geri çekilmesiyle bugünkü güneydoğu
sınırlarımız izler. En sonunda 9 Eylül 1922 yılında yunan ordusu İzmir’i
boşaltarak Anadolu topraklarından çekilmiş olur. Zafer kazanılır. Haritanın
çizimi 15 yıl sonra bitmiş olur.
ATATÜRK, öngörülerini uygun gördüğü
kişilerle paylaşmayı sürdürüyordu. Bunlardan biri de Bulgar İvan Manelof’tur.
Bulgar Türkoğlu İvan Manelof ile
1906 yılında Selanik’te konuşuyorlardı. ATATÜRK gelecekte ne gibi olayların ve
yeniliklerin olacağını ona anlatmıştı. ATATÜRK, Manelof’a, “Bir gün gelecek,
ben hayal olarak kabul ettiğiniz bu inkılâpları(devrimleri) başaracağım. Mensup
olduğum Türk milleti bana inanacaktır. Düşündüklerim demagoji mahsulü değildir.
Bu millet gerçeği görünce arkasından yürür. İşte bunları yapacağım: Saltanat
ortadan kalkacaktır. Devlet mütecanis(her türlü) bir unsura dayanacaktır. Din
ve devlet işleri birbirinden ayrılacaktır. Batı medeniyetine döneceğiz. Batı
medeniyetine girmemize engel olan yazı atılarak Latin kökünden alfabe
seçilecektir. Kadın ve Erkek arasındaki farklar ortadan kalkacaktır. Her
şeyimizle batılı olacağız. Emin olunuz ki bunların hepsi olacaktır.”
DAHA
YÜZBAŞI İKEN, KİMLERİN HANGİ MAKAMLARDA BULUNACAĞINI BİLİYORDU…
Mustafa Kemal yüzbaşıyken,
Selanik’te arkadaşlarıyla eğlenip yemek yerken, konuşmaları arasında hepsine
birer makam dağıtırdı. Arkadaşları onun şaka yaptığını düşünür ve eğlenirlerdi.
Sonra da ona sorarlardı:
“Peki, sen ne olacaksın?”
O da şöyle yanıtladı:
“Sizlere bu rütbeyi, makamı veren
şahıs olacağım.”
O zamanlar söyledikleri zamanla
gerçek olmuştur.
Burada şu noktayı da anımsamakta
yarar var: Mustafa Kemal soy olarak Osmanlı hanedanından gelmemektedir.
Saraydan bir prensesle evlense bile asla tahta çıkma ihtimali yoktur; çünkü
tahta çıkma hakkı sadece Osmanlı hanedanının erkeklerine verilmişti. Sonuçta
hanedanın soyundan gelen erkekler padişah olabiliyordu.
Biz yine onun öngörülerine(precognition)
geri dönelim. Örneğin kendisinden daha kıdemli bir asker olan Fethi Okyar Bey’e
“Seni sadrazam yapacağım” demişti. Yani başbakan olacağını açıklamıştı. Yıllar
sonra Fethi Bey başbakanlık ve parti başkanlığı görevini Mustafa Kemal’den
aldı. Görev yaptı. Olayın ilginç tarafı, ATATÜRK bu öngörüsünü söylediği zaman
Fethi Bey Binbaşı, Mustafa Kemal önyüzbaşıdır.
Onun bu davranışlarını alaya alanlar
olurdu. Yine kendisine sormuşlar ve yine aynı yanıtı almışlardı:
“Ben mi… Ben sizleri bu mevkilere
getiren insan olacağım.”
Bu öngörü, ister istemez bizlere
şunları düşündürüyor: Bunları söylediği ve düşündüğü tarihler 1907- 1908
yıllarıdır. O zaman şu da açıklığa kavuşuyor:
Zamanı
gelince cumhurbaşkanı olacağını biliyordu.
YARARLANILAN
ESERLER:
- ATATÜRK
ve PARAPSİKOLOJİ, Ali Bektan, Yakamoz yayınları.
- BİTMEYEN
OYUN, Metin AYDOĞAN, Umay Yayınları.
- ATATÜRK’ü
ANLAMAK, Akif. H. PAR + M. Agâh ÖNEN(Serhat Yayıncılık).
DİPNOTLAR:
(1)
BÜYÜK İNİSİYELER, Ruh ve Madde Yayınları.
(2)
* GİZLİ PARAPSİKOLOJİ SAVAŞI, Ruh ve Madde Yayınları.
* SOVYET RUSYA RUHU ARIYOR, Ruh ve
Madde Yayınları.
* PARAPSİKOLOJİ, Richard Broughton
(3) ATATÜRK ve PARAPSİKOLOJİ, Ali
Bektan, Yakamoz yayınları.
(4)
MU Uygarlığıyla ilgili kitaplar Ruh ve Madde Yayınlarından sağlanabilir.
(5) ATATÜRK’te
KONULAR ANSİKLOPEDİSİ, Yapı Kredi Yayınları(2. Baskı, Sayfa: 446), ATATÜRK’ün
SÖYLEV ve DEMEÇLERİ- 1. Cilt(Sayfalar: 216, 217, 279, 281, 447), Seyfettin
TURAN.
(6) CUMHURİYET
DÖNEMİ SAĞLIK HİZMETLERİ TARİHİ, Prof. Dr. Ahmet SALTUK(Bilim ve Ütopya
Dergisi, Sayı: 44, Sayfa: 18).
(7) DEVLETÇİLİK
İLKESİ, Prof. Dr. Afet İNAN(Türk Tarih Kurumu Basımevi- 1972).
(8) UYANIN
ARTIK, Prof. Dr. Çetin YETKİN(Gazete Müdafaa-i Hukuk, 15.12.2000).
(9) BİTMEYEN
OYUN(27. Basım), Metin AYDOĞAN, Umay Yayınları.
(10) MİLLİ
KURTULUŞ TARİHİ, Doğan AVCIOĞLU(Cilt 3, sayfa:1661).
(11)
ATATÜRK’ü ANLAMAK, A. H. PAR + M. A. ÖNEN(Serhat Yayınları).
(12) ATATÜRK ve
PARAPSİKOLOJİ, Ali Bektan (Yakamoz Yayınları).
(13) BİTMEYEN
OYUN(27. Baskı), Metin Aydoğan.
(14) Bu konuda
belgesel örnekler için bkz. BİTMEYEN OYUN, Metin Aydoğan; İBLİSİN KIBLESİ,
Cengiz Özakıncı; KÜRESEL TUZAK, Bahadır S. Dilek; FAŞİZMİN AYAK SESLERİ, Erol
Manisalı; AVRUPA BİRLİĞİNİN NERESİNDEYİZ? , Metin Aydoğan; ALLAH İLE ALDATMAK,
Yaşar Nuri Öztürk.
(15)
Kur’an ve “19” .
(16)
Bu metin internet ortamından alınmıştır.