DÜŞÜNCE
Varlığın Şuur Etkinliği
Hazırlayan: SELMAN GERÇEKSEVER
Düşünme; mümkün olan / olmayan, gerçek ya da gerçek dışı, olası ya da rastlantı olan (anlamlı rastlaşma)hemen tüm alanları kuşatır. Bununla birlikte, düşünmenin de tamamen kuşatmadığı anlamlar vardır. Örneğin, Mutlak Varlık alanı, düşünmeden daha çok, inanmanın alanına girer(1). Düşünme çeşitli şekillerde ortaya çıkar: Düşünme yeni bir durumu hemen kavrarsa, düşünmenin bu şekline “zekâ” ; belli problemleri tasarlar, onları açık seçik anlatıp açıklarsa buna “akıl” denir. Eğer düşünme bir şeyi ya da bir durumu bir takım kavramlara gerek duymadan hissederse (duyumsarsa), onun bu şekline ise “sezgi” (intuition) denir. Hiçbir kayıt ve koşula bağlı bulunmadan ortaya çıkan düşünme şekli de “hayal” dir.
Tüm bunlara ek olarak, bir şeyi düşünebiliyorsak; o ne kadar soyut olursa olsun, bir yerlerde var demektir. Düşündüğünüz şey / konu bizim bulunduğumuz çevrede hatta dünyada olmasa bile, evrende bir yerlerde var demektir. Çünkü var olmayan bir şey düşünülemeyeceği gibi, kavramla da ifâdeye konamaz. Düşünce söz konusu olunca; “doğru düşünmek” ya da “yanlış düşünmek” kavramları akla gelir: “Pozitif düşünmek gerek…” deriz. İsa Peygamber, “Düşüncelerinizden de sorumlusunuz” demiştir. İlk Çağ filozoflarından ünlü Parmanides’e göre, doğru düşünmek, var olanı düşünmektir. Ona göre varlık vardır ve var olmayan şey yoktur, vb.vb.
Düşünme, “ önermeler arasında bağlantı kurup, bunların birbiriyle olan ilişkilerini ortaya çıkarmak ve bunlardan hareketle başka bir sonuç elde etmektir.” (2) Düşünme konumuz olan bilgiyi bilgi ile sınamak ve bilgiden bilgi elde etmek düşünmekle olasıdır. Her şey gibi bilgi de bir gelişim aracıdır ve onu işletip / işleyip ondan yararlanmak düşünmekle oluyor. Biliyoruz ki, düşünmek, zihnin çalışması ve aklın işletilmesiyle olası. Durum böyle olunca; düşünmeye, özgürce düşünmeye önem vermedikten sonra, bilgi artamaz. Düşünmek, bilgiyi kullanmaktır ve bilgi de kullanılıp uygulansın diye vardır zaten… Kullanılan bilgi çoğalır, paylaştıkça artar ve genişler. Böyle yapıldığı zaman bilgi kendini bireysel iç zeminlerde ve mekânlarda kendini “inşa eder ve kök salar”. Tüm bunlar düşünme, daha da iyisi isâbetli ve becerikli bir kavrayış ile olur.
Düşünce, düşünülmüş ve ortaya konmuş bir fikirdir; düşünme ise, bir eylemdir; aklın eylem durumunda, işler durumda olmasıdır. Bu durumda düşünce, düşünme işinin bir ürünüdür. Düşünerek yararlı / doğru düşünceler üretmek, bildiğini sorgulamakla, bilgiyi bilgi ile sınamakla olasıdır. Bu makbul durum da, aklın; sürekli eylem durumunda, işler durumda olmasıyla olanaklıdır ve esâsen ALLAH da bizden, aklımızı bu şekilde kullanmamızı ısrarla istiyor. Çünkü gelişim açısından, içine girip çıktığımız olguları ve yaşam sınavlarını halletmemiz bakımından çok önemli. İsâbet ve becerikli bir kavrayış ile kullanılan akıl, sağlıklı düşünmek başta olmak üzere; ibret ve öğüt almak, cehâlet içinde kalmamak, (gönül yönünden) kör ve sağır olmamak ve hidâyete ermek (3) bakımından kişiye yarar sağlar. Görülüyor ki, aklı isâbetli ve becerikli bir şekilde kullanmak, her iki âlemde de işlerin en ulusu ve hayırlısıdır. Hz. Muhammed’den rivâyet edilen şu
hadis de; aklın hem dünyadaki, hem de öte âlemdeki önemini en güzel şekilde vurgulamaktadır: “Cebrail’e, insanlarda ululuğun önderliği neyle olduğunu sordum, ‘Akılla’ dedi.” (Abdurraûf Al Munâvi: Künûz Al Hakayık Fi Hadîsi Hayr Al Halâyık) (4)
Birey zihnini çalıştırma ve aklını isâbetli ve becerikli bir şekilde kullanma duyarlılığı içinde yaşarsa (ki bu düşünce eylemdir); bu duyarlı tutumu onu gerçeklerin keşfine yönlendirir. Bundan dolayı, Kur’an’daki birçok âyette ek olarak; sâdece Hz. Muhammed değil, Hz. Ali de aklın ve akıllıca hareketin erdemini ve “doğru yolu” un (5) akılla bulunabileceğini, aklı bir kenara koyarak, yalnızca imânla hareket etmenin makbul olmadığını ve her vesileyle anlatmaya çalışmışlardır (6). ALLAH bizden böyle olmamızı istiyor ve belki de “ALLAH’a yakın olmanın güzelliği” (Ali İmran 14) buradadır.
Aklı çalıştırmayıp, inanç / imân durumunda kalmak, atâlet sözcüğünde anlamını bulan tembelliktir ki, câhillik (câhiliye) döneminden kalma Araplar, Peygamberin tüm uyarılarına karşın atalarından kendilerine aktarılmış bulunan bilgilerin onları irdelemeden, doğruluk derecelerini anlama zahmetine girmeden uygulamakta ısrar etmişler ve sonunda kaybeden kendileri olmuştur.
Ataların bu şekilde tartışmasız kabul edilerek putlaştırılması (ecdatperestlik); sâdece Müslümanlık’ta değil, Hristiyanlık’ta da insanları körü körüne taklitçiliğe sevk ederek, gelişim açısından ağır bedeller ödemelerine neden olmuştur. Bu, iyiyi kötüden ayırt etme (temyiz) yoksunluğundan kurtulmak için sıkıntılı yaşam sınavları vermek zorunda kalmışlardır. Akıllarını kullanıp, Peygamber’in uyarı ve öğütlerine uymuş olsalardı, bu sıkıntılara ve ıstıraplı eprövlere gerek kalmayacaktı. Örneğin, eğer Mekke müşrikleri akıllarını isâbetle ve becerikli bir şekilde kullanabilen temyiz sâhibi kimseler olmuş olsalardı, atalarını körü körüne taklit etmenin, insanı aşağılatan sefâletine asla düşmemiş; taklit ettikleri şeyin kökenini araştırarak atalardan kalma inançlarını irdeleyerek, taklidin aslında kendilerini yavaş yavaş ALLAH’tan nasıl ulaştırmış olduğunu idrak etmiş olacaklardı. Aklın isâbetle ve (gelişim açısından) olumlu yönde kullanılmaması, vicdan yoksunluğunu ve akıl fukaralığını da beraberinde getirdiğinden; sâdece İslamiyet’te değil, İslamiyet öncesinde de aşikâr ve gizli şirk (7) yaşanmıştır. Bu durum, ne kadar kötü bir talihsizlik ise; aklı, yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız şekilde işletmek ve kullanmak da o kadar makbul ve erdemli bilge insanlara özgü bir durumdur. Ünlü İslam filozofu Kindî’den öğrendiğimiz kadarıyla, İlkçağ filozoflarından Eflatun akıl gücü üstün gelen insanı meleğe benzetmiştir. Ünlü filozofun bu konudaki söyleminin tamamı şöyledir: “Açgözlülük / doymazlık gücü kendisine üstün gelen kimse; domuz, öfke gücü üstün gelen köpek, akıl gücü üstün gelen ise melektir.” (8) Nefsin egemenliğinden kurtarılmış böyle bir akıl ile kişi birçok şeyi idrak etmekle kalmaz, kendisinin bir yaratılmış olduğunu ve dolayısıyla bir yaratıcının da olması gerektiğini anlar ki, bunlar “inanıp sâlih amellerde bulunan” (İnşikak 25) kimselere özgü ya da buna aday bireye yaraşır güzel durumlardır. Akıllarını isâbetle ve gelişim yönünde beceriklilikle kullanabilen gönül akıl sâhiplerinden beklenen de budur.
Zihin çalışması ve aklın işletilmesi demek de olan düşünmenin önemine çeşitli açılardan buraya değim değindikten sonra, düşüncenin ve düşünmenin biraz da teknik yanına bakarak yazımızı sonlandıralım: Düşünce, enkarne varlığın aşkın şuurunun (9); mekânı, zamanı ve realitesidir. Varlığın aşkın şuurunun zamanı, mekânı ve realitesi arasında yaptığı gidiş gelişler (sirkülasyon, cevelan) onun “düşünce hareketleri”ni oluşturur. Bedene bağlı öz şahsiyetimizin (10) bedendeki tavırlarından biri düşünce (ler) şeklinde kendini gösterir. İnsan düşünürken bir enerji etkinliği içindedir. Bu enerji, öz şahsiyetimizin şuur enerjisidir (11). Görülüyor ki, düşünce, şuurun, enerjetik etkinliklerinden biridir ve bedende görünen şeklidir. Şuur enerjisi, enkarne varlığın aksiyon alanının gerektirdiği tüm koşullara göre bedende düşünce olarak ortaya çıkar.
Varlığın şuurunun söz konusu enerjetik etkinliği, dünyadaki bedenini terk ettikten sonra da (spatyomda) sürüp gider. Ancak, şuur enerjisinin bu tavırlanması / etkinliği değişik bir şekilde oluşur; o tavır doğrudan doğruya şuur enerjisinin tavrıdır artık (12).
Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, düşüncenin kaynaklandığı yer beyin değil, beşerin aşkın yanının şuur etkinliğidir. Enkarne durumundayken özbenliğimizin şuuru, başka enerji mekânları ile bağlantılıdır. Bundan dolayı, ilham alırız, vahy alırız, ruh planlarının lütfettikleri enerjileri alırız.
--------------------------------------------
(1) İSLAM FELSEFESİ, Prof. Dr. Necip TAYLAN
(2) Hüseyin ATAY, CEHALETİN TAHSİLİ
(3) Doğruya/ güzele kılavuzlanmak
(4) İSLAMDA AKLIN ÖNEMİ, Prof. Dr. Ahmet Y.ÖZEMRE
(5) ALLAH’a giden en kestirme yol, “ALLAH’ın İpi”, “en sağlam kulp” (Bkz. Ayetler; Bakara 256, Ali İmran 103)
(6) – “İnsanın dini aklıdır. Aklı olmayanın dini yoktur”
- “ALLAH’a ilimsiz ve cahillik içinde (yani aklını kullamadan) bağlı olan kimse, olduğu yerde dönüp duran ve nereye gittiğini bilmeyen dolap beygirine benzer.” (Bu özlü ifadeler için kaynak eser, dipnot 4’teki kitaptır.)
(7) “Atâlet” kavramı konusunda güzel bir çalışma; KİŞİSEL ATÂLETİ YENMEK, Mümin Sekman
(8) Şirk: Kısaca “putperestlik” demek olan şirkin din literatüründeki açık anlamı; ALLAH’a zatında ya da tasarrufunda (yapıp etmelerinde) ortak tanımaktır. Arapça’da “mülk ve saltanat ortaklığı” anlamına gelen “şirket” sözcüğü de “şirk”ten üretilmiştir.
(9) KİNDÎ, Prof. Dr. Mahmut KAYA, Klasik Yayınları
(10) “Aşkın Şuur”, İLAHİ NİZAM VE KAİNAT bilgilerindeki “şuur ötesi” olabilir mi?
(11) Sadıklar Planı Tebliğleri’ndeki “öz şahsiyetimiz”in, İLAHİ NİZAM ve KAİNAT bilgilerindeki karşılığı“özbenliğimiz” olabilir mi?
(12) Sadıklar Planı Tebliğleri, sayfa 649
(13) Sadıklar Planı Tebliğleri, sayfa 566
YARARLANILAN KAYNAKLAR :
* KUR’AN
* SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ
* İSLAM FELSEFESİ, Prof. Dr. Necip TAYLAN
* CEHÂLETİN TAHSİLİ, Prof.Dr. Hüseyin ATAY
* İSLAM’da AKLIN ÖNEMİ, Prof. Dr. Ahmet Y.ÖZEMRE
* İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, Dr. Bedri RUHSELMAN * http://www.astroset.com/bireyselgelisim/gun/g63.htm
Sunuş
S U N U Ş
Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.
Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.
SELMAN
GERÇEKSEVER
Kasım
2 0 1 0
B u r s a
Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.
Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.
SELMAN
GERÇEKSEVER
Kasım
2 0 1 0
B u r s a
24 Eylül 2015 Perşembe
3 Eylül 2015 Perşembe
B E D E N Varlığın Gelişim Aracı
B E D E N
Varlığın Gelişim Aracı
Hazırlayan: SELMAN GERÇEKSEVER
Giriş
Yüce
Yunus’un söylemiyle, varlıklar “ete kemiğe bürünür” ; Selman,
Süleyman, Cem, Cemil, Hüsniye, Halime vb.vb. şeklinde görünür. Bir maddesel
ortamdaki (uzaysal objedeki) bedenler sâdece bir görüntüdür. Neyin görüntüsü?
Asıl varlığın / varlıklarının elbette; bunlar da ruhların hizmetinde olan
varlıklardır. Dolayısıyla “ruh+varlık+beden üçlemesi” (trinite) söz konusudur.
Bu çalışmamızda biz, söz konusu üçlemenin beden ucunu ele alacağız. Yukarıda
değindiğimiz, Yunus Emre’nin o kâdim zamanlara özgü ama evrensel bir gerçeği
yansıtan söyleminin teknik ayrıntısını (bu çalışmamızın da temel kaynak
eserimiz olan) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’ta görüyoruz: Beden, bir evren varlığının
dünyadaki (ve herhangi bir uzaysal obje üzerindeki) hizmetine verilmiş, kendi
gelişim zorunlluluklarına göre kullanabileceği maddesel bir araçtır (185).
Evren varlığı da, evren üstü olan ruhun evrendeki hizmetlisidir. Bu
duruma göre, ruhu da içine alacak
şekilde bir beden tanımı yapmaya kalkarsak, şöyle demek olası: Bir
beşerî beden, bir ruhun evrendeki tekâmül aracı ve ifâdesi olan varlığın
kullanımına verilmiş madde parça(cık)larından oluşmuş bir bileşimler bütünüdür.
Bu
yapılanma içinde, varlığın dünyadaki bedenine yardımcı olarak (yaşam planı
kapsamındaki vazifesi gereği) değişik gelişim düzeylerindeki planlardan ve
kademelerden (ve elbette ki gene ancak bedenin asıl sâhibi olan varlık
kanalıyla) milyonlarca tesir gelir. Beşeri bedene yönelik bu tesirler sürekli
olarak üst planların kontrolü ve gözetimi altındadır. Dolayısıyla bedene
yönelik bu tesirlerin hiçbirisi; boş, anlamsız, ne olduğu belirsiz, gelişigüzel
ve yersiz değildir. Çünkü bireye yönelik her bir tesir, o bireyin vicdan mekanizmasının
durumuna ve işleyişine göre ayarlanmıştır (186).

|
Enkarne varlığın vicdan
mekanizmasına yönelik tesirleri iki grupta toplayabiliriz. Daha doğrusu “beden”
dediğimiz organizma iki kaynaktan gelen
tesirler altında yaşar: 1- Asıl kendisinden (özbenliğinden ) gelen tesirler, 2-
İçinde bulunduğu (doğup büyüdüğü) enkernasyon ortamından aldığı tesirler. Bu
demektir ki, enkarne varlık bir ömür boyu, kendi öz varlığından gelen
tesirlerle, içinde bulunduğu ortamdan gelen tesirlerin oluşturduğu ortak alan
içinde yaşar. Bu iki temel tesiri bünyede dengelemek ve bu dengenin
sürekliliğini sağlamak sağlıklı bünyede dengelemek ve bu dengenin sürekliliğini
sağlamak sağlıklı yaşamaktır (87+88+89). Bir beşeri bedene yönelik bu iki temel
tesir kaynağından biri olan özbenlikten (yani “düşeyden”) gelen
tesirlerin organizmada yoğunlaştığı yer “beyin hücrelerinin manyetik alanları
sentezi” dir (90).
İLÂHÎ
NİZAM ve KÂİNAT kitabıyla gelen bilgilerle aralanan pencereden baktığımızda
görüyoruz ki, yukarıda özetlediğimiz yapılanma içinde; beden, varlığa hizmet
ediyor, varlık da ruha… Bu üçlemede (trinite) beden, varlığın dünyadaki
simgesi; varlık da ruhun evrendeki simgesi ve temsilcisidir. Bu üçlemede; beden
varlıktan dolayı vardır, varlık da ruhtan dolayı. Başka bir deyişle; varlık
bedenin var olma nedenidir, ruh da varlığın var olma nedeni… Bu yapılanma
içinde, varlık; üst varlıkların yardımıyla bir beden kurar ve o bedenden bir
ömür boyu yararlanarak, gelişim gereksinimlerini karşılarken, hizmetinde olduğu
ruh için özbilgi birikimini de oluşturur (187).
|

İdrâkin Vicdâna Egemen Olması
Yukarıda
değindiğimiz ve özbilgi birikiminin gereği olan uygulama kapsamında toplum
içinde olaylarla yoğrulmak bireyi vazife sezgisine ve Vazife Planı’nın
disiplinine hazırlar. Vazife Planı’nın doğal ve her zaman ki disiplini, dünya
olaylarının sert ve haşin çehreleri karşısında yapabildiğimiz sayısız uygulama
(doğru bildiğini uygulama) ile öğreniliyor. İçsel gelişim ve idraklenme
açısından toplumsal durumlarda beşeri ilişki ve etkileşimlerin önemi buradan
geliyor. Özellikle toplumsal yozlaşmanın her alanda giderek yaygınlaşma
gösterdiği devre sonlarında, her türlü caydırıcı cezp edici ve doğru yoldan
saptırıcı etkiye karşın, bir “yüksek gelişim mekanizması” (6)
olan vicdanın olumlu zıttına değerler yükleme duyarlılığı içinde yaşamak,
enkarne varlığa (yani bu çalışmamızın ana teması olan bedene) ve dolayısıyla
onu özbenliğine (iç varlığına) önemli artı puanlar kazandıracak ve giderek “idrakin
vicdana egemen olması” (117) gibi gelişim açısından çok makbul bir
durum gerçekleşmiş olacaktır. Çünkü enkarne varlığın idrakini vazife bilgisine
yaklaştıran (103), vicdan mekanizmasındaki böyle olumlu gelişmedir. Vicdan
mekanizmasının bu bağlamdaki gelişiminde uygulamayla ortaya çıkan idraklenmenin
önemine kısaca değindikten sonra, bedenli uygulama alanımız olan toplumsal
(mâşeri) yaşama dönelim.
Toplumsal Yaşamın Önemi
Toplu
halde etkileşim ve ilişkiler örüntüsü içinde yaşarken, olayların özbilgilere
dönüşümleri yine idrak sâyesinde olmaktadır. Ayrıca, varlığın; evrendeki
organizasyon sistemlerine hazırlık aşaması da toplumsal (mâşeri) yaşamla
olasıdır. Dünyada; bitkilerden, hayvanlardan ve insanlardan oluşan çokluk ve
çeşitlilik hâlinde büyük bir varlıklar kadrosu içinde, birbirini yetiştirerek
derece derece sürekli bir üst realiteye gidiş, gelişmek zorunluluğunun bir
gereğidir. Yaratılmışlar için gelişmemek diye bir özgürlük söz konusu değildir.
Gelişmek, hem de toplu halde gelişmek zorunluluğunun en objektif ve üzerimizde
taşıdığımız örneği beden organlarını oluşturan hücre topluluklarıdır: Bizler “hücre”
dediğimiz bu ilkel varlıklarla beden organizmamızın geneli kapsamında ve
toplumsal bir plan içinde kucak kucağa yaşıyoruz. Örneğin, kalbimizi oluşturan
hücreler, gelişimlerinin gereği olarak; nasıl o beşerî bedene muhtaç iseler, o
beşerî bedene enkarne varlıklar da yaşayabilmek için söz konusu hücrelere
muhtaçtır. Bu iki taraftan birinin rahatsızlığı / hastalığı ötekisini
etkileyeceği gibi, her ikisinin de sağlığı da ortak selâmeti sağlar. Demek ki,
tüm bu varlıklar arasında var olan bir aradalık (toplu halde ortak yaşam) boş,
rastgele ve anlamsız değildir.
Çokluk ve Çeşitlilik
Çokluk
ve çeşitlilik içinde toplu olarak bir arada gelişmek, varlıklara uygulama
zenginliğiyle gelen deneyim ve görgü birikimi sağlar ki bu durum çokluk ve
çeşitliliğin bereketidir. Bu anlamda özellikle devre sonları; eğer akıllıca
davranılır ve yaşanırsa bire bin ürünün alındığı verimli zamanlardır. “Hakk”
olan gerçeğin tezâhürü de çokluk ve çeşitlilik hâlindedir. Çokluk ve çeşitlilikteki
birliği (vâhid olan kesret) görebilmek de idraklenme cehti içinde şuurlanmakla
olasıdır (1). Ayrıca, varlıklar; çokluk ve çeşitlilik zenginliği içindeki
gelişim ortamlarına her seferinde farklı bir yaşam planı ve farklı bir beden
ile doğarlar: Ruhun hizmetindeki evren varlığı ruha hizmet kapsamındaki gelişim
ihtiyaçlarını karşılamak ve farklı farklı uygulamalar içinde görgü ve deneyim
birikimini arttırmak için farklı özelliklerde bedenlere enkarne olur. Her
enkarnasyonda beden farklılığı varlığa, uygulama çeşitliliği zenginliği ve
dolayısıyla verimliliği sağlar (128+129). Söz konusu çeşitliliğe; bir
organizmayı oluşturan hücrelerden organlara, oradan ortama, topluma /
toplumlara, uzaysal objeye / objelere, aleme ve alemlere kadar her şey dâhildir.
Bu durum ilâhi bir düzen içinde varlıklara lutfedilmiş sonsuz ve sınırsız bir
gelişim olanağıdır (Kur’an dilindeki “nimetler”)(2). ALLAH, Kur’an’da
nimetlerin bolluğuna işaret ettikten sonra soruyor : “Rabbinizin nimetlerinden
hangisini yalanlıyorsunuz!” (Rahman 13+32). Ardından da Peygamber
uyarısını hemen yapıştırıyor: “ALLAH’ın nimetleri hakkında tefekküre dalın
ama ALLAH’ın zâtı hakkında fikir yürütmeyin.” (Aclûnî 1/311). Bizler
günlük yaşamın; ilişki, iletişim ve etkileşimi içinde olur olmadık, gerekli
gereksiz pek çok şeye teşekkür ederiz ama ALLAH’ın bizlere emâneti olan beden
de dâhil, hayatta kalmamız ve gelişmemiz için verdiği olanaklara (“nimetler”e),
tüm bunları ve bizleri kapsayan ve O’nun Rahman ve Rahim olan şuurda uyandırıcı
(kıyam ettirici) etkisine şükretmeyi çok nâdir aklederiz. Nasıl ki, ALLAH bu
durumumuzdan da yakınıyor: “…Peki siz şükrediyor musunuz?” (Enbiya
80), “Şükretmeniz
gerekmez mi!” (Vakıa 70).
Deneyim ve Görgü Zenginliği
Konumuzla
ilgili bu önemli ayrıntıdan sonra, yeniden bıraktığımız yere, çokluk
çeşitlilikle gelen deneyim ve görgü zenginliği bağlamında bedenlerin erkek ve
dişi olmalarına da bir göz atalım: Her enkarnasyonda beden farklılığı varlığa
uygulama çeşitliliği ve zenginliği sağlar demiştik. Örneğin, bir yaşam planını
erkek bedende uygulamak ile dişi bedende uygulamak arasında göz ardı
edilemeyecek farklar vardır... Benzer özelliklerde bedenler olsa bile,
bunlarda; coğrafî, yöresel, ırksal ve hatta astrolojik, meslekî ve kültürel
koşullara göre farklı farklı nitelikler söz konusudur. Bu çokluk ve
çeşitlilikle gelen gelişim olanakları evren varlığına, uygulamayla gelen
deneyim ve görgü zenginliği sağlar.


İdrak ve Beden
Evren
varlığının (öz benliğimizin) maddenin derinliklerindeki bilinen, bilinmeyen tüm
uzaysal objeler gelişim aracı olan bedenler konusunda bu genel açıklamalardan
sonra, yeniden beşeri bedene dikkatimizi çevirerek diyebiliyoruz ki, idrak gelişimiyle
bedenlerin değişip olgunlaşması ve farklanması arasında yakın ilişki
bulunmaktadır. “İdrakin kapsamı artıp değer kazandıkça” (210) o idrak düzeyini
kaldıracak bedenlerde de farklılıklar görülüyor. Başka bir deyişle, farklı
idrak düzeylerindeki varlıklar, kendi idrak düzeylerine uygun nitelikteki
bedenlere enkerna oluyor. “Basit
idrak” (211) düzeyinde ve “yarı idrakli” (50+58) durumda olan
bir varlığın bedeni, “yüksek zaman idraki” (210)
düzeyindeki bir varlığın bedeninden çok farklı niteliklere sâhiptir elbette.
Enkarne
varlık, “yüzeysel zaman idraki” içinde maddesel ortamın tüm zaman–mekân
koşullarından ve bunların kendisine sunduğu gelişim olanaklarından yararlanarak
bedeni aracılığıyla olabildiğince izlenim, görgü ve deneyim birikimi oluşturur
(128+129). Varlığın yaptığı bu uygulama; hem bedenin form değişimleri, hem de
bedenin, içinde bulunduğu âlemin sayısız madde değişimleri sâyesinde olur. Bu
arada temel kaynak eserimizin(*) araladığı pencereden baktığımızda, görüyoruz
ki; bilinen ilk insanlık aşamasından, insan üstü bir plan olan “vazife
bilgisi” ne değin yürüyen, dünya bedeni değil, evren varlığıdır. Yani
tâbi olduğu ruha hizmet etmek için, çeşitli maddeler kullanarak, tüm evren
boyunca gelişe gelişe yürüyen, evren varlığıdır (özbenlik / asıl kendimiz)
(110+112). Beşerî beden bu varlığa sâdece bir araçtır, bir ömür boyu kullanıp
bıraktığı gelişim aracı. Bu gelişim sürecinde varlığın evren boyunca yaptığı,
Vazife Planı’na hazırlanmaktır. Varlık, maddenin derinliklerine, kendisinin
tezahür uzantısı olan fizik bedeni aracılığıyla nüfuz eder. Fizik bedenin “kabalığı”
kaba beşeri realiteler ve “yüzeysel zaman idraki” içinde
uygulama yapıp, deneyim ve görgü birikimine katkı sağlar. Beşerî beden
kullanılarak sağlanan bu deneyim ve görgü birikimi, yaşamlar boyu varlığın
özbilgi birikimini oluşturur ki, ruhun işine yarayan da budur.


Şuur Ötesinden Şuur Merkezine
Evren
varlığının (asıl kendimiz, özbenliğimiz) dünyadaki tezahür uzantısı olan
bedenini şuur ötesinden gelen icaplara göre yönetir. Bunun için varlık, bedenin
şuur merkezini kullanır. Başka türlü bir söylem ile varlık, bedenin şuur
merkezini(bkz.şekil 3) kullanarak, beden organizmasından yararlanır (143).
Beden uykudayken çevreyle bağlantısı hemen hemen sıfıra yakındır; şuur, şuur
merkeziyle birlikte şuurdışına bağlanır. Artık bu merkezler dünya ile değil,
şuur ötesiyle ilgilidirler. Beden uykudayken oluşan bu duruma “merkezin
kendi içine dönmesi” deniyor. Bu durumda şuur ve şuur merkezi dış
ortama (çevreye) karşı pasif, şuurötesine(bkz. şekil 3) karşı etkin ve
hareketlidir. Bu arada, gün boyunca yapılan gözlem ve izlenimler şuurdışına
aktarılır (143). Şuurdışındaki bu gözlem ve izlenim birikimi; “ölüm”
denen geçişe kadar, yani bir ömür boyu şuur dışına sürekli aktarılır.
Böyle
bir “varlık–beden
ilişkisi ” içinde, varlık her ne kadar kendi enerjisinin küçük bir
kısmını beyin hücrelerinin manyetik alanı dışında bırakmış ise de; gelişimin
gereği olarak, bu kısmı da bedenden tamamen ayırmış değil, hatta onunla sıkı
bir ilişki içindedir. Bundan dolayı da tam serbest değildir. esâsen bu iki
kısım arasındaki sıkı ilişki ve etkileşim sayesindedir ki, o varlık dünya
bedenine bağlı kısımlarının; gelişim kapsamındaki etkinliklerinden yararlanır
ve böylece bedenlenmeden amaç gerçekleşmiş olur. İnsan ancak varlığın
(özbenliğinin) kendisine göndermiş olduğu tesirlerin bir kısmıyla canlanır ve
kendisini idrak etmeye çalışır; kendisine gelmeyen kısımlarıyla ilgili bazı
belli belirsiz sezgileri bulunmakla birlikte, bunlar hakkında açık bir idrake
sahip değildir (85+86+87+88+89).
İşte
insanların bazen derin bir; iç denetimi, iç evrenine bakması (murakabesi)
yoluyla sezebildikleri ve “iç varlıklarını”, “özbenlikleri”,
“öz
varlıkları” dedikleri şeyler, bedenin ötesindeki gerçek varlığın
nispeten (bir dereceye kadar) serbest durumlarıdır. Varlık, dünyadaki bedeninin
tüm durumlarını izlemek, o durumların gereklerini yerine getirmek zorundadır.
Bu, onun vazifesidir. Bedenin ölümüyle, bağlı olan kısımları bedenden tamamen
çözülmedikçe, serbest kalan kısmını da tam serbest bir şekilde kullanamaz.
Çünkü bağlı olan kısımlarıyla, bedenin zorluklarından kendisi tamamıyla özgür
kılamaz. Bedene bağlı olan kısımlarıyla az da olsa, bedenden aldığı
izlenimlerin (o ana özgü gelişim zorluklarına göre) hazmedilmesi ve sonuçlandırılarak,
ruha yansıtılması gibi onu, bedeni ile sürekli ilgilendirecek meşgûliyet
alanları vardır (88+89).
------------------------------------------------------------------
(*) Yazımızın akışı
içinde yer yer görülecek bu rakamlar, temel kaynak eserimiz olan İLÂHÎ NİZAM ve
KÂİNAT kitabından yararlandığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.
(1) “Varlığın birliği” kavramı için bkz. VARLIKSAL İLKELER, Ruh
ve Madde Yayınları
(2) Nimetlerin çokluk,
çeşitlilik ve bolluk hâlinde oluşunu konu eden ayetler: Nahl 18, İbrahim 32+34.
(3) “Vazife Planı” için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar
236-240,313,318,319.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)