Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

24 Eylül 2015 Perşembe

DÜŞÜNCE Varlığın Şuur Etkinliği

DÜŞÜNCE
Varlığın Şuur Etkinliği
Hazırlayan: SELMAN GERÇEKSEVER

Düşünme; mümkün olan / olmayan, gerçek ya da gerçek dışı, olası ya da rastlantı olan (anlamlı rastlaşma)hemen tüm alanları kuşatır. Bununla birlikte, düşünmenin de tamamen kuşatmadığı anlamlar vardır. Örneğin, Mutlak Varlık alanı, düşünmeden daha çok, inanmanın alanına girer(1). Düşünme çeşitli şekillerde ortaya çıkar: Düşünme yeni bir durumu hemen kavrarsa, düşünmenin bu şekline “zekâ” ; belli problemleri tasarlar, onları açık seçik anlatıp açıklarsa buna “akıl” denir. Eğer düşünme bir şeyi ya da bir durumu bir takım kavramlara gerek duymadan hissederse (duyumsarsa), onun bu şekline ise “sezgi” (intuition) denir. Hiçbir kayıt ve koşula bağlı bulunmadan ortaya çıkan düşünme şekli de “hayal” dir.

Tüm bunlara ek olarak, bir şeyi düşünebiliyorsak; o ne kadar soyut olursa olsun, bir yerlerde var demektir. Düşündüğünüz şey / konu bizim bulunduğumuz çevrede hatta dünyada olmasa bile, evrende bir yerlerde var demektir. Çünkü var olmayan bir şey düşünülemeyeceği gibi, kavramla da ifâdeye konamaz. Düşünce söz konusu olunca; “doğru düşünmek” ya da “yanlış düşünmek” kavramları akla gelir: “Pozitif düşünmek gerek…” deriz. İsa Peygamber, “Düşüncelerinizden de sorumlusunuz” demiştir. İlk Çağ filozoflarından ünlü Parmanides’e göre, doğru düşünmek, var olanı düşünmektir. Ona göre varlık vardır ve var olmayan şey yoktur, vb.vb.

Düşünme, “ önermeler arasında bağlantı kurup, bunların birbiriyle olan ilişkilerini ortaya çıkarmak ve bunlardan hareketle başka bir sonuç elde etmektir.” (2) Düşünme konumuz olan bilgiyi bilgi ile sınamak ve bilgiden bilgi elde etmek düşünmekle olasıdır. Her şey gibi bilgi de bir gelişim aracıdır ve onu işletip / işleyip ondan yararlanmak düşünmekle oluyor. Biliyoruz ki, düşünmek, zihnin çalışması ve aklın işletilmesiyle olası. Durum böyle olunca; düşünmeye, özgürce düşünmeye önem vermedikten sonra, bilgi artamaz. Düşünmek, bilgiyi kullanmaktır ve bilgi de kullanılıp uygulansın diye vardır zaten… Kullanılan bilgi çoğalır, paylaştıkça artar ve genişler. Böyle yapıldığı zaman bilgi kendini bireysel iç zeminlerde ve mekânlarda kendini “inşa eder ve kök salar”. Tüm bunlar düşünme, daha da iyisi isâbetli ve becerikli bir kavrayış ile olur.

Düşünce, düşünülmüş ve ortaya konmuş bir fikirdir; düşünme ise, bir eylemdir; aklın eylem durumunda, işler durumda olmasıdır. Bu durumda düşünce, düşünme işinin bir ürünüdür. Düşünerek yararlı / doğru düşünceler üretmek, bildiğini sorgulamakla, bilgiyi bilgi ile sınamakla olasıdır. Bu makbul durum da, aklın; sürekli eylem durumunda, işler durumda olmasıyla olanaklıdır ve esâsen ALLAH da bizden, aklımızı bu şekilde kullanmamızı ısrarla istiyor. Çünkü gelişim açısından, içine girip çıktığımız olguları ve yaşam sınavlarını halletmemiz bakımından çok önemli. İsâbet ve becerikli bir kavrayış ile kullanılan akıl, sağlıklı düşünmek başta olmak üzere; ibret ve öğüt almak, cehâlet içinde kalmamak, (gönül yönünden) kör ve sağır olmamak ve hidâyete ermek (3) bakımından kişiye yarar sağlar. Görülüyor ki, aklı isâbetli ve becerikli bir şekilde kullanmak, her iki âlemde de işlerin en ulusu ve hayırlısıdır. Hz. Muhammed’den rivâyet edilen şu
hadis de; aklın hem dünyadaki, hem de öte âlemdeki önemini en güzel şekilde vurgulamaktadır: “Cebrail’e, insanlarda ululuğun önderliği neyle olduğunu sordum, ‘Akılla’ dedi.” (Abdurraûf Al Munâvi: Künûz Al Hakayık Fi Hadîsi Hayr Al Halâyık) (4)

Birey zihnini çalıştırma ve aklını isâbetli ve becerikli bir şekilde kullanma duyarlılığı içinde yaşarsa (ki bu düşünce eylemdir); bu duyarlı tutumu onu gerçeklerin keşfine yönlendirir. Bundan dolayı, Kur’an’daki birçok âyette ek olarak; sâdece Hz. Muhammed değil, Hz. Ali de aklın ve akıllıca hareketin erdemini ve “doğru yolu” un (5) akılla bulunabileceğini, aklı bir kenara koyarak, yalnızca imânla hareket etmenin makbul olmadığını ve her vesileyle anlatmaya çalışmışlardır (6). ALLAH bizden böyle olmamızı istiyor ve belki de “ALLAH’a yakın olmanın güzelliği” (Ali İmran 14) buradadır.

Aklı çalıştırmayıp, inanç / imân durumunda kalmak, atâlet sözcüğünde anlamını bulan tembelliktir ki, câhillik (câhiliye) döneminden kalma Araplar, Peygamberin tüm uyarılarına karşın atalarından kendilerine aktarılmış bulunan bilgilerin onları irdelemeden, doğruluk derecelerini anlama zahmetine girmeden uygulamakta ısrar etmişler ve sonunda kaybeden kendileri olmuştur.

Ataların bu şekilde tartışmasız kabul edilerek putlaştırılması (ecdatperestlik); sâdece Müslümanlık’ta değil, Hristiyanlık’ta da insanları körü körüne taklitçiliğe sevk ederek, gelişim açısından ağır bedeller ödemelerine neden olmuştur. Bu, iyiyi kötüden ayırt etme (temyiz) yoksunluğundan kurtulmak için sıkıntılı yaşam sınavları vermek zorunda kalmışlardır. Akıllarını kullanıp, Peygamber’in uyarı ve öğütlerine uymuş olsalardı, bu sıkıntılara ve ıstıraplı eprövlere gerek kalmayacaktı. Örneğin, eğer Mekke müşrikleri akıllarını isâbetle ve becerikli bir şekilde kullanabilen temyiz sâhibi kimseler olmuş olsalardı, atalarını körü körüne taklit etmenin, insanı aşağılatan sefâletine asla düşmemiş; taklit ettikleri şeyin kökenini araştırarak atalardan kalma inançlarını irdeleyerek, taklidin aslında kendilerini yavaş yavaş ALLAH’tan nasıl ulaştırmış olduğunu idrak etmiş olacaklardı. Aklın isâbetle ve (gelişim açısından) olumlu yönde kullanılmaması, vicdan yoksunluğunu ve akıl fukaralığını da beraberinde getirdiğinden; sâdece İslamiyet’te değil, İslamiyet öncesinde de aşikâr ve gizli şirk (7) yaşanmıştır. Bu durum, ne kadar kötü bir talihsizlik ise; aklı, yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız şekilde işletmek ve kullanmak da o kadar makbul ve erdemli bilge insanlara özgü bir durumdur. Ünlü İslam filozofu Kindî’den öğrendiğimiz kadarıyla, İlkçağ filozoflarından Eflatun akıl gücü üstün gelen insanı meleğe benzetmiştir. Ünlü filozofun bu konudaki söyleminin tamamı şöyledir: “Açgözlülük / doymazlık gücü kendisine üstün gelen kimse; domuz, öfke gücü üstün gelen köpek, akıl gücü üstün gelen ise melektir.” (8) Nefsin egemenliğinden kurtarılmış böyle bir akıl ile kişi birçok şeyi idrak etmekle kalmaz, kendisinin bir yaratılmış olduğunu ve dolayısıyla bir yaratıcının da olması gerektiğini anlar ki, bunlar “inanıp sâlih amellerde bulunan” (İnşikak 25) kimselere özgü ya da buna aday bireye yaraşır güzel durumlardır. Akıllarını isâbetle ve gelişim yönünde beceriklilikle kullanabilen gönül akıl sâhiplerinden beklenen de budur.

Zihin çalışması ve aklın işletilmesi demek de olan düşünmenin önemine çeşitli açılardan buraya değim değindikten sonra, düşüncenin ve düşünmenin biraz da teknik yanına bakarak yazımızı sonlandıralım: Düşünce, enkarne varlığın aşkın şuurunun (9); mekânı, zamanı ve realitesidir. Varlığın aşkın şuurunun zamanı, mekânı ve realitesi arasında yaptığı gidiş gelişler (sirkülasyon, cevelan) onun “düşünce hareketleri”ni oluşturur. Bedene bağlı öz şahsiyetimizin (10) bedendeki tavırlarından biri düşünce (ler) şeklinde kendini gösterir. İnsan düşünürken bir enerji etkinliği içindedir. Bu enerji, öz şahsiyetimizin şuur enerjisidir (11). Görülüyor ki, düşünce, şuurun, enerjetik etkinliklerinden biridir ve bedende görünen şeklidir. Şuur enerjisi, enkarne varlığın aksiyon alanının gerektirdiği tüm koşullara göre bedende düşünce olarak ortaya çıkar.

Varlığın şuurunun söz konusu enerjetik etkinliği, dünyadaki bedenini terk ettikten sonra da (spatyomda) sürüp gider. Ancak, şuur enerjisinin bu tavırlanması / etkinliği değişik bir şekilde oluşur; o tavır doğrudan doğruya şuur enerjisinin tavrıdır artık (12).

Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, düşüncenin kaynaklandığı yer beyin değil, beşerin aşkın yanının şuur etkinliğidir. Enkarne durumundayken özbenliğimizin şuuru, başka enerji mekânları ile bağlantılıdır. Bundan dolayı, ilham alırız, vahy alırız, ruh planlarının lütfettikleri enerjileri alırız.

--------------------------------------------
(1) İSLAM FELSEFESİ, Prof. Dr. Necip TAYLAN
(2) Hüseyin ATAY, CEHALETİN TAHSİLİ
(3) Doğruya/ güzele kılavuzlanmak
(4) İSLAMDA AKLIN ÖNEMİ, Prof. Dr. Ahmet Y.ÖZEMRE
(5) ALLAH’a giden en kestirme yol, “ALLAH’ın İpi”, “en sağlam kulp” (Bkz. Ayetler; Bakara 256, Ali İmran 103)
(6) – “İnsanın dini aklıdır. Aklı olmayanın dini yoktur”
- “ALLAH’a ilimsiz ve cahillik içinde (yani aklını kullamadan) bağlı olan kimse, olduğu yerde dönüp duran ve nereye gittiğini bilmeyen dolap beygirine benzer.” (Bu özlü ifadeler için kaynak eser, dipnot 4’teki kitaptır.)
(7) “Atâlet” kavramı konusunda güzel bir çalışma; KİŞİSEL ATÂLETİ YENMEK, Mümin Sekman
(8) Şirk: Kısaca “putperestlik” demek olan şirkin din literatüründeki açık anlamı; ALLAH’a zatında ya da tasarrufunda (yapıp etmelerinde) ortak tanımaktır. Arapça’da “mülk ve saltanat ortaklığı” anlamına gelen “şirket” sözcüğü de “şirk”ten üretilmiştir.
(9) KİNDÎ, Prof. Dr. Mahmut KAYA, Klasik Yayınları
(10) “Aşkın Şuur”, İLAHİ NİZAM VE KAİNAT bilgilerindeki “şuur ötesi” olabilir mi?
(11) Sadıklar Planı Tebliğleri’ndeki “öz şahsiyetimiz”in, İLAHİ NİZAM ve KAİNAT bilgilerindeki karşılığı“özbenliğimiz” olabilir mi?
(12) Sadıklar Planı Tebliğleri, sayfa 649
(13) Sadıklar Planı Tebliğleri, sayfa 566


YARARLANILAN KAYNAKLAR :
* KUR’AN
* SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ
* İSLAM FELSEFESİ, Prof. Dr. Necip TAYLAN
* CEHÂLETİN TAHSİLİ, Prof.Dr. Hüseyin ATAY
* İSLAM’da AKLIN ÖNEMİ, Prof. Dr. Ahmet Y.ÖZEMRE
* İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, Dr. Bedri RUHSELMAN * http://www.astroset.com/bireyselgelisim/gun/g63.htm

3 Eylül 2015 Perşembe

B E D E N Varlığın Gelişim Aracı

B E D E N
Varlığın Gelişim Aracı
Hazırlayan: SELMAN GERÇEKSEVER

Giriş
Yüce Yunus’un söylemiyle, varlıklar “ete kemiğe bürünür” ; Selman, Süleyman, Cem, Cemil, Hüsniye, Halime vb.vb. şeklinde görünür. Bir maddesel ortamdaki (uzaysal objedeki) bedenler sâdece bir görüntüdür. Neyin görüntüsü? Asıl varlığın / varlıklarının elbette; bunlar da ruhların hizmetinde olan varlıklardır. Dolayısıyla “ruh+varlık+beden üçlemesi” (trinite) söz konusudur. Bu çalışmamızda biz, söz konusu üçlemenin beden ucunu ele alacağız. Yukarıda değindiğimiz, Yunus Emre’nin o kâdim zamanlara özgü ama evrensel bir gerçeği yansıtan söyleminin teknik ayrıntısını (bu çalışmamızın da temel kaynak eserimiz olan) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’ta görüyoruz: Beden, bir evren varlığının dünyadaki (ve herhangi bir uzaysal obje üzerindeki) hizmetine verilmiş, kendi gelişim zorunlluluklarına göre kullanabileceği maddesel bir araçtır (185). Evren varlığı da, evren üstü olan ruhun evrendeki hizmetlisidir. Bu duruma göre, ruhu da içine alacak  şekilde bir beden tanımı yapmaya kalkarsak, şöyle demek olası: Bir beşerî beden, bir ruhun evrendeki tekâmül aracı ve ifâdesi olan varlığın kullanımına verilmiş madde parça(cık)larından oluşmuş bir bileşimler bütünüdür.

Bu yapılanma içinde, varlığın dünyadaki bedenine yardımcı olarak (yaşam planı kapsamındaki vazifesi gereği) değişik gelişim düzeylerindeki planlardan ve kademelerden (ve elbette ki gene ancak bedenin asıl sâhibi olan varlık kanalıyla) milyonlarca tesir gelir. Beşeri bedene yönelik bu tesirler sürekli olarak üst planların kontrolü ve gözetimi altındadır. Dolayısıyla bedene yönelik bu tesirlerin hiçbirisi; boş, anlamsız, ne olduğu belirsiz, gelişigüzel ve yersiz değildir. Çünkü bireye yönelik her bir tesir, o bireyin vicdan mekanizmasının durumuna ve işleyişine göre ayarlanmıştır (186).

VARLIKSAL YAPPM. - YATAY-DÜŞEY TESİRLER (sayfa 1 ' e).jpgİçsel Denge
Şekil 1: Varlığa Yönelik
“Düşey ve Yatay” Tesirler
 
Enkarne varlığın vicdan mekanizmasına yönelik tesirleri iki grupta toplayabiliriz. Daha doğrusu “beden” dediğimiz organizma iki kaynaktan  gelen tesirler altında yaşar: 1- Asıl kendisinden (özbenliğinden ) gelen tesirler, 2- İçinde bulunduğu (doğup büyüdüğü) enkernasyon ortamından aldığı tesirler. Bu demektir ki, enkarne varlık bir ömür boyu, kendi öz varlığından gelen tesirlerle, içinde bulunduğu ortamdan gelen tesirlerin oluşturduğu ortak alan içinde yaşar. Bu iki temel tesiri bünyede dengelemek ve bu dengenin sürekliliğini sağlamak sağlıklı bünyede dengelemek ve bu dengenin sürekliliğini sağlamak sağlıklı yaşamaktır (87+88+89). Bir beşeri bedene yönelik bu iki temel tesir kaynağından biri olan özbenlikten (yani “düşeyden”) gelen tesirlerin organizmada yoğunlaştığı yer “beyin hücrelerinin manyetik alanları sentezi” dir (90).


İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT kitabıyla gelen bilgilerle aralanan pencereden baktığımızda görüyoruz ki, yukarıda özetlediğimiz yapılanma içinde; beden, varlığa hizmet ediyor, varlık da ruha… Bu üçlemede (trinite) beden, varlığın dünyadaki simgesi; varlık da ruhun evrendeki simgesi ve temsilcisidir. Bu üçlemede; beden varlıktan dolayı vardır, varlık da ruhtan dolayı. Başka bir deyişle; varlık bedenin var olma nedenidir, ruh da varlığın var olma nedeni… Bu yapılanma içinde, varlık; üst varlıkların yardımıyla bir beden kurar ve o bedenden bir ömür boyu yararlanarak, gelişim gereksinimlerini karşılarken, hizmetinde olduğu ruh için özbilgi birikimini de oluşturur (187).

Şekil 2: Vicdan Mekanizması
 
Varlığın ruha yönelik hizmeti özbilginin birikimiyle olur. Özbilgiler varlığın şuuraltında(bkz. şekil 3) birikir (144) ve öz idrak kanalıyla ruha aktarılır. Varlığın özbilgi oluşumu ise  alemin uzaysal objesindeki (örneğin, dünyadaki) tezâhür uzantısı olan fizik bedeninin (bedensel beninin) idraklenme cehti sayesinde olur. Varlık, “idrak ve bilgi olgunluğu”na (260) dünyadaki gelişim aracı olan bedensel beninin idraklenme cehti sâyesinde ulaşır. İdraklenme cehtinin sürekliliği durumunda, idrak giderek vicdana egemen olur (117). İdraklenme cehtinin sürekliliği ve beşeri yaşamın sürdürülebilirliğinin bir olumlu yan ürünü de vicdan mekanizmasının zıtlarıyla ilgilidir. Çünkü idrakin işlevlerinden biri, vicdan mekanizmasının zıtları arasındaki kuruluş ve bağlanışların sağlanmasıdır (117). Beden – varlık – ruh üçlemesinde; bedenin varlığa, varlığın da ruha hizmeti kapsamında idrâkin ve idraklenmenin öneminden dolayı, bedenli halde sergilenen idraklenme cehti üzerinde biraz daha durmakta yarar var.

İdrâkin Vicdâna Egemen Olması
Yukarıda değindiğimiz ve özbilgi birikiminin gereği olan uygulama kapsamında toplum içinde olaylarla yoğrulmak bireyi vazife sezgisine ve Vazife Planı’nın disiplinine hazırlar. Vazife Planı’nın doğal ve her zaman ki disiplini, dünya olaylarının sert ve haşin çehreleri karşısında yapabildiğimiz sayısız uygulama (doğru bildiğini uygulama) ile öğreniliyor. İçsel gelişim ve idraklenme açısından toplumsal durumlarda beşeri ilişki ve etkileşimlerin önemi buradan geliyor. Özellikle toplumsal yozlaşmanın her alanda giderek yaygınlaşma gösterdiği devre sonlarında, her türlü caydırıcı cezp edici ve doğru yoldan saptırıcı etkiye karşın, bir “yüksek gelişim mekanizması” (6) olan vicdanın olumlu zıttına değerler yükleme duyarlılığı içinde yaşamak, enkarne varlığa (yani bu çalışmamızın ana teması olan bedene) ve dolayısıyla onu özbenliğine (iç varlığına) önemli artı puanlar kazandıracak ve giderek “idrakin vicdana egemen olması” (117) gibi gelişim açısından çok makbul bir durum gerçekleşmiş olacaktır. Çünkü enkarne varlığın idrakini vazife bilgisine yaklaştıran (103), vicdan mekanizmasındaki böyle olumlu gelişmedir. Vicdan mekanizmasının bu bağlamdaki gelişiminde uygulamayla ortaya çıkan idraklenmenin önemine kısaca değindikten sonra, bedenli uygulama alanımız olan toplumsal (mâşeri) yaşama dönelim.

Toplumsal Yaşamın Önemi
Toplu halde etkileşim ve ilişkiler örüntüsü içinde yaşarken, olayların özbilgilere dönüşümleri yine idrak sâyesinde olmaktadır. Ayrıca, varlığın; evrendeki organizasyon sistemlerine hazırlık aşaması da toplumsal (mâşeri) yaşamla olasıdır. Dünyada; bitkilerden, hayvanlardan ve insanlardan oluşan çokluk ve çeşitlilik hâlinde büyük bir varlıklar kadrosu içinde, birbirini yetiştirerek derece derece sürekli bir üst realiteye gidiş, gelişmek zorunluluğunun bir gereğidir. Yaratılmışlar için gelişmemek diye bir özgürlük söz konusu değildir. Gelişmek, hem de toplu halde gelişmek zorunluluğunun en objektif ve üzerimizde taşıdığımız örneği beden organlarını oluşturan hücre topluluklarıdır: Bizler “hücre” dediğimiz bu ilkel varlıklarla beden organizmamızın geneli kapsamında ve toplumsal bir plan içinde kucak kucağa yaşıyoruz. Örneğin, kalbimizi oluşturan hücreler, gelişimlerinin gereği olarak; nasıl o beşerî bedene muhtaç iseler, o beşerî bedene enkarne varlıklar da yaşayabilmek için söz konusu hücrelere muhtaçtır. Bu iki taraftan birinin rahatsızlığı / hastalığı ötekisini etkileyeceği gibi, her ikisinin de sağlığı da ortak selâmeti sağlar. Demek ki, tüm bu varlıklar arasında var olan bir aradalık (toplu halde ortak yaşam) boş, rastgele ve anlamsız değildir.

Çokluk ve Çeşitlilik
Çokluk ve çeşitlilik içinde toplu olarak bir arada gelişmek, varlıklara uygulama zenginliğiyle gelen deneyim ve görgü birikimi sağlar ki bu durum çokluk ve çeşitliliğin bereketidir. Bu anlamda özellikle devre sonları; eğer akıllıca davranılır ve yaşanırsa bire bin ürünün alındığı verimli zamanlardır. “Hakk” olan gerçeğin tezâhürü de çokluk ve çeşitlilik hâlindedir. Çokluk ve çeşitlilikteki birliği (vâhid olan kesret) görebilmek de idraklenme cehti içinde şuurlanmakla olasıdır (1). Ayrıca, varlıklar; çokluk ve çeşitlilik zenginliği içindeki gelişim ortamlarına her seferinde farklı bir yaşam planı ve farklı bir beden ile doğarlar: Ruhun hizmetindeki evren varlığı ruha hizmet kapsamındaki gelişim ihtiyaçlarını karşılamak ve farklı farklı uygulamalar içinde görgü ve deneyim birikimini arttırmak için farklı özelliklerde bedenlere enkarne olur. Her enkarnasyonda beden farklılığı varlığa, uygulama çeşitliliği zenginliği ve dolayısıyla verimliliği sağlar (128+129). Söz konusu çeşitliliğe; bir organizmayı oluşturan hücrelerden organlara, oradan ortama, topluma / toplumlara, uzaysal objeye / objelere, aleme ve alemlere kadar her şey dâhildir. Bu durum ilâhi bir düzen içinde varlıklara lutfedilmiş sonsuz ve sınırsız bir gelişim olanağıdır (Kur’an dilindeki “nimetler”)(2). ALLAH, Kur’an’da nimetlerin bolluğuna işaret ettikten sonra soruyor : “Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz!” (Rahman 13+32). Ardından da Peygamber uyarısını hemen yapıştırıyor: “ALLAH’ın nimetleri hakkında tefekküre dalın ama ALLAH’ın zâtı hakkında fikir yürütmeyin.” (Aclûnî 1/311). Bizler günlük yaşamın; ilişki, iletişim ve etkileşimi içinde olur olmadık, gerekli gereksiz pek çok şeye teşekkür ederiz ama ALLAH’ın bizlere emâneti olan beden de dâhil, hayatta kalmamız ve gelişmemiz için verdiği olanaklara (“nimetler”e), tüm bunları ve bizleri kapsayan ve O’nun Rahman ve Rahim olan şuurda uyandırıcı (kıyam ettirici) etkisine şükretmeyi çok nâdir aklederiz. Nasıl ki, ALLAH bu durumumuzdan da yakınıyor: “…Peki siz şükrediyor musunuz?” (Enbiya 80), “Şükretmeniz gerekmez mi!” (Vakıa 70).



Deneyim ve Görgü Zenginliği
Konumuzla ilgili bu önemli ayrıntıdan sonra, yeniden bıraktığımız yere, çokluk çeşitlilikle gelen deneyim ve görgü zenginliği bağlamında bedenlerin erkek ve dişi olmalarına da bir göz atalım: Her enkarnasyonda beden farklılığı varlığa uygulama çeşitliliği ve zenginliği sağlar demiştik. Örneğin, bir yaşam planını erkek bedende uygulamak ile dişi bedende uygulamak arasında göz ardı edilemeyecek farklar vardır... Benzer özelliklerde bedenler olsa bile, bunlarda; coğrafî, yöresel, ırksal ve hatta astrolojik, meslekî ve kültürel koşullara göre farklı farklı nitelikler söz konusudur. Bu çokluk ve çeşitlilikle gelen gelişim olanakları evren varlığına, uygulamayla gelen deneyim ve görgü zenginliği sağlar.
galaksiler topluluğu--sayfa 4 ' e---.jpg    
Metin Kutusu: Galaksiler Topluluğu Söz konusu bolluğun hidrojen âlemindeki görünümü de derin derin düşünülmeye değer bir konudur: Bu çokluk ve çeşitlilik, içinde bulunduğumuz hidrojen âlemini dolduran tüm uzaysal objeleri de kapsayan bir durum arz eder. Çünkü âlemimiz ve âlemlerden oluşan evrenimiz değişik şuur düzeylerindeki enkarne varlıklarla (yani bedenlerle) doludur. Evrenlerde zeki hayatın yaygınlığı söz konusudur, nâdirliği değil. pek çok gözleme ve fiziksel kanıta karşın, mâneviyattan nasibi olmayan günümüz maddeci zihniyeti bu evrensel ve varlıksal gerçeği kabul etme dürüstlüğünü hâla gösterememiştir. Bu da maddeci bilimin tutucu tavrı ile ortada duran beşeri bir tâlihsizliktir. Tekrar konumuza dönerek, bedenlerin çokluğu ve çeşitliliği konusunda şunları da söyleyebiliriz: Tüm bu varlıkların etkileşim ve iletişim örüntüsünden doğan epröv zenginliği de, onlar için evren yönetiminin (bir “idrak vahdeti” olan Ünite’nin) (195) varlıklara hazırladığı ve sunduğu çok değerli bir gelişim olanağıdır. “Evren Yönetimi” nde anlamını bulan ve aynı zamanda “varlıklar ve gereklilikler birliği” de olan (64) Ünite–evren ilişkileri ve Ünite’nin evren kapsamlı tesirliliği konusunda İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’ın 31,41,50,70,79,80,100,173,230,240,251 vb. sayfalarına bakılabilir.

İdrak ve Beden
Evren varlığının (öz benliğimizin) maddenin derinliklerindeki bilinen, bilinmeyen tüm uzaysal objeler gelişim aracı olan bedenler konusunda bu genel açıklamalardan sonra, yeniden beşeri bedene dikkatimizi çevirerek diyebiliyoruz ki, idrak gelişimiyle bedenlerin değişip olgunlaşması ve farklanması arasında yakın ilişki bulunmaktadır. “İdrakin kapsamı artıp değer kazandıkça” (210) o idrak düzeyini kaldıracak bedenlerde de farklılıklar görülüyor. Başka bir deyişle, farklı idrak düzeylerindeki varlıklar, kendi idrak düzeylerine uygun nitelikteki bedenlere enkerna oluyor.  “Basit idrak” (211) düzeyinde ve “yarı idrakli” (50+58) durumda olan bir varlığın bedeni, “yüksek zaman idraki” (210) düzeyindeki bir varlığın bedeninden çok farklı niteliklere sâhiptir elbette.

Enkarne varlık, “yüzeysel zaman idraki”  içinde maddesel ortamın tüm zaman–mekân koşullarından ve bunların kendisine sunduğu gelişim olanaklarından yararlanarak bedeni aracılığıyla olabildiğince izlenim, görgü ve deneyim birikimi oluşturur (128+129). Varlığın yaptığı bu uygulama; hem bedenin form değişimleri, hem de bedenin, içinde bulunduğu âlemin sayısız madde değişimleri sâyesinde olur. Bu arada temel kaynak eserimizin(*) araladığı pencereden baktığımızda, görüyoruz ki; bilinen ilk insanlık aşamasından, insan üstü bir plan olan “vazife bilgisi” ne değin yürüyen, dünya bedeni değil, evren varlığıdır. Yani tâbi olduğu ruha hizmet etmek için, çeşitli maddeler kullanarak, tüm evren boyunca gelişe gelişe yürüyen, evren varlığıdır (özbenlik / asıl kendimiz) (110+112). Beşerî beden bu varlığa sâdece bir araçtır, bir ömür boyu kullanıp bıraktığı gelişim aracı. Bu gelişim sürecinde varlığın evren boyunca yaptığı, Vazife Planı’na hazırlanmaktır. Varlık, maddenin derinliklerine, kendisinin tezahür uzantısı olan fizik bedeni aracılığıyla nüfuz eder. Fizik bedenin “kabalığı” kaba beşeri realiteler ve “yüzeysel zaman idraki” içinde uygulama yapıp, deneyim ve görgü birikimine katkı sağlar. Beşerî beden kullanılarak sağlanan bu deneyim ve görgü birikimi, yaşamlar boyu varlığın özbilgi birikimini oluşturur ki, ruhun işine yarayan da budur.

Metin Kutusu: Şekil 3: Varlıksal Yapımızvarlıksal yapımız..().jpgYazımızın akışı içinde de yer yer belirttiğimiz gibi, organizma (beden) beyin tarafından yönetilir ama, beyin organını da belli bir tesirlik altında tutan ve bunların her ikisini de aynı anda canlı kılan, özbenlikten gelen tesirlerdir (“düşey” tesirler). Bedende dönüp dolaşan (sirküle eden) tesirler, bedeni tesirliliği altında tutan ve yöneten varlığın kontrolü altında bu varlığın gelişim gereklerine göre bedenin tüm fiziksel, fizyolojik, biyolojik ve ruhsal işlevlerini yerine getirirler (91). Ayrıca, tüm bu tesirlerin işlevleri, evrenin genel işlevlerinden de kopuk değildir; onun büyük ahengi içinde söz konusu tesirlerin işlevleri sürüp gider ve bu ahengin dışına çıkamaz (91). Beden – varlık ilişkisinin (enkarnasyonun) başlangıcı ruşeymin beyin oluşumudur denebilir. Ruh varlığının bir bedene enkarnasyonu sürecinin başlangıcında, bedeni oluşturacak aşılanmış yumurta ile bağlantıya geçer. Burada varlık, beyin hücresiyle ilgili varlıkların manyetik alanlarına yaptığı tesirlilik ile ruşeymin beynini oluşturur (86+87). Daha doğrusu beyin hücreleri topluluğunu oluşturmaya o varlıkları yönlendirir. İnsanın bedenine egemen olan varlık, doğrudan doğruya, beyin hücreleri ile ilgili yüz binlerce varlığın manyetik alanlar sentezi üzerinde etkili ve egemendir. Yani beden, ruşeym aşamasından başlayarak, beyin hücreleri tarafından yönetilir. Zâten varlık, daha spatyomdayken, bu yüz binlerce beyin hücresi varlığını bir arada toplu olarak tutuyor (onların manyetik alanlarını kendi tesirliliği altında bulunduruyordu). Bu şekilde, beyin hücrelerinin varlıkları, insan varlığının tesirliliği ve yardımı altında kendi bedenlerini (beyin hücrelerini) kurarlar. Varlık kurulmuş (oluşturulmuş) bu beyin aracılığıyla sinir sisteminin öteki kısımlarını kurar. Bu şekilde oluşmuş ve gelişmekte olan ceninin beden materyalleri, annenin bedenini oluşturan maddelerden alınır (86).

Şuur Ötesinden Şuur Merkezine
Evren varlığının (asıl kendimiz, özbenliğimiz) dünyadaki tezahür uzantısı olan bedenini şuur ötesinden gelen icaplara göre yönetir. Bunun için varlık, bedenin şuur merkezini kullanır. Başka türlü bir söylem ile varlık, bedenin şuur merkezini(bkz.şekil 3) kullanarak, beden organizmasından yararlanır (143). Beden uykudayken çevreyle bağlantısı hemen hemen sıfıra yakındır; şuur, şuur merkeziyle birlikte şuurdışına bağlanır. Artık bu merkezler dünya ile değil, şuur ötesiyle ilgilidirler. Beden uykudayken oluşan bu duruma “merkezin kendi içine dönmesi” deniyor. Bu durumda şuur ve şuur merkezi dış ortama (çevreye) karşı pasif, şuurötesine(bkz. şekil 3) karşı etkin ve hareketlidir. Bu arada, gün boyunca yapılan gözlem ve izlenimler şuurdışına aktarılır (143). Şuurdışındaki bu gözlem ve izlenim birikimi; “ölüm” denen geçişe kadar, yani bir ömür boyu şuur dışına sürekli aktarılır.   

Böyle bir “varlık–beden ilişkisi ” içinde, varlık her ne kadar kendi enerjisinin küçük bir kısmını beyin hücrelerinin manyetik alanı dışında bırakmış ise de; gelişimin gereği olarak, bu kısmı da bedenden tamamen ayırmış değil, hatta onunla sıkı bir ilişki içindedir. Bundan dolayı da tam serbest değildir. esâsen bu iki kısım arasındaki sıkı ilişki ve etkileşim sayesindedir ki, o varlık dünya bedenine bağlı kısımlarının; gelişim kapsamındaki etkinliklerinden yararlanır ve böylece bedenlenmeden amaç gerçekleşmiş olur. İnsan ancak varlığın (özbenliğinin) kendisine göndermiş olduğu tesirlerin bir kısmıyla canlanır ve kendisini idrak etmeye çalışır; kendisine gelmeyen kısımlarıyla ilgili bazı belli belirsiz sezgileri bulunmakla birlikte, bunlar hakkında açık bir idrake sahip değildir (85+86+87+88+89).

İşte insanların bazen derin bir; iç denetimi, iç evrenine bakması (murakabesi) yoluyla sezebildikleri ve “iç varlıklarını”, “özbenlikleri”, “öz varlıkları” dedikleri şeyler, bedenin ötesindeki gerçek varlığın nispeten (bir dereceye kadar) serbest durumlarıdır. Varlık, dünyadaki bedeninin tüm durumlarını izlemek, o durumların gereklerini yerine getirmek zorundadır. Bu, onun vazifesidir. Bedenin ölümüyle, bağlı olan kısımları bedenden tamamen çözülmedikçe, serbest kalan kısmını da tam serbest bir şekilde kullanamaz. Çünkü bağlı olan kısımlarıyla, bedenin zorluklarından kendisi tamamıyla özgür kılamaz. Bedene bağlı olan kısımlarıyla az da olsa, bedenden aldığı izlenimlerin (o ana özgü gelişim zorluklarına göre) hazmedilmesi ve sonuçlandırılarak, ruha yansıtılması gibi onu, bedeni ile sürekli ilgilendirecek meşgûliyet alanları vardır (88+89).
------------------------------------------------------------------
(*) Yazımızın akışı içinde yer yer görülecek bu rakamlar, temel kaynak eserimiz olan İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT kitabından yararlandığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.
(1) “Varlığın birliği” kavramı için bkz. VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları
(2) Nimetlerin çokluk, çeşitlilik ve bolluk hâlinde oluşunu konu eden ayetler: Nahl 18, İbrahim 32+34.
(3) “Vazife Planı” için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar 236-240,313,318,319.