KALBİN SONSUZLUK YOLU
“Vicdan
birim düalitesinin alt ve üst zıtları arasındaki denge
ya da dengesizlik,
kalbin durumunu belirliyor.”(*)
HAZIRLAYAN:
Selman Gerçeksever
G
i r i ş
Kaçınılmaz
değişimin ortaya çıkarmakta olduğu yeni koşulları açıklayan İLÂHÎ NİZAM ve
KÂİNAT eserle gelen bilgilerden öğrendiğimiz kadarıyla, özbenliğin bedensel
bene bağlanma noktası beyindir. Daha teknik bir söylemle, bir “süptil
enerji topluluğu”(55)(*) olan varlığın sekizde yedilik kısmıyla dünya
bedenine bağlandığı yer, beynin “şuur merkezi” denen belli bir
lokalidir(139). Varlığın beşerî beyine bağlı olan kısmına “şuur”, kalan kısmına da “şuur
ötesi” deniyor. Yani kısacası, enkarne varlıklar olarak bizler,
özbenliğimiz (asıl kendimiz) aracılığıyla sonsuz uzaklıklardaki ışıklı
ortamlara bağlandığımız yer beynimizin “şuur
merkezi” oluyor.
Buradan hareketle, kadîm bilgelikteki ve dinsel
öğretilerdeki; “selîm kalp”, “TANRI’nı nazarı mü’min kulunun kalbinedir”,
vb. söylemleri daha bir anlam kazanmaktadır. Örneğin, tasavvuftaki; “kalbin
bakış gücü”, “kalp-arş ilişkisi”, “yaratıcı
kudretten kaynaklanan ve sonsuzluğu yakalayan idrak”in basîret oluşu ve
basîretin de “kalbin arındırılması” ile ve “kalp temizliği” ile gelen
“derinlemesine
bakış
gücü” söylemleri, enkarne varlığın, özbenliğiyle(dolayısıyla planı ve
daha Yukarılarıyla) bağlantısının güçlülüğünü düşündürüyor. Kaldı ki, Sadıklar
Planı bilgilerimizden de, kalbin sonsuzluk yolu olan vicdan için, “RİM-birey
bağlantısının en uç noktası” dendiğini biliyoruz.
Yukarıda
değinip geçtiğimiz kalp–arş bağlantısının ya da RİM ile ilişkisinin gücü, içsel
gelişimle gelen “kalp temizliği” ne bağlıdır. “Kalp temizliği” nin
tasavvuftaki karşılığı “kalb-i selîm” dir. Beşeri
olumsuzluklardan / zaaflardan ve dünyasal negatifliklerden arınmış kalbe
Kur’an’da da “selîm kalp” deniyor (Bkz. Şuara 89, Saffat 84). İLAHİ NİZAM ve
KÂİNAT bilgilerinde de bu makbul durum, “vicdan birim düalitesinin olumlu zıttının
pozitif değerlerle yüklü olması” (117+153) şeklinde ifadeye konduğunu
görüyoruz. Dünya dediğimiz bu enkarnasyonun ve gelişim ortamındaki tüm gelişim
olanaklarını enkarne varlıkların selîm bir kalbe sâhip olmaları için bir
araçtır ki, TANRI’da böyle arınmış bir kalp ile aslımıza dönmemizi bekliyor
bizden (Şuara 89).
Eğer bizler
için önemliyse, “TANRI’ya giden tek yol” da bu olsa gerek. Bu yoldan (sırat-ı
mustakîm) sapıldığında (yâni vicdanın mekanizmasının alt unsurları daha
çok beslendiğinde”- 153), Kur’an’ın “teferruk” dediği “parçalanma” (En’am 153) ortaya
çıkıyor. Durum böyle olunca, belki de; dünya gelişim okulunu (hidrojen âlemini)
bitirecek düzeye gelmek ile, “selîm kalbe sâhip olmak” aynı İlâhi
Murad, insanoğlundan son kertede bunu beklediğine göre, dünya gelişim okulu için
öngörülmüş olan dinsel öğretinin de hedefi bu olmaktadır: Selîm kalbe sâhip
olmak. Selîm kalbin bulunmadığı benlikte
din, sâdece bir kuru iddia, kuru bir inanç ve aldanış olsa gerekir. Selîm olmayan kalbin
durumunu da ele alacağız ama, günümüz maddeci biliminin, sonunda; kuantum fizik
alanındaki gelişmeler sayesinde telaffuz edebileceği vücut organlarının ve
özellikle de kalbin alanının güçlü olması Kur’an’daki selim kalbe karşılık
olabileceğini önermek istiyoruz.
Günümüz
bilimi, her şeyin bir alanı (çevreye etki gücü, tesirliliği) olduğu gerçeğinden
hareketle, doğanın da bir etkileme gücü (aşanı) olduğunu düşünüyor ve bana “doğanın
zihni” ve “matriks” adlarını uygun görüyor (1). “Doğanın zihni” adlı, ünlü astronot (2) Edgar MITCHEL’in
önerisidir. Aynı kavrama, biraz abartılı / radikal olsa da Stephen HAWKING(4) “Tanrı’nın zihni” demiş.
Hatta Max PLANCK’da(3)
(1940’lı yıllarda) bu alan kavramı için matriks” sözcüğünü yeğlemiş.
Görülüyor ki, tezâhür ortamı, irili ufaklı iç içe alanlar örüntüsünden oluşmuş.
Bu alanlar sürekli etkilenir durumda. Her tezâhürat birimi (alan) hem etkileyen
(müessir) hem de etkilenen durumda. Bundan hareketle bilim diyor ki, “doğanın
zihnini” etkileme olanağımız var
ve bu etkileme aracımızda kalbimiz olmaktadır. Kalbimizin alanı ne kadar güçlü
ise, yani kalbimiz ne kadar “selîm” nitelikli ise bu
tesirliliğin gücü de o kar fazla / yüksek. Elbette bu “selîm” niteliği de,
kalpten kalbe değişik durumdadır: Az “selîm”, daha az “selîm” çok “selîm” , daha çok “selîm”
gibi. Durum böyle olunca,
önerimiz odur ki, birkaç paragraf yukarıda paylaştığımız Çinliler’le ilgili
örnekteki(1)
kanserli tümörün iyileştirilmesi çok selîm kalbin ( ya da kalpler topluluğunun)
tesirlilik gücü (alansal etkisiyle) olasıdır. Kalbin bu doğasını daha iyi
tanımak bakımından “az selîm” hattâ “çok az selîm” kalbin durumlarını,
niteliklerini ve bunun beşerî edimlere yansımasını ele almakta da yarar
görüyoruz.
Selîm Olmayan Kalbin Durumu
Yukarıdaki
paragrafta belirttiğim niteliklere (alansal güce) henüz ulaşmamış (“hidâyete
ermemiş”) kalp sahiplerinin Kur’an’ı anlayamayacağını belirtiyor TANRI
(Kaf 37). Kalp arınmışsa, olumlu nitelikleri kazanmışsa, “yok” sayılıyor sayıyor
Kur’an’da. Bu durumdaki kalp, alansal tesirlilik gücü çok zayıf yürek
organından başka bir şey olmamaktadır. Demek ki, bu anlamda “kalpsizlik”
yürek demek oluyor. Kalp “selîm” niteliğini kazanmamışsa,
sadece kan pompalayan bir organdır (yürek). Bu anlamda “kalpsizlik”i Hac 46’da
görüyoruz. Ayrıca, bu durumdaki kalpsizliğin “körlük” anlamı da
vardır. Çünkü ayetleri görmeyi engelleyen körlük, kafa gözlerinin körlüğü
değil, “kalp körlüğü” dür. (Hac
46). Başka bir âyette de meâlen , Çevreniz ayetlerle doludur, gören gözler
için…” deniyor. (Bkz. Fussilet 53, Neml 52, Secde 26, Naziat 26, Bakara
171). Bu anlamda gözleri görür hâle getirmek de, kalbe ölümsüz hakikati ve
ölümsüzlüğü yakalayan fark edişi, evişi ve seziş kudretini kazandırmakla
olasıdır. Kalbin bu kudreti kazanması için, önce (Kur’an terminolojisi ile) “marazî”
(hasta) niteliğinden arındırılması gerekir. Yürek durumundaki kalbi “kalp-arş”
ilişkisinden söz etmek zordur. Kur’an’da “kalbin marazı”ndan söz edelim
âyetlerde (Nûr 50, Ahzab 12+32, Muhammed 20+29, Münafikûn 3, Bakara 10, Maide
52, Enfal 49, Tevbe 125, Hac 53) gördüğümüz “iç – dış farklı olmak illeti”
(nifak) ile bağlantılı gösterilmiştir. İki yüzlülük (riyakârlık); “dilin
kalbe ters düşmesi” , “dilin kalpte olmayanı söylemesi”, “dil–kalp farklılığı” gibi değişik şekillerde ifadeye konmuştur
(Hucurat 14, Ali İmran 167, Mâide 41, Tevbe 8, Fetih 11). Bunlar kalbin, hemen
hemen en kötü marazlarını (rahatsızlıkları) olmaktadır.
Bu anlamda
kalp hastalıklarının davranışlara ve yaşama / topluma yansıyan belirtileri;
doymazlık (açgözlülük), hırs (Ahzâb 32), derbederlik (sefihlik) ve “şeytan
fitnesine yataklık” tır (Tevbe 125, Hac 53). Daha önceki paragrafta
değinip geçtiğimiz “kalp kararması”(kasvet) nedeni, söz konusu bu “kalp
hastalığı” dır. Kur’an’da “kasvet” şeklinde de ifadeye konmuş
olan kalbin bu makbul olmayan durumunun, insanın; sonsuzluğa, iyiye /güzele,
kısaca “TANRI’ya giden yol” un önünde bir engel / belâ olduğu
belirtilir. Örneğin, Zümer 22’de şöyle dendiğini görüyoruz: “Yazıklar
olsun kalbi kasvetle dolmuş olanlara!” Kalp kasveti rahatsızlığını
körükleyen bir numaralı etmenin, sonu gelmez arzular, emeller, tutkular ve
hırslar olduğunu da Hadid 16’da görüyoruz.
“Kalp
katılığı”
nın Kur’an’da yer alan ve beşeriyete örnek olarak sunulan toplumu
Yahudiler’dir. Kadîm Yahudi toplumu TANRI’ya verdikleri sözü tutmadıkları için,
kalp kasvetine uğramış ve lânetlenmişlerdir (Mâide 13). Aslında, bu söylem,
tersinden alındığında daha doğrudur: O toplumu oluşturan bireylerin çoğunluğu,
kalp kasvetine uğramış ve dolayısıyla “kalp kararmasına” sâhip oldukları
için; TANRI’ya verdikleri sözü tutamamışlar ve peygamberleri aracılığıyla da
gelen tüm ilâhi uyarılara da kulak asmadıkları için lânetlenmişlerdir.
Hastalanan ve Paslanan Kalp
Bunlara ek
olarak “kalp bozulmaları” kapsamında iki olumsuz durum daha vardır ki,
bunlar Kur’an’da da “zeyğ” (Ali İmran 7, Tevbe 117, Saff 5) ve “lehv”dir (Enbiya 1+3).
Bunlardan “zeyğ” denge noktasından sapma ve kaosa mâruz kalma demektir. “Lehv”
ise, gaflet anlamına gelen bozukluktur. Yaşam içinde beşerî kusurlar
dolayısıyla; başımıza gelenlerden ibret almayıp, uyarılara da aldırmayıp inatla
kusur işlemeyi sergilemek ve tevbe edip TANRI’dan af dilemeye de yanaşmamak “kalp
paslanması” (Mutaffifin 13+15) durumu ortaya çıkıyor ki, bu durum;
sonsuza ve gerçeğe açılabilecek “pencerelerin” bitme noktasına yaklaşması
demek olan büyük bir tâlihsizliktir birey için. Bu duruma gelen benlik, sanki Tanrı
ile arasına tam bir perde çekmiş oluyor.
Bu anlamda “hastalanan
ve paslanan” kalp sonunda “körleşir” ve benlik için esas olan
körlük de budur (Hacc 46). “Kalp körlüğü” insan ve evrenin
sırlarını çözmeye götüren tüm fakülteleri dumura uğratır. Bu duruma gelen kalp,
aklı da işlemez duruma getirir (Hacc 46). Bu durumdaki kalp, inceden inceye
düşünüp; âyetlerini göremez, sırları keşfedemez duruma gelmiştir (A’raf 189).
Bu durumdaki kalplerin sahiplerinin; gözleri görmez, kulakları işitmez ve
kalpleri anlamaz durumdadır (A’raf 179). Bu durunda “kalp körlüğü”nü kalbin; “damgalanması”,
“kilitlenmesi”, “perdelenmesi” ve “mühürlenmesi” gibi olumsuzluklar izler. Üst âlemlere tüm
kapıların kapanması ve dünya yaşamındaki sınavların kesin kaybı anlamına gelen
bu son aşama, Kur’an’da “kalbin tab edilmesi” (A’raf 101,
Tevbe87+93, Yunus 74, Rûm 56), “kalbin hatmedilmesi” (Bakara 7,
Câsiye 23, En’am 46) ve “kalbe kilit vurulması” (Nisa 155,
Muhammed 24). “kalbe perde çekilmesi” (En’am 24, Kehf 57) şekillerinde
ifadeye konmuştur. Yukarıdakilerden, “kalbin mühürlenmesi” deyiminde
anlamını bulan olumsuzluğun nedenleri de; boş arzuları ilâh edinme (Câsiye 23),
TANRI’nın nimetlerine nankörlük (A’raf 101), azgınlık ve zulüm (Yunus 74),
bilgisizlik (Rûm 56, tevbe 87) olmaktadır. Kalpleri bu durumlarda olanlar,
insanca; ne görebilirler, ne anlayabilirler, ne de yaşayabilirler (Bakara 7,
Münafikün 3, Tevbe 87,93, En’am 46 ).
Bir Halden Başka Bir Hâle…
Kalp sözcüğü
Arapça’da “bir şeyi bir yönden ötekine çevirmek” anlamına gelen bir sözcüktür. Türkçe’de de “kalbetmek”
, “bir
halden bir başka hâle çevirmek” demektir. “Kalp” ten türetilmiş
olan “inkılap”
sözcüğü de, “bir halden bir başka hâle geçiş
/ geçirme” anlamına gelir. Kalp sözcüğünün; inkılap gibi değişmek /
değiştirmek, çevirmek / çevrilmek gibi anlamlara gelen değişik türevleri
(tekallüb, münkalib, münkaleb vb) 30’dan fazla Kur’an âyetinde geçer.
Özbenliğin kudretlerinden birisi bu dünya bedenindeki yansıması olan kalp
gelişim süreci içinde bir halden bir hâle geçerek nitelik değişimine uğrar. Bu
değişim süreci içinde ortaya çıkan kalp türleri Bakara 74’te belirtilmiştir: “katı
kalp” , “yukarıdan aşağıya düşen kalp”, “yarılıp içinden su fışkıran kalp”.
Kalbin bu değişimiyle ortaya çıkan olgunlaşmanın yönü “gönül” e(mânevî kalbe)
doğrudur. Bu evrilmenin İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT bilgilerindeki karşılığı , vicdan
birim düalitesinin olumlu zıttının pozitif değerlerle yüklenmesidir kanımızca.
Gönül anlamında olmak üzere “fuad” sözcüğü de Kur’an’da 20’ye
yakın yerde geçer. Gönül, halden hâle geçmeye yatkın bir yapıya sâhip
olduğundan, onu hep aynı yüksek titreşimde (“selîm” niteliğinde)
tutmak için ünlü sufiler halvetin/uzletin ihmal edilmemesini önermişlerdir.
Gerçek
hadislere göre “gönül” anlamındaki kalp, aynı zamanda “TANRI’nın evi” ve “TANRI’nın arşı” kabul edilmiştir.
Dahası, Kur’an’a göre, TANRI buyurmuştur ki, “Beni, yerim ve göğüm içine
alamamıştır ama mü’min bulunan kalbine sığmışımdır.” Hz. Muhammed de,
TANRI’yı anarken, “Kalpleri halden hâle sokan
TANRI…” demiştir. Bu
söylemin Arapçası, “Muhallib el-kulûb” dur. Buradaki “kulûb”, Arapçada
kalp anlamına gelen sözcüktür ve
Kur’an’da bu şekilde 130’a yakın yerde geçer. Hadisteki kalp sözcüğünde
anlamını bulan değişimi Kur’an bir olumsuzluk olarak gösterir, kişiyi bundan
kurtarmaya ve “kararlı bir benlik” kazanmaya özendirir. Kararlı bir nitelik
kazanmış benliği, Kur’an; insanın gerçek benliği; ölümsüz hakikati ve ölümsüzü
yakalayan fark ediş, eriş ve seziş kudreti olarak tanımlamaktadır.
Kalbi Gönül Niteliğinde Tutmak
Saadet Devri
(Asr-ı Saadet) denilen H. Muhammed’in sağlığındaki yılların gönül uluları, Peygamber’in
vefatından sonra; kalplerinin kararlılığını, arılığını ve duruluğunu, bu arada
da dinin sâfiyetini korumak için halveti kurtuluş çâresi olarak
sürdürmüşlerdir. Mâlik b.Dînar’ın şu sözleri bu konuda tanıklık edecek özlü bir
bilgi içerir: “Gönül uluları birbirlerine şu üç şeyi önerirlerdi: Dilini tut, çok
istiğfar et, uzleti bırakma. Uzleti terk edip halkın içine dalanlar rezîl
oldu.” Kalbi belli bir performansta (“gönül” niteliğinde)
tutmak için bu insanlar zaman zaman halvete / uzlete çekilirler, bu arada
toplumdan da uzak kalmazlar ama halkın arasında bulunurken de halvet hallerini
sürdürürlerdi. Ünlü ilahiyatçı filozof Prof. Dr. Muhammed İKBAL bu durumu “Herkesle
yürü ama yalnız ol.” şeklinde dizelerine dökülmüştür. (CAVİDNAME,230)
İki paragraf
yukarıda, Kur’an’a göre; makbul kalbe sâhip insan (kararlı benlik) takva için
sınanır (Hucurat 3). Takva sınavlarından büyük ölçüde başarıyla çıkanların
rahmet ve ref’ete lâyık duruma gelmiştir (Hadid 27). Böyle bir kalp için;
kasvet, körlük, gaflet gibi beşerî zaaflar söz konusu değildir. Körlük ve
gaflet içinde olan kalbin yolu kasvete; rahmetle dolu kalbin yolu ise
yumuşaklığa (lînet) çıkar. Kasvet, körlük ve gaflet nasıl kalp katılığı ve
kalabalık getiriyorsa; TANRI’yı zikrederek (**) takva sınavlarında başarılı olmak da insana
sükûnet, ferahlık, huzur ve doygunluk verir (Ra’d 28, Hadid 16, Hac 35, Müminûn
60, Enfâl 3). Rahmet ve ref’et (sıcaklık, merhamet) ile dolu selîm kalp sâhipleri
öyle insanlardır ki; ibâdet hâlinde yaşarlar, başlarına gelene sabrederler ve
sâhibolduklarından başkaları için pay çıkarırlar (Hac 35, Enfal 3).
Sonsuzluk
yolcusu gönül erinin işi TANRI ile olduğundan, söz ile dostluğu hemen hemen
yoktur. Sükût hâli (samt), yani az konuşmak, iç dünyayı kontrol altında
tutmanın (murakabe) önemli bir yoludur. Bu nedenle gönül uluları, beşerî ilişki
ve iletişimde gönül diline (sessiz / sözsüz konuşmaya) öncelik vermişlerdir.
Tüm bu duyarlılığın amacı kalbin; sâfiyetini, arılığını / duruluğunu (bir
bakıma, çevreyi olumlu yönde etkileme performansını) belli bir düzeyde
tutmaktır. Ünlü sufilerden Zünnûn el-Mısrî (ölm.895) “Kalbine en iyi şekilde sâhibolan
kimdir?” sorusuna, “Diline en iyi sâhibolan kişisdir.”
yanıtını vermiştir. Mısrî gibi gönül
erlerinin kalbinin bakış ve görüş gücü olan basiret, tanrısal ışıkla
aydınlandığı için, kalbin imanla da bağlantısı vardır. Bundan dolayı îmânı bir
kalp olayı olarak ele almak yanlış olmaz. Nasıl ki, Kur’an’da da, “îman
edenler TANRI’ya sevgi bakımından çok engin ve derindirler.” deniyor
(Bakara 165). Îman ve kalbin bu sıkı ilişkisinden dolayı İslam bilginleri
îmanı, “kalp ile tasdik” olarak görmekte tereddüt etmemişlerdir.
Yukarıda kalp
ile ilgili kavramlardan basîretin, kalbin bakış ve görüş gücü olduğunu
belirtmiştik. Bazı Kur’an ayetlerinde basîretin, aynı zamanda kalp gözü
olduğunu da görüyoruz (En’am 103+104, Kıyamet 14). Kadîm bilgelikten de
biliyoruz ki, kalp gözünü çalıştırma ve geliştirme kurumu tasavvuftur.
Tasavvufa göre basîret, Yaratıcı Kudret’ten kaynaklanan ve sonsuzu yakalayan bir
idraktir. İnsan, iç dünyasının inceliklerini, idrakinin bu ileri düzeyi ile
yakalayabilir. Örneğin, Peygamberin çağrıları basîret üzeredir. Böyle bir
kalbin (günlük kullanımdaki söylemiyle “kalp temizliği” nin) ölüm ötesinde
varlığın temize çıkmasında yararı büyüktür. Ölüm ötesinde varlığın kendi
kendine hesaplaşması konusunda, Kur’an’da şöyle dendiğini görüyoruz: “…ne
mal yarar sağlar onlara ne de çocuklar. Orada tertemiz bir kalp getirenlerden
başkası kurtulamaz” (Şuara 89).
İdrakin ileri
bir düzeyinde kazanılan böyle bir kalbin, realiteyi doğrudan algılayabilme gibi
bir niteliği olduğunu da yazımızın akışı içinde bir yerlerde değinmiştik.
Dikkat edilirse, realiteyi doğrudan algılayabilen ve dolayısıyla Tanrısal
ışıkla aydınlanmış böyle bir kalbin sıfatı olan “selîm” sözcüğü ile, TANRI’nın dininin adı olan “İslam”
aynı köktendir: “silm” (selam, selâmet). “silm” barış, huzur, güven anlamında
bir sözcüktür. O halde “selîm kalp” de; barış, huzur, güven
ve sükûnetle dolu kalp demektir. Bu insâni değerlerin (erdemlerin) elde
edilmesiyle, “selîm kalp”in ortaya çıkarılması tüm dinsel ve seçkin
inisiyatik öğretilerle kadîm bilgeliğin ana hedefi olmuştur. Dünya, en azından
bu devrede indirilmiş olan ve Muhammed Peygamber ile tamamlanmış bulunan toplam
dinsel öğretinin genel adı “İslam” sözcüğünün “teslim
olmuş / olan” anlamı da vardır.
TANRI’ya Teslîmiyet
Bu durumda
İslam sözcüğü ile kök ortaklığı bulunan “selîm” sözcüğü de “TANRI’ya
teslîmiyet” anlamına sâhiptir. Bu durumda “selîm kalp” aynı zamanda “TANRI’ya yeterince teslim olmuş
kalp” demektir. Böyle bir kalbe sâhip olan enkarne bir varlıkta;
özbenlik, bedensel bende %100’e yakın bir oranda tecelli etmiştir. Beden ve
özbenlik hemen hemen bir olmuş ve enkarne varlık (bedensel ben) özbenliği (asıl
kendisi) aracılığıyla planına (ve oradan da sonsuz uzaklıktaki ışıklı ortamlara
bağlanmış durumdadır. Bu anlamda olmak üzere, dünyadayken sonsuzluklara
bağlanmış olmanın en özlü söylemini İsa Peygamber’de görüyoruz: “Babam
ve ben biliriz.”
Bu durumdaki
selîm kalbi Kur’an, “mübin” diye anmaktadır. “Mübin”, “yönelmiş / bağlanmış”
anlamında bir sözcüktür. Mübin kalp, TANRI’dan gizli bir yolla ve “Rahman
için ürperen bir kalp”tir (Kaf 33). “Mübin kalp” ile “selîm
kalp” arasında bağlantı açıktır: Nasıl ki, “mübin kalp” ten söz eden âyet, bu
kalbin sonsuzluğa geçişinin “selâm” ile olacağını söylemektedir.
“Selam”
sözcüğünün, selîm sıfatının kökü olduğunu düşünürsel, “mübin kalp”in “selîm
kalp”e geçiş basamağında olduğunu anlarız. Yukarıda da belirttiğimiz
gibi, “selîm” ya da “mübin” kalbe ulaşmanın yolları /
aşamaları tüm dinsel ve inisiyatik öğretilerde ve kadîm bilgelikte verilmiştir.
Kâmil İnsan
“Kâmil insan” deyiminde
anlamını bulan olgunluk (gelişmişlik düzeyi) yukarıdan beri anlatmaya
çalıştığımız anlamda “makbul bir kalp”e sahip olmakla
olası olduğu anlaşılıyor. Hikmetlerle dolu” (Yunus1, Câsiye 2)
ve “eşsiz
yücelikte bir kitap” (Fussilet 41+42) olan Kur’an’a göre “makbul
kalp” e sâhip insan “kararlı bir benlik”tir. Böyle bir
benlik, özbenliğiyle ve sonsuz yüceliklerle olan bağlantısını (kalp-arş
ilişkisini) sağlamlaştırmış ve sürekli hâle getirmiş bir benliktir. “Kamil
insan” deyiminde anlamını bulan böyle bir benliği “âlemlerin Rabb’inden bir
indiriliş” (Hakk 43) olan Kur’an; “nitelik kazanmış kararlı bir benlik;
insanın gerçek benliği, ölümsüz hakikati ve ölümsüzü yakalayan fark ediş, eriş
ve seziş kudreti” olarak tanımlamaktadır.
Görülüyor ki,
“kâmil
insan”, kendisinden kerâmetler zuhûr eden insan değildir. Kâmil insan
odur ki, halk ile düşüp kalkar, onların arasında dolaşır, onlarla alışveriş
eder fakat Hak’tan bir an gâfil olmaz. Yani, sürekli olarak TANRI’nın huzurunda
olduğu bilinci (süreli ibâdet hâli) içinde yaşamak… Erdemli bilge insanlara
özgü bu durum “dışta, dış görünüş olarak halk ile ama içte Hak ile olmak” tır.
TANRI’nın, “O mü’minler öyle er kişilerdir ki; ne ticaret, ne de satış onları
TANRI’nın zikrinden alıkoyar.” (Nûr 37) dediği gönül ulularıdır. İşte
bu durumda olan insanın kalbi; nefs kaynaklı düşüncelerden, vesvese veren
şeylerden arınmış ve gönül hâline evrilmiştir.
Kalbin, bu
anlamda gönüle dönüşmesi, büyük ölçüde; nefsin terbiye edilerek
edeplendirilmesiyle olur. Daha teknik bir söylem ile, vicdan birim düalitesinin
pozitif zıttında daha çok değer birikmesi ve bunun süreklilik kazanması
(58,101,103,182,22). Bu makbul durumun sürekli hâle getirilmesi, kişinin ,
süreli olarak kendi nefsânî hareketlerine, niyetlerine ve düşüncelerine karşı
duyarlı olması yanî sürekli kendi kendini kontrol ve muhasebe etme titizliği
içinde olması ile başarılacak bir iştir. Bedenli dünya yaşamında bu anlamda
nefs denetimini / muhasebesini ne kadar başarılı ve sürekli yaparsak, ölüm
ötesinde; şuur dışında biriktirdiklerimizi gözden geçirirken, (yani ölüm ötesi
muhasebede) o kadar az üzülürüz. Kendi kendimizle hesaplaşmamız o kadar az
sıkıcı olur.
Yukarıda anlattığımız
gibi, nefsin denetim altına alınarak terbiye edilmesi sürecinde; kalp de gönüle
evrilmeye başlamıştır. Bu güzel değişimin sürekli kılınmasıyla tasavvufta “ayna”
ya benzetilen “gönül” e içten doğru “vasıtasız bilgiler” de yadsımaya
başlar. Çünkü bireyin iç zemini, süptil tesirlerin enkarne olmasına elverişli süptiliteye
gelmiştir. Bu demektir ki, kişi; bir yandan dıştan/yataydan (kitaplardan,
kulaklardan, gözlemlerinden vb.) aldığı bilgilerle ilerlerken, içten
kaynaklanan ve gönül aynasına yansıyan bilgilerle de beslenmeye başlar. Nefsin
terbiye edilip, kontrol ve denetim altına alınmasıyla kalbin gönül hâline
evrilmesinin önemi şu hadiste de ifâdesini bulmuştur: “Yerim ve göğüm benim içine
alamamıştır ama mü’min kulunun gönlü almıştır.”(Hadisi Kudsî, KUR’AN ve
SÜNNETE GÖRE TASAVVUF, Yaşar N.ÖZTÜRK)
Kur’an’da “gönül
gözü” (“Lübb”) olarak geçen “gönül”, akıl ötesi bir gücü ifade
eden bir sözcüktür. Bu öylesine akıl ötesi bir güçtür ki, Kur’an’ın bazı
âyetleri “lübb sâhipleri” tarafından anlaşılır. Gönül hâline evrilmiş
bir kalbin çevreye olan tesirliliği de artmıştır. Günümüz maddeci biliminin
bazı özgür düşünceli bilim insanları bu tesirliliği kendilerine göre açıklamaya
çalışmaktadır(Bkz. Dipnot web adresinde bulunan video). Gönül hâline gelmiş kalbin
bu durumunu ünlü ilahiyatçı filozof Prof. Dr. Muhammed İKBAL’in CÂVİDNÂME adlı
eserinde de yerini almıştır: “Kutludur o er ki; ‘Hû’ derdemez, dokuz
felek çevresinde tavâf etmeye başlar.”
“Hidâyete
Erdikten Sonra…”
Kendini bilme
duyarlılığı içinde idraklenilerek gelişildikçe, kalbin mânevi kalbe (gönül)
evrilmesi süreci içinde nefs de büyük ölçüde eğitilmiş ve kontrol altına
alınmıştır. Ancak nefs, Peygamber’in yaptığı gibi “Müslüman edilse” de %100
paklanması söz konusu değildir. Nefs ve
nefsâniyet giderek “incelir” ama her realitelerde o vardır, İblis planının bir
uzantısı olarak fıtratında bulunan iğva, sınama ve test etme görevini hep
yapacaktır ki bu da onun vazifesidir, varlığa hizmet bağlamında. Nasıl ki bunun
uyarısı Kur’an’da da bulunmaktadır: Meâlen, “kalplerimizi hidayete
erdirdikten sonra, oradan saptırma” (Ali İmran 8). Görülen odur ki, “hidâyete
erdikten” sonra da, oradan sapmak (gerilemek değil) söz konusudur. Ne
kadar gelişmiş olursa olsun, yaratılmış olan her varlık bir üstüne göre
kusurludur. Kusurlar giderek azalır, incelir, lâtifleşir ama hiçbir zaman
sıfırlanmaz çünkü gelişim sonsuzdur. Varlık ne kadar gelişmiş olursa olsun;
bilmediği, bilemeyeceği (gayb) şeyler ebediyen hep olacaktır. Varlık için gayb
hep olacaktır ve her realite için, “gaybı bilen” elbette ki Tanrı’dan
başkası değildir.
Yeniden
konumuza dönerek diyoruz ki, vicdan birim dualitesinin olumsuz tarafı olan
nefsten kaynaklanan her şey kalp ve onun ileri şekli olan gönül için bir
tehdittir, tehlikedir. Sâdece kalbin değil, gönlün de “çer-çöp” le kapanmasa
bile, kirlenmesi(çakra kirliliği) “rahatsızlanması” (maraz) her zaman
söz konusudur. Eğer “kalp temizliği” (selîm kalp durumu) bizler için önemliyse, ona
karşı duyarlılığımızı sürekli kılmalıyız. Çünkü bu konuda hep sınanıyor
durumdayız. Bu sınanmalar, kalp temizliği konusunda başarılı olup güçlenmemiz
içindir çünkü gelişmek / gelişmişlik, bu sınanmalarda başarılı olmakla olası.
Bu konudaki başarısızlıklar derece derece olduğu için, bunlara değişik adlar verilmiştir:
Kalp kararması (kasvet), kalbin körlenmesi (basîretsizlik), kalbin gaflete
düşmesi ( Enbiya 1+3), kalbin paslanması ( Mutaffifin 13+15) , kalbin
hatmedilmesi (Bakara 7,Câsiye 23), Kalbe kilit vurulması (Nisa 155, Muhammed
24), kalbe perde çekilmesi (En’am 24, Kehf 57) vb. vb. Yazımızın son kısmında
da bu olumsuzlukları irdeleyerek çalışmamızı tamamlayalım.
Kalbin
arınmışlığıyla ilgili bu olumsuzlukların hepsinin birden toplam adı “kalp
marazı” dır. Kalp marazı, kalbin sonsuzluk yolu olan vicdan kanalındaki
akışkanlığın önündeki engeldir (“çer-çöp”), başka türlü bir deyişle
vicdan birim düalitesinin olumsuz zıttındaki ağırlığı oluşturan tortudur. Bu
tortu aynı zamanda, enkarne varlığın “kalp- arş” ilişkisi için bir
dirençtir ve özbenliğiyle olan bağlantısını zayıflatan olumsuz bir etmendir.
Sanki kişinin kalbini mahvederek, onun sonsuz ve ölümsüz olan özbenliğiyle
bağlantısını zayıflatan söz konusu marazlardan beşerî gelişimde en yaygın olanı
(nefsin kabalığından kaynaklanan) kibirdir, kibre saplanmaktır. Beşeri kibrin
Kur’an’daki sözcüğü “istikbâr”dır. Kibir sözcüğünde anlamını bulan, kendini büyük
ve güçlü görme kusuru İblis’in en belirgin karakteridir (Bakara 34, Zümer 59).
Kibir, büyüklük kuruntusudur ve elbette ki bir kalp marazıdır. Kibir marazına
sahip kalpler “mühürlenmiş kalpler” kategorisinden sayılmaktadır (Nahl 22).
Bu anlamda
kalp “bozukluğu”
nun, beşeri ilişkilerde en tehlikeli görünümü kişinin kalbiyle dilinin
farklılığıdır. Kalp-dil uyuşmazlığı, bireyin kalbine (vicdanına) karşı
ihânetidir (Bakara 283). Kalp ile dilin ters düşmesi, kalpte olmayanı dilin
söylemesi, dil–kalp farklılığı / uyuşmazlığı gibi durumlar îmansızlığın belirtilerindendir (Hucurat 14,
Fetih 11, Tevbe 8, Mâide 41, Ali İmran 167). Bu durum aynı zamanda riyakârlıktır.
Münafıkların belirgin alâmetlerinden biri de riyâdır (Nisa 142). Riyakâr kimse
TANRI için sergilediğini söylediği fiilini kullar için sergileyerek bir yalan;
TANRI’dan beklediğini iddia ettiği karşılığı kuldan bekleyerek bir başka yalan
içine girer. Kur’an riyâya öylesine ağır ve şiddetli bir olumsuzluk yüklemiştir
ki, riyakâr kimse otomatik olarak din dışı ilan edilebilmektedir.
Bu illetten
arınmış bir kalp, insanı; özbenliğiyle doğrudan ilişkilendirmenin yanı sıra,
eşya ve olayların gözlenip irdelenmesiyle olup bitenleri anlamlandırmada en
güvenilir rehber olur. Kalbin sonsuzluk yolu olan vicdanın verdiği yargının
güvenilir olması, akıl ve bilim açısından gerekli incelemelerin de yapılmış olmasına bağlıdır. Bu nedenle,
kalbin gösterdiği yolda aklı kullanarak yürümek gerek. Yani ilhama/ sezgiye
körü körüne uymak her zaman çok sağlıklı bir tutum olmayabilir. Bilgiyi
bilgiyle sınayarak benimsedikten sonra; onu, idraklenme cehti içinde özümsemek
gerek. Unutmayalım ki, kalbin sonsuzluk yolu olan vicdan mekanizmasının zıtları
arasındaki ilişkinin kuruluş ve bağlanışları idraklenme ile olmaktadır (117).
Varlığın gelişim süreci içinde, idrak giderek vicdana da egemen olur (117).
Sonuç
Görülüyor ki, bu çalışmamızın ana
temasını oluşturan “selîm kalp”e sâhip olmak; kendini tanıma duyarlılığı içinde,
idraklenme cehtini sürekli kılmakla olasıdır. Aslında bu, varlığın sonsuzluk
yolunda ilerlemesinin de gereğidir. Kalbin sonsuzluk yolu olan vicdana egemen
olan da idraktir(117). Bu sonsuzluk yolunda ilerleyen varlığın idraklenmesiyle
gelen şuur düzeyi yükseldikçe,” vicdan mekanizması” da “vicdan düalitesi”ne
evrilir. Çünkü kalbin sonsuzluk yolu olan vicdan, varlıktaki (özbenlikteki)
kudretlerden birinin bedensel bendeki tezâhürüdür.
Dünya dediğimiz bu enkarnasyon ve gelişim
ortamındaki tüm gelişim olanakları enkarne varlıkların selîm bir kalbe sâhip
olmaları için bir araçtır ki, TANRI’da; bizden, bu gelişim olanaklarından (“nimetler”den)
yararlanarak, arınmış bir kalp ile aslımıza dönmemizi istiyor (Şuara 89). Kalp arınmamışsa, olumlu nitelikleri kazanmamışsa,
“yok”
sayılıyor Kur’an’da. Bu durumdaki kalp, alansal tesirlilik gücü çok zayıf yürek
organından başka bir şey olmamaktadır. Demek ki, bu anlamda “kalpsizlik”,
yürek demek oluyor. Kalp “selîm” (yani “mânevî kalp”) niteliğini
kazanmamışsa, sâdece kan pompalayan bir organdır(yürek).
Günümüz maddeci biliminde de, kuantumdan
hareketle; kalbin, yürekten başka bir şey olduğu yönünde yaptığı açıklamaları
memnuniyetle karşılıyoruz. Zâten bu bilim parapsikoloji dalıyla 100 yıla yakın
bir zamandan beri insanın gerçek doğasına değişik açılardan yaklaşmaktaydı. Bu
bağlamda yeri gelmişken, Prof. Baret, Prof.W.James, Prof. Lodge, Prof.McDougal,
Prof. Rhine, Prof. Richet, Prof.
Krippner, Prof.Tenhaef, Prof.Lozanov, Prof.Vasiliev, Prof.Kogan, Prof. Motoyama
ve medyomlar Ingo Swan, Uri Geller, Ted Serios, H.Edwards, R.Marybrown vb.vb.
bu değerli insanları saygıyla anıyoruz.
………………………………………………..
(*)
Yazımızın
akışı içinde yer yer görülecek bu rakamlar İLÂHÎ
NİZAM ve KÂİNAT adlı kaynak eserimizden yapılan alıntıları bulunduğu sayfa
numaralarıdır.
(**)
Zikir: TANRI’yı anmak. Bu arada “zikir” aynı zamanda Kur’an’ın
sıfatlarından biridir (Ali İmram 58, Hicr 6, Nahl 44, Enbiya 50, Kalem 51+52,
Sâd 1, Talak 10)
(1)
www.youtube.com/watch?v=13Z2NqLSne8
(2) Edgar
MITCHEL : NASA’nın, Ay’da yürümüş ve Ay
yüzeyinde dokuz saat geçirmiş 6. astronotu. Emekli olduktan sonra dünya dışı
zeki yaşamın mevcudiyeti yönünde de ilginç açıklamalarıyla bilinen bir bilim
insanıdır.
(3) Max PLANCK : Almanların ünlü fizikçisi Max Planck, 1858 yılında
Almanya’da doğmuştur. Berlin üniversitesini bitirmiş ve 1879 yılında akademik
kariyerine başlamıştır. 1892 yılında Berlin Üniversitesinde kurumsal fizik bölümü
profesörü olmuştur. 37 yıl bu görevi yürütmüştür. Planck
Işıma
Kuramı adıyla bilinen yasayı 1900 yılında Berlin’de
sunmuştur. Bu yasa, belirli ısı altında cisimlerden yayılan çeşitli
frekanslarda ki ışınlar ve onlara bağlı enerjiler hakkındadır. Titreşen atomlar
sürekli enerji yaymakta ve bu enerjiyi gelişigüzel yaymaktadırlar. Bu
parçacıklara “kuantum” ismi verildi. Kuantum, titreşen
atomların belirli noktalarda enerji yaydığını ve emdiğini göstermektedir. E=h.v olarak gösterilen bu formül, Planck
sabiti olarak tarihe geçmiştir. Max
Planck, 1918 yılında Nobel Fizik Ödülünü almıştır. 1926
yılında Londra Royal Society üyeliğine, 1930 yılında Kaiser Wilhelm Kurumu
başkanı olmuştur. Max
Planck, 1947 yılında hayatını kaybetti. Çağın en büyük
fizikçisi kabul edilen Max Planck, en devrimci bilim adamı olarak bilinir ve
çevresi onun geleneksel değerlere bağlı ve saygılı bir adam olarak bilmektedir.
4) Stephen HAWKING : 1942 yılında Oxford kentinde doğan Stephen Hawking University College'da
ve Trinity College'da öğrenim gördü. Daha sonra Caius College'da öğretim
görevlisi oldu. 1960'ların başında tedavisi olmayan amyotrofik lateral Buna rağmen
çalışmalarına devam etti. Görelilik kuramı ile kuvantum
mekaniğinden yararlanarak kara deliklerin özelliklerini kuramsal olarak ortaya
koydu. Stephen Hawking, Einstein'den bu yana dünyaya gelen en parlak teorik fizikçi olarak kabul edilen matematik profesörüdür. Kuantum fiziği ve kara deliklerle ilgili iddialarıyla,
bugün yaşayan bilim adamları arasında dünyada en çok tanınan isim, Hawking.
Kitapları, 40 dile çevrildi. Son kitabı “Ceviz Kabuğundaki Evren” de,
dünyanın büyük bir felâketle karşı karşıya kalabileceğini belirterek, uzayda
insan kolonileri kurulmasını gündeme getirmiştir. Bir fenomen hâline gelen ve
milyonlarca satan “Zamanın Kısa Tarihi” kitabı, Hawking e asıl şöhreti getirmişti.
YARARLANILAN
KAYNAKLAR:
·
KUR’AN
·
İLÂHÎ NİZAM
ve KÂİNAT, Bedri
Ruhselman, Ruh ve Madde Yayınları
·
KUR’AN ve SÜNNETE GÖRE TASAVVUF, Yaşar N.Öztürk, Yeni Boyut Yayınları
·
KUR’AN’ın TEMEL KAVRAMLARI, Yaşar N.Öztürk, Yeni Boyut Yayınları