Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

15 Şubat 2016 Pazartesi

KALBİN SONSUZLUK YOLU

KALBİN SONSUZLUK YOLU
“Vicdan birim düalitesinin alt ve üst zıtları arasındaki denge
 ya da  dengesizlik, kalbin durumunu belirliyor.”(*)
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever
G i r i ş
Kaçınılmaz değişimin ortaya çıkarmakta olduğu yeni koşulları açıklayan İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT eserle gelen bilgilerden öğrendiğimiz kadarıyla, özbenliğin bedensel bene bağlanma noktası beyindir. Daha teknik bir söylemle, bir “süptil enerji topluluğu”(55)(*) olan varlığın sekizde yedilik kısmıyla dünya bedenine bağlandığı yer, beynin “şuur merkezi” denen belli bir lokalidir(139). Varlığın beşerî beyine bağlı olan kısmına “şuur”, kalan kısmına da “şuur ötesi” deniyor. Yani kısacası, enkarne varlıklar olarak bizler, özbenliğimiz (asıl kendimiz) aracılığıyla sonsuz uzaklıklardaki ışıklı ortamlara bağlandığımız yer beynimizin  “şuur merkezi” oluyor.

Bunun yanı sıra, kalbin sonsuzluk yolu olan vicdanımız var. Vicdanın, bir “yüksek gelişim mekanizması”(6) olduğunu, hattâ vicdanın; olumlu / olumsuz zıtlarıyla, tam bir birim düalite olarak, enkarne varlığın idrakini vazife bilgisine yaklaştıran kudretli bir mekanizma(315)(*) olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla kalbin sonsuzluk yolu olan vicdana da egemen olan idrak oluyor(117). Çünkü varlığın o “sonsuzluk yolu”nda ilerlemesi idraklenmesiyle olası… Başka türlü bir söylem ile diyebiliriz ki, varlığın gelişim süreci içinde; idrak, giderek vicdana egemen olur(117). İdraklenme(ve dolayısıyla da şuurlanma) arttıkça, “vicdan mekanizması vicdan düalitesi”ne evriliyor. Varlıktaki (özbenlikteki) kudretlerden birinin yansıması (maddeselgörünümü) olan vicdan için az yukarıda kullandığımız “kalbin sonsuzluk yolu” söylemi biraz daha anlam kazanmış oluyor.
Buradan  hareketle, kadîm bilgelikteki ve dinsel öğretilerdeki; “selîm kalp”, “TANRI’nı nazarı mü’min kulunun kalbinedir”, vb. söylemleri daha bir anlam kazanmaktadır. Örneğin, tasavvuftaki; “kalbin bakış gücü”, “kalp-arş ilişkisi”, “yaratıcı kudretten kaynaklanan ve sonsuzluğu yakalayan idrak”in basîret oluşu ve basîretin de “kalbin arındırılması” ile ve “kalp temizliği” ile gelen “derinlemesine bakış gücü” söylemleri, enkarne varlığın, özbenliğiyle(dolayısıyla planı ve daha Yukarılarıyla) bağlantısının güçlülüğünü düşündürüyor. Kaldı ki, Sadıklar Planı bilgilerimizden de, kalbin sonsuzluk yolu olan vicdan için, “RİM-birey bağlantısının en uç noktası” dendiğini biliyoruz.
Tüm bu metapsişik ve kadîm bilgilerimize ek olarak, son yıllarda maddeci bilimin kuantum dalında da kalp kavramına yönelik düşündürücü yaklaşımların bulunduğunu memnûniyetle görüyoruz:  Bilime göre her şey gibi organlarımız da ve bu arada kalbimiz atomlardan oluşuyor. Atomun içinde bulunduğu alanı değiştirdiğimizde, atomu da değiştirebiliriz. Vücut organları içinde kalp en güçlü manyetik alana sahiptir. Kalbin manyetik alanı beyininkinden de güçlüdür. Kalbin bu güçlü manyetik alanı ile kendimizi ve başkalarını etkilemek olasıdır. Nasıl ki, Çin’de 1000 yıldır bunun uygulamaları yapılmakta ve konvensiyonel tıp dışındaki yollarla iyileştirmeler sağlanmaktadır. Çinli bilim insanlarının kanser tümörlerini birkaç dakika içinde yok ettikleri bugün bilinmektedir (1). Bu “yok etme”  kanserin yok edilişidir, hücrelerin değil. Buna klasik anlamda bu ruhsal şifa da denebilir. Ruhsal şifada da olan, bir mekanik proses değildir. Bu bizim kalp gücümüzün (manyetik alanın) dışarılaşmasıyla ilgili bir fenomendir. Çin’de bir kısım tıp doktorunun kanserli tümörü iyileştirmesi de bundan başka bir şey değildir. Bu bilim insanları tümörü (“kötü” damgası vurarak yargılamadan) onun, pek çok kuantum olasılıklarından biri olduğunu ve başka olasılıklarda bulunduğunu bilerek başarmaktadırlar. Böyle bir yaklaşımla yeni bir olasılığı davet etmiş oluyorsunuz. Yani mevcut olanı yargılamadan mevcudun yerine bir başka olasılığın ortaya çıkmasına zemin hazırlıyorsunuz.
Yukarıda değinip geçtiğimiz kalp–arş bağlantısının ya da RİM ile ilişkisinin gücü, içsel gelişimle gelen “kalp temizliği” ne bağlıdır. “Kalp temizliği” nin tasavvuftaki karşılığı “kalb-i selîm” dir. Beşeri olumsuzluklardan / zaaflardan ve dünyasal negatifliklerden arınmış kalbe Kur’an’da da “selîm kalp” deniyor (Bkz. Şuara 89, Saffat 84). İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT bilgilerinde de bu makbul durum, “vicdan birim düalitesinin olumlu zıttının pozitif değerlerle yüklü olması” (117+153) şeklinde ifadeye konduğunu görüyoruz. Dünya dediğimiz bu enkarnasyonun ve gelişim ortamındaki tüm gelişim olanaklarını enkarne varlıkların selîm bir kalbe sâhip olmaları için bir araçtır ki, TANRI’da böyle arınmış bir kalp ile aslımıza dönmemizi bekliyor bizden (Şuara 89).
Eğer bizler için önemliyse, “TANRI’ya giden tek yol” da bu olsa gerek. Bu yoldan (sırat-ı mustakîm) sapıldığında (yâni vicdanın mekanizmasının alt unsurları daha çok beslendiğinde”- 153), Kur’an’ın “teferruk”  dediği “parçalanma” (En’am 153) ortaya çıkıyor. Durum böyle olunca, belki de; dünya gelişim okulunu (hidrojen âlemini) bitirecek düzeye gelmek ile, “selîm kalbe sâhip olmak” aynı İlâhi Murad, insanoğlundan son kertede bunu beklediğine göre, dünya gelişim okulu için öngörülmüş olan dinsel öğretinin de hedefi bu olmaktadır: Selîm kalbe sâhip olmak.  Selîm kalbin bulunmadığı benlikte din, sâdece bir kuru iddia, kuru bir inanç  ve aldanış olsa gerekir. Selîm olmayan kalbin durumunu da ele alacağız ama, günümüz maddeci biliminin, sonunda; kuantum fizik alanındaki gelişmeler sayesinde telaffuz edebileceği vücut organlarının ve özellikle de kalbin alanının güçlü olması Kur’an’daki selim kalbe karşılık olabileceğini önermek istiyoruz.
Günümüz bilimi, her şeyin bir alanı (çevreye etki gücü, tesirliliği) olduğu gerçeğinden hareketle, doğanın da bir etkileme gücü (aşanı) olduğunu düşünüyor ve bana “doğanın zihni” ve “matriks” adlarını uygun görüyor (1). “Doğanın zihni” adlı, ünlü astronot (2) Edgar MITCHEL’in önerisidir. Aynı kavrama, biraz abartılı / radikal olsa da Stephen HAWKING(4) “Tanrı’nın zihni” demiş. Hatta Max PLANCK’da(3) (1940’lı yıllarda) bu alan kavramı için matriks” sözcüğünü yeğlemiş. Görülüyor ki, tezâhür ortamı, irili ufaklı iç içe alanlar örüntüsünden oluşmuş. Bu alanlar sürekli etkilenir durumda. Her tezâhürat birimi (alan) hem etkileyen (müessir) hem de etkilenen durumda. Bundan hareketle bilim diyor ki, “doğanın zihnini”  etkileme olanağımız var ve bu etkileme aracımızda kalbimiz olmaktadır. Kalbimizin alanı ne kadar güçlü ise, yani kalbimiz ne kadar “selîm” nitelikli ise bu tesirliliğin gücü de o kar fazla / yüksek. Elbette bu “selîm” niteliği de, kalpten kalbe değişik durumdadır: Az “selîm”, daha az “selîm” çok “selîm” , daha çok “selîm”  gibi. Durum böyle olunca, önerimiz odur ki, birkaç paragraf yukarıda paylaştığımız Çinliler’le ilgili örnekteki(1) kanserli tümörün iyileştirilmesi çok selîm kalbin ( ya da kalpler topluluğunun) tesirlilik gücü (alansal etkisiyle) olasıdır. Kalbin bu doğasını daha iyi tanımak bakımından “az selîm” hattâ “çok az selîm” kalbin durumlarını, niteliklerini ve bunun beşerî edimlere yansımasını ele almakta da yarar görüyoruz.
Selîm Olmayan Kalbin Durumu
Yukarıdaki paragrafta belirttiğim niteliklere (alansal güce) henüz ulaşmamış (“hidâyete ermemiş”) kalp sahiplerinin Kur’an’ı anlayamayacağını belirtiyor TANRI (Kaf 37). Kalp arınmışsa, olumlu nitelikleri kazanmışsa, “yok” sayılıyor sayıyor Kur’an’da. Bu durumdaki kalp, alansal tesirlilik gücü çok zayıf yürek organından başka bir şey olmamaktadır. Demek ki, bu anlamda “kalpsizlik” yürek demek oluyor. Kalp “selîm” niteliğini kazanmamışsa, sadece kan pompalayan bir organdır (yürek). Bu anlamda “kalpsizlik”i Hac 46’da görüyoruz. Ayrıca, bu durumdaki kalpsizliğin “körlük” anlamı da vardır. Çünkü ayetleri görmeyi engelleyen körlük, kafa gözlerinin körlüğü değil,  “kalp körlüğü” dür. (Hac 46). Başka bir âyette de meâlen , Çevreniz ayetlerle doludur, gören gözler için…” deniyor. (Bkz. Fussilet 53, Neml 52, Secde 26, Naziat 26, Bakara 171). Bu anlamda gözleri görür hâle getirmek de, kalbe ölümsüz hakikati ve ölümsüzlüğü yakalayan fark edişi, evişi ve seziş kudretini kazandırmakla olasıdır. Kalbin bu kudreti kazanması için, önce (Kur’an terminolojisi ile) “marazî” (hasta) niteliğinden arındırılması gerekir. Yürek durumundaki kalbi “kalp-arş” ilişkisinden söz etmek zordur. Kur’an’da “kalbin marazı”ndan söz edelim âyetlerde (Nûr 50, Ahzab 12+32, Muhammed 20+29, Münafikûn 3, Bakara 10, Maide 52, Enfal 49, Tevbe 125, Hac 53) gördüğümüz “iç – dış farklı olmak illeti” (nifak) ile bağlantılı gösterilmiştir. İki yüzlülük (riyakârlık); “dilin kalbe ters düşmesi” , “dilin kalpte olmayanı söylemesi”, “dil–kalp farklılığı”  gibi değişik şekillerde ifadeye konmuştur (Hucurat 14, Ali İmran 167, Mâide 41, Tevbe 8, Fetih 11). Bunlar kalbin, hemen hemen en kötü marazlarını (rahatsızlıkları) olmaktadır.
Bu anlamda kalp hastalıklarının davranışlara ve yaşama / topluma yansıyan belirtileri; doymazlık (açgözlülük), hırs (Ahzâb 32), derbederlik (sefihlik) ve “şeytan fitnesine yataklık” tır (Tevbe 125, Hac 53). Daha önceki paragrafta değinip geçtiğimiz “kalp kararması”(kasvet) nedeni, söz konusu bu “kalp hastalığı” dır. Kur’an’da “kasvet” şeklinde de ifadeye konmuş olan kalbin bu makbul olmayan durumunun, insanın; sonsuzluğa, iyiye /güzele, kısaca “TANRI’ya giden yol” un önünde bir engel / belâ olduğu belirtilir. Örneğin, Zümer 22’de şöyle dendiğini görüyoruz: “Yazıklar olsun kalbi kasvetle dolmuş olanlara!” Kalp kasveti rahatsızlığını körükleyen bir numaralı etmenin, sonu gelmez arzular, emeller, tutkular ve hırslar olduğunu da Hadid 16’da görüyoruz.
“Kalp katılığı” nın Kur’an’da yer alan ve beşeriyete örnek olarak sunulan toplumu Yahudiler’dir. Kadîm Yahudi toplumu TANRI’ya verdikleri sözü tutmadıkları için, kalp kasvetine uğramış ve lânetlenmişlerdir (Mâide 13). Aslında, bu söylem, tersinden alındığında daha doğrudur: O toplumu oluşturan bireylerin çoğunluğu, kalp kasvetine uğramış ve dolayısıyla “kalp kararmasına” sâhip oldukları için; TANRI’ya verdikleri sözü tutamamışlar ve peygamberleri aracılığıyla da gelen tüm ilâhi uyarılara da kulak asmadıkları için lânetlenmişlerdir.
Hastalanan ve Paslanan Kalp
Bunlara ek olarak “kalp bozulmaları” kapsamında iki olumsuz durum daha vardır ki, bunlar Kur’an’da da “zeyğ” (Ali İmran 7, Tevbe 117, Saff 5) ve “lehv”dir (Enbiya 1+3). Bunlardan “zeyğ” denge noktasından sapma ve kaosa mâruz kalma demektir. “Lehv” ise, gaflet anlamına gelen bozukluktur. Yaşam içinde beşerî kusurlar dolayısıyla; başımıza gelenlerden ibret almayıp, uyarılara da aldırmayıp inatla kusur işlemeyi sergilemek ve tevbe edip TANRI’dan af dilemeye de yanaşmamak “kalp paslanması” (Mutaffifin 13+15) durumu ortaya çıkıyor ki, bu durum; sonsuza ve gerçeğe açılabilecek “pencerelerin” bitme noktasına yaklaşması demek olan büyük bir tâlihsizliktir birey için. Bu duruma gelen benlik, sanki Tanrı  ile arasına tam bir perde çekmiş oluyor.
Bu anlamda “hastalanan ve paslanan” kalp sonunda “körleşir” ve benlik için esas olan körlük de budur (Hacc 46). “Kalp körlüğü” insan ve evrenin sırlarını çözmeye götüren tüm fakülteleri dumura uğratır. Bu duruma gelen kalp, aklı da işlemez duruma getirir (Hacc 46). Bu durumdaki kalp, inceden inceye düşünüp; âyetlerini göremez, sırları keşfedemez duruma gelmiştir (A’raf 189). Bu durumdaki kalplerin sahiplerinin; gözleri görmez, kulakları işitmez ve kalpleri anlamaz durumdadır (A’raf 179). Bu durunda “kalp körlüğü”nü kalbin; “damgalanması”, “kilitlenmesi”, “perdelenmesi” ve “mühürlenmesi”  gibi olumsuzluklar izler. Üst âlemlere tüm kapıların kapanması ve dünya yaşamındaki sınavların kesin kaybı anlamına gelen bu son aşama, Kur’an’da “kalbin tab edilmesi” (A’raf 101, Tevbe87+93, Yunus 74, Rûm 56), “kalbin hatmedilmesi” (Bakara 7, Câsiye 23, En’am 46) ve “kalbe kilit vurulması” (Nisa 155, Muhammed 24). “kalbe perde çekilmesi” (En’am 24, Kehf 57) şekillerinde ifadeye konmuştur. Yukarıdakilerden,  “kalbin mühürlenmesi” deyiminde anlamını bulan olumsuzluğun nedenleri de; boş arzuları ilâh edinme (Câsiye 23), TANRI’nın nimetlerine nankörlük (A’raf 101), azgınlık ve zulüm (Yunus 74), bilgisizlik (Rûm 56, tevbe 87) olmaktadır. Kalpleri bu durumlarda olanlar, insanca; ne görebilirler, ne anlayabilirler, ne de yaşayabilirler (Bakara 7, Münafikün 3, Tevbe 87,93, En’am 46 ).
Bir Halden Başka Bir Hâle… 
Kalp sözcüğü Arapça’da “bir şeyi bir yönden ötekine çevirmek”  anlamına gelen bir sözcüktür. Türkçe’de de “kalbetmek” , “bir halden bir başka hâle çevirmek” demektir. “Kalp” ten türetilmiş olan “inkılap”  sözcüğü de, “bir halden bir başka hâle geçiş / geçirme” anlamına gelir. Kalp sözcüğünün; inkılap gibi değişmek / değiştirmek, çevirmek / çevrilmek gibi anlamlara gelen değişik türevleri (tekallüb, münkalib, münkaleb vb) 30’dan fazla Kur’an âyetinde geçer. Özbenliğin kudretlerinden birisi bu dünya bedenindeki yansıması olan kalp gelişim süreci içinde bir halden bir hâle geçerek nitelik değişimine uğrar. Bu değişim süreci içinde ortaya çıkan kalp türleri Bakara 74’te belirtilmiştir: “katı kalp” , “yukarıdan aşağıya düşen kalp”, “yarılıp içinden su fışkıran kalp”. Kalbin bu değişimiyle ortaya çıkan olgunlaşmanın yönü “gönül” e(mânevî kalbe) doğrudur. Bu evrilmenin İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT bilgilerindeki karşılığı , vicdan birim düalitesinin olumlu zıttının pozitif değerlerle yüklenmesidir kanımızca. Gönül anlamında olmak üzere “fuad” sözcüğü de Kur’an’da 20’ye yakın yerde geçer. Gönül, halden hâle geçmeye yatkın bir yapıya sâhip olduğundan, onu hep aynı yüksek titreşimde (“selîm” niteliğinde) tutmak için ünlü sufiler halvetin/uzletin ihmal edilmemesini önermişlerdir.
Gerçek hadislere göre “gönül” anlamındaki kalp, aynı zamanda “TANRI’nın evi”  ve “TANRI’nın arşı” kabul edilmiştir. Dahası, Kur’an’a göre, TANRI buyurmuştur ki, “Beni, yerim ve göğüm içine alamamıştır ama mü’min bulunan kalbine sığmışımdır.” Hz. Muhammed de, TANRI’yı anarken,  “Kalpleri halden hâle sokan TANRI…” demiştir.  Bu söylemin Arapçası, “Muhallib el-kulûb” dur. Buradaki “kulûb”, Arapçada kalp  anlamına gelen sözcüktür ve Kur’an’da bu şekilde 130’a yakın yerde geçer. Hadisteki kalp sözcüğünde anlamını bulan değişimi Kur’an bir olumsuzluk olarak gösterir, kişiyi bundan kurtarmaya ve “kararlı bir benlik” kazanmaya özendirir. Kararlı bir nitelik kazanmış benliği, Kur’an; insanın gerçek benliği; ölümsüz hakikati ve ölümsüzü yakalayan fark ediş, eriş ve seziş kudreti olarak tanımlamaktadır.
Kalbi Gönül Niteliğinde Tutmak
Saadet Devri (Asr-ı Saadet) denilen H. Muhammed’in sağlığındaki yılların gönül uluları, Peygamber’in vefatından sonra; kalplerinin kararlılığını, arılığını ve duruluğunu, bu arada da dinin sâfiyetini korumak için halveti kurtuluş çâresi olarak sürdürmüşlerdir. Mâlik b.Dînar’ın şu sözleri bu konuda tanıklık edecek özlü bir bilgi içerir: “Gönül uluları birbirlerine şu üç şeyi önerirlerdi: Dilini tut, çok istiğfar et, uzleti bırakma. Uzleti terk edip halkın içine dalanlar rezîl oldu.” Kalbi belli bir performansta (“gönül” niteliğinde) tutmak için bu insanlar zaman zaman halvete / uzlete çekilirler, bu arada toplumdan da uzak kalmazlar ama halkın arasında bulunurken de halvet hallerini sürdürürlerdi. Ünlü ilahiyatçı filozof Prof. Dr. Muhammed İKBAL bu durumu “Herkesle yürü ama yalnız ol.” şeklinde dizelerine dökülmüştür. (CAVİDNAME,230)
İki paragraf yukarıda, Kur’an’a göre; makbul kalbe sâhip insan (kararlı benlik) takva için sınanır (Hucurat 3). Takva sınavlarından büyük ölçüde başarıyla çıkanların rahmet ve ref’ete lâyık duruma gelmiştir (Hadid 27). Böyle bir kalp için; kasvet, körlük, gaflet gibi beşerî zaaflar söz konusu değildir. Körlük ve gaflet içinde olan kalbin yolu kasvete; rahmetle dolu kalbin yolu ise yumuşaklığa (lînet) çıkar. Kasvet, körlük ve gaflet nasıl kalp katılığı ve kalabalık getiriyorsa; TANRI’yı zikrederek (**) takva sınavlarında başarılı olmak da insana sükûnet, ferahlık, huzur ve doygunluk verir (Ra’d 28, Hadid 16, Hac 35, Müminûn 60, Enfâl 3). Rahmet ve ref’et (sıcaklık, merhamet) ile dolu selîm kalp sâhipleri öyle insanlardır ki; ibâdet hâlinde yaşarlar, başlarına gelene sabrederler ve sâhibolduklarından başkaları için pay çıkarırlar (Hac 35, Enfal 3).
Sonsuzluk yolcusu gönül erinin işi TANRI ile olduğundan, söz ile dostluğu hemen hemen yoktur. Sükût hâli (samt), yani az konuşmak, iç dünyayı kontrol altında tutmanın (murakabe) önemli bir yoludur. Bu nedenle gönül uluları, beşerî ilişki ve iletişimde gönül diline (sessiz / sözsüz konuşmaya) öncelik vermişlerdir. Tüm bu duyarlılığın amacı kalbin; sâfiyetini, arılığını / duruluğunu (bir bakıma, çevreyi olumlu yönde etkileme performansını) belli bir düzeyde tutmaktır. Ünlü sufilerden Zünnûn el-Mısrî (ölm.895) “Kalbine en iyi şekilde sâhibolan kimdir?” sorusuna, “Diline en iyi sâhibolan kişisdir.” yanıtını vermiştir.  Mısrî gibi gönül erlerinin kalbinin bakış ve görüş gücü olan basiret, tanrısal ışıkla aydınlandığı için, kalbin imanla da bağlantısı vardır. Bundan dolayı îmânı bir kalp olayı olarak ele almak yanlış olmaz. Nasıl ki, Kur’an’da da, “îman edenler TANRI’ya sevgi bakımından çok engin ve derindirler.” deniyor (Bakara 165). Îman ve kalbin bu sıkı ilişkisinden dolayı İslam bilginleri îmanı, “kalp ile tasdik” olarak görmekte tereddüt etmemişlerdir.
Parapsikoloji ve kadîm bilgeliğin bakış açısıyla “mânevî kalp”in kalp çakranın içinde olduğunu da söyleyebiliriz. Çakra temizliği ve dengelenmesi gibi çalışmalar de göz önüne alındığında, kalp çakranı durumuyla, “kalbin gönül hâli” arasında göz ardı edilmeyecek bir bağlantı olduğunu düşünüyor ama bunu ayrı bir çalışmamıza bırakarak, tekrar kalbin hallerinden devam ediyoruz.
Yukarıda kalp ile ilgili kavramlardan basîretin, kalbin bakış ve görüş gücü olduğunu belirtmiştik. Bazı Kur’an ayetlerinde basîretin, aynı zamanda kalp gözü olduğunu da görüyoruz (En’am 103+104, Kıyamet 14). Kadîm bilgelikten de biliyoruz ki, kalp gözünü çalıştırma ve geliştirme kurumu tasavvuftur. Tasavvufa göre basîret, Yaratıcı Kudret’ten kaynaklanan ve sonsuzu yakalayan bir idraktir. İnsan, iç dünyasının inceliklerini, idrakinin bu ileri düzeyi ile yakalayabilir. Örneğin, Peygamberin çağrıları basîret üzeredir. Böyle bir kalbin (günlük kullanımdaki söylemiyle “kalp temizliği” nin) ölüm ötesinde varlığın temize çıkmasında yararı büyüktür. Ölüm ötesinde varlığın kendi kendine hesaplaşması konusunda, Kur’an’da şöyle dendiğini görüyoruz: “…ne mal yarar sağlar onlara ne de çocuklar. Orada tertemiz bir kalp getirenlerden başkası kurtulamaz” (Şuara 89).
İdrakin ileri bir düzeyinde kazanılan böyle bir kalbin, realiteyi doğrudan algılayabilme gibi bir niteliği olduğunu da yazımızın akışı içinde bir yerlerde değinmiştik. Dikkat edilirse, realiteyi doğrudan algılayabilen ve dolayısıyla Tanrısal ışıkla aydınlanmış böyle bir kalbin sıfatı olan “selîm”  sözcüğü ile, TANRI’nın dininin adı olan “İslam” aynı köktendir: “silm” (selam, selâmet). “silm” barış, huzur, güven anlamında bir sözcüktür. O halde “selîm kalp” de; barış, huzur, güven ve sükûnetle dolu kalp demektir. Bu insâni değerlerin (erdemlerin) elde edilmesiyle, “selîm kalp”in ortaya çıkarılması tüm dinsel ve seçkin inisiyatik öğretilerle kadîm bilgeliğin ana hedefi olmuştur. Dünya, en azından bu devrede indirilmiş olan ve Muhammed Peygamber ile tamamlanmış bulunan toplam dinsel öğretinin genel adı “İslam” sözcüğünün “teslim olmuş / olan” anlamı da vardır.
TANRI’ya Teslîmiyet
Bu durumda İslam sözcüğü ile kök ortaklığı bulunan “selîm” sözcüğü de “TANRI’ya teslîmiyet” anlamına sâhiptir. Bu durumda “selîm kalp”  aynı zamanda “TANRI’ya yeterince teslim olmuş kalp” demektir. Böyle bir kalbe sâhip olan enkarne bir varlıkta; özbenlik, bedensel bende %100’e yakın bir oranda tecelli etmiştir. Beden ve özbenlik hemen hemen bir olmuş ve enkarne varlık (bedensel ben) özbenliği (asıl kendisi) aracılığıyla planına (ve oradan da sonsuz uzaklıktaki ışıklı ortamlara bağlanmış durumdadır. Bu anlamda olmak üzere, dünyadayken sonsuzluklara bağlanmış olmanın en özlü söylemini İsa Peygamber’de görüyoruz: “Babam ve ben biliriz.”
Bu durumdaki selîm kalbi Kur’an, “mübin” diye anmaktadır. “Mübin”, “yönelmiş / bağlanmış” anlamında bir sözcüktür. Mübin kalp, TANRI’dan gizli bir yolla ve “Rahman için ürperen bir kalp”tir (Kaf 33). “Mübin kalp” ile “selîm kalp” arasında bağlantı açıktır: Nasıl ki,  “mübin kalp” ten söz eden âyet, bu kalbin sonsuzluğa geçişinin “selâm” ile olacağını söylemektedir. “Selam” sözcüğünün, selîm sıfatının kökü olduğunu düşünürsel, “mübin kalp”in “selîm kalp”e geçiş basamağında olduğunu anlarız. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, “selîm” ya da “mübin” kalbe ulaşmanın yolları / aşamaları tüm dinsel ve inisiyatik öğretilerde ve kadîm bilgelikte verilmiştir.
Kâmil İnsan
“Kâmil insan” deyiminde anlamını bulan olgunluk (gelişmişlik düzeyi) yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız anlamda “makbul bir kalp”e sahip olmakla olası olduğu anlaşılıyor. Hikmetlerle dolu” (Yunus1, Câsiye 2) ve “eşsiz yücelikte bir kitap” (Fussilet 41+42) olan Kur’an’a göre “makbul kalp” e sâhip insan “kararlı bir benlik”tir. Böyle bir benlik, özbenliğiyle ve sonsuz yüceliklerle olan bağlantısını (kalp-arş ilişkisini) sağlamlaştırmış ve sürekli hâle getirmiş bir benliktir. “Kamil insan” deyiminde anlamını bulan böyle bir benliği “âlemlerin Rabb’inden bir indiriliş” (Hakk 43) olan Kur’an; “nitelik kazanmış kararlı bir benlik; insanın gerçek benliği, ölümsüz hakikati ve ölümsüzü yakalayan fark ediş, eriş ve seziş kudreti” olarak tanımlamaktadır.
Görülüyor ki, “kâmil insan”, kendisinden kerâmetler zuhûr eden insan değildir. Kâmil insan odur ki, halk ile düşüp kalkar, onların arasında dolaşır, onlarla alışveriş eder fakat Hak’tan bir an gâfil olmaz. Yani, sürekli olarak TANRI’nın huzurunda olduğu bilinci (süreli ibâdet hâli) içinde yaşamak… Erdemli bilge insanlara özgü bu durum “dışta, dış görünüş olarak halk ile ama içte Hak ile olmak” tır. TANRI’nın, “O mü’minler öyle er kişilerdir ki; ne ticaret, ne de satış onları TANRI’nın zikrinden alıkoyar.” (Nûr 37) dediği gönül ulularıdır. İşte bu durumda olan insanın kalbi; nefs kaynaklı düşüncelerden, vesvese veren şeylerden arınmış ve gönül hâline evrilmiştir.
Kalbin, bu anlamda gönüle dönüşmesi, büyük ölçüde; nefsin terbiye edilerek edeplendirilmesiyle olur. Daha teknik bir söylem ile, vicdan birim düalitesinin pozitif zıttında daha çok değer birikmesi ve bunun süreklilik kazanması (58,101,103,182,22). Bu makbul durumun sürekli hâle getirilmesi, kişinin , süreli olarak kendi nefsânî hareketlerine, niyetlerine ve düşüncelerine karşı duyarlı olması yanî sürekli kendi kendini kontrol ve muhasebe etme titizliği içinde olması ile başarılacak bir iştir. Bedenli dünya yaşamında bu anlamda nefs denetimini / muhasebesini ne kadar başarılı ve sürekli yaparsak, ölüm ötesinde; şuur dışında biriktirdiklerimizi gözden geçirirken, (yani ölüm ötesi muhasebede) o kadar az üzülürüz. Kendi kendimizle hesaplaşmamız o kadar az sıkıcı olur.
Yukarıda anlattığımız gibi, nefsin denetim altına alınarak terbiye edilmesi sürecinde; kalp de gönüle evrilmeye başlamıştır. Bu güzel değişimin sürekli kılınmasıyla tasavvufta “ayna” ya benzetilen “gönül” e içten doğru “vasıtasız bilgiler” de yadsımaya başlar. Çünkü bireyin iç zemini, süptil tesirlerin enkarne olmasına elverişli süptiliteye gelmiştir. Bu demektir ki, kişi; bir yandan dıştan/yataydan (kitaplardan, kulaklardan, gözlemlerinden vb.) aldığı bilgilerle ilerlerken, içten kaynaklanan ve gönül aynasına yansıyan bilgilerle de beslenmeye başlar. Nefsin terbiye edilip, kontrol ve denetim altına alınmasıyla kalbin gönül hâline evrilmesinin önemi şu hadiste de ifâdesini bulmuştur: “Yerim ve göğüm benim içine alamamıştır ama mü’min kulunun gönlü almıştır.”(Hadisi Kudsî, KUR’AN ve SÜNNETE GÖRE TASAVVUF, Yaşar N.ÖZTÜRK)
Kur’an’da “gönül gözü” (“Lübb”) olarak geçen “gönül”, akıl ötesi bir gücü ifade eden bir sözcüktür. Bu öylesine akıl ötesi bir güçtür ki, Kur’an’ın bazı âyetleri “lübb sâhipleri” tarafından anlaşılır. Gönül hâline evrilmiş bir kalbin çevreye olan tesirliliği de artmıştır. Günümüz maddeci biliminin bazı özgür düşünceli bilim insanları bu tesirliliği kendilerine göre açıklamaya çalışmaktadır(Bkz. Dipnot web adresinde bulunan video). Gönül hâline gelmiş kalbin bu durumunu ünlü ilahiyatçı filozof Prof. Dr. Muhammed İKBAL’in CÂVİDNÂME adlı eserinde de yerini almıştır: “Kutludur o er ki; ‘Hû’ derdemez, dokuz felek çevresinde tavâf etmeye başlar.”
“Hidâyete Erdikten Sonra…”
Kendini bilme duyarlılığı içinde idraklenilerek gelişildikçe, kalbin mânevi kalbe (gönül) evrilmesi süreci içinde nefs de büyük ölçüde eğitilmiş ve kontrol altına alınmıştır. Ancak nefs, Peygamber’in yaptığı gibi “Müslüman edilse” de %100 paklanması  söz konusu değildir. Nefs ve nefsâniyet giderek “incelir” ama her realitelerde o vardır, İblis planının bir uzantısı olarak fıtratında bulunan iğva, sınama ve test etme görevini hep yapacaktır ki bu da onun vazifesidir, varlığa hizmet bağlamında. Nasıl ki bunun uyarısı Kur’an’da da bulunmaktadır: Meâlen, “kalplerimizi hidayete erdirdikten sonra, oradan saptırma” (Ali İmran 8). Görülen odur ki, “hidâyete erdikten” sonra da, oradan sapmak (gerilemek değil) söz konusudur. Ne kadar gelişmiş olursa olsun, yaratılmış olan her varlık bir üstüne göre kusurludur. Kusurlar giderek azalır, incelir, lâtifleşir ama hiçbir zaman sıfırlanmaz çünkü gelişim sonsuzdur. Varlık ne kadar gelişmiş olursa olsun; bilmediği, bilemeyeceği (gayb) şeyler ebediyen hep olacaktır. Varlık için gayb hep olacaktır ve her realite için, “gaybı bilen” elbette ki Tanrı’dan başkası değildir.
Yeniden konumuza dönerek diyoruz ki, vicdan birim dualitesinin olumsuz tarafı olan nefsten kaynaklanan her şey kalp ve onun ileri şekli olan gönül için bir tehdittir, tehlikedir. Sâdece kalbin değil, gönlün de “çer-çöp” le kapanmasa bile, kirlenmesi(çakra kirliliği) “rahatsızlanması” (maraz) her zaman söz konusudur. Eğer “kalp temizliği” (selîm kalp durumu) bizler için önemliyse, ona karşı duyarlılığımızı sürekli kılmalıyız. Çünkü bu konuda hep sınanıyor durumdayız. Bu sınanmalar, kalp temizliği konusunda başarılı olup güçlenmemiz içindir çünkü gelişmek / gelişmişlik, bu sınanmalarda başarılı olmakla olası. Bu konudaki başarısızlıklar derece derece olduğu için, bunlara değişik adlar verilmiştir: Kalp kararması (kasvet), kalbin körlenmesi (basîretsizlik), kalbin gaflete düşmesi ( Enbiya 1+3), kalbin paslanması ( Mutaffifin 13+15) , kalbin hatmedilmesi (Bakara 7,Câsiye 23), Kalbe kilit vurulması (Nisa 155, Muhammed 24), kalbe perde çekilmesi (En’am 24, Kehf 57) vb. vb. Yazımızın son kısmında da bu olumsuzlukları irdeleyerek çalışmamızı tamamlayalım.    
Kalbin arınmışlığıyla ilgili bu olumsuzlukların hepsinin birden toplam adı “kalp marazı” dır. Kalp marazı, kalbin sonsuzluk yolu olan vicdan kanalındaki akışkanlığın önündeki engeldir (“çer-çöp”), başka türlü bir deyişle vicdan birim düalitesinin olumsuz zıttındaki ağırlığı oluşturan tortudur. Bu tortu aynı zamanda, enkarne varlığın “kalp- arş” ilişkisi için bir dirençtir ve özbenliğiyle olan bağlantısını zayıflatan olumsuz bir etmendir. Sanki kişinin kalbini mahvederek, onun sonsuz ve ölümsüz olan özbenliğiyle bağlantısını zayıflatan söz konusu marazlardan beşerî gelişimde en yaygın olanı (nefsin kabalığından kaynaklanan) kibirdir, kibre saplanmaktır. Beşeri kibrin Kur’an’daki sözcüğü “istikbâr”dır. Kibir sözcüğünde anlamını bulan, kendini büyük ve güçlü görme kusuru İblis’in en belirgin karakteridir (Bakara 34, Zümer 59). Kibir, büyüklük kuruntusudur ve elbette ki bir kalp marazıdır. Kibir marazına sahip kalpler “mühürlenmiş kalpler” kategorisinden sayılmaktadır (Nahl 22).
Bu anlamda kalp “bozukluğu” nun, beşeri ilişkilerde en tehlikeli görünümü kişinin kalbiyle dilinin farklılığıdır. Kalp-dil uyuşmazlığı, bireyin kalbine (vicdanına) karşı ihânetidir (Bakara 283). Kalp ile dilin ters düşmesi, kalpte olmayanı dilin söylemesi, dil–kalp farklılığı / uyuşmazlığı gibi durumlar  îmansızlığın belirtilerindendir (Hucurat 14, Fetih 11, Tevbe 8, Mâide 41, Ali İmran 167). Bu durum aynı zamanda riyakârlıktır. Münafıkların belirgin alâmetlerinden biri de riyâdır (Nisa 142). Riyakâr kimse TANRI için sergilediğini söylediği fiilini kullar için sergileyerek bir yalan; TANRI’dan beklediğini iddia ettiği karşılığı kuldan bekleyerek bir başka yalan içine girer. Kur’an riyâya öylesine ağır ve şiddetli bir olumsuzluk yüklemiştir ki, riyakâr kimse otomatik olarak din dışı ilan edilebilmektedir.
Bu illetten arınmış bir kalp, insanı; özbenliğiyle doğrudan ilişkilendirmenin yanı sıra, eşya ve olayların gözlenip irdelenmesiyle olup bitenleri anlamlandırmada en güvenilir rehber olur. Kalbin sonsuzluk yolu olan vicdanın verdiği yargının güvenilir olması, akıl ve bilim açısından gerekli incelemelerin de  yapılmış olmasına bağlıdır. Bu nedenle, kalbin gösterdiği yolda aklı kullanarak yürümek gerek. Yani ilhama/ sezgiye körü körüne uymak her zaman çok sağlıklı bir tutum olmayabilir. Bilgiyi bilgiyle sınayarak benimsedikten sonra; onu, idraklenme cehti içinde özümsemek gerek. Unutmayalım ki, kalbin sonsuzluk yolu olan vicdan mekanizmasının zıtları arasındaki ilişkinin kuruluş ve bağlanışları idraklenme ile olmaktadır (117). Varlığın gelişim süreci içinde, idrak giderek vicdana da egemen olur (117).
Sonuç
Görülüyor ki, bu çalışmamızın ana temasını oluşturan “selîm kalp”e sâhip olmak; kendini tanıma duyarlılığı içinde, idraklenme cehtini sürekli kılmakla olasıdır. Aslında bu, varlığın sonsuzluk yolunda ilerlemesinin de gereğidir. Kalbin sonsuzluk yolu olan vicdana egemen olan da idraktir(117). Bu sonsuzluk yolunda ilerleyen varlığın idraklenmesiyle gelen şuur düzeyi yükseldikçe,” vicdan mekanizması” da “vicdan düalitesi”ne evrilir. Çünkü kalbin sonsuzluk yolu olan vicdan, varlıktaki (özbenlikteki) kudretlerden birinin bedensel bendeki tezâhürüdür.
Dünya dediğimiz bu enkarnasyon ve gelişim ortamındaki tüm gelişim olanakları enkarne varlıkların selîm bir kalbe sâhip olmaları için bir araçtır ki, TANRI’da; bizden, bu gelişim olanaklarından (“nimetler”den) yararlanarak, arınmış bir kalp ile aslımıza dönmemizi istiyor (Şuara 89).  Kalp arınmamışsa, olumlu nitelikleri kazanmamışsa, “yok” sayılıyor Kur’an’da. Bu durumdaki kalp, alansal tesirlilik gücü çok zayıf yürek organından başka bir şey olmamaktadır. Demek ki, bu anlamda “kalpsizlik”, yürek demek oluyor. Kalp “selîm” (yani “mânevî kalp”) niteliğini kazanmamışsa, sâdece kan pompalayan bir organdır(yürek).
Günümüz maddeci biliminde de, kuantumdan hareketle; kalbin, yürekten başka bir şey olduğu yönünde yaptığı açıklamaları memnuniyetle karşılıyoruz. Zâten bu bilim parapsikoloji dalıyla 100 yıla yakın bir zamandan beri insanın gerçek doğasına değişik açılardan yaklaşmaktaydı. Bu bağlamda yeri gelmişken, Prof. Baret, Prof.W.James, Prof. Lodge, Prof.McDougal, Prof. Rhine, Prof.  Richet, Prof. Krippner, Prof.Tenhaef, Prof.Lozanov, Prof.Vasiliev, Prof.Kogan, Prof. Motoyama ve medyomlar Ingo Swan, Uri Geller, Ted Serios, H.Edwards, R.Marybrown vb.vb. bu değerli insanları saygıyla anıyoruz.
………………………………………………..
(*) Yazımızın akışı içinde yer yer görülecek bu rakamlar İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT adlı kaynak eserimizden yapılan alıntıları bulunduğu sayfa numaralarıdır.
(**) Zikir: TANRI’yı anmak. Bu arada “zikir” aynı zamanda Kur’an’ın sıfatlarından biridir (Ali İmram 58, Hicr 6, Nahl 44, Enbiya 50, Kalem 51+52, Sâd 1, Talak 10)
(1) www.youtube.com/watch?v=13Z2NqLSne8
(2) Edgar MITCHEL : NASA’nın, Ay’da yürümüş ve Ay yüzeyinde dokuz saat geçirmiş 6. astronotu. Emekli olduktan sonra dünya dışı zeki yaşamın mevcudiyeti yönünde de ilginç açıklamalarıyla bilinen bir bilim insanıdır.
(3) Max PLANCK : Almanların ünlü fizikçisi Max Planck, 1858 yılında Almanya’da doğmuştur. Berlin üniversitesini bitirmiş ve 1879 yılında akademik kariyerine başlamıştır. 1892 yılında Berlin Üniversitesinde kurumsal fizik bölümü profesörü olmuştur. 37 yıl bu görevi yürütmüştür. Planck Işıma Kuramı adıyla bilinen yasayı 1900 yılında Berlin’de sunmuştur. Bu yasa, belirli ısı altında cisimlerden yayılan çeşitli frekanslarda ki ışınlar ve onlara bağlı enerjiler hakkındadır. Titreşen atomlar sürekli enerji yaymakta ve bu enerjiyi gelişigüzel yaymaktadırlar. Bu parçacıklara “kuantum” ismi verildi. Kuantum, titreşen atomların belirli noktalarda enerji yaydığını ve emdiğini göstermektedir.  E=h.v olarak gösterilen bu formül, Planck sabiti olarak tarihe geçmiştir. Max Planck, 1918 yılında Nobel Fizik Ödülünü almıştır. 1926 yılında Londra Royal Society üyeliğine, 1930 yılında Kaiser Wilhelm Kurumu başkanı olmuştur. Max Planck, 1947 yılında hayatını kaybetti. Çağın en büyük fizikçisi kabul edilen Max Planck, en devrimci bilim adamı olarak bilinir ve çevresi onun geleneksel değerlere bağlı ve saygılı bir adam olarak bilmektedir.
4) Stephen HAWKING : 1942 yılında Oxford kentinde doğan Stephen Hawking University College'da ve Trinity College'da öğrenim gördü. Daha sonra Caius College'da öğretim görevlisi oldu. 1960'ların başında tedavisi olmayan amyotrofik lateral Buna rağmen çalışmalarına devam etti. Görelilik kuramı ile kuvantum mekaniğinden yararlanarak kara deliklerin özelliklerini kuramsal olarak ortaya koydu. Stephen Hawking, Einstein'den bu yana dünyaya gelen en parlak teorik fizikçi olarak kabul edilen matematik profesörüdür. Kuantum fiziği ve kara deliklerle ilgili iddialarıyla, bugün yaşayan bilim adamları arasında dünyada en çok tanınan isim, Hawking. Kitapları, 40 dile çevrildi. Son kitabı “Ceviz Kabuğundaki Evren” de, dünyanın büyük bir felâketle karşı karşıya kalabileceğini belirterek, uzayda insan kolonileri kurulmasını gündeme getirmiştir. Bir fenomen hâline gelen ve milyonlarca satan “Zamanın Kısa Tarihi” kitabı, Hawking e asıl şöhreti getirmişti.
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
·          KUR’AN
·          İLÂHÎ NİZAM  ve KÂİNAT, Bedri Ruhselman, Ruh ve Madde Yayınları
·          KUR’AN ve SÜNNETE GÖRE TASAVVUF, Yaşar N.Öztürk, Yeni Boyut Yayınları

·          KUR’AN’ın TEMEL KAVRAMLARI, Yaşar N.Öztürk, Yeni Boyut Yayınları