ANADOLU
MİSYONU ve MUSTAFA KEMAL(*)
HAZIRLAYAN:
Selman Gerçeksever
Sınırlarının içinde Anadolu Yarımadası’nın da bulunduğu
kadîm Roma İmparatorluğu’nun çöküş dönemine geçtiği yıllarda şimdi vatanımız
olan bu topraklarda da yozlaşma ve
atâlet iyice yoğunlaşmışken, Orta Asya’dan; çeşitli kültür ve bilgi birikimine
sâhip binlerce insan Anadolu’ya doğru gelmeye başlamıştı. Sâdece farklı
kültürleri değil; farklı sanatları, bilgileri ve becerileri olan insanlardan
oluşan bu göç dalgası, Roma İmparatorluğu’nun
son yıllarının yozlaştırıcı etkisi altında iyice bunalmış ve âtıllaşarak
dejenere olmuş o zamanki Anadolu Halkı’nın rejenere olması için “can
suyu” niteliğinde bir etki olmuştu.
Yıllar içindeki bilinen tarihsel gelişimi ve değişimiyle,
Asya kökenli bu göçmenlerden bir grup belirginleşip Osmanlı İmparatorluğu’nu
kurmuştu. Ergün Arıkdal’ın söylemi ile(1) “… Anadolu’ya gelen bu göç büyük bir vazife
yapmıştır. Bu göç dalgası, Mustafa Kemal’den önceki son büyük değişimini
sağlayacak şekilde ‘Osmanlı’ adı
altında sonradan kendini tanıtan o büyük rejenerasyon alanı oraya geçmiş(intikal
etmiş) ve baskın bir şekilde her bir yana egemen olmuştur.”
Osmanlı’nın yozlaşarak yıkılışından sonra, Atatürk
Devrimleri’yle gelen yeniliklerin ilk belirtilerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nun
yükseliş döneminde ortaya çıkmaya başladığını söyleyebiliriz. 600 yıl boyunca
insanların; inanç, hareket ve seçme özgürlükleri hiçbir zaman kısıtlanmamış,
İslamiyet’in de etkisiyle hak ihlalleri konusuna duyarlı davranılmıştır. Özellikle
inanç özgürlüğü konusunda, Osmanlı egemenliği altındaki topraklarda çeşitli
dinlere mensup insanlar kendi ibâdet ve geleneklerini rahatlıkla
sürdürebilmişlerdir. Özellikle Hıristiyan Avrupa’da dinci Katolik Kilise
baskısı zulüm düzeyinde sürüp giderken, Anadolu Halkı din ve inanç özgürlüğünün
tadını çıkartmaktaydı. Bu bakımdan, dünyanın en büyük laik sisteminin
temellerinin Osmanlı’da atıldığını söyleyebiliriz. Yukarıda da belirttiğimiz
gibi, Kur’an’daki özgün İslam’ın da etkisiyle laik anlayış Osmanlılar (yâni o
devrin Anadolu Halkı) tarafından oluşturulmuş ve uygulanmıştır. Durum böyle
olunca, 21.Y.Y.’ın demokratik ve medenî toplumların belirgin özelliklerinden
olan ama bazı tutucu toplumlarda da hâla savaşı verilen laikliğin Anadolu’dan
Avrupa’ya geçtiğini söylemek çok yanlış olmaz. Bilindiği gibi laiklik, Mustafa
Kemal Atatürk’ün önderliğinde Cumhuriyet devrimleriyle taçlandırılmıştır.
Tarih ve sosyolojiden biliyoruz ki, özellikle
sosyoloji biliminin konusu olan toplumsal hareketlerin Göksel(samâvî) Güçlerin
gözetiminde ve yönetiminde olduğunu/oluşturulduğunu biliyoruz. Dahası,
beşeriyetin, ilâhi bir gözetim altında olduğu gerçeği ALLAH’ın kelamı Kur’an’da
da yerini almış durumda(2).
Asya kökenli olan Anadolu Halkı’nın(3), temelinde kutsiyet olan ve “çok kadîm bir geçmişe dayanan
büyük bir sentez”(4)
olduğunu da biliyoruz. Temelinde kutsiyet taşıyan bu toplumun vazifesi de, “yeni
bilgi çağında beşeriyete önderlik yapacak olan güçleri korumasıdır. Beşeriyete
önderlik yapacak, onlara; ‘değişim kapısı’ ndan geçerken, rehberlik yapacak, o ‘değişim kapısı’ nın zincirlerini kendi birikimiyle
açabilecek güçte olan varlıklar topluluğudur, Anadolu Halkı.”
Bu nedenle, Anadolu Halkı’na yönelik düşmanca niyetler
ve girişimler şimdiye değin sonuç vermemiş/vermeyecektir. Küresel emperyal
aktörlerin ülkemize yönelik sinsice düşmanlıkları ancak bizlerin dayanma
gücümüzü ve zorluklara uyum sağlama becerimizi artıracak ve
birik-beraberliğinizi pekiştirecektir. Tüm bunlar, Anadolu Halkı’nın beşeriyete
yönelik vazifemiz konusunda deneyim ve görgü birikimi kazanmamıza hizmet
etmektedir/edecektir. Bu topraklarda, Atatürk’lü yıllardan başlayarak, olup
biten her şey, Göksel Güçler’in gözetiminde ve yönetiminde “Türk
Milleti’nin vazife eprövleri”dir(5). Yeryüzündeki hiçbir beşerî güç bu sentezi bozamaz. Bunun
en büyük örneğini, daha da zor koşullarda olmak üzere “Kuvayi Milliye ruhu”
içinde Mustafa Kemal’in gerçekleştirmiş olduğu tüm dünya örnek Kurtuluş ve
Aydınlanma Savaşı’nda gördük. Mustafa Kemal’in başarmış olduğu en büyük çalışmanın
asıl temeli, o büyük birleşik alanı (Osmanlı’nın “külleri”nden) yeniden canlandırmaktır(ihya
etm.). Bizlerin, ruhçu kültürün izleyicileri olarak, Kuvayi Millye’den
anladığımız da budur. Buna belki, “Kuvayi Ruhiye”(birlik ruhu) demek
daha doğrudur. İşte o “birlik ruhu”, Anadolu Ortak Alanı’nı
parçalamak ve paylaşmak isteyen küresel aktörlerin ordularını
ülkeden püskürtmüştür.
İlâhî İrade’den
bağımsız hiçbir şey olmadığına / olamayacağına göre, tarihte olup bitenlere
bakarken, görünenin ötesini de devreye sokmakta yarar vardır. Geçmişte olmuş
olan her şeyi sâdece maddesel kanıtlara ve belgelere bağlı kalarak açıklamak,
geride noksan bir şeyler bırakabilir. Dünya Rabb Planı’nı kabul ediyorsak,
beşeriyetin spritüel bir tarihinin olduğunu da yadsımamak bize daha geniş /
küresel bir görüş kazandırabilir. “Beşeriyetin spritüel tarihinde Anadolu
Kuvvetleri’nin büyük sentezinden yararlanan varlıklardan bir tanesi de Mustafa Kemal’dir.” (6) Mustafa
Kemal’in gücüne, irfanına ve bilgeliğine çok saygılı olmak gerek. Bu konuda
örnek alacağımız O’nun pek çok yanının olduğunu biliyoruz. Ulu önderimizin
uyarı ve önerileri, hâla günümüzdeki sorunları çözebilecek nitelikte ve
değerdedir. O’nun belirlediği “cumhuriyet ayarları”ndan ayrılmanın
bedellerini son on yılda ağır bir şekilde ödemekteyiz. Ama bu bedeller
dolayısıyla o “ayarlar”ın değerini daha iyi anlamış durumdayız… “Çünkü
Mustafa Kemal, gerçekten bir takım ilâhî güçlerin var olduğuna inanarak yola
çıkmış ve bu inancının da karşılığını almış bir varlıktır.”(6)
Mustafa Kemal’in
önderliğinde Kuvayi Ruhiye ile başlayan “diriliş” çeşitli iniş çıkışlarla
günümüze kadar gelmiştir. Bu süreç içinde ve özellikle de son yıllarda
deneyimlediğimiz olaylar Türk Milleti’ni güçlendiren ve beşeriyete yönelik
vazifesinin gereği esneklik ve uyum talimleridir ki bunlar Mustafa Kemal’in
öngörüleri arasında (özellikle de Türk Gençliği’ne Hitabesinde) yer almıştır.
Belgelere geçmiş bu hâliyle Mustafa Kemal sırf bu günler için Kuvayi
Milliye(Kuvayi Ruhiye) ruhunu yaratmayı başarmış bir varlıktır.”(7) Mustafa
Kemal’in önderliğinde başardığımız Kurtuluş ve Aydınlanma Savaşı dünya
üzerindeki tüm mazlum toplumlara örnek ve umut kaynağı olduğu bilinen
gerçektir. Bu bakımdan, kurtuluş ve aydınlanma hareketimiz yüksek düzeyde tüm
beşeriyeti ilgilendiren, beşeriyetin gelişim ve değişim çizgisinde büyük rol
oynamıştır. Bu nedenle, Anadolumuz’un jeopolitik konumu ve önemi, özellikle
Lozan Antlaşmasından beri küresel aktörlerin ilgi odağı olagelmiştir.
Dünya Beşeriyeti’nin
ideal hedefi olan BİRLEŞİK İNSANLIK REALİTESİ’nin(8) bir bakıma “pilot
bölge uygulaması”, Dünya Rabb Planı’nın Anadolu’yla ilgili birimi
tarafından; yâni kısaca SemÂvî
Güçler tarafından binlerce yıldan
beri bu topraklar üzerinde yapıldığına inanıyoruz. Bu tür denemelere tâbi tutulmuş toplum yeryüzünde
çok azdır. Bu denemeler yapılmış ve Orta
Asya’dan Anadolu’ya yönelik göçlerden sonra, Anadolu Halkı üzerinde karar
kılınmıştır. Cumhuriyet’ten önce Osmanlılar’la başlayan bu “mayalanma” Atatürk
Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla sağlamlaştırılmıştır. Bu hâliyle Asya kökenli(9)
Anadolu Halkı özel bir vazifesi olan halktır(10). Bu nedenle Anadolu Halkı’nı
parçalamak ve ayrı ayrı niteliklere sokmak olanaklı değildir. Anadolu Halkı pek
çok kalkışma/ayaklanma geçirdi, yurt dışından sayısız fitne tezgâhlandı ama bunların
hiç biri bir ayrışmaya/analize neden olmadı. Ergün Arıkdal’ın söylemi ile, “…Bu
sentez kesinlikle analize dönüşmedi. Bizim analize ihtiyacımız yok, senteze ve
hattâ daha güçlü sentezlere ihtiyacımız var.
Şimdilerde de daha güçlü sentezlere ualaşamamış olmanın sıkıntılarını
çekiyoruz.”(11)
Kadîm zamanlardan
günümüze kadar, toplumların sıkıntılı zamanlarında, büyük değişimler
deneyimlenmeden önce, “değiştirici” nitelikli
varlıklar(büyük inisiye, devrimci, peygamber) enkarne olagelmiştir. Bu
varlıklar, içine enkarne oldukları toplumu, bazen de o toplum aracılığıyla
komşu toplumları, hattâ dünya toplumlarını değişim yönünde etkilemişlerdir.
Böyle “değiştirici” nitelikli varlıklar genellikle tek başlarına
değil, görünen/görünmeyen varlıklardan oluşan bir kadro olarak doğarlar. Böyle bir vazife kadrosunun üyelerinin
tamamının bilinmesi/belirginleşmesi de
şart değildir. Burada esas olan merkezdeki başat varlıktır ve esâsen bu merkezî
varlık enkarne olurken kendi kadrosunu da kendisi oluşturmuştur. Bu varlıklar
vazife alanına(topluma, ülkeye) hep birlikte ya da belirli aralıklarla enkarne
olurlar.
Hiç kuşkumuz yok ki, şimdiki
yazımızın konusu olan ulu önderimiz Atatürk de böyle “değiştirici”(12)
nitelikli varlıklardan biridir. Vazifesinin bilincinde ve o vazifenin tam da “ortasında”
enkarne olmuştır. Anadolu Misyonu bağlamında Mustafa Kemal’in asıl önemli
işlevi, Türk Milleti’nin gelecekteki büyük vazifesinin tamamlayabilmesi için,
onu en son esneklik noktasında(kurtuluş yıllarımızdaki sıkıntılar gibi…) ele
alıp, yeniden büyük bir güç hâlinde bir araya toplamasıdır(13). Bu O’nun “değiştiricilik”(devrim,
reform) niteliğidir(14). O’nun böyle bir varlıksal, ruhsal / enerjetik gücü vardı
ki, o güç alanının içine giren her şey(pozitif yönde) değişmeye mecbur
kalmaktaydı(14). Mustafa Kemal
Atatürk gibi “değiştirici” varlıklar çok ender enkarnasyonlardır. Bu varlıklar
devre başlarında, o devre içinde hizmet edecek toplulukların yetişmesinde,
bunların bir araya gelmesinde ve maddesel koşulların sağlanmasında vazife
yaparlar. Değişmeye ve değiştirici
olmaya aday bir ulus ancak “değiştirici” nitelikli bir varlığın önderliğinde
bunu yapabilir. O varlık ki, şuur alanlarını genişletmenin/yükseltmenin
talimlerini görmüş, bunun çok değişik zamanlarda farklı varlık kisvelerinde
uygulamalarını yapmıştır(15). Ruhçu yaklaşımla Mustafa Kemal’in beşerî yanından
çok, ruhsal yanı ve vazife kimliği önemlidir. Çünkü sıradan değil, yetenekli
bir beşerin bile kolay kolay başaramayacağı çok büyük ve önemli bir vazifeyi
tüm dünyaya taklid edilmeye değer bir örnek olarak yerine getirmiştir. Bir
ulusu değiştirmek ve misyonuna elverişli hâle getirmek bağlamında, Kuvayi
Milliye adını vermiş olduğu gerçek ruhsal güçlerin bir araya getirilmesi
mekanizmasını çalıştırmış, yâni; Türk Milleti’nin manevi gücünü harekete
geçirmiş, bu güçle Anadolu Ortak Alanı’nı sâdece saldırgan negatif güçlerden
kurtarmakla kalmamış, egemenliği saraydan alıp millete vermiş ve bir dizi
aydınlanma devrimi gerçekleştirmiştir.
O yılların çok zor ve bir çok kimseyi ümitsizlik
içinde bırakan koşullarında, zaman ve mekân olanaklarını esneyerek, uyum
sağlayarak kullanmak suretiyle hareket ederek tarihe yazılmış ve bir kok mazlum
ülkeye de taklid edilmeye değer örnek oluşturmuş işleri başarmak ancak Mustafa
Kemal gibi; basiretli, bilge ve îmanlı liderlere özgü bir durumdur. Sâdece
bilinen kısa yaşamı içinde başardığı işlerden ve devrimlerinden dolayı değil, bu
günlere ışık tutatan öngörü ve uyarılarından dolayı da; rahmet, sevgi, saygı ve özlemle anılmaya
değer bir varlıktır Mustafa Kemal Atatürk. Tüm bunlardan dolayı O’nun yapıp
ettiklerini, görüş ve önerilerini okuyup, irdelemek, anlamlandırmak ve eğer
yapabilirsek, “mustafakemalleşmek” bizlere, günümüzü de sâdece anlamak
bakımından değil, bireysel gelişimimiz açısından da büyük yararlar
sağlayacaktır.
Yaşam hedefimize uygun olanakları bir araya getirmek,
ortak alanlar kurmak, zaman ve mekân koşullarını esnemek ve uyum sağlamak
sûretiyle günümüzün ve yaşam planımızın gereklerine uygun yaşamak, böyle bir
varlığın yaşamından ibretlik dersler çıkarmakla, yâni bir bakıma “mustafakemalleşmek”le
olasıdır. Zâten kendisinin de bu yönde bir dileği ve önerisi yok muydu: “Önemli
olan, benim nâçiz bedenim değil, fikirlerimdir.” Yâni, sanki; “Görünenle
sınırlı kalmayın, asıl beni, asıl Mustafa Kemal’i anlayın…” demiştir.
Atatürk ve Atatürk idealini yaşatmak bizler için önemliyse, bizlerin bu anlamda
“mustafakemalleşmemiz”
gerekir.
Kutsal Anadolu Ortak Alanı’nın ve halkının(16) birer
üyesi olan bizlere verilmiş bu en büyük örneğe olabildiğince, becerebildiğimiz
kadar benzemek, yâni “mustafakemalleşmek” durumundayız.
Tüm Anadolu Halkı’nın “mustafakemalleşmesi”dir önemli olan.
Burada “mustafakemalleşmek”ten kasıt, hedefe ulaşabilmek için; her
türlü yokluğa, yoksulluğa ve zor koşullara karşın, O’nun gibi özverili olmak,
inanmak, programlamak/planlamak. Davranış biçimi olarak bunları benimsemek
yeter. Ancak o zaman, O’nun ilkelerini yaşama geçirebilir ve birçok sorunun
çözümüne katkı sağlayabiliriz. “Mustaf
Kemal Atatürk çok seçkin ve birinci sınıf bir varlık olarak…”(17)
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu cumhurbaşkanıdır. Anadolu Halkı tarin boyunca
Osmanlılar’dan ve hattâ Osmanlılar öncesinden beri bu topraklarda, beşeriyet
adına çok büyük hizmetler görmüş ve büyük “enerji yayınları” yapmıştır. Bu
topraklarda kurulmuş olan hiçbir şeyin son bulması söz konusu değildir. Atatürk
Cumhuriyeti ve devrimleri de ebediyen sürecektir. Atatürk ve cumhuriyet
düşmanları hiçbir zaman başarılı olamayacaklar, tam tersine; Anadolu Halkı’nın
uyum, esneklik ve sabır melekelerinin güçlenmesine hizmet edeceklerdir.
Mustafa Kemal Atatürk Türkler’in kökenini incelerken,
ister istemez Mu Medeniyeti konusuna da girmiştir. Çünkü Orta Asya’nın kadîm
toplumları orada Mu kolonileşmelerinin sonucudur. Biliyoruz ki, Mu
kolonileşmesi dünyada üç bölgede yoğunluk kazanmıştır: Orta Asya, Hindistan ve
Mısır. Bu arada, Mu’dan göç ederek ayrılan insanlar, ince göç kolları hâlinde dünyanın
başka bölgelerine de gitmişlerdir(Maya, İnka, Aztek vb.)(18). Mustafa Kemal
Atatürk Türkler’in ve Türkçe’nin kadîm geçmişini inceleyerek/inceleterek Mu
kültüründeki tek Tanrı inancından da etkilenmiştir ki, bu ilgisi O’nu Kur’an’ı
incelemeye zorlayarak, İslam’a sonradan karıştırılmış, bâtıl inanç ve
bid’atları da görmesinde etkili olmuştur(19+20).
Pek çok seçkin özelliklerinin yanı sıra, bunca yoğun
mesaisi içinde çok kitap okumasıyla da bilinen ulu önderimiz için, artık
Türkler’in(daha doğrusu Anadolu Halkı’nın) köklerinin kadîm Mu Medeniyetine
kadar uzandığı gerçeği kesinleşmişti. Yazımızın bu son paragrafında, tüm
bunlardan sonra diyebiliriz ki, bu çalışmamızda Mustafa Kemal’i Anadolu Misyonu
açısından ele aldık ama, o büyük insanın; sâdece seçkin bir ordu komutanı ve
basiretli bir siyâset adamı olduğunu elbette biliyoruz. Ergün Arıkdal’ın
belirttiği gibi, “Spiritüel açıdan onun son derece yüksek bir makamı vardır. Müthiş ön
sezileri olan ve ‘enjekte bilgi’ye
sâhip bir varlıktır. Yâni doğuştan bilgi ile dünyaya gelmiştir; sonra,
yeryüzünde aldığı bilinen eğitimiyle, kendi varlığında zâten bulunan ve
kaynayan vazifesiyle ilgili her türlü ilhâmı kendi varlığında taşıyarak
vazifesini yerine getirmiştir. Yaptığı iş, sâdece; uygulamalar sırasında,
bunları anımsamaktan ibarettir.”(21)
……………………………………………………………
(*) Bu çalışmamız dipnotlardaki, Ergün Arıkdal’ın ANADOLU MİSYONU adlı eseri esas
alınarak hazırlanmıştır.
(1)
ANADOLU MİSYONU,
basım 2013, syf. 50
(2)
Beşer(iyet)in başı
boş olmadığı konusundaki âyetler: Yunus 20, Bakara 115, Hadid 4, Müzemmil 11,
Müdessir 11, Kaf 16+17.
(3)
ANADOLU MİSYONU,
basım 2013, syf. 46
(4)
ANADOLU MİSYONU,
basım 2013, syf. 53
(5)
ANADOLU MİSYONU,
basım 2013, syf. 31
(6)
ANADOLU MİSYONU,
basım 2013, syf. 53
(7)
ANADOLU MİSYONU,
basım 2013, syf. 54
(8)
“birleşik insanlık
realitesi” kavramı için bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, syf.653 ve devamı.
(9)
ANADOLU MİSYONU,
basım 2013, syf. 46
(10)
ANADOLU MİSYONU,
basım 2013, syf. 16
(11)
ANADOLU MİSYONU,
basım 2013, syf. 55+56
(12)
ANADOLU MİSYONU,
basım 2013, syf. 59
(13)
ANADOLU MİSYONU,
basım 2013, syf. 58
(14)
ANADOLU MİSYONU,
basım 2013, syf. 59
(15)
ANADOLU MİSYONU,
basım 2013, syf. 60
(16)
ANADOLU MİSYONU,
basım 2013, syf. 16
(17)
ANADOLU MİSYONU,
basım 2013, syf. 72
(18)
KÖKEN,
Sinan Meydan
(19) ATATÜRK’ün İSLAM’a
HİZMETLERİ, Yılmaz Kitabevi
(20) ATATÜRK’ün DİN
ANLAYIŞI, Yılmaz Kitabevi
(21) ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 73