EVRENSEL
YASALARA UYUM ve GELİŞİM
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever
Yaratılmış olup da; gelişip, değişip, değer kazanmamak söz konusu değildir.
Evrende olup biten her şey gibi gelişmek de, şaşmaz ve âdil bir ilâhî düzene ve
ilâhî idare yasalarına göre ebediyen sürüp gitmektedir. Tezahürat ortamının
düzeni Aslî İlke’nin(1) gerekleri ve İlâhî İrâde Yasaları’na göre sağlanır. Bunun
Kur’an’daki karşılığı “Sünnetullah’ tır(İsra 77). İlâhî düzen, Aslî İlke’nin
gereklerinin(1) yerine getirilmesiyle sağlanan düzendir. İlâhî düzen şaşmaz var
oluş yasalarıyla sağlanır ki bunlar, bildiğimiz İlâhî İrâde Yasaları’dır:
Sünnetullah(ALLAH Yasaları). “Sünnet” sözcüğünün anlamları; yol,
yöntem, tavırdır. Bu durumda “sünnetullah”(ALLAH’ın sünneti); “ALLAH’ın
tavrı, yolu, yöntemi” demek olur. ALLAH’ın tavrı(Aslî İlke’nin
gerekleri) İlâhî İrâde Yasaları’yla sağlanır ve bu ilâhî tavır evrenlerde
yasalarla tezâhür eder. Aslî İlke’nin gereklerinin evrenlerde gerçekleştirilme
aracı olan İlâhî İrâde Yasaları’nda bir
değişiklik söz konusu değildir(Kur’an, İsra 77, Ahzab 62, Fatır 43).
Aslî İlke’nin gereklerinin yasalarla sağlanan tezâhürlerinden
olan yaşamın, özellikle de dünyadaki yaşamın öğretisi olduğunu bildiğimiz “din”
sözcüğünün içerdiği anlamlar da; “durum, tavır, hareket tarzı ve yaşama biçimi”dir.
Kur’an’dan öğrendiğimize göre, gerçek din ALLAH’a özgüdür ve onun sâhibi yalnız
ALLAH’tır(Zümer 3), Burada “ALLAH’ın dini” denirken kastedilen,
“ALLAH’ın
düzeni, tavrı ve hareket şekli”dir ki, o da, kaynak eserimizin kapak
adı olan ilâhî nizamdır. İlâhi
nizamın(düzenin) Asli İlke’nin gereklerini gerçekleştirilmesiyle sağlandığını
yukarıda belirtmiştik. İlâhî düzende esas olan, birlik ve ALLAH’ın tavrına, düzenine
ve yasalarına teslimiyettir. Bu “teslimiyet”in Kur’an’daki karşılığı
“İslam”dır.
“ALLAH
katında din İslam’dır.” (Ali İmran 19). “Teslimiyet”ten de
kastedilen, İlâhî İrâde yasalarıyla sağlanan ve Asli İlke’nin gereklerinin
sonucu olan ilâhî düzene teslimiyettir.
Esâsen varlıksal ve evrensel gelişim olgusu içinde olup duran
da olmakta olan da bundan başkası değildir: Varlık ilâhi düzen içinde İlâhî
İrâde Yasaları’na göre yaratılmış ve bu yasalara göre var olmayı sürdürür.
Varlık bu var oluş içinde, Asli İlke’nin gereklerine ve bu yasalara göre
idraklenip şuurlanarak gelişir; geliştikçe yasalara uyum sağlamayı ve giderek
onları kullanmayı öğrenir. Ruh varlığı İlâhi İrâde Yasaları’na nüfuzu ve onları
kullanmayı öğrendiği ölçüde sürüp gitmekte olan yaratılışa daha etkin bir
şekilde katılmaya başlar. Ruh varlığı(öz benlik olarak) bir dünya
bedeninin(bedensel benin) sâhibi, yöneticisi/rabbi olduğu gibi, ileri gelişim
aşamalarında da; bir toplumun, bir uzaysal objenin, irili ufaklı uzaysal
objelerden oluşan bir sistemin, bir galaksinin, bir âlemin rabbi(alemlerin
rabbi, “rabbül âlemîn”)(2) olabilir.
Bu yazımızda ana temamız olan “gelişim ve ilâhî irâde yasaları”
için ana kaynağımız İLÂHÎ NİZAM ve
KÂİNAT‘tır. Bu vesileyle, bu anıt eserin derleyicisi değerli hocamızı ve
kendisi için ilham kaynağı olan Önder Plan’ı bir kez daha minnet ve saygıyla
anmış olacağız. İlâhi İrâde
Yasaları’nın muhafızları melekler, uygulayıcıları da ruhsal planlardır. Zenon’a
göre, en ideal yol; “Doğayı izlemek ve İlahi İrade Yasaları’nı tanımaya çalışmaktır.” Belli bir
zaman ve mekânda enkarne durumda bulunan bir varlık için, o mekânda geçerli İlahi
İrâde Yasaları’na tâbi olmak, onlara uyum sağlamak ve onları kullanır hale
gelmek onun mukadderidir. İlâhi İrâde Yasları’na uyumlu yaşamak, ezoterik
öğretilerde, inisiyatik eğitimde; “Tanrı’yla birlikte yürümek…” şeklinde
ifade edilmiştir.
İlâhi
İrâde Yasaları’nın; icaplara, zaman-mekân koşullarına göre aldığı şekil beşeri
yasaları oluşturur. Bu nedenle toplumlar, doğrudan doğruya İlâhi İrâde Yasaları
ile yönetilemezler. Toplumlar yer yer ve zaman zaman beşerî yasalara ve etik ilkelere
uymakta bile zorlanmaktalar... Belli bir
ruhsal planda geçerli olan yasalar planın merkezinde / tepesinde ‘tek’
e dönüşür ki, o da orada geçerli İlahi Murat’tır. Belli bir plandaki (yoğunluk ortamındaki)
varlıklar; ‘merkez’ in işini (Muradını) orada geçerli yasaların
çerçevesinde yapmaya çalışırlar. Evren kapsamlı İlâhî İrâde Yasaları, farklı
zaman-mekân koşularında farklı şekilde tezâhür eder. Varlık, evrensel hiyerarşi
içinde yükseldikçe, yasaların sayısı azalır ama kapsamları genişler. “Tepe”de
Bir’in yasası geçerlidir. Varlıksal İlkeler’in(bu konuda kaynak eser, VARLIKSAL
İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları) kapsamında olan İlâhi İrâde Yasaları, “evrenlerin
etkin güçleri”dir.
Varlıklar
zaman ve mekân koşullarına ve tekamül düzeylerine bağlı olarak, İlâhi İrâde
Yasaları’ndan hep aynı şekilde etkilenmezler. Burada “mekân”, bir tesir altında hareketlenmiş bir vasattır(madde
formu/lokalizasyonu). Aslî İlke’nin tesirliliği altında bulunan evrende sonsuz
çeşitlilikte vasatlar ve dolayısıyla mekânlar vardır. Vazife planında bulunan
çeşitli gelişim düzeylerindeki ruh varlıklarının tesirleriyle bu vasatlar
hareketlendirilerek mekânlar oluşturulur. Bu mekânlar, varlıklar için gelişim
ortamlarıdır. Bizler şimdi “yüzeysel
zaman idraki mekânı”nda bulunan enkarne varlıklarız. Bu bağlamda,
içinde bulunduğumuz evrende tüm olup bitenler, evrenin Ünitesi’nden evrene
süzülerek giren Aslî İlke’nin gerekleri kapsamında olur.(İLÂHÎ NİZAM ve
KÂİNAT, syf. 218+219)
Ruh, Aslî İlke’nin gerekleri kapsamında ve İlâhî İrade Yasaları’na uymuş
olarak madde evrenine bu evrendeki temsilcisi ve hizmetlisi olan evren
varlığı(öz benlik) aracılığıyla bağlı durumdadır. Bu ikisi cevher olarak
birbirinden tamâmen farklı olmalarına karşın, Aslî İlke’nin uyumlandırıcı
(sanki “katalitik etkisi”) altında everende tam bir birliktelik ve berâberlik
hâlindedirler. Ruh, Aslî İlke’nin görüp gözetici, koruyucu ve yönlendirici
tesirliliği altında ve İlâhî İrade Yasaları bağlamında amorf maddeden
başlayarak kendi varlığını(öz benliği) oluşturur ve evrende tekâmülünün belli
bir kısmını İlâhî İrade Yasaları’na göre tamamlayana kadar, varlığı
aracılığıyla evrende bulunmayı sürdürür. Ruh-varlık birlikteliğinde,
varlığın(öz benliğin, asıl kendimizin) gelişimi ile ruha hizmeti bağlamında
sıkı ilişki vardır. Maddesel bir yapı olan varlığın, vazife planı yönünde
gelişmişlik düzeyi arttıkça, bağlı olduğu ruha yönelik hizmeti de etkinleşir ve
bu varlıksal hizmetin kalitesi artar. Varlık kendi gelişimini de, evrende
âlemlerin derinliklerine yönelik enkarnasyon aracı olan fizik bedeneni(bedensel
beni) aracılığıyla sağlar. Başka türlü bir söylemle; ruhun evrende bir evren
varlığı(öz benlik) olarak tezâhür edişi gibi, bir ruh varlığı olan öz benlik de
bedensel beni aracılığıyla evrenin “derinliklerindeki” âlemlerin uzaysal
objelerinde(kaba, titreşimi düşük) madde ortamlarında tezahür eder. Bu olgunun
en güzel ifadelerinden birini, “Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm.”
dizesinde görürüz. Dolayısıyla fizik beden; bir görüntüdür, öz benliğin(asıl
kendimizin) kaba ve geçici bir görüntüsü. Nasıl ki, öz benlik de(evren varlığı
da) evren ötesi olan ruhun evrendeki geçici görüntüsüdür.
Evrende
ruh yoktur, evrendeki her şey maddedir, maddeseldir. Evrenin etkin sâkinlerinden/üyelerinden olan ruh
varlıkları maddenin en ilkel(amorf madde, hidrojen öncesi, hidrojen vb. gibi)
durumlarından en gelişmiş durumlarına(süptilite ve titreşim yüksekliği) dek
düzenlenmiş tüm âlemlerde kendi gelişim gereksinimlerine göre bir süre
yaşarlar. Bu şekilde onlar, her maddesel durumda, her maddesel aşamada ve her
maddesel gereklilikte yoğrularak “yuvarlanarak” görgü ve deneyimlerini artırmak olanağını
bulurlar. Bu şekilde varlık, içinde yoğrulduğu gelişim süreci içinde, çokluk ve
çeşitlilik hâlindeki madde formlarında geçerli yasaları tanır, öğrenir ve
onları kullanacak olgunluğa yükselir, bu deneyim ve görgü birikimiyle
yaratılışa etkin olarak katılır, evrenin organizasyon/varlık sistemlerinde(3)
vazife alır. Evren, ruh varlıklarından oluşan varlık sistemleri tarafından
yönetilir. Bu varlık sistemleri çeşitli boyutlardaki uzaysal objeleri(gezegenleri,
güneş sistemlerini, yıldız sistemlerini, galaksileri vb.) oluştururlar, görüp-gözetirler,
yönetirler ve yönlendirirler. Kısaca, evren ruh varlıklarının eseridir. Tüm bu etkinlikler Aslî İlke’nin gerekleri ve İlâhî İrade
Yasaları kapsamında olan ve sürüp giden işlerdir.
Ruh varlıklarının madde evreni “içindeki” gelişimleri
bir takım süreçler içinde olur. Bu süreçler de, onların içlerinde “yuvarlandıkları”
maddeler üzerindeki tesirlilik becerilerini ilâhi düzene ve yasalara uygun
olarak uygulama alanına çıkarabilmek için doğa yasalarının tüm gereklerinde
fiilen yaşamış olmaları esasına dayanır. Bunun için varlıklar, maddenin en
ilkel durumlarından en gelişmiş durumlarına dek düzenlenmiş tüm âlemlerde kendi
gelişim gereksinimlerine göre bir süre yaşarlar. Bu şekilde onlar, her maddesel
durumda, her maddesel aşamada ve her maddesel gereklilikte yoğrularak “yuvarlanarak”
görgü ve deneyimlerini artırmak olanağını bulurlar. Bu varlıksal uğraştan amaç
vazife planına hazırlık ve ruha hizmettir. Bedri Ruhselman’ın çok veciz bir
şekilde belirttiği gibi, “Tüm fiillerin ve hareketlerin hedefi
vazifedir.” Evrende tüm fiillerin ve hareketlerin hedefi Aslî İlke’nin
gerekleri doğrultusunda, yâni genel anlamda İlâhî Murad yönünde ilerlemektir. Evrende
hizmet ana etkinliktir; varlık varlığın, insan insanın gelişim aracıdır,
varlıklar birbirlerine ve bir üstlerine hizmet ederek gelişirler.
Hiçbir varlık (İblis Planı da
dahil olmak üzere, hiçbir varlık) İlahi
Murad’a hizmet etmekten başka bir şey yapamaz. İlahi Murad’a hizmet etmemek söz
konusu değildir: Düşünebileceğimiz en “nagatif”
/ doğru yoldan, erdenlerden sapmış, sapıtmış insan da, en erdemli insan da O’nun muradına hizmet etmekten başka bir şey
yapamaz (İradelerin Uygunluğu İlkesi...)(bkz. VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde
Yayınları). Yani “şeytan amelesi”
olarak da, erdemli / takva ehli bir kişi olarak da yapılan/yapılacak olan, O’na
hizmettir. Ama herhalde en akıllıca ve insana yaraşır tutum ikinci seçenek olsa
gerek. Gelişimin, değişimin ve tedricen(ki bunda bir yasadır, Tedric Ysası) değer
kazanarak (sadeleşip, saflaşarak) “yeni
insan” olmanın gereği de budur. Dünyada, hepimizin özlediği gerçek
birliğin kurulması da buna bağlı olsa gerek. Sadıklar Planı Tebliğlerinde de
belirtildiği gibi (sayfa-299), “Bireysel
takva(4) insanlarda belirmedikçe; kesinlikle bir reorganizasyon oluşamaz.” Kur’an’da da meâlen deniyorki, “Bireyler tek tek kendilerini
değiştirmedikçe, ALLAH o toplumu değiştirmez.”Enfal 53
Bu duruma göre bizler, enkarne
zeki varlıklar olarak, insanın yüceliğine yaraşır, erdemli ve iffetli bir yaşam
içinde; Rahman ve Rahim olan kıyam ettirici etkiye giderek uyum sağlama(Yukarı’ya
doğru esneme) gayreti içinde kendi titreşimsel durumumuzu yükseltmek zorundayız.
Titreşimsel durumumuzu yükseltmek için de; Makul vicdan ölçüleri içerisinde,
yapay icap ve ihtiyaçların esaretinden (yani, maddenin cazibesinden ve beşeri
koşullandırmaların etkisinden) kurtulmak zorundayız. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT
terminolojisiyle, “Vicdan birim düalitesinin vazifeye yönelik olumlu öğesinde
değerler biriktirmeliyiz. Gelişim yolunda her şey bunun için birer araçtır ve
bu yolda hiçbir şey özdeşleşmeye/putlaştırılmaya değer nitelikte değildir.
Çünkü dünya ve beşerî yaşam bir görüntü ve bir illüzyonel ortamdır. Bu aldatıcı
görüntüye aldanmadan gelişmek çok büyük ölçüde kendini tanıma duyarlılığı
içinde nefsi ve duyguları kontrol etmeye ve de nefsi(vicdan birim düalitesinin
alt öğesini) eğiterek edeplendirmeye bağlıdır.(5) Çok zor olduğunu biliyoruz
ama böyle bir tutum bizi; maddeye karşı, maddenin câzibesine karşı, maddenin “tuzakları”na
karşı ve hatta beşeri koşullandırmalara karşı uyanık tutacaktır ki; bu aynı
zamanda, bir bakıma farkındalık ve hatta kendini sürekli anımsamak olmaktadır.
Varlık
gelişim yolunda böyle bir duyarlık içinde yürüyebildiği oranda ve yaşamlar boyu süreçte, yasalara olan uyumu ve
nüfuzu giderek ve hattâ hızlanarak artar. Örneğin, İlliyet İlkesi’ni tanımış olan bir ruh varlığı, gelişim yolundaki adımlarını önceki aşamadakilerden
daha çok çabuklaştırır. Bu devreye girdikten sonra, varlığın öteki gizli
melekeleri, hızlanarak ve daha güvenle gelişmeye başlar. Çünkü İlliyet
İlkesi’ni anlamış ve kabul etmiş varlık, İlâhî İrâde Yasaları’na ayak uydurmak
için daha büyük gayretler sarf eder. Bu gayretler İlâhî İrâde Yasaları’nın
memur ajanlar (Vazifeliler) sırasına geçmek yolundaki onun yürüyüşünü
hızlandırır ki bu da İlâhî İrâde Yasaları’nın gereğidir.
Ruh
varlığının dünyadaki tezâhürü olan insanın bir yaşamda deneyimlerini başarıyla
tamamlayabilmesi; “tüm yapıp ettiklerini İlâhî İrâde Yasaları’na uyumlandırmış olarak”
formülü ile gösterilebilir. İlâhî İrâde Yasaları’na uyup uymamanın ölçüsü
vicdandır. Her hangi bir fiil ve hareket (etki) karşısında vicdanımızda
duyduğumuz en hafif bir burkulmadan, en acı ve keskin sızılara kadar olan her
duygu (tepki) bize bu yasalardan ayrılmak girişiminde bulunmuş olabileceğimizi anımsatır.“Ruh sonsuz
evrenlerin formunu oluşturan, onları hareketli kılan ve sonsuz boyutlar içinde
Yaradan’ın Yasaları’nı uygulayandır.”(Ergün ARIKDAL, RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER, İst.’91 Baskı, sayfa 114)
Görüldüğü gibi, varlığın; gelişimi ile yasalara uyumu arasında paralellik
vardır. Tezahürat ortamının düzeni İlâhÎ İrâde Yasaları ile sağlanır. Ruh
varlığının hedefi de bu düzende etkin olarak (Vazife planında, organizasyon
sistemlerinde)(3) yer almak olduğuna göre, varlığın idraklenip şuurlanması ile
yasalara uyumu arasında böyle doğru orantılı bir bağlantının bulunması olmazsa olmaz
bir varlıksal ve evrensel zorunluluktur. Çünkü varlık vazife planında ve
organizasyon sistemlerinde yer alacak liyakate ve olgunluğa ulaştıktan sonra bu
yasaları ve öz bilgilerini(6) kullanarak, çeşitli büyüklükte uzaysal
objeler(asteroid, uydu, gezegen, güneş sistemi, yıldız sistemleri, gaklaksiler,
nebülözler vb.) yaratacak ve bunları yönetecektir. “Evren İlâhî İrâde Yasaları kapsamında olmak
üzere, ruh varlıkları tarafından yönetilir ve yönlendirilir. Varlıkların da bu
işi başarabilecek duruma gelmeye gayret göstermeleri, bu durumun doğurduğu
zorunluluklardan biridir. Demek oluyor ki ruh varlıklarının, olgunluk
dereceleri oranında evreni yönetip yönlendirmenin sonu olmadığı gibi, ruhların
tekâmüllerinin de sonu yoktur.”
(BEDRİ RUHSELMAN- RUH VE KÂİNAT)
Vicdan
birim düalitesi aynı zamanda öz benlik ile bedensel ben arasındaki iletişim ve
etkileşim kanalıdır. Bedensel benin dünyada iyi/kötü yapıp ettikleri bu
iletişim kanalı aracılığıyla her gece uykuda öz benliğin şuurdışına aktarılır.
Bedenli yaşamdan da amaç budur. Öz benlikten (ve öz benlik aracılığıyla sonsuz
yüceliklerden) kaynaklanan tesirler(sezgiler, ilham, uyarılar vb.) vicdan
kanalı aracılığıyla beyindeki şuur merkezine yansır. Örneğin, kötü
(nefsânî, hodkâmca)bir hareketten dolayı vicdanı kişiyi o anda rahatsız etmese
bile, zamanı gelince, herhangi bir beşerî vesileyle kesinlikle ve olanca
şiddetiyle meydana çıkarmak üzere, o acıyı bünyesinde tüm ayrıntılarıyla
saklamıştır. Bunun olması İlâhi İrâde Yasaları'nın değişmez gereklerindendir.
Yâni beşerî kimlikle daha önce işlenmiş kötü bir hareketin, üzerinden yıllar
geçip, unutulmasından sonra, hatta üzerinden bir yaşam geçtikten sonra bile,
sonuçlarının günün birinde, o kimsenin başına, ilk bakışta nedeni yokmuş gibi
görünen bir bela/sıkınıtı/zorluk/vicdan azabı şeklinde bir dönüşü muhakkak
olacaktır. Bu demektir ki, gelişim süreci içinde edimlerimizin sonuçlarıyla
muhakkak karşılaşıyoruz. Bu karşılaşmanın şiddeti/yakıcılığı aradan geçen
sürede gelişime yönünde kat ettiğimiz yol/olgunluk oranında azalır ama “sıfırlanması”
söz konusu değildir.
Yapıp ettiklerimizle ve bunlarla
ilgili kimselerle “karşılaşma/yüzleşme/hesaplaşma” konusunda bkz. Kurân, Zümer 31.
Ayrıca bu işleri olabildiğince ölüm ötesine pek bırakmamak gerek çünkü, “…Âhiretin
azabı bu dünya azabından daha şiddetli ve süreklidir.” Tâhâ 127.
Dünyada yapıp ettiklerimizin sonuçlarıyla spatyomda karşılaşmama olasılığı
sıfırdır: “...sonunda
dönüşünüz banadır. Yapıp ettikleriniz size haber vereceğim.”diyor ALLAH(Lokman
15+23) Zâten, yukarıda da belirttiğimiz gibi; günlük olarak yapıp ettiklerimi
bizler her gece uykuda hiç aksatmadan öz benliğimizin (asıl kendimizin) şuur
dışına aktarmaktayız. Kur’an’da bu gerçek, “Yapıp ettikleriniz size haber
vereceğim...”şeklinde ifadesini bulmuştur. Burada da, bu yazımızın
ana teması olan; İlâhî İrâde Yasaları’nın ve dolayısıyla ilâhi adâletin şaşmaz
işleyişini ve bunun gelişimle yakın ilgisini görüyoruz. Bu durumun güncel
örnekleri, içinde bulunduğumuz devre sonunda giderek belirginleşmektedir. İlâhî
İrade Yasaları’nın şaşmaz işleyişi ile bunun olaylar aracılığıyla canlıların
gelişimleri üzerine yansımalarını görmemek olası değil artık. Birkaç örnek:
Yirmi birinci Y.Y.’a girmiş
olmamıza rağmen dünyada genel huzursuzluk sürüp giderken, stres ve marazi
gerilimle ilgili rahatsızlıklar doruktaki yerlerini korumaktadır. Savaş, terör
ve çevre sorunlarını da buna eklersek, cadı kazanı gibi fokur fokur kaynayan bir
dünya... Bunların yanı sıra, deprem, tsunami, pandemi ve aşırı yağışlar gibi
zaten mevcut doğal ve toplumsal afetlere ek, olası afet senaryoları da hemen
hemen kaçınılmaz bir olasılık olarak yakın geleceğimiz için ön görülüyor:
İklim-bilim (climatalogy) alanındaki son verilere göre, elde edilen yeni
ölçümler ve kanıtlar küresel ısınmanın
her zamankinden çok daha fazla kaygı uyandırması gerektiğini ve bunun gerçekte yeryüzündeki
iklimi çok daha hızlı bir biçimde ani
değişimlere sürüklediğini ortaya koyuyor. İklim uzmanlarının büyük bir
çoğunluluğu, önümüzdeki birkaç on yıl içinde bir buzul çağına girilmesinin söz
konusu olmadığı görüşünde birleşiyor. Gel gelelim, bu tür ani ve şiddetli iklim
değişmelerine geçmişte birçok kez tanık olunduğuna göre, aynı şeyin yeniden
yaşanması da olası.
“Birleşmiş Milletler Destekli Hükümetler Arası
İklim Değişimi Paneli”ne
göre, önümüzdeki yüz yıl içinde ortalama
küresel sıcaklıklarda 1,5 ile 4,5 arasında bir artış ortaya çıkacağı ön
görülüyor. Milyonlarca çiftçinin, tarlaların sulanmasında Muson Yağmurlarına
bel bağladığı düşünülürse, en küçük bir kuraklığın bile dünya çapında bir
açlığa neden olması işten bile değil görünmektedir. “Global Business Network”un
raporunda belirtildiği gibi, tüm dünyada gerginliğin tırmanmasından korkuluyor.
Kaynak açısından zengin ulusların
ülkelerini sanal kalelerle çevreleyebileceklerine, bu şansa sahip
olmayanların ise; yiyecek, temiz su ve enerji elde etmek amacıyla kıran kırana bir mücadeleye gireceklerine
parmak basılıyor. Global iklimdeki tüm bu değişikliklerin elbette ki ekonomiyi
de etkilemesi kaçınılmaz olacaktır. Gerçekten de , eski çağlarda toplumsal,
ekonomik ve siyasal açıdan güçlü bir
takım uygarlıkların çöküşü, bu tür hızlı iklim değişmelerine bağlanmaktadır.
Tüm bunlar, varlıksal gelişim
açısından; dünya beşeriyeti olarak geçmişte yapıp ettiklerimizin kaçınılmaz
sonucu olmasının yanı sıra, bir uzaysal obje olarak dünya gezegeninin(Toprak Ana
Gaia’nın) kendi doğal gelişimiyle de ilgili bir olgudur. Gezegenin bu genel
görünümü ile yasalara bağlı olarak olayları ve bunların varlık gelişimi
üzerindeki yansımalarının nasıl bir şey olduğunu SADIKLAR PLANI’nın 1967
yılında yaptığı bir dünya betimlemesini görüyoruz: Plan, besbelli ki bu günleri
kastederek; “...Dünyanızın gelecek günleri bir güneşin tutulması gibidir. Karanlıktan
korkmayanlar; îman sahipleri, doğru, dürüst, temiz kişiler olacaktır.
Bunların düzeylerini ve durumlarını hiçbir zaman kendi ölçülerinize göre
saptayamazsınız. Ummadık kimseler başta yürüyecektir... (celse 110).
Buradaki “karanlık”tan kasıt, Dünya Rab Planı’nın (RİM’in) varlıkları
şuurda uyanmaya zorlayıcı(kıyam) tesirliliği(müessiriyeti) altında ortaya çıkan
ve sıra dışı toplumsal ve doğa olayları şeklinde bir görünüme sâhip devre sonu
karmaşasıdır. İşte bu durumdan korkmayanlar ve olup bitenleri erdemli insanlara
özgü bir sükûnet içinde karşılayanlar, bu günlere kadar, gelişim anlamında
hazırlıklarını tamamlamış olanlar olacaktır.
Aynı durumu değerli hocamız
kendine özgü üslubuyla şöylece sözcüklere dökmüş: “Dünya ufkunun karanlık bulutları
ve onların nursuzluğuna sığınmış olanların hepsi, ‘yanacak Meşale’nin gözleri
kör edici ışığı ile aydınlanacaktır. Bu ışığı yayan güneşin ufuktan yükselmesi
yakındır. Ne mutlu o ışığı ilk görüp de şükredebilenlere...”(RUHSALLIK
ÜZERİNE DENEMELER) Ergün Arıkdal’ı yakından tanıyan öğrencileri olarak bizler
çok iyi biliyoruz ki, sözünü ettiği o “meşale” şimdi bizlerin elinde
bulunan , Önder Plan’ın dünya beşeriyetine sunduğu İLÂHÎ NİZAM ve KÎNAT adlı bilgi külliyatıdır. Bedri Ruhselman’a
teslim edilişinden ancak onlarca yıl sonra, beşeriyetin gelişimine ve yine
yasalara göre(Tedriç Yasası) ortaya çıkan bu eseri, onun birinci dereceden
muhatapları olarak anlamaya çalışıyor, bu yolda fikir çilesi çekiyor ve anladığımız
kadarıyla anlatmaya çalışıyoruz ve de Ergün Arıkdal hocamızın önerisi
doğrultusunda şükrediyoruz.
Değişim demek de olan şimdiki
konumuz “gelişim” dediğimiz olgu varlığın, bir bakıma evrensel ve
varlıksal kaderi olup, “dejenerasyon/yozlaşma” dediğimiz
olgu ile hemen hemen dönüşümlü olarak gider. Birazda buna değinerek konumuzu
sürdürelim. Sosyoloji bilim dalında da önerildiği gibi her değişim ve
dönüşümden önce bir “anomi”(karmaşa, kaos, teşevvüş)
dönemi yaşanır. Söz konusu dönüşüm, gelişimin devreselliğini de içeren bir
olgudur. Belli bir devrenin sonunda ya da “spiralin” bir turu tamamlandığında
varlık biraz saha belli bir idrak olgunluğuna ulaşır. Bunu yazımızın akışı
içinde asıl konumuza gene döneriz ama önce biraz, gelişim sürecinde dejenerasyon
durumlarıyla ilgili bilgilerimizi anımsayalım:
Geçmiş zamanlarla ilgili hemen
hemen her şeyin; çürümesi, yozlaşması / dejenere olmasa bile değişmesi,
değersizleşmesi her yerde yaygın. Kimileri bilerek, ama pek çoğu bilmeyerek
değişme ve yenileşme gayreti içinde bir dünya beşeriyeti içindeyiz... Çevremiz;
görmek istemediğimiz, bizi üzen, hatta insanlığımızdan utandıran durumlar ve
uygulamalarla dolu. Bunu görmek ve etkilenmek için ruhçu olmaya gerek yok.
Bakın Prof.Dr.Nur SERTER (‘sevgi’ konulu bir yazısında) bu genel
görünümü nasıl betimlemiş: “Bunlar
insanın duygu ve düşünce dünyasının acı izleridir. Bencillik ve bencilce
rekabetin insan gönlündeki sevgiyi gölgelediği ve kara bir bulut gibi örttüğü
bir dünyada yaşamanın ağır faturasıdır
bu... Sırıtan bir maske ile gizlenmeye çalışılan sevgisizlik, sinsi bir düşman
gibi aramıza sokulmuş; insanın insanla kardeş ve kader ortağı olduğunu bizlere
unutturmuştur. Sinsice evlerimize girmiş, süt kokan bebeklerin biçare
yaşlıların, masum gençlerin ölüm emrini ateş kusan namlulara verdirtmiş,
sokaklarımıza, mahallelerimize girmiş, yıllar süren beraberlikleri din, mezhep,
ideoloji adına kanla bölmeye yeltenmiş, okullarımıza girmiş, gençliğin körpe
gönlünü ve aklını çeşitli bölücü cereyanların esaretine sokmaya yeltenmiştir.
Kin ve nefret, ne bunları besleyenlere,
ne de topluma mutluluk ve kalıcı başarılar getirmiştir. Aksine,
sevgisizliğin bulunduğu ortamlar her zaman korku ve güvensizliğin kol gezdiği
ortamlar olmuştur.”
“Sevgisizlik”, elbette ki kendini bilmemekten kaynaklanan
gelişmemişliğin, hatta dejenerasyonun, eskiyle ilgili pürüzlerin ortadan
kalkmamışlığın en belirgin işareti olmaktadır. Yeni İnsanlık Dönemi’ne layık “yenileşme”nin bireysel ve
toplumsal düzeyde gerçekleşmesi için, “eski”yle
ilgili pürüzlerin ortadan kaldırılması ön koşul olarak ortada
bulunmaktadır. Çünkü, “eski”yle
ilgili pürüzler ortadan kaldırılmadan, “yeni”ye geçilemez. Burada “eski”den kastedilen, bizim için “eskimiş” olan; hemen hemen
sonlarına gelmiş olduğumuz, hatta bitiş günlerini yaşamakta olduğumuz 7000
yıllık bireysellik gelişim sürecidir (yani, son Adem Dönemi). Yine burada “bizim” sözcüğünden kastimiz;
dünya Rab Planı mensupları olarak, 7000 yıllık dünya beşeriyeti. Bu son devre
boyunca, sergilemeye çalıştığımız ama tam olarak başardığımızı da
söyleyemediğimiz “bireysellik gelişimi”
nden kastımız da; şeriat, otomatizma ve duygusallık realiteleri boyunca
deneyimlediklerimizdir. Bu bir bakıma, genel anlamda “astralin temizlenmesi”dir. Bu realitelerle ilgili noksanlarımızın
giderilme ameliyesi ve aynı zamanda “bireysellikten
kurtulma ameliyesi” olmaktadır.
Bunu, bilerek / bilmeyerek; kendini tanıma ve nefsi (sahte benlikleri)
islah çalışmaları şeklinde yapmaya çalıştık ama hep, bulanık akan dejenerasyon
seline kapılmamaya çalışarak... Evet, dejenerasyon seline kapılmadan ve onu hep
kollayarak beşeri zaaflarımızı gidermeye, gelişmeye ve erdemli insanlar olmaya,
daha doğrusu beşerlikten kurtulup, insanlaşmaya, “yeni insan” olmaya çalıştık; hâla da bunun telaşı içindeyiz:
Devre sonu karmaşası... Bu durum, aslında; “eski” den “yeni”
ye geçişin karmaşası ve telaşıdır. Burada “eski”
olan, bir bakıma “yersel”
olandır, “yeni” ise “göksel” olan. “Yersel teslimiyet”, yani;
maddeye, nefse ve beşeri koşullandırmalara teslimiyettir. Ötekisi ise; “göksel teslimiyet”, yani; vicdan
kanalı aracılığıyla “hayr-ı âla”
ya (Yüce İyilik’ e) teslimiyettir. Dejenerasyon
da dahil, her şey varlığı “göksel
teslimiyet” e taşımak için birer araçtan başka bir şey değildir. Burada
“göksel teslimiyet”, nefsin
şeriatinden (koşullandırmalarından) vazgeçip, vicdan şeraitine, daha doğrusu;
vicdan kanalıyla, öz benliğimizin(asıl kendimizin) ve onun aracılığıyla da Aslî İlke’nin
gereklerine bağlanmaktır.
Kabaca, genel gidişat olarak,
rejenere olmadan önce dejenere değilse bile, deforme olunuyor. Devre sonunun
kıyama zorlayıcı rahman ve rahim olan tesirliliği(müessiriyeti altın) deforme
olmak doğal, hattâ kaçınılmazdır. Ama akıllı olmanın ve kendini bilme
duyarlılığının gereği, deformasyonun dejenerasyona evrilmesine meydan vermeden toparlanmaktır.
Bu konuda beşeriyet çağlar boyu vahy kanalıyla ve seçkin inisiyatik öğretilerle
uyarıla gelmiştir. Kimsenin mazeret beyanında bulunması söz konusu olamaz.
Söylenebilecek/yazılabilecek her şey söylenmiş ve yazılmıştır. Her şey içsel
gelişim için birer araçtır, dolayısıyla; her şeyden içsel gelişim yönünde
yararlanmak erdemli insanlara özgü bir tutumdur. Bununla bağlantılı olarak;
varlık bir şeyi seçtiği zaman, o yönde teşvik(özendirme) görür: Varlık, yaratılışıyla
birlikte seçme özgürlüğüne sahiptir ama seçtiğinin sonuçları da kendisine
aittir. Olabildiğince “pozitif”i
seçmek neyse, ama “negatif”i
seçmek, şeytana(7) davetiye çıkartmaktır. Erdemler, faziletler, dürüstlük,
iffet, namus dururken; sefilliği, iffetsizliği, namussuzluğu seçmek, negatif
planın (ya da simgesel anlamda ‘şeytanın’)
maşası, dejenerasyonun oyuncağı olmaktır. Bunlardan kendimizi ve çocuklarımızı
korumak, aynı zamanda yenileşmenin, yeni insan olmanın ve dejenerasyondan
korunmanın gereğidir.
Her zaman ve her varlık için
dejenerasyon şart değilse bile, gelişim sürecinde deformasyon hemen hemen
kaçınılmaz ve doğaldır. Bunun nasılını/nedenini yukarıdaki paragrafta
anlattıktan sonra, şimdi bizler için ana hedef olan vazife planına gidişte gelişim
yolumuzun İlâhî İrâde Yasaları’na bağlı olarak nasıl bir görünüm arz ettiğine
bakalım. Varlıksal gelişim yolunun genel görünümü devreseldir. Varlık her devre
sonunda biraz daha “yükseldiği” için bu gidiş “spiral bir yol” olarak da anlatıla
gelmiştir. Çünkü varlık, spiralin her turunda biraz daha yükselmiş ve biraz
daha hızlanmıştır. Varlıksal gelişimin devresel oluşuyla ilgili en yeni
bilgilere İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT ile kavuşmuş bulunuyoruz. Bunun için adı geçen
eserin 222 ve 223. sayfalarındaki bilgilerden ve ilgili çizimlerden
yararlanıyoruz: Yine aynı kaynak eserden öğrendiğimiz kadarıyla “otomatik
gelişim düzeyinin yarı idrakli”(8) beşerî varlıkları olan bizler
yüzeysel/sübjektif zamanda(9) ilerleyen ya da bu zamana bağımlı varlıklarız.
Yüzeysel zamanın, aslî zamanın üzerinde
ilerlemediğini, aynı düzlemde alan tarama şeklinde hareket ettiğini
biliyoruz(bkz., syf. 212). Evren kapsamlı aslî zaman bu alanın merkezinden(en
süptil noktasından) geçer ve alandaki varlıklar aslî zamanın çevresinde spiral
bir hareketle gelişim yolculuklarını sürdürürler. Oysa vazife planının küresel
zamanında bulunan bir varlığın aslî zaman üzerinde ve Ünite yönünde(ve hem de
giderek hızlanarak) yol aldığını da biliyoruz(221). Bu arada, varlıklar için üç
tür zaman söz konusudur; yüzeysel zaman, küresel/idraksel zaman ve aslî zaman.
Bunlardan, aslî zamanın çevresinde spiral ve alan tarama şeklindeki hareket,
bizim düzeyimizdeki varlıklar için ebedî gibidir ama mutlak anlamda ebedî
değildir. Çünkü onun(yâni beşerî aşamadaki varlığın gidişinin) bir başlangıcı,
bir de sonu vardır. O da başı ve sonu olan bir gelişim aşamasıdır.
Beşerî
gelişim aşaması, merkezinden aslî zaman geçen (c-d-g-f) alanı içinde başlar ve
biter(bkz. çizim, syf. 222). Beşeriyetin, küresel/idraksel zamanın egemen
olduğu vazife planına hazırlanması (c-d) sınırında başlar, (g-f) sınırında
biter. (c-d) başlangıç sınırı, beşerin dünyadaki ilk bedenli yaşamıdır; sayısız
bedenlenmelerden sonra, dünya gelişim okulunu bitirdiği “final sınırı” da (f-g)
ile çizimde(şekil-E) gösterilmiştir. Çizimde (c-d-g-f) alanının ortasından
geçen (z) çizgisi aslî zamana karşılıktır. Buradaki (e) noktası da aslî zaman
üzerinde kat edilmiş bir andır(222). Bu demektir ki, aslî zaman üzerinde
alınmış bir anlık süre, sınırsız enkarnasyonlar boyunca süren beşerî gelişim
aşamasına karşılık olmaktadır.
Yarı
idrakli otomatik gelişim düzeyindeki bir beşerî varlığın dünyadaki tüm gelişim
aşamasının başından sonuna kadar hazırlığı, aslî zaman akışı üzerindeki bu an
içinde tamamlanır. Yarı idrakli otomatik gelişimi temsilen düşündüğümüz
(c-d-g-f) alanını(bkz. şekiller A,C,E) dik olarak (e) noktasında kesen aslî
zamanın belirli bir ânında beşerî varlığın; gelişimine başlayıp tüm (c-d-g-f)
alanını taradıktan sonra yeniden ulaşacağı bir noktadır. Kısacası, ruh
varlığının beşerî gelişimi aslî zaman üzerinde bir noktadan(e) başlar, gene bu
noktada biter. Tüm beşeriyetin gelişim aşamasını oluşturan (c-d-g-f) alanı
devresel olarak(spiral bir gidişle) kat edilmedikçe, (e) noktasının aslî
zaman(z) üzerinde akışı söz konusu değildir. (c-d-g-f) beşerî gelişim alanı
içinde (bkz. şekil-F) beşerî gelişimin başladığı (c-d) çizgisi beşerin en vahşi
ve ilkel durumda olduğu bir düzeydir. Beşerî varlık sayısız enkarnasyonlar
boyunca (c-d-e) üçgeni daralır ve sonunda (e) noktasına geldiği zaman, kendi
kudretlerini tamâmen bedende tezâhür ettirmiştir. Simgesel bir söylemle, her
bedenlenmeyi bir üçgen kabul ederek; (c-d-g-f) alanının sayısız üçgenlerle
nasıl doldurulduğunu ve bir beşerî varlığın en geri düzeylerden, son düzeyi
olan (g-f) sınırına gelir(223).
Bunun
nasıl olduğuna gelince; (c-d) çizgisi her bedenlenmede (A,B) paraleli(bkz.
şekil-F, syf. 223) üzerinde devre devre yol alarak (g-f) durumuna yaklaşacak ve
sonunda (c-d) çizgisi (g-f) ile çakışacaktır. Bu gidiş, daha önce değindiğimiz
spiral gelişim yolculuğundan başka bir şey değildir. Şöyle ki, her
enkarnasyonda izlenen spiralin tepeleri har zaman (e) noktasındadır. Her
enkarnasyonda spiral/üçgen ufalır ama varlığın birikimi, görgüsü ve deneyimi
büyür, gelişimi hızlanır. Bunun anlamı da şudur: Beşerî bir varlık “otomatik
ve yarı idrakli beşerî gelişim”(8) aşamasıyla ilgili ortaya çıkarılması
gereken tüm melekelerini bedende tezahür ettirmiş ve tüm hazırlıklarını
bitirmiş olarak (e) noktasından başlayıp, doğrudan aslî zaman üzerinde “ilerleyecek”
bir duruma gelmiştir. Yâni varlığın aslî zaman üzerinde ilerleyecek duruma
gelmesi için geride bıraktığı ve sayısız bedenli yaşamlardan oluşan yarı
idrakli otomatik yaşam süreci aslî zaman akışının bir tek anına karşılık
gelmektedir. Yüzlerce ömürlük beşerî gelişim
aşaması aslî zaman akışı üzerinde bir anlık sürede(ve ‘e’ noktasında
olup bitmektedir. Bu beşerî yaşam sürecini kullandığımız (c-d-g-f) alanını
dolduran zorunluluklar, varlığın aslî zamanda ilerleyebilmesi için vazife
planına hazırlanma ve gerekli olgunlaşma için gereklidir. (c-d-g-f) alanı ile
simgelenen beşerî yaşam grafiğinin(şekli-F) dünyada ilk ilkel insanın yaşam
grafiğine uygulanmasıyla ilgili örnek için bkz. sayfalar 224+225). Beşeriyetin
yüzeysel zaman idrakine dayalı (c-d-g-f) alanındaki gelişim (e) noktasında
tamamlandıktan sonra, bu gelişim vazife planında idraksel zamana(222+214)
bağlanarak sürecektir.
Ruhun
hizmetindeki ve ruhun evrendeki temsilcisi ruh varlığının(öz benliğin) yüzeysel
zaman idrakine dayalı gelişiminin böylece gördükten sonra, bu gelişim düzeyinin
sonunda (e) noktasına(aslî zaman akışına) ulaştıktan sonraki gelişimine
bakacağız ama o aşamaya geçmeden önce, bu
ikisinin cevher bakımından tamâmen farklı olduklarını ama evrendeki
etkinlikleri göz önüne alındığında bunların sanki iç içeymiş ve birmiş gibi
hareket ettiklerini bir kez daha anımsayalım. Maddenin/varlığın gelişimi(inkişafı)
ile ruhun tekâmülü paralel olarak, ebedî bir oluş ve akış hâlinde sürüp gider.
Varlığın, ebedî oluşlar ve akışlar yolunda sergilediği tüm hareketlerinin
gerçek anlamları ruhla ilgilidir. Varlığın gelişim, ruhun tekâmülü demektir.
Varlığın, yüzeysel/sübjektif zaman idrakine dayalı gelişiminin amacı, aslî
zamanın geçerli olduğu vazife planına hazırlıktır.
Vazife
planının küresel zamanında yaşayan bir varlığın aslî zaman üzerinde ve Ünite
yönünde(ve hem de giderek hızlanarak) yol aldığını da biliyoruz(10). Beşerî bir
varlık otomatik ve yarı idrakli beşerî gelişim aşamasıyla ilgili ortaya
çıkarılması gereken tüm melekelerini bedende tezahür ettirmiş ve tüm
hazırlılarını bitirmiş olarak (e)(11) noktasından başlayıp, doğrudan aslî zaman
üzerinde “ilerleyecek” bir duruma gelmiştir. Yâni varlığın aslî zaman
üzerinde ilerleyecek duruma gelmesi için geride bıraktığı ve sayısız bedenli
yaşamlardan oluşan yarı idrakli otomatik yaşam süreci aslî zaman akışının bir
tek anına karşılık gelmektedir. Yüzlerce ömürlük beşerî gelişim aşaması aslî
zaman akışı üzerinde bir anlık sürede(ve ‘e’ noktasında) olup bitmektedir. Bu
beşerî yaşam sürecini kullandığımız (c-d-g-f) alanını dolduran zorunluluklar,
varlığın aslî zamanda ilerleyebilmesi için vazife planına hazırlanma ve gerekli
olgunlaşma için gereklidir. (c-d-g-f)(11) alanı ile beşerî yaşam
grafiğinin(şekli-F) dünyada ilk ilkel insanın yaşam grafiğine uygulanmasıyla
ilgili örnek için bkz. sayfalar 224+225). Beşeriyetin yüzeysel zaman idrakine
dayalı (c-d-g-f)(11) alanındaki gelişim (e)(11) noktasında tamamlandıktan
sonra, bu gelişim vazife planında idraksel zamana(222+214) bağlanarak
sürecektir. (e)(11) noktasına kadarki beşerî gelişim sübjektif nitelikli iken,
bu noktanın ötesindeki gelişim objektif niteliklidir.
Yüzeysel/sübjektif
zamanda yarı idrakli otomatik gelişim düzeyini tamamlayan bir varlığın hemen
vazife planına atlaması söz konusu değildir, yine yasalar devrededir elbette ve
Tedric Yasasına göre varlık önce hidrojen âlemi ile vazife planı arasındaki
yarı süptil arasatta bir gelişim ve biraz daha olgunlaşma süreci geçirmesi
gerekir. Bu ara plana “sevgi planı” da deniyor, kutsal
metinlerdeki gerçek anlamda cennet.
Varlığın, bağlı olduğu ruha hizmeti
kapsamında gelişimi elbette sevgi planında sonlanmayacak, orada da sürecek ve
aslında vazife planına adımını atmadan önce son noksanlarını da burada
giderecektir. “Sevgi planı” da denen Yarı Süplil Arasat, içinde bulunduğumuz
hidrojen âlemi ile vazife planı arasındaki ara plandır. Görüldüğü gibi, hidrojen
âleminden vazife planına doğrudan geçiş söz konusu değildir; yâni tedric yasası
burada da geçerlidir. Hidrojen âlemini bitiren varlık, vazife planına geçmeye
liyakat kazanmıştır ama bu liyakatini de kanıtlamak durumundadır, vazife
planını gerçekten o zaman hak etmiş olacaktır.
Bu liyakat kanıtlama işi bağlamında varlık son noksanlarını da burada
tamamlar. Varlığın,
idraksel zaman ve mekânın kapsamlı karakterini kazanması da sevgi planında
olur. Yarı Süptil Arasat, madde âlemimizin yapıtaşı olan hidrojen atomun en
"yüksek" bileşimlerine âit enerjilerden oluşmuş bir
mekândır(12). Elbette orada da varlığın çok çok süptil(titreşimi çok çok
yüksek) bir bedeni vardır(13). Yarı Süptil Arasat'ta varlık kendisine
(imajinasyon ile) mekân kurabiliyor(12). Varlığın, evrendeki gelişim seyrinin
sevgi planından sonraki aşamasına geçmeden önce, sevgi planı ile dünya
spatyomunun üst katmanları arasındaki farka değinmekte yarar olabilir. Çünkü
spatyomda da (özellikle de o üst katmanlarda) varlık irade gücüyle kendine
mekânlar yaratabilmektedir.
Yazımızın
akışı içinde yukarıda da belirtip geçtiğimiz gibi din kitaplarında “cennet” olarak geçen sevgi planında
varlık kendisine istediği bir mekânı kurabilmektedir(14). Burada varlık “yarı
süptil madde bağımlılığı”(15) diye nitelendirilebilecek bir deneyimden
de geçer ve bunun da doyumuna ulaşır. Varlığın bu kapsamda sevgi planında yapıp
ettikleri; Kur’an’da (cennet kastedilerek),“nimet ve bereket dolu bir varış
yeri”(16) olarak ifadesini bulmuştur(Nisa 31). Bununla birlikte,
varlığın bu bağlamdaki edimlerini ve deneyimlerini de geride bırakılması
gereken ağırlıklarıdır. Bu arada, sevgi planı ile, ölüm denen geçişle içine
girdiğimiz spatyom arasındaki farkı belirtmekte de yarar olabilir. Şöyle ki,
spatyomu; enkarne varlığın, dünya bedenini terk ettikten sonra, geçici olarak
deneyimleyeceği bir haldir. Varlık bu
hâliyle gene bir insandır(daha doğrusu beşerdir) ama dünyada değil, dünyanın
spatyomundadır, dolayısıyla da hâla dünyadadır. Bu spatyom hâli, öz benlik
olarak dünya da yaşanır. Dünya, spatyomuyla birlikte dünyadır. Yâni spatyom
dünyadan ayrı değil, onun bir parçasıdır, sâdece onun daha süptil bir
uzantısıdır. Oysa, yarı süptil arasat(sevgi planı) yaşanan bir hal değildir,
dünyadan(hidrojen âleminden) kurtulmuş varlıkların bulunduğu bir
mekândır/vasattır.
Varlık, yasalar da dâhil her şeyi gelişim
aracı olarak kullanarak, varlıksal hedef olan vazife planına yönelik
yolculuğunu sürdürmektedir. Ebedî gelişim yolculuğunun bu aşamasında vazife
planında geçerli zaman, “idraksel zaman”dır. Varlığın idraksel zamanda ilerleyişinin en ayırt edici özelliği, bu
gelişim sürecinin aslî zamanda geçiyor olmasıdır(17). İdraksel zaman içinde
geçen bu gelişmişlik düzeyi aslî zamanın geçerli olduğu vazife planının
evrensel organizasyon sistemlerinde bulunur. Aslî zamanda geçerli olan bu
gelişim şekli, yüzeysel zaman idrakinin geçerli olduğu gelişim aşamasında
olduğu gibi bir birine paralel iki çizgi(bkz. şekil-D,G,F) arasında değil,
birbirinden sürekli uzaklaşarak gelişen bir görünümdedir. Bu karmaşık ve
sezilmesi bile zor durumun çizimler üzerinden yapılan açıklaması için bkz.
kaynak eser, syf. 227+228.
Vazife planının organizasyon sistemlerinde geçen
gelişim; idraklerin, Aslî İlke’nin gereklerine etkin uyum sürecidir. Bu şekilde
varlıklar aslî zaman sürecinde, evrenin Ünite’sini oluşturan idrak vahdetine
kadar yürüyüşlerini ve bağlı oldukları ruhlara yönelik hizmetlerini
sürdürürler(18). Oysa yüzeysel zamanda geçen otomatik ve yarı idrakli gelişimde
aslî zaman içinde Ünite’ye gidiş söz konusu değildir ama varlıklar vazife
planına ulaşma cehti içinde buna hazırlanmaktadırlar(şimdiki bizlerin durumu).
Küresel/aslî zamanda sınırları belli bir alan içinde kalarak gerçekleşen
doğrusal bir gidiş söz konusu değildir. Küresel/aslî zamanda(yüzeysel zamandaki
gibi) devreler ve spiral bir gidiş yoktur; tam tersine, her an genişleyen yeni
yeni alanları vardır. Yâni aslî zamanın bir tek ânı içinde hapsolmuş, sınırlı
alandaki devresel gidiş hareketleri değil, evrenin sınırlarına kadar dayanan
sonsuzluk içinde genişleme, ilerleme ve gelişme alanları vardır(19).
Kısaca; evrendeki ve onun sayısız âlemlerindeki,
sezgisine bile zor varabildiğimiz ilâhi düzen Aslî İlke’nin gerekleri
kapsamında ve İlâhî İrâde Yasalarıyla sağlanmaktadır. Bu düzen içinde ruh,
tekâmülünü evrendeki temsilcisi ve tezâhürü olan ruh varlığı(öz benlik)
aracılığıyla sürdürür. Ruh varlığı da bağlı olduğu ruha yönelik hizmetini
maddenin “derinliklerindeki” tezahür uzantıları olan bildiğimiz fizik
bedenleriyle/bedenlenmeleriyle sayısız enkarnasyonları boyunca sürdürür. Evrende
tüm olup bitenler(gelişim de dâhil) Aslî İlke’nin gerekleri ve İlâhi İrâde
Yasaları kapsamında sürüp gider.
................................................
(1)
Aslî
İlke ve gerekleri: Tanrılık
güç(uluhiyet) olan Aslî İlke için kaynak eserimizde, “erişilmezlerin
erişilmezi” nitelemesi yapılıyor. Aynı nitelemenin ALLAH için de yapıldığını
görüyoruz(bkz. syf 31+19). Aslî İlke’nin gerekleri de, Aslî İlkenin
gerçekleştirici kudretleri olmaktadır(bkz. 38+190+191).
(2) “Rabbül Âlemîn”(Âlemlerin rabbi/eğiteni) (Kur’an, Fatiha
2 - Yunus 37 -
Saffat 87+182 - A'raf 61 - Yunus 37 – Bakara 131 – En’am 45)
(3) Organizasyon/varlık sistemleri:
Varlıksal hiyerarşide, dünyadan sonsuz yüceliklere doğru; sevgi planı(Arasat)-vazife
planı-organizasyon sistemleri. Varlıklar vazife planında geliştikçe, küçükten
büyüğe doğru evrenin organizasyon sistemlerinde vazife alırlar.( İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 172)
(4)
Takva: İçsel gelişime engel olan her şeyden (bu
yazımızın kapsamına giren dejenerasyondan)
şuurlu olarak sakınmak. (Bkz. Kur’an, Sâd 28+49 - En'am 69 - Yunus 63+64 - Nahl
32 - Ali İmran 133+172 - Enbiya 48+49
(5)
Nefsi terbiye etmek:
a. Vicdanın sesine kulak vererek,
o sesin gereklerini derhal uygulamaya çalışmak, bu şekilde nefsin (sahte
benliklerin) yoklamalarına fırsat vermemek,
b. İrâdi bir zorlayışla,
vicdani olduğunu kabul ettiğimiz fiilleri zorla yapmaya çalışmak. Başlangıçta
“zorla” olan bu uygulama; yerini, içten gelen istek ile yapacağımız fedakarlık
ve hizmete terkedecektir.
c. Karşımızdaki insanın yerine
kendimizi koymak,
d. İdrakine varılan hataların
bir daha yinelenmesine meydan vermemek ve bu konuda israrlı olmak,
e. Her olayda, her durumda
nefs kontrolu yapma alışkanlığı kazanmak,
f. Hoşumuza giden fakat hiçbir
yararı olmayan bir takım arzularımızdan vazgeçmek,
g. Nefs terbiyesinde, aceleci
bir zihniyetle hareket ederek, kaldıramayacağımız yüklerin altına girmemek,
h. Yapılmamasını arzu
ettiğimiz halde, her hangi bir kötülüğü yapmaktan kendimizi alamıyorsak;
bekleyip, sabrederek onun gerçekleşmesini geciktirmek.
(6)
İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf.
112 ve dvm.+133 ve dvm
(7)
Şeytan ve Melekut Sistemleri birbirini tamamlayarak
işlev görürler. Her ikisi de tekamülün gerçekleşmesi için gereklidir. Şeytan
asla Tanrı’ya asi olmamıştır. Çok zor ve çok ağır bir sistemi üslenmiş bir
varlık sistemidir. Şeytan, dünyaya özgü bir sistemdir, Dünya Rabb Planı’na
dahildir ve başka gezegenler için söz konusu değildir.
(8)
“Otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli”
enkarneleri için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf.
3,50,58,60,77,101,135,172,180,197.
(9) “Yüzeysel
zaman”, Aslî Zaman’ın dünyadaki görünümüdür. Yüzeysel zamanda ilerleyen
varlıklar olarak, Aslî Zaman akışının belli bir noktası çevresinde aynı alanı
tarayarak spiral bir gelişim yolu izliyoruz. (A.g.e. syf. 216,234)
(10) A.g.e.
syf. 221
(11) A.g.e. syf. 222, 223, 225 (çizimler)
(12) A.g.e. syf. 315
(13) A.g.e. syf. 313
(14) A.g.e. syf. 311+315
(15) A.g.e. syf. 313
(16)
Sevgi planını çağrıştıran
başka bir Kur’an âyeti de Tövbe 21 olabilir: “...Ebedî ve temelli cennet.”
(17) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 226
(18) A.g.e. syf. 229
(19) A.g.e. syf. 230