AZ BİLİNEN YÖNLERİYLE ATATÜRK
Kitaplı dinlerin peygamberleri ve büyük inisiyeler(1) başta olmak üzere, beşeriyetin ve mensubu olduğu ulusun gelişimine(aydınlanmasına, şuurlanmasına) hizmet etmiş tüm yöneticilerin ve önemli buluşlarıyla bilime hizmet etmiş bilim insanlarının bazı dikkat çekici(bilinen/bilinmeyen) “yetenekleri” olduğunu biliyoruz. Sıradan insanınkinden farklı olan bu yetenekler; hemen hemen sürekli olarak gerçekleşen ِöngörüler, varlık sevgisi, sağduyu, azimkârlık, “yeni” olana açıklık, alçakgönüllülük, ِözgürlüğe düşkünlük, barışseverlik, duygu enginliği ve bağnazlığaً tepkililik… şeklinde tezahür eder. Bu meziyetlerden/yeteneklerden sadece biri ya da ikisi sıradan olan bizlerde ya doğuştan ya da sonradan ortaya çkar, ama ATATÜRK gibi büyük insanlarda bunların hemen hemen hepsi bir arada bulunur.
Bu yeteneklerden özellikle “öngörü”(önceden bilme/sezme), “prekognisyon” ve duru görü gibi adlarla Parapsikolojinin araştırma alanı içine girmiş ve pek çok süje ile laboratuar koşullarında deneyler yapılmış; bunların “tesadüf” ile açıklanamayacağı (gerçekten var olduğu) kanıtlanmış, (hatta “soğuk savaş dönemi”nde yoğun olmak üzere) resmi çevrelerce kullanılmıştır(2). Dünyanın dört bir yanında ve ülkemizde Parapsikolojinin araştırma alanına giren pek çok süje ortaya çıkarılmış, bunlarla ilgili kanıtlanmış olaylar/deneyimler literatüre geçmiştir.
Söz konusu yaygın örneklerden bir kaçını şöyle anımsıyoruz:
- 1963’te bir suikasta kurban gidecek John F. Kennedy’nin Teksas’ta öldürüleceği birbirinden habersiz pek çok kimse tarafından hissedilmesine, Beyaz Saraya telefonla, başkanın Güneye gitmemesinin istenmesi, birçok Amerikalının, suikastı rüyalarında görmesi,
- İkinci Dünya Savaşı öncesinde yine pek çok kişinin oğullarının savaşta öleceğini rüyalarında görmesi ve bunu savaş öncesinde bildirmesi,
- Wolf Messing’in sık sık halkın önünde düşünce okuma ve duru görü gösterileri yapması bunların hemen hemen hepsinde isabet kaydetmesi,
- ABD’nin(CIA ve FBI birimlerinde) parapsikolojik yeteneklere sahip medyumlar çalıştırması, (Apollo uçuşları sırasında başarılı telepati denemeleri…),
- Rusların(Sovyetler Birliği döneminde) Rus parapsikologların yaptıkları deneylerin birçok kitaba konu olması; mensubu bulundukları rejim nedeniyle tamamen maddeci bir zihniyetle konuya yaklaşmalarına karşın çok başarılı sonuçlar elde etmeleri(Moskova ile Sibirya’nın kuzeyinde bir merkez arasında başarılı telepati denemeleri…),
- ABD, Duke üniversitesinde(1930’lu yıllarda ve daha sonra İNSAN DOĞASINI ARAŞTIRMA VAKFI FRNM’de) Prof. Dr. RHINE, Prof. Dr. G. PRATT, Dr. W. CARRINGTON, vb. psikologların laboratuar koşullarındaki çalışmaları,
Konuyla biraz ilgilenmiş olanlar bilir; Parapsikoloji literatürüne geçmiş ve hemen aklımıza gelen birkaç olaydı bunlar. Materyalist ve komünist Ruslara bile taş çıkartan bir yaklaşım ve zihniyetle bu gibi paranormal (ama aslında insanın gerçek doğasıyla ilgili olan bu) olaylara hala “tesadüf…” teviliyle yaklaşan tutucu zihniyet, “Araştırma yapıp zahmete girmektense, alay etmeyi…” yeğliyorsa bizim buna, “Pes doğusu… !” demekten başka diyeceğimiz yoktur.
Bizim tarihimizde ve günümüzde de buna benzer pek çok paranormal olay ve bu yeteneklere(Duyular Dışı Alglamalar, DDA) sahip kimseler keşfedilmiş ve kitaplara geçirilmiştir. Bu belgeseller konuyla ilgili yayın evlerinin kitaplarında ve ilgili kuruluşların(ki bunların başında BİLYAY Vakfı ve Ruh ve Madde Yayınları gelir…) yayın organlarında bulunabilir. Merak ediyorsa, zahmet edip ve önyargısız bir yaklaşım ile bunları incelemek gerekir. Bizim bu çalışmadaki amacımız, elbette ki paranormal olaylarının doğruluğunu ve DDA’nın var olduğunu kanıtlamak değildir. DDA’nın, genellikle tüm insanlık ulularının ve önderlerinin özelliklerinden biri olduğunu ve özellikle de; T.C.’nin kurucusu yüce önder ATATÜRK’de de bu sıra dışı melekelerin bulunduğunu, daha birçok insani erdemlerle bu melekelerin onun yaşamına yansıdığını ve ATATÜRK’ün bu yanının çok az bilindiğini ortaya koymaktır. Yararlandığımız kaynaklardan hemen gözümüze çarpan birkaç sıra dışı ama gerçek olay:
* Atatürk’ün giriştiği işler arasında hata payının hemen hemen sıfır olması, isabetsiz hiçbir karar almamış olması,
* Beşeri tarihte, Kurtuluş Savaşı yapıp ta, yeni bir devlet(hem de Cumhuriyet) kuran biricik önder olması,
* İngiltere, Fransa ve ABD gibi zamanın en açgözlü ve sinsi emperyalist canavarlarına kahramanca kafa tutması, karşı koyması ve onları ülkeden kovması,
* 1907’de bugünkü Türkiye haritasını çizmesi ve arkadaşlarına, “Gelecekte Türk Devletinin sınırları bunlar olacaktır.” Demesi(3),
* Daha 1930’lu yıllarda, gelecekte “ekonomi savaşları” olacağını bildirmesi, Avrupalıların bir birlik kuracağını, hava ulaşımının çok gelişeceğini, ay’a gidileceğini, Ortadoğu sorununun sürüp gideceğini, Sovyetlerin dağılacağını, Orta Asya’da Türk Cumhuriyetlerinin belirginleşeceğini ve bizim geleceğimizin de bu(Türkî) cumhuriyetlerle ilintili olacağını bildirmesi,
* Sadece Çanakkale ve Kurtuluş Savaşlarımız da değil, 1. Dünya Savaşı’yla ilgili kararlarında da hata payının/isabetsizliğin bulunmaması…
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Atatürk’ün dikkat çekici yanlarından sadece birkaçı bunlar… Yazımızın giriş kısmının ilk paragrafında belirttiğimiz, Atatürk’ün erdemli, bilge kişilere özgü ama çok az bilinen yanlarını(elimizdeki kaynaklarla sınırlı olarak) derleyip sizlerle paylaşacağız. Sizlerinde(güvenilir kaynaklara dayalı) bildiklerinizi öğrenmekten mutlu olacağız.
YÜCE ÖNDER ATATÜRK’ÜN ÖRNEK KARAKTERİNİN ANA HATLARI:
Her yönüyle ve gerçek anlamda “büyük” bir insan olan Atatürk’ün fizik ötesi niteliklerinin başında; çok yönlü bir deha ve üstün insanlık niteliği göze çarpar. Doğuştan gelen ve erdemli insanlara özgü güçlü bir karakter ile bunun sağlam dayanağı olan çetin ve yılmaz bir irade onun en belirgin üstün insanlık niteliğidir. Davranışlarındaki ve her türden kimse ile ince düşünme ve ölçülü hareket ama temkinli ataklık onun her zaman ön sırada yer almasına neden olmuştur. Tasavvur etme ve ileriyi görme yeteneği çok gelişmiş olmasına karşın, gerçekleştireceğine inanmadığı hiçbir projenin ardından gitmemiştir… Başka türlü ifadesiyle; olmayacak(ya da insani değerlerle bağdaşmayan) hiçbir şeyi istememiş; yani hep olacak şeyleri şaşmaz bir isabetle istemiş/projelendirmiş ve onların üzerine güçlü bir azimle gitmiştir.(NOT: Azimkârًlığıyla ilgili örneklere ileriki paragraflarımızda ayrıca gireceğiz.)
Bilgelikle taçlanmış zekâsının yanı sıra, herhangi bir konuda “geneli kavrama yetisi” herkesi hayran bırakacak düzeydedir. Daha ilköğretim sıralarında belirginleşmiş olan matematik becerisi, ilerleyen sınıflarındaki gelişimiyle, ona; olaylar arasındaki nedenselliği görüverme yetisini kazandırmıştır. Son derece yoğun yaşam temposuna karşın; okumak, araştırmak, incelemek, öğrenmek sonu gelmez tutkusuydu Atatürk’ün. Kendisinin okuyup incelemeye fırsat bulamadığı konularda, dürüstlüklerine ve bilgilerinin derinliğine inandığı bilim insanlarını görevlendirirdi. Kadim MU Uygarlığıًnı inceletmesi buna örnek gösterilebilir(4).
Yüce insan Atatürk’ün beşeri ilişkiler çerçevesinde; insanları tanımada, erdemli insanlara özgü bir kavrayışla onları değerlendirmede yanıldığı hemen hemen hiç görülmemiştir. Tanıdık tanımadık herkesle olan ilişki ve iletişiminde, “uygar insanlara özgü bir yüreklilik”ten kaynaklanan “açık kalpliliğe ve medeni cesarete dayalı bir sözünü sakınmazlık” ile hareket etmek Atatürk’e özgü belirgin niteliklerden biriydi. Beşeri ilişkilerde riyakârlık en nefret ettiği beşeri zaaflardan biriydi.
Kuşkusuz özgürlük/bağımsızlık(kendisinin de belirttiği gibi) onun en belirgin karakter özelliklerinden biriydi. O, kendi ruhundaki özgürlüğü/bağımsızlığı topluma yansıtarak Türk Ulusunu sömürge emperyalizmin kirli ellerinden kurtardı. Esasen ِözgürlük/bağımsızlık(Seçme özgürlüğü ve Özgür İrade şeklinde) ruh varlığının belli başlı niteliklerindendir. Ama enkarnasyon ile beşerleştiğimiz zaman bu niteliğimiz maddesel ve toplumsal koşullandırmalarla örtülür, aslımızı özümüzü(aslen ruh varlığı olduğumuzu) unutacak ve inkâr edecek kadar kabalaşırız. Ama ATATÜRK gibi yüce varlıklar, söz konusu erozyona kapılmayacak kadar güçlülüklerinden dolayı; değil aslını/özünü unutmak, her fırsatta bunu ortaya çkararak topluma hizmette, başkalarının da tutsaklıktan kurtulmalarına, özgürleşmelerine yardımda kusur etmezler.
Kuşkusuz, belirgin insani değerlerden biri olan “özgürlük severlik” in en doğal görünümü “özgür düşünceyi oluşturması ve yaymasıdır. Düşündüğünü özgürce ifade etme tutumu, ATATÜRK ve çevresi için gerçeğin aranıp bulunmasında en geçerli ve erdirici yol olmuştur. Medeni cesaret ve düşünce özgürlüğünün verdiği güçten kaynaklanan düzgün ve etkili konuşma yetisi; onu, gelip geçmiş en usta hatiplerden biri olmak düzeyine yükseltmiştir. Örneklerine daha sonraki paragraflarımızda yer vereceğimiz soğukkanlılığı, en belirgin kişilik niteliklerinden biri olarak yakın arkadaşlarınca saptanmıştır. Özellikle yıkımlar karşısında sergilediği soğukkanlılık, sabır ve tahammül gücünün erdemli bilgelere özgü bir sonucudur. Yine yakın çevresinin saptamalarına göre; yaptıklarıyla övünmek yerine, yapacaklarını düşünmek; onun sürekli bir eylem adam olarak her zaman ileriye ve yeniye dönük dinamizminin dışa yansımasıdır.
Beşeri değerlere/realitelere saygılı ama onlarla özdeşleşmeyen tutumunu, rütbe ve nişanlarını bir vesileyle atıvermesiyle ortaya çıkmıştı. Büyük hizmetler ve haklı çabalarla kazandığı tüm rütbe ve nişanlarını atıp, “sade bir Türk vatandaşı” olarak kurtuluş hareketine ve savaşına girişmesi, yüksek vazife anlayışının ve bilincinin ulus sevgisiyle taçlanmış bir kanıtıydı. Onu hedefi, böyle eşsiz bir vazife bilinciyle; toplumu çağdaş uygarlık düzeyine yükseltmekti(Batı’nın düzeyine değil!). kurtuluş yıllarında kısa sürede hızla değişen toplum yapısı, onun devrimci ruhundan aldığı hızla gerçekten çağdaş bir nitelik kazanmaya başlamıştı, ama ne yazık ki 40’lı yıllardan itibaren bu hız korunamadı ve hatta düşüşe geçildi. Oysaki ATATÜRK, yokluk içinde bile neler yapılabileceğini ölmeden önce bize göstermişti:
1920 yılında 260 olan doktor sayısı, 1921’de 312’ye, 1922’de 337’ye çıkarıldı ve 434 sağlık memuru istihdam edildi(5). Salgın hastalıklarla mücadele için 1920 yılında, yabancıların hayal olarak nitelendirdikleri yerli aşı üretimine geçildi. Sivas’ta üretilen 3 milyon çiçek aşısının tümü halka uygulandı. Sıtmalı yörelerde yerli kinin dağıtımı yapıldı. Frengi mücadelesi için, onca yetmezlik içindeki devlet bütçesinden harcamalar yapıldı(6). Halka hizmet götürecek doktor sayısını artırmak için, as. doktorların bir bölümü ordudan ayrılarak, sivil alanda görevlendirildi. 1921’de, bir yıl önce 3 milyon ünite üretilen çiçek aşısı miktarı 5 milyona çıkarıldı. Sivas’ta ki Aşı Üretim Merkezi genişletilerek, bir yıl gibi kısa bir süre içinde 537 kg . kolera, 477 kg . tifo aşısı üretildi ve bu aşıların tümü halka uygulandı.
İstanbul ve Sivas’tan sonra, Diyarbakır’da da, içlerinde; bakteriyoloji/kimya lab. aşı merkezi ve kuduz tedavi bölümlerinin olduğu sağlık merkezi kurularak, halk sağlığı merkezlerinin dağılımında denge sağlanmaya çalışıldı. Afyon, Eskişehir, Niğde gibi illerde tıbbi temizleme(sterilizasyon) merkezleri açıldı. Urla ve Sinop karantina merkezleri, aletleri tamir edilerek yeniden devreye sokuldu. 1000 kg . devlet kinini Ziraat Bank. aracılığıyla halka dağıtıldı. Tüm bunlar, yoksulluk içinde süren Kurtuluş Savaşı yıllarında ulusçu politika anlayışıyla gerçekleştirilen başarıların sadece bir kısmıydı. Bunlar, yokluk ve yoksulluk içinde bile ne gibi hamleler yapılabileceğinin ibret verici, hatta şimdiki bizleri utandırıcı, mahcup edici örnekleriydi.
01 Mart 1922’de Meclisi açış konuşmasında Osmanlı’dan(Tanzimat’tan) bu yana devralınan hurda ekonomi ile ekonomiyi bu hale getiren Batı’nın yaptıklarını Yüce ATATÜRK şöyle anlatıyordu. Başka türlü ifadesiyle yukarıda(son iki paragrafta) sağlanan gelişme hangi zor koşullarda yaratılmıştı… “Ülkemizin ekonomik durumu ve ekonomik kuruluşlarımız dış ülkeler tarafından sarılmış bir halde bulunuyordu. Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa rekabetine karşı kendisini koruyamayan ekonomik yaşantımızı yine ekonomik yönden kapitülasyon zinciriyle bağladı. Ekonomik alandaki özel değerler ve kuruluşlar yönünden bizden çok kuvvetli olanlar ülkemizde, bir de fazla olarak imtiyazlı durumda bulunuyorlardı; kazanç vergisi bile vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman istedikleri malı ve istedikleri koşullar altında yurdumuza sokuyorlardı. Bu nedenle, ekonomik hayatımızın tüm bölümlerinin mutlak egemeni olmuşlardı. Efendiler, bize karşı yapılan bu rekabet gerçekten çok gayri meşru, çok ezici idi. Rakiplerimiz bu şekilde endüstrimizin gelişme olanaklarını yok ettiler. Aynı zamanda tarımımızı da zarar’a uğrattılar; ekonomik ve mali gelişmemizi engellediler…”(7)
Birkaç paragraf önce de belirttiğimiz gibi, ATATÜRK; eşsiz vazife bilinci ve vatana hizmet aşkı içine hedefi, ekonomik bağımsızlık içinde toplumu çağdaş uygarlık düzeyine ve onunda üzerine yükseltmekti. “Batı standartları” na değil. ATATÜRK Batı’yı örnek almak ya da Batı’yı hedeflemek şöyle dursun, Batı’ya karşı dikkatli olunmasını her vesileyle öğütlemiştir: “…durumu düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, tüm dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım düşünceler belirdi. Oysa hangi bağımsızlık vardır ki; yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir…” diyordu ATATÜRK, 06. Mart 1922 günü TBMM’nde(8).
ATATÜRK yabancı ülkelerle işbirliğine açıktı ama “taklitçi bir bağımlılığa” karşıydı; Batı’nın ne olduğunu iyi bilir, çağdaşlaşmadan yanadır ama “Batıcı” değil. Aralık 1921 yılında Batıyla ilgili şu sözleri, bu anlayışının en özlü ifadesidir: “İlkbahar’a dek şu üç ay içinde bu silahları elde edemezsek, diplomasi kanalıyla bir çözüm yolu aramak zorunda kalacağız. Bunu arzu etmiyorum. Biliyorum ki Batı ile uyuşma, Türkiye’nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi anlamına gelecektir”(9).
Bu birkaç belgesel örnekten de anlaşılacağı gibi; Kurtuluş Savaşı ve sonrasında kısa sürede hızla değişen toplum yapısı, ATATÜRK’ün devrimci, yenilikçi ve yenileyici ruhundan aldığı hızla, türlü yokluk ve yoksulluk içinde çağdaşlaşmanın yolunu tutmuştu. O yüce insan tüm girişimlerinde; üstün inandırma gücü, kişiliğinin çekici etkisi, yılmaz kararlılığı ve türlü koşullara uyma yeteneği, onu başarıdan başarıya ulaştıran belli başlı niteliklerdendir. Beşeri ilişkilerde; alçakgönüllülük, değerbilirlik, cömertlik, bağışlayıcılık ve hakseverlik gibi meziyetleri yanında; konuşkanlığı, şakacılığı, hazırcevaplığı ve hoşgörüsü ile çevresinde sürekli bir sevgi halkası yaratmıştır. Sağduyusu, yüksek özsaygısı, diğerkâmlığı(özgeciliği) ve insaniyetçiliği ile sadece Türk ulusunun değil, barışsever bir dünyanın da gönlünde yer etmişti ATATÜRK.
ATATÜRK gerek bu kişilik özelliklerinden, gerekse siyasi ve savaş alanlarındaki başarılarından dolayı yabancı yöneticilerin de saygısını kazanmıştı. Kurtuluş Savaşının yüksek prestiji ve savaş sonrası barıştan ve bağımsızlıktan yana kişilikli politikasıyla ATATÜRK, dost düşman tüm dünyada saygınlık kazanmıştı. ATATÜRK hiç “dış geziye” çıkmamış, ancak pek çok ülke liderleri(ki bunların içinde Türk ve İslam düşmanı İngiltere’de vardır, Sekizinci Edward) tarafından(1928’den başlayarak) ziyaret edilmiştir. “Tarihi düşman” olarak tanımlanan Rusya ve Yunanistan’la bile, hiçbir dönemde olmayan karşılıklı güvene dayalı dostluk ilişkileri kurulmuş, Balkanlarda barış ve istikrar oluşturulmuştu. Doğu’da; Kafkasya, ırak, İran, Afganistan’a dek çok geniş bir alan, gerilimsiz bir barış bölgesi haline getirilmişti. Türkiye’nin o dönemdeki uluslar arası saygınlığı o denli yüksektir ki, bu saygınlık Hatay sorununun çözümünü, diplomasi alanında benzeri olmayan anlamlı bir jest ile noktalanmasını sağlamıştı: ATATÜRK’ün Hatay konusundaki duyarlılığını bilen Fransızlar; Hatay’la ilgili anlaşmayı, sağlığı iyice bozulan ATATÜRK’ün, sonucu görmesini sağlamak için, dışişleri personelini tatil günü çalışmaya çağırarak imzalamıştı.
Görüldüğü gibi ATATÜRK, sadece yerli basından değil, yabancı basından(örneğin, Financial Times)da olumsuz eleştiri alan “Mustafa” Filminde empoze edilmeye çalışıldığı gibi; kişisel bazı zayıflıkları olan, en yakın arkadaşlarının bile birer birer kendisini terk ettiği, içine kapanık, yalnız, çok içki ve sigara içen bir komutan değildir. Financial Times’ta bu konuda çıkan yazının başlığı şöyleydi: “ATATÜRK’ü Kaidesinden İndiren Film”(Cumhuriyet Gazetesi, 12 Kasım 2008). Bu besbelliki maksatlı olarak yapılan bir belgeseldi. Eğitim-İş’in bu filmle ilgili yayınladığı raporda da belirttiği gibi; “İnsani yanlarını göstermek kılıfında ATATÜRK(bu belgeselde) sanki harcanmıştı…” Doğal olarak ta filmin yapımcısı, bu sözde belgeseliyle Kemalistlerin güçlü tepkisine neden olmuştu.
Mustafa filmi ile perdeye aksetmiş olan bu talihsizlik ne ilktir, ne de son. Beşeri tarih boyunca insanlık önderi ATATÜRK gibi yüce kişilere yönelik istismar hep sergilenmiştir. En son örneklerden birini, Prof. Dr. Erol Manisalı, 15 Eylül 2008 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşe yazısında şöyle dökmüş satırlarına: “…12 Eylül döneminde valilik makamındaki kimi yetkililerin masalarına ATATÜRK heykelcikleri doldurup bazen bağış aldıklarını, kimi zaman da hediye olarak dağıttıklarını gözlerimle gördüm. Din, bayrak ve ATATÜRK Türkiye’de hep istismar edildi. ATATÜRK’ü ve bayrağı istismar edenler(dini de istismar eden) dincilerin yolunu açtı. Dinciler de, ‘Ya ALLAH!’ diyerek istismara başladı. Dincilerin ATATÜRK’ü nasıl istismar ettiğini ve sevmediğini; ATATÜRK’ün de dine karşı değil, dincilerin ürünü olan irticaya karşı tavrını ileriki paragraflarımıza bakarak, büyük insanların ve ATATÜRK’ün de bir özelliğini daha anımsayalım: Tarihten ibret almak. Dünya ATATÜRK gibi insanlarla dolu olsaydı; Tarih, elbette ki tekerrür etmezdi… Örneğin, Osmanlı İmparatorluğunun çöküş nedenlerini anımsayalım. Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünde; 1838 tarihli Balta Limanı Sözleşmesi’nin, 1854 yılında Kırım savaşı nedeniyle alınan ilk dış borcun, 1881 tarihli Muharrem Kararnamesi ve buna göre kurulan Duyun-u Umumiye’nin etkisi bilinir. Bu yanlış adımlarla içine düşülen mali bağımlılık; siyasi, hukuki, idari bağımlılığı pekiştirmiştir. Çünkü borçlanmak demek, bağımsızlığı yitirmek demektir. Yüce ATATÜRK’ün ulusal ekonomiye ve mali bağımsızlığa büyük önem vermesi ve sopanın süngüden kuvvetli olduğunu sık sık vurgulaması boşuna değildi.
ATATÜRK(16 Mart 1923’te yaptığı) bir konuşmasında Osmanlı’nın bu tutumunu bakın nasıl değerlendiriyor ve bizleri de uyarıyordu: “…Büyük devletler şimdiye dek bize şu ya da bu sorunlarda gösterişli yardımlarda bulunuyor gibi görünüyorlar; oysa ekonomik tutsaklıkla bizi felce uğratıyorlardı. Öteden beri bize bazı şeyleri vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi durum alırlar; gerçekte ise, ekonomide elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu tutsaklığa katlanan devlet ileri gelenleri hoşnuttu. Çünkü görünüşte gösterişli bir gelecek sağlamışlardı. Fakat gelecekte, ulusu manen yoksulluk çukuruna atmışlardı. Bunlar ekonomik mahkûmiyeti kavrayamamış, bedbaht hayvanlardı.”(10). ATATÜRK’ün bu saptaması aynı zamanda günümüze yönelik bir öngörüdür. Sanki Türkiye’nin bu günlerini 1923’te görmüş ve gereken uyarıyı yapmıştı. ATATÜRK’le ilgili belgelere dayalı öngörü(precognition) örneklerini ileriki paragraflarda da bulabileceksiniz.
KİŞİLİĞİNİN BELİRGİNNİTELİKLERİNİ YANSITAN ANILAR
ALÇAKGÖNÜLLÜLÜKTEKİ BÜYÜKLÜK:
Başkomutanlık Meydan Savaşı’nda, bir gece tutsak edilen birkaç Yunan subayı, Mustafa Kemal’in çadırına getirilir. Tutsak subay, üniformasında hiçbir işaret görmeyince, Mustafa Kemal’e rütbesinin ne olduğunu sorar:
- Binbaşı mısınız?
- Hayır!
- Albay mı?
- Hayır!
Tutsak daha yukarı rütbelere de aynı yanıtı alınca;
- Peki, ne siniz?
- Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım!
Şaşkınlıktan ve korkudan çenesi düşen Yunanlı kekeleyerek;
- Bir başkomutanın muharebe hattında bulunması işitilmiş şey değil de…(11)
ÖNGÖRÜYLE DESTEKLİ KARARLILIK:
1919 Mayısının ilk yarısındaki günlerden bir gün, Osmanlı sadrazamı Damat Ferit Paşa, Mustafa Kemal’in Anadolu’da hükümete karşı ayaklanacağından kuşku duyuyordu. Onun ağzından bazı laflar kapmak için onu ve Cevat Paşa’yı akşam yemeğine çağırdı. Yemekten sonra, bir Anadolu haritası üzerinde yapılan konuşmalarda, Mustafa Kemal sadrazamın kuşkusunu sezdiği için, çok ustalıklı yanıtlarla onu ferahlattı.
Konuklar gece geç vakit konaktan ayrıldılar. Mustafa Kemal ile Cevat Paşa kol kola Nişantaşı’ndan Teşvikiye’ye doğru hızlı adımlarla ilerlerken, Cevat Paşa sordu:
- Bir şeyler mi yapacaksın, Kemal?
- Evet, bir şeyler yapacağım!
- ALLAH muvaffak etsin…
- Mutlaka muvaffak olacağız!
(Evet, ATATÜRK; Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla biteceğini önceden biliyordu: Prekognisyon)
ÖNGÖRÜ ve ORDUYA GÜVEN:
Trablusgarp’ta İtalyanları mağlup eden Türk ordusu ne yazık ki yeteri kadar desteklenmedi. “Orası artık bir ülke, bakamıyoruz, çekilelim” diyen İttihat ve Terakki Partisi’nin yöneticileri yardım göndermediler. Arkasından çıkan Balkan savaşı’nı bahane ederek İtalyanlarla anlaşma imzalayıp çekildiler. ATATÜRK de ülkesine geri dönmek zorunda kaldı. Yalnız Derne’den yazdığı mektuplardan birinde, 1. Dünya savaşı’nı görmüş ve bu savaşa girildiğinde sonucun Türk milleti için iyi olmayacağını söylemiştir. İktidar da bulunan İttihat ve Terakki Partisi yöneticilerini daha o zamandan uyaran ATA’yı kimse önemsememiş, hatta dinlememiştir. Ne yazık ki söylediklerinin hepsi gerçekleşti.
Mustafa Kemal’i 31 Mart olaylarından sonra, Yüzbaşı iken Selanik’ten tanıyan silah arkadaşı Tevfik Bıyıklıoğlu anlatıyor: “On saatten fazla at üzerinde dolaşmış olduğumuzdan, çok yorgunduk. Alay komutanımız, Mustafa Kemal ve öteki subaylarla birlikte yemek yedik. Alman subaylarda vardı aramızda. Hepimiz dağılmaya hazırlanırken Yzb. Mustafa Kemal birden ayağa kalktı, “Arkadaşlar” diye söze başladı ve benden de Almancaya tercüme etmemi istediği konuşmasını yaptı. İki saat kadar süren konuşmasını yaptı. İki saat kadar süren konuşmasını herkes dikkatle dinledi:
(ATATÜRK’ün sözlerinin bu kısmında apaçık bir öngörü vardır. ATATÜRK’ü dinliyoruz: )
“Türk ordusu için dâhili kavgada muvaffak olmak bir zafer değildir ve bu hadisenin şerefine memleketi seven bir adam ve Türk zabiti sıfatıyla sevinip kadehimi kaldıramam. Bundan ancak elem duyabilirim. Arkadaşlar bana dikkat edin, sözlerime kulak verin. Türk ordusu gün gelecek, Türk varlığını, Türk istiklalini kurtaracaktır. İşte asıl o vakit sevineceğiz. İftihar edeceğiz. İşte o vakit Türk ordusu vazifesini yapmış olacaktır.”
SEZGİLERİNE/YUKARIYA GÜVENİ TAMDI…
Mustafa Kemal, son Osmanlı padişahlarından olan Mehmet Reşat ile Almanya’ya gitmişti. Askeri üsler gezilirken, bir askeri üstte şereflerine uçaklarla gösteriler yapacaktı. 1. Dünya savaşı öncesi 1910 yıllarında uçaklar az çok gelişme göstermişti. Askeri üstte gösteri yapacak olan uçaklardan birine ATATÜRK’ün binmesi kararlaştırılmıştı.
Zamanı gelince uçağa doğru ilerlemekte olan Mustafa Kemal geri dönüp binmekten vazgeçtiğini söyledi. Israr etmelerine rağmen ATATÜRK fikrinden vazgeçmedi ve onun yerine bir Alman subayı bindi. Uçak havalandıktan bir müddet sonra arızalanarak düştü ve içindeki Alman subayı öldü.(12)
(Esas olan Türkiye’nin kurtulması olduğu için, ATATÜRK’ün uçağa binmesi engellendi… ATATÜRK, aşağıdakilerin tüm ısrarlarına rağmen Yukarı’nın uyarısına uymayı yeğledi. Bu da onun Yukarı’ya olan imanının, Yukarı’yla sürekli işbirliğinin bir işaretidir. Olay, aynı zamanda bir prekognisyon örneğidir.)
İNGİLİZ EMPEYALİZMİNİN PLANLARINI AÇIKLIYOR:
Kurtuluş savaşı sırasında Türk Milliyetçiliği adlı bir kitap yazan Fransız kadın gazeteci Berthe Georges Gaulis Anadolu’yu gezdi. Savaşı yakından izledi. Komutanlarla görüştü. Bu arada Mustafa Kemal ile sohbetlerde bulundu, sonra ülkesine dönerek bu kitabı yazdı. Bu kitabın en ilginç bölümlerinde onun “Uzağı Gördüğünü” yazmaktadır. Kadın gazeteci onun yazdığı raporun kehanet derecesinde doğru çıktığını anlatmaktadır:
“Rapor, Almanların zaferler kazandığı sıralarda kaleme alınmıştır. Savaşın sonucunu ondan başka hiç kimse doğru tahmin etmemiştir. Müttefikler arasındaki işbirliğinin hiçbir vakit bozulmayacağını, onların sefalet ve mahrumiyetlerinin Almanların maruz kaldıkları yokluk ve sıkıntılara göre çok daha hafif olduğunu anlamıştır. Kendi devletinin katıldığı ittifakın galip geleceğine inanmıyordu. Ülke kaynaklarının boşalan yerleri doldurmaya yeterli olmadığını söyleyerek Türk ordusunun zayıflamakta olduğunu ispat ediyordu. Bu sözleri birer birer çıktı.”
(İngilizlerin; ABD’le birlikte günümüzde devreye sokmaya çalıştığı bu planın adı “BOB Destekli Ilımlı İslam”dır. Günümüz yurtsever stratejistleri ATATÜRK’ün bu öngörülerinden, yıllarca önce yaptığı uyarılardan yararlansalar, herhalde; Türkiye üzerinde kötü emelleri olan sömürgen zihniyetlere karşı daha gerçekçi ve isabetli projeler geliştirilir…)
ATATÜRK İngiltere’nin planları hakkında da şunları söylüyordu:
“İngiltere; kendisine hizmet edecek bir Müslüman dünyası, Filistin’de İngiliz nüfusuna bağlı bir Hıristiyan devleti kurulması, Türkiye’nin de bu güzel ülkelerden ve bu ülkeler üzerindeki dini nüfus ve itibarından mahrum bırakılarak bir yana itilmesini planlıyordu. Bütün bu görüşler, İngiltere için yaptığı savaşın gayelerinin yerine geçecek kadar önem kazanmıştır. Bunlar aynı zamanda bizim içinde tamir kabul etmez felaket olacaktır.”
Yüce ATATÜRK Türkiye’nin tüm düşmanlarına ve saldırgan güçlerine(ama özellikle de İngilizler’e, onların yurt içindeki işbirlikçilerine) karşı çok dikkatliydi. İngilizlerle işbirliği halinde Güneydoğu Anadolu’yu yavaş yavaş sömürgen emperyalist güçlere teslim eden Osmanlı Devleti’nin son sadrazamlarından İzzet Paşa(Kasım 1918) İskenderun’un da İngilizlere teslim edilmesi gerektiğini Mustafa Kemal’e bir telgraf ile bildirmişti. İşbirlikçi hain İzzet Paşa’nın telgrafını ve Mustafa Kemal’in telgrafını aşağıda görüyoruz. İzzet Paşa’nın 08 Kasım 1918 tarihli telgrafı:
“Bu gün Britanya hükümetinden aldığı emir üzerine Visamiral Galtrop, İskenderun şehrini General Allenby tarafından bildirilecek müddet içinde teslimini talep etmiş ve kabul olunmazsa şehrin cebren işgal edileceğini bildirmiştir. Mütarekenin 7, 10, 11. maddelerine göre şehrin işgal teklifine İngilizlerin hakkı olduğu ve harbe devam etmekten mutlak surette aciz olduğumuza göre teklifin kabul edilmesi zaruri olduğu ilave edilmektedir.”
Son telgrafını çeken Mustafa Kemal şunları şöylemiştir:
“İngilizlerin dehşetli bulduğumuz en son müracaatlarının sebeplerini başka yerde aramak lazımdır ve tedricen bütün memleketimizi istila etmeye kadar varacak olan böyle dehşetli müracaatların tekrarlanacağına şüphe olmadığından asıl sebeplerin muhakeme edilmesi lüzumunu arz etmeyi vazife ederim. İngilizlerle akt olunan(imzalanan) mütarekenin maddelerinin müphem ve şümullü medlüllerini(şüpheli maddeler) bir an evvel tespit etmek lazımdır. Yoksa İngilizlerin tekliflerine bugüne kadar olduğu gibi mukabele edilmekte devam olunursa, şimdi Kilis-Payas hattına kadar olan araziyi isteyen İngilizlerin, yarın Toroslar’a kadar olan Kilikya mıntıkasını, daha sonra Konya-İzmir hattını işgal tekliflerinin birbirini izleyeceği ve ordumuzun; kendileri tarafından sevk ve idare, hatta hükümetin Britanya hükümeti tarafından intihap edilmesi gibi teklifler karşısında kalmaklığımız olasılık dışı değildir… İngilizlerin elde etmek istediklerini onlara kendi yardımımızla bahşetmek, tarihte Osmanlılık için, özellikle bugünkü hükümet için pek kara bir sayfa vücuda getirir…”
O günlerde Anadolu’nun, hele İzmir-Konya arasındaki bölgenin işgal edilme olasılığı kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu. İngilizlerin doymak bilmez açgözlülüğünü bilen ATATÜRK Osmanlı hükümetini uyarmış ama kendisini dinletememişti. Osmanlı hükümeti ATATÜRK’e inansaydı, o elde kalan kuvvetleri Anadolu-Suriye sınırında toplayacaktı. Böylelikle Anadolu’yu işgal etmeyi planlayan İngilizler yeni bir savaşı göze alamayabilirlerdi.
ATATÜRK’ÜN İNGİLİZLERİ SEVMEYİŞİNİN HAKLILIĞI ZAMAN İÇİNDE BİR BİR ORTAYA ÇIKTI:
Sömürgen Batı Emperyalizminin başrol oyuncularından İngilizlere karşı ATATÜRK’ün duyarlılığı ve bu konudaki haklılığı(yani öngörüleri/sezgileri) zamanın akışı içinde günümüzde bile hala bir bir ortaya çıkıyor. Birkaç belgesel örnek verelim: “ABD”ne ait ARCO çok uluslu şirketin yaklaşık on yıl önce açtığı ama petrol almadığı gerekçesiyle kapattığı Diyarbakır-Kayayolu sahasında; TPAO tarafından yapılan yeni çalışmalar sonucu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi’nde zengin ve kaliteli petrol yatağı bulundu.” 30 Mart’99 tarihli Cumhuriyet bunları yazıyordu. Yani Türkiye’nin sözde stratejik dostu olan ABD, Anadolu’da petrol bulmuştu ama ne kendi işletiyordu, ne de bizim işletip yarar sağlamamızı istiyordu. Çünkü Türkiye bu zenginliklerinden kendisi yararlansaydı, dışarıya bağımlılığı azalacaktı. Bu da, Kurtuluş savaşında sömürgeci arzularına kavuşamadıkları için(özellikle 1945’ten itibaren) Türkiye’yi dışa bağımlı halde tutarak bu arzularını gerçekleştirmeye çalışanların işine gelmiyordu. İşte Yüce ATATÜRK bunları bildiği için, vefatına kadar uyarılarını hep yinelemiştir. Aralık 1921’de TBMM’de şunları söylüyordu: “Biz yaşamını ve bağımsızlığını kurtarmak için çalışan emekçileriz, yoksul bir halkız. Efendiler, halkçılık; toplumsal düzenini emeğine ve haklarına dayandırmak isteyen bir toplumsal doktrindir. Biz bu hakkımızı korumak ve bağımsızlığımızı güven altında bulundurabilmek için meclisçe ve ulusça bizi yok etmek isteyen emperyalizme ve kapitalizme karşı ulusça savaşı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız.(KIRAN KIRANA, Afa Yayınları, 1992, Sayfa: 304)(13).
Günümüzde Türkiye’yi Batı’ya ve ABD’ye bağımlı kalmaya zorlayan, yalana, riyaya ve haksızlığa dayanan emperyalist politikalarla oluşacak tehlikeyi Yüce ATATÜRK 1920’li yıllarda sanki biliyormuş gibi hem Batı’yı, hem de bizleri şöyle uyarıyordu: “Amerika, Avrupa ve tüm Batı dünyası bilmelidir ki; Türkiye halkı, her uygar ve yetenekli ulus gibi kayıtsız şartsız özgür ve bağımsız yaşamaya kesin karar vermiştir. Bu meşru kararı ihlale yönelik her kuvvet, Türkiye’nin ebedi düşmanı kalır”.(ATATÜRK’ün SÖYLEV ve DEMEÇLERİ, Cilt 3, Sayfa 48, Prof. Dr. Utkan Kocatürk “KAYNAKÇALI ATATÜRK GÜNLÜĞÜ”, Türkiye İŞ Bankası, Kültür Yay. No: 294, Sayfa: 217.)(13)
Türkiye’ye karşı düşmanca ama sinsice ve ustalıklı bir riyakârlıkla sürdürülmüş olan İngilizlere karşı ATATÜRK’ün duyarlılığını ve onları niçin sevmediğini gün geçtikçe daha çok anlıyoruz. ATATÜRK çok isabetli bir öngörü ile bu konudaki uyarısını(1920’de) The Chicago Daily Chronicle gazetesi muhabiri Paul Williams aracılığıyla tüm dünyaya(uyarısını) şöyle yapıyordu: “Anadolu’daki bu hareket bir halk hareketidir… Bu gün dünya Müslümanlarının çoğunluğu Britanya tarafından fethedilen ülkelerde yaşamaktadır. Şimdi bizi ezmek isteyende Britanya’dır. İslam’a karşı açılan haçlı seferlerinin sonuncusuna geldik. Türk İslam dünyası bu tehlikeye karşı tetikte durmaktadır(Atilla İlhan, Cumhuriyet, 28.06.2002)(13). Günümüzde sömürgeciliğin ustabaşı İngilizler, ABD ile el ele olarak; Kurtuluş Savaşında elde edemediklerini şimdi çeşitli oyunlarla bizden koparmaya çalışıyorlar(14).
ATATÜRK’ün İngilizlere karşı duyarlılığını doğrularcasına, Ali Fuat Cebesoy anılarında, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki İngiliz hainliğini şöyle dile getiriyor(MİLLİ MÜCADELE HATIRALARI, Ali Fuat Cebesoy, Temel Yay.)(13):
“Kumandanı bulunduğum 20. Kolordu karargâhının Ankara’ya nakli ile burasının bir mukavemet merkezi yapılmasını kararlaştırmıştık. Kolordunun hazırlıklarını haber alan İngilizler harekete geçmiş ve bizi geciktirmek için önlem almaya başlamışlardı. Bir ay süren pürüzleri birer birer çözdük ve harekete hazır duruma geldik. Ancak bu kez ortaya yeni bir engel çıkmıştı: İngilizler vagon başına 60 altın lira talep ediyordu. Bu parayı nereden bulup verecektik? ! Kolorduya doğrudan merbut kıtalarla, Kaymakam Mahmut Bey kumandasındaki 24. Fırkamız, Ereğli-Aksaray-Kırşehir üzerinden Ankara’ya yürüyerek geldiler.”
Kurtuluş Savaşı yıllarında, düşmanlarımız arasında bize yönelik hainlik konusunda en aktif durumda olanı İngilizlerdi; bu nedenle bu düşmanın adının, ATATÜRK’le ilgili bir konuda öteki düşmanlardan daha sık geçmesi doğaldır…
İNGİLİZLERİN GİZLİ PLANLARI HAKKINDA ATATÜRK’ÜN İSABETLİ ÖNGÖRÜLERİ:
Kurtuluş Savaşı sırasında Türk Milliyetçiliği adlı bir kitap yazan Fransız kadın gazeteci Berthe Georges Gaulis Anadolu’yu gezdi. Savaşı yakından izledi. Komutanlarla görüştü. Bu arada Mustafa Kemal ile sohbetlerde bulundu, sonra ülkesine dönerek bu kitabı yazdı. Bu kitabın en ilginç bölümlerinde onun “Uzağı Gördüğünü” yazmaktadır. Kadın gazeteci onun yazdığı raporun kehanet derecesinde doğru çıktığını anlatmaktadır:
“Rapor, Almanların zaferler kazandığı sıralarda kaleme alınmıştır. Savaşın sonucunu ondan başka hiç kimse doğru tahmin etmemiştir. Müttefikler arasındaki işbirliğinin hiçbir vakit bozulmayacağını, onların sefalet ve mahrumiyetlerinin Almanların maruz kaldıkları yokluk ve sıkıntılara göre çok daha hafif olduğunu anlamıştır. Kendi devletinin katıldığı ittifakın galip geleceğine inanmıyordu. Ülke kaynaklarının boşalan yerleri doldurmaya yeterli olmadığını söyleyerek Türk ordusunun zayıflamakta olduğunu ispat ediyordu. Bu sözleri birer birer çıktı.”
ATATÜRK İngiltere’nin planları hakkında da şunları söylüyordu:
“İngiltere; kendisine hizmet edecek bir Müslüman dünyası, Filistin’de İngiliz nüfusuna bağlı bir Hıristiyan devleti kurulması, Türkiye’nin de bu güzel ülkelerden ve bu ülkeler üzerindeki dini nüfus ve itibarından mahrum bırakılarak bir yana itilmesini planlıyordu. Bütün bu görüşler, İngiltere için yaptığı savaşın gayelerinin yerine geçecek kadar önem kazanmıştır. Bunlar aynı zamanda bizim içinde tamir kabul etmez felaket olacaktır.”
1.DÜNYA SAVAŞINDA ALMANLAR’ın NİYETİYLE İLGİLİ ÖNGÖRÜSÜNÜ ATATÜRK ŞÖYLE AÇIKLIYORDU:
“Falkenhayn kendisini dinleyenlere her şeyden önce bir Alman olduğunu ve Almanya’nın çıkarlarını düşündüğünü söylemek cesaretini kendinde buluyor. İki ay içerisinde o, bütün kuvvetlerini kullanarak en büyük zaferlerden birini kazanmış bir komutan olarak çıkacak. O zaman İmparatorluk elimizden çıkarak bir Alman sömürgesi olacaktır. Bu amaca ulaşmak için de bizim altınlarımızı, ordumuzu son erine kadar kullanacaktır.”
Enver Paşa bu rapora kısa ve kuru bir cevap verecektir. Falkenhayn, Filistin cephesinde komutan olarak bırakıldı. Mustafa Kemal gözden düştü. Olaylar yine onu haklı çıkardı. Yenilgiler birbirini kovaladı. 4, 7 ve 8. Ordular Komutanlığına getirildi. Rüyası gerçek olmuştu. Bağdat üzerine yürüme hazırlığı yaparken İstanbul’daki bir dostundan şifreli bir telgraf aldı. Mütareke olmuştu. O’da İstanbul’a dönmek zorunda kaldı.
Osmanlı ordusu içerisinde geleceği görebilen ve söyledikleri önce hayal olarak kabul edilen ve zamanı gelince olayların çıkması karşısında kabul edilen Mustafa Kemal’in her söylediği gerçek olmuştur.
Almanların bu gizli isteklerini ondan başka hiç kimsenin düşünmemesi, hatta bilememesi dikkat çekicidir. Daha savaşın başında ya da ortalarında Çanakkale savaşı sonrasında İttifak Devletleri ile ayrı bir barış anlaşması imzalansaydı, Osmanlı işgal edilmeyecek, devlet yaşamını sürdürecekti. Enver Paşa, Almanlarla sonuna kadar gidelim, biz kimseyi yarı yolda bırakmayız dediği için savaş kaybedilmiş ve fatura ağır ödenmiştir.
Bu arada Alman hayranlığıyla gözleri dönen İttihat ve Terakki Partisi yöneticileri, ne dostları Almanların gizli niyetlerini, ne de İngilizlerin siyasi planlarını biliyorlardı. Bunları bir tek bilip açıklayan Mustafa Kemal’di, ona da inanan yoktu.
OSMANLININ NASIL İŞGAL EDİLECEĞİNİ DE ATATÜRK ÖNCEDEN BİLMİŞTİ:
Mustafa Kemal savaşın son zamanlarında güneydeki Yıldırım Orduları Komutanlığı’na atanmıştı; ama savaşta bitmek üzereydi. Hükümet devrilmiş İzzet Paşa Sadrazam(Başbakan) olmuştu. Bu arada mütareke şartlarına göre Osmanlı ordusu silahtan arındırılıyordu. Mustafa Kemal, kendisine tebliğ edilen şartların iyi olmadığını, bundan düşmanların aleyhimize kolayca istifade edebileceklerine işaret ederek Sadrazam ve Başkumandanlık Erkânı Harbiye Reisi Paşa’ya çektiği telgrafta:
“Her ne olursa olsun İngiltere ile yapılan anlaşma, Devleti Osmaniye’nin siyaset ve selametini kâfi mana ve mahiyette değildir” deyip, Anadolu’nun işgal edileceğini bildiriyordu.
İzzet Paşa verdiği cevapta, “mütarekenin şartlarına her ne pahasına olursa olsun uymak lazım geldiğini, muğlâk(açık olmayan) kısımların tavzihine imkân bulunmadığını, İngilizlere hürmetkâr muamele etmek icap eylediğini” bildiriyordu.
Mustafa Kemal cevap verdiği telgrafta şöyle yazıyordu:
“Düşmanların her dediğine semina ve atana(baş üstüne) demekle tevellüt edecek akıbet, bütün memlekete müstevlileri(işgalcileri) sahip etmek olacaktır. Bir gün Osmanlı kabinesinin düşman tarafından tayin edileceğini göreceksiniz.”
ATA’nın bu kehanetleri aynen çıkarken, İngilizler daha sonra İstanbul’u işgal ettiler. Arkasından Yunanlılara destek vererek Anadolu’ya çıkmalarına yardımcı oldular.
YÜCE ATATÜRK’ÜN “Geldikleri gibi gidecekler!” ÖNGÖRÜSÜ…
Almanya hayranlığıyla 1. Dünya Savaşına giren Osmanlı İmparatorluğu her şeyini kaybetmiş durumdaydı. 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Mütarekesi ile Türk toprakları işgale uğruyordu. Haçlı seferleri bittiğinden bu yana Avrupa’dan yüzyıllar boyunca istilacılar gelememişti. Ancak 1918 sonunda İtilaf devletleri bu topraklara geldi. Osmanlı İmparatorluğu topraklarını kaybettiği gibi tarih sahnesinden de çekilmekteydi. İstanbul’un işgal edildiği günlerde, kente dönen Mustafa Kemal, düşman zırhlılarını Dolmabahçe önünde gördüğü zaman büyük bir üzüntüye kapılmış ve sadece şu kehaneti söylemiştir: “Geldikleri gibi gidecekler.”
MORAL VERME ve İKNA GÜCÜ, ÖNGÖRÜSÜ KADAR GÜÇLÜYDÜ…
17 Nisan 1915 tarihine kadar, düşmanın yaptığı hücumlar püskürtülürken, Mustafa Kemal; emrindeki subayları toplayarak onları, psikolojik olarak rahatlatmayı da ihmal etmiyordu ve Komutanlarına şöyle diyordu:
“Düşmanı altı günden beri iki defa taarruz ederek sarstığımız ve arazinin zorluğundan dolayı neticeye kadar şiddetli takip edememek yüzünden barınabilen aksamı himayesinde çıkarmakta olduğu ve fakat şimdiye kadar mahvettiğimiz düşman kuvvetlerinin iki fırkadan fazla olduğu anlaşılmıştır. Seddülbahir’de Kumkale cihetinde de hal hemen aynı olmuştur.
Karşımızda bulunan düşmanı bire kadar hepimiz ölerek behemal denize dökmek lazım olduğu kanaati vicdaniyesindeyim. Vaziyetimiz düşmana nazaran zayıf değildir. Düşmanın kuvvei maneviyesi(morali) mahvolmuştur. Mütemadiyen siper yapmakla kendisine çıkış aramaktadır. Siperlerin civarına birkaç mermi düşürmekle hemen kaçmaya kalktıklarını görüyorsunuz. Düşmanı Salihlerimizden bir an evvel atmak gayet vatani bir vazifedir.”
Mustafa Kemal, 4 Mayıs 1915 tarihine kadar Arıburnu’nda düşmana karşı başarılı savaşlar verir. Savaşı cephenin en yakın noktalarından idare eder; ama düşman komutanlarının atacakları her adımı da bilir. Nereye asker çıkartacaklarını, durumlarını, düşüncelerini, planlarını hisseder. Türk askerini ona göre yönlendirir. Gerçekte tüm kuvvetler ona verilseydi, düşmanı daha erken bir zamanda yenebilirdi. Rütbesi yetmemesine rağmen başarıları Osmanlı ordusunda olay yaratmıştır. Ayrıca yeni savaş taktiklerini de kullanmıştır.
Çanakkale Savaşlarının mucizevî olaylarından bir tanesi de, Conkbayırı’nın arkasına saldıracak düşmanın harekâtını iki ay öncesinden bildirmesidir. Buna göre plan bile hazırlayan Mustafa Kemal, Esat Paşa ve kurmay subaylarını bu tezine inandıramamıştı. İki ay sonra oradan hücum eden düşmanı ise yine kendi durdurmayı başarmıştır. Bir kez daha Geleceği Önceden Görerek tedbirlerini almıştır.
BESBELLİ Kİ, YÜCE PLANLAR TARAFINDAN KORUNUYORDU…
MUSTAFA Kemal bir savaşı bizzat cephe üzerinde yönetmek üzere maiyetiyle birlikte at üzerinde Conkbayırı’na doğru ilerlerken, bir düşman uçağı alçalarak üstlerine doğru gelmeye başladı. Subaylar kaçtılar. O zamanlar böyle asker gurubu gören savaş pilotları makineli tüfeklerini kullanarak saldırırlardı. Mustafa Kemal soğukkanlılığını koruyarak yanında kalan bir subayla patikanın ortasından ilerlemeye devam etti. Uçak onları bir süre yakından izlediyse de sonra uzaklaşıp gitti. İşin ilginç tarafı uçak saldırıya geçmemişti. Mustafa Kemal en küçük bir korku duymadan yolunu bile değiştirmemişti.
Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan Osmanlı İmparatorluğu son zamanlarını yaşarken, İstanbul’u işgal eden İngiliz, Fransız ve İtalyan İşgal Kuvvetleri Komutanı Armstrong aynı zamanda Çanakkale Savaşları’na da katılarak Mustafa Kemal’le savaşmıştı. 1925 yılında yazdığı Bozkurt adlı kitapta mucizevî bir olayı şöyle anlatıyordu:
“Çanakkale’de karşılıklı siperlerde binlerce asker karşı karşıya gelmişti. Savaşa ara verildiği zamanlarda Türk askerine moral vermek isteyen Mustafa Kemal siperlerin önüne çıkar ve sigara içerdi. Ona ateş eden düşman askerleri Paşa’yı vuramazken, Mustafa Kemal de eline aldığı tüfekle cevap verir ve isabetli atışlarla askerlerimizi vururdu. Aradaki mesafe 25- 30 metre arasında değişiyordu. Bizim askerler artık korkmaya başlamışlardı. Biz ise onlara yalan söylemek zorunda kalıyorduk. Ateş ettiğimiz kişi Mustafa Kemal değildir, diyerek askerlerin morallerini düzeltme çalışıyorduk.”
Çok enteresan bir olay değil mi?
Çanakkale Savaşlarındaki mucizeler bitmez… O müthiş insan Conkbayırı’nda kendisine isabet eden bir şarapnel parçasıyla az daha yaralanıyordu. Cebindeki cep saati onu korumuştu. Bu saati Mustafa Kemal’den hatıra olarak isteyip saklayan Liman Von Sanders’in yıllar sonra evine giren hırsız saati çalarak kayıplara karıştı.
Çanakkale Savaşları sırasında birçok mucizeler gerçekleşirken, Mustafa Kemal’in de başından bazı olayların geçmesi ilginçtir. Gerçekte Çanakkale cehenneminden çıkması da onun gelecekteki görevleri için korunduğunu göstermektedir.
ATATÜRK’ÜN HABERCİ RÜYALARINDAN BİRİ:
Mustafa Kemal zaman zaman gördüğü rüyalarla çeşitli olayları hissedebiliyordu; tıpkı annesi Zübeyde Hanım’ın vefatını hissetmesi gibi.
Tarih 14 Ocak 1923. gece yarısı, Mustafa Kemal’in özel treni Eskişehir’e doğru gidiyor. Bu yolculuk bir kamuoyu yolculuğu olacak ve Gazi savaş sonrası Anadolu’sunda bazı şehirlerin nabzını yoklaya yoklaya İzmir’e giderek hem annesini, hem de Latife Hanım’ı görecek. Ama o gece çok sıkıntılı ve bir türlü uyku uyuyamıyor. Kompartımanın kapısı önünde Ali Çavuş nöbet tutmaktadır. O sırada şifreli bir telgraf gelmiş, şifresi çözülmemektedir. Birden içeriden ses gelir. Mustafa Kemal seslenmektedir. Çavuş kompartımanın kapısını açıp selam durur:
“Emret Paşam!”
Mustafa Kemal yatağına oturmuş telaşla sorar:
“Ne demeye kapıda bekliyorsun?”
“Nöbet tutuyorum Paşam”
“Annemden bir haber var mı?”
Ali Çavuş bir şey yokmuş gibi durmaya çalışır.
“Boşuna kıvranma Ali, benden bir şey saklamaya çalışma ben haberi aldım.”
“Ne haberi aldın ki Paşam? Hayır haber inşallah!”
Mustafa Kemal rüyasını anlatmaya başlar:
“Az önce dalmışım; rüyamda yeşil bir ovada annemle el ele geziniyorduk. Her zaman olduğu gibi bana bir şeyler anlatıyordu. Birdenbire fırtına çıktı. Bir sel bastırdı, annemi aldı götürdü. Hiçbir şey yapamadım. Hiç, hiç…”
Ali Çavuş’u bir titremedir alır, derken Mustafa Kemal emir verir:
“Çabuk al getir şu telgrafı hemen.”
Ali Çavuş kompartımandan çıkar çıkmaz telgrafı getiren görevliyle karşılaşır.
“Ver onu, Paşamız bekliyor.”
Kâğıdı alıp içeri girer ve selam durarak “Sen sağ ol Paşam” der.
“Millet sağ olsun” derken Mustafa Kemal ağlamaya başlar.
Çavuş, “Ağlama Paşam” deyince, Mustafa Kemal:
“Neden? Ben insan değil miyim? Annem öldü. Ben buna ağlarım. Ama vatan kurtuldu. Bununla teselli bulurum. Benim için ikisi bir. Ben bunun için Namık Kemal’e ‘Bulunur kurtaracak bahtı kara kaderini’ diye cevap vermedim mi?” der.
ATATÜRK ve “19”
ATATÜRK’ün yaşamında onun hemen hemen hepsi isabetli öngörülerinin yanı sıra “19” rakamının dikkat çekici bir yeri olmuştur. Bu gizemli rakam, her nasılsa, onun doğumundan başlayıp, ölümüne kadar yaptığı her işte tarih olarak ortaya çıkmıştır(15).
Beyin cerrahı Muammer Yüksel ile biyofizik uzmanı Dr. Erhan Kızıltan, bir bilimsel araştırma için bir araya gelip çalışmaya başlar. Bu araştırma için gerekli olan bilgisayar programını Dr. Erhan Kızıltan yazar. Programın çalışıp çalışmadığını denemek için o sırada bilgisayarda tam metni hazır olarak bulunan Atatürk’ün 15- 20 Ekim 1927 tarihleri arasında CHP kongresinde okuduğu Büyük Nutuk’unu programa koyarlar. Bir süre sonra, program Nutuk’un içinde her kelimenin kaçar kez tekrarlandığını ortaya çıkarır. İki bilim adamı, ilk olarak Nutuk’ta:
19’ar kez tekrarlanan kelimeleri ilk kullanım sıralarına göre bir araya getirerek bir metin ortaya çıkarırlar. 19 rakamı Atatürk’ün hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü:
- Atatürk 19. yüzyılın bitmesine 19 yıl kala 1881 de doğdu(1881, 19’un 99 katıdır.).
- 1881, Rumi takvime göre 1297’ye denk gelir(1 + 2 + 9 + 7= 19).
- Selanik’te doğdu. Selanik sözcüğü “ebced” hesabıyla(Arapçada her harfin sayısal bir değeri olduğunu belirten hesap) değeri 171’dir(171, 19’un 19 katıdır).
- Nüfus kütüğünde sıra numarası 19’dur.
- Nüfus cüzdan numarası 999814’tü(Bu sayı 19’un 52’306 katıdır).
- İstanbul Harp Okuluna 1900’de kayıt oldu(1900, 19’un 100 katıdır), bu sırada yaşı 19’du.
- Harp akademisine 57. devre olarak girmişti(57, 19’un 3 katıdır).
- Atatürk Harp Okulunu 20. olarak bitirdi. Subaylardan birisi yabancıydı. Bu nedenle mezun olan 19. subay oldu.
- Yüzbaşı olarak orduya katılış sırası 38’di(19’un 2 katıdır).
- Çanakkale Savaşlarının zaferle sonuçlanmasında büyük rol oynayan 19. tümeni kurdu.
- 19 Mayıs 1915’te Albay oldu.
- Komutanı olduğu alayın numarası da 38’di(19’un 2 katıdır).
- Komutanı olduğu bir başka alayın numarası 57’ydi(19’un 3 katıdır).
- 19 Mart 1916’da Tuğgeneral oldu.
- 19 Aralık 1904’te Yıldız Sarayına çağrıldı.
- 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşını başlattı. O zaman 38 yaşındaydı(yani 19’un 2 katı).
- Atatürk’ü Samsun’a götüren Bandırma vapurunun 19 yolcusu vardı.
- Samsun’da 19 gün kaldı.
- 4 Temmuz 1919’da Erzurum’a gitti, 19 gün sonra 23 Temmuz’da Erzurum Kongresini topladı.
- 4 Eylül 1919 Sivas Kongresinden 114 gün sonra 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gitti (114, 19’un 6 katıdır.
- Milli Mücadeleye başlaması için komutanlarıyla yaptığı konuşmanın tarihi 19 Kasım 1919’du.
- TBMM’nin kurulmasına 19 Mart 1920’de karar verdi.
- 19 Eylül 1921’de Mareşallik ve Gazilik unvanı aldı.
- Gençliğe hitabede 19 cümle vardır.
- Mustafa Kemal Atatürk adında 19 harf var.
- Atatürk’ün Latife Hanım ile olan evliliği 912 gün sürdü(912, 19’un 48 katıdır).
- 10 Kasım 1938’de öldü.(1938, 19’un 102 katıdır).
- 57 yıl yaşadı(19’un 3 katıdır).
- Yaşamının ilk 19 yılında askerliğe hazırlandı. İkinci 19 yılında asker olarak hizmet verdi. Üçüncü 19 yılında ise ülkenin kurtarıcısı ve devlet başkanı olarak görev yaptı.
- Öldüğünde yatağının altında bulunan otomatik silahta 19 mermi vardı.
- Cenaze namazı 19 Kasım 1938’de Dolmabahçe camiinde kılındı.
- Atatürk’ün ölümü üzerine silah arkadaşı İsmet İnönü’nün Türk milletine yazdığı beyanname 19 cümledir.
- Cenazesinde çalınan Chopin’in cenaze marşının numarası 19’dur. Bu marşta 19 nota vardır.
- Miras olarak 19.000lira bırakmıştır(yani 19’un 1000 katı)
- “Ne mutlu Türk’üm diyene” cümlesi 19 harftir.
- “İstikbal göklerdedir” cümlesi de 19 harftir.
- İstanbul Akaretlerde kaldığı evin numarası 19’dur.
İşte bu nedenle, Nutuk’ta 19’ar kez tekrarlanan kelimelerden bir metin oluşturan Dr. Muammer Yüksel ile Dr. Erhan Kızıltan, Osmanlıca sözcükleri günümüz Türkçesine çevirir, bazı eksik cümleleri, anlamını bozmayacak şekilde tamamlar. Sonuçta ortaya şu şaşırtıcı metin çıkar:
“Tüm seçkin temsilciler; millete hizmet etmek yerine, görevlerini yerine getirmemektedirler. Bunların kanunlara bilfiil uymaları gerektiğini belirtiniz. Şunu söyleyiniz: yakın zamana kadar mevcut faaliyetleri başka gözle görmeye çabalayanlar artık durumun farkına varmışlardır. Kumandanların(Askerler ve Yöneticiler) hizmet etmelerine siz engel oluyorsunuz. Olayları tam olarak düşünen her kişi bunun nedeninin, hükümet olduğunu görür.” “Tüm Başbakanlık sistemi bizce suiistimal edilmektedir. Toplanacak taraflar sayıca az olsa bile azami sayıdaki düşmanın karşısında durmalıdır. Bu çağrıyı yapması gereken yüzbaşılardır. Büyük şerefli cephe düşünülmelidir.”
Bu metin iki bilim adamını çok şaşırtır. Çünkü günümüz Türkiye’si ile ilgili ipuçları vermektedir. Bir başka deyişle Atatürk, 100 yıl önceden Türkiye’de olup bitecekleri görmüş gibidir.
Dr. Muammer Yüksel ile Dr. Erhan Kızıltan, araştırmaları sırasında 19’ar kez tekrarlanan(Türkçe) sözcükler de bulur. Bu sözcüklerle oluşturdukları metin ise, Türkiye’deki bölücülük hareketlerinin ne aşamaya geleceğini 100 yıl önceden gösterir gibidir.
“Maksadın anlaşılıyordu. Tarihi vilayetin ahalisini bölüp Diyarbakır Kürt devletinin kurulmasına yol açmak. Memleketin içinde bulunduğu durum kesinlikle birisinin duruma müdahale etmesini gerektirecektir. İçinde bulunulan somutsuz koşullar gereğince bağımsız guruplar harekete geçecektir. Yirmi vakit sonrasında bu değerlendirmeyi kim yapacak ve eyleme geçecektir.”
Bu metin de yer alan “Yirmi Vakit” ifadesini ilgi çekici bulan iki bilim adamı bir araştırma yapar. Vardıkları sonuç şaşırtıcıdır.
Güneydoğu’da bir Kürt devleti kurmak için yola çıkan Abdullah Öcalan PKK’yı 1978’de kumuştur. Öcalan 1999’da yakalanmıştır. Bir başka deyişle eylemlere başladığı yıl ile yakalandığı yıl arasında 21 sene vardır. Bu da Atatürk’ün “Yirmi Vakit” deyimine uygun bir zamandır. İki bilim adamının yorumuna göre, bu 20 vakit dolmuştur. Ve ülkenin bölünmesini engellemek için eyleme geçilmesi zamanı gelmiştir. Nutuk’un 2 bölüm halinde kitaplaştırıldığını göze alan Dr. Muammer Yüksel ile Dr. Erhan Kızıltan, kitabın belgeler bölümünde de 19’ar kez geçen sözcükleri arayıp bulur ve yeni bir metin ortaya çıkarır(16).
“Düşündüklerini açıkça söyleyen pek çok kişinin ortak fikri; hükümetin bu gün dünyaya yakın durmasının asıl nedeninin, seçimle kendilerine verilen gücü kullanarak, sisteme resmen aykırı fikirleri uygulamaya çalışmasıdır. Gerçek Ankara’nın dikkatini çekmek zorundadır. Rüşvetçi valilerin(yöneticiler) Cumhuriyet ilkeleri yerine, kendi çıkarlarına yönelmeleri müdahaleyi gerektirir.”
Dr. Muammer Yüksel ile Dr. Erhan Kızıltan bu son metnin günümüz Türkiye’sini anlattığını düşünüyor. İki bilim adamı bu çalışmayı kitap haline getirdi. Kitap’tan çıkan ve “Nutuk’taki Gizli Hitabe” adını taşıyan kitabın önümüzdeki günlerde epey tartışma yaratacağı ortada. Çünkü kitapta Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin hangi anlama geldiği ve hitabedeki uyarıların hangi zaman diliminde geçerli olacağı da yine 19 formülü ile açıklanıyor.
Sonuç olarak;
Zamanın ilerisindeki adam olarak nitelenen Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün 100 yıl önce yazdığı Nutuk, günümüz Türkiye’sinin içinde bulunduğu durumu çok net olarak ortaya koyuyor.
ATATÜRK’ÜN BUGÜNKÜ SINIRLARIMIZLA İLGİLİ ÖNGÖRÜSÜ:
1907 yılında Mustafa Kemal Atatürk bir toplantıdadır. O toplantıda arkadaşlarıyla konuşmaktadır. Ülke meseleleriyle ilgili konuşmalar yapmaktadır. Herkes Osmanlının geleceğinin ne olacağını konuşurken, masada oturan Atatürk bir ara eline kâğıt kalem alarak bir harita çizmeye başlar. Tamamladığı zaman ortaya garip bir harita çıkmıştır; çünkü dönemin Osmanlı topraklarını gösteren haritalardan çok farklı bir şeydir. Arkadaşları Mustafa Kemal’e sorarlar, “Bu nedir?” diye. O’nun yanıtı ise şu olur:
“Gelecekteki Türk Devleti’nin sınırları bunlar olacak.”
Onun çizdiği harita bu günkü Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarını gösteren haritadır.
Haritada bugünkü sınırlarımıza uymayan küçük bir fark vardır. Atatürk, bizden ayrılmasına bir türlü razı olmadığı Musul ve Kerkük ‘ü de Türkiye topraklarına katmıştır. Osmanlı İmparatorluğu o tarihte Arnavutluk’tan başlayıp Ortadoğu’nun büyük bir bölümüne kadar uzanan topraklara sahip bir imparatorluktur. Dolayısıyla, 5 milyon km²’lik toprağa sahip Osmanlı için bugünkü Türkiye Cumhuriyeti haritası bir anlam ifade etmezdi.
Kurtuluş Savaşı kazanılınca, İngiltere ve Fransa ile İsviçre’nin Lozan kentinde başlayan barış görüşmeleri aylarca sürdü. Genç Türkiye Devleti, İngiltere ve Fransa ile aynı haklara sahip olabilmek için mücadele verdi. İngiliz ve Fransız delegeler her isteğimizi kabul ettiler. Tek kabul etmedikleri şey, Musul ve Kerkük’ün Türkiye’de kalmasıdır; çünkü bu şehirler petrol yönünden çok zengindir. Tartışmalar o kadar çok şiddetli olur ki hatta Lozan görüşmeleri tıkanır. Türkiye’yi temsil eden İsmet İnönü Şubat ayında Ankara’ya döner. Meclise ve Mustafa Kemal’e gelişmeleri anlatır. Son noktayı Mustafa Kemal koyar, nedeni de İngilizlerin Musul ve Kerkük için savaşı göze almalarıdır. Yıllardır savaşmaktan bıkan halkı yeni bir maceraya sürüklemek istemeyen Atatürk, Türk Devletine Musul ve Kerkük petrollerinden hisse verilmesi üzerine Lozan anlaşmasının imzalanmasına onay verir.
1907 yılında Mustafa Kemal’in bu haritayı çizmesini, onun geleceği görebilme yeteneğinin en üst düzeyine çıkmış olmasıyla açıklayabilirim. Gün geçtikçe güçsüzleşen Osmanlı imparatorluğu’nun topraklarında gözü olan ülkeler, saldırıya geçmek için uygun zaman beklemektedirler. Çok sürmez bu bekleyiş; 1911 yılında İtalyanlar Trablusgarp’a yani bugünkü Libya’ya saldırırlar, bir yandan da On iki Ada’yı işgal ederler. Arkasından Balkan Savaşı kopar. Osmanlıların eski komşuları Sırbistan, Bulgaristan, Karadağ ve Yunanistan birleşerek saldırıya geçer. İki cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti İtalyanlarla anlaşma yapar ve Trablusgarp’ı bırakmak zorunda kalır.
Bu sırada Balkan Devletleri Edirne’yi alır ve antlaşma yapılır. Daha sonraları birbirine düşen Balkan Devletlerinin bu durumundan faydalanan Osmanlı Devleti Edirne’yi geri alır. 1913 yılında imzalanan Bükreş anlaşmasıyla Osmanlı Devleti Edirne’ye kadar geri çekilir. Atatürk’ün 1907 yılında çizmiş olduğu haritanın bir kısmı 1913 yılında ortaya çıkmış ve çizilmeye başlanmıştır. 1. Dünya Savaşı sonunda ise tüm Ortadoğu kaybedilmiş, ardından da Anadolu işgal edilmiştir. Düşman işgali altında yaşamamak için başlatılan Kurtuluş Savaşı sırasında ilk önce Türkiye’nin bu günkü doğu sınırı çizilir. Bunu, Güneydoğu illerimizin kahramanlıkları sonucunda Fransızların geri çekilmesiyle bugünkü güneydoğu sınırlarımız izler. En sonunda 9 Eylül 1922 yılında yunan ordusu İzmir’i boşaltarak Anadolu topraklarından çekilmiş olur. Zafer kazanılır. Haritanın çizimi 15 yıl sonra bitmiş olur.
ATATÜRK, öngörülerini uygun gördüğü kişilerle paylaşmayı sürdürüyordu. Bunlardan biri de Bulgar İvan Manelof’tur.
Bulgar Türkoğlu İvan Manelof ile 1906 yılında Selanik’te konuşuyorlardı. ATATÜRK gelecekte ne gibi olayların ve yeniliklerin olacağını ona anlatmıştı. ATATÜRK, Manelof’a, “Bir gün gelecek, ben hayal olarak kabul ettiğiniz bu inkılâpları(devrimleri) başaracağım. Mensup olduğum Türk milleti bana inanacaktır. Düşündüklerim demagoji mahsulü değildir. Bu millet gerçeği görünce arkasından yürür. İşte bunları yapacağım: Saltanat ortadan kalkacaktır. Devlet mütecanis(her türlü) bir unsura dayanacaktır. Din ve devlet işleri birbirinden ayrılacaktır. Batı medeniyetine döneceğiz. Batı medeniyetine girmemize engel olan yazı atılarak Latin kökünden alfabe seçilecektir. Kadın ve Erkek arasındaki farklar ortadan kalkacaktır. Her şeyimizle batılı olacağız. Emin olunuz ki bunların hepsi olacaktır.”
DAHA YÜZBAŞI İKEN, KİMLERİN HANGİ MAKAMLARDA BULUNACAĞINI BİLİYORDU…
Mustafa Kemal yüzbaşıyken, Selanik’te arkadaşlarıyla eğlenip yemek yerken, konuşmaları arasında hepsine birer makam dağıtırdı. Arkadaşları onun şaka yaptığını düşünür ve eğlenirlerdi. Sonra da ona sorarlardı:
“Peki, sen ne olacaksın?”
O da şöyle yanıtladı:
“Sizlere bu rütbeyi, makamı veren şahıs olacağım.”
O zamanlar söyledikleri zamanla gerçek olmuştur.
Burada şu noktayı da anımsamakta yarar var: Mustafa Kemal soy olarak Osmanlı hanedanından gelmemektedir. Saraydan bir prensesle evlense bile asla tahta çıkma ihtimali yoktur; çünkü tahta çıkma hakkı sadece Osmanlı hanedanının erkeklerine verilmişti. Sonuçta hanedanın soyundan gelen erkekler padişah olabiliyordu.
Biz yine onun öngörülerine(precognition) geri dönelim. Örneğin kendisinden daha kıdemli bir asker olan Fethi Okyar Bey’e “Seni sadrazam yapacağım” demişti. Yani başbakan olacağını açıklamıştı. Yıllar sonra Fethi Bey başbakanlık ve parti başkanlığı görevini Mustafa Kemal’den aldı. Görev yaptı. Olayın ilginç tarafı, ATATÜRK bu öngörüsünü söylediği zaman Fethi Bey Binbaşı, Mustafa Kemal önyüzbaşıdır.
Onun bu davranışlarını alaya alanlar olurdu. Yine kendisine sormuşlar ve yine aynı yanıtı almışlardı:
“Ben mi… Ben sizleri bu mevkilere getiren insan olacağım.”
Bu öngörü, ister istemez bizlere şunları düşündürüyor: Bunları söylediği ve düşündüğü tarihler 1907- 1908 yıllarıdır. O zaman şu da açıklığa kavuşuyor:
Zamanı gelince cumhurbaşkanı olacağını biliyordu.
YARARLANILAN ESERLER:
- ATATÜRK ve PARAPSİKOLOJİ, Ali Bektan, Yakamoz yayınları.
- BİTMEYEN OYUN, Metin AYDOĞAN, Umay Yayınları.
- ATATÜRK’ü ANLAMAK, Akif. H. PAR + M. Agâh ÖNEN(Serhat Yayıncılık).
DİPNOTLAR:
(1) BÜYÜK İNİSİYELER, Ruh ve Madde Yayınları.
(2) * GİZLİ PARAPSİKOLOJİ SAVAŞI, Ruh ve Madde Yayınları.
* SOVYET RUSYA RUHU ARIYOR, Ruh ve Madde Yayınları.
* TARTIŞMALI BİLİM PARAPSİKOLOJİ, Richard Broughton ,
(3) ATATÜRK ve PARAPSİKOLOJİ, Ali Bektan, Yakamoz yayınları.
(4) MU Uygarlığıyla ilgili kitaplar Ruh ve Madde Yayınlarından sağlanabilir.
(5) ATATÜRK’te KONULAR ANSİKLOPEDİSİ, Yapı Kredi Yayınları(2. Baskı, Sayfa: 446), ATATÜRK’ün SÖYLEV ve DEMEÇLERİ- 1. Cilt(Sayfalar: 216, 217, 279, 281, 447), Seyfettin TURAN.
(6) CUMHURİYET DÖNEMİ SAĞLIK HİZMETLERİ TARİHİ, Prof. Dr. Ahmet SALTUK(Bilim ve Ütopya Dergisi, Sayı: 44, Sayfa: 18).
(7) DEVLETÇİLİK İLKESİ, Prof. Dr. Afet İNAN(Türk Tarih Kurumu Basımevi- 1972).
(8) UYANIN ARTIK, Prof. Dr. Çetin YETKİN(Gazete Müdafaa-i Hukuk, 15.12.2000).
(9) BİTMEYEN OYUN(27. Basım), Metin AYDOĞAN, Umay Yayınları.
(10) MİLLİ KURTULUŞ TARİHİ, Doğan AVCIOĞLU(Cilt 3, sayfa:1661).
(11) ATATÜRK’ü ANLAMAK, A. H. PAR + M. A. ÖNEN(Serhat Yayınları).
(12) ATATÜRK ve PARAPSİKOLOJİ, Ali Bektan (Yakamoz Yayınları).
(13) BİTMEYEN OYUN(27. Baskı), Metin Aydoğan.
(14) Bu konuda belgesel örnekler için bkz. BİTMEYEN OYUN, Metin Aydoğan; İBLİSİN KIBLESİ, Cengiz Özakıncı; KÜRESEL TUZAK, Bahadır S. Dilek; FAŞİZMİN AYAK SESLERİ, Erol Manisalı; AVRUPA BİRLİĞİNİN NERESİNDEYİZ? , Metin Aydoğan; ALLAH İLE ALDATMAK, Yaşar Nuri Öztürk.
(15) Kur’an ve “19” .
(16) Bu metin internet ortamından alınmıştır.