Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

12 Ocak 2011 Çarşamba

Devre Sonunun Şu Bitiş Günlerinde ‘AN’da KALABİLMENİN ÖNEMİ...

Devre Sonunun
Şu Bitiş Günlerinde
‘AN’da KALABİLMENİN ÖNEMİ...
DERLEYEN: Selman Gerçeksever
     
Enkarnasyon ortamımız olan doğaya sâdece  fiziksel yaşamımızı sürdürebilmek için bağlı değiliz. İçinde bulunduğumuz çevre (doğa ve toplum) içsel gelişimimiz için gerekli donanım (içsel gelişim olanakları ve ‘nimetleri’)(1) ile doludur. Tekamül (içsel gelişim) ve hizmet için enkarne durumda bulunduğumuz bu ortama esasen bundan dolayı bağımlıyız. Başka bir deyişle; bizim, bize, kendi zihin hapishanemizden çıkış yolunu, ‘yuva’ya(2) giden yolu göstermesi için esas olarak  doğaya ve toplu halde yaşamaya ihtiyacımız var. Ancak, bu enkarnasyon ortamında ve devre sonun şu bitiş  günlerinde (yani, “yeni insanlık”ın arefesinde) genel görünüm olarak  büyük ölçüde ‘kaybolmuşluk’u ve dolayısıyla ortamın tutsaklığını yaşıyoruz.Tutkularımızın, özdeşleşmelerimizin, maddesel câzibenin ve beşeri koşullandırmaların, kısaca egosal zihnin güdümünde bulunuyoruz.  Çünkü günlük yaşamımızın büyük bir kısmında ‘AN’dan uzağız... Oysaki, şuurlanarak buraya egemen olmaya (realitemizde ‘pişip’, onun üzerine çıkmaya, yeni insanlığa aday olmaya, ya da bulunduğumuz realiteye egemen olmaya) gelmiştik.

Yaşam, olduğu gibi ve her şey ile bu varlıksal hedefin aracıdır. Sadece içinde bulunduğumuz bu yaşamda değil, evrenler boyu (ruh varlıkları olarak) yaşamları deneyimleyerek; giderek daha süptil (ve dolayısıyla da müessir) hale gelmeye çalışıyoruz.(3) Yani esas olan; ister bu dünyada herhangi bir realitede, isterse evrenin herhangi bir zaman-mekan kesindeki tekamül ortamında, yukarıda değinip geçtiğimiz ‘kaybolmuşluk’tan kurtulmaktır esas olan. Söz konusu kaybolmuşluktan kurtulmak için de, şimdi burada (hangi realitede olursak olalım) önce; uyurgezerlikten ve zihin hapishanesinden kurtulmak gerek. Bunun da çaresi, yaşarken; iraklenme cehdi içinde ‘AN’da olmaya çalışmaktır. Bu, bir bakıma; önümüzde / elimizde olanı içsel gelişim yönünde ve yukarıda belirttiğimiz evrensel ve varlıksal hedefimiz yönünde değerlendirmektir.
     
Aslında, yaşamımızın her bir günü farklı şeylerin vukubulduğu binlerce ‘AN’dan oluşur durumdadır. Ancak biraz derinlemesine bakabilirsek, görürüz ki; sürekli olarak tek bir “AN” vardır ve yaşam ebediyen (özellikle de ruh varlığı için, asıl kendimiz için) bu ‘AN’dır. Bu ‘AN’, geçmiş ve geleceğe yayılmış bir tek ‘AN’dır. Bu nedenle, aslında; daima tek bir “AN” vardır ve yaşam ebediyen bir ‘AN’dır. Ama biz, beşeri varlıklar olarak, içinde ve etkisi altında bulunduğumuz illüzyondan dolayı geçmiş / gelecek bölünmüşlüğü içinde yaşamımızı sürdürmeye çalışırız. Yukarıda sözünü ettiğimiz (yaşamlar kapsamlı) o bir tek “AN”, ondan asla kaçamayacağımız tek şeydir, ayrıca o; yaşamımızdaki tek değişmez sürekli etkendir. Yaşamımız ne kadar çok değişirse değişsin, tüm değişikliklerle çeşitlilikler, bu bir ve sürekli olan ‘AN’ın içinde olup biter.(4)
     
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, yaşamın; geçmiş, şimdi, gelecek olarak bölünmesi beşeri zihin ürünüdür ve bundan dolayı da illüzyondur. Çünkü, gelecek (şimdiki zaman olarak gelmesinin dışında) asla gelmediğinden; bu aldanış içinde yaşamak, işlevsiz ve (içsel gelişim açısından) verimsiz bir yaşam biçimidir. Ama ne yazık ki hemen hemen herkes ünlü Gurdjieff’in ifadesiyle “uyku modunda olarak” bu şekilde yaşar. Birçok huzursuzluğun, tedirginliğin hatta vesvesenin nedeni böyle yaşamaktır. Böyle bir kimse, hemen hemen sürekli olarak; gelecekte erişeceği bir ‘AN’ın daha önemli olduğunu düşünür, geleceğini (yani, olmayan bir şeyi) garanti altına almaya çalışır. Böyle bir aldanış içinde içinde bulunduğu ‘AN’ı hep kaçırır. Oysaki, yaşam ‘AN’dadır; dolayısıyla ‘AN’ı kaçırmak, yaşamı kaçırmak, en azından yaşamın asıl amacına uyumsuz düşmek demektir. Günümüzde beşeri empozisyonlarla oluşturulmaya çalışılan koşullandırmalarla hedeflenen maddeci çıkarcılık söz konusu varlıksal hedefe giden yolu uzatmaktan başka bir işe yaramadığı için, bu çarpık gidişi “yeni insanlık” idealinden de uzaklaştırmaktadır. Burada, Kur’an’la (yüzyıllarca öncesinde) yapılmış olan “Sürüleşmeyin, ‘Bizi güt.’ demeyin !”uyarısını anımsamamak olası değil elbette…
     
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız şekilde ‘AN’ı kaçırmak, ya da geçmiş, şimdi ve gelecek bölünmüşlüğü / parçalanmışlığı içinde yaşamak, yaşamın bütünlüğünü bozmak demektir ki bu, yaşamın yapısına aykırı bir şeydir. Çünkü, yaşam bir bütündür; vukubulan hiçbir şey, ötekilerden ayrı bir olay değildir. Biz dar görüşlüğümüzden ve illüzyonel aldanma içinde olduğumuzdan dolayı, olup bitenleri yargılayıp yargılayıp etiketledikçe olayları ayrı ayrı görür; dolayısıyla da yaşamı paramparça algılarız, görünenin arkasındaki birliği ve bütünlüğü göremeyiz.

Kısacası, yaşamin bütünlüğü, bizim düşünüşümüzle parçalara ayrılmıştır. Kendi illüzyonumuzun ya da ‘şaşılığımızın’ kurbanı olarak yaşıyoruz. Kendini bilmeyen beşere özgü bu aldanış, gerçeği tam tersine algılamaktır. Oysaki, sadece bildiğimiz, bir ömürlük bir yaşamın kendisi değil;  kozmos olduğu gibi bir bütünlük ve teklik içindedir ve bu yaşam da kozmosun bir parçasıdır (Bu konudaki ayrıntılı bilgi VARLIKSAL İLKELER kitapşığında bulunabilir – RUH ve MEDDE Yayınları).
     
Yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız, geçmişe ve geleceğe aldırış etmeksizin ‘AN’da olmaya çalışmak, yaşamı yadsımak (ihmal etmek, reddetmek) demek değildir: ‘AN’da olmak, neyin en önemli (birincil) olduğunun farkında olmaktır, Yukarı’yla (“metabiyolojik” yanımızla, asıl kendimizle) en üst düzeyde bağlantı halinde olmaktır. Bu haldeyken, geçmişte olmuş bir olayın (ya da yaşanmış bir eprövün) irdelemesini yapmak ya da gelecekte olması olası bir olay üzerinde düşünmek, herhalde; Yukarı’yla ‘kopukluk hali’nde bunları yapmak herhalde çok farklıdır. ‘AN’ı deneyimleme halinde yapılacak her seçim, birey için,  en isabetli seçimdir. Çünkü, ‘AN’da olmanın verimi ile birey en önemli seçimi yapma şansına ve avantajına sahiptir. Bu şekilde yaşanan bir hayat elbette ki verimli bir hayattır.
     
Yaşamın kutsallığının farkedilmesi de, ‘AN’da kalabilmekle olanaklıdır. Çünkü, herşeyin en derinden kavranması ‘AN’da olmakla olanaklıdır ki, bu bir bakıma, ‘iki ucu açık idrak’tir.(5) Ayrıca, ‘AN’da olmak, bireyin, bulunduğu yerde tam olarak mevcut olması demektir.  Bu halde algılanan her şey elbette ki kutsallığıyla birlikte algılanır.
     
Yeni İnsan”ın niteliklerinden olan ‘AN’da olmak, bu şekilde yaşamak; aynı zamanda, varlık olmanın, bir varoluş kesitinde tezahür etmiş olmanın sorumluluğunu yerine getirmektir.”Yeni İnsan”, bulunduğu zaman-mekan düzeyinde varlığını yeniden var etmiş ve gerçek anlamda varlıksal idealine ulaşmış insan olacaktır. ‘AN’ın böyle oluşuna karşı koymamak ve olmakta olan ile tartışmamak (onu yagılamamak, etiketlememek) ‘teslimiyet’ kavramında anlamını bulan, içsel gelişim açısından makbul ve erdemli insanlara özgü bir durumdur.  Zaten biz, ‘AN’ın böyleliğine karşı koymaya çalışsak da, direnmeyip kabullensek de o olması gerektiği gibi olmuyor mu! Bu, “kaderiyecilik” değildir. Bu, şu anlama gelir ki; her ne olmuşsa, zaten başka türlü olamazdı. Çünkü yaşam, yukarıda da değinip geçtiğimiz gibi; (yaşam) kozmos denen tesirler ağıyla örülü bir bütünün bir parçasıdır. Bize düşen, olabildiğince ‘AN farkındalığı’ halinde, olmakta olana uyum sağlamaktır. Bu uyum da; idraklenme cehti içinde doğru bildiğini uygulamakla gelen bir başarıdır.
     
Bu kadar önemli bir hal olan ‘AN’da kalmanın önündeki en büyük engelin yine kendimiz; daha doğrusu, beşeri zihnimiz olduğunu yukarıda belirtmiştik. Çünkü, beşeri zihin, doğası gereği, ya geçmişte, ya da gelecektedir; içinde bulunduğu bir durumu / eprövü bile önyargılarıyla irdeler ve nefsânî / çıkarcı bir yaklaşımla değerlendirmeye çalışır, onu olduğu gibi kabullenmeyi, tarafsız bir mantalite ve Yukarıya teslimiyet içinde gözlemlemeyi ve içsel gelişim yönünde değerlendirmeyi beceremez.

Böyle bir zihin, normal zamanlarda da; geçmişin puslu anıları, geleceğin pırıltılı hayalleri içindedir. Görüldüğü gibi, beşeri zihin hemen hemen hiç bir zaman ‘AN’da değildir. Esasen ‘AN’da olmak, beşeri zihni rahatsız eden bir durumdur. ‘AN’da olmak demek (vicdan kanalı aracılığıyla) Yukarı’ya bağlantı halinde olmak (yani, vicdan sesine kulak veriyor halde olmak) demektir. Bu durum ise elbette ki nefsin güdümünde olan bir zihnin işine gelmez. ‘AN’ dediğimiz ‘şimdi’ye girmek bu nedenle zihni rahatsız edici bir durumdur. Çünkü ‘şimdi’ye girdiğinizde, zihninizin içeriğinin dışına çıkarsınız. Bu “çıkış” asıl kendinize doğru bir çıkış değilse bile, bir yöneliştir… Böylece, ardı arkası kesilmeyen (ve hemen hemen yüzde yüzü ya geleceğe ya da geçmişe ait olan) düşünce akışı neredeyse kesilir. Düşünceler artık tüm dikkatinizi çekip, örtmez ve sizi tamamen kendi içlerine çekmezler. Bu ve benzeri uygulamalarla düşünceler arasında aralıklar / boşluklar oluşur ki bunlar ‘zihinsel dinginlik’ için gerekli ve başlangıç oluşumlarıdır. Bu durumun daha ezoterik ve simgesel anlamı, ‘geveze maymunun gevezeliğine, zaman zaman da olsa; dur, demek’ tir. ‘Geveze maymun’ deyiminde anlamını bulan beşeri zihnin gevezeliği kontol altında tutmak, ‘zihinsel dinginliği’ beraberinde getiren çok makbul bir tutumdur. Zihinsel dinginlik ise, beşer düşüncelerimizden ne kadar daha engin  ve derin olduğumuzu bize idrak ettiren (en azından böyle hissettiren) ve içsel gelişim açısından ideal olan bir durumdur. İçimizde, en derindeki ‘gerçek benlik duygusu’nun hissedilmesinin bir yolu da budur: Zihnin gevezelik akışına zaman zaman da olsa ket vurmak... ‘Gerçek benlik duygusu’, yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız ‘AN’da kalmak ile hemen hemen aynıdır.
     
Aslında ‘gerçek benlik’ asıl kendimizdir, yüksek benimizdir, plansal yanımızdır; ama enkarnasyon nedeniyle sahte benik örtüleriyle kat kat örtülerek ‘altlarda bir yerlerde’ kalmıştır. Gerçek benin, bedensel bende tezahür etmesine elverişli koşulları oluşturmak ve onu olabildiğince ortaya çıkarmak, tüm inisiytik öğretilerin ana hedefini oluşturmuştur. Elbette ki, belli bir yaşamda başarılı olmanın (hak yolunda olmanın) ön koşulu da budur. ‘Gerçek ben’ in (hiç değilse, gerçek benlik duygusu olarak ya da ‘benim duygusu’ olarak) kısa enstanteneler hâlinde de olsa hissedilmesi ‘AN’da olmakla olanaklıdır. Ama birey, genel görünüm olarak; kendinden habersiz ve kendini bedenden / zihinden ibâret sanmanın yanılgısı içinde yaşamın oyuncağından, dejenerasyonun aracından başka bir şey değildir. Ayrıca, birey; düşünceleri, duyguları ve deneyimleri de değil, yani birey, yaşamının içeriği değil, kendisi zaten olduğu gibi yaşamın kendisidir. Ama nefsâni zihni ve zihniyetiyle, kendi kendisini yaşamdan koparmıştır, o, bu hâliyle yaşama yayılmaktan, yaşamla bütünleşmekten uzaktır, çünkü ‘nokta’(6) halindedir. ‘Nokta olmak’ ise, teslimiyetin önündeki en büyük engeldir; çünkü o, Yüksek Ben’den, asıl kendimizden kopukluktur.
      
Bu istenmeyen durumdan kurtuluşun, yaşamda gerçek başarının ve elbette ki “yeni insanlık” toplumuna aday olmanın, bu enkarnasyon nimetini(1) heba etmemenin yollarından biri; egosal zihni kontrol altında tutarak, ‘AN’da kalma farkındalığını ve titizliğini sergilemektir. Bunu başarabildiğimiz oranda, egosal zihinden daha büyük bir zekanın (asıl kendimizin tesirliliğinin) yaşamımıza girdiğini deneyimlemekte gecikmeyeceğiz. Kişiselleştirilmiş kısa ömürlü benlik duygusunun ötesindeki asıl kimliğimizi, asıl şahsiyetimizi (ya da başka türlü ifadesiyle ‘kimliğimizin özü’nü) bulmanın yolu da budur.

................................
(1) İçsel gelişim araçlarının Kur’an’ca ifadesi “nimet”tir: “...Eğer ALLAH’ın nimetlerini saymaya kalkışırsanız, onları sayıp bitirmeye güç yetiremezsiniz.”-Kur’an, İbrahim-34
(2) ‘yuva’= asıl ruhsal ailemiz, plansal / aşkın yanımız...
(3) Evrenler, ruh varlığının deneyim alanlarıdır.
(4) Sufizm’de bu, “An-ı Dâim” olarak geçer.
(5) iki ucu açık idrak= Bir olayın hem bedensel ben ile, hem de yüksek ben ile aynı anda algılanmasıdır. Gözlemlenen ya da deneyimlenen şeyin idesiyle birlikte algılanması…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder