Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

5 Kasım 2012 Pazartesi

Zulüm Kavramının Düşündürdükleri


 



HAZIRLAYAN: Selman GERÇEKSEVER
GİRİŞ:
Zulüm adını verdiğimiz, çok genel anlamda negatif nitelikli eylem(ler) in ortaya çıktığı ortam yaşam olduğuna göre, doğrudan bu kavramın irdelenmesine girmeden önce, yaşama ve hatta ardından günlük beşeri yaşama (ve beşeriyetin zulüm ağırlıklı yaşamına) bir göz atmakta yarar var. Cahillik, ya da bazen iyi niyetle bilmeyerek / istemeyerek ama akıllı bireyler olarak da çoğunlukla (hatta nefsanî çıkarlarımız ve doyumsuzluklarımız yönünde) bilerek çeşitli kılıflar altında sergilediğimiz zalimlik türleri yaşam içinde ortaya çıkmaktadır. Yaşamda, enkarne (bedenli ruh varlıkları) olarak gerçekte ne yapmamız gerekirken, bizler ne yapmaktayız, bunu görelim önce ve yapmakta olduğumuzun, çok değişik zulüm türler olduğunu gördükten sonra, zulüm kavramının irdelemeye değer olduğunu anlayacağız.

Zulüm değişik görünümlerin ortaya çıktığı yaşam ortamının dünya ile de sınırlı olmadığını biliyoruz. Maddeci Batı bilimi hâla Katolik Kilise’nin dogmatik baskısı altında (ki, bu da bir zulüm türüdür), insanın haber alma özgürlüğünü de hiçe sayarak inkâr eder durumda olsa da, evren; değişik şuur düzeylerindeki varlıklarla kaynıyor. Bu varlıklar uçsuz bucaksız evrenlerin çok değişik maddesel ortamlarında ve boyutlarında yaşam sürerek tekâmül etmeye ve bu yolla Yaradan’a hizmet borçlarını ödemeye çalışıyor. Bu nedenle yaşam ile tekâmül ve zulüm kavramları arasında da bağlantı var. Bizler tekâmül etmeye çalışırken, dar şuurlu varlıklar olarak zulüm dediğimiz kusurları sergiliyoruz. Tekâmül sınırsızdır ama bir varlığın, bulunduğu zaman mekân kesitinde en üst düzeyde ya da zirveye yakın bir yerde (realitesinin zirvesinde) bulunması olasıdır. Böyle yüce bir varlıktan, o mekânda zalimce bir yaşam düşünülemez.   Görülüyor ki, tekâmül ile yaşam arasında sıkı bir bağlantının da ötesinde, “Tekamül olmasaydı, yaşam denen bütünsel/ varlıksal etkinlikler silsilesi de olmazdı…” dedirtecek kadar etkileşim ve içerik var. Ayrıca, yaşam dediğimiz bu bütünsel etkinlik, tekamülün belirlenmesinde esas oluşturuyor.

Buradan hareketle diyebiliriz ki, yaşamın anlamı ve anlaşılması; evrenler ve yaşamlar boyu süren ruhsal tekâmüle katılan maddesel tekâmülün (fizik ortamında gerçekleşen şuurlanmanın) anlaşılmasıyla olasıdır. Bu nedenle bilgisizlik ve görgüsüzlük nedeniyle (yani, varlığın bulunduğu ortamda olması gereken olgunluğa ve şuur düzeyine ulaşmamış olmasından dolayı) zalimce bir yaşam sürdürüyor olması doğaldır ama şart değildir. Çünkü sadece dinsel öğretilerle değil, inisiyatik / ezoterik öğretilerle de bu söylenmiş ve birey zalimce yaşamaması konusunda uyarılmıştır. Örneğin, zulüm ehli olarak zalimce yaşam şeklini Kur’an’daki adı “davar” (bakara) sürüsü gibi yaşamaktır. Yüzlerce ayetten oluşan Bakara Suresi ağırlıklı olarak “davar” gibi zalimce yaşamamanın yollarını anlatır.

Fizik ortamlarda geçen “maddesel tekamülün” (bedenli / enkarne yaşamlar dizisinin) anlaşılmasıyla ve anladıkça (idrak düzeyinde anladıkça), maddenin esaretinden sıyrılıp (isterseniz “davarca yaşamaktan kurtulup” da diyebilirsiniz) maddeye egemen duruma geçebilir. İleriki paragraflarımızda da göreceğimiz gibi beşeri zalimliğin önemli maddelerinden biri, maddenin üzerimizdeki egemenliğidir. İşte şimdi bizler dünya beşeriyeti olarak söz konusu esaretten kurtulma telaşı ve gayreti içinde pek çok kusur da sergiliyor ve kusurlarımızı (ki bunların bir kısmı çeşitli büyüklüklerdeki zalimliklerimizdi, bunları) ıstıraplı eprövler (yaşam sınavları / deneyimleri) içinde idrak ettikçe onları yinelememeye çalışıyoruz. İşte bu yazımızda, bu kusurlarımızdan biri olan “zulüm” ve “zalimlik” i insan haklarıyla bağlantılı olarak irdeleyeceğiz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, asıl konumuza girmeden önce; yaşam beşeriyetin genel durumu yozlaşmanın ve hak ihlallerinin yaygınlığı ile neden bu halde olduğumuzu görmekte yarar var.

Esas Olan İnsandır
Toplu halde yaşıyoruz; köy, köy, kent, kent, ülke, ülke … Tekamül bakımından, her şeyde olduğu gibi; bireyler amaç, toplumlar ve toplumsal olayla (tekamül için) araçtır. Bu demektir ki; esas olan insandır; insanın kendisidir, insanın dışında her şey tekamül aracıdır. Durum böyle olunca, günümüz  “ruh tanımaz” maddeci kapitalizminin insanı ikinci plana itip; ekonomiyi öne çıkarması ve bununla da yetinmeyip, insanı (ekonomik kazanç ve rant için) tüketim aracı yapması insanın gerçek doğasıyla bağdaşmayan bir zulümdür. “Zulüm” kavramının türlerine ve ayrıntısına girmeden önce, çeşitli zulümlerin sergilendiği ortam olan yaşama ve beşeriyetin durumuna biraz daha bakalım:

Dünya adını verdiğimiz şu tekamül ortamında insanlaşmaya çalışan beşeri, dünyaya gözlerini açtığı andan ölünceye kadar izlersek, kendi çabalarından başka; çevresinin, toplumun, kısaca tüm doğanın, onu ongunlaşmaya yöneltmek için sanki seferber edilmiş olduğunu görürüz. Demek ki, dünya yaşamında, birey ile tekamül süreci arasında çok sıkı ilişki var. Bu açıdan bakıldığında, dünyamız; öyle bir okul, öyle kusursuz bir eğitim kurumudur ki, orada her bedenli ruhun görgü ve deneyimini aşama aşama arttıracak sayısız sınıflar bulunur. Bu sınıfların sadece kendileri değil, içlerindeki gelişim olanakları da Kur’an’da ifadesiyle birer “nimet”tir. İçsel gelişim yönünde bu “nimetler” den yararlanıp, zalimlikten kurtuldukça İlahi Murad’a daha çok hizmet eder duruma gelerek şuurlanmak ve insanlaşmak dünyada bulunuşumuzun varlıksal nedenidir. Beşeri yaşam, çoğunlukla (dar / kapalı şuurluluğumuz ve basiretsizliğimizden dolayı) nedensellik bağlarını göremediğimiz ve ağız alışkanlığı olarak da “Tesadüf, canım…”  deyip geçtiğimiz ama aslında son derece güçlü ve şaşmaz evrensel Sebep-Sonuç Yasası’na bağlı olan olaylar silsilesiyle karşılaşarak geçer.

İlahi Murad’a Hizmet
Yaşam, baştan sona deneyimler dizisidir ve  bir deneyim / sınanma (yaşam sınavı) geçirirken, sergilediğimiz tavır (aldığımız etkiye verdiğimiz tepki) daha önceki deneyimlerimizden elde ettiğimiz (idrak edilmiş) bilgilerin ortaya çıkışı / devreye girişidir. İdrak edilmemiş bilgi kişiyi eyleme sürüklemez. Uygulaması yapılmamış / yapılmayan bilginin şuurlanmaya katkısı yoktur ve “yük bilgi” dir uygulanmamış bilgi. İlahi Murad’ın daha iyi işçileri (“Allah’ın mümin kulları”) olmak, idraklenme cehti içinde şuurlanmakla olasıdır. Yaşamak en genel anlamda Yaradan’a hizmet etmektir. O’nun daha işe yarar hizmetkârı (“kulları”) olmak şuurlanmakla olasıdır. Yaradan’ın işini tamamlamak için yapılan uygulamalar ve kazanılan deneyimler silsilesidir yaşam. Bedenli (enkarne) ruh varlıklı olarak böyle kutsal bir görevimiz de var.
Yaşamın her noktasında bir yaratma ameliyesi vardır. Mevcut malzemenin türlü türlü (sadece şeklen değil, nitelik olarak da) değiştirilmesidir, olmakta olan… Bunu yaparken (yani İlahi Murad’a hizmet ederken) deneyim kazanıyor ve idrak edilmiş bilgi sahibi olarak şuurlanıyoruz. İlerleyen paragraflarımızda göreceğimiz zulüm türlerinden birine ya da birkaçına bulaşmış olanlar da mı İlahi Murad’a hizmet ediyor, gibi bir soru gelebilir akıllara. Bu sorunun yanıtı “evet” tir. Çünkü Yaradan’a hizmet etmemek söz konusu değildir. Böyle bir zalim kişi de negatif eylemler içinde, pozitif olana denge oluşturmak üzere (belli bir şuur düzeyine gelene kadar) “şeytan amelesi” olarak olmakta olana ( kozmik tekâmül olgusuna) katkıda bulunacaktır. Dolayısıyla zulüm ehli olan negatifin görevi de pozitife hizmettir. Tekâmül etmemek ve değişmemek söz konusu olmadığına göre, zalim de bir gün yanlış yolda olduğunu elbette anlayacak (daha doğrusu idrak edecek) ve doğru yola (Kur’an ifadesiyle “Allah’ın ipine” yönelecektir. Zaten önce olmaması gerekeni deneyimlemek, “kafanıza dank ettikten sonra” doğruyu aramak beşeri huyumuzdur. Bu nedenle, tezahürat ortamı da her şey gibi kötülüklerde de geçicidir. Türkiye ruhçuluğunun anıt isimlerinden Dr. Bedri RUHSELMAN o eşsiz özdeyişini burada anımsamamak olası mı:
“Görgü ve deneyimsizliği yüzünden, ebedî yolculuğunun beklide küçük bir kısmını ne kadar sapıkça geçirmiş olursa olsun; her kul muhakkak, ilahi nimetlerin büyük saadetlerini doya doya hissedecek ve ALLAH’ın büyüklüğünü öz varlığında gittikçe artan bir zevk içinde yudum yudum tatmak bahtiyarlığını idrak edecektir.”
Bunun için zorunlu olarak bedenleniyor ve (en azından bu şuur düzeyinde) maddesel deneyimleri ön planda tutuyor, hatta maneviyatı, madde ötesini unutuyor, inkâr bile ediyoruz. Başka türlü ifadesiyle, maddesel değerleri ve maddenin verilerini en önde tutan, ondan başka bir şeyle ilgilenmeyen (yani madde ötesine, akılla kavranır aleme “kör” / “sağır”) bir anlayış içerisine girmek durumunda kalıyoruz ama şuurlandıkça da bu “sağırlık” tan ve “körlük”ten kurtulmaya çalışıyoruz.

Önce Maddesel Yaşamı…
Dünya gibi, zor tekamül koşullarının egemen olduğu maddesel bir ortamda, maddesel ağırlık deneyimler geçirirken, duyularımızı geliştiriyor (ve ruh varlıkları olarak) maddesel yaşamı öğreniyoruz. Bu bakımdan dünya, ağırlıklı olarak duyguların kontrolü çerçevesinde duygusallıktan kurtulma konusunda uzmanlaşılan bir tekamül okuludur. Bu tekamül okulunda, bir tek bedenli yaşamın, esasen ruh varlığı olan insanın tüm tekamül ihtiyaçlarını karşılayamayacağı ortadadır. Bu nedenle, tekrar tekrar bedenlenmeler (bir inanç konusu değil), olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Esasen bir ruh varlıklarının evrenler boyu sürüp giden bir tek yaşamı vardır: Ölüm dediğimiz olay (maddeci bilimin önerdiği gibi) yok oluş, yokluğa gidiş, dönülmeyen yere göçüş vb. değil,  fizik ortamdan, fizik ötesi ortama geçiştir. Yaşam kesintisiz sürer ve bizler hep varız, ebediyen… Yaşam ana hatlarıyla bu olduğuna göre, genel görünüm olarak beşeriyet nasıl yaşıyor bölümüne geçmeden, işin doğrusunu bilen bilge şairin dizeleriyle bu bölümü noktalayalım:
“Gah çıkarım gökyüzüne, seyrederim âlemi;
Gah inerim yeryüzüne, âlem seyreder beni.”

Beşeriyetin Genel Görünümü
Başımıza gelenlerden ders almamaktan ya da geç, bazen çok geç ders almaktan ve genel anlamdaki aymazlığımızdan dolayı, 21.Y.Y. bireyinden beklenmeyecek pek çok kusur ile hak ihlalleri (bireysel, toplumsal ve devlet düzeyinde olarak) beşeriyetin genel görünümünü oluşturuyor. Yurt içinden ve dışından güncel haberlerden yararlanarak birkaçını sıralayalım:
§         Bir şey olmaz, canım; polis de yok…” diye, kırmızı ışıkta gaza basan basana,
§         İbret almaya çalışıp, biraz düşünmek ve bir daha yinelememek kararlılığı içine girmek yerine, “Alınyazısı, ne yaparsın…”deyip, miskince bir tevekkülü yeğleyenlere,
§         Yaşananlardan ders almayanlara ve hak ihlalleri şekilde ortaya çıkan zulme sessiz kalanlara yaygın olarak rastlıyoruz. Medya bu tür beşeri kusurlarımızın ve ayıplarımızın haberleriyle dolu (gazetelerin üçüncü sayfaları…)

Mekânı, kişileri, zamanı ve olayları istediğiniz gibi değiştirin; karşınıza en çok çıkan yukarıda verdiğimiz bu üçlü durumdur: Çıkın trafiğe, fütursuzca şerit değiştirenler aramadığınız kadar… Dere yataklarına inşa edilen evlerin çökmesini, her kış kömür sobasından zehirlenen insanlarla, serinlemek için gölete ya da sulama kanalına girenlerin boğulup gitmesi. Çocuğun bencillikten kurtulup edeplenmesine, yani “gerçek anlamda eğitim”e hizmet etmeyen (2012 – 2013 ders yılıyla 4+4+4… gibi yeni bir sürece girmiş olan) eğitim sistemimizin hemen hemen tüm halkalarında kopya ve soru sızdırma skandallarına ne demeli…İşin üzerine gitmede gönülsüzlüklerini sürdüren ya da savsaklayan sorumlulara karşı birkaç küçük tepkinin dışında ses çıkmıyor. Yani hak ihlaline ve usulsüzlüklere (zulüm’e) seyirci kalınıyor.

Hak İhlali Bir Zulüm Türüdür
Metin Kutusu: Kentsel dönüşüm projesiyle gelen 
yıkım ve hak ihlâlleri…

Türkiye “kentsel dönüşüm”ün startını verdi!Günlük  yaşamdan siyasete, eğitimden spora, terörden uyuşturucu bağımlılığına/ ticaretine  her alanda aymazlık, fütursuzluk ve yozlaşma sürüp gidiyor. Bu durumlarda ilgili haberleri basında gördükçe / okudukça, zulme göz yummanın, ona rıza göstermemenin de zulüm olduğunu üzülerek anımsıyoruz. Son günlerin (Ekim 2012 başları) otuzdan fazla ilimizde eş zamanlı olarak başlatılan günceli: Kentsel dönüşüm. Yazılı / görsel medyadan öğrendiğimize göre (Aydınlık-08 Ekim’12), TOKİ müteahhitleri aracılığıyla yeni binalar yapılacak. Buna karşı duran vatandaşa, istemese de “enkaz bedeli” veriliyor. Bu yapı sürecinde devlet bir finans kaynağı öngörmüyor. Vatandaşa, “Morgıc kredileri  (tutsat kredileri) aracılığıyla, finans gereksinimi karşıla” diyor. Vatandaşın, diyelim ki 80 metrekare hakkı var. Müteahhit vatandaşa diyor ki, “120metrekare konut sahibi olman için 200 bin TL daha para vermen gerekecek” Vatandaşın bunu morgıc kredisiyle alıp ödeme şansı söz konusu değil. Bu durumda vatandaş, hakkından olacak.

Bu durumda vatandaşın çaresizliği istismar edilmiş olmuyor mu ! Kentsel dönüşüm yasasıyla beraber 2B yasasına da bağlı olarak, buralardaki özellikle yoksul ve dar gelirli vatandaşların yıllardır oturdukları mahallelerin birer rant alanı olarak TOKİ şirketlerine ve yandaşlarına devredilmesi söz konusu… Kentsel dönüşüm projelerinin bugünkü hızla uygulanması halinde; kaçınılmaz olarak; o mahallelerde toplumu var eden o kentsel değerler, ortam ve atmosfer yok edilecek. Bu değerler yoksa toplum yoktur. Toplum, ancak böyle değerler varsa, bir bütünlük içinde hakkını arayabilir. Bu ve benzeri “projelerle” , “açılımlar” la vb. gibi yaratılmak istenen “hakkını aramayan, çok sorgulamayan halklar” olmasın? Tüm bunların ve benzeri olumsuzlukları sorun olarak görmeyen toplumun, iş başına getirdiği / getireceği yönetimler de, elbette; insan haklarına (Kur’an’casıyla, “kul hakları”na) aldırmaz basiretsiz olacak ve erdemli devlet adamı niteliklerinden yoksun olacaktır/ olmaktadır.


Kırılma Noktasına Doğru
Metin Kutusu: Atmosferde giderek artan sera gazlarının etkisiyle gezegenimiz giderek ısınıyor ve buzullar tahminlerden daha hızlı eriyor. Sera gazlarını atmosfere en çok salan ülkeler “sanayileşmiş” olarak bilinenleridir. Çoğunluğu bu ülkelerde bulunan bir avuç şirketin çıkarları için gezegenin iklimsel dengesi olumsuz yönde etkilenmiş durumda. Bu uluslar arası şirketlere egemen olan kapitalizm; her şeye rağmen,kâr etmek üzerine kurulmuş beşeriyete zulmedici bir sistemdir.

Dünya bir kırılma noktasına; gelmek üzere değil, geldi. Atmosfer kirlendi, küresel ısınma tahminlerin de üzerinde, buzullar beklenenden daha hızlı eriyor. Bundan da kötüsü, bizimki gibi birkaç gezegeni bir anda yok edecek büyüklükte nükleer silah birikimi üzerinde oturuyoruz. Çevresini, şimdisini ve geleceğini “yok” değilse bile berbad etmede dünya beşerinden ustası yok. Oturduğumuz dalı kesmekteyiz ama gururdan da çatlamak üzereyiz. Savaşın, siyasetin bir biçimi olduğunu biliyorduk da, siyasetin tümüyle savaşa dönüştüğünü, her silahın mubah sayıldığını yeni öğrendik. Bulduğumuz her şey, neredeyse tüm icraatlarımız negatif güçlerin eline geçti.

Kirlenme her yerde; göklerden üstümüze inmiyor, beşeriyetten gökyüzüne yükseliyor. Doğa kendine ihânet eden kendini bilmez zalim beşere isyan ediyor. Doğayla barışık, doğaya saygılı / sevgi dolu olmayanların birbirleriyle de barışık olamayacağı gerçeğini unuttuk. Yaşamı tüketen tuhaf bir savaşın yüksek adrenalni ile kendimizden geçmiş, uyurgezer durumdayız.

Beşeri riyakarlığımız, içinde bulunduğumuz devrenin başına kadar  (6-7 bin yıl öncelerine kadar) gerilere gider ama artan bilgi ve görgümüzle, yükselen medeniyetimizle (“uygarlık” değil) onda da harikalar yaratıyoruz. Riyakârlıklar devlet düzeyinde… Sözde gelişmiş ülkeler (8 büyükler falan…) ikiyüzlülüklerini gerekçe bile göstermeden ifşa eder oldular. Ortadoğu’da giriştikleri pespaye savaşı, “…çıkarlarımızın ve değerlerimizin gereğidir” diye savunan ABD Başkanı Obama son ve çıplak örneklerden biri değil mi? (Güray Öz - Cumhuriyet, 06 Nisan 2011). Ya o savaşı, “biyolojik silah” ve “demokrasi getirmek” yalanıyla hem kendi ulusunu, hem de dünya uluslarını kandıran Obama’dan önceki ABD Başkanı’na ne demeli ! Günümüz vahşi ve soyguncu emperyalizminin öncü gücü ABD, parayı putlaştırmasının ve para için sergilediği zulmün doğal sonucu olarak ekonomik kriz içinde debeleniyor olmasına karşın, silah ticaret şampiyonluğunu da kimselere bırakmamaktadır. ABD’nin 2008’deki toplam silah ihracatının yaklaşık %50 arttığı bildirildi. (Cumhuriyet, 08 Eylül 2009) ABD Kongresi için hazırlanan bir rapora göre, 2008’de dünyadaki toplam silah ihracatının %68,4’ünü ABD gerçekleştiriyormuş. Bu rapora göre, bu şampiyonlukta ikinciliği AB ülkesi İtalya izliyor. Evet, alıntı yaptığımız kaynağın tarihi biraz eski ama bize yeterince bir fikir veriyor. Aradan geçen şu 4 yılda, “8 büyükler” den biri olan ABD, bu şampiyonluğu bırakmış mıdır? dersiniz.  Demokrasi çığırtkanlığı yapan bir yönetimin, hatta başka ülkelerde de demokrasi götürmeye soyunmuş bir devletin utanmadan / sıkılmadan sergilediği şu çelişkiye bakar mısınız, “büyüklük” , “gelişmişlik” bunun neresinde! Günümüz dünya beşeriyetinin perişan manzarasını yansıtması bakımından ABD’nin ve onun stratejik ortaklarıyla işbirlikçilerinin ve taşeronlarını izlemekte elbette yarar var.

Siyaset Tasallutu…
Beşeriyetin bu duruma gelmesinin ve ikiyüzlülüğe teslim olmasının nedeni, genel anlamda insani değerlerden uzaklaşıp, zulme sapmasıdır. Yaşamı, onu berbad edenlerin elinden çekip almaktan, insani değerleri yeniden yaygınlaştırmaktan, hukukun üstünlüğünü topluma egemen kılmaktan (bunun için de onu siyasetin tasallutundan kurtarmaktan) başka çare düşünen var mı?…. Biliyoruz ki, kitlelerin hukukuna tecavüz eden zalim sayılıyor. Kur’an’a göre, insan haklarına tecavüz edilirse, “Müslümanlık”  elden gider. Çünkü bu tutum zulümdür. Zulüm de şirk ile özdeşleşir. Bir kimse hem müselman, hem de müşrik olabilir mi, olmaz ama doğru yoldan sapmış biri Müselman maskesiyle müşriklik yapabilir ve ne yazık ki günümüz İslam âlemi böyle sözde müselmanlarla doludur. Bunlar aynı zamanda ikiyüzlü riyakârlardır. Bu müşriklerin iki yüzlülüklerini yüzlerine çarpmak istiyorsak, kendilerine özgü demokrasiden, bu en büyük yalanlarından başlamak en kestirme ve en akıllıca yol olabilir. (Konumuzun demokrasi ile bağlantısına ileriki paragraflarımızda örnekler vereceğiz)

Cumhuriyet Gazetesi’ nin önde gelen değerli yazarlarından Turgay FİŞEKÇİ “Çivisi Çıkmış Dünya” başlıklı köşe yazısında beşeriyetin genel görünümünü şöyle betimliyor:
“ Bugünün dünyası ise bambaşka! Yeryüzündeki her şeyden anında haberimiz oluyor…
Bu durumun insanları daha bilinçli ve sorumlu kılacağı yerde, duyarsızlığa ittiği bir gerçek. Bilmek, nedense günümüz insanlarının büyük çoğunluğuna bir sorumluluk duygusu yüklemiyor. Her şeyi biliyorlar ama hiçbir şey olmamış gibi de yaşamayı sürdürüyorlar…

Günümüzde dünya sanki evimizin içi kadar küçülmüşken, ‘sorunlar ancak sanki geniş ve çoğul bir ulusmuşuz gibi, dünya ölçeğinde ele alınmaları koşuluyla çözülebilecekken’, ‘dünya önderi’ nin ona diktatörlük, buna ılımlı İslam, şuna tam demokrasi, ona ambargo, buna serbest ticaret paylaştırımlarını anlayabilmek olanaksız. Dahası, günümüz dünya düzeni, çalışmayı değil vurgunculuğu, bilgiyi değil dogmaları, dürüstlüğü değil dümenciliği yüceltirken; özgürlük, demokrasi, uygarlık gibi temel kavramların ayakta kalabileceği düşünülebilir mi? Ayrıca temel değerlerini tüketmiş bir dünyanın geleceğine umut beslenebilir mi?”

Değerli yazar Turgay FİŞEKÇİ, dünya beşeriyetinin perişan manzarasını çok güzel betimlemiş ama gelecek hakkında kötümser görünüyor. Dünyanın geleceğiyle (hatta yakın geleceğiyle) ilgili olarak biz, tam tersine, iyimseriz: Dünyayı bu hale getiren negatif zihniyet kendi kendini elimine ederek (ayıklayarak), yerini “pozitif”e bırakacak. Şimdi o başına gelecek akıbeti ve müstehak olduğu kaçınılmaz sonucu varlık olarak bildiği için, dünya sahnesinden çekilmeden önce, yapabileceği en son adilikleri ve riyakârlıkları sergilemeye çalışıyor. Aynen, Kurtuluş Savaşımızda bozguna uğrattığımız emperyalist uşağı ve maşası Yunanlılar’ın, Şanlı Türk Ordusu’nun önünden kaçarken geçtikleri köyleri, kasabaları ve kentleri yakıp yıktıkları gibi…

Çeşitli görünümler ve ideolojiler şeklinde negatif güçlerin sergiledikleri olumsuzluk ve zalimlik beşeriyetin yüzkarası olarak tarihe geçecek ve yakın gelecekte bunlar Yeni İnsanlık Dönemi’nin erdemli bireyleri tarafından ibretle anılacaktır. “Yeni İnsanlık” konusunu dizi yazısı şeklinde Ruh ve Madde Dergisi’nin 1980’li ve 1990’lı yıllarına ait sayıları ile www.astroset.com sitesinde yayınlamıştık. Bu yazımızın ana teması Yeni İnsanlık olmadığı için; bu kadarla yetinip, beşeriyetin genel görünümüne değişik pencerelerden bakmayı sürdürüyoruz, asıl konumuz olan “zulüm” kavramına geçmeden önce, bu kavrama girizgâh olmak üzere.

Türkiye’mizin genel görünümünün, yerli basının güçlü kalemlerinden Özlem YÜZAK’ın makalesine yansımış şekline bir bakalım (Cumhuriyet – 11 Kasım ’09)

“…Sayısı ile övünüp asla sahip çıkmadığımız bir gençliğimiz, eli bıçaklı kocaların, sevgililerin hatta babaların elinde can veren genç kızlarımız, kaçırılan çocuklarımız var bizim. Şiddet Türkiye ’yi pençesine almış, kültürel erozyon son kertesinde... Ve işin garibi ‘Bize neler oluyor’ sorusunu sadece bir avuç insanın soruyor oluşu...  Sevgilisinin kafasını bedeninden ayırıp çöpe atanlar, para vermedi diye tüm ailesini katledenler, köy düğününde kadın-çocuk demeden önüne geleni tarayanlar... Erkeğe, turiste, hayvana, dünya barışı için dünyayı turlayanlara, sevgilisine, çocuğunun sevgilisine, hatta çocuğuna tecavüz edenler... Ve daha nice sayamayacağım çirkinlikler süslüyor haber bültenlerini, gazete manşetlerini... Çivisi çıkıyor toplumumuzun. Tüm bunlar yargıda, siyasette, dinde kutuplaşmalarla körükleniyor. Güven erozyonu büyüdükçe büyüyor.”

Günümüz  vahşi kapitalizminin putlaştırıp baş tacı ettiği para; dünya ekonomilerinin, boğuşa boğuşa bir türlü zaptedemedikleri bir canavar durumuna gelmiştir. Her şeyi değilse bile birçok şeyi parayla ölçer olduk: Bazen kızdığımız zaman bile, “Sen kaç paralık herifsin be !” deyiveriyoruz. İnsanı parasal ölçüye vurmak mıdır bu? Şunu da hepimiz biliyoruz ki bir milyoner, milyarder de “beş para etmeyen” bir adam / kadın olabilir. İnsanlık değeri para ile ölçülür mü? Ölçülmez ama, para birçok şeyin mihenk taşı olduğu gibi erdemlerinde mihenk taşı olmuş sanki, en azından ağız alışkanlığı olarak… Oysa “değer” ile “fiyat” arasında çoğu zaman bir uyum yoktur. Fiyat geçici bir değeri vurgular. Kaldı ki fiyatı olmayan değerler de az değildir. Örneğin, namusun değeri vardır ama fiyatı olur mu hiç… Bazı okurlarımızın şimdi bıyık altından gülümsediklerini görür gibiyim. Çünkü toplumda, namusa on paralık değer vermeyen nice kişi, piyasada namusunu / iffetini satışa çıkarmış nice kişiye fiyat biçiyor. Köşe yazarlığı alanının anıt isimlerinden rahmetli İlhan SELÇUK 17 Ekim 1988 tarihli makalesinde (Cumhuriyet Gazetesi) toplumdaki bu yozlaşmayı şöyle koymuş ifadelere:

“Her 'değer' parayla ölçülüyor.. Paranın değeri düşüyor.. Türk Lirası'nın değeri düştükçe, elimizde kalan ölçü Amerikan Doları oluyor. Bir ülke düşünün ki ulusal parasını bir yana itmiş, başka devletin parasıyla alışveriş yapar, ücret saptar, fiyat biçer.. Ne zaman başladı bu?.. İşte bu değer ölçüsünün geçerli olduğu gün, Türkiye'de namusun öldüğü ve köşe dönmeciliğin doğduğu tarih, alçaklığın yükselen değerlere dönüştüğü milattır.”

Büyük yazar İlhan Selçuk’un bu “namussuzluk” a  parmak bastığı yıl 1988 ama şimdi Türk Lirası daha iyi durumda mı, parayla ve para için sergilenen “namussuzluklar” lar bitti mi, parayla ve para için sergilenen aldatmacalar kalmadı mı artık? Buna keşke “Elbette kalmadı.” diyebilsek… Parayla ve para için sergilenen şeytâni kurnazlıklara, İlahiyat alanının önde gelen isimlerinden Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK’de “namussuzluk” diyor (Yurt Gazetesi – 26 Haziran, 2012) Günümüzde “namussuz (luk)” sözcüğü çok yaygın kullanılmıyorsa da; Kurtuluş Savaşı yıllarında saldırgan emperyalist güçlerin işbirlikçileri ve taşeronları için Müdafaai Hukukçular ve özellikle de, bağımsız yaşama coşkusunun bir önderdeki eşsiz örneği olan ATATÜRK tarafından sıklıkla ve rahatlıkla kullanılıyordu (1)

Parayı putlaştırmayla gelen zulme tekrar dönecek olursak, şu benzetmeyi yapmakta yersiz olmaz sanıyoruz: Para putunu o kadar iyi besledik ki, kedinin fare ile oynadığı gibi, o da şimdi AB ve ABD başta olmak üzere ekonomileri krizden krize sokarak paraya tapanların başına bela olmuş durumda. Bel bağladığımız uyduruk değerlerin yersizliğini yüzümüze vurup duruyor. Olabildiğince yorulmadan, alınteri dökmeden; hatta daha da iyisi, oturduğu yerden emek çilesi çekmeden para kazanmayı akıllık sanan “servet şımarıkları” (Kur’an ifadesidir: Zühruf 23, İsra 16) ve kapitalist kodamanlar bu gerçekten ibret alma duyarlılığını gösterebiliyorlar mı acaba. Bolu’lu halk ozanımız AKÇAKOCA bakın, emeğe saygıyı nasıl vurgulamış. (KURULUŞ ve FETİH DESTANI, Prof. Dr. Cahit TANYOL)
“Elin ekmeğin yiyeni,
Haram su ile yuyanı,
Emeksiz gömlek giyeni
Kınadık erenler kınadık.
Tanrı’nın rızkı herkese.
Mal mülk dersen bir vesvese.
İşler ile artar hisse.
Burçaklar arpalar tanık.
Emeksiz gömlek giyeni,
Kınadık erenler kınadık”

Ülkemizin ünlü iktisatçılarından Prof. Dr. Erinç YELDAN, beşeriyetin perişan manzarasının ekonomiyle ilgili kesimini şöylece gözler önüne sermiş 27 Haziran 2012 (Cumhuriyet) tarihli makalesinde:

Hemen hemen her yıl olduğu gibi bu yıl da, “Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma ve İklim Değişikliği Konferansı küresel ekonomik ve siyasi krizlerin konjonktürel kargaşası arasında kaybolup gitti. Sürdürülebilir kalkınma, yerküremizin kaynaklarının daha eşitlikçi ve katılımcı biçimde paylaşılması, çevresel kirlilikle mücadelede gelişmiş/sanayileşmiş ülkelerden az gelişmiş ülkelere teknolojik ve finansal yardım; yoksulluğun, açlığın ve sefâletin engellenmesi... İletişim teknolojisindeki baş döndürücü gelişmeler, bir “tık”lamayla birlikte sermayenin küresel ekonominin her köşesine ulaşabilmesini sağlıyor. Sermaye, kârını çoğaltabilmek için gezegenimizin her köşesine serbestçe akıyor; yerkürenin bütün kaynaklarını tahakkümü altına alıyor; ve gezegenimizi artık alınıp satılan bir ticâri işletmeye dönüştürüyor. Biricik amacı kârını çoğaltabilmek olan kapitalist sermaye birikiminin, bir “tık”lamayla birlikte devasa sermaye akımlarını harekete geçirebilirken, kalkınmanın ‘sürdürülebilir’ ve ‘eşitlikçi/katılımcı’, geliştirdiği teknolojilerin de ‘doğaya saygılı/çevre dostu’ gibi kavramları gözetmesi beklenebilir mi?”

Dünyanın Holografik Minyatürü
Günümüz beşeri dünyasının bizim de komşusu olduğumuz Ortadoğu köşesinde kendine özgü güncelliğini sürekli gündemde tutuyor. Dünyanın bu kesimi sanki genel tablonun holografik bir minyatürü. Biraz yakından bakalım: Bölgemizi oluşturan ülkeler; ya vaktiyle emperyalist sömürüyle gelen zulüm altındayken, sonradan bağımsızlaşmış ya da emperyalizmin saldırısına uğramışken, bir kurtuluş savaşıyla bağımsızlıklarına kavuşmuş durumdadırlar. Böyle ülkelerde; duygular duyarlılıklara, övünmeler öfkelere, kinler hınçlara, beklentiler de hesaplara / hesaplaşmalara kolaylıkla dönüşüverir. Böyle ortamlarda iç politika niteliksizleşmiştir: Demagoji, abartma, kabadayılık,, büyüklük iddiaları, atıp tutmalar gırla gider.

Bireyler olarak; yoksul bırakılmış, iyi okutulmamış, itilip kakılmış, kandırılmış, hakları kurnazca elinden alınmış, bu arada kadın – erkek eşitsizliği almış başını gitmiş, onurlu ve başı dik yaşaması sağlanmamış olmaktan dolayı, kompleksten komplekse sürüklenen halk yığınları, gönül okşayan sözler kendilerine söyleniverince çılgınca alkışlayıp bağırırlar ve “gurur duyuyoruz!” nidalarıyla yer gök inler. Böyle bir toplumun isabetli (liyakat ve ehliyete göre) seçim yapacağı düşünülemez ve işbaşına getirdiği yöneticiler de elbette ki; rantçı, çıkarcı, dini istismarcı (kısaca “dinci”) ve emperyalist soyguncularla işbirlikçi olacaktır. Çünkü toplumlar, layık oldukları yönetimleri / yöneticileri işbaşına getirir. Bunun tersi sempatizasyon yasasına aykırıdır zaten…

Dünyanın sözde “eşref-i mahlûkatı” olan beşeriyet tarafından sanki sömürülürcesine tüketildiği bir gerçek. Bu “eşref-i mahlûkat” (halk edilmişlerin en onurlusu) doğayı tüketmekte de kalmıyor, onu çöplük haline getiriyor; doğadan aldığını kirleterek, hatta zehire dönüştürerek doğaya bırakıyor. Vahşi kapitalizmin “ruhsuz” bilimi tarafından teknolojik gelişme öylesine gözü kara biçimde sürüyor ki, bir yandan çevre ve doğanın hoyratça kullanılışı, öte yandan silahlanmanın geldiği nokta beşeriyetin tamamı için büyük tehdit oluşturuyor. Kendini bilmez beşer akıllı olmakla övünür ama elinin emeğinin ürünü ortada. Dünyanın bugünkü perişan manzarası beşeri arzularımızın ve azgınlıklarımızın olmazsa olmaz sonucu olarak ortada. Sebep-Sonuç Yasası hiç şaşmadan işliyor. Zulme abâd olanın sonu berbâddır… “ Bir şeyin önüne bakma, sonuna bak !” diye bir atasözümüzde var. (2) Bu sonuca, beşeri akıllıktan çok, “beşere özgü budalalık”, hatta “beşeri zalimlik” demek daha doğru olmaz mı… Demek ki, akıl; nefsin egemenliğinden kurtarılıp, vicdana teslim edilmedikçe, beşeri zaaflardan ve kusurlardan kurtulamıyoruz.

Kendini bilmez beşer tam bir “uyurgezerlik” ve dolayısıyla bencillik içinde en akıllı canlı ( ya da “eşref-i mahlukat” falan…) olmakla övünsün dursun, eseri meydanda... Henüz insan olmaktan epeyce (hele Kâmil İnsan olmaktan daha da) uzak olan beşer, evrenin merkezine koymuştur kendisini, hem de cahilce bir kendini beğenmişlikle. Buradaki cahillik, kişinin kendisi (yani insanın gerçek doğası) hakkındaki cahilliğidir. Kişi bu anlamda kendinden habersiz ise, bir ülkeye başbakan ya da bir bilim kuruluna başkan, üniversiteye dekan bile olsa varlıksal / ontolojik açıdan bir yarar sağlamıyor. O zanneder ki, ya da olmasını ister ki her şey ( hayvanlar, bitkiler yeraltı/üstü zenginlikler vb. her şey) kendisi içindir, kendi egosunu tatmin içindir… Bu anlayış ve doymazlık ile alabildiğine kullanır bunları, tükettikçe azgınlaşır, biriktirdikçe cimrileşir, hatta biraz tutumlu olanları ya da olmaya çalışanları da kandırarak tüketiciliği özendirir ki daha çok kazansın. Kendi gibi herkesin ekonomi çarkının birer dişlisi olmasını ister. Bitkiler ve hayvanlar da dahil, herkesin ortak malı olan doğayı (tüm zenginlikleriyle) kendi çıkarına dönüştürme düşünden ve bu iğrenç düşün obsesif etkisinden bir an bile kurtaramaz.

Cadı Kazanı Dünya
Akıllı olmakla övünen kendinden habersiz (yani, asıl gerçek doğasının yüceliğinden habersiz) beşer gerçekten her zaman böyle midir? Eğer referansımız mutluluk ise, beşer o denli akıllı görünmüyor. Eğer öyle olsaydı, yeryüzü barış ve mutluluğun, tüm bireylerce deneyimlendiği bir “cennet” olurdu ama tam tersine, sanki cadı kazanı gibi fokur fokur kaynıyor. Doğaya karşı (ve fırsat bulursa, birbirine karşı da) acımasız, hatta zalim olan beşer kendi türüne karşı da aynı çıkarcı ve vahşi tutumu benimsemiştir. Beşerin kara lekeli tarihine baktığımızda; endüstriyel ilerleme, erdemli insanlara özgü bir duyarlılıkla ve doğayı koruyarak, hemcinslerinin haklarını gözeterek gerçekleşmemiştir. Her şeyin en doğrusunu ALLAH bildiğine göre, yaşamda çoğu zaman tek doğru yok, olamaz da… Bu çok doğaldır ama akıllı olmakla övünen kendini bilmez çoğunluk, kendi inanç ve kültürünün dışındaki toplumlara hep ön yargıyla bakmış, hatta zaman zaman onları “ötekileştirmek” ten de geri kalmamıştır.

Ruhsuz bir medeniyet” kurmuş durumda bulunduğumuz için ve kadîm zamanlardan beri (ne kadar kadim derseniz, Hz. İbrahim’den bu yana) bizleri insanlaştırmaya çalışan Kutsal Kelam’a da kulak asmadığımız için, iyi olsun diye tarafımızdan atılan her adım doğru ve adâletli çizgide gitmiyor. En kutsal değerleri bile (örneğin, iyi insanlar olalım diye âyet âyet gönderilmiş (genel adı ile) İslam’ı bir nefsanî değerlere araç ederek yozlaştırmaya, kendimize benzetmeye çalıştık ama beceremedik Kur’an’la gelen özgün (yani “indirilen”) İslam’ı yozlaştıramadık ama onun yanında uydurulan İslam’ı türettik. Uydurulan İslam (yani dincilik) ile başkalarını kandırarak, haklarını gaspederek güç birikimi ile bir yere gelmeye çalıştık. Böyle birikim, güç ve iktidar kimlere yarar sağlamıştır, ne kadar sürdürülebilir olmuştur. Ama ne yazık ki ve beşeri tarih bunun örnekleri ile dolu olmasına karşın, hâla bu çarpık tutumda ısrar edenler olduğunu üzülerek görüyoruz. Dahası bu sapmışlar “ALLAH adına ve O’nun gölgesi” olarak dünyada bulunduklarını sıkılmadan / utanmadan söyleyebiliyor. (3)

Ne ilginçtir ki, bilim ve tıbbın en geliştiği dönemler arasında savaş zamanı azımsanmayacak bir yer tutuyor. Örneğin, askeri malzemeleri kolay taşıma düşüncesi; ulaşım, yol, köprü mühendisliğinde ilerlemelere yol açmış. Nükleer fiziğin gelişmesinde, atom bombasının keşif çalışmaları büyük rol oynamış. İlk kanser ilacı bile, yine savaş sırasında esirleri topluca öldürmek için kullanılan mustard gazının yararlarının keşfiyle ortaya çıkmış. Topluca insan öldürmek, beşeri zalimliğin elbette ki en üst boyutlarından biri… Zulüm kavramının derinlemesine incelerken, bu beşeri yüz karamızı anımsayacağız. Kur’an âyetinde (İbrahim 34, Azhab 72) belirtildiği gibi, beşer; eğer egoistlikten kurulup, insanlaşmayı ders edinmemişse, gerçekten zalim (zulm ehli) ve onun kadar yıkıcı olan başka bir canlı da yok. Daha önceki paragraflarımızda da zaman zaman yinelediğimiz gibi, yazımızın esas teması olan “zulüm” kavramına geçmeden önce, beşeriyetin genel görünümüyle ilgili bu örnekler esas konumuzun anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.

Demokrasi Kalkınmanın Arkasına Gizlenmek
Dünya beşeriyeti, kendisi gibi kendini bilmez basiretsiz yöneticilerin elinde sadece “kutsal”ı (ALLAH’ın bizlere kitabını) istismar ve yozlaştırmaya çalışmakla (ve bu şekilde “indirilmiş din” in yanında bir de “uydurulmuş din” yaratmakla) kalmamış beşeriyetin bin bir ıstırapla ve özverili insanların insanüstü cehitleriyle kazanmış olduğu demokrasinin de (bencilce çıkarları uğruna) altını oymaya çalışmış ve çalışmaktadır. Ülkemizde bu basiretsizlik, “demokrasi düşmanlığı” na İslam kılıfı geçirilerek yapılmış ve yapılmaktadır. Yakın geçmişte ABD, demokrasi götürme yalanı ile Irak’a girerek,  orayı nasıl sorunlar ve çatışmalar yumağı haline getirdiyse, IMF ve Dünya Bankası da “mâli yardım bahanesiyle” kendisine borçlandırarak bağladığı ülkelerde mâli krizleri daha da beter duruma getirmiştir. Bu demokrasi, haksız kazanç ve emperyalizm ortaklığının ürettiği “sahte demokrasi” değil de nedir? Bu ortaklığın taraflarının yaptığı da; demokrasinin nimetlerinden siyasi çıkarlar yönünde yararlanarak, iktidar güçlerini ve baskıya dayalı otoritelerini yükseltmekten başka bir şey değildir. Uzun lafın kısası, ne yazıktır ki; dünya, 21.YY.’da “uygarlık krizi” içinde bulunuyor.

Günümüzde, demokrasinin doğduğu Avrupa’da bile, demokrasi; gerçek demokrasi değildir, çünkü hem kapitalist olup, hem de gerçek demokrat olmak olası değildir. Kapitalist sistemin, kendini sorgulamak yerine; demokrasi kalkanının arkasına gizlenerek, at koşturacağı yeni alanlar yaratma oyununu ibretle ama kınayarak izliyoruz. Demokrasi adına (daha doğrusu böyle bir aldatmacayla) ülkelerde iç savaşlar bile çıkarılıyor. Örneğin, günümüzde emperyalizmin ağababası olan ABD, eğer İslam âleminde dikta avına çıkmış ve demokrasi havariliğine gerçekten soyunmuş olsaydı, işe Suudi Arabistan’dan başlaması gerekmez miydi? Böyle olmadı ve biz de komşumuz Suriye’den düşman kazandık. “Sınırlarımızda sıfır düşman/ sorun” söylemiyle çıkılan yolda, “sıfır dost”a varmak da “beceriksizliğin başarısı” olsa gerek. Bir ülkenin ABD gibi emperyalist bir sözde dostu olursa, gerçek dostu da olamaz. “Rehberi karga olanın, burnu çöplükten çıkar mı?”
Laik Demokratik Cumhuriyet
Tüm bunlar ve daha birçok örnek, demokrasiyi kendine kalkan yaparak; laik, demokratik yönetimlerde gedikler açarak, toplumları bir birine düşürerek bölmek ve kolayca yutulur duruma getirmek gibi hiç de insanca olmayan art niyetleri içeriyor. Bir toplumda gerçek demokrasi ve cumhuriyet egemense, o toplumu / ulusu kolay kolay parçalayamazsınız. Laik demokratik cumhuriyeti yüce Atatürk bize armağan etmişti ama bu kutsal armağana layık olmadığımızın örnekleri ve uygulamalarıyla dopdolu bulunuyoruz. Atatürk’ün devrimi bir “aydınlanma devrimi” ydi. Toplumu; “siyasal, ekonomik ve kültürel yapısıyla yenileştirmeyi,, saldırgan ve sömürgen emperyalizme karşı güçlendirmeyi ve gerçek anlamda uygarlaştırmayı amaçlayan “aydınlanma devrimi”; Anadolu’nun binlerce yıllık kültürünün evrensel kuram ve değerlerle bir potada eritilmesinin sonucudur. Bu toprakları emperyalist saldırganların ellerinden kurtararak; bizlere cumhuriyetle birlikte armağan eden o gücün kaynağı; bilim, çağdaşlık, yurt ve insan sevgisiydi.

Hukukun gerçek anlamda üstünlüğü ve kul hakkının dokunulmazlığı” o zamanlar vardı. Ülkeye demokrasi yeni gelmiştir ama tam hakkıyla kullanılıyordu, Cumhuriyet anlayışı ile birlikte demokrasinin olmazsa olmaz koşulu ola hukuk devletini; başta muhalefet hakkı olmak kaydıyla, temel hak ve özgürlüklere özenle saygı gösteriyor, bu insâni değerlere karşı çıkan soyguncu emperyalizmin ülke içindeki uzantıları / işbirlikçi taşeronları yargılanarak etkisiz hale getiriliyordu. Hıristiyan Batı Emperyalizminin yurt içindeki sözde İslami uzantıları olan irtica yuvaları teker teker yok ediliyordu. Bu şekilde halk gerçek dinin Kur’an’daki özgün İslam olduğunu yavaş yavaş görmeye başlamıştı. Atatürk’ün başlattığı aydınlanma ve bağımsızlık devrimi”nin en büyük yan ürünlerinden biri de, Kurtuluş Savaşı yıllarında irtica şeklinde hortlamış olan “uydurulan din” den yurdun arındırılarak gerçek İslam’ın (indirilen İslam’ın) ortaya çıkmasına katkı sağlamış olmasıdır. O zamanki saldırgan ve sömürgen küresel güçlerin zulüm aracı olan papaz-molla işbirliğinin iğrenç görünümü olan irtica büyük ölçüde ortadan kaldırılmıştı. Yüce Atatürk’ün önderliğindeki Müdafaai Hukuk yönetiminin din düşmanı irticaya karşı bu duyarlılığı, Kur’an’daki özgün İslam’ı anlamaktan âciz nasipsizler tarafından “dinsizlik” olarak nitelendirilmişti. Tarikat tuzağının kurbanı aldatılmış cahillerin söylemi olan bu “dinsizlik” damgası cumhuriyet yıllarında hemen hemen tamamen sindirilmiş amma silinmemişti. Nasıl ki zaman içinde (ve 1940’lı yılların ikinci yarısından itibaren) tükenişe teslim olmuş söz konusu cahil cür’etkârlar, Türkiye üzerinde gözü olan küresel güçlerin de desteğiyle tekrar hortlamıştı.

Basiret Özürlü Yönetimler
Atatürk’ün ebedi âleme geçişinden sonra, işler tersine dönmeye başladı denebilir. Basiret özürlü yönetimler, demokrasinin ve çok partili yaşamın açıklarından yararlanarak; daha doğrusu, demokrasinin nimetlerini bencilce çıkarlarına âlet ederek ve yurt dışı kaynaklı yardım önerilerinin arkasındaki aldatmacayı göremeyerek, demokrasinin ülkedeki gelişimini ve kökleşmesini engelleyecek kusurlar sergilemeye başladılar. Yönetimi zulüm ve soygun aracı yapan bu yöneticiler elbette ki dış düşmanlar tarafından arayıp da bulunamayan işbirlikçilerdi. Bu talihsiz durumu dışarıdan izleyen sömürgeci emperyalizmin küresel güçleri, Kurtuluş Savaşı’nda ve Lozan’da yediği Türk tokadının acısını çıkartmak üzere ellerini sıvazlamaya başlamıştı, arsızca sırıtarak.

Böylece Atatürk’ün armağanı olan demokratik laik cumhuriyetin olanaklarından yararlanarak, onun gelişmesini engelleyen hatalar zinciri, demokrasiyi ve cumhuriyeti hazmedememiş olan (daha doğrusu bu güzelliklere layık olmayan) yönetimler tarafından halka halka oluşturulmaya başlandı. (4) Atatürkçü aydınlanma ile gelen demokrasinin altı bu şekilde sinsice oyulmaya başlanmıştı. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Kurtuluş Savaşı’nda ve Lozan’da yedikleri tokatların acılarını hala suratlarında hisseden insan hakları ve bağımsızlık düşmanı Hıristiyan Batı, Türkiye demokrasisinin yozlaştırarak gizliden gizliye insan haklarının hiçe sayılmaya başlandığını görünce, ellerini hâince sıvazlayarak pis pis sırıtmaya başlamıştı. Yurt içinde, Kur’an’daki gerçek İslam ile “indirilen din” in yanında “uydurulan din” yeniden canlandırılmaya başlanmıştı.

Uydurulan din” in mollalarıyla Hıristiyan Batı’nın papazları elele vererek, emperyalizmin işini daha da kolaylaştırıyordu. “Demokratikleşiyoruz…” diye diye gerçek demokrasiden uzaklaşıyordu. Emperyalist soyguncularla, onların yurt içindeki satılmış işbirlikçilerinin yakınlaşması giderek arttı: Bir yandan, “Demokratikleşiyoruz…” söylemleri, neredeyse halkın başına kakılırcasına yineleniyor, öte yandan baskıcı yönetimlere özgü uygulamaların her gün yeni yeni zulüm örnekleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Yönetimdekilerin hoşlanmadığı yazılar yazan gazetecilerin işlerine son verilmesi, sanat galerilerinin bunların yandaşları tarafından basılması, farklı düşüncedeki insanların “deli” vb. tanımlar yakıştırması, çalınan sınav sorularının ardında karanlık güçlerin belirmesi “demokratik” (!?) uygulama örnekleriydi.

Demokrasi kavramının, insan haklarına saygı ağırlıklı ve özgürlükçü evrensel içeriği ile taban tabana zıt ve elbette ki zulüm nitelikli olaylar sistemli bir biçimde toplum yaşamını kuşatmışken, insanlarla alay edercesine, ama bu arada dost görünümündeki düşmanları memnun edercesine “daha çok demokrasi” , “ileri demokrasi” fırtınası estirilmesi olabilecek en akıl dışı durumdu. Şimdi, yazımızın bu aşamasında, daha güncel birkaç “demokrasi ayıbımızı” görelim:
§         Milletvekillerinin, dokunulmazlıkların arkasına gizlenmeye çalışmaları ve bu dokunulmazlık kalkanı arkasında bazılarının işledikleri suçların sorgulanamıyor olması,
§         Kamusal içerikli ekonomik / toplumsal etkinlikleri bir bir özelleştirilerek piyasanın ve yabancı tekellerin insafına terk edilmesi,
§         Köylümüzün, yabancı tekellerin kölesi durumuna düşürülmesi,
§         Ekonominin, bir bir yabancı tekellere ve yeşil sermayeye terk edilmesi
§         IMF ve büyük sermayenin dayatmaları sonucu, “çalışanların toplumsal haklarının kısıtlanarak, zaman içinde tasfiyesi”,
§         Emperyalist kodamanların (AB + ABD) ricaları sonucu, bu ülkelerin şirketlerine “kolaylılar sağlanması
§         Yasama, yürütme ve yargı arasında kurulan ve demokrasinin olmazsa olmazı olan dengeyi “yargının aleyhine bozmaya yönelik yasa ve uygulamalar” demokrasinin ayıbı değil de nedir!

Yargı Erkine Elense Çekmek
Din maskeli ve baskıcı bir yönetim biçimiyle demokrasi kavramının bir araya getirebilmek siyaset biliminde ilk kez ortaya çıkıyordu: “Demokrasi…” diye diye, demokrasi ve cumhuriyetin nimetlerinden yararlanarak baskıcı bir yönetim oluşturacaksın, ayrıca “Hoşgörü…” diye diye de en olmadık karanlık hesapları (halkın dinsel duygularını da istismar ederek ve sömürerek) uygulamaya koyacaksın, yargı erkine arkadan dolaşarak, elense çekmeye çalışacaksın, sonrada toplumun gözünün içine baka baka “ileri demokrasi”den söz edeceksin. Bu tutum elbette ki; sadece demokrasiyi değil, cumhuriyetin nimetlerini de sadece kendilerinin kullanımına izin veren bir araç olarak gören zihniyetin tavrı olmaktadır.

Öyle görülüyor ki, kendini bilmez bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplumda (istersek bunu dünya beşeriyeti olarak alalım…) ve onların kendinden habersiz zalim yöneticilerinin elinde demokrasi ve cumhuriyet gibi, şimdilik dünya beşeriyeti için en erdemli yönetim şekilleri bile yozlaştırılıp; beşeri ve bencilce çıkarlara alet edilmektedir. Buradan da anlaşılıyor ki, esas olan araç değil, o arazı kullanan / kullanacak olan zihniyetin kalitesidir. Bu kalitesiz beşeri zihniyet, Allah’ın bizlere hitap şekillerinden biri olan Kur’an’ı bile yozlaştırmaya meyletmedi mi? Ama bunu yapamadığı için, O Kutsal Kelam’ın yanında sahte bir din oluşturdu ve onunla pek çok zulme imza attı. Mantalite değişmedikçe, kendini bilmez beşer beşeri kusurlardan arınıp insanlaşmadıkça, sorunların ve sürüp giden zalimliklerin anayasa değişikliği vb. önlemlerle de giderileceğini sanmıyoruz. Önemli olan, anayasayı değiştirmek değil, bireyin kendi kendisini değiştirmesidir.

Neden Bu Haldeyiz, Apaçık Ortada…
Asıl konumuz olan “zulüm” kavramına geçmeden önce, bir girizgâh olsun amacıyla beşeriyetin genel görünümünü gözden geçirirken, neden bu halde olduğumuza ve yozlaşmanın boyutlarına da yer yer değinmiş olduk. Beşeriyetin bu genel görünümü içinde zulüm örnekleri birer kara leke halinde görünüyordu… Yazımızın bundan sonraki kısmında, beşeriyetin yüz karası olan ve beşeriyete telafi edilmesi gereken ağır veballer yüklemiş olan ve pek çok sıkıntımızın da nedeni olan bu kara lekelerin oluşumuna daha yakından bakıp “zulmün metafizik kökenleri”ne inmeye çalışacağız.
------o O o-------
Zulüm ve Zulmet
Işıksızlık” anlamındaki “zulmet” ile aynı kökten gelen “zulüm”, “bir şeyi kendi doğal yerinin dışında bir yere koymak” anlamında bir sözcük olup, Kur’an’ın (yaklaşık 350 yerinde geçer) en önemli kavramlarından biridir. “Zulüm” sözcüğü, Kur’an bünyesinde küfr, şirk, kötülük, baskı, işkence ve haksızlık anlamlarında da kullanılmıştır. Zulmün bu anlamlarını, “zulmün türleri / görünümleri”  başlığı altında ileriki paragraflarımızda ayrıca ele alacağız ama “zulüm” sözcüğünün bu genel anlamına bakarak hemen söyleyebiliriz ki, yaradılış düzeyinde zulüm; yersizliklere, dengesizliklere (adâletsizliklere) bozukluk ve yozlaşmaya neden olan toplumu / bireyi zulmete gömen, elbette ki erdemlerle bağdaşmayan bir durumdur. Eğer beşeriyet için barış, huzur ve birlik (tevhid) önemli ise (ki elbette ki öyledir), zulmün / zulmetin ne kadar iç karartıcı (“ışıksızlık”) ve insanın gerçek doğasıyla bağdaşmayan yanı (ve bağlı olarak da önemi) ortadadır.  

Zulüm kapsamına giren olumsuzluklar göz önüne alındığında, gezegenimizdeki canlılar arasında, dünya beşerinden daha zalimi yok görünmektedir. Esasen zalimlik, beşeri noksanlıklarımızın biridir, ötekisi de cahillik (Azhab 72, Bakara 30). Beşerin bu zalimliği kendisinden başkalarına gibi görünse de, esasen kendi kendisinedir. (Nisa 40,Yunus 44, Kehf 49) Zulüm kavramının genel tanımında gördüğümüz, “bir şeyi ait olduğu yerin dışında bir yere koymak” ifadesinden hareketle diyebiliriz ki, zulüm; eksiklikten de doğar, fazlalıktan ( israf, ifrat…) da. Çünkü dengenin / adaletin bozulmasının nedeni sadece eksiklik değil, fazlalıkta olabilmektedir. Mal-mülk birikimi açısından, bir kısım bireyler gereğinden fazlaya sahip iken, bazılarının gereğinden azına sahip durumda bulunmaları; dengesizlik, adaletsizlik ve dolayısıyla da zulümdür (örneğin, ekvatorun güneyindeki ülkeler ile kuzeyindekiler arasında görülen gelir dağılımı ve yaşam standartlarındaki adâletsizlikler…)

Aynı durum bir toplumun / ülkenin zengin ve yoksul kesimleri için de geçerlidir ve bu da adaletsizliktir. Her türüyle adâletsizlik, Kur’an dilinde “zulüm”dür. Varlığın kozmik uğrası olan tekâmül; bir bakıma, giderek, Allah’a benzemektir. (Sufizm’de Allah’ın rengi ile renklenmek…) Allah’a gidişin en değerli azığı da adalettir, çünkü Allah adalet üzerine iş yapar (Şûra 15, Nahl 90) ve Peygamber de adalet üzere olmakla emrolunmuştur. Allah’ın kelamı (bizlere hitabı) ve Peygamber sünneti; biz Müselmanlar için önemliyse, duyarlılık göstereceğimiz en önemli tutumlardan biri zulme (adaletsizliğe) sapmamak olmaz mı?

Üç Temel Zulüm Grubu
Zulüm kavramına girmeden önce, beşeriyetin genel görünümüne bakarken de gördüğümüz gibi 21.YY sözde modern / medeni beşeriyetin şimdisi ve geçmişi zulüm örnekleriyle dolup taşmış. Kur’an’da (türevleri ile birlikte) 300’e yakın yerde geçen zulüm kavramını ilgili ayetler içinde incelediğimiz zaman görüyoruz ki, başlıca üç temel grup zulüm vardır:
1)      Beşerin kendi kendine zulmü: İnsanın kendi gerçek doğasını bilmemekten (yani, kendisi hakkındaki cahilliğinden zulüm türü budur ve her türlü zalimliğin temelinde de bu vardır. Bu nedenler “kendini bilmek” tüm kutsal metinlerin ve ezoterik öğretilerin temel konusu olmuştur. İnsanın Rabb’ini bilmesi, kendini bilmekle olasıdır. Kendini bilme konusunun bu öneminden dolayı, Kur’an’ın bir çok ayetinde (Hûd 101, Nahl 118, Ali İmran 117vb.) kendini bilmez beşerin kendi kendine olan zulmüne dikkat çekilmiştir.
2)      Bireyin kendisi ile, üyesi / vatandaşı olduğu toplum arasında zulüm: Bu zulüm genellikle kamu haklarına tecavüz şeklinde ortaya çıkar. Yönetici zihniyetin basiretsizliğinden ve dost görünümündeki düşmanla yaptığı işbirliği nedeniyle vatandaşa yönelik zulmü de bu türe girer. Beşeriyet tarihinde; site, devlet ve medeniyetlerin (Kur’an’cası “karye”lerin çöküş ve silinip yok oluşlarının nedeni, yönetici kadrolarının zulme (adaletsizliğe) sapmalarıdır. (En’am 123).) Bir toplumun bireylerinden yönetici konumunda olanların adaletsizlik üzere zulme sapmaları, o toplumun çöküşünü kaçınılmaz kılıyor. Bu durumla ilgili ayetler: “Biz karyeleri temsilcileri / halkları zulme sapmadıkça, onları helak etmeyiz.” “İşte sana zulmettikleri zaman yere batırdığımız karyeler.” (Kasas 59, Enbiya 31, Hac 45+48, En’am 131, Hûd 102+117, Ankebût 31, Kehf 59)
Zulme Tepkisizlik
Burada denilebilir ki, “yönetici zalimse, halkın günahı ne ?” Halk da zulüm karşısında zalime tepki vermek sorumluluğunda ve zorunda. Zulme tepkisizlik, zulme ortaklığı beraberinde getiriyor. Allah’ın (Sünnetullah, İlahi İrade Yasaları) böyle işliyor ve adaletsizliğe (zulme) ruhsat veriyor. Bir zulme göz yummuş, o zulme katılmak oluyor. Sünnetullah sebep – Sonuç Yasası hiç şaşmadan işlediği için, “Allah zalimleri çok iyi bilir” demiştir. (Cuma 6+7). Kur’an (Nisa 75’te) zulüm sergileyen yöneticilere karşı savaşılmasını istiyor; onların hayrı ve kendi hayrımız için. Bu tepkinin sadece kendimize değil, zalim yöneticiye de yararı var: Hem kendimizi zulme ortaklıktan sakınmış oluruz, hem de; zalimi, zulüm batağına daha çok batmaktan kurtarmış oluruz. Az yukarıda, “Kur’an, zalime karşı savaşmamızı istiyor” demiştik. Buradaki savaş, sözlü / yazılı kınama ve uyarıdan, dikkat çekmeden başlayarak, silahlı mücadeleye kadar her türden savaştır. Ama unutulmamalıdır ki, silahlı mücadele en son çaredir ve savunma nitelikli olmadıkça makbul değildir. Savunma zorunluluğunu ortaya çıkmadıkça, silahlara davranılmasını istemiyor Kur’an. Bizim Kurtuluş Savaşımız gibi, Hz. Muhammed’in katıldığı ve kumanda ettiği tüm savaşlar savunma savaşlarıdır. Dolayısıyla, “İslam, kılıç zoruyla kabul ettirildi ve yayıldı” söylemi, işin aslını bilmeyen Kur’an düşmanlarının bir yalanıdır. Kur’an’a göre Salih akıl sahibi Kur’an mü’mininin zulümden başka düşmanı yoktur. Bu biricik düşmana tepki göstererek, adaleti ayakta tutmaya çalışanları da Allah’ın sevdiğini Müntehine 8’de görüyoruz.

Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, zalim yöneticiler de dahil, her türden zalimi hoş görmek de bir zulüm türü olmaktadır. Çünkü zalim yöneticiyi sevmek bir yana; hoş görmek ya da aldırış etmemekle bile, Allah’ın sevmediğini hoş görmüş, hatta sevmiş oluyoruz. “Zalimin dostu ancak bir başka zalim olur!” diyor Kur’an (Casiye 19). Eğer gerçek Müselman isek, zalimin dostu olmamaya dikkat etmek gerekmez mi? Allah, zalimleri ve zulüm destekçilerini sevmediğini birçok ayetinde belirtmiş; Ali İmran 57 + 140, Şûra 40, Bakara 190, Maide 87, A’raf 55. Şimdi, bilerek / bilmeyerek zalim yöneticileri işbaşına getiren seçmenlerin, bu zalimlerin zulümlerini yıllarca gördükleri halde, oylarıyla onları hâlâ iktidarda tutan oy sahiplerinin (zulüm ortağı seçmenlerin) nasıl bir vebal altında olduğunu düşünebiliyor musunuz… Kur’an ayetlerindeki üç temel zulüm grubundan üçüncüsüne geçmeden önce, devlet otoritesinin vatandaşa yapabileceği olası zulüm konusunda da çok güzel bir uyarıyı Atatürk’ün gençliğe hitabından anımsıyoruz:
“ … İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri kişisel çıkarlarını, istilacıların siyasi emelleriyle birleştirebilirler. Millet, yoksulluk içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir… “
3)      Bireyin Kendisi ile Allah Arasında Zulüm:  Bu zulüm türü grubunun en büyüğü şirk ve riyakârlıktır. Aslında, riyakârlık da, Hz. Muhammed tarafından “gizli şirk” olarak ifade edilmiştir. En büyük zulüm çeşitlerinden sayılan şirk, dinsel öğretide; Allah’a ortak tanımaktır. (Esasen Arap dilinde “şirk, şirket”, “mülk ve saltanatta ortaklık” demektir.) Başka bir deyişle, şirk; “uluhiyet özelliklerini bir başkasına tanımak” tır. Bu sapmışlık gerçek ile taban tabana zıt oluşundan dolayı da, aynı zamanda “küfr” olmaktadır. Bu niteliklerinden dolayı, “şirk çok büyük bir zulümdür” )Lokman 13). Allah’a şirk koşan, çok büyük bir sapmışlık ve karmaşa içine düşmüş olur.” (Nisa 48) ve böyle bir sapmış, “önü alınmaz bir zulmete de mahkum olmuştur”. (Nisa 116).
Ayrıca “küfr” ü de “zulüm” ilan etmiştir Kur’an: “Küfre sapanlar zalimdirler” (Bakara 254). Küfr (yani, gerçekleri, Allah’ın âyetlerini gizlemeye ya da saptırmaya çalışmak), ayrıca; haber alma ve bilgi edinme özgürlüğünün de ihlali oluyor. Örneğin, dünya dışı canlılık ve evrende zeki hayatın yaygınlığı, insanın gerçek doğası olan ruh, ruhsallık ve bunlara bağlı (parapsikoloji ve metapsişiğin konusuna giren) gerçekler kapitalizmin güdümündeki devletler tarafından sistematik bir şekilde yıllarca örtbas edilmiş ya da saptırılmıştır. “Allah’ın zikri” (Münafikûn 9) olan Kur’an küfr ehliyle mücadeleyi esas almakla birlikte (çünkü küfr de bir zulümdür); zaman – mekân koşullarına göre, küfr ehli zalimlere, “…Sizin dininiz size, bizimki bize…” (Kâfirûn 6 ) deyip, kenara çekilmeyi de geçerli saymaktadır. Varlık ve oluşun kitabı olan Kur’an ile îman sahiplerine böyle bir esneklik tanınmıştır, zulmün küfr türü için.

ALLAH’a Din Öğretmek     
Zulmün bu türünün başka bir versiyonunu da dinci hurafe yobazları “Allah’a din öğretmek” şeklinde sergilemişlerdir. (Hucurat 16). Evet, inanılacak gibi değil ama zalimliğin, “Allah’a din öğretmeye kalkışmak” gibi bir boyutu da var: “Kalbi kesretle dolmuş” (Zümer 22) kendini bilmez beşerin; “ALLAH a din öğretmesi” daha doğrusu böyle bir sapmışlığa ve şaşkınlığa yönelmesi bir tek yolla olur: Allah’ın dinini, O’nun kitabının dışındaki kaynaklara bağlamak… “Dalâlete düşen” (Fatiha Suresi) beşer bu zulüm ve küstahlıkta başarılı olduğunda, artık Allah’ın kitabı, Allah’a ortak tutulanların (“şüreka” nın) ürettiği uydurma kutsal kitapların (“zübür” ün) denetimine / etkisine girer ve (Peygamberlerin dikkat çektiği) “örtülü şirk” (yani zulüm) Kur’an’daki özgün İslam’a fatura edilerek kitleleri kemirir; aynen günümüzde “uydurulan İslam’ın” “indirilen İslam’a” fatura edilişi gibi… Kur’an’daki özgün İslam olan “indirilen İslam” ile piyasadaki (ve emperyalist güçlerin bize karşı haince kullandığı) “uydurulan İslam” ile karıştırmamak gerek. Emperyalist Hıristiyan Batı’nın “uydurulmuş İslam” üzerinden değerlendirme yapıyor olması, kendileri adına büyük talihsizlik.

Uzun Lafın Kısası…
Zulüm irili ufaklı başka görünümlerine geçmeden önce, buraya kadar paylaştıklarımıza dayanarak hemen şunu belirtelim ki, zulüm; hangi türden olursa olsun, “göklerden öfke ve mutsuzluk inmesine yol açar” (Bakara 59). Zulmedenlere eğilim bir yana, onlara tepkisiz kalmak bile “yaratıcı düzenin ateşine çarpılmaya” zemin hazırlar (Hûd 113). Bu akıbete müstahak olmayalım diye Kur’an uyarısını yapmış: Zulme uğrayanların yanında, “savaşmayı” tüm onur sahiplerinden, bir insanlık borcu olarak istiyor, Kur’an (Nisa 75). İnsanlara zulmedenlere “her türden karşı çıkışa” ruhsat veriyor Kur’an (Şûra 42). Çünkü Kur’an’a göre, bizler için biricik düşman zulümdür. Başka bir şeyi / kimseyi düşman bellemememizi istiyor Kutsal Kelam: “Zalimlerden başkasına kin ve düşmanlık olmamalıdır” (Bakara 193). Ayrıca, Allah; zalimleri sevmemekle kalmamış, onları lanetlemiştir de (A’raf 44, Hûd 18, Gâfir 52). “Kulakları olan işitsin ! ” – Hz. İsa

Kontrolden çıkmış aklı / zihni ve dolayısıyla davranışları egemenliği altına almış bir nefsin belirgin özelliklerinden biri doymazlıktır (ya da açgözlülüktür). Bu nefsanî özellik bireyin karakterine ve zaman – mekân koşullarına göre değişik şekillerde / görünümlerde ortaya çıkar. Nefsanî bireyin söz konusu doymazlık içinde yapıp ettikleri de zulüm türlerindendir. Birçok mal ve olanağa sahip kimselerin, bunların daha azıyla yetinmeye çalışanların mal / olanak varlığına göz dikmeleri bir zulüm türüdür. (Sad 23+24)

Bu doymazlığın devlet düzeyindeki boyutu da çoğu zaman savaş nedeni olagelmiştir. Günümüz vahşi kapitalizminin emperyalist uygulamaları bu açgözlülüğün ve doymazlığın küresel boyutunu oluşturmaktadır. Gelişmiş ülkelerin yönetimlerinden (hatta “5 büyükler” den “8 sanayileşmişlerden”, hatta bizim gibi “20 gelişmekte olan ülkelerin” yönetimlerinden) söz konusu gelişmişliğin gereği olarak, az gelişmiş ülkelerin topraklarına ve yeraltı zenginliklerine göz dikmek yerine, bu ülkelere yardım etmek gerekirdi. Ama günümüzde az gelişmiş mazlum ülkeler, sözde yardım adı altında borçlandırılarak, borç veren ülkelere / kurumlara (IMF, Dünya Bankası vb.) bağımlı hale getirilerek sömürülüyorlar.

Bu tutum elbette ki günümüz vahşi emperyalizmine özgü ve gerçek uygarlıkla / erdemle bağdaşmayan bir zulümdür. Onların işbirlikçileri ve stratejik ortakları da söz konusu zulmün maşaları durumundadır. Kur’an ahlâkına göre, zenginin malında mazlumun hakkı vardır. Zengin, insaniyet ( erdemlerin ve gerçek uygarlığın) gereği olarak, varlığın / birikiminin kendi ihtiyacından fazlasını yoksul ile paylaşmalıdır. Şimdi, günümüz zulüm zihniyetinin temsilcilerinin, özellikle de yöneticilerinin / politikacılarının insan haklarından, demokrasiden söz etmelerine kim inanır, kendileri gibi olanlardan başka? Sadece yalancı değil, aynı zamanda riyakâr olan bu yöneticiler bir yandan da (Hıristiyan / Müselman gibi bir din mensubu, yani) sözde inanç sahibi olarak “iman sahibi” dirler. Camiden/ kiliseden çıkıp kamera karşısında gazetecilerin sorularını yanıtlarlar ama bilmezler ki, imanlarına zulüm bulaşmıştır ve yine bilmezler ki ancak “zulme sapılmadığı sürece” iman imandır ve Allah katında geçerlidir. Allah’ın bizlere hitabı olan Kur’an, imandan sonra zulüm sergileyenler” in imanlarının hiçbir işe yaramayacağını açıkça belirtmiş. İmanlarını zulümle lekeleyenlerin sonları, daha doğrusu akıbetleri Ali İmran 86+87’de belirtilmiş: Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların laneti altına girmek ve bu lanet içinde hiçbir eksiltme ve hafifletmeye muhatap olmadan sürekli kalmak.

İmanın Zulmü ile Lekelenişi
Alemler için öğüt”(Yusuf 104) olan Kur’an’ın vahyedilmeye başlanışının ilk yıllarında,  yeni Müselmanlara zulüm ehli putperestler tarafından baskı ve şiddet giderek tırmanıyordu. İmanın ardından baskı ve şiddet nedeniyle inkara girenlerin ufukları karartılmamıştı ama, imanlarını zulüm ile lekeleyenler için kurtuluş kapısı kapatılmıştı (En’am 82). Görüldüğü gibi, iman ettikten sonra, zulme ve küfre sapanlara karşı Kur’an çok sert bir tavır takınmıştır. Buna Kur’an dilinde “tebdil” ve “irtidat” denir ki;  “tebdil”, imanı küfr ile değiştirmek; ikinci sözcük de “İslam dininden çıkmak” anlamında da en iğrenç ve onur kırıcı “hastalıklar” dır. (Ali İmran 86+90, Bakara 217).

Şimdi eğer imanları zulümle lekelenmiş sözde iman sahipleri bir ülkede yönetici durumunda ise, o ülkede “ayaklar baş, başlar ayak” konumunda değil midir! Bu yöneticilerin (sözde devlet adamlarının) ve onları destekleyenlerin vay haline vay haline… Görülüyor ki, “İman ettik” demekle, nüfus cüzdanına “İslam” yazdırmakla iş bitmiyor. Eğer, nüfus cüzdanında “İslam” yazılı olanlarca, Allah’ın Kelamı bir şey ifade ediyorsa (çünkü “İslam”, aynı zamanda “ALLAH’a teslim olmuş” demektir…), Ankebut 2’den demi ibret almıyorlar: “İnsanlar, ‘iman ettik’ demeleriyle kendi hallerine bırakacaklarını ve hiçbir sınava çekilmeyeceklerini mi sandılar!”

Kur’an’ın temel kavramlarından “bağy” sözcüğünün bir anlamının “hak ve sınır tanımamak” olmasından dolayı; bu kavramın, şimdi irdeleme konumuz olan “zulüm” ile yakın ilgisi bulunmaktadır. “ ‘Bağykavramının psiko-spiritül bazını doymazlık, sosyo-ekonomik görünümümü de zulüm ve sömürü oluşturur” diyor ünlü ilahiyatçı Yaşar Nuri ÖZTÜRK (5)   Fertlerin bağy yoluyla zulümde bulunmaları, birbirinin mallarına göz dikmeleri ve bu bağy iletinden kurtulmak için iman ve Salih amele sarılmak gerektiği Sad 20+24’te de anlatılıyor. Buradan da anlaşılıyor ki, bireysel ve toplumsal hakların zedelenmesinin bir adı da “bağy” olmaktadır. Herkesin yapıp ettiği kendine olduğu gibi, bağy sergileyenin de zulmü yine kendine olmaktadır: “Ey insanlar! Şunda hiç kuşkunuz olmasın ki; sizin bağyiniz yine sizin aleyhinizedir. (Yunus 23)

Güven ve Îman
Sad 20+24’te gördüğümüz gibi bağy şeklindeki zalimlikten kurtulmak imana sarılmakla olasıdır. Kur’an, aksiyona dönmüş, uygulamaya konmuş imanı esas alıyor. Başkalarına zulmü değil, “güven vermek, güven içinde olmak” demek olan iman, “güven” sözcüğü ile aynı kökten geliyor. İmanlı Müselmana (imanını zulüm ile lekelemedikçe) “mü’min” denir ve bu sözcüğün anlamı da “güvenilir insan” demektir. Bu durumda gerçek anlamda mü’min olmak ile zalim (zulm ehli) olmak taban tabana zıt iki birey tiplemesi olmuyor mu? Bir bakıma da iman, bir anlamda; “iyi ve güzel(estetik) uğruna sürekli savaş hâlinde olmaktır. “ (Tevbe 111). Çünkü yaşam, azgınlığa karşı (Allah yoluyla) savaşanlarla, karanlık kuvvet (tağut) uğruna savaşanların bir çarpışma alanıdır. Karanlık güçlerin işi zulüm, imanlı mü’minlerden oluşan pozitif / aydınlık güçlerin (“ışık işçileri”  nin) işleri de zulme karşı çıkmaktır. (Hacc 39). Kozmik emaneti omuzlayan ve “Allah’ın halifesi” unvanını almış bulunan (Bakara 30, Ahzab 72) bir varlığın kozmik kaderi zulüm ile savaşmaktır.

Durum bu olduğuna göre iki paragraf önce sözünü ettiğimiz sözde “yöneticiler” , makbul ibadetin gizli olması gerekirken, cami / kilise çıkışlarında kameralar karşısında poz verip bu çekimleri yandaş reklâmlara yansıtıyorlarsa, din ile şov yapıyorlar (yani, dini siyasi amaçlarına alet ediyorlar) demektir. Bu tutumda Mâun Suresi’nin tokatına müstahak olmayı beraberinde getirmektedir. “Din kılıfı geçirilmiş şovculuk” tan ( ve dolayısıyla dincilikten) başka bir şey olmayan bu tutum, aynı zamanda riyakârlık da içerdiği için “şirk” niteliklidir. Şirkin, ne türden olursa olsun, asla affedilmeyeceğini “iman edenlere rehber ve rahmet” (Nahl 64) olan Kur’an defalarca dile getirmiştir. Riyaya bulaşanlar hiç tartışmasız “müşrik” tir ve yine Yüce Kur’an, şirke bulaşanların ibadetlerini “lanetli ibadet” olarak anmaktadır (Maun 4+5). Bu gibiler toplum içinde hangi statüde bulunursa bulunsun, aslında varlık olarak “rezil edici azap içindedirler” (Dühan 30). Bu gibilere destek çıkanlar ya da sessiz kalanlar da; yine Kur’an ifadesiyle “hainlere yandaş olanlar” dır. (Nisa 105). “Kulakları olan işitsin.” – Hz. İsa

Kendi Kendilerine Zulmedenler
Bu sapmışlıklar (“sapmışlık”, Kur’an ifâdesidir) içinde olup; hem kendilerine, hem çevrelerine zulüm sergilerleri görmeyi sürdürüyoruz: “Kendi kendilerine zulmedenler” den maksat, yukarıda belirttiğimiz sapmışlıklardan ayrı olarak, “zalim bir yönetim altında olup da, ona tepki göstermeyenler, ya da oradan uzaklaşmayanlar, hatta gerekirse kalkıp başka yere göç etmeyenler” dir. Böyle ve bu nedenle göç ediş: Kur’an’a göre, “Allah yolunda göç ediş” oluyor (Nisa 100). Zulme uğratılanlardan (zulüm mağdurlarından) bu zulüm ile önce mücadele etmeleri bekleniyor. Bu mücadelede başarısız olmaları halinde, o yöreyi / mekânı terk etmeleri gerekir, belirtilen ayetlere göre.

İslam tarihinin anlattığına göre, zulümden dolayı göç olayı en belirgin ve ibret verici şekilde Hz. Muhammed’in sağlığında ve onun önderliğinde yaşanmıştı (Mekke’den Medine’ye hicret). Bu ibretlik olay “Allah’ın kılavuzu” (Bakara 1, Zümer 23) olan Kur’an’da da yerini almıştır. (Ali İmran 195, Tevbe 100, Haşr 91). Bu göçün nedeni putperest Mekke oligarşisinin Peygamber’e ve yeni Müselmanlara yönelik zulmüdür. Putperest zulümden kaynaklanan zorunluluk nedeniyle bazı Müselmanlar’da ilk göç kafilesi olarak Habeşistan’a gitmişti. Peygamberin önderliğindeki ilk Müselmanlar putperest vahşi zulme karşı çok direnip sabrettikten sonra ayetin gereğini yerine getirmiş oluyorlardı: “Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri elbette biz dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz” (Hacc 58). Zulme uğrayanlar bumu yaparlarsa, yeryüzünde; gidilebilecek çok yer, bolluk ve nimet bulunuyor ama bu tepkiyi vermezlerse, zulme onay vermiş ya da göz yummuş bir duruma düşeceklerinden, kendileri de zalim muamelesine müstahak olmuş olacaklardır.

ALLAH Zulmetmez
Yukarıda görmeye çalıştığımız anlamda kendi kendine zulmedenin, çevresine olumlu anlamda bir yararından çok, zulüm olasılığı vardır. Kendi kendine zulmeden (nefsinin zulmü altında olan) biri zaman-mekân koşulları ve bulunduğu statü bakımından ne kadar gizlese de, potansiyel olarak “zalim” dir. İnsanların bu gibiler yüzünden maruz kaldığı zulüm türleri oldukça yaygındır. Bu biraz da toplumun müstahak olduğu bir zulümdür, Sebep–Sonuç Yasası’na göre. Çünkü zalimin zulmüne zamanında müdahale etmemiş, tepki göstermemiştir. Bu durumlarda, “Allah böyle yazmış, ne yapalım…” gibi hezeyanlar; cahillikten ve medeni cesaret fukaralığından kaynaklanan, “Bana dokunmayan yılan…” zihniyetinin bir ürünüdür. Çünkü “Allah insanlara zulmetmez. İnsanın maruz kaldığı ve müstahak olduğu zulümler doğrudan doğruya insanın kendi eseridir.” (Ali İmran 117) (6)  
Allah’ın zulmetmesi bir yana, O bize; zulmün neler olduğunu, zulümden nasıl korunacağımızı göstermekten de öte, rahmet ve bağışıyla bizleri koruyor ve zalimlik kusurumuza / günahımıza karşılık bu kusurumuzu gidermemiz için telâfi olanakları sunuyor.

Allah, Fatır 45’te belirttiği gibi, “Allah insanları işledikleri zulümlerden dolayı cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı kalmazdı.” Görülüyor ki, dünyada sergilenen bunca zulme rağmen, Allah lütuf ve merhametini üstümüze “örterek”, bizleri hoşgörüsüyle koruyor ve tekâmülümüzü gerçekleştirelim, beşeri kusurlardan sıyrılıp insanlaşalım diye bize sürekli olarak telafi olanakları tanıyor, peşpeşe gelen yaşam sınavları ile… Her yaşam sınavı (epröv), şuurlanarak ve insanlaşma yönünde adım adım ilerlemek için bir fırsattır, İlahi bir lütuftur, şükrederek yararlanmamız / değerlendirmemiz için. Elbette, kendi nefsimizin zulmünden kurtulabildiğimiz ölçüde bu ilahi fırsatları (ki bunlar da birer nimettir…) içsel gelişim yönünde değerlendirebiliriz. Ama görünen o ki, bu İlahi Lütuf’tan yararlanamayanların sayısı; yararlananlardan daha çok, dünyanın perişan manzarası bunu göstermiyor mu… Sanki Allah’ın rahmeti ve bağışı ne kadar büyükse, biz beşeri varlıkların gafleti ve dalaleti de o kadar büyük…

Yaşam ve Yaşama Hakkı  
Yaşam ve tezahüratın tüm birimleri kutsaldır çünkü onlar Yaradan’ın eseridir. Yaşamı veren Hayy (diri) ve Muhyi (dirilten / canlandıran) Allah, onu alan da Mümit (ölürden de) Allah’tır. Can vermek ve canı almak Allah’ın tekelindedir. Can halinde sahip olduğumuz bedenlerimiz bir ömürlük (yani geçici) tekâmül araçlarımızdır ve emaneten bizlere ve tüm canlılara (bitkiler + hayvanlar + insanlar ve yeryüzü küresine) verilmiş kutsal emanettir. Başka bir deyişle, kendi bedenimiz ne kadar kutsal ve önemli ise, öteki canlıların bedenleri de o kadar kutsal ve (kendileri için) önemlidir. Kendimizin ve tüm canlıların yaşama hakkı kutsallık düzeyinde dokunulmazlığa sahiptir. Dolayısıyla yaşama hakkının ihmali ya da tehdidi aynı derecede önemlidir. Bu nedenle (tüm canlıların) yaşama hakkına saygı, erdemli insanlara özgü ve “Alemlerin Rabb’inden bir indiriliş” (Hakka 43) olan Kur’an’ın da önemle üzerinde durduğu bir konudur. Yaşama hakkının öneminin Maide 32’de üstüne basarak vurguladığını görüyoruz: “Bir canı alan, tüm beşeriyeti öldürmüş, bir canın yaşama kavuşmasına vesile olan da tüm beşeriyete yaşam sunmuş gibidir.”

Dünya beşeriyeti henüz bu Kur’an’sal ideale ve insanlık düzeyine ulaşmış görünmüyor; savaşlar, terör, aldatmacalar / yalanlar ve cinayetler hala sürüyor. Silah üretiminde üzerimize yok. Nükleer silahlar, üzerindeki tüm canlılarla birlikte tüm gezegeni olduğu gibi yok edecek düzeyde ve bu konuda şampiyonluğu elinde tutan ülkelerde dünyanın en gelişmiş ülkeleri (“5 büyükler” ,  “8 süperler” falan…) Silah ve teknoloji üstünlüğünün adı “gelişmişlik” olmuş. Her türlü ahlaksızlık, hak ihlali ve bedensel konfor da bu anlamda “gelişmiş” ülkelerde bulunuyor. Ama apaçık görünüyor ki, insanlaşmak/ uygarlaşmak bu değil. çünkü teknoloji insanı konforsuzluktan kurtarır ama ahlaksızlıktan kurtaramaz. Beşeriyetin içler acısı durumu da zulmün sonucunun panaromik bir görüntüsünü oluşturuyor.

Mazlumu Korumak Yerine…
Yaşama saygının gereği, yaşam hakkına musallat olanın (ve birinin yaşamını, her nedenle olursa olsun ortadan kaldırmanın)  bunu yaşamıyla ödemesi değil midir? Günümüz beşeriyeti (beşeri hukuk) bu konuda ikiyüzlü bir tavır takınmaktan kendini alamamıştır: Çoğunlukla siyasi çıkarların güdümünde erdemlerden feragat eden basiretsiz yönetimler yaşama kasdeden zalimi affetmek için, yaşamına kasdedilen mazlumun hakkını çiğnemeye “merhamet ve insanlık” demektedir. Daha doğrusu böyle bir kılıf ile mazlumun hakkını çiğnemekle ve dolayısıyla bir zulme ortak olmaktadır.

Oysa ki affetmek yetkisi hak sahibinin, yani mazlumundur. Kul hakkı çiğneyeni Allah bile affetmiyor. Hakkı ihlal edilen mazlumu korumak yerine, hakkı (hem de yaşama hakkını) ihlal eden zalimi korumak (yani zulme ortak olmak) akıl işi midir? En kutsal hakkı elinden alınmış, ya da (örneğin, çevre kirleterek sağlıksız koşullar altında) sağlıklı yaşama hakkını tehlikeye sokulmuş bir kimsenin ya da bu gibilerden oluşan bir toplumun bu hakkını korumaya daha insanca ve erdemli bir tutum olmaz mı?

Toplum ve otorite/ iktidar ihlal edilen hakkın sahibini korumak zorundadır. Erdemli, insanca ve hakça yönetimin / devletin “büyüklüğü” herhalde bunu gerektirir. Eğer biz Müselmanlar (ve de Müselman yöneticilerimiz) için önemli ise, varlık ve oluşun kitabı olan Kur’an bizden bunu bekliyor. İyi yönetici, iyi önder olmak için, önce iyi insan olmak gerek, Müselman olmak yetmiyor. Çünkü Müselman olmuş olabiliriz (böyle bir nüfus cüzdanı taşıyor olabiliriz) ama bu, “iyi insan” olmuş olmak değildir. Gerçek Müselman olmak için de önce “iyi insan” olmak gerek.

Bu nedenle, ibadetlerin bir kurtuluş garantisi olmadığı belirtilmiştir. “Bir yol gösterici ve rahmet” (A’raf 203) olan Kur’an ibadetlerin sadece bir kurtuluş ümidi yaratan dinsel deneyimler olduğuna dikkat çekiyor. Bu İlahi Uyarı’yı Bakara 21’de görüyoruz: “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb’inize itaat edin. Bu sayede korunmanız “umulur”. Görülüyor ki; nasıl, ne niyetle ve ne kadar samimiyetle ibadet ettiğimiz önemli. Hele bu ibadete zulüm bulaştırmışsak (Mâûn Suresi’nde belirtildiği gibi), o zaman o ibadet lanetlenmiş ibadet oluyor ve sahibine negatif karma yüklüyor. Bu demektir ki, Allah karşısında, “Ben ibadetimi yaptım, sen de vereceksin…” edasıyla beklenti içine girmekten, hele (daha önce değindiğimiz) “şov nitelikli politikacı ibadeti”nden sakınmak gerek. Bu alt başlığımızı ünlü bilge sahabilerden Ebud DERHA’nın bir anımsatmasıyla bitirelim. (7): “İmanına güvenerek kurtuluşu garanti sanan, imandan yoksun bırakılır.” Aynı sahabi, ibadetleriyle şımararak, böbürlenenlere de şöyle sesleniyor: “Allah’a ibadeti başınıza bela haline getirmeyin!”

Kur’an’ın özgün mesajı iyice kavramamış olmaktan kaynaklanan bir cahillik içinde “ibadeti bela haline getirmek” de bireyin kendi kendine zulmünden başka bir şey değildir. Bu zalimliği sergilememek için, Allah’ın bizlere hitabı olan Kur’an’ı olabildiğince iyi anlamak gerek. Bu nedenle, ibadetlerin en önde geleni; genel anlamda, okumaktır (bilgilenmek, ilimde derinleşmek), özel anlamda da Kur’an okumaktır. Bilindiği gibi “ Oku ! ” Allah’ın Kur’an’daki ilk buyruğudur. Temel ibadet okumaktır. “Kur’an’ı okuyanın ben öğretmeni olurum” diyor Allah: “Beni okuyana, Allah öğretmenlik eder” diyor Kur’an. Kur’an’ın nasıl okunması gerektiğini de söylüyor Allah: “Ağır, ağır ve düşünerek…”(Müzemil 4) Görülüyor ki, Kur’an’ı bu şekilde (Allah’ın istediği şekilde) okumak, namazdan önce gelen bir ibâdettir / salattır ve unutmayalım ki; namaz, çeşitli salat / ibadet şekillerinden sadece biridir.

Bitirirken
Günümüzde beşeriyeti birçok bakımdan olduğu gibi, insan haklarına saygı konusunda da Kur’an’ın gerisindedir. Ülkemizin ve dünyanın ünlü ilahiyatçılarından Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün ifadesiyle, “Çağ, Kur’an’ın gerisinde; biz Müselmanlarsa, çağın da gerisindeyiz.” İnsanın temel haklarına bile göz dikmek, dini (örtülü olarak) yalan saymanın dışa vurumlarından biridir; yani, sözde dindarlık… Genel görünüm olarak, zulüm ehli beşerin öne çıkan iki belirgin niteliği riyakârlık ve (nefsanî itilimler nedeniyle) başkalarının haklarına musallat olmaktır.

Bilmeyerek sergilenen zulüm türlerinden biri olan insan haklarına tecavüzün iki belirgin nedeninin, hurafelere bağımlılık ve cehâlet olduğunu görmüştük: Hurafe tutkunu cehaletin temsilcileri, hurafelerle karışık olan bilgilerini, cahilliklerinin reklâmı olarak kullanmışlardır. Konunun daha da geneline bakarsak, dinler tarihi (Yahudilik, Hıristiyanlık başta olmak üzere); akla, sevgiye ve insan haklarına ihanetle doludur, beşeriyetin geçmişi. Söz konusu beşeri ihanetler ve zulüm sadece dinsel deneyimlerle değil, toplumsal yaşamla da ilgilidir: Örneğin, hangi konuda olursa olsun, hakça paylaşımın kapsamındaki herkesin hakkı olan “nimet” ve olanakların açgözlülükten kaynaklanan bir doyumsuzlukla engellenmesi hak sahiplerine karşı işlenmiş bir zulüm olmaktadır. Bu çarpık ve adil olmayan uygulamanın sonucunda sefaletleri paylaşmak durumunda kalmamak için uluslar arası toplum “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” başlığı altında bir metin oluşturmuştur. Bu metin, bir bakıma; nimetler ve olanaklar paylaşımının evrensel yaptırımlara bağlanmış şeklidir. Ama bu ilkesel yaptırımları yazıdan yaşama geçirememiştir dünya beşeriyeti Günümüzde bir uluslararası bir örgüt olan Birleşmiş Milletler’in bile ne kadar politize edilerek işlevsizleştirildiğini üzülerek görüyoruz. Yüzyılların çileleriyle oluşturulmuş Birleşmiş Milletler’in, yakın geçmişte (Irak’ın işgali öncesinde) tüm dünyanın gözleri önünde devre dışı bırakılışını ibretle gördük. Aslında Birleşmiş Milletler’in işlevsiz hale getirilerek, emperyalizmin kirli ellerine teslim edilmesinin geçmişi, 1990’lı yıllara kadar gider. “Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra, olup bitenlere baktığımızda; BM kararlarının tümünün içinin boş olduğu, kararlarda emperyalist çıkarların gizlendiği görülecektir.” – Hikmet ÇETİNKAYA (Cumhuriyet, 17 Ağustos’ 11)

Birleşmiş Milletler gibi insani bir kuruluşun devre dışı bırakılmasının acı sonuçlarını bir yetkin ağızdan dinlemekte yarar görüyoruz, yazımızı sonlandırmadan önce (Dr. Ercan ÇİTLİOĞLU, Bahçeşehir Üniversitesi, Kaynak: Bursa Barosu Dergisi- Sayı:80)
“Birleşmiş Milletler yaklaşık 10yıldır terörün her türlüsünü insanlık suçu olarak görüyor. Buna karşın, bir devletin terör örgütü olarak gördüğü grup kendini bağımsızlık ve özgürlük savaşçısı olarak ilan edebiliyor. Terörist grubu topraklarında bulunduran ülkenin ise, uluslar arası hukuk bakımından komşu ülkeye yönelik terörü durdurmaya çalışması gerekiyor. Günümüzde en önemli tehdit olarak görülen terör konusunda tanımlama aşamasında başlayan uzlaşmazlık, hukuk alanında da kendini gösteriyor. Uluslararası hukuk bir ülkenin kendi topraklarından kaynaklı bir terör hareketinin başka bir ülkeye yönelmesini engellemesini öngörüyor. Bu kural geçtiğimiz dönemde Türkiye için hiç kullanılmadı.”     

Hak ihlallerine dayalı siyaset, sadece çürümüş bir siyaset değil, aynı zamanda “siyasetle yapılan bir zulüm” dür. Namus fukarası yönetici zihniyetinin eseri olan bu siyaset şeklinin örneklerini hem yazımızın akışı içinde, hem de yukarıdaki alıntıda gördük. Sadece ülkemizde değil, dünyanın başka ülkelerinde de din ve demokrasi istismar edilerek sergilenen bu çürümüş siyaset, insanın; sadece yarınlarını karartmakla kalmamakta, muhtaç olduğumuz erdemli / namuslu siyasetleri üretecek Salih akıl–gönül sâhibi aydınların öne çıkmalarını önleyerek de, toplumu ümitsizlik ve karamsarlığa itmektedir. Bu uygulama elbette ki, negatif güçlerin tarzından başka bir şey değildir be tükenmek üzeredir. Çünkü “…Zulmedenler, hangi devrime uğrayıp baş aşağı döneceklerini yakında bilecekler.” (Şuara 227) Zulmetin temsilcisi olan karanlık güçlerin işlevleri çoktan bitti ama İblis Planına hizmetlerinin gereği olarak, dünya sahnesinden çekilirken sen tahribatlarını yapmaktan, ellerinden geleni arkalarına bırakmadan da edemiyorlar. Şu bitiş günlerini idrak ettiğimiz 7000 yıllık devre boyunca gördük ki, her şeye rağmen zafer, eninde sonunda pozitifin olmuştur. Yeni devre “hak ve barış seve iyiler” (Şuara 83) ile “bilgiden nasipli bir topluluk” (A’raf 32) tarafından oluşturulacaktır.
---------------------------------------------------------------
(1)      Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşına Bir Bakış, Yaşar N.ÖZTÜRK – Yeni Boyut Yayınları
(2)      Türk Atasözleri, Metin YURTBAŞI- Özdemir Yayıncılık
(3)      Pavlus tarafından sistematize edilen Hıristiyanlık’tan İslam dünyasına sızmış olan başka bir zulüm de yönetim ve yöneticilerle ilgilidir. Bu yozlaşma Emeviler aracılığıyla İslamiyet’e Bakara 89+90+91’deki uyarılara rağmen girmiştir. Pavlus, yöneticiler konusunda fetva verirken şöyle diyordu(Romalılara Mektup, 13/1-7): “Yöneticiye, zalim de olsa itaat gerekir; çünkü o Tanrısal iradeyi temsil ediyor.” Pavlus uydurmalarına göre ortaya çıkan Kilise Hıristiyanlığı’nda Papalara tanınan dokunulmazlık ve Tanrısal yetkiler, ruhban sınıfının oluşumu herhalde, geçmişi Pavlusçuluk’a kadar çıkan saltanat anlayışına dayanıyordu. Bu çarpık inanç ve uygulama Pavlus’tan Kilise’ye, oradan da; “Hilafetin (devlet başkanlığının) zulüm ve ahlaksızlık yüzünden bile azledilemeyeceği…” şeklinde “uydurulmuş İslam’a geçmiştir. (KAYNAKLAR: Kur’an Verileri Açısından LAİKLİK, Y.N.Öztürk -  Allah ile Aldatmak, Y.N.Öztürk - Kur’andaki İslam Y.N.Öztürk - Küresel AfetlerY.N.Öztürk -  Üç İsa, Aytunç ALTINDAL - Yoksul Tanrı, TYANALI APOLLONIUS, Aytunç  ALTINDAL )
(4)      Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz.
*  İBLİSİN KIBLESİ, Cengiz ÖZAKINCI- Otopsi Yayınları
*  BİTMEYEN OYUN, Matin AYDOĞAN – Umay Yayınları
*  ULUSAL ÇIKARLAR, Onur ÖYMEN – Remzi Ktabevi
(5)      Kaynak, KUR’AN ‘ın TEMEL KAVRAMLARI – Yaşar N.Öztürk
(6)      Yunus 44 başta olmak üzere, şu ayetlerde de aynı vurgulamayı görüyoruz: Nahl 32, Bakara 57, Nisa 40, Tevbe 70, Ankebut 40, Rûm 9
(7)      Kaynak, KUR’AN ‘ın TEMEL KAVRAMLARI, Yaşar N. Öztürk



YARARLANILAN ESERLER
§         KUR’AN
§         RUH VE KAİNAT, Dr. Bedri RUHSELMAN – Gayret Kitabevi
§         TEKAMÜL, Ergün ARIKDAL- Ruh ve Madde Yayınları
§         KURTULUŞ SAVAŞINA BİR BAKIŞ, Yaşar Nuri ÖZTÜRK- Yeni Boyut Yayınları
§         KURULUŞ ve FETİH DESTANI, Prof. Dr. Cahit TANYOL
§         TÜRK ATASÖZLERİ, Metin YURTBAŞI – Özdemir Yayıncılık
§         KUR’AN’ ın TEMEL KAVRAMLARI, Yaşar Nuri ÖZTÜRK –Yeni Boyut Yayınları