
HAZIRLAYAN: Selman GERÇEKSEVER
GİRİŞ:
Zulüm
adını verdiğimiz, çok genel anlamda negatif nitelikli eylem(ler) in ortaya
çıktığı ortam yaşam olduğuna göre, doğrudan bu kavramın irdelenmesine girmeden
önce, yaşama ve hatta ardından günlük beşeri yaşama (ve beşeriyetin zulüm
ağırlıklı yaşamına) bir göz atmakta yarar var. Cahillik, ya da bazen iyi
niyetle bilmeyerek / istemeyerek ama akıllı bireyler olarak da çoğunlukla
(hatta nefsanî çıkarlarımız ve doyumsuzluklarımız yönünde) bilerek çeşitli
kılıflar altında sergilediğimiz zalimlik türleri yaşam içinde ortaya
çıkmaktadır. Yaşamda, enkarne (bedenli ruh varlıkları) olarak gerçekte ne
yapmamız gerekirken, bizler ne yapmaktayız, bunu görelim önce ve yapmakta
olduğumuzun, çok değişik zulüm türler olduğunu gördükten sonra, zulüm
kavramının irdelemeye değer olduğunu anlayacağız.
Zulüm
değişik görünümlerin ortaya çıktığı yaşam ortamının dünya ile de sınırlı
olmadığını biliyoruz. Maddeci Batı bilimi hâla Katolik Kilise’nin dogmatik
baskısı altında (ki, bu da bir zulüm türüdür), insanın haber alma özgürlüğünü
de hiçe sayarak inkâr eder durumda olsa da, evren; değişik şuur düzeylerindeki
varlıklarla kaynıyor. Bu varlıklar uçsuz bucaksız evrenlerin çok değişik
maddesel ortamlarında ve boyutlarında yaşam sürerek tekâmül etmeye ve bu yolla
Yaradan’a hizmet borçlarını ödemeye çalışıyor. Bu nedenle yaşam ile tekâmül ve
zulüm kavramları arasında da bağlantı var. Bizler tekâmül etmeye çalışırken,
dar şuurlu varlıklar olarak zulüm dediğimiz kusurları sergiliyoruz. Tekâmül sınırsızdır
ama bir varlığın, bulunduğu zaman mekân kesitinde en üst düzeyde ya da zirveye
yakın bir yerde (realitesinin zirvesinde) bulunması olasıdır. Böyle yüce bir
varlıktan, o mekânda zalimce bir yaşam düşünülemez. Görülüyor ki, tekâmül ile yaşam arasında sıkı
bir bağlantının da ötesinde, “Tekamül olmasaydı, yaşam denen bütünsel/
varlıksal etkinlikler silsilesi de olmazdı…” dedirtecek kadar etkileşim
ve içerik var. Ayrıca, yaşam dediğimiz bu bütünsel etkinlik, tekamülün
belirlenmesinde esas oluşturuyor.
Buradan
hareketle diyebiliriz ki, yaşamın anlamı ve anlaşılması; evrenler ve yaşamlar
boyu süren ruhsal tekâmüle katılan maddesel tekâmülün (fizik ortamında
gerçekleşen şuurlanmanın) anlaşılmasıyla olasıdır. Bu nedenle bilgisizlik ve
görgüsüzlük nedeniyle (yani, varlığın bulunduğu ortamda olması gereken
olgunluğa ve şuur düzeyine ulaşmamış olmasından dolayı) zalimce bir yaşam
sürdürüyor olması doğaldır ama şart değildir. Çünkü sadece dinsel öğretilerle
değil, inisiyatik / ezoterik öğretilerle de bu söylenmiş ve birey zalimce yaşamaması
konusunda uyarılmıştır. Örneğin, zulüm ehli olarak zalimce yaşam şeklini
Kur’an’daki adı “davar” (bakara) sürüsü gibi yaşamaktır. Yüzlerce ayetten oluşan
Bakara Suresi ağırlıklı olarak “davar” gibi zalimce yaşamamanın
yollarını anlatır.
Fizik
ortamlarda geçen “maddesel tekamülün” (bedenli / enkarne yaşamlar dizisinin)
anlaşılmasıyla ve anladıkça (idrak düzeyinde anladıkça), maddenin esaretinden
sıyrılıp (isterseniz “davarca yaşamaktan kurtulup” da
diyebilirsiniz) maddeye egemen duruma geçebilir. İleriki paragraflarımızda da
göreceğimiz gibi beşeri zalimliğin önemli maddelerinden biri, maddenin
üzerimizdeki egemenliğidir. İşte şimdi bizler dünya beşeriyeti olarak söz
konusu esaretten kurtulma telaşı ve gayreti içinde pek çok kusur da sergiliyor
ve kusurlarımızı (ki bunların bir kısmı çeşitli büyüklüklerdeki
zalimliklerimizdi, bunları) ıstıraplı eprövler (yaşam sınavları / deneyimleri)
içinde idrak ettikçe onları yinelememeye çalışıyoruz. İşte bu yazımızda, bu
kusurlarımızdan biri olan “zulüm” ve “zalimlik” i insan
haklarıyla bağlantılı olarak irdeleyeceğiz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi,
asıl konumuza girmeden önce; yaşam beşeriyetin genel durumu yozlaşmanın ve hak
ihlallerinin yaygınlığı ile neden bu halde olduğumuzu görmekte yarar var.
Esas
Olan İnsandır
Toplu
halde yaşıyoruz; köy, köy, kent, kent, ülke, ülke … Tekamül bakımından, her
şeyde olduğu gibi; bireyler amaç, toplumlar ve toplumsal olayla (tekamül için)
araçtır. Bu demektir ki; esas olan insandır; insanın kendisidir, insanın
dışında her şey tekamül aracıdır. Durum böyle olunca, günümüz “ruh tanımaz” maddeci
kapitalizminin insanı ikinci plana itip; ekonomiyi öne çıkarması ve bununla da
yetinmeyip, insanı (ekonomik kazanç ve rant için) tüketim aracı yapması insanın
gerçek doğasıyla bağdaşmayan bir zulümdür. “Zulüm” kavramının
türlerine ve ayrıntısına girmeden önce, çeşitli zulümlerin sergilendiği ortam
olan yaşama ve beşeriyetin durumuna biraz daha bakalım:
Dünya
adını verdiğimiz şu tekamül ortamında insanlaşmaya çalışan beşeri, dünyaya gözlerini
açtığı andan ölünceye kadar izlersek, kendi çabalarından başka; çevresinin,
toplumun, kısaca tüm doğanın, onu ongunlaşmaya yöneltmek için sanki seferber
edilmiş olduğunu görürüz. Demek ki, dünya yaşamında, birey ile tekamül süreci arasında
çok sıkı ilişki var. Bu açıdan bakıldığında, dünyamız; öyle bir okul, öyle
kusursuz bir eğitim kurumudur ki, orada her bedenli ruhun görgü ve deneyimini
aşama aşama arttıracak sayısız sınıflar bulunur. Bu sınıfların sadece kendileri
değil, içlerindeki gelişim olanakları da Kur’an’da ifadesiyle birer “nimet”tir.
İçsel gelişim yönünde bu “nimetler” den yararlanıp,
zalimlikten kurtuldukça İlahi Murad’a daha çok hizmet eder duruma gelerek
şuurlanmak ve insanlaşmak dünyada bulunuşumuzun varlıksal nedenidir. Beşeri
yaşam, çoğunlukla (dar / kapalı şuurluluğumuz ve basiretsizliğimizden dolayı)
nedensellik bağlarını göremediğimiz ve ağız alışkanlığı olarak da “Tesadüf,
canım…” deyip geçtiğimiz ama aslında son
derece güçlü ve şaşmaz evrensel Sebep-Sonuç Yasası’na bağlı olan olaylar
silsilesiyle karşılaşarak geçer.
İlahi
Murad’a Hizmet
Yaşam,
baştan sona deneyimler dizisidir ve bir
deneyim / sınanma (yaşam sınavı) geçirirken, sergilediğimiz tavır (aldığımız
etkiye verdiğimiz tepki) daha önceki deneyimlerimizden elde ettiğimiz (idrak
edilmiş) bilgilerin ortaya çıkışı / devreye girişidir. İdrak edilmemiş bilgi
kişiyi eyleme sürüklemez. Uygulaması yapılmamış / yapılmayan bilginin
şuurlanmaya katkısı yoktur ve “yük bilgi” dir uygulanmamış bilgi.
İlahi Murad’ın daha iyi işçileri (“Allah’ın mümin kulları”) olmak,
idraklenme cehti içinde şuurlanmakla olasıdır. Yaşamak en genel anlamda
Yaradan’a hizmet etmektir. O’nun daha işe yarar hizmetkârı (“kulları”)
olmak şuurlanmakla olasıdır. Yaradan’ın işini tamamlamak için yapılan
uygulamalar ve kazanılan deneyimler silsilesidir yaşam. Bedenli (enkarne) ruh
varlıklı olarak böyle kutsal bir görevimiz de var.
Yaşamın
her noktasında bir yaratma ameliyesi vardır. Mevcut malzemenin türlü türlü
(sadece şeklen değil, nitelik olarak da) değiştirilmesidir, olmakta olan… Bunu
yaparken (yani İlahi Murad’a hizmet ederken) deneyim kazanıyor ve idrak edilmiş
bilgi sahibi olarak şuurlanıyoruz. İlerleyen paragraflarımızda göreceğimiz
zulüm türlerinden birine ya da birkaçına bulaşmış olanlar da mı İlahi Murad’a
hizmet ediyor, gibi bir soru gelebilir akıllara. Bu sorunun yanıtı “evet”
tir. Çünkü Yaradan’a hizmet etmemek söz konusu değildir. Böyle bir zalim kişi
de negatif eylemler içinde, pozitif olana denge oluşturmak üzere (belli bir
şuur düzeyine gelene kadar) “şeytan amelesi” olarak olmakta olana
( kozmik tekâmül olgusuna) katkıda bulunacaktır. Dolayısıyla zulüm ehli olan
negatifin görevi de pozitife hizmettir. Tekâmül etmemek ve değişmemek söz
konusu olmadığına göre, zalim de bir gün yanlış yolda olduğunu elbette
anlayacak (daha doğrusu idrak edecek) ve doğru yola (Kur’an ifadesiyle “Allah’ın
ipine” yönelecektir. Zaten önce olmaması gerekeni deneyimlemek, “kafanıza
dank ettikten sonra” doğruyu aramak beşeri
huyumuzdur. Bu nedenle, tezahürat ortamı da her şey gibi kötülüklerde de
geçicidir. Türkiye ruhçuluğunun anıt isimlerinden Dr. Bedri RUHSELMAN o eşsiz
özdeyişini burada anımsamamak olası mı:
“Görgü ve deneyimsizliği yüzünden, ebedî
yolculuğunun beklide küçük bir kısmını ne kadar sapıkça geçirmiş olursa olsun;
her kul muhakkak, ilahi nimetlerin büyük saadetlerini doya doya hissedecek ve
ALLAH’ın büyüklüğünü öz varlığında gittikçe artan bir zevk içinde yudum yudum
tatmak bahtiyarlığını idrak edecektir.”
Bunun
için zorunlu olarak bedenleniyor ve (en azından bu şuur düzeyinde) maddesel
deneyimleri ön planda tutuyor, hatta maneviyatı, madde ötesini unutuyor, inkâr
bile ediyoruz. Başka türlü ifadesiyle, maddesel değerleri ve maddenin
verilerini en önde tutan, ondan başka bir şeyle ilgilenmeyen (yani madde
ötesine, akılla kavranır aleme “kör” / “sağır”) bir anlayış
içerisine girmek durumunda kalıyoruz ama şuurlandıkça da bu “sağırlık”
tan ve “körlük”ten kurtulmaya çalışıyoruz.
Önce
Maddesel Yaşamı…
Dünya
gibi, zor tekamül koşullarının egemen olduğu maddesel bir ortamda, maddesel
ağırlık deneyimler geçirirken, duyularımızı geliştiriyor (ve ruh varlıkları
olarak) maddesel yaşamı öğreniyoruz. Bu bakımdan dünya, ağırlıklı olarak
duyguların kontrolü çerçevesinde duygusallıktan kurtulma konusunda uzmanlaşılan
bir tekamül okuludur. Bu tekamül okulunda, bir tek bedenli yaşamın, esasen ruh
varlığı olan insanın tüm tekamül ihtiyaçlarını karşılayamayacağı ortadadır. Bu
nedenle, tekrar tekrar bedenlenmeler (bir inanç konusu değil), olmazsa olmaz bir
zorunluluktur. Esasen bir ruh varlıklarının evrenler boyu sürüp giden bir tek
yaşamı vardır: Ölüm dediğimiz olay (maddeci bilimin önerdiği gibi) yok oluş,
yokluğa gidiş, dönülmeyen yere göçüş vb. değil,
fizik ortamdan, fizik ötesi ortama geçiştir. Yaşam kesintisiz sürer ve
bizler hep varız, ebediyen… Yaşam ana hatlarıyla bu olduğuna göre, genel
görünüm olarak beşeriyet nasıl yaşıyor bölümüne geçmeden, işin doğrusunu bilen bilge
şairin dizeleriyle bu bölümü noktalayalım:
“Gah çıkarım
gökyüzüne, seyrederim âlemi;
Gah inerim yeryüzüne,
âlem seyreder beni.”
Beşeriyetin
Genel Görünümü
Başımıza
gelenlerden ders almamaktan ya da geç, bazen çok geç ders almaktan ve genel
anlamdaki aymazlığımızdan dolayı, 21.Y.Y. bireyinden beklenmeyecek pek çok
kusur ile hak ihlalleri (bireysel, toplumsal ve devlet düzeyinde olarak)
beşeriyetin genel görünümünü oluşturuyor. Yurt içinden ve dışından güncel
haberlerden yararlanarak birkaçını sıralayalım:
§
“Bir şey olmaz, canım; polis de yok…”
diye, kırmızı ışıkta gaza basan basana,
§
İbret almaya çalışıp, biraz düşünmek ve bir
daha yinelememek kararlılığı içine girmek yerine, “Alınyazısı, ne yaparsın…”deyip,
miskince bir tevekkülü yeğleyenlere,
§
Yaşananlardan ders almayanlara ve hak
ihlalleri şekilde ortaya çıkan zulme sessiz kalanlara yaygın olarak
rastlıyoruz. Medya bu tür beşeri kusurlarımızın ve ayıplarımızın haberleriyle
dolu (gazetelerin üçüncü sayfaları…)
Mekânı,
kişileri, zamanı ve olayları istediğiniz gibi değiştirin; karşınıza en çok
çıkan yukarıda verdiğimiz bu üçlü durumdur: Çıkın trafiğe, fütursuzca şerit
değiştirenler aramadığınız kadar… Dere yataklarına inşa edilen evlerin
çökmesini, her kış kömür sobasından zehirlenen insanlarla, serinlemek için
gölete ya da sulama kanalına girenlerin boğulup gitmesi. Çocuğun bencillikten
kurtulup edeplenmesine, yani “gerçek anlamda eğitim”e hizmet
etmeyen (2012 – 2013 ders yılıyla 4+4+4… gibi yeni bir sürece girmiş olan)
eğitim sistemimizin hemen hemen tüm halkalarında kopya ve soru sızdırma
skandallarına ne demeli…İşin üzerine gitmede gönülsüzlüklerini sürdüren ya da
savsaklayan sorumlulara karşı birkaç küçük tepkinin dışında ses çıkmıyor. Yani
hak ihlaline ve usulsüzlüklere (zulüm’e) seyirci kalınıyor.
Hak
İhlali Bir Zulüm Türüdür


Bu
durumda vatandaşın çaresizliği istismar edilmiş olmuyor mu ! Kentsel dönüşüm
yasasıyla beraber 2B yasasına da bağlı olarak, buralardaki özellikle yoksul ve
dar gelirli vatandaşların yıllardır oturdukları mahallelerin birer rant alanı
olarak TOKİ şirketlerine ve yandaşlarına devredilmesi söz konusu… Kentsel dönüşüm
projelerinin bugünkü hızla uygulanması halinde; kaçınılmaz olarak; o
mahallelerde toplumu var eden o kentsel değerler, ortam ve atmosfer yok
edilecek. Bu değerler yoksa toplum yoktur. Toplum, ancak böyle değerler varsa,
bir bütünlük içinde hakkını arayabilir. Bu ve benzeri “projelerle” , “açılımlar”
la vb. gibi yaratılmak istenen “hakkını aramayan, çok sorgulamayan halklar”
olmasın? Tüm bunların ve benzeri olumsuzlukları sorun olarak görmeyen toplumun,
iş başına getirdiği / getireceği yönetimler de, elbette; insan haklarına
(Kur’an’casıyla, “kul hakları”na) aldırmaz basiretsiz olacak ve erdemli devlet adamı
niteliklerinden yoksun olacaktır/ olmaktadır.


Kirlenme
her yerde; göklerden üstümüze inmiyor, beşeriyetten gökyüzüne yükseliyor. Doğa
kendine ihânet eden kendini bilmez zalim beşere isyan ediyor. Doğayla barışık,
doğaya saygılı / sevgi dolu olmayanların birbirleriyle de barışık olamayacağı
gerçeğini unuttuk. Yaşamı tüketen tuhaf bir savaşın yüksek adrenalni ile
kendimizden geçmiş, uyurgezer durumdayız.
Beşeri
riyakarlığımız, içinde bulunduğumuz devrenin başına kadar (6-7 bin yıl öncelerine kadar) gerilere gider
ama artan bilgi ve görgümüzle, yükselen medeniyetimizle (“uygarlık” değil) onda da
harikalar yaratıyoruz. Riyakârlıklar devlet düzeyinde… Sözde gelişmiş ülkeler
(8 büyükler falan…) ikiyüzlülüklerini gerekçe bile göstermeden ifşa eder
oldular. Ortadoğu’da giriştikleri pespaye savaşı, “…çıkarlarımızın ve değerlerimizin
gereğidir” diye savunan ABD Başkanı Obama son ve çıplak örneklerden
biri değil mi? (Güray Öz - Cumhuriyet, 06 Nisan 2011). Ya o savaşı, “biyolojik
silah”
ve “demokrasi
getirmek” yalanıyla hem kendi ulusunu, hem de dünya uluslarını kandıran
Obama’dan önceki ABD Başkanı’na ne demeli ! Günümüz vahşi ve soyguncu
emperyalizminin öncü gücü ABD, parayı putlaştırmasının ve para için sergilediği
zulmün doğal sonucu olarak ekonomik kriz içinde debeleniyor olmasına karşın,
silah ticaret şampiyonluğunu da kimselere bırakmamaktadır. ABD’nin 2008’deki
toplam silah ihracatının yaklaşık %50 arttığı bildirildi. (Cumhuriyet, 08 Eylül
2009) ABD Kongresi için hazırlanan bir rapora göre, 2008’de dünyadaki toplam
silah ihracatının %68,4’ünü ABD gerçekleştiriyormuş. Bu rapora göre, bu
şampiyonlukta ikinciliği AB ülkesi İtalya izliyor. Evet, alıntı yaptığımız
kaynağın tarihi biraz eski ama bize yeterince bir fikir veriyor. Aradan geçen
şu 4 yılda, “8 büyükler” den biri olan ABD, bu şampiyonluğu bırakmış mıdır?
dersiniz. Demokrasi çığırtkanlığı yapan
bir yönetimin, hatta başka ülkelerde de demokrasi götürmeye soyunmuş bir
devletin utanmadan / sıkılmadan sergilediği şu çelişkiye bakar mısınız, “büyüklük”
, “gelişmişlik”
bunun neresinde! Günümüz dünya beşeriyetinin perişan manzarasını yansıtması
bakımından ABD’nin ve onun stratejik ortaklarıyla işbirlikçilerinin ve
taşeronlarını izlemekte elbette yarar var.
Siyaset
Tasallutu…
Beşeriyetin
bu duruma gelmesinin ve ikiyüzlülüğe teslim olmasının nedeni, genel anlamda
insani değerlerden uzaklaşıp, zulme sapmasıdır. Yaşamı, onu berbad edenlerin
elinden çekip almaktan, insani değerleri yeniden yaygınlaştırmaktan, hukukun
üstünlüğünü topluma egemen kılmaktan (bunun için de onu siyasetin tasallutundan
kurtarmaktan) başka çare düşünen var mı?…. Biliyoruz ki, kitlelerin hukukuna
tecavüz eden zalim sayılıyor. Kur’an’a göre, insan haklarına tecavüz edilirse,
“Müslümanlık” elden gider. Çünkü bu tutum zulümdür. Zulüm
de şirk ile özdeşleşir. Bir kimse hem müselman, hem de müşrik olabilir mi,
olmaz ama doğru yoldan sapmış biri Müselman maskesiyle müşriklik yapabilir ve
ne yazık ki günümüz İslam âlemi böyle sözde müselmanlarla doludur. Bunlar aynı
zamanda ikiyüzlü riyakârlardır. Bu müşriklerin iki yüzlülüklerini yüzlerine
çarpmak istiyorsak, kendilerine özgü demokrasiden, bu en büyük yalanlarından
başlamak en kestirme ve en akıllıca yol olabilir. (Konumuzun demokrasi ile
bağlantısına ileriki paragraflarımızda örnekler vereceğiz)
Cumhuriyet
Gazetesi’ nin önde gelen değerli yazarlarından Turgay FİŞEKÇİ “Çivisi Çıkmış
Dünya” başlıklı köşe yazısında beşeriyetin genel görünümünü şöyle betimliyor:
“ Bugünün dünyası ise
bambaşka! Yeryüzündeki her şeyden anında haberimiz oluyor…
Bu durumun insanları
daha bilinçli ve sorumlu kılacağı yerde, duyarsızlığa ittiği bir gerçek.
Bilmek, nedense günümüz insanlarının büyük çoğunluğuna bir sorumluluk duygusu
yüklemiyor. Her şeyi biliyorlar ama hiçbir şey olmamış gibi de yaşamayı sürdürüyorlar…
Günümüzde dünya sanki
evimizin içi kadar küçülmüşken, ‘sorunlar ancak sanki geniş ve çoğul bir
ulusmuşuz gibi, dünya ölçeğinde ele alınmaları koşuluyla çözülebilecekken’,
‘dünya önderi’ nin ona diktatörlük, buna ılımlı İslam, şuna tam demokrasi, ona
ambargo, buna serbest ticaret paylaştırımlarını anlayabilmek olanaksız. Dahası,
günümüz dünya düzeni, çalışmayı değil vurgunculuğu, bilgiyi değil dogmaları,
dürüstlüğü değil dümenciliği yüceltirken; özgürlük, demokrasi, uygarlık gibi
temel kavramların ayakta kalabileceği düşünülebilir mi? Ayrıca temel
değerlerini tüketmiş bir dünyanın geleceğine umut beslenebilir mi?”
Değerli
yazar Turgay FİŞEKÇİ, dünya beşeriyetinin perişan manzarasını çok güzel
betimlemiş ama gelecek hakkında kötümser görünüyor. Dünyanın geleceğiyle (hatta
yakın geleceğiyle) ilgili olarak biz, tam tersine, iyimseriz: Dünyayı bu hale
getiren negatif zihniyet kendi kendini elimine ederek (ayıklayarak), yerini “pozitif”e
bırakacak. Şimdi o başına gelecek akıbeti ve müstehak olduğu kaçınılmaz sonucu
varlık olarak bildiği için, dünya sahnesinden çekilmeden önce, yapabileceği en
son adilikleri ve riyakârlıkları sergilemeye çalışıyor. Aynen, Kurtuluş
Savaşımızda bozguna uğrattığımız emperyalist uşağı ve maşası Yunanlılar’ın,
Şanlı Türk Ordusu’nun önünden kaçarken geçtikleri köyleri, kasabaları ve
kentleri yakıp yıktıkları gibi…
Çeşitli
görünümler ve ideolojiler şeklinde negatif güçlerin sergiledikleri olumsuzluk
ve zalimlik beşeriyetin yüzkarası olarak tarihe geçecek ve yakın gelecekte
bunlar Yeni İnsanlık Dönemi’nin erdemli bireyleri tarafından ibretle
anılacaktır. “Yeni İnsanlık” konusunu dizi yazısı şeklinde Ruh ve Madde
Dergisi’nin 1980’li ve 1990’lı yıllarına ait sayıları ile www.astroset.com sitesinde yayınlamıştık.
Bu yazımızın ana teması Yeni İnsanlık olmadığı için; bu kadarla yetinip,
beşeriyetin genel görünümüne değişik pencerelerden bakmayı sürdürüyoruz, asıl
konumuz olan “zulüm” kavramına geçmeden önce, bu kavrama girizgâh olmak
üzere.
Türkiye’mizin
genel görünümünün, yerli basının güçlü kalemlerinden Özlem YÜZAK’ın makalesine
yansımış şekline bir bakalım (Cumhuriyet – 11 Kasım ’09)
“…Sayısı ile övünüp
asla sahip çıkmadığımız bir gençliğimiz, eli bıçaklı kocaların, sevgililerin
hatta babaların elinde can veren genç kızlarımız, kaçırılan çocuklarımız var
bizim. Şiddet Türkiye ’yi pençesine almış, kültürel erozyon son kertesinde...
Ve işin garibi ‘Bize neler oluyor’ sorusunu sadece bir avuç insanın soruyor
oluşu... Sevgilisinin kafasını bedeninden
ayırıp çöpe atanlar, para vermedi diye tüm ailesini katledenler, köy düğününde
kadın-çocuk demeden önüne geleni tarayanlar... Erkeğe, turiste, hayvana, dünya
barışı için dünyayı turlayanlara, sevgilisine, çocuğunun sevgilisine, hatta
çocuğuna tecavüz edenler... Ve daha nice sayamayacağım çirkinlikler süslüyor
haber bültenlerini, gazete manşetlerini... Çivisi çıkıyor toplumumuzun. Tüm
bunlar yargıda, siyasette, dinde kutuplaşmalarla körükleniyor. Güven erozyonu
büyüdükçe büyüyor.”
Günümüz
vahşi kapitalizminin putlaştırıp baş
tacı ettiği para; dünya ekonomilerinin, boğuşa boğuşa bir türlü
zaptedemedikleri bir canavar durumuna gelmiştir. Her şeyi değilse bile birçok
şeyi parayla ölçer olduk: Bazen kızdığımız zaman bile, “Sen kaç paralık herifsin be !”
deyiveriyoruz. İnsanı parasal ölçüye vurmak mıdır bu? Şunu da hepimiz biliyoruz
ki bir milyoner, milyarder de “beş para etmeyen” bir adam / kadın
olabilir. İnsanlık değeri para ile ölçülür mü? Ölçülmez ama, para birçok şeyin
mihenk taşı olduğu gibi erdemlerinde mihenk taşı olmuş sanki, en azından ağız
alışkanlığı olarak… Oysa “değer” ile “fiyat” arasında çoğu
zaman bir uyum yoktur. Fiyat geçici bir değeri vurgular. Kaldı ki fiyatı
olmayan değerler de az değildir. Örneğin, namusun değeri vardır ama fiyatı olur
mu hiç… Bazı okurlarımızın şimdi bıyık altından gülümsediklerini görür gibiyim.
Çünkü toplumda, namusa on paralık değer vermeyen nice kişi, piyasada namusunu /
iffetini satışa çıkarmış nice kişiye fiyat biçiyor. Köşe yazarlığı alanının
anıt isimlerinden rahmetli İlhan SELÇUK 17 Ekim 1988 tarihli makalesinde
(Cumhuriyet Gazetesi) toplumdaki bu yozlaşmayı şöyle koymuş ifadelere:
“Her 'değer' parayla
ölçülüyor.. Paranın değeri düşüyor.. Türk Lirası'nın değeri düştükçe, elimizde
kalan ölçü Amerikan Doları oluyor. Bir ülke düşünün ki ulusal parasını bir yana
itmiş, başka devletin parasıyla alışveriş yapar, ücret saptar, fiyat biçer.. Ne
zaman başladı bu?.. İşte bu değer ölçüsünün geçerli olduğu gün, Türkiye'de
namusun öldüğü ve köşe dönmeciliğin doğduğu tarih, alçaklığın yükselen
değerlere dönüştüğü milattır.”
Büyük
yazar İlhan Selçuk’un bu “namussuzluk” a parmak bastığı yıl 1988 ama şimdi Türk Lirası
daha iyi durumda mı, parayla ve para için sergilenen “namussuzluklar” lar bitti
mi, parayla ve para için sergilenen aldatmacalar kalmadı mı artık? Buna keşke “Elbette
kalmadı.” diyebilsek… Parayla ve para için sergilenen şeytâni
kurnazlıklara, İlahiyat alanının önde gelen isimlerinden Prof. Dr. Yaşar Nuri
ÖZTÜRK’de “namussuzluk” diyor (Yurt Gazetesi – 26 Haziran, 2012) Günümüzde
“namussuz
(luk)”
sözcüğü çok yaygın kullanılmıyorsa da; Kurtuluş Savaşı yıllarında
saldırgan emperyalist güçlerin işbirlikçileri ve taşeronları için Müdafaai
Hukukçular ve özellikle de, bağımsız yaşama coşkusunun bir önderdeki eşsiz örneği
olan ATATÜRK tarafından sıklıkla ve rahatlıkla kullanılıyordu (1)
Parayı
putlaştırmayla gelen zulme tekrar dönecek olursak, şu benzetmeyi yapmakta
yersiz olmaz sanıyoruz: Para putunu o kadar iyi besledik ki, kedinin fare ile
oynadığı gibi, o da şimdi AB ve ABD başta olmak üzere ekonomileri krizden krize
sokarak paraya tapanların başına bela olmuş durumda. Bel bağladığımız uyduruk
değerlerin yersizliğini yüzümüze vurup duruyor. Olabildiğince yorulmadan,
alınteri dökmeden; hatta daha da iyisi, oturduğu yerden emek çilesi çekmeden
para kazanmayı akıllık sanan “servet şımarıkları” (Kur’an
ifadesidir: Zühruf 23, İsra 16) ve kapitalist kodamanlar bu gerçekten ibret
alma duyarlılığını gösterebiliyorlar mı acaba. Bolu’lu halk ozanımız AKÇAKOCA
bakın, emeğe saygıyı nasıl vurgulamış. (KURULUŞ ve FETİH DESTANI, Prof. Dr.
Cahit TANYOL)
“Elin ekmeğin yiyeni,
Haram su ile yuyanı,
Emeksiz gömlek giyeni
Kınadık erenler
kınadık.
Tanrı’nın rızkı
herkese.
Mal mülk dersen bir
vesvese.
İşler ile artar hisse.
Burçaklar arpalar
tanık.
Emeksiz gömlek giyeni,
Kınadık erenler
kınadık”
Ülkemizin
ünlü iktisatçılarından Prof. Dr. Erinç YELDAN, beşeriyetin perişan manzarasının
ekonomiyle ilgili kesimini şöylece gözler önüne sermiş 27 Haziran 2012
(Cumhuriyet) tarihli makalesinde:
Hemen hemen her yıl
olduğu gibi bu yıl da, “Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir
Kalkınma ve İklim Değişikliği Konferansı küresel ekonomik ve siyasi krizlerin
konjonktürel kargaşası arasında kaybolup gitti. Sürdürülebilir kalkınma,
yerküremizin kaynaklarının daha eşitlikçi ve katılımcı biçimde paylaşılması,
çevresel kirlilikle mücadelede gelişmiş/sanayileşmiş ülkelerden az gelişmiş
ülkelere teknolojik ve finansal yardım; yoksulluğun, açlığın ve sefâletin
engellenmesi... İletişim teknolojisindeki baş döndürücü gelişmeler, bir
“tık”lamayla birlikte sermayenin küresel ekonominin her köşesine ulaşabilmesini
sağlıyor. Sermaye, kârını çoğaltabilmek için gezegenimizin her köşesine
serbestçe akıyor; yerkürenin bütün kaynaklarını tahakkümü altına alıyor; ve
gezegenimizi artık alınıp satılan bir ticâri işletmeye dönüştürüyor. Biricik
amacı kârını çoğaltabilmek olan kapitalist sermaye birikiminin, bir
“tık”lamayla birlikte devasa sermaye akımlarını harekete geçirebilirken,
kalkınmanın ‘sürdürülebilir’ ve ‘eşitlikçi/katılımcı’, geliştirdiği teknolojilerin
de ‘doğaya saygılı/çevre dostu’ gibi kavramları gözetmesi beklenebilir mi?”
Dünyanın
Holografik Minyatürü
Günümüz
beşeri dünyasının bizim de komşusu olduğumuz Ortadoğu köşesinde kendine özgü
güncelliğini sürekli gündemde tutuyor. Dünyanın bu kesimi sanki genel tablonun
holografik bir minyatürü. Biraz yakından bakalım: Bölgemizi oluşturan ülkeler;
ya vaktiyle emperyalist sömürüyle gelen zulüm altındayken, sonradan bağımsızlaşmış
ya da emperyalizmin saldırısına uğramışken, bir kurtuluş savaşıyla
bağımsızlıklarına kavuşmuş durumdadırlar. Böyle ülkelerde; duygular
duyarlılıklara, övünmeler öfkelere, kinler hınçlara, beklentiler de hesaplara /
hesaplaşmalara kolaylıkla dönüşüverir. Böyle ortamlarda iç politika
niteliksizleşmiştir: Demagoji, abartma, kabadayılık,, büyüklük iddiaları, atıp
tutmalar gırla gider.
Bireyler
olarak; yoksul bırakılmış, iyi okutulmamış, itilip kakılmış, kandırılmış,
hakları kurnazca elinden alınmış, bu arada kadın – erkek eşitsizliği almış
başını gitmiş, onurlu ve başı dik yaşaması sağlanmamış olmaktan dolayı,
kompleksten komplekse sürüklenen halk yığınları, gönül okşayan sözler
kendilerine söyleniverince çılgınca alkışlayıp bağırırlar ve “gurur
duyuyoruz!” nidalarıyla yer gök inler. Böyle bir toplumun isabetli
(liyakat ve ehliyete göre) seçim yapacağı düşünülemez ve işbaşına getirdiği
yöneticiler de elbette ki; rantçı, çıkarcı, dini istismarcı (kısaca “dinci”)
ve emperyalist soyguncularla işbirlikçi olacaktır. Çünkü toplumlar, layık
oldukları yönetimleri / yöneticileri işbaşına getirir. Bunun tersi
sempatizasyon yasasına aykırıdır zaten…
Dünyanın
sözde “eşref-i mahlûkatı” olan beşeriyet tarafından sanki
sömürülürcesine tüketildiği bir gerçek. Bu “eşref-i mahlûkat” (halk
edilmişlerin en onurlusu) doğayı tüketmekte de kalmıyor, onu çöplük haline
getiriyor; doğadan aldığını kirleterek, hatta zehire dönüştürerek doğaya
bırakıyor. Vahşi kapitalizmin “ruhsuz” bilimi tarafından teknolojik
gelişme öylesine gözü kara biçimde sürüyor ki, bir yandan çevre ve doğanın
hoyratça kullanılışı, öte yandan silahlanmanın geldiği nokta beşeriyetin tamamı
için büyük tehdit oluşturuyor. Kendini bilmez beşer akıllı olmakla övünür ama
elinin emeğinin ürünü ortada. Dünyanın bugünkü perişan manzarası beşeri
arzularımızın ve azgınlıklarımızın olmazsa olmaz sonucu olarak ortada.
Sebep-Sonuç Yasası hiç şaşmadan işliyor. Zulme abâd olanın sonu berbâddır… “ Bir
şeyin önüne bakma, sonuna bak !” diye bir atasözümüzde var. (2) Bu
sonuca, beşeri akıllıktan çok, “beşere özgü budalalık”, hatta “beşeri
zalimlik” demek daha doğru olmaz mı… Demek ki, akıl; nefsin
egemenliğinden kurtarılıp, vicdana teslim edilmedikçe, beşeri zaaflardan ve
kusurlardan kurtulamıyoruz.
Kendini
bilmez beşer tam bir “uyurgezerlik” ve dolayısıyla
bencillik içinde en akıllı canlı ( ya da “eşref-i mahlukat” falan…) olmakla
övünsün dursun, eseri meydanda... Henüz insan olmaktan epeyce (hele Kâmil İnsan
olmaktan daha da) uzak olan beşer, evrenin merkezine koymuştur kendisini, hem
de cahilce bir kendini beğenmişlikle. Buradaki cahillik, kişinin kendisi (yani
insanın gerçek doğası) hakkındaki cahilliğidir. Kişi bu anlamda kendinden
habersiz ise, bir ülkeye başbakan ya da bir bilim kuruluna başkan, üniversiteye
dekan bile olsa varlıksal / ontolojik açıdan bir yarar sağlamıyor. O zanneder
ki, ya da olmasını ister ki her şey ( hayvanlar, bitkiler yeraltı/üstü
zenginlikler vb. her şey) kendisi içindir, kendi egosunu tatmin içindir… Bu
anlayış ve doymazlık ile alabildiğine kullanır bunları, tükettikçe azgınlaşır,
biriktirdikçe cimrileşir, hatta biraz tutumlu olanları ya da olmaya çalışanları
da kandırarak tüketiciliği özendirir ki daha çok kazansın. Kendi gibi herkesin
ekonomi çarkının birer dişlisi olmasını ister. Bitkiler ve hayvanlar da dahil,
herkesin ortak malı olan doğayı (tüm zenginlikleriyle) kendi çıkarına
dönüştürme düşünden ve bu iğrenç düşün obsesif etkisinden bir an bile
kurtaramaz.
Cadı
Kazanı Dünya
Akıllı
olmakla övünen kendinden habersiz (yani, asıl gerçek doğasının yüceliğinden
habersiz) beşer gerçekten her zaman böyle midir? Eğer referansımız mutluluk
ise, beşer o denli akıllı görünmüyor. Eğer öyle olsaydı, yeryüzü barış ve
mutluluğun, tüm bireylerce deneyimlendiği bir “cennet” olurdu ama tam tersine,
sanki cadı kazanı gibi fokur fokur kaynıyor. Doğaya karşı (ve fırsat bulursa,
birbirine karşı da) acımasız, hatta zalim olan beşer kendi türüne karşı da aynı
çıkarcı ve vahşi tutumu benimsemiştir. Beşerin kara lekeli tarihine
baktığımızda; endüstriyel ilerleme, erdemli insanlara özgü bir duyarlılıkla ve
doğayı koruyarak, hemcinslerinin haklarını gözeterek gerçekleşmemiştir. Her
şeyin en doğrusunu ALLAH bildiğine göre, yaşamda çoğu zaman tek doğru yok,
olamaz da… Bu çok doğaldır ama akıllı olmakla övünen kendini bilmez çoğunluk,
kendi inanç ve kültürünün dışındaki toplumlara hep ön yargıyla bakmış, hatta
zaman zaman onları “ötekileştirmek” ten de geri kalmamıştır.
“Ruhsuz
bir medeniyet” kurmuş durumda bulunduğumuz için ve kadîm zamanlardan
beri (ne kadar kadim derseniz, Hz. İbrahim’den bu yana) bizleri insanlaştırmaya
çalışan Kutsal Kelam’a da kulak asmadığımız için, iyi olsun diye tarafımızdan
atılan her adım doğru ve adâletli çizgide gitmiyor. En kutsal değerleri bile
(örneğin, iyi insanlar olalım diye âyet âyet gönderilmiş (genel adı ile)
İslam’ı bir nefsanî değerlere araç ederek yozlaştırmaya, kendimize benzetmeye
çalıştık ama beceremedik Kur’an’la gelen özgün (yani “indirilen”) İslam’ı
yozlaştıramadık ama onun yanında uydurulan İslam’ı türettik. Uydurulan İslam
(yani dincilik) ile başkalarını kandırarak, haklarını gaspederek güç birikimi
ile bir yere gelmeye çalıştık. Böyle birikim, güç ve iktidar kimlere yarar
sağlamıştır, ne kadar sürdürülebilir olmuştur. Ama ne yazık ki ve beşeri tarih
bunun örnekleri ile dolu olmasına karşın, hâla bu çarpık tutumda ısrar edenler
olduğunu üzülerek görüyoruz. Dahası bu sapmışlar “ALLAH adına ve O’nun gölgesi”
olarak dünyada bulunduklarını sıkılmadan / utanmadan söyleyebiliyor. (3)
Ne
ilginçtir ki, bilim ve tıbbın en geliştiği dönemler arasında savaş zamanı
azımsanmayacak bir yer tutuyor. Örneğin, askeri malzemeleri kolay taşıma
düşüncesi; ulaşım, yol, köprü mühendisliğinde ilerlemelere yol açmış. Nükleer
fiziğin gelişmesinde, atom bombasının keşif çalışmaları büyük rol oynamış. İlk
kanser ilacı bile, yine savaş sırasında esirleri topluca öldürmek için
kullanılan mustard gazının yararlarının keşfiyle ortaya çıkmış. Topluca insan
öldürmek, beşeri zalimliğin elbette ki en üst boyutlarından biri… Zulüm kavramının
derinlemesine incelerken, bu beşeri yüz karamızı anımsayacağız. Kur’an âyetinde
(İbrahim 34, Azhab 72) belirtildiği gibi, beşer; eğer egoistlikten kurulup,
insanlaşmayı ders edinmemişse, gerçekten zalim (zulm ehli) ve onun kadar yıkıcı
olan başka bir canlı da yok. Daha önceki paragraflarımızda da zaman zaman
yinelediğimiz gibi, yazımızın esas teması olan “zulüm” kavramına geçmeden
önce, beşeriyetin genel görünümüyle ilgili bu örnekler esas konumuzun
anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.
Demokrasi
Kalkınmanın Arkasına Gizlenmek
Dünya
beşeriyeti, kendisi gibi kendini bilmez basiretsiz yöneticilerin elinde sadece
“kutsal”ı
(ALLAH’ın bizlere kitabını) istismar ve yozlaştırmaya çalışmakla (ve bu şekilde
“indirilmiş
din” in yanında bir de “uydurulmuş din” yaratmakla) kalmamış
beşeriyetin bin bir ıstırapla ve özverili insanların insanüstü cehitleriyle
kazanmış olduğu demokrasinin de (bencilce çıkarları uğruna) altını oymaya
çalışmış ve çalışmaktadır. Ülkemizde bu basiretsizlik, “demokrasi düşmanlığı” na
İslam kılıfı geçirilerek yapılmış ve yapılmaktadır. Yakın geçmişte ABD,
demokrasi götürme yalanı ile Irak’a girerek,
orayı nasıl sorunlar ve çatışmalar yumağı haline getirdiyse, IMF ve
Dünya Bankası da “mâli yardım bahanesiyle” kendisine borçlandırarak bağladığı
ülkelerde mâli krizleri daha da beter duruma getirmiştir. Bu demokrasi, haksız
kazanç ve emperyalizm ortaklığının ürettiği “sahte demokrasi” değil de
nedir? Bu ortaklığın taraflarının yaptığı da; demokrasinin nimetlerinden siyasi
çıkarlar yönünde yararlanarak, iktidar güçlerini ve baskıya dayalı
otoritelerini yükseltmekten başka bir şey değildir. Uzun lafın kısası, ne
yazıktır ki; dünya, 21.YY.’da “uygarlık krizi” içinde bulunuyor.
Günümüzde,
demokrasinin doğduğu Avrupa’da bile, demokrasi; gerçek demokrasi değildir,
çünkü hem kapitalist olup, hem de gerçek demokrat olmak olası değildir.
Kapitalist sistemin, kendini sorgulamak yerine; demokrasi kalkanının arkasına
gizlenerek, at koşturacağı yeni alanlar yaratma oyununu ibretle ama kınayarak
izliyoruz. Demokrasi adına (daha doğrusu böyle bir aldatmacayla) ülkelerde iç
savaşlar bile çıkarılıyor. Örneğin, günümüzde emperyalizmin ağababası olan ABD,
eğer İslam âleminde dikta avına çıkmış ve demokrasi havariliğine gerçekten
soyunmuş olsaydı, işe Suudi Arabistan’dan başlaması gerekmez miydi? Böyle
olmadı ve biz de komşumuz Suriye’den düşman kazandık. “Sınırlarımızda sıfır
düşman/
sorun” söylemiyle çıkılan yolda, “sıfır dost”a varmak da
“beceriksizliğin başarısı” olsa gerek. Bir ülkenin ABD gibi emperyalist bir
sözde dostu olursa, gerçek dostu da olamaz. “Rehberi karga olanın, burnu
çöplükten çıkar mı?”

Tüm
bunlar ve daha birçok örnek, demokrasiyi kendine kalkan yaparak; laik,
demokratik yönetimlerde gedikler açarak, toplumları bir birine düşürerek bölmek
ve kolayca yutulur duruma getirmek gibi hiç de insanca olmayan art niyetleri
içeriyor. Bir toplumda gerçek demokrasi ve cumhuriyet egemense, o toplumu /
ulusu kolay kolay parçalayamazsınız. Laik demokratik cumhuriyeti yüce Atatürk
bize armağan etmişti ama bu kutsal armağana layık olmadığımızın örnekleri ve
uygulamalarıyla dopdolu bulunuyoruz. Atatürk’ün devrimi bir “aydınlanma
devrimi” ydi. Toplumu; “siyasal, ekonomik ve kültürel
yapısıyla yenileştirmeyi,, saldırgan ve sömürgen emperyalizme karşı
güçlendirmeyi ve gerçek anlamda uygarlaştırmayı amaçlayan “aydınlanma devrimi”;
Anadolu’nun binlerce yıllık kültürünün evrensel kuram ve değerlerle bir potada
eritilmesinin sonucudur. Bu toprakları emperyalist saldırganların ellerinden
kurtararak; bizlere cumhuriyetle birlikte armağan eden o gücün kaynağı; bilim,
çağdaşlık, yurt ve insan sevgisiydi.
“Hukukun
gerçek anlamda üstünlüğü ve kul hakkının dokunulmazlığı” o zamanlar
vardı. Ülkeye demokrasi yeni gelmiştir ama tam hakkıyla kullanılıyordu,
Cumhuriyet anlayışı ile birlikte demokrasinin olmazsa olmaz koşulu ola hukuk
devletini; başta muhalefet hakkı olmak kaydıyla, temel hak ve özgürlüklere özenle
saygı gösteriyor, bu insâni değerlere karşı çıkan soyguncu emperyalizmin ülke
içindeki uzantıları / işbirlikçi taşeronları yargılanarak etkisiz hale
getiriliyordu. Hıristiyan Batı Emperyalizminin yurt içindeki sözde İslami
uzantıları olan irtica yuvaları teker teker yok ediliyordu. Bu şekilde halk
gerçek dinin Kur’an’daki özgün İslam olduğunu yavaş yavaş görmeye başlamıştı. Atatürk’ün
başlattığı aydınlanma ve bağımsızlık devrimi”nin en büyük yan
ürünlerinden biri de, Kurtuluş Savaşı yıllarında irtica şeklinde hortlamış olan
“uydurulan
din” den yurdun arındırılarak gerçek İslam’ın (indirilen İslam’ın)
ortaya çıkmasına katkı sağlamış olmasıdır. O zamanki saldırgan ve sömürgen
küresel güçlerin zulüm aracı olan papaz-molla işbirliğinin iğrenç görünümü olan
irtica büyük ölçüde ortadan kaldırılmıştı. Yüce Atatürk’ün önderliğindeki
Müdafaai Hukuk yönetiminin din düşmanı irticaya karşı bu duyarlılığı, Kur’an’daki
özgün İslam’ı anlamaktan âciz nasipsizler tarafından “dinsizlik” olarak
nitelendirilmişti. Tarikat tuzağının kurbanı aldatılmış cahillerin söylemi olan
bu “dinsizlik”
damgası cumhuriyet yıllarında hemen hemen tamamen sindirilmiş amma
silinmemişti. Nasıl ki zaman içinde (ve 1940’lı yılların ikinci yarısından
itibaren) tükenişe teslim olmuş söz konusu cahil cür’etkârlar, Türkiye üzerinde
gözü olan küresel güçlerin de desteğiyle tekrar hortlamıştı.
Basiret
Özürlü Yönetimler
Atatürk’ün
ebedi âleme geçişinden sonra, işler tersine dönmeye başladı denebilir. Basiret
özürlü yönetimler, demokrasinin ve çok partili yaşamın açıklarından
yararlanarak; daha doğrusu, demokrasinin nimetlerini bencilce çıkarlarına âlet
ederek ve yurt dışı kaynaklı yardım önerilerinin arkasındaki aldatmacayı
göremeyerek, demokrasinin ülkedeki gelişimini ve kökleşmesini engelleyecek
kusurlar sergilemeye başladılar. Yönetimi zulüm ve soygun aracı yapan bu
yöneticiler elbette ki dış düşmanlar tarafından arayıp da bulunamayan
işbirlikçilerdi. Bu talihsiz durumu dışarıdan izleyen sömürgeci emperyalizmin
küresel güçleri, Kurtuluş Savaşı’nda ve Lozan’da yediği Türk tokadının acısını
çıkartmak üzere ellerini sıvazlamaya başlamıştı, arsızca sırıtarak.
Böylece
Atatürk’ün armağanı olan demokratik laik cumhuriyetin olanaklarından
yararlanarak, onun gelişmesini engelleyen hatalar zinciri, demokrasiyi ve
cumhuriyeti hazmedememiş olan (daha doğrusu bu güzelliklere layık olmayan)
yönetimler tarafından halka halka oluşturulmaya başlandı. (4) Atatürkçü aydınlanma ile gelen
demokrasinin altı bu şekilde sinsice oyulmaya başlanmıştı. Yukarıda da
belirttiğimiz gibi Kurtuluş Savaşı’nda ve Lozan’da yedikleri tokatların
acılarını hala suratlarında hisseden insan hakları ve bağımsızlık düşmanı Hıristiyan
Batı, Türkiye demokrasisinin yozlaştırarak gizliden gizliye insan haklarının
hiçe sayılmaya başlandığını görünce, ellerini hâince sıvazlayarak pis pis
sırıtmaya başlamıştı. Yurt içinde, Kur’an’daki gerçek İslam ile “indirilen
din” in yanında “uydurulan din” yeniden
canlandırılmaya başlanmıştı.
“Uydurulan
din” in mollalarıyla Hıristiyan Batı’nın papazları elele vererek,
emperyalizmin işini daha da kolaylaştırıyordu. “Demokratikleşiyoruz…”
diye diye gerçek demokrasiden uzaklaşıyordu. Emperyalist soyguncularla, onların
yurt içindeki satılmış işbirlikçilerinin yakınlaşması giderek arttı: Bir
yandan, “Demokratikleşiyoruz…” söylemleri, neredeyse halkın başına
kakılırcasına yineleniyor, öte yandan baskıcı yönetimlere özgü uygulamaların
her gün yeni yeni zulüm örnekleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Yönetimdekilerin
hoşlanmadığı yazılar yazan gazetecilerin işlerine son verilmesi, sanat
galerilerinin bunların yandaşları tarafından basılması, farklı düşüncedeki
insanların “deli” vb. tanımlar yakıştırması, çalınan sınav sorularının
ardında karanlık güçlerin belirmesi “demokratik” (!?) uygulama
örnekleriydi.
Demokrasi
kavramının, insan haklarına saygı ağırlıklı ve özgürlükçü evrensel içeriği ile
taban tabana zıt ve elbette ki zulüm nitelikli olaylar sistemli bir biçimde
toplum yaşamını kuşatmışken, insanlarla alay edercesine, ama bu arada dost
görünümündeki düşmanları memnun edercesine “daha çok demokrasi” , “ileri
demokrasi” fırtınası estirilmesi olabilecek en akıl dışı durumdu.
Şimdi, yazımızın bu aşamasında, daha güncel birkaç “demokrasi ayıbımızı”
görelim:
§
Milletvekillerinin, dokunulmazlıkların
arkasına gizlenmeye çalışmaları ve bu dokunulmazlık kalkanı arkasında
bazılarının işledikleri suçların sorgulanamıyor olması,
§
Kamusal içerikli ekonomik / toplumsal
etkinlikleri bir bir özelleştirilerek piyasanın ve yabancı tekellerin insafına
terk edilmesi,
§
Köylümüzün, yabancı tekellerin kölesi durumuna
düşürülmesi,
§
Ekonominin, bir bir yabancı tekellere ve yeşil
sermayeye terk edilmesi
§
IMF ve büyük sermayenin dayatmaları sonucu, “çalışanların
toplumsal haklarının kısıtlanarak, zaman içinde tasfiyesi”,
§
Emperyalist kodamanların (AB + ABD) ricaları
sonucu, bu ülkelerin şirketlerine “kolaylılar sağlanması”
§
Yasama, yürütme ve yargı arasında kurulan ve
demokrasinin olmazsa olmazı olan dengeyi “yargının aleyhine bozmaya yönelik yasa ve
uygulamalar” demokrasinin ayıbı değil de nedir!
Yargı
Erkine Elense Çekmek
Din
maskeli ve baskıcı bir yönetim biçimiyle demokrasi kavramının bir araya
getirebilmek siyaset biliminde ilk kez ortaya çıkıyordu: “Demokrasi…” diye diye,
demokrasi ve cumhuriyetin nimetlerinden yararlanarak baskıcı bir yönetim
oluşturacaksın, ayrıca “Hoşgörü…” diye diye de en olmadık
karanlık hesapları (halkın dinsel duygularını da istismar ederek ve sömürerek)
uygulamaya koyacaksın, yargı erkine arkadan dolaşarak, elense çekmeye
çalışacaksın, sonrada toplumun gözünün içine baka baka “ileri demokrasi”den söz
edeceksin. Bu tutum elbette ki; sadece demokrasiyi değil, cumhuriyetin
nimetlerini de sadece kendilerinin kullanımına izin veren bir araç olarak gören
zihniyetin tavrı olmaktadır.
Öyle
görülüyor ki, kendini bilmez bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplumda
(istersek bunu dünya beşeriyeti olarak alalım…) ve onların kendinden habersiz
zalim yöneticilerinin elinde demokrasi ve cumhuriyet gibi, şimdilik dünya
beşeriyeti için en erdemli yönetim şekilleri bile yozlaştırılıp; beşeri ve
bencilce çıkarlara alet edilmektedir. Buradan da anlaşılıyor ki, esas olan araç
değil, o arazı kullanan / kullanacak olan zihniyetin kalitesidir. Bu kalitesiz
beşeri zihniyet, Allah’ın bizlere hitap şekillerinden biri olan Kur’an’ı bile
yozlaştırmaya meyletmedi mi? Ama bunu yapamadığı için, O Kutsal Kelam’ın
yanında sahte bir din oluşturdu ve onunla pek çok zulme imza attı. Mantalite
değişmedikçe, kendini bilmez beşer beşeri kusurlardan arınıp insanlaşmadıkça,
sorunların ve sürüp giden zalimliklerin anayasa değişikliği vb. önlemlerle de
giderileceğini sanmıyoruz. Önemli olan, anayasayı değiştirmek değil, bireyin
kendi kendisini değiştirmesidir.
Neden
Bu Haldeyiz, Apaçık Ortada…
Asıl
konumuz olan “zulüm” kavramına geçmeden önce, bir girizgâh olsun amacıyla
beşeriyetin genel görünümünü gözden geçirirken, neden bu halde olduğumuza ve yozlaşmanın
boyutlarına da yer yer değinmiş olduk. Beşeriyetin bu genel görünümü içinde
zulüm örnekleri birer kara leke halinde görünüyordu… Yazımızın bundan sonraki
kısmında, beşeriyetin yüz karası olan ve beşeriyete telafi edilmesi gereken
ağır veballer yüklemiş olan ve pek çok sıkıntımızın da nedeni olan bu kara
lekelerin oluşumuna daha yakından bakıp “zulmün metafizik kökenleri”ne inmeye
çalışacağız.
------o O o-------
Zulüm
ve Zulmet
“Işıksızlık”
anlamındaki “zulmet” ile aynı kökten gelen “zulüm”, “bir şeyi
kendi doğal yerinin dışında bir yere koymak” anlamında bir
sözcük olup, Kur’an’ın (yaklaşık 350 yerinde geçer) en önemli kavramlarından
biridir. “Zulüm” sözcüğü, Kur’an bünyesinde küfr, şirk, kötülük, baskı,
işkence ve haksızlık anlamlarında da kullanılmıştır. Zulmün bu anlamlarını, “zulmün
türleri / görünümleri” başlığı
altında ileriki paragraflarımızda ayrıca ele alacağız ama “zulüm” sözcüğünün bu
genel anlamına bakarak hemen söyleyebiliriz ki, yaradılış düzeyinde zulüm; yersizliklere,
dengesizliklere (adâletsizliklere) bozukluk ve yozlaşmaya neden olan toplumu /
bireyi zulmete gömen, elbette ki erdemlerle bağdaşmayan bir durumdur. Eğer
beşeriyet için barış, huzur ve birlik (tevhid) önemli ise (ki elbette ki
öyledir), zulmün / zulmetin ne kadar iç karartıcı (“ışıksızlık”) ve insanın
gerçek doğasıyla bağdaşmayan yanı (ve bağlı olarak da önemi) ortadadır.
Zulüm
kapsamına giren olumsuzluklar göz önüne alındığında, gezegenimizdeki canlılar
arasında, dünya beşerinden daha zalimi yok görünmektedir. Esasen zalimlik,
beşeri noksanlıklarımızın biridir, ötekisi de cahillik (Azhab 72, Bakara 30).
Beşerin bu zalimliği kendisinden başkalarına gibi görünse de, esasen kendi
kendisinedir. (Nisa 40,Yunus 44, Kehf 49) Zulüm kavramının genel tanımında
gördüğümüz, “bir şeyi ait olduğu yerin dışında bir yere koymak” ifadesinden
hareketle diyebiliriz ki, zulüm; eksiklikten de doğar, fazlalıktan ( israf,
ifrat…) da. Çünkü dengenin / adaletin bozulmasının nedeni sadece eksiklik
değil, fazlalıkta olabilmektedir. Mal-mülk birikimi açısından, bir kısım
bireyler gereğinden fazlaya sahip iken, bazılarının gereğinden azına sahip
durumda bulunmaları; dengesizlik, adaletsizlik ve dolayısıyla da zulümdür
(örneğin, ekvatorun güneyindeki ülkeler ile kuzeyindekiler arasında görülen gelir
dağılımı ve yaşam standartlarındaki adâletsizlikler…)
Aynı
durum bir toplumun / ülkenin zengin ve yoksul kesimleri için de geçerlidir ve
bu da adaletsizliktir. Her türüyle adâletsizlik, Kur’an dilinde “zulüm”dür.
Varlığın kozmik uğrası olan tekâmül; bir bakıma, giderek, Allah’a benzemektir.
(Sufizm’de Allah’ın rengi ile renklenmek…) Allah’a gidişin en değerli azığı da
adalettir, çünkü Allah adalet üzerine iş yapar (Şûra 15, Nahl 90) ve Peygamber
de adalet üzere olmakla emrolunmuştur. Allah’ın kelamı (bizlere hitabı) ve
Peygamber sünneti; biz Müselmanlar için önemliyse, duyarlılık göstereceğimiz en
önemli tutumlardan biri zulme (adaletsizliğe) sapmamak olmaz mı?
Üç
Temel Zulüm Grubu
Zulüm
kavramına girmeden önce, beşeriyetin genel görünümüne bakarken de gördüğümüz
gibi 21.YY sözde modern / medeni beşeriyetin şimdisi ve geçmişi zulüm
örnekleriyle dolup taşmış. Kur’an’da (türevleri ile birlikte) 300’e yakın yerde
geçen zulüm kavramını ilgili ayetler içinde incelediğimiz zaman görüyoruz ki,
başlıca üç temel grup zulüm vardır:
1) Beşerin kendi kendine zulmü: İnsanın
kendi gerçek doğasını bilmemekten (yani, kendisi hakkındaki cahilliğinden zulüm
türü budur ve her türlü zalimliğin temelinde de bu vardır. Bu nedenler “kendini
bilmek” tüm kutsal metinlerin ve ezoterik öğretilerin temel konusu
olmuştur. İnsanın Rabb’ini bilmesi, kendini bilmekle olasıdır. Kendini bilme
konusunun bu öneminden dolayı, Kur’an’ın bir çok ayetinde (Hûd 101, Nahl 118,
Ali İmran 117vb.) kendini bilmez beşerin kendi kendine olan zulmüne dikkat
çekilmiştir.
2) Bireyin kendisi ile, üyesi / vatandaşı
olduğu toplum arasında zulüm: Bu zulüm genellikle kamu
haklarına tecavüz şeklinde ortaya çıkar. Yönetici zihniyetin basiretsizliğinden
ve dost görünümündeki düşmanla yaptığı işbirliği nedeniyle vatandaşa yönelik
zulmü de bu türe girer. Beşeriyet tarihinde; site, devlet ve medeniyetlerin
(Kur’an’cası “karye”lerin çöküş ve silinip yok oluşlarının nedeni, yönetici
kadrolarının zulme (adaletsizliğe) sapmalarıdır. (En’am 123).) Bir toplumun
bireylerinden yönetici konumunda olanların adaletsizlik üzere zulme sapmaları,
o toplumun çöküşünü kaçınılmaz kılıyor. Bu durumla ilgili ayetler: “Biz
karyeleri temsilcileri / halkları zulme sapmadıkça, onları helak etmeyiz.” “İşte
sana zulmettikleri zaman yere batırdığımız karyeler.” (Kasas 59, Enbiya
31, Hac 45+48, En’am 131, Hûd 102+117, Ankebût 31, Kehf 59)
Zulme
Tepkisizlik
Burada
denilebilir ki, “yönetici zalimse, halkın günahı ne ?” Halk da zulüm karşısında
zalime tepki vermek sorumluluğunda ve zorunda. Zulme tepkisizlik, zulme
ortaklığı beraberinde getiriyor. Allah’ın (Sünnetullah, İlahi İrade Yasaları)
böyle işliyor ve adaletsizliğe (zulme) ruhsat veriyor. Bir zulme göz yummuş, o
zulme katılmak oluyor. Sünnetullah sebep – Sonuç Yasası hiç şaşmadan işlediği
için, “Allah zalimleri çok iyi bilir” demiştir. (Cuma 6+7). Kur’an
(Nisa 75’te) zulüm sergileyen yöneticilere karşı savaşılmasını istiyor; onların
hayrı ve kendi hayrımız için. Bu tepkinin sadece kendimize değil, zalim
yöneticiye de yararı var: Hem kendimizi zulme ortaklıktan sakınmış oluruz, hem
de; zalimi, zulüm batağına daha çok batmaktan kurtarmış oluruz. Az yukarıda, “Kur’an,
zalime karşı savaşmamızı istiyor” demiştik. Buradaki savaş, sözlü /
yazılı kınama ve uyarıdan, dikkat çekmeden başlayarak, silahlı mücadeleye kadar
her türden savaştır. Ama unutulmamalıdır ki, silahlı mücadele en son çaredir ve
savunma nitelikli olmadıkça makbul değildir. Savunma zorunluluğunu ortaya
çıkmadıkça, silahlara davranılmasını istemiyor Kur’an. Bizim Kurtuluş Savaşımız
gibi, Hz. Muhammed’in katıldığı ve kumanda ettiği tüm savaşlar savunma
savaşlarıdır. Dolayısıyla, “İslam, kılıç zoruyla kabul ettirildi ve
yayıldı” söylemi, işin aslını bilmeyen Kur’an düşmanlarının bir
yalanıdır. Kur’an’a göre Salih akıl sahibi Kur’an mü’mininin zulümden başka
düşmanı yoktur. Bu biricik düşmana tepki göstererek, adaleti ayakta tutmaya
çalışanları da Allah’ın sevdiğini Müntehine 8’de görüyoruz.
Tüm
bunlardan anlaşılıyor ki, zalim yöneticiler de dahil, her türden zalimi hoş
görmek de bir zulüm türü olmaktadır. Çünkü zalim yöneticiyi sevmek bir yana;
hoş görmek ya da aldırış etmemekle bile, Allah’ın sevmediğini hoş görmüş, hatta
sevmiş oluyoruz. “Zalimin dostu ancak bir başka zalim olur!” diyor Kur’an
(Casiye 19). Eğer gerçek Müselman isek, zalimin dostu olmamaya dikkat etmek
gerekmez mi? Allah, zalimleri ve zulüm destekçilerini sevmediğini birçok
ayetinde belirtmiş; Ali İmran 57 + 140, Şûra 40, Bakara 190, Maide 87, A’raf
55. Şimdi, bilerek / bilmeyerek zalim yöneticileri işbaşına getiren seçmenlerin,
bu zalimlerin zulümlerini yıllarca gördükleri halde, oylarıyla onları hâlâ
iktidarda tutan oy sahiplerinin (zulüm ortağı seçmenlerin) nasıl bir vebal
altında olduğunu düşünebiliyor musunuz… Kur’an ayetlerindeki üç temel zulüm
grubundan üçüncüsüne geçmeden önce, devlet otoritesinin vatandaşa yapabileceği
olası zulüm konusunda da çok güzel bir uyarıyı Atatürk’ün gençliğe hitabından
anımsıyoruz:
“ … İstiklâl ve
Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir
galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün
kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış
ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten
daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip
olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu
iktidar sahipleri kişisel çıkarlarını, istilacıların siyasi emelleriyle birleştirebilirler.
Millet, yoksulluk içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir… “
3) Bireyin Kendisi ile Allah Arasında Zulüm:
Bu zulüm türü grubunun en
büyüğü şirk ve riyakârlıktır. Aslında, riyakârlık da, Hz. Muhammed tarafından “gizli
şirk” olarak ifade edilmiştir. En büyük zulüm çeşitlerinden sayılan
şirk, dinsel öğretide; Allah’a ortak tanımaktır. (Esasen Arap dilinde “şirk,
şirket”, “mülk ve saltanatta ortaklık” demektir.) Başka bir deyişle,
şirk; “uluhiyet özelliklerini bir başkasına tanımak”
tır. Bu sapmışlık gerçek ile taban tabana zıt oluşundan dolayı da, aynı zamanda
“küfr”
olmaktadır. Bu niteliklerinden dolayı, “şirk çok büyük bir zulümdür” )Lokman
13). Allah’a şirk koşan, çok büyük bir sapmışlık ve karmaşa içine düşmüş olur.”
(Nisa 48) ve böyle bir sapmış, “önü alınmaz bir zulmete de mahkum olmuştur”.
(Nisa 116).
Ayrıca
“küfr”
ü de “zulüm” ilan etmiştir Kur’an: “Küfre sapanlar zalimdirler”
(Bakara 254). Küfr (yani, gerçekleri, Allah’ın âyetlerini gizlemeye ya da
saptırmaya çalışmak), ayrıca; haber alma ve bilgi edinme özgürlüğünün de ihlali
oluyor. Örneğin, dünya dışı canlılık ve evrende zeki hayatın yaygınlığı,
insanın gerçek doğası olan ruh, ruhsallık ve bunlara bağlı (parapsikoloji ve
metapsişiğin konusuna giren) gerçekler kapitalizmin güdümündeki devletler
tarafından sistematik bir şekilde yıllarca örtbas edilmiş ya da saptırılmıştır.
“Allah’ın
zikri” (Münafikûn 9) olan Kur’an küfr ehliyle mücadeleyi esas almakla
birlikte (çünkü küfr de bir zulümdür); zaman – mekân koşullarına göre, küfr
ehli zalimlere, “…Sizin dininiz size, bizimki bize…” (Kâfirûn 6 ) deyip, kenara
çekilmeyi de geçerli saymaktadır. Varlık ve oluşun kitabı olan Kur’an ile îman
sahiplerine böyle bir esneklik tanınmıştır, zulmün küfr türü için.
ALLAH’a
Din Öğretmek
Zulmün
bu türünün başka bir versiyonunu da dinci hurafe yobazları “Allah’a
din öğretmek” şeklinde sergilemişlerdir. (Hucurat 16). Evet, inanılacak
gibi değil ama zalimliğin, “Allah’a din öğretmeye kalkışmak”
gibi bir boyutu da var: “Kalbi kesretle dolmuş” (Zümer 22)
kendini bilmez beşerin; “ALLAH a din öğretmesi” daha doğrusu
böyle bir sapmışlığa ve şaşkınlığa yönelmesi bir tek yolla olur: Allah’ın
dinini, O’nun kitabının dışındaki kaynaklara bağlamak… “Dalâlete düşen” (Fatiha
Suresi) beşer bu zulüm ve küstahlıkta başarılı olduğunda, artık Allah’ın
kitabı, Allah’a ortak tutulanların (“şüreka” nın) ürettiği uydurma kutsal
kitapların (“zübür” ün) denetimine / etkisine girer ve (Peygamberlerin
dikkat çektiği) “örtülü şirk” (yani zulüm) Kur’an’daki özgün İslam’a fatura
edilerek kitleleri kemirir; aynen günümüzde “uydurulan İslam’ın” “indirilen
İslam’a” fatura edilişi gibi… Kur’an’daki özgün İslam olan “indirilen
İslam” ile piyasadaki (ve emperyalist güçlerin bize karşı haince
kullandığı) “uydurulan İslam” ile karıştırmamak gerek. Emperyalist Hıristiyan
Batı’nın “uydurulmuş İslam” üzerinden değerlendirme
yapıyor olması, kendileri adına büyük talihsizlik.
Uzun
Lafın Kısası…
Zulüm
irili ufaklı başka görünümlerine geçmeden önce, buraya kadar paylaştıklarımıza
dayanarak hemen şunu belirtelim ki, zulüm; hangi türden olursa olsun,
“göklerden öfke ve mutsuzluk inmesine yol açar” (Bakara 59). Zulmedenlere
eğilim bir yana, onlara tepkisiz kalmak bile “yaratıcı düzenin ateşine
çarpılmaya” zemin hazırlar (Hûd 113). Bu akıbete müstahak olmayalım diye
Kur’an uyarısını yapmış: Zulme uğrayanların yanında, “savaşmayı” tüm onur
sahiplerinden, bir insanlık borcu olarak istiyor, Kur’an (Nisa 75). İnsanlara
zulmedenlere “her türden karşı çıkışa” ruhsat veriyor Kur’an (Şûra 42). Çünkü
Kur’an’a göre, bizler için biricik düşman zulümdür. Başka bir şeyi / kimseyi
düşman bellemememizi istiyor Kutsal Kelam: “Zalimlerden başkasına kin ve
düşmanlık olmamalıdır” (Bakara 193). Ayrıca, Allah; zalimleri
sevmemekle kalmamış, onları lanetlemiştir de (A’raf 44, Hûd 18, Gâfir 52). “Kulakları
olan işitsin ! ” – Hz. İsa
Kontrolden
çıkmış aklı / zihni ve dolayısıyla davranışları egemenliği altına almış bir
nefsin belirgin özelliklerinden biri doymazlıktır (ya da açgözlülüktür). Bu nefsanî
özellik bireyin karakterine ve zaman – mekân koşullarına göre değişik
şekillerde / görünümlerde ortaya çıkar. Nefsanî bireyin söz konusu doymazlık
içinde yapıp ettikleri de zulüm türlerindendir. Birçok mal ve olanağa sahip
kimselerin, bunların daha azıyla yetinmeye çalışanların mal / olanak varlığına
göz dikmeleri bir zulüm türüdür. (Sad 23+24)
Bu
doymazlığın devlet düzeyindeki boyutu da çoğu zaman savaş nedeni olagelmiştir.
Günümüz vahşi kapitalizminin emperyalist uygulamaları bu açgözlülüğün ve
doymazlığın küresel boyutunu oluşturmaktadır. Gelişmiş ülkelerin
yönetimlerinden (hatta “5 büyükler” den “8
sanayileşmişlerden”, hatta bizim gibi “20 gelişmekte olan ülkelerin”
yönetimlerinden) söz konusu gelişmişliğin gereği olarak, az gelişmiş ülkelerin
topraklarına ve yeraltı zenginliklerine göz dikmek yerine, bu ülkelere yardım
etmek gerekirdi. Ama günümüzde az gelişmiş mazlum ülkeler, sözde yardım adı
altında borçlandırılarak, borç veren ülkelere / kurumlara (IMF, Dünya Bankası
vb.) bağımlı hale getirilerek sömürülüyorlar.
Bu
tutum elbette ki günümüz vahşi emperyalizmine özgü ve gerçek uygarlıkla / erdemle
bağdaşmayan bir zulümdür. Onların işbirlikçileri ve stratejik ortakları da söz
konusu zulmün maşaları durumundadır. Kur’an ahlâkına göre, zenginin malında
mazlumun hakkı vardır. Zengin, insaniyet ( erdemlerin ve gerçek uygarlığın)
gereği olarak, varlığın / birikiminin kendi ihtiyacından fazlasını yoksul ile
paylaşmalıdır. Şimdi, günümüz zulüm zihniyetinin temsilcilerinin, özellikle de
yöneticilerinin / politikacılarının insan haklarından, demokrasiden söz
etmelerine kim inanır, kendileri gibi olanlardan başka? Sadece yalancı değil,
aynı zamanda riyakâr olan bu yöneticiler bir yandan da (Hıristiyan / Müselman
gibi bir din mensubu, yani) sözde inanç sahibi olarak “iman sahibi” dirler.
Camiden/ kiliseden çıkıp kamera karşısında gazetecilerin sorularını yanıtlarlar
ama bilmezler ki, imanlarına zulüm bulaşmıştır ve yine bilmezler ki ancak “zulme
sapılmadığı sürece” iman imandır ve Allah katında geçerlidir. Allah’ın
bizlere hitabı olan Kur’an, imandan sonra zulüm sergileyenler” in imanlarının
hiçbir işe yaramayacağını açıkça belirtmiş. İmanlarını zulümle lekeleyenlerin
sonları, daha doğrusu akıbetleri Ali İmran 86+87’de belirtilmiş: Allah’ın,
meleklerin ve tüm insanların laneti altına girmek ve bu lanet içinde hiçbir
eksiltme ve hafifletmeye muhatap olmadan sürekli kalmak.
İmanın
Zulmü ile Lekelenişi
“Alemler
için öğüt”(Yusuf 104) olan Kur’an’ın vahyedilmeye başlanışının ilk
yıllarında, yeni Müselmanlara zulüm ehli
putperestler tarafından baskı ve şiddet giderek tırmanıyordu. İmanın ardından
baskı ve şiddet nedeniyle inkara girenlerin ufukları karartılmamıştı ama,
imanlarını zulüm ile lekeleyenler için kurtuluş kapısı kapatılmıştı (En’am 82).
Görüldüğü gibi, iman ettikten sonra, zulme ve küfre sapanlara karşı Kur’an çok
sert bir tavır takınmıştır. Buna Kur’an dilinde “tebdil” ve “irtidat”
denir ki; “tebdil”, imanı küfr ile
değiştirmek; ikinci sözcük de “İslam dininden çıkmak” anlamında da
en iğrenç ve onur kırıcı “hastalıklar” dır. (Ali İmran 86+90,
Bakara 217).
Şimdi
eğer imanları zulümle lekelenmiş sözde iman sahipleri bir ülkede yönetici
durumunda ise, o ülkede “ayaklar baş, başlar ayak” konumunda
değil midir! Bu yöneticilerin (sözde devlet adamlarının) ve onları
destekleyenlerin vay haline vay haline… Görülüyor ki, “İman ettik” demekle,
nüfus cüzdanına “İslam” yazdırmakla iş bitmiyor. Eğer, nüfus cüzdanında “İslam”
yazılı olanlarca, Allah’ın Kelamı bir şey ifade ediyorsa (çünkü “İslam”,
aynı zamanda “ALLAH’a teslim olmuş” demektir…), Ankebut
2’den demi ibret almıyorlar: “İnsanlar, ‘iman ettik’ demeleriyle kendi
hallerine bırakacaklarını ve hiçbir sınava çekilmeyeceklerini mi sandılar!”
Kur’an’ın
temel kavramlarından “bağy” sözcüğünün bir anlamının “hak
ve sınır tanımamak” olmasından dolayı; bu kavramın, şimdi irdeleme
konumuz olan “zulüm” ile yakın ilgisi bulunmaktadır. “ ‘Bağy’ kavramının
psiko-spiritül bazını doymazlık, sosyo-ekonomik görünümümü de zulüm ve sömürü
oluşturur” diyor ünlü ilahiyatçı Yaşar Nuri ÖZTÜRK (5)
Fertlerin bağy yoluyla zulümde
bulunmaları, birbirinin mallarına göz dikmeleri ve bu bağy iletinden kurtulmak
için iman ve Salih amele sarılmak gerektiği Sad 20+24’te de anlatılıyor.
Buradan da anlaşılıyor ki, bireysel ve toplumsal hakların zedelenmesinin bir
adı da “bağy” olmaktadır. Herkesin yapıp ettiği kendine olduğu gibi,
bağy sergileyenin de zulmü yine kendine olmaktadır: “Ey insanlar! Şunda hiç kuşkunuz
olmasın ki; sizin bağyiniz yine sizin aleyhinizedir. (Yunus 23)
Güven
ve Îman
Sad
20+24’te gördüğümüz gibi bağy şeklindeki zalimlikten kurtulmak imana sarılmakla
olasıdır. Kur’an, aksiyona dönmüş, uygulamaya konmuş imanı esas alıyor.
Başkalarına zulmü değil, “güven vermek, güven içinde olmak” demek olan iman, “güven”
sözcüğü ile aynı kökten geliyor. İmanlı Müselmana (imanını zulüm ile
lekelemedikçe) “mü’min” denir ve bu sözcüğün anlamı da “güvenilir insan”
demektir. Bu durumda gerçek anlamda mü’min olmak ile zalim (zulm ehli) olmak
taban tabana zıt iki birey tiplemesi olmuyor mu? Bir bakıma da iman, bir
anlamda; “iyi ve güzel(estetik) uğruna sürekli savaş hâlinde olmaktır.
“ (Tevbe 111). Çünkü yaşam, azgınlığa karşı (Allah yoluyla) savaşanlarla,
karanlık kuvvet (tağut) uğruna savaşanların bir çarpışma alanıdır. Karanlık
güçlerin işi zulüm, imanlı mü’minlerden oluşan pozitif / aydınlık güçlerin (“ışık
işçileri” nin) işleri de zulme
karşı çıkmaktır. (Hacc 39). Kozmik emaneti omuzlayan ve “Allah’ın halifesi” unvanını
almış bulunan (Bakara 30, Ahzab 72) bir varlığın kozmik kaderi zulüm ile
savaşmaktır.
Durum
bu olduğuna göre iki paragraf önce sözünü ettiğimiz sözde “yöneticiler” , makbul
ibadetin gizli olması gerekirken, cami / kilise çıkışlarında kameralar
karşısında poz verip bu çekimleri yandaş reklâmlara yansıtıyorlarsa, din ile
şov yapıyorlar (yani, dini siyasi amaçlarına alet ediyorlar) demektir. Bu
tutumda Mâun Suresi’nin tokatına müstahak olmayı beraberinde getirmektedir. “Din
kılıfı geçirilmiş şovculuk” tan ( ve dolayısıyla
dincilikten) başka bir şey olmayan bu tutum, aynı zamanda riyakârlık da
içerdiği için “şirk” niteliklidir. Şirkin, ne türden olursa olsun, asla
affedilmeyeceğini “iman edenlere rehber ve rahmet” (Nahl 64)
olan Kur’an defalarca dile getirmiştir. Riyaya bulaşanlar hiç tartışmasız “müşrik”
tir ve yine Yüce Kur’an, şirke bulaşanların ibadetlerini “lanetli ibadet” olarak
anmaktadır (Maun 4+5). Bu gibiler toplum içinde hangi statüde bulunursa
bulunsun, aslında varlık olarak “rezil edici azap içindedirler”
(Dühan 30). Bu gibilere destek çıkanlar ya da sessiz kalanlar da; yine Kur’an
ifadesiyle “hainlere yandaş olanlar” dır. (Nisa 105). “Kulakları olan işitsin.”
– Hz. İsa
Kendi
Kendilerine Zulmedenler
Bu
sapmışlıklar (“sapmışlık”, Kur’an ifâdesidir) içinde olup; hem kendilerine,
hem çevrelerine zulüm sergilerleri görmeyi sürdürüyoruz: “Kendi kendilerine zulmedenler”
den maksat, yukarıda belirttiğimiz sapmışlıklardan ayrı olarak, “zalim
bir yönetim altında olup da, ona tepki göstermeyenler, ya da
oradan uzaklaşmayanlar, hatta gerekirse kalkıp başka yere göç etmeyenler” dir.
Böyle ve bu nedenle göç ediş: Kur’an’a göre, “Allah yolunda göç ediş”
oluyor (Nisa 100). Zulme uğratılanlardan (zulüm mağdurlarından) bu zulüm ile
önce mücadele etmeleri bekleniyor. Bu mücadelede başarısız olmaları halinde, o
yöreyi / mekânı terk etmeleri gerekir, belirtilen ayetlere göre.
İslam
tarihinin anlattığına göre, zulümden dolayı göç olayı en belirgin ve ibret
verici şekilde Hz. Muhammed’in sağlığında ve onun önderliğinde yaşanmıştı
(Mekke’den Medine’ye hicret). Bu ibretlik olay “Allah’ın kılavuzu”
(Bakara 1, Zümer 23) olan Kur’an’da da yerini almıştır. (Ali İmran 195, Tevbe
100, Haşr 91). Bu göçün nedeni putperest Mekke oligarşisinin Peygamber’e ve
yeni Müselmanlara yönelik zulmüdür. Putperest zulümden kaynaklanan zorunluluk
nedeniyle bazı Müselmanlar’da ilk göç kafilesi olarak Habeşistan’a gitmişti.
Peygamberin önderliğindeki ilk Müselmanlar putperest vahşi zulme karşı çok
direnip sabrettikten sonra ayetin gereğini yerine getirmiş oluyorlardı: “Zulme
uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri elbette biz dünyada güzel bir
şekilde yerleştiririz” (Hacc 58). Zulme uğrayanlar bumu yaparlarsa, yeryüzünde;
gidilebilecek çok yer, bolluk ve nimet bulunuyor ama bu tepkiyi vermezlerse,
zulme onay vermiş ya da göz yummuş bir duruma düşeceklerinden, kendileri de
zalim muamelesine müstahak olmuş olacaklardır.
ALLAH
Zulmetmez
Yukarıda
görmeye çalıştığımız anlamda kendi kendine zulmedenin, çevresine olumlu anlamda
bir yararından çok, zulüm olasılığı vardır. Kendi kendine zulmeden (nefsinin
zulmü altında olan) biri zaman-mekân koşulları ve bulunduğu statü bakımından ne
kadar gizlese de, potansiyel olarak “zalim” dir. İnsanların bu gibiler yüzünden
maruz kaldığı zulüm türleri oldukça yaygındır. Bu biraz da toplumun müstahak
olduğu bir zulümdür, Sebep–Sonuç Yasası’na göre. Çünkü zalimin zulmüne
zamanında müdahale etmemiş, tepki göstermemiştir. Bu durumlarda, “Allah
böyle yazmış, ne yapalım…” gibi hezeyanlar;
cahillikten ve medeni cesaret fukaralığından kaynaklanan, “Bana dokunmayan yılan…”
zihniyetinin bir ürünüdür. Çünkü “Allah insanlara zulmetmez. İnsanın maruz
kaldığı ve müstahak olduğu zulümler doğrudan doğruya insanın kendi eseridir.”
(Ali İmran 117) (6)
Allah’ın
zulmetmesi bir yana, O bize; zulmün neler olduğunu, zulümden nasıl
korunacağımızı göstermekten de öte, rahmet ve bağışıyla bizleri koruyor ve
zalimlik kusurumuza / günahımıza karşılık bu kusurumuzu gidermemiz için telâfi
olanakları sunuyor.
Allah,
Fatır 45’te belirttiği gibi, “Allah insanları işledikleri zulümlerden
dolayı cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı kalmazdı.” Görülüyor ki,
dünyada sergilenen bunca zulme rağmen, Allah lütuf ve merhametini üstümüze “örterek”,
bizleri hoşgörüsüyle koruyor ve tekâmülümüzü gerçekleştirelim, beşeri
kusurlardan sıyrılıp insanlaşalım diye bize sürekli olarak telafi olanakları
tanıyor, peşpeşe gelen yaşam sınavları ile… Her yaşam sınavı (epröv),
şuurlanarak ve insanlaşma yönünde adım adım ilerlemek için bir fırsattır, İlahi
bir lütuftur, şükrederek yararlanmamız / değerlendirmemiz için. Elbette, kendi
nefsimizin zulmünden kurtulabildiğimiz ölçüde bu ilahi fırsatları (ki bunlar da
birer nimettir…) içsel gelişim yönünde değerlendirebiliriz. Ama görünen o ki,
bu İlahi Lütuf’tan yararlanamayanların sayısı; yararlananlardan daha çok,
dünyanın perişan manzarası bunu göstermiyor mu… Sanki Allah’ın rahmeti ve
bağışı ne kadar büyükse, biz beşeri varlıkların gafleti ve dalaleti de o kadar
büyük…
Yaşam
ve Yaşama Hakkı
Yaşam
ve tezahüratın tüm birimleri kutsaldır çünkü onlar Yaradan’ın eseridir. Yaşamı
veren Hayy (diri) ve Muhyi (dirilten / canlandıran) Allah, onu alan da Mümit
(ölürden de) Allah’tır. Can vermek ve canı almak Allah’ın tekelindedir. Can
halinde sahip olduğumuz bedenlerimiz bir ömürlük (yani geçici) tekâmül
araçlarımızdır ve emaneten bizlere ve tüm canlılara (bitkiler + hayvanlar +
insanlar ve yeryüzü küresine) verilmiş kutsal emanettir. Başka bir deyişle,
kendi bedenimiz ne kadar kutsal ve önemli ise, öteki canlıların bedenleri de o
kadar kutsal ve (kendileri için) önemlidir. Kendimizin ve tüm canlıların yaşama
hakkı kutsallık düzeyinde dokunulmazlığa sahiptir. Dolayısıyla yaşama hakkının
ihmali ya da tehdidi aynı derecede önemlidir. Bu nedenle (tüm canlıların)
yaşama hakkına saygı, erdemli insanlara özgü ve “Alemlerin Rabb’inden bir
indiriliş” (Hakka 43) olan Kur’an’ın da önemle üzerinde durduğu bir
konudur. Yaşama hakkının öneminin Maide 32’de üstüne basarak vurguladığını
görüyoruz: “Bir canı alan, tüm beşeriyeti öldürmüş, bir
canın yaşama kavuşmasına vesile olan da tüm beşeriyete yaşam sunmuş gibidir.”
Dünya
beşeriyeti henüz bu Kur’an’sal ideale ve insanlık düzeyine ulaşmış görünmüyor;
savaşlar, terör, aldatmacalar / yalanlar ve cinayetler hala sürüyor. Silah
üretiminde üzerimize yok. Nükleer silahlar, üzerindeki tüm canlılarla birlikte
tüm gezegeni olduğu gibi yok edecek düzeyde ve bu konuda şampiyonluğu elinde
tutan ülkelerde dünyanın en gelişmiş ülkeleri (“5 büyükler” , “8 süperler” falan…) Silah ve
teknoloji üstünlüğünün adı “gelişmişlik” olmuş. Her türlü
ahlaksızlık, hak ihlali ve bedensel konfor da bu anlamda “gelişmiş” ülkelerde
bulunuyor. Ama apaçık görünüyor ki, insanlaşmak/ uygarlaşmak bu değil. çünkü
teknoloji insanı konforsuzluktan kurtarır ama ahlaksızlıktan kurtaramaz.
Beşeriyetin içler acısı durumu da zulmün sonucunun panaromik bir görüntüsünü
oluşturuyor.
Mazlumu
Korumak Yerine…
Yaşama
saygının gereği, yaşam hakkına musallat olanın (ve birinin yaşamını, her
nedenle olursa olsun ortadan kaldırmanın)
bunu yaşamıyla ödemesi değil midir? Günümüz beşeriyeti (beşeri hukuk) bu
konuda ikiyüzlü bir tavır takınmaktan kendini alamamıştır: Çoğunlukla siyasi
çıkarların güdümünde erdemlerden feragat eden basiretsiz yönetimler yaşama
kasdeden zalimi affetmek için, yaşamına kasdedilen mazlumun hakkını çiğnemeye “merhamet
ve insanlık” demektedir. Daha doğrusu böyle bir kılıf ile mazlumun
hakkını çiğnemekle ve dolayısıyla bir zulme ortak olmaktadır.
Oysa
ki affetmek yetkisi hak sahibinin, yani mazlumundur. Kul hakkı çiğneyeni Allah
bile affetmiyor. Hakkı ihlal edilen mazlumu korumak yerine, hakkı (hem de
yaşama hakkını) ihlal eden zalimi korumak (yani zulme ortak olmak) akıl işi
midir? En kutsal hakkı elinden alınmış, ya da (örneğin, çevre kirleterek
sağlıksız koşullar altında) sağlıklı yaşama hakkını tehlikeye sokulmuş bir
kimsenin ya da bu gibilerden oluşan bir toplumun bu hakkını korumaya daha
insanca ve erdemli bir tutum olmaz mı?
Toplum
ve otorite/ iktidar ihlal edilen hakkın sahibini korumak zorundadır. Erdemli,
insanca ve hakça yönetimin / devletin “büyüklüğü” herhalde bunu gerektirir.
Eğer biz Müselmanlar (ve de Müselman yöneticilerimiz) için önemli ise, varlık
ve oluşun kitabı olan Kur’an bizden bunu bekliyor. İyi yönetici, iyi önder
olmak için, önce iyi insan olmak gerek, Müselman olmak yetmiyor. Çünkü Müselman
olmuş olabiliriz (böyle bir nüfus cüzdanı taşıyor olabiliriz) ama bu, “iyi
insan” olmuş olmak değildir. Gerçek Müselman olmak için de önce “iyi
insan” olmak gerek.
Bu
nedenle, ibadetlerin bir kurtuluş garantisi olmadığı belirtilmiştir. “Bir
yol gösterici ve rahmet” (A’raf 203) olan Kur’an ibadetlerin sadece bir
kurtuluş ümidi yaratan dinsel deneyimler olduğuna dikkat çekiyor. Bu İlahi Uyarı’yı
Bakara 21’de görüyoruz: “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri
yaratan Rabb’inize itaat edin. Bu sayede korunmanız “umulur”. Görülüyor
ki; nasıl, ne niyetle ve ne kadar samimiyetle ibadet ettiğimiz önemli. Hele bu
ibadete zulüm bulaştırmışsak (Mâûn Suresi’nde belirtildiği gibi), o zaman o
ibadet lanetlenmiş ibadet oluyor ve sahibine negatif karma yüklüyor. Bu
demektir ki, Allah karşısında, “Ben ibadetimi yaptım, sen de vereceksin…”
edasıyla beklenti içine girmekten, hele (daha önce değindiğimiz) “şov
nitelikli politikacı ibadeti”nden sakınmak gerek. Bu alt başlığımızı
ünlü bilge sahabilerden Ebud DERHA’nın bir anımsatmasıyla bitirelim. (7): “İmanına
güvenerek
kurtuluşu garanti sanan, imandan yoksun bırakılır.” Aynı sahabi,
ibadetleriyle şımararak, böbürlenenlere de şöyle sesleniyor: “Allah’a ibadeti
başınıza bela haline getirmeyin!”
Kur’an’ın
özgün mesajı iyice kavramamış olmaktan kaynaklanan bir cahillik içinde “ibadeti
bela haline getirmek” de bireyin kendi kendine zulmünden başka bir şey
değildir. Bu zalimliği sergilememek için, Allah’ın bizlere hitabı olan Kur’an’ı
olabildiğince iyi anlamak gerek. Bu nedenle, ibadetlerin en önde geleni; genel
anlamda, okumaktır (bilgilenmek, ilimde derinleşmek), özel anlamda da Kur’an
okumaktır. Bilindiği gibi “ Oku ! ” Allah’ın Kur’an’daki ilk
buyruğudur. Temel ibadet okumaktır. “Kur’an’ı okuyanın ben öğretmeni olurum”
diyor Allah: “Beni okuyana, Allah öğretmenlik eder” diyor Kur’an. Kur’an’ın
nasıl okunması gerektiğini de söylüyor Allah: “Ağır, ağır ve düşünerek…”(Müzemil
4) Görülüyor ki, Kur’an’ı bu şekilde (Allah’ın istediği şekilde) okumak,
namazdan önce gelen bir ibâdettir / salattır ve unutmayalım ki; namaz, çeşitli
salat / ibadet şekillerinden sadece biridir.
Bitirirken
Günümüzde
beşeriyeti birçok bakımdan olduğu gibi, insan haklarına saygı konusunda da
Kur’an’ın gerisindedir. Ülkemizin ve dünyanın ünlü ilahiyatçılarından Prof. Dr.
Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün ifadesiyle, “Çağ, Kur’an’ın gerisinde; biz Müselmanlarsa,
çağın da gerisindeyiz.” İnsanın temel haklarına bile göz dikmek, dini
(örtülü olarak) yalan saymanın dışa vurumlarından biridir; yani, sözde
dindarlık… Genel görünüm olarak, zulüm ehli beşerin öne çıkan iki belirgin
niteliği riyakârlık ve (nefsanî itilimler nedeniyle) başkalarının haklarına
musallat olmaktır.
Bilmeyerek
sergilenen zulüm türlerinden biri olan insan haklarına tecavüzün iki belirgin
nedeninin, hurafelere bağımlılık ve cehâlet olduğunu görmüştük: Hurafe tutkunu
cehaletin temsilcileri, hurafelerle karışık olan bilgilerini, cahilliklerinin reklâmı
olarak kullanmışlardır. Konunun daha da geneline bakarsak, dinler tarihi
(Yahudilik, Hıristiyanlık başta olmak üzere); akla, sevgiye ve insan haklarına
ihanetle doludur, beşeriyetin geçmişi. Söz konusu beşeri ihanetler ve zulüm
sadece dinsel deneyimlerle değil, toplumsal yaşamla da ilgilidir: Örneğin,
hangi konuda olursa olsun, hakça paylaşımın kapsamındaki herkesin hakkı olan “nimet”
ve olanakların açgözlülükten kaynaklanan bir doyumsuzlukla engellenmesi hak
sahiplerine karşı işlenmiş bir zulüm olmaktadır. Bu çarpık ve adil olmayan
uygulamanın sonucunda sefaletleri paylaşmak durumunda kalmamak için uluslar
arası toplum “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” başlığı altında bir metin
oluşturmuştur. Bu metin, bir bakıma; nimetler ve olanaklar paylaşımının
evrensel yaptırımlara bağlanmış şeklidir. Ama bu ilkesel yaptırımları yazıdan
yaşama geçirememiştir dünya beşeriyeti Günümüzde bir uluslararası bir örgüt
olan Birleşmiş Milletler’in bile ne kadar politize edilerek
işlevsizleştirildiğini üzülerek görüyoruz. Yüzyılların çileleriyle oluşturulmuş
Birleşmiş Milletler’in, yakın geçmişte (Irak’ın işgali öncesinde) tüm dünyanın
gözleri önünde devre dışı bırakılışını ibretle gördük. Aslında Birleşmiş
Milletler’in işlevsiz hale getirilerek, emperyalizmin kirli ellerine teslim edilmesinin
geçmişi, 1990’lı yıllara kadar gider. “Sovyetler Birliği’nin çökmesinden
sonra, olup bitenlere baktığımızda; BM kararlarının tümünün içinin boş olduğu,
kararlarda emperyalist çıkarların gizlendiği görülecektir.” – Hikmet
ÇETİNKAYA (Cumhuriyet, 17 Ağustos’ 11)
Birleşmiş
Milletler gibi insani bir kuruluşun devre dışı bırakılmasının acı sonuçlarını
bir yetkin ağızdan dinlemekte yarar görüyoruz, yazımızı sonlandırmadan önce
(Dr. Ercan ÇİTLİOĞLU, Bahçeşehir Üniversitesi, Kaynak: Bursa Barosu Dergisi- Sayı:80)
“Birleşmiş Milletler
yaklaşık 10yıldır terörün her türlüsünü insanlık suçu olarak görüyor. Buna
karşın, bir devletin terör örgütü olarak gördüğü grup kendini bağımsızlık ve
özgürlük savaşçısı olarak ilan edebiliyor. Terörist grubu topraklarında bulunduran
ülkenin ise, uluslar arası hukuk bakımından komşu ülkeye yönelik terörü
durdurmaya çalışması gerekiyor. Günümüzde en önemli tehdit olarak görülen terör
konusunda tanımlama aşamasında başlayan uzlaşmazlık, hukuk alanında da kendini
gösteriyor. Uluslararası hukuk bir ülkenin kendi topraklarından kaynaklı bir
terör hareketinin başka bir ülkeye yönelmesini engellemesini öngörüyor. Bu
kural geçtiğimiz dönemde Türkiye için hiç kullanılmadı.”
Hak
ihlallerine dayalı siyaset, sadece çürümüş bir siyaset değil, aynı zamanda “siyasetle
yapılan bir zulüm” dür. Namus fukarası yönetici zihniyetinin eseri olan bu
siyaset şeklinin örneklerini hem yazımızın akışı içinde, hem de yukarıdaki
alıntıda gördük. Sadece ülkemizde değil, dünyanın başka ülkelerinde de din ve
demokrasi istismar edilerek sergilenen bu çürümüş siyaset, insanın; sadece
yarınlarını karartmakla kalmamakta, muhtaç olduğumuz erdemli / namuslu siyasetleri
üretecek Salih akıl–gönül sâhibi aydınların öne çıkmalarını önleyerek de,
toplumu ümitsizlik ve karamsarlığa itmektedir. Bu uygulama elbette ki, negatif
güçlerin tarzından başka bir şey değildir be tükenmek üzeredir. Çünkü “…Zulmedenler,
hangi devrime uğrayıp baş aşağı döneceklerini yakında bilecekler.”
(Şuara 227) Zulmetin temsilcisi olan karanlık güçlerin işlevleri çoktan bitti
ama İblis Planına hizmetlerinin gereği olarak, dünya sahnesinden çekilirken sen
tahribatlarını yapmaktan, ellerinden geleni arkalarına bırakmadan da
edemiyorlar. Şu bitiş günlerini idrak ettiğimiz 7000 yıllık devre boyunca
gördük ki, her şeye rağmen zafer, eninde sonunda pozitifin olmuştur. Yeni devre
“hak
ve barış
seve iyiler” (Şuara 83) ile “bilgiden nasipli bir topluluk”
(A’raf 32) tarafından oluşturulacaktır.
---------------------------------------------------------------
(1)
Kur’an
Penceresinden Kurtuluş Savaşına Bir Bakış, Yaşar N.ÖZTÜRK – Yeni Boyut
Yayınları
(2)
Türk
Atasözleri, Metin YURTBAŞI- Özdemir Yayıncılık
(3)
Pavlus tarafından sistematize edilen
Hıristiyanlık’tan İslam dünyasına sızmış olan başka bir zulüm de yönetim ve
yöneticilerle ilgilidir. Bu yozlaşma Emeviler aracılığıyla İslamiyet’e Bakara
89+90+91’deki uyarılara rağmen girmiştir. Pavlus, yöneticiler konusunda fetva
verirken şöyle diyordu(Romalılara Mektup, 13/1-7): “Yöneticiye, zalim de olsa itaat
gerekir; çünkü o Tanrısal iradeyi temsil ediyor.” Pavlus uydurmalarına
göre ortaya çıkan Kilise Hıristiyanlığı’nda Papalara tanınan dokunulmazlık ve
Tanrısal yetkiler, ruhban sınıfının oluşumu herhalde, geçmişi Pavlusçuluk’a
kadar çıkan saltanat anlayışına dayanıyordu. Bu çarpık inanç ve uygulama
Pavlus’tan Kilise’ye, oradan da; “Hilafetin (devlet başkanlığının) zulüm ve
ahlaksızlık yüzünden bile azledilemeyeceği…” şeklinde “uydurulmuş İslam’a
geçmiştir. (KAYNAKLAR: Kur’an
Verileri Açısından LAİKLİK, Y.N.Öztürk -
Allah ile Aldatmak, Y.N.Öztürk - Kur’andaki İslam Y.N.Öztürk - Küresel
AfetlerY.N.Öztürk - Üç İsa, Aytunç ALTINDAL - Yoksul Tanrı,
TYANALI APOLLONIUS, Aytunç ALTINDAL )
(4)
Bu
konuda ayrıntılı bilgi için bkz.
* İBLİSİN KIBLESİ, Cengiz ÖZAKINCI- Otopsi
Yayınları
* BİTMEYEN OYUN, Matin AYDOĞAN – Umay Yayınları
* ULUSAL ÇIKARLAR, Onur ÖYMEN – Remzi Ktabevi
(5)
Kaynak,
KUR’AN ‘ın TEMEL KAVRAMLARI – Yaşar N.Öztürk
(6)
Yunus
44 başta olmak üzere, şu ayetlerde de aynı vurgulamayı görüyoruz: Nahl 32,
Bakara 57, Nisa 40, Tevbe 70, Ankebut 40, Rûm 9
(7)
Kaynak,
KUR’AN ‘ın TEMEL KAVRAMLARI, Yaşar N. Öztürk
YARARLANILAN
ESERLER
§
KUR’AN
§
RUH
VE KAİNAT, Dr. Bedri RUHSELMAN – Gayret Kitabevi
§
TEKAMÜL,
Ergün ARIKDAL- Ruh ve Madde Yayınları
§
KURTULUŞ
SAVAŞINA BİR BAKIŞ, Yaşar Nuri ÖZTÜRK- Yeni Boyut Yayınları
§
KURULUŞ
ve FETİH DESTANI, Prof. Dr. Cahit TANYOL
§
TÜRK
ATASÖZLERİ, Metin YURTBAŞI – Özdemir Yayıncılık
§
KUR’AN’
ın TEMEL KAVRAMLARI, Yaşar Nuri ÖZTÜRK –Yeni Boyut Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder