ULUSAL ÇEVRE ANDI’NIN
DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Giriş
Birkaç on yıl içinde lafı bile edilmezken, günümüzde “çevre hakkı”, en çok sözü edilen insan haklarından biri haline gelmiştir. İnsan haklarından en yaşamsal olanının çevre hakkı olduğunu ancak çevreyi berbat ettikten sonra anladık. Temiz bir çevreye, yani; havası, suyu, bitki örtüsü kirletilip tahrip edilmemiş bir doğaya sahip olmak artık insan haklarının ilk telaffuz edilen maddesi haline gelmiş bulunuyor. Uluslararası hukuk metinleri “çevre hakkı” kavramına yoğun biçimde yer verir oldu…Bu hukuk metinlerine temel / kaynak oluşturan bilimsel raporlar daha sık yayınlanır oldu. Oxford Üniversitesi’nden Prof. Dr. Martin REES’e ait, “Son Yüzyılımız” başlıklı raporda şu olası tehlikeler sıralanıyor:
Kimyasal / biyolojik silahlarla donanmış teröristlerin; biyolojik, genetik, sibernetik gelişmeleri sonunda vücut bulması olası denetim altına alınamayacak virüslerin yaratması olası tehlikeleri,
Küresel ısınma,
Gıda ve enerji krizi
Hemen hemen kaçınılmaz tehlikeleri içeren raporlardan biri de Kyoto Protokolü’nü inatla imzalamamış bulunan ABD eski Başkanı Bush’a sunulmuştu. Bir süre gizli tutulduktan sonra açıklanan bu raporda çarpıcı birkaç cümle şu bilgileri içeriyordu: İklim değişikliklerinin yaratacağı panik ve dehşet, önümüzdeki 20 yıl içinde çok büyük savaşlara neden olacak. 2020 yılından itibaren Avrupa’da bazı kentlerin sular altında kalabileceğini, bazı Avrupa ülkelerinin de Sibirya soğuklarının görüleceğini ileri süren rapor; birçok ülkenin, kaynaklarını korumak için nükleer silahlarla donanma yolunu seçeceğini ileri sürdükten sonra, rapor şöyle bir cümle ile son buluyor: Bugün (Bush yönetimi yıllarında) dünya için terörden daha korkunç tehlike, küresel ısınmasının yarattığı iklim değişikliklerinden kaynaklanan kaos ve korkudur. (Hürriyet Gazetesi – 23.02.2004) (1)
Bu halimizle, dünya beşeriyeti olarak; üzerinde doğup büyüdüğümüz ve yaşam boyunca tüm nimetlerinden yararlandığımız öz anasına (yer küreye, “Toprak Ana”ya) ihanet etmiş durumdayız. Sözüm ona “eşref-i mahlukat” (yaratıkların en onurlusu) zeki varlıklar olarak bitkiler ve hayvanlar alemine karşıda suçlu durumdayız. Demek ki teknoloji ile, silah üstünlüğü ile emperyalist sömürgen zihniyetle “eşref-i mahlukat” olunmuyor. Dünya beşeri ve onun yönetici kadroları gerçekten “eşref-i mahlukat” olsaydı; yerküre dediğimiz ve üzerinde doğup büyüdüğümüz şu uzay gemisini kirletip, yaşanmaz hale getirmek yerine onu ihya eder, daha da güzelleştirirdi. Uygarlık herhalde,bunu gerektirirdi... Bunu yapamadığına göre şimdi dünya beşeri gerçek anlamda uygar da değil. Doğanın kirlenmesi, iklim değişikliği ve gezegenin yer yer yaşanmaz hale gelmesi ve yakın gelecekteki hemen hemen kaçınılmaz tehlikelerin nedeninin esasen dünya beşerinin henüz insanlaşmamış olması, söz konusu kirliliğin (çevre kirliliğinin) asıl nedeninin “beşeri kalp kirliliği” (Kur’an ifadesiyle kalbin paslı olması) olduğunu biliyoruz. Bu “kalp kirliliği”nin dışa yansıması, çevre kirliliği ve nefsani çıkarlar uğruna doğa dengelerinin bozulması, hatta doğanın tahribi / talanı olmaktadır. Bunun ayrıntılarına ilerleyen paragraflarda girmek üzere çevrenin genel görünümünü incelemeyi biraz daha sürdürüyoruz:
“Doğa ölüyor, tehlike kapıda değil, içeride”:
Yerkürenin doğal kaynaklarını olumsuz yönde etkilemiş ve etkilemeyi sürdürmekte olan başka bir beşeri basiretsizlikle kontrolsüz nüfus artışıdır. Nüfus artışı, insan sayısının artması demektir. İnsan sayısının artması ise belli bir yoğunluktan sonra, sadece makul ihtiyaçların değil; doğayı tahrip eden beşeri hırs, savurganlık vce talan gibi olumsuzlukların da artması olacaktır. Böyle bir artışın sonucunun, doğanın tahribinde bir ilerleme olacağı kaçınılmazdır. Ayrıca şu bir gerçektir ki, beşeri nüfusun artması, bitkilerin ve hayvanların da zararına olduğu gibi, doğanın ve hatta uzayında zararına olmaktadır. Bu olumsuz artış, hem öteki canlıları, hem de tüm canlıların ortak yaşam alanlarını tahrip etmektedir. Bu zararlı artış, doğrudan doğruya beşeriyetin de aleyhine olmaktadır. Çünkü beşeri nüfusun bu anlamda olumsuz artışı; ne yazık ki, beşerin yaşam alanlarını da tahrip ile sonuçlanıyor. O halde, “doğanın tahribi”ni frenlemek, niteliksiz nüfus artışını önlemek ile eş anlamlı olmaktadır. Bugünkü 6-7 Milyarlık dünya nüfusuna beslemekte yetersiz olmaya başlayan yerküre, (tahminlere göre) 2020’de 9-10 Milyarı bulacak olan dünya nüfusunu besleyemeyecektir. O halde 2010’un arefesinde olduğumuz şu aylarda aynı zamanda “açlık sınırı”na da gelmiş bulunuyoruz.
Hesapsız kitapsız ve niteliksiz nüfus artışının beşeriyeti başka bir felaketin eşiğine getirdiğini açık ve kesin bir dille ilk kez söyleyen İngiliz rahip düşünür Robert Malthus olmuştu. Malthus (ölm. 1834) beşeri nüfustaki artışın geometrik; tarım ürünlerindeki artışın ise aritmetik bir artış olduğunu ve sonucunu beşeriyetin aç kalması olacağını söylemekle de kalmamış kendince bazı çareler de önermişti.
Nüfusun kontrolsüz artışı, sadece aş ve iş problemleri açısından sıkıntı çıkarmakla kalmıyor; beşeri amaçları, doğanın dengelerini ve sonuç olarak da ideal bir dünyanın oluşumunu tehlikeye atıyor. Şimdiki görünümüyle niteliksiz ve kontrolsüz nüfus artışı, beşeriyetin zaten sorumlu ve tehlikelerle dolu olası geleceğine yönelik tehditlerinde en büyüklerinden biridir.
Yüce Peygamber Hz. Muhammed yüzyıllarca öncesinden bugünleri görmüşcesine, beşeriyetin başına bu sorunları saranları lanetlemekten kendini alamamıştır ve bu, İslam Peygamberinin biricik lanetidir; zamanında / sağlığında kendisine ve ailesine yönelik pek çok vahşiliği hoşgörüyle karşılamış, tek bir bedduanın ağzından çıktığı görülmemiş ama bu konuda (doğa dengesini bozan zalimler konusunda) lanet okumadan edememiştir: “Yerkürenin belirgin alameti olan değerleri, yeyüzünün olmazsa olmazlarını yozlaştırıp bozanlara ALLAH lanet etsin! (1)
Doğa Ölüyor; Tehlike kapıda değil, içerde…
Sadece Muhammed Peygamber değil, tüm öteki peygamberler de kendini bilmek ve şuurlanmak konusunda beşeriyeti uyarlamışlar; kendini bilmezliğin olası sonuçları konusunda hatırlatmalarda bulunmuşlardır. Çünkü kendini bilmezlik; bireyi oturduğu dalı kesecek kadar budalaca bir sapkınlığa götüren, astral ve mantal kirlilikten / dengesizlikten kaynaklanan bir basiretsizliktir. Bugün şikayetçisi olduğumuz, insanlığa yakıştıramadığımız ve korkmaya başladığımız tüm olumsuzlukların kökenindeki temel neden bireyin astral ve mantal kirliliğidir. Bu yazımızın temasını oluşturan çevre sorunlarının temelinde olan bu konuyu ilerleyen paragraflarda birlikte irdeleyelim.
Çevrenin Korunmasına ve Geliştirilmesine
Bireysel Katkı ve Katılım:
Ulusal Çevre Andı(2) ’nı oluşturan maddelerden birinde, “Çevrenin korunması ve geliştirilmesinde bireysel katkı ve katılım”ın gereğini ve önemini vurguladığını görüyoruz. Sadece çevreye değil, bireyin kendisini ve kendisinden başkalarını ilgilendiren her işe katılımın; doğal, olumlu ve pozitif olabilmesi, onun fedakarlık yapabilme erdemini geliştirmiş olmasıyla olasıdır. Elcilik (diğerkamlık), fedakarlık, başkaları için kendi rahatından özveride bulunmak demektir. Bunun olabilmesi, kişinin kendisinden çok ya da en az kendisi kadar başkalarını düşünebilmesiyle olasıdır. Kendinden çok başkalarını düşünebilmek ise, bencil kişinin harcı değildir. Çünkü o fedakarlık yapabilecek olgunlukta ve güçte değildir. Karşılıksız bir şey veremez ve kendisinden başkasını (menfaati olmadıkça ya da korkmadıkça) düşünemez. Kendini bilmeyen, dolayısıyla egosunun güdümünde yaşayan birey, örneğin; bir piknik alanının ve doğanın olanaklarından yararlandıktan sonra, yemek artıklarını, yiyecek ambalajlarını ve çöpünü orada bırakıp çekip gidebilir. Çünkü o kendisinden sonra oraya gelecekleri düşünmeyecek kadar basiretsizdir ya da egosunun güdümünde olduğu için çevreyi bulduğu gibi bırakmak zahmetine katlanmak gücüne sahip değildir. Nefsin güdümünde olan bedeninin nikotin gereksinimini gidermek keyiflenmek için topluluk içinde fütursuzca sigara içmekten kendini alamaz. İşte bu kusurumuzu gidermeyi, büyük çoğunluk olarak şimdiye kadar kendi kendimize beceremediğimiz için 2009’un yaz aylarından beri yasa zoruyla bunu bize yaptırıyorlar. Neyse, hepimiz biliyoruz; ne yazık ki yasa zoruyla dizginlenmeye çalışılan pek çok (kendini bilmezlikten kaynaklanan) beşeri kusurumuz, hatta azgınlıklarımız var…
Dolayısıyla görülüyor ki, bir çıkarı yoksa, hele bir de cahil ise; Ulusal Çevre Andı’nda vurgulanan , “Çevrenin korunması ve geliştirilmesine bireysel katkı ve karıtılımda bulunamaz. Kendini bilmeyen bencil beşer, katkıda bulunmak şöyle dursun; çevreyi kendi bencilce çıkarları yönünde kötüye kullanmaktan kendini alamaz. (Bunun örneklerini yazımızın giriş kısmında vermiştik…)
O halde çevrenin korunması konusunda bireylerden böyle bir katkı ve katılım bekleniyorsa ve bunun sürekliliği hedefleniyorsa, çevre temizliğine ve tahrip olan çevrenin düzenlenmesine; “çevrenin çevreci olmayan (hatta çevre düşmanı olan) biriminden başlamak gerek. Önce kendi içsel çevremiz ( iç zeminimizin) temizliğine yönelmek gerek. İçsel çevremizin (iç zeminimizin) tanzim ve temizliği ise, “kendi kendimizi tanımaya yönelik, bencillikten / nefsaniyetten kurtulma operasyonu”dur. Bunda başarılı olduğumuz ölçüde; sadece çevreye yönelik değil, her türlü olumlu etkinliğe katılmayı ya da katkıda bulunmayı, içsel gelişimin doğal bir gereği olarak biliriz. Böyle bir kimse çevresini olumsuz yönde etkilemeyeceği ve bu tutumuyla çevresindekilere (özellikle de çocuklara) güzel bir emsal oluşturacağı gibi, çevrenin korunmasına ve geliştirilmesine yönelik bireysel katkısını ve katılımını da sergilemekten geri kalamayacaktır.
Çevre Konusunda İşbirliği ve Dayanışma:
ULUSAL ÇEVRE ANDI’nın son cümlesinde anlamını bulan “işbirliği ve dayanışma anlayışı” (daha doğrusu “işbirliği ve dayanışma bilinci”) kendiliğinden ve doğal olarak, hatta uygar insan olmanın gereği olarak erdemli bireyin belirgin niteliğidir. Kendini bilen uygar insan, “kişi, kişinin gelişim aracıdır” gerçeğinden hareketle, çevresindeki bireylerle bağlantılı, hatta onlara muhtaç olduğunu bilir ve bu bilincini kendisine yüklediği sorumlulukla yaşar. İşte bu sorumluluğun gereği, başka bireylerle işbirliği ve dayanışmadır.
Kendini bilen uygar insanın söz konusu işbirliği ve dayanışma anlayışı sadece çevresindeki hemcinsleriyle sınırlı kalmaz. Çünkü insanın doğal çevresinde, kendi hemcinslerinden başka canlılarda vardır. Bizler tüm bu canlılarla birlikte; toprak, su kaynakları ve atmosferden oluşan doğal bir ortamda bulunuyoruz. İşte söz konusu “işbirliği ve dayanışma anlayışı” çevrenin bu alanlarını da (ya da doğanın bu olmazsa olmaz birimlerini de ) kapsar. Çünkü her bir canlı, çevre dediğimiz bu doğal ortamın doğal bir üyesidir. İnsan bu ortamın en zeki varlığı olduğuna göre (ayrıca onun bir de “eşref-i mahlukat” gibi bir sıfatı bulunduğuna göre) bu konuda en duyarlı titizlik insandan beklenir.
Ama insan (daha doğrusu insan olmaya çalışan beşer) yukarıda belirttiğimiz erdemleri kazanmadıysa, çevresine karşı bu sorumluluğu yerine getiremez. Kutsal metinlerde “eşref-i mahlukat” olarak tanımlansa bile, içinde bulunduğu bencillik ve nefsaniyet, onu bu sıfata layık hareketlerde bulunmasını engeller; doğaya karşı vazifesini yapamadığı gibi, zaman zaman doğaya karşı suç işlemekten de kendini alamaz.
O halde çevreye yönelik işbirliği ve dayanışma anlayışının geliştirilmesi; yine, bireyin içsel gelişimi yönünde biraz yol almış olmasına, bencilliklerinden çıkarcılıklarından kurtulmasına ve en az kendini sevdiği kadar, içinde bulunduğu çevrenin öteki üyelerini de sevmesine bağlıdır. Bundan dolayı çevre eğitiminde başarılı olmak, kişinin “iç çevresi”nin (iç zemininin) tanınmasında ve iç zeminin temizliğinde başarılı olmaya bağlıdır. Önce kendi iç zeminlerimizi temizleyelim, sonra başkalarının kendi iç zeminlerini temizlemelerine yardımcı olalım; sonuç, bu iç temizliği (astral / mantal temizlik) çevreye yansıması olacaktır.
Şimdiki ve Gelecek Kuşakların Temiz ve Sağlıklı Çevrede
Yaşama Hakkına Sahip Olduğu Gerçeğinden Hareketle…
Erdemli ve uygar insan, kendinden önce (ya da en az kendisi kadar) başkalarını düşünen insandır. Ayrıca, şimdiki ve gelecek kuşakların en az bizler kadar (çevreyi kirleten şimdiki bizler kadar) temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına sahiptirler.
Sadece çevre konusunda değil, her konuda en az kendisi kadar başkalarını düşünmek, onlara hak tanımak, hatta öncelik tanımak erdemli bilge insanın (Kur’an ifadesiyle, Takva ehli Müslüman’ın) niteliklerinden biridir. Gerçek anlamda erdemli ve uygar insan kendisi için istemediğini başkası için istemez. Hele bu “başkaları” şimdiki bizlerin çocuklarından oluşacak “geleceğin toplumu” ise, bu konuda çok daha titiz olmanın zorunluluğu, sanki onurlu ve sorumlu insanlara özgü bir borç olarak bizim omuzlarımıza binmektedir.
Sadece şimdiki bizlerin değil, gelecek kuşakların sağlığına ve mutluluğuna da yönelik böyle bir sorumluluğun bireylerde oluşumu, ruhsal gelişimle yakından ilgili bir olgudur. Çünkü ruhsal gelişimden nasibi alamamış; nefsin karanlık çukurlarında çırpınan bencil kimselerden, kendinden başkalarını düşünmesi beklenemez. Nefsini eğitmemiş (astral ve mantal temizliğini yapamamış) bencil birey, içsel gelişimi çocukluk aşamasında kalmış bir zavallıdır; bu zavallı çevresinde bulduğu gelişim olanaklarını sömürürcesine kullanır, kendi aç gözlü nefsini tatmine yönelik uygulamalarla sadece tüketmekle kalmaz, onu / onları kendinden sonrakilerin kullanamayacağı hale getirir bırakır. Gezegenin ve beşeriyetin bugünkü perişan manzarası işte bu zihniyetin eseridir.
Adap, edep özürlü bu zihniyetin temsilcilerinin oylarıyla iktidara gelen yöneticiler mensubu bulundukları dini de saltanat aracı yaparak uyguladıkları basiretsiz ve adaletsiz yönetimler sadece manevi ve insani değerleri değil çevreyi de yozlaştırırlar. Bir örnek verelim: Söz konusu yönetimin elinde bulunan teknoloji atmosfere her yıl 6,5 milyar tonu fosil yakıtlardan, 1,5 milyar tonu da yeşil alanların tahribinden (orman talanından) kaynaklanmak üzere toplamda yaklaşık 8 milyar ton CO2 yüklüyor. Bu toplamın yarısından biraz azı gezegeni ısıtmak üzere atmosfere kalıyor. (KÜRESEL AFETLER, Yaşar N. Öztürk – Baskı 2, Sayfa:152)
Küresel tarım uzmanı olarak çalışan C. Dean FREUNDENBERGER, bundan onbin yıl öncesine göre, birkaç yüzyıldan beri suistimal (kötüye kullanma, talan) sonucu ekili alanların yüzde ellisinin kaybolduğunu, 2000’li yıllarda ise 7 Milyar insana karşılık mevcut arazinin yüzde ellisinin daha kaybolarak toplam yeryüzü alanının ancak yüzde dördünün ekili olarak kalacağı ileri sürülmektedir. Tüm canlılar için yaşamsal önem arz eden atmosferik oksijen bu çölleşen alanlarda artık üretilemeyecektir. (ÇEVRE ve DİN, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları 2/165-188). İçsel gelişimlerden nasibini alamamış, nefsini eğitememiş kendini bilmez beşeri yönetimlerin eseri doğal olarak bu olmaktadır. Bu zavallıların içsel kirlilikleri çevre kirliliği ve doğal dengelerin bozulması şeklinde dışa yansımıştır.
Oysaki nefsini eğitmiş, büyük ölçüde bencilliklerini gidermiş erdemli insan önce çevresinde bulduğu gelişim olanakları için şükreder, kendi ihtiyacından fazlasını başkalarına dağıtır ve elinde kalanları ruhsal gelişim için araç olarak kullanır, onlarla özdeşleşmez, biriktiriciliğe gitmez. Erdemli insan, çevresindeki tüm olanakların ruhsal gelişim için birer araç ( ama usulüne göre kullanılıp, başkalarının da kullanımına bırakılacak birer araç) olarak görür ve bu basiretli görüşün gereği olarak, onlardan yararlanır ve temiz bir şekilde (hatta bulunduğundan belki de daha temiz ve gelişmiş bir şekilde) başkalarına bırakır. Yine erdemli insan bilir ki, belli bir çevrede doğmuş olan ruh varlığının bir görevi de, bulunduğu çevreyi her bakımdan ihya etmektir. Erdemli insanlardan bunun tersi beklenemez, hele çevreyi ve çevredeki gelişim olanaklarımız olan çevrenin elemanlarını tahrip etmek, doğal dengelerin bozulmasına neden olmak asla… Yerkürede küresel ısınma geri döndürülemez bir noktaya geldiğinde (BM bünyesindeki Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin 2001 yılı raporu), sera gazlarının %60’lık bir kısmının fosil yakıt kullanımıyla oranlarının tahribinden kaynaklanan CO2’den oluştuğu artık kesin olarak bilindiğine göre, demek ki dünya beşerinin ve onun yöneticilerinin, en azından bu konuda erdemlilikte / uygarlıkla ilgisi yoktur. Bugünkü genel görünüm (hemen hemen her alandaki yozlaşma) söz konusu kendini bilmez erdemsiz zihniyetin arzularının perişan manzarasıdır.
Görülüyor ki, “…şimdiki ve gelecek kuşakların temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına sahip olmalarının …” gereğinin yapılması, büyük ölçüde bireylerin bazı erdemleri geliştirmiş olmalarına (bu cümleden olmak üzere büyük ölçüde bencillikten kurtulmalarına) bağlıdır ki bu erdemler de kişinin kendini tanıma cehti içinde önce nefsini eğitmesiyle, yani önce kendi iç çevresini tamizlemesiyle, onu yeniden tanzim etmesiyle olasıdır. Çünkü bugün dış çevremizde gördüğümüz kirlilik ve karmaşıklık / kargaşa; bireyin iç çevresinin (iç zemininin) kirliliğinin ( ve içsel dengesizliğinin) dışa yansımasından başka bir şey değildir. O halde, ULUSAL ÇEVRE ANDI’nın ilk cümlesinde andını bulan “gerekliliğin” gerçekleştirilmesi, bireyin kendi iç zemininin (mantalitesinin) iyileştirilmesinden geçmektedir ki, “çevre eğitimi”nin esasını da bu oluşturur sanıyoruz.
Savaş ve Terör, İki Çevre Suçu:
ULUSAL ÇEVRE ANDI’nda ve daha birçok benzer belgede anlamını bulan “işbirliği ve dayanışma anlayışı”nı geliştirebilmiş, böyle bir bilince sahip bulunmayan kimseler; çevrelerinde sadece kirlenmeye, tahribata ve orman talanına neden olmakla kalmazlar, zaman zaman içinde bulundukları çevreyi savaş alanına da dönüştürürler. Savaş ve terör gibi beşeriyetin yüz karası olan olgulara neden olarak çevrelerini daha çok tahrip ederler. Bu nedenle savaş ve terör birer çevre suçudur. (3) Kendini bilmeyen dar şuurlu beşerin ve onun basiretsiz yönetimlerin; hem hemcinslerine, hem de çevrenin öteki elemanlarına (hayvanlar, bitkiler, su, toprak ve atmosfer) karşı işlenen bir suçtur savaş ve terör. Sadece kendi halkına değil dünya toplumunu da uyduruk bahanelerle/ yalanlarla kandırarak başka bir ülkenin topraklarını işgal eden bir yönetim savaş suçlusudur. Böyle saldırgan bir ülkenin gelişmişliği de sahte bir gelişmişliktir. Çünkü “ruhsuz teknoloji” gelişimin işareti değildir.
Savaş ve terör, ULUSAL ÇEVRE ANDI’nda anlamını bulan “işbirliği ve dayanışma anlayışı”ndan yoksun anlayışsız kimselerin ve yönetimlerin eseridir. Bu anlayıştan yoksun birey; kendini bilmez, dar şuurlu ve her an suç işlemeye yatkın bir bencildir. O halde, birer çevre suçu olduğunu yukarıda belirttiğimiz savaş ve teröre neden olan böyle kimseler / yöneticiler söz konusu niteliklerinin gereği olarak bu suçu sadece işlemekle kalmıyor; hem çevreyi, hem de kendilerini berbat ediyorlar (negatif karmik yük ile daha da ağırlaşıyor).
Savaş ve terör çeşitli dış etmenlerle durdurulabilir, hatta bir süre (karşılıklı çıkarlara bağlı olarak) engellenebilir. Ama bu çevre suçlarına neden olan beşer eğitilmedikçe, savaş ve terör her zaman patlak vermeye hazırdır. Burada kişinin kültürel durumu ve mesleki eğitiminden çok; onu içsel eğitimini (nefsaniyetin / bencilliğinin giderilmesini) kastediyoruz ki bu “Kendini Tanımak / Bilmek” ana başlığı altında tüm inisiyatik öğretilerde (kutsal metinlerde de dinsel olarak) anlamını bulan “gerçek eğitim”dir. O halde okullarda çocuğun egosunun eğitilmesine (bencilliğin giderilmesine) yönelik bir eğitim yapılmıyorsa, onlara “gerçek eğitim” verilmiyor, sadece öğretim yapılıyor demektir. Yani kendini bilmeyen meslek sahibi benciller yetiştirmiş oluyoruz.
Beşeri, beşeri zaaflardan kurtarıp, insanlaştıran insani erdemler ancak bu anlamda “gerçek eğitim”le kazanılır. Bu eğitim almış olan insanların çevresi de hiçbir zaman kirlenmez, tahrip olmaz. Çevrenin kirlenmesi bir yana, böyle “gerçek bir eğitimden geçmiş” bir insanın iç temizliği doğal olarak ve kaçınılmaz bir şekilde çevresine yansıyacaktır. Böyle insanlardan oluşan çevrede kirlilikten söz etmek kadar anlamsız ve yersiz bir laf düşünülemez. Bu insanlar kendilerine savaş açılmadıkça (saldırılmadıkça) karşılık vermezler. Bu karşılıkta sadece (Kurtuluş Savaşında olduğu gibi) kendini / vatanını savunma savaşıdır. (Kur’an Bakara 190 ve devamı ayetler).
Cennet nitelikli böyle temiz bir çevreye ve temiz insanlara yeryüzü, herhalde, Yeni İnsanlık Dönemi’nde ev sahipliği yapacak…
-----------------
(1) KÜRESEL AFETLER, Yaşar N. Öztürk – Yeni Boyut Yayınları
(2) 05 Haziran 1994 günü zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından, Dünya Çevre Günü dolayısıyla imzalanan belge. ULUSAL ÇEVRE ANDI metni internet ortamında bulunabileceği gibi, ÇEVRE ve İNSAN DERGİSİ’nin 1994 Eylül sayısında da (sayfa 15) görülebilir.
(3) Orta Asya ve Balkan Cumhuriyetleri Çevre Bakanları Konferansına katılan ülkeler, “Terör ve Savaş bir çevre suçudur.” Şeklinde görüş birliğine vardırlar. ÇEVRE ve İNSAN DERGİSİ Eylül’ 94