Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

2 Ekim 2015 Cuma

YENİ RUHÇULUĞUN BİLİMSEL VE ETİK SONUÇLARI

YENİ RUHÇULUĞUN
BİLİMSEL VE ETİK SONUÇLARI (*)
Başlıkta anlamını bulan sonuçların pek çoğu bizden öncekiler tarafından söylenen sözlerle ortaya konmuştur. Bu yüzden bizim icâdettiğimiz şeyler değildir. Bizim bu kitabımızda (**) yaptığımız iş, onlara birkaç fikir eklemek ve bazı kısımlarda yeni bir deneysel ruhçuluk görüşüne göre ufak tefek bazı değişiklik ve iyileştirmeler yapmak olmuştur.

Kitabımızdan çıkan bu sonuçlar ilim ve ahlâkın ne başlangıcı ne de sonudur. Her zaman ve her devirde olduğumuz gibi biz sürekli olarak yarı yoldayız ve bulunduğumuz nokta, yüksek hedefleri göremeyecek ve hattâ sezemeyecek kadar onlardan uzakta bulunmaktadır. Dundan dolayı bu yoldaki araştırmacılar arasında bizden daha ileri gidecek olanlar hep bulunacaktır. Bunun zorunlu nedenlerini de kitabımız, okurlarına arz etmiştir. Demek, “Yeni Ruhçuluk” diye adlandırdığımız bu yol, ne bir dindir, ne herhangi bir doğmadır, ne mutlak realitelerden, hakikatlerden söz ettiği iddia eden bir yoldur ve ne de bir takım ödül ya da ceza vaatleriyle ruhları şu ya da bu tarafa gitmeye zorlayan bir mezheptir. Burada söz konusu olan şeyler bir realitenin ifadesidir. Bu realite de, tüm realitelere bırakmaya mahkûm olmak kaderinden kendini hiç kuşkusuz kurtarmış değildir.

Bu kitabımızda anlatılanlar olabildiğince deneysel yollardaki gözlemlere dayanmaktadır. Yalnız, kitabın hacmi ve ele alınan konuların genişliği bu gözlemlerin ve özellikle onlarla ilgili deneysel araştırmaların uzun uzadıya incelenerek irdelenmesine olanak bırakmamıştır. Çünkü bu araştırmalar, her biri bir ötekisinden daha geniş ve ayrı ayrı konularla ilgilidir. O konular üzerinde gerçekten büyük bir yetkinlikle cehit sarf etmiş ve değerli sonuçlara varmış hatırı sayılır âlimler vardır. Onların çalışmalarıyla ilgili bir çok eserden birkaç tânesini “yararlanılan eserler” sayfalarımızda okuyucularıma sunuyorum.

Yeni yapılacak işleri bir yana bırakarak, esasen yapılmış işler üzerinde tekrar tekrar durmakla bir yerlere varılmaz ve büyük yararlar elde edilmez. Ortada olduğu anlaşılmış bir olayın açıklanması etkinliği üzerinde durulmak gerekirken, bu işi bırakarak; o olayın gerçek olup olmadığı düşüncesinden kafasını bir türlü kurtaramamak, kuşkuculuğu kendine meslek edinmiş kimselerin kaprislerini hiçbir zaman doyuramayacak olmalarından doğmuş acıklı bir durumdur. Bu realitenin temsilcileri, amaç edindikleri kuşkularından kurtulamayacaktır. Aslında, insan ruhunun çeşitli modaliteler gösteren tezahürleri arasında bununda bulunması doğal ve zorunlu bir durumdur. Bundan dolayı, listelediğim söz konusu eserler, üzerinde dura dura ve dikkatli bir şekilde okunduktan sonra da, okuyucularım arasında bunları da yetersiz bulan olursa, onlar için bir süre daha kuşkuları içinde ya da önceden inandıkları doğmalarınla kalmaları herhalde en yararlı tutum olacaktır. Çünkü şimdilik kendileri için gelişim yolu budur.

Yukarıdaki açıklamalardan sonra, kitabımızın ya da yeni ruhçuluğun vardığı sonuçlardan bir kısmını şöylece özetleyebiliriz:
1)      Tüm yaratılmışların, görünen / görünmeyen ne varsa, hepsini yaratan ALLAH’ tır. Yaradan, her dilde başka bir adla anılmış ve herkesin göreceli anlayışına göre bir kimlik almıştır.
2)      ALLAH’ ın vücut verdiği yaratıklar bizim idrak alanımıza girmeyecek kadar sonsuzluk içinde yayılıp gider. Bu nedenle yaratılmış olanlar bizim için ezeli ve ebedidir.
3)      ALLAH’ a hiçbir kimlik izâfe edilemez. Çünkü o mutlaktır, yaratılmışlar ise göreceli ve birbirine göredir. Mutlak sözcüğünden anlayabildiğimiz; hiçbir şeyle, hiçbir şekilde göreceli olmayandır. Bundan dolayı tüm tasavvur ve algıları göreceli olan insanların ALLAH hakkında herhangi bir idrake sahip bulunmaları olası değildir. Bu bakından, düşünülünce, O’na izafe edilecek ( uygun görülecek) bir sıfat, ne kadar yüksek bir düzenlemeyle ele alınırsa alınsın, ne kadar ideal olursa olsun, O’nu ifâde edemez. Bu hareket ancak, ona henüz çok uzakta bulunanların geri düzenlemelerdeki yöntemlerinin bir eseri olabilir ki, varlıklar “yükseldikçe” bu düzenlemeler de yükselecek ve varlıkların mutlak hakkındaki duyguları ve kabulleri o oranda kapsamlı gelişmeler gösterecektir.

Durum böyle olunca, ALLAH hakkında Yeni Ruhçuluk anlayışıyla ALLAH hakkında; büyüklük, küçüklük, iyilik, kötülük, bilicilik, bilmeyicilik gibi, sürekli zıtlarıyla oranlanan eksik sıfatlardan hiçbirinin söz konusu olmayacağına emin bulunuyoruz. Bizim O’nu takdir etmekteki bu aczimiz O’nun mutlak değerini ne büyültür ne de küçültür; bundan da bize ne bir ödül ne de bir cezalandırma gelir. En yoğunundan başlayarak, tüm maddesel nitelikleri O’ndan sırasıyla soyutlayabilmemiz, bizim gelişmiş düzeyimize uygun kazançların sonuçlandırdığı bir sorumluluk olur. 
4)      Yaratma, bizlerin düşünme ve duyarlılık yeteneğimizin dışında kalır. “Yoktan var olma” sözü bizim ebedîyen anlayacağımız anlamları içerir. Biz yokluğu hiçbir zaman idrak edemeyiz ki, ondan var olma durumunu düşünüp duyabilelim. Bundan dolayı, “ALLAH evreni yoktan var etmiştir.” derken, ne kadar düşünmeden ve duymadan konuştuğumuzu kabullenmemiz gerekir.
5)      Şu halde, “ALLAH; yaratılmışların nasıl ve ne zamandan beri yaratmış bulunuyor?” gibi sorularının yeri yoktur. Bu soruların yersiz oluşunun başlıca üç bakımdan kendini gösterir: Birincisi, bizim düşüncemizin en yüksek tertipteki yaratıcılık özelliği görecelidir. Oysa Mutlak, görecelik kabul etmez. Bu sözümüzün yanlış anlaşılmamasını dileriz: Burada biz, “ALLAH yaratmadı” demek istemiyoruz. Yaratmak ve yaratmamak özellikleri bize göre varsayılan (gerçek olmayan bir yaratılış konusunda da görecelidir; bundan dolayı da ALLAH’ a dayandırılmaz diyoruz.) Daha doğrusu, insanoğlu yaradılışın anlamını anlayamaz ve hiçbir şekilde de ifâdeye koyamaz diyoruz. İkincisi, yaratmak, yoktan var etmek olduğuna göre, içeriğini anlamaktan âciz bulunduğumuz bir konunun nasıl ve ne zaman ortaya çıkmış olduğunu sorup öğrenmeye zorunlu olarak  bir olanak düşünülemez. Üçüncüsü, Mutlak’a hiçbir şey ilişkilendirilemeyeceği gibi, zaman ve amel de ilişkilendirilemez. Bunların hiçbirisi ile O’nun bağlantılandırılması söz konusu olamaz. Bu düşünceyi atlamak kişiyi, üç buutlu âlemimizin gereklerinden olan zamanla ve iş görünümü şekilleriyle Mutlak’ın sınırlanması, kayıtlanması ve bağlanması gibi büyük kusurlu bir yola sokar. Oysa bu, zaman ve iş görünümü kavramları bize ebediyet kadar uzun ve büyük görünen üç buutlu âlemimizin daha birkaç adımlık ilerideki yollarından bile kendilerine vermiş olduğumuz tüm değerlerini yitirmeye başlar. Unutmayalım ki, bu alemimiz, ebedî evrenler içinde ebedî olan küçük bir evrenin, bir madde evreninin değerlendirmede âciz olduğumuz derecede küçük ve önemsiz bir köşesidir.
6)      Demek, ‘ALLAH; bizlerce sözü bile edilemeyecek şekilde ruhları yaratmıştır, onlara vücut vermiştir…’, gibi çok noksan ve kusurlu bir ifâdeden başka bir söz söyleyebilecek durumda değiliz.
7)      Ruh, tesirlilik kudreti olan şuurlu bir varlık olmakla beraber, onda gizli tüm nitelikler bizim bildiklerimiz ve anlayabildiklerimizle sınırlı değildir. Ruhun melekeleri, madde evrenindeki maddesel bağları oranında kararmış ve gözden kaybolmuş durumdadır.
8)      Ruhlar madde evreninde tekâmül ettikçe, yani; görgü ve deneyimleriyle maddeler üzerindeki tesirlilik kudretlerini kullanabilme olanaklarını genişlettikçe, bünyelerinde potansiyel olarak bulunan “yüksek” melekeleri yavaş yavaş gelişme zemini bulur. Bu olguya paralel olarak da madde esâretinden kurtulur. Örneğin, bir bitkinin ruhunda “ruhsal” diyebileceğimiz pek az şey gelişebilir. Bu da daha çok; edilgen (pasif) bir yaşam tezâhüründen ibârettir. Onda irâde ve imajinasyon melekleri görülmez ama onun ruhunda, öteki tüm melekeleri gibi, irâde ve imajinasyon melekesi de gizli bir potansiyel olarak bulunmaktadır. Nasıl ki, birlik aşamasında sonraki gelişim aşamalarında (hayvanlık aşamasında) irâdenin ve (beşeri aşamada da) imajinasyonun ortaya çıkışını görüyoruz. Bunlar birbirinin yerini tutan, birbirine evrilen melekeler değildir, birbirine eklenen ve ruhun maddeler arasında ortaya çıkan melekeleridir. Tüm bu melekeler, ruhun maddeler üzerindeki tesirlilik kudretini kapsamlaştırabildiği, yani görgü ve deneyim birikimiyle daha “yüksek” maddesel etkinlik olanaklarını elde ettiği oranda gelişmektedirler.
Bununla birlikte, ruhun olgunlaşması beşeri aşamada son bulmadığından; onun daha yüksek durumlarla geçişinin zorunlu bir sonucu olan, aynı zamanda da gittikçe “yüksek” hallere geçişini zorunlu kılan bilmediğimiz “yüksek” tertipte nice melekeleri daha, madde evreninden görünür hale gelecektir ki, onlar bugün insan hâlinde tanıdığımız varlığı yarın, birçoğumuzun ancak “ilâhi” olarak kabul ettikleri “yüksek” kudretler içinde bize tanıtacaktır.
9)      Ruhların tekâmülü zorunludur. Çünkü onların maddelerle bağımlılıklarının amacı, kendilerinde potansiyel olarak bulunan, maddelerle ilgili tüm melekelerin yavaş yavaş (tedricen) ilerleyerek ve gelişerek tesirlilik kudretlerini madde evreninde de serbestçe gösterecek bir duruma getirmektir.
10) Tekâmül, ruhların; ancak, madde evreniyle olan ilişki ve etkileşimleri bakımından söz konusudur. Daha doğrusu tekâmül, İlâhî İrâde Yasaları gereğince ebedî olması gereken ruhlar ve madde ilişkilerinin, gene bu yasalara her noktasında uygun bir durumda gelişmiş olmasıdır. Bundan dolayı biz, madde evreniyle olan ilişkileri dışındaki nasıl ruhun hiçbir varlığı ve hiçbir etkinliğini idrak edemiyorsak, öylece onun madde evreni dışındaki tekâmülü de bizce söz konusu olamaz. Şu halde ruhların tekâmülü demek, onların maddelerle olan ilişkilerinin tekâmülü demektir. Bunun da anlamı şudur: Ruh, madde evrenine bilgisi ile girer; ancak bu bilgisine ve kendisinde potansiyel olarak bulunan tüm melekelere rağmen, evren üzerindeki egemenliğini, yani tesirliliğini tam bir olgunlukla gösterecek durumda değildir. Çünkü o, bu etkinliği göstermek için gerekli olan görgü ve deneyimden yoksundur. İşte o, bu görgü ve deneyimini arttırmak ve madde evreniyle ilgili tüm melekelerini kullanmak konusunda ruhsat sâhibi olmak için bu evrenin her türlü madde alemlerine bağlı olarak bir süre tutsaklık (esâret) hayatı geçirir ve bu sırada maddesel oluş durumlarını belirleyen yüksek doğa yasalarının tüm gerekleri içinde bir süre yaşar, yoğrulur. Bu ruhun seve seve kabul ettiği tekâmül yoludur.
11) Demek ki, ruhlar görgü ve deneyimlerini arttırmak için madde evrenine zorunlu olarak bağlanır. Bu durumu zorunlu kılan İlahi İrade Yasaları; daha doğrusu, bu yasaların gereklerine “susamış” ruhun kendi oluş hâlidir. Görülüyor ki, ruhların maddelere bağlanması bir neden (illet) değil, sonuçtur ve bu sonuç ruhları olgunlaşma hedefine ulaştırıcı bir araçtır. İşte Yeni Ruhçuluk düşüncesi, kasik deneysel ruhçuluk (spiritizm) izleyicilerinin (mensuplarının) bir çoğundan, bir çok skolastik ruhçu felsefe düşüncesi sahiplerinden ve özellikle de kadîm Hindistan’dan Budizm’den kaynaklanan birçok dinsel ve felsefi yaklaşımlardan bu şekilde ayrılır. Çünkü bu yaklaşımdan ruhun tekâmülünü maddesel bağlarda koparmakta arar. Ayrıca, bunlara göre maddesel bağlar; bir gelişim aracı değil, geriliğin / gelişmemişliğin bir nedeni sayılır. Bundan dolayı da asıl amaç ve ruha götürecek biricik yol, bu bağlardan onu kurtarmaktır. Ruhun ebedi mutluluğa ve huzura kavuşması sadece bu bağların koparılmış olmasıyla olanaklı görülür. Böyle bir görüş ve düşünüş şekli bir sonuç halinde doğru olmakla beraber, amaç bakımından insanı çok tehlikeli ve zararlı yollara götürebilecek kadar kusurludur.
12) Maddesel bağlantıları neden ve bu nedenden kurtulmayı da amaç kabul eden bir düşünce şekli; ruhları, doğal olarak pasif ( edilgen) bir hayata sürükler ve doğal olarak bu durum onların deneyim ve görgü etkinliklerden uzaklaşmasını zorunlu kılar. Bunun sonucu olarak, tekâmülün asıl amacı, yâni ruhun maddeler üzerindeki tesirliliğinin gelişimi ve artması ile evrende İlâhî İrâde Yasaları’nın uygulanması ile ilgili etkinliği kazanması olanağı daralır. Nasıl ki bu düşünceler; bugün Hindistan’da ve kökenini bilerek / bilmeyerek oradan almış bazı mistik çevreler de bir takım anlamsız ve zararlı nefs kırma çalışmaları (riyâzetler) hiçbir etkinlik amacına yönelik olmaksızın zorâki bir şekilde nefse uygulanan sıkı mahrumiyet pratikleriyle, maddeden uzaklaşmayı hedefleyerek uğraşan, ondan nefret hisleri duymaya çalışan ve dolayısıyla da toplumsal yaşamda; tembel, işsiz, atıl ve edilgen hatta asalak / parazit bir durumda kalan birçok bireyler hazırlamış, daha doğrusu onları uyuşturarak, kendileri için gerekli ve zorunlu olan etkin yaşamdan uzaklaştırmıştır.
Dar anlamdaki fatalizmaya (1) inanan tüm düşünceler hakkında da aynı şeyler söylenebilir. Gerek maddeden uzaklaşmayı hedefleyen mistik düşünceler, gerekse varlıkların sorumlu oldukları tüm etkinlikleri ALLAH’tan bekleyen ve kendi şahsiyetine, etkin değerlerine ve giderek vazifelerini yadsıyan dar fatalist yaklaşımlar bireylerde oluşturmuş oldukları uyuşuk hallerinden başka, bu yaklaşımları besleyenlere karşı ayaklanan ve her şeyi yadsımakta arayan Âdemci materyalizme cesaret vererek de ayrıca tekâmül yollarında ruhların ilerlemelerini güçlendirici tepkilere neden olmuştur. Oysa, Yeni Ruhçuluk anlayışına göre; ne madde düşmanlığı besleyene ne de fatalist olmaya gerek vardır. Ruhların hedefi başka yerdedir ve o yere giden yollar çok geniş ve sonsuzdur.   
13)  Ruhun madde evreni ile ilişkilerindeki (“bağılılıklarındaki” değil) durumun gelişiminde aradığımız tekâmülün hedefini haklı olarak düşünür ve araştırırız. Yaratılmışların göreceli oluşu, onların yönetilmesi sonucunu beraberinde getirir. Yönetim, belli bir düzen içinde olur. Düzen de, bir takım yasalarla kontrol altına alınmıştır. Yasasız düzen ve düzensiz yönetim olmaz.
Tezâhürat ortamının düzeni, İlâhi İrâde Yasalarıyla sağlanır. Bu yasalarla belirtilen düzen görecelidir. Bu durum onların birbirine göre olan şuurlu tesir ediciler tarafından uygulama alanlarına çıkarılmalarını gerektirir. Çünkü mutlak olan Yaradan’la hiçbir varlığın karşılaştırılamayacağı kesindir. O halde biz şimdiye değin çok kez düşünüldüğü gibi, ALLAH’ı göreceli ve sürekli değişerek yinelenen olaylar içinde bir işçi gibi çalışan etkin bir öge ya da etmen olarak Mutlak ile uzlaştırılması mümkün olmayan bir durumda kabul edemiyoruz. Herhangi bir zorunlulukla böyle düşündüğümüz anlarda; kuşkunuz olmasın ki, sakınılması mümkün olmayan beşeri bir zaafa kapılmışızdır.
Durum böyle olunca, evren İlâhî İrâde Yasaları kapsamında olmak üzere, ruhlar tarafından yönetilir ve yönlendirilir. Ruhlarında bu işi başarabilecek duruma girmeye gayret göstermeleri bu durumun doğurduğu zorunluluklardan biri olur. Demek oluyor ki ruhlar, olgunluk dereceleri oranında evreni yönetip yönlendirmenin sonu olmadığı gibi, ruhların tekâmüllerinin de sonu yoktur.  
14)  Bu sonsuzluk, Yeni Ruhçuluk anlayışına göre bir takım mistik ve dogmatik kesimlerin inandığı gibi, bizi; ruhların bir gün ALLAH olacakları ya da herhangi bir şekilde ALLAH ile iletişim kurabilecekleri düşüncesine hiçbir zaman götürmez. Çünkü bunun çok açık nedenleri vardır:

Birincisi; ALLAH mutlaktır. O hiçbir şeye göre ilişkilendirilemez. Ruhlar ise görecelidir ve ilişki ve etkileşimlerin gereklerinden kendilerini hiçbir zaman kurtaramazlar. Günün birinde ruhların görecelikten kurtulup Mutlak ile bir araya geleceklerini, O’na ulaşacaklarını bir an kabul etsek, onun önceki göreceliğini ve oluş durumlarını yadsımış olmamız gerekir ki, bu hareket bizi mantıksızlığın ve düşüncesizliğin en son sınırına götürmüş olur. 

İkincisi; Mutlak hakkında ezeliyet ve ebediyet gibi zaman kavramları söz konusu olamaz. Oysa ruhlar oluşları bakımından, kendilerini bu kavramlardan kurtaramazlar.

Üçüncüsü; ALLAH, kemâlinde (olgunluk) mutlaktır. Mutlak kemal hakkında dereceleme söz konusu olamaz. Oysa ruhlar tekâmül (olgunlaşma) yolundadır. Bundan dolayı ruhların olgunlaşmaları sınırsız derecelerle birbirinden ayrılmaktadır. Böylece gelişim durumunda olan varlıkların mutlak olgunluk durumuna ulaşmaları, bu bakımdan söz konusu olamaz.

Dördüncüsü; Mutlak olan ile birleşmek, O’na yaklaşmak/ uzaklaşmak vb. gibi kavramlar görecelidir ve hakikat değildir.

Beşincisi; Hilkat (yaratma) Yaradan’la ilgili mutlak realitedir. Yaratmayı (“yoktan var etme” anlamında) hiçbir şekilde ve hiçbir zaman bizim göreceli anlayışımıza göre Yaradan’dan ayrılmak söz konusu olamaz. Bunu yaptığımız anda; Mutlak olanı ve dolayısıyla “yoktan var etmeyi”( halk etmeyi) yadsımış oluruz.

Göreceli yaradılışı Mutlak Yaratıcılık ile bir tutamayız. Şimdi, şu ilkel sezişimizle, birbirinin zorunluluğu olarak kabul etmek zorunda kaldığımız bu durumlardan birini ortadan kaldırmakla ötekisini yadsımış duruma düştüğümüzü görürüz. Bir an için, bunların aynı şey olduklarını kabul etmek, onlardan birisinin o anda yokluğunu düşünmek olur. Şu halde, Yaradan ile yaratılmışı birleştirmek; ya Yaradan’ı ya da yaratılmışı yadsımak demektir ki, her iki durumda da ALLAH yadsınmış olur.

Altıncısı; Yaradan determinizm ile sınırlı (kayıtlı) değildir. Oysa ruhların mukadderatı determinizme bağlıdır, determinizmle belirlenir.
Yedincisi; Söz olarak Yaradan ile kavuşmayı kabul ettiğimiz anda açıklanması ve bağdaştırılması mümkün olmayan bir yığın çelişkiler ve anlamsızlıklar içinde kalırız. Örneğin, a) Yaratma (halketme) fikri ortadan kalkar, b) ruhların şahsiyetleri yok olur, c) İlliyet İlkesi esassız ve boş bir kuruntudan ibaret kalır, d) Tüm yaratılmışlar ve gözle görülür şeyler alemi uydurma bir kavram haline gelir, e) Tezâhürat âleminin hikmeti / felsefesi kalmaz, f) Nihâyet, tekâmül fikri boş bir efsane durumuna düşer.

Oysa bu saydıklarımız öyle gerçek olgulardır ki, bunları yadsımakla tüm varlığımızı, evreni ve dolayısıyla bunları halk eden Yaradan’ı yadsımış oluruz. Çünkü, yukarıda da belirttiğimiz gibi; Yaradan’ı yaratılıştan, yaratılışı da Yaradan’dan ayıramayız.

Bir ruh, “yükseldiği” oranda, kendi varlığındaki ilâhi titreşimleri, ne olduklarını ve içeriklerini anlayamaksızın duyumsayabilir. Bu durum o kadar belirginleşir ki o, bu titreşimlerin yüksek sarsıntıları içinde kendini tamamıyla yitirir. Ruhların kendi içlerinden kaynaklanan bu ilâhî titreşimlere dayanabilmesi ancak olgunluk derecesinin yüksekliği oranında olasıdır. Zâten onlarda bu titreşimler olgunluk derecelerine göre oluşur / ortaya çıkar. Ruhların olgunluğu da sonsuz ve sınırsız olacağından, duyacakları bu ilâhi titreşimlerin kendi varlıklarındaki gelişimi de sonsuz ve sınırsız bir gelişim çizgisi sergileyecektir. İlâhî titreşimlerin yüksekliği ruhta arttıkça, ruh; bugün aklımızın her alan dışındaki sonsuz olanaklar ve oluş halleri içinde, sonu gelmeyen mutlulukları ve tesirlilik kabiliyetlerini kamçılayıcı ilham ve zorlamaların etkilerini duyacak ve gittikçe hızını arttıran ama asla son bulmayan bir “yükseliş” ile yaratılmışlar içindeki olgunluğunu ve etkin varlığını idrak edecektir.

İlâhî titreşimler bizim “içimizde” doğan ve “yükselmemize” paralel olarak artan birçok çeşitli izlenimler ve duygular oluşturur. Bu izlenimler ve duygular olgunluğumuzu vasıflandıran sübjektif bir hâlettir. Bundan dolayı, her ruhta bu ilâhî titreşimlerin ortaya çıkmış ya da henüz çıkmamış şekilleri vardır. Ruhlarında, bu yoldaki gelişime henüz ulaşmayan kimseler Tanrı fikrinden hiçbir anlam çıkaramazlar. Bu gelişimde pek az yol kat etmiş olanlar ise O’nu ancak çok belli belirsiz bir takım karışık duygular içinde duyumsarlar ve bu duygularda çoğunlukla baskın olan etmen korkudur.

Bununla birlikte ruhlar tekâmül ettikçe, bu duygu kompleksine yeni yeni hisler (özellikle de sevgi hissi) karışır. Bir an gelir ki, sevgi duygusu, söz konusu kompleksin başat ögesi olur ve sonunda duygu kompleksi tamamen yerini gittikçe saflaşan ve berrak bir hal alan sevgiye bırakır. Bu duygunun, dünyamızda varılabilecek en son mertebesi (pek az kimsenin dayanabileceği) kavuşma (vuslat) hâlinde kendisini gösterir ki, maddesel varlığımızın, bu durum, en son dayanma noktasını oluşturur ve beşeri beden, kim olursa olsun, bundan ilerisindeki duygulanmalara dayanamaz.

Bununla birlikte, hiç kuşku yok ki, ruhun tekâmülü ebedî oldukça , bu titreşimlerin ruhtaki gelişmeleri de ebedîyen sürüp gidecektir. Sevginin bizim dünyamızda varılabilecek en son haddi (sınırı) olan derecelerine yaklaşmış olanlar, eğer görgü ve deneyimlerinde yaklaşmakta oldukları derecelere henüz noksanlık içinde bulunuyorlarsa; bu durum gerçek anlamıyla bir kavuşma (vuslat) olarak kabul edilip, Tanrı ile birleşmiş olduklarını, samimi olarak zannedebilirler. Hatta bu durum kendilerini Tanrı sanmalarına bile neden olabilir (2).

Şu halde, maddesel olanaklarımızın gereklerinden dolayı en hafif şekillerinde bile kendimizi bize kaybettirecek kadar şiddetli duygular oluşturan ilâhî titreşimlerin içeriklerini şimdiden tasavvur bile etmemize olanak yoktur. Çünkü bunlar düşünce ve duygu sınırlarımızı aşar. Bununla birlikte, her alanda haddimizi aşan zorluklar sonsuzluk içinde böylece sürüp gidecektir. Şöyle ki, sürüp giden yükselmemizin herhangi bir aşamasında, başımızı arkaya çevirip bakınca, ilk zamanlar içimizdeki varlıklarına dayanamayacağımız yüksek titreşimlerin yeni duygularımızın yanında ne kadar sönük ve yetersiz kaldıklarını anlayabileceğiz. İşte sürekli olarak olgunlaşmamızla baş başa giden bu sezişlerin ve anlayışların sonsuzluk içinde birbirini izlemeleri belki de ruhumuzun en gerçek mutluluğunu oluşturacaktır.

İşte Yeni Ruhçuluk görüşü ile “ALLAH’a yaklaşmayı” biz ancak bu anlamda kabul edebiliriz. Bize göre bu öyle bir “yaklaşma” dır ki, aslâ sonu gelmeyen bir sevginin, kudretin, etkinliğin ve kimbilir daha nelerin kaynağı olarak ebedî bir ideal olacaktır.
16) Ruhun tekâmülü, madde evreniyle olan ilişkilerin gelişimiyle ilgili olunca, bu ilişkilerin ebediyet içinde kesilmemesi gerekecektir. Çünkü bu ilişkilerde tamamlanmış olmak, İlâhî İrâde Yasaları’nı kusursuzca uygulamaya gücü kuvveti yetecek duruma girmek demektir. Bundan da maksat, ruhların; ilâhî düzeni doğada kendi olanakları oranında yürütebilecek birer birim olarak vazifeler almaları ve onları benimsemiş olmalarıdır.
17) Ruhların madde evreni “içindeki” tekâmülleri bir takım süreçler içinde olur. Bu süreçler de, onların içinde yuvarlandıkları maddeler üzerindeki tesirlilik becerilerini ilâhi düzene uygun olarak uygulama alanına çıkarabilmek için doğa yasalarının tüm gereklerinde fiilen yaşamış olmaları esasına dayanır. Bunun için ruhlar, maddenin en ilkel durumlarından en gelişmiş durumlarına dek düzenlenmiş tüm âlemlerde kendi gelişim gereksinimlerine göre bir süre yaşarlar. Bu şekilde onlar, her maddesel durumda, her maddesel aşamada ve her maddesel gereklilikte yoğrularak “yuvarlanarak” görgü ve deneyimlerini artırmak olanağını bulurlar.
18) Üç buutlu âlemimizin sonsuz madde evrenimizin oldukça geri bir aşamasıdır (3). Bununla beraber, bu ilkel aşama bile bize bir ebediyet kadar uzun görünen zaman içindeki sonsuz maddesel oluş olanaklarını içerir. Bu âlemde birçok uzaysal obje vardır. Bu uzaysal objelerin her biri henüz o uzaysal objelere görgü ve deneyimlerini tamamlamamış bir ruh varlığı için bir dev kadar büyüktür. O ruh ( hele oradaki ilk deneyim aşamalarındayken) enkarne varlık akıllı bir şuurla içinde bulunduğu ortamı bile idrak edecek durumda bulunamaz. Şuur, irâde ve imajınasyon gibi ruhun melekelerini o dünyadaki ya da ona benzer başka dünyalardaki deneyim ve görgünün artması oranında gelişir. İşte ruhlar, tüm tezâhürat ortamında İlâhî İrâde Yasalarının gereklerine uygun şekiller ve durumlar vermek kudretini kazanacak melekelerinin geliştirecekleri ana değin uzaysal objelerdeki deneyim ve görgülerinin artmasına çalışırlar.

19) Bu durum ruhların bir uzaysal objede ya da uzaysal objelerden oluşmuş sistemlerde, tekrar tekrar yaşayıp, yavaş yavaş ilerleyen (Tedric Yasası) bir eğitimden geçmeleri gereğini ve zorunluluğunu doğurur.    
20) Üç buutlu âlemin uzaysal objeleri aynı doğal koşullara sahip değildir; bunlar birbirinden çok farklı ve belirgin değişikliklerle birbirinden ayrılır. Birbirine benzeyen uzaysal objeleri bir grupta ele almak olasıdır. Örneğin; Dünya, Ay, Mars vb. böyle doğa koşulları birbirine benzer bir grubu oluşturabilir. Oysa; Güneş, Merkür, Pluto vb. gibi başka gök cisimlerindeki doğal koşulların dünyamız grubundakilerden fazla uzaklaşmış olması, onların ayrı ayrı ve ortak özelliklere sâhip başka gruplar halinde ruh varlıklarına enkarnasyon ve yerleşim alanı olmasını gerektirir. Böylece, bizim; kaç tane olduklarını tahmin bile edemeyeceğimiz uzaysal obje gruplaşmaları / sistemleri üç buutlu âlemimizi doldurur.
21) Her grupta tekâmül eden ruhlar, o gruptaki uzaysal objelerin gereklerine uygun aynı hedefe yönelik başka bir tekâmül yolu izlerler. Bir ruhun üç buutlu âlemde tekâmül edebilmesi için tüm bu uzaysal obje gruplarındaki tekâmül yollarından geçmesi de şart değildir. Her hangi bir uzaysal objeler grubu yolu ile ruhlar kendilerinde bulunan üç buutlu âlemle ilgili tesirlilik kudretlerini tamamlatmak için gerekli melekelerini geliştirmek olanağını bulurlar. Her yolun kendine özgü maddesel oluş hâli vardır: Örneğin, dünyamızın da içinde bulunduğu gruptaki gelişim aşamaları; bitkiden hayvana, hayvandan da insana doğru olduğu gibi, Güneş’in ya da Merkür’ün ya da herhangi başka bir uzaysal objenin dahil olduğu gruplardaki yaşam şekilleri de bilmediğimiz ve bambaşka şekillerde ve o uzaysal objelerin doğal koşullarına uygun olarak sürüp gider.
22) Şu halde, evrende her yer yaşanabilir/oturabilir durumdadır(meskûndur) ve her yerde o yerin gereklerine oluş koşullarına ve doğa yasalarına uygun şekilde gelişen enkarne ruh varlıkları vardır. Maddesel evrende, maddesel zerreden arınmış boş bir yer yoktur. Dahası ruhların tesirliliği dışında kalmış tek bir zerre de yoktur.
23) Tüm gruplaşmış olan bu sayısız tekâmül aşamalarını, çok çeşitli alemlerde tamamladıktan sonra, üç buutlu âlemde, ruhlar işlerini bitirmiş ve oralardaki maddesel olaylara egemen bir duruma girmiş olurlar. Bu andan başlayarak ayrı ayrı yollardan gelen ruhlar, simgesel bir söylem ile “dört buutlu” dediğimiz daha yüksek ve esaslı değişimler geçirmiş maddesel düzenlemelere sahip bir âleme girerler. Onlar bu âlemde gene sonsuz olan ayrı ayrı tekâmül olanakları içinde irâdeleriyle ve tekâmül gereksinimlerine göre belki tekrar ayrılacak yollarına devam etmek üzere birleşirler. Böylece arası kesilmeden sürüp giden ve her biri ebedi gibi görünen madde âlemlerinin sayıları sonsuzdur ve evrenimiz bunlardan oluşmuştur.
24) Dünya adını verdiğimiz bu uzaysal objenin de içinde bulunduğu gelişim okulu olan öteki uzaysal objeler oldukça geri bir gelişim aşamasını oluşturur. O kadar ki, burası hemen hemen; hayvanlığın insanlığa yeni ayak basmış olduğu yerlerden biridir. Bu bakımdan, burada; hayvanlıktan ayrılıp, başka bir uzaysal objede kısa bir gelişim devresi geçirdikten sonra, insanlığa ayak basmış (beşeri) varlıklar vardır.
25) Görülüyor ki, dünyamızda henüz hayvânî duygu ve arzularının kuvvetli izlenimlerini taşıyan varlıkların sayısı pek çoktur. Bu gruptaki uzaysal objeler “yükseldikçe” onlarda egemen olan böyle geri durumlardaki haller ortadan kalkacak ve sonunda üç buuttaki ideal gelişim düzeylerine ulaşmış varlıklara mesken olan uzaysal objeler, üç buutlu âlemin en yüksek gelişim ortamları (okulları) arasında bulunacaktır.

26) Bundan dolayı tekâmül derece derecedir (gradual) ve bir alt dereceden daha yukarı (bir üste) çıkmak için ruhun varlığının belli bir uzaysal objede (örneğin dünyamızda tekrar tekrar maddesel koşullar içine girip çıkması ve yaşaması zorunluluğu vardır. Çünkü bir tek gelişim ortamında bile elemanları / öğeleri arasında birçok maddesel durumlar ve bu durumların gereklerinden doğan ve toplumsal yaşam koşulları vardır. İşte bu koşullar içinde; ruh varlıklarının “aşağıdan yukarıya” doğru, yani gelişir / olgunlaşır bir şekilde yükselerek yaşaması zorunludur.
27) Şu halde, ruh varlıklarının bir dünyada tekrar tekrar doğarak, onun maddeleri içine “girip çıkması” gereği vardır ki, buna biz yanlış olarak “bedenlenme, bedenden ayrılma” (enkernasyon, dezenkarnasyon); yani “ete girme, etten çıkma” tekrar “ete girme” vb. halleri diyoruz. Bu yanlıştır çünkü ruh varlıklarının uzaysal objelerde kullanmak zorunda kaldıkları maddelerin et türünden olması yalnız insanlara ve hayvanlara özgü bir vetiredir. Bitkilerde et yoktur, benzer şekilde başka uzaysal objelerdeki varlıkların bedenleri o ortamların maddelerine uygun olduğuna göre, bunlarında bedenlerinin et türünden olmaması gerekir. Örneğin, güneşteki varlıklarda olduğu gibi…Bununla beraber şimdiye değin kullanılıp gelmiş olan “bedenlenme” (ete girme) sözcüğünü değiştirmek istemedik ve yanlış olan anlamını sürekli olarak göz önünde tutmak koşulu ile değiştirme de gerek görmedik.
28) Tekrardoğuş vetiresinde izlenen amaç, ruh varlıklarının, dünyadaki herhangi bir madde oluşumuyla ilgili gereklerde fiilen yaşadıktan sonra daha yüksek düzeydeki madde gereklerinde de yaşamaya kendilerini hazırlamalarıdır.
29) Tüm bunlardan dolayı tekrardoğuş, derece derece ve olgunlaşarak “aşağıdan yukarıya” doğru zorunlu olarak olup duran bir ruh–madde ilişkisi hâlinin tamamlanmasını sonuçlandırır. Buna göre bitkinlik durumu gene kendi âleminde derece derece (tedricen) “yüksele yüksele” hayvanlık düzeyine geçmiştir. Bundan dolayı, bunların herhangi bir nedenle; geri dönmesine olanak olmadığı gibi, bunun gereği ve anlamı da yoktur.
30) Şu halde, bazı klasik düşünce sâhiplerinin kabul ettikleri tenâsüh fikri klasik deneysel ruhçuluk kanaatince olduğu gibi, Yeni Ruhçuluk kanaatince de kabule değer değildir.
31) Ruh varlıklarının tekrar tekrar doğuşları sırasında seçtikleri beden ve yaşam koşulları keyfi ve rastgele arzulardan doğma bir irâdeyle karar verilmiş ya da zorla kabul ettirilmiş değildir. Bunlar İlâhî İrâde Yasaları’nın gereklerine uygun bir nedensellik hükmünce ve ruhların tekâmül dereceleriyle ve tekâmül gereksinimleriyle uyumlu olarak; ya bir ruhun olanakları oranında kendi seçimi ile, ya da daha yüksek düzeydeki rehber ruhların önerileri yönünde belirlenir.
32) Bir yaşamın deneyim ve görgülerindeki başarı, doğrudan doğruya bir sonraki yaşamı hazırlamaz. Ancak bu başarı ya da başarısızlıktan doğan sonuçlar, yâni ruhun madde evrenindeki tesirlilik olanaklarını genişletecek ve büyük hedefe kendisini yaklaştıracak melekelerin gelişip gelişmemiş olmasıdır ki, gelecek yaşamın koşullarını hazırlayan etmenler arasında bulunur. Bu ayrı iki fikirde ince bir görüş farkı vardır. İnsanın bir deneyimden başarılı ya da başarısız çıkmasının doğrudan doğruya sonuçlarını düşünmek de bir ödül ya da cezalandırma fikri vardır. Oysa, başka bazı düşünürlerle birlikte biz böyle bir şeyin kabulüne taraftar değiliz. Ancak, dünya deneyim ve görgülerinde başarılı olmak / olmamak o görgü ve deneyime girmeyi gerektiren amacın gerçekleşmiş ya da gerçekleşmemiş olmasını sonuçlandırması bakımından ikinci ve bir sonraki yaşamı hazırlayıcı bir etmen olabilir. Görülüyor ki, burada bir ödül ya da ceza fikri değil, bir determinizma fikri söz konusudur.

33) O halde, tekrardoğuşta determinizm geçerlidir. Konunun büyük araştırmacılarından Allan KARDEC’in batılı fikir yaşamına yaymak istediği şu kuralı burada yinelemekte yarar görüyoruz: Bir yaşamın sonucu gelecek yaşamı hazırlar ve bir yaşam, bir önceki yaşamın sonucudur.
34) Durum böyle olunca, bir yaşamda her ruh varlığının yapmakla sorumlu olduğu kendi gelişim gereksinimlerine göre belirlenmiş / belirmiş bir takım işleri vardır. Burada enkarne varlıkların bunu biliyor  ya da bilmiyor olması; bu işlerin değerini, gereğini ve sonuçlarını ne azaltır, ne çoğaltır, ne de ortadan kaldırır. Bitkiler hayvanlar gibi, benzer şekilde hayvanlar da insanlar gibi determinizme (İlliyet İlkesi’ne) bağlıdır. Tüm bu varlıklar da, determinizma bağlamında birbirine bağlı yaşam koşullarına tabi olarak tekrar tekrar dünyaya gele gide “yükselirler”.
Görülüyor ki, bir kimse bilerek, nasıl kendi cinsinden birinin çenesini yumruğu ile dağıttı için bir sonraki yaşamında örneğin kolsuz olarak yaşamak durumunda kalırsa, bir beygirin tekmesiyle bir zavallının suratını dağıttığı için gene örneğin bir sonraki yaşamında bir fok olarak yaşaması zorunluluğunu onun bu işteki şuursuzluğu ortadan kaldırmaz. Çünkü her iki durumda da cezalandırma fikri söz konusu olmadığından ve bu “gelişler” yalnız İlliyet İlkesi ile belirlenmiş olduğundan, başkalarını yumruklamayı / tekmelemeyi sonuçlandıran “ruh eksikliği” ni tamamlamak gereksiniminden ne bu insan, ne de beygir kurtulmuş olamaz.
35) İnsanlık durumunda ortaya çıkan şuurun büyük yararı vardır ve bu yararı idrak edenler mutlu olur. Bu yarar, insanın geçirdiği tüm gelişim planlarındaki İlliyet İlkesi’ni tanımış olmasıdır.
36) İlliyet İlkesi’ni tanımış olan tuh, tekâmül yolundaki adımlarını önceki aşamadakilerden daha çok çabuklaştırır. Bu devreye girdikten sonra, ruhun öteki gizli melekeleri, hızlanarak ve daha güvenle gelişmeye başlar. Çünkü İlliyet İlkesi’ni anlamış ve kabul etmiş ruh, İlâhî İrâde Yasaları’na ayak uydurmak için daha büyük gayretler sarfeder. Bu gayretler İlâhî İrâde Yasaları’nın memur ajanlar (Vazifeliler) sırasına seçmek yolundaki onun yürüyüşünü hızlandırır ki bu da İlâhî İrâde Yasaları’nın gereğidir.
Demek oluyor ki, bir insan İlliyet İlkesi’nin anlamını ne kadar iyi kavrayabilmiş ve onun gereklerini ne kadar yerine uygulayabilecek bir duruma girmiş ise, o kadar “yüksek” bir insan hâline geçer ve o kadar kuvvetli bir varlık hâlini alır. Böyle bir varlık ebedi yükselişinde adımlarını o kadar fazla hızlandırmış ve kolaylaştırmış olur.
37) İnsanın bir yaşamda deneyimlerini başarıyla tamamlayabilmesi; “tüm yapıp ettiklerini İlâhî İrâde Yasaları’na uyumlandırmış olarak” formülü ile gösterilebilir.
38) İlâhî İrâde Yasaları’na uyup uymamanın ölçüsü vicdandır. Her hangi bir fiil ve hareket (etki) karşısında vicdanımızda duyduğumuz en hafif bir burkulmadan, en acı ve keskin sızılara kadar olan her duygu (tepki) bize bu yasalardan ayrılmak girişiminde bulunduğumuzu anımsatır. Maddesel bir anlayış içinde, maddesel tezâhürlerin binbir çeşit aldatıcı, uyuşturucu ve uyutucu gösterişleri arasında; biz bu sesi, dışarı yansıtmadan ve “geriliğimiz” oranında da genellikle pek ufak bir gayretle, kendi iç zeminimizde onu boğabiliriz. Elbette bu hareketimizden de kimseye karşı sorumlu olmayız. Ama bilelim ki, o sesi yok etmiş olmadık, ancak dünya maddelerinin yoğunluğundan yararlanarak vicdanımızın sesini o maddelerin baskısı altına gömdük. Bu maddeler spatyoma geçtiğimiz zaman, doğal olarak ortadan kalkacak ve bu baskı ortalıkta kalmayacaktır.   
Şu halde, yalnız ölünce değil, hatta dünyadayken bile hipnoz ve somnambülizma gibi ruhun bazı degajman durumunu hazırlayan ve süjeyi kısmen spatyomun ilk merhalesinde yaşatan usullerle ruh “serbest” bırakılınca bile; bu boğulmuş/ gömülmüş haykırışlar yakıcı, şiddetli ve dayanılmaz korkunç çığlıklar hâlinde ruhumuzun en mahrem yerlerinden fışkırmaya başlar ve kendi içimizde öyle ıstıraplı bir ortam yaratır ki, biz bu can yakıcı cehennem gibi ortamın gözyaşları ve azapları içinde uyandığımızı gördüğümüz zaman, gerçeğin sert çehresi ile karşılaşmış olduğumuzu anlar ve İlâhî İrâde Yasaları’ndan hangi noktalarda ayrılmak girişiminde bulunduğumuzu dünyada bize anımsatmış olan vicdanımızdan ne kadar uzaklaşarak bu duruma düştüğümüzü hâletini yaşayarak idrak ederiz. Birçok kez yaptığımız deneysel çalışmalarda, somnambülizma durumuna girince; gerek geçmiş, gerek bu yaşamlarında, üzeri küllenmiş vicdan hükümlerinin tesiri altında kalarak, büyük çırpınmalar / seyirmeler içinde düşüp, kıvranmaya başlayan pek çok süje gördüm.
Bununla birlikte, vicdâni hükümlerin ıstıraplı sonuçları olduğu gibi, varlıkları gelişim yolunda hızlandırıcı etkisi bakımından büyük yararları da vardır. İşte bundan dolayıdır ki, bu ıstıraptan ve onun getirilerinden yoksun durumda bulunan hayvanlar elemi gelişim yolunda insanlara oranla daha yavaş ilerler.          
39)  Bu durum, “geri” beşeriyet durumunun sonucudur. İnsan üstü (“Kamil insan” ?) duruma yükselmiş varlıklarda uzun cehitlerle kazanılmış ya da daha doğrusu, geliştirilmiş vicdandan daha yüksek melekeler  tezâhür etmiştir. Bu melekeler onları böyle başarısızlıkla sonuçlanacak maddesel mücadelelerden kurtarmaya yarayacaktır. Bu yüce varlıkların İlâhî İrâde Yasaları ile daha yakından ve belki de doğrudan doğruya karşılaşmış olmaları gelişimlerini iyice hızlandırır. Onlar bizim cılız ve kolayca boğulabilen vicdan seslerimiz karşısında yaptığımız gibi, kuşkulu kararlar vermek tâlihsizliğiyle karşı karşıya kalmazlar. Bu durumdaki ruh varlıkları maddesel gelişimin en son mertebelerine varmış olmamakla beraber bizlerden çok çok ileridedirler. İşte dünyaya yeniden yeniden gelişler, bu melekeleri kazanmamıza yardım eder.
Durum böyle olunca, aklı başında olan bir insan her gün daha “yüksek” olmanın çarelerini araştırır. Ne kadar cılız olursa olsun, vicdanının gizli seslerini örtmeye, küllemeye değil; tam tersine, basiret şuur “mikrofonu” ile onları daha çok şiddetlendirmeye çalışır. Dahası, henüz yeryüzünde iken, vicdanının belirlediği yönde yürütmek koşuluyla, görgü ve deneyimlerini arttırabilmenin dünya gereklerine, koşullarına ve yararlarına uygun bir şekilde hareket etmekle olabileceğine inanır. 
40) Dünyada bedenlenip yaşamaktan amaç, maddelerden tiksinmek ve olaylardan kaçarak inzivaya çekilmek değildir. Bunun tersine olarak maddeciliği amaç edinip, onların geçici olgularına taparcasına bağlanmak da değildir. Hem birinci, hem de ikinci yol aynı derecede sakattır. Bunlar, dünyaya gelmekteki asıl amaç ve hedefi olumsuz etkiler ve başarısızlıkları hazırlar.
Yapılacak iş şudur: Dünyalarda maddeler gelişimin araçlarıdır; bu bakımdan, onlara bağlanmak ve onların doğurduğu olaylardan kendimizi uzaklaştırmak zorundayız. Maddeler gelişimin amacı / hedefi değildir. Bu da onlara ancak belirli amaçlar uğrunda ve o amaçların gerçekleşmesi için bağlanmamız gerektiğini gösterir. Hedeflenen amaçlar gerçekleşince, maddelere olan bağlar derhal çözülmelidir. İşte bu gerçeği anlayıp, duyumsayabildiğimiz oranda “yükseldiğimizi” idrak etmiş oluruz.
O halde insan, dünyada iyi gördüğü her girişimde bulunmalıdır. Hatta olasılıklarını düşünerek olaylardan kaçmak bir “gerilik”  işareti ve başarılı deneyimleri hazırlayan koşullara aykırı bir harekettir. Fakat bu şekilde, hata yapmaktan korkarak girişimlerde bulunmaktan kaçmak ne kadar zararlı bir tutum ise hatalı yollara bile bile ve özellikle de kötü niyetlerle sapmak; hatayı bir amaç, zevk edinmek, ondan daha zararlı ve hatta tehlikeli bir iş olur. Doğal olarak bu tutum da, deneyim yaşantımızı başarısız ve hüsran dolu yollara sokar. Bu demektir ki hatâ yapmamak niyetiyle ve hatâdan korkmadan iyi amaçlar uğruna girişimlerden kaçmamak gerekir. Sevabın ve günahın sınırını nasıl belirleyebiliriz? Bunun yanıtını yukarıda vermiştik. Ama bir kere daha yineleyelim: Bunu belirlemeye yarayacak ölçü bizim içimizdedir; yâni, vicdanımızın ta kendisidir.  
41) Şu halde, doğru yolu bulmak, iyi insan olmak ve deneyimlerimizi dünyada başarıyla bitirmek, kısaca; gelişmek için, hiçbir ahlak hocasına gerek yoktur. Esâsen ayrı ayrı her insanın özel gelişim gereksinimlerini bilen, her insansın kendine özgü özel yaşamına göre ahlâksal kurallar koyan bir ahlâk hocasının var olabileceğini düşünmek anlamsız bir iş olurdu.
Görülüyor ki, Yeni Ruhçuluk görüşünü anlatırken, okuyucularımıza bir takım faziletlerden, ahlâk güzelliğini örneklerinden söz edecek değiliz. Bunlarla hiçbir okuyucunun ruhsal gereksinimlerini karşılamış olmayacağımızdan eminiz. Dahası, bu işi bu yoldan başlayarak herhangi bir ahlâkçının bulunabileceğine de inanmıyoruz. Çünkü her varlığım kusurları, eksik yanları, beşerî zaafları ve onları giderici, tamamlayıcı elemanları / çâreleri ayrı ayrıdır. Bir valık hakkında en ağır sorumlulukları düşündürebilir ve bunu da dışarıdan kimse beliremez.Bu demektir ki, dünyada ne kadar insan varsa günah-sevap sınırlarında o kadar değişme vardır. Herhangi bir varlığın gelişim gereksinimi karşısında yapılan yardımlar, verilen öğütler başka bir varlığın gereksinimlerini karşılamayabilir ve onun işine yaramaz.
Bir kez daha yineliyorum: Kişinin ahlâk hocası; dışında değil, kendi içindedir. Bu da uyumak bilmeyen; her yerde her an izlediği sahibinin (en ince ayrıntısına varıncaya dek) tüm gelişim gereksinimlerini ne fazla ne de eksik olmamak üzere ölçerek belirleyen ve ona göre hükümler veren vicdandır. Onun içindir ki, kitabımıza başlarken; daha ilk adımda vicdanların bir takım dogmaik ve klasik bağlardan çözülmesini bir kurtuluş yolu olarak göstermiş ve vicdanı bağlayan bağların bulunduğu yerde olgunlaşmaya yönelik bir yükselmenin olmayacağını belirtmiştik.
O ne büyük bir mutluluktur ve ne büyük bir kazanım ve liyakattir ki, her insanın rehberi ve kurtarıcısı, kendisinden asla ayrılmayan ve ebediyet boyunca da kendisine eşlik eden en yakın ve en emin bir yerdedir, yâni kendisindedir. Ama aynı zamanda, o ne talihsiz ve zavallı bir varlıktır ki, ALLAH’ın kendisine vermiş olduğu bu en yakın ve sadık dostunu, servetlerin servetini, yâni vicdanını; körü körüne ve dış âlemin gelip geçici birkaç yaldızlı cicisine kapılarak çiğner geçer. Bu arada da içinde gittikçe uzaklaşan, ölmeye yüz tutan ezilmiş, çiğnenmiş vicdan sesinin son yankılarını ancak hafif bir ürperme ile (ve bazen onu bile duymadan) sanki ruhtan atılması gereken bir kâbusmuş gibi silkinip atar. Acaba bu durum, tehlikeli fırtınalar içinde denizlere açılan bir kaptanın, pusulasını kaldırıp denize atmasına benzetilemez mi?
Sevgili okuyucular, çok konuştum ve olasıdır ki hatâlarım oldu. Ben bir insanım ve her insan gibi hatadan arınmış değilim ama tüm sözlerimde samimiydim. Gözlemledim, düşündüm, duydum, duyumsadım ve inandım. Sizlere de gözlemlediğim, düşündüğüm ve duyumsadığım ve inandığım gibi yazdım. Bunlar benim bugünkü realitemdir, belki yarın değişir. Fakat ne zararı ve yaşam ebedidir ve bu ebediyet içinde bizler kim bilir kaç kez yeniden buluşacağız… Gelecek bir yaşamda sizler arasından yükselen üstün zekâlar bugünkü realitenin ilerisindeki realiteleri öğretmek için bana ulaştıkları zaman ne kadar mutlu olacağım! Eğer bu kitap, bu zekâlara beni şimdiden tanıtabilirse, beklediğimden  daha büyük hizmeti yerine getirmiş olur. Çünkü o zaman ben, yeryüzündeki kazançlarımın en büyüğünü elde etmiş olmak bahtiyarlığımı tatmaya başlarım. 
--------------------------------------------------III. CİLDİN SONU -----------------------------------------------               

(*) RUH ve KÂİNAT, cilt III, son kısmın güncel Türkçe’ye uyarlanmış şeklidır. Hazırlayan: Selman GERÇEKSEVER
(**) RUH ve KÂİNAT, Cilt 1+2+3.    
(1) Fatalizma : Yazgıcılık
(2) Bu noktada şunu önemle anımsatmak isterim ki, söz konusu ettiğim bu kimseleri, böyle bir ruhsal otomatizma ile hiçbir ilgisi olmayan ve sırf hastalıklı ve maddesel bir bozukluğun gereği olarak kendini her şey sandığı gibi, bu arada Peygamber ya da Tanrı’da sanabilir, daha doğrusu herkese kendisini böyle tanıtmak illetine takılmış bulunan tımarhanelik delilerden ayrı tutuyorum. İyi bir şekilde incelenip, irdelenirse, birbiriyle hiçbir ilgisi bulunmayan bu iki gruptaki kimselerin; görgü, deneyim, olgunluk, düşünce ve duygu bakımından aralarında büyük mesafelerin bulunduğu ve bu mesafelerin arasında normal geçinen birçok kimselerin doldurduğu görülür. Fakat duygularını hazmedemeyen bireyler gelişmekle belki pek az sonra kusurlarını anlamakta gecikmezler ve ilahi titreşimler karşısında hedefe varmak şöyle dursun, belki henüz başlangıçta bile olmadıklarını, kuşkusuz bizim anlayabileceğimizden daha yüksek bir şuurla idrak ederler. İşte tüm bunlardan dolayı kavuşma derecesinde kendisini Tanrı ile birleşmiş zannetmek; olgunluğun zirvesine varmış olmanın değil, fazla hızla bulunduğu yüksekliği ve dayanma sınırını aşmış bulunmanın bir ifâdesi sayılmak gerekir. Nasıl ki her varlığa göre, yeri değişen bu dayanma sınırı daha ilerideki varlıklar için çok gerilerde kaldığı gibi, “geri” varlıklar için de erişilmesi ve hatta anlaşılması bile olanaklı olmayan yüksek düzeylerde bulunur.   
(3) Bu bilgiyi yazar yıllar sonra               İLÂHÎ NİZAM VE KÂİNAT kitabında şöyle düzeltmiştir: Dünya, güneş sistemimizde en gelişmiş varlıkların bulunduğu bir uzaysal objedir. Dünya, yarı idrakli hidrojen âleminin son duraklarından birisidir (261). Başka türlü bir deyişle, dünya; hidrojen âleminde, Yarı Süptil Arasat” a (Sevgi Planı’na) açılan “kapı” lardan biridir. Dünya gelişim okulunu bitiren varlık, hidrojen âlemini de bitirmiş oluyor (59).

24 Eylül 2015 Perşembe

DÜŞÜNCE Varlığın Şuur Etkinliği

DÜŞÜNCE
Varlığın Şuur Etkinliği
Hazırlayan: SELMAN GERÇEKSEVER

Düşünme; mümkün olan / olmayan, gerçek ya da gerçek dışı, olası ya da rastlantı olan (anlamlı rastlaşma)hemen tüm alanları kuşatır. Bununla birlikte, düşünmenin de tamamen kuşatmadığı anlamlar vardır. Örneğin, Mutlak Varlık alanı, düşünmeden daha çok, inanmanın alanına girer(1). Düşünme çeşitli şekillerde ortaya çıkar: Düşünme yeni bir durumu hemen kavrarsa, düşünmenin bu şekline “zekâ” ; belli problemleri tasarlar, onları açık seçik anlatıp açıklarsa buna “akıl” denir. Eğer düşünme bir şeyi ya da bir durumu bir takım kavramlara gerek duymadan hissederse (duyumsarsa), onun bu şekline ise “sezgi” (intuition) denir. Hiçbir kayıt ve koşula bağlı bulunmadan ortaya çıkan düşünme şekli de “hayal” dir.

Tüm bunlara ek olarak, bir şeyi düşünebiliyorsak; o ne kadar soyut olursa olsun, bir yerlerde var demektir. Düşündüğünüz şey / konu bizim bulunduğumuz çevrede hatta dünyada olmasa bile, evrende bir yerlerde var demektir. Çünkü var olmayan bir şey düşünülemeyeceği gibi, kavramla da ifâdeye konamaz. Düşünce söz konusu olunca; “doğru düşünmek” ya da “yanlış düşünmek” kavramları akla gelir: “Pozitif düşünmek gerek…” deriz. İsa Peygamber, “Düşüncelerinizden de sorumlusunuz” demiştir. İlk Çağ filozoflarından ünlü Parmanides’e göre, doğru düşünmek, var olanı düşünmektir. Ona göre varlık vardır ve var olmayan şey yoktur, vb.vb.

Düşünme, “ önermeler arasında bağlantı kurup, bunların birbiriyle olan ilişkilerini ortaya çıkarmak ve bunlardan hareketle başka bir sonuç elde etmektir.” (2) Düşünme konumuz olan bilgiyi bilgi ile sınamak ve bilgiden bilgi elde etmek düşünmekle olasıdır. Her şey gibi bilgi de bir gelişim aracıdır ve onu işletip / işleyip ondan yararlanmak düşünmekle oluyor. Biliyoruz ki, düşünmek, zihnin çalışması ve aklın işletilmesiyle olası. Durum böyle olunca; düşünmeye, özgürce düşünmeye önem vermedikten sonra, bilgi artamaz. Düşünmek, bilgiyi kullanmaktır ve bilgi de kullanılıp uygulansın diye vardır zaten… Kullanılan bilgi çoğalır, paylaştıkça artar ve genişler. Böyle yapıldığı zaman bilgi kendini bireysel iç zeminlerde ve mekânlarda kendini “inşa eder ve kök salar”. Tüm bunlar düşünme, daha da iyisi isâbetli ve becerikli bir kavrayış ile olur.

Düşünce, düşünülmüş ve ortaya konmuş bir fikirdir; düşünme ise, bir eylemdir; aklın eylem durumunda, işler durumda olmasıdır. Bu durumda düşünce, düşünme işinin bir ürünüdür. Düşünerek yararlı / doğru düşünceler üretmek, bildiğini sorgulamakla, bilgiyi bilgi ile sınamakla olasıdır. Bu makbul durum da, aklın; sürekli eylem durumunda, işler durumda olmasıyla olanaklıdır ve esâsen ALLAH da bizden, aklımızı bu şekilde kullanmamızı ısrarla istiyor. Çünkü gelişim açısından, içine girip çıktığımız olguları ve yaşam sınavlarını halletmemiz bakımından çok önemli. İsâbet ve becerikli bir kavrayış ile kullanılan akıl, sağlıklı düşünmek başta olmak üzere; ibret ve öğüt almak, cehâlet içinde kalmamak, (gönül yönünden) kör ve sağır olmamak ve hidâyete ermek (3) bakımından kişiye yarar sağlar. Görülüyor ki, aklı isâbetli ve becerikli bir şekilde kullanmak, her iki âlemde de işlerin en ulusu ve hayırlısıdır. Hz. Muhammed’den rivâyet edilen şu
hadis de; aklın hem dünyadaki, hem de öte âlemdeki önemini en güzel şekilde vurgulamaktadır: “Cebrail’e, insanlarda ululuğun önderliği neyle olduğunu sordum, ‘Akılla’ dedi.” (Abdurraûf Al Munâvi: Künûz Al Hakayık Fi Hadîsi Hayr Al Halâyık) (4)

Birey zihnini çalıştırma ve aklını isâbetli ve becerikli bir şekilde kullanma duyarlılığı içinde yaşarsa (ki bu düşünce eylemdir); bu duyarlı tutumu onu gerçeklerin keşfine yönlendirir. Bundan dolayı, Kur’an’daki birçok âyette ek olarak; sâdece Hz. Muhammed değil, Hz. Ali de aklın ve akıllıca hareketin erdemini ve “doğru yolu” un (5) akılla bulunabileceğini, aklı bir kenara koyarak, yalnızca imânla hareket etmenin makbul olmadığını ve her vesileyle anlatmaya çalışmışlardır (6). ALLAH bizden böyle olmamızı istiyor ve belki de “ALLAH’a yakın olmanın güzelliği” (Ali İmran 14) buradadır.

Aklı çalıştırmayıp, inanç / imân durumunda kalmak, atâlet sözcüğünde anlamını bulan tembelliktir ki, câhillik (câhiliye) döneminden kalma Araplar, Peygamberin tüm uyarılarına karşın atalarından kendilerine aktarılmış bulunan bilgilerin onları irdelemeden, doğruluk derecelerini anlama zahmetine girmeden uygulamakta ısrar etmişler ve sonunda kaybeden kendileri olmuştur.

Ataların bu şekilde tartışmasız kabul edilerek putlaştırılması (ecdatperestlik); sâdece Müslümanlık’ta değil, Hristiyanlık’ta da insanları körü körüne taklitçiliğe sevk ederek, gelişim açısından ağır bedeller ödemelerine neden olmuştur. Bu, iyiyi kötüden ayırt etme (temyiz) yoksunluğundan kurtulmak için sıkıntılı yaşam sınavları vermek zorunda kalmışlardır. Akıllarını kullanıp, Peygamber’in uyarı ve öğütlerine uymuş olsalardı, bu sıkıntılara ve ıstıraplı eprövlere gerek kalmayacaktı. Örneğin, eğer Mekke müşrikleri akıllarını isâbetle ve becerikli bir şekilde kullanabilen temyiz sâhibi kimseler olmuş olsalardı, atalarını körü körüne taklit etmenin, insanı aşağılatan sefâletine asla düşmemiş; taklit ettikleri şeyin kökenini araştırarak atalardan kalma inançlarını irdeleyerek, taklidin aslında kendilerini yavaş yavaş ALLAH’tan nasıl ulaştırmış olduğunu idrak etmiş olacaklardı. Aklın isâbetle ve (gelişim açısından) olumlu yönde kullanılmaması, vicdan yoksunluğunu ve akıl fukaralığını da beraberinde getirdiğinden; sâdece İslamiyet’te değil, İslamiyet öncesinde de aşikâr ve gizli şirk (7) yaşanmıştır. Bu durum, ne kadar kötü bir talihsizlik ise; aklı, yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız şekilde işletmek ve kullanmak da o kadar makbul ve erdemli bilge insanlara özgü bir durumdur. Ünlü İslam filozofu Kindî’den öğrendiğimiz kadarıyla, İlkçağ filozoflarından Eflatun akıl gücü üstün gelen insanı meleğe benzetmiştir. Ünlü filozofun bu konudaki söyleminin tamamı şöyledir: “Açgözlülük / doymazlık gücü kendisine üstün gelen kimse; domuz, öfke gücü üstün gelen köpek, akıl gücü üstün gelen ise melektir.” (8) Nefsin egemenliğinden kurtarılmış böyle bir akıl ile kişi birçok şeyi idrak etmekle kalmaz, kendisinin bir yaratılmış olduğunu ve dolayısıyla bir yaratıcının da olması gerektiğini anlar ki, bunlar “inanıp sâlih amellerde bulunan” (İnşikak 25) kimselere özgü ya da buna aday bireye yaraşır güzel durumlardır. Akıllarını isâbetle ve gelişim yönünde beceriklilikle kullanabilen gönül akıl sâhiplerinden beklenen de budur.

Zihin çalışması ve aklın işletilmesi demek de olan düşünmenin önemine çeşitli açılardan buraya değim değindikten sonra, düşüncenin ve düşünmenin biraz da teknik yanına bakarak yazımızı sonlandıralım: Düşünce, enkarne varlığın aşkın şuurunun (9); mekânı, zamanı ve realitesidir. Varlığın aşkın şuurunun zamanı, mekânı ve realitesi arasında yaptığı gidiş gelişler (sirkülasyon, cevelan) onun “düşünce hareketleri”ni oluşturur. Bedene bağlı öz şahsiyetimizin (10) bedendeki tavırlarından biri düşünce (ler) şeklinde kendini gösterir. İnsan düşünürken bir enerji etkinliği içindedir. Bu enerji, öz şahsiyetimizin şuur enerjisidir (11). Görülüyor ki, düşünce, şuurun, enerjetik etkinliklerinden biridir ve bedende görünen şeklidir. Şuur enerjisi, enkarne varlığın aksiyon alanının gerektirdiği tüm koşullara göre bedende düşünce olarak ortaya çıkar.

Varlığın şuurunun söz konusu enerjetik etkinliği, dünyadaki bedenini terk ettikten sonra da (spatyomda) sürüp gider. Ancak, şuur enerjisinin bu tavırlanması / etkinliği değişik bir şekilde oluşur; o tavır doğrudan doğruya şuur enerjisinin tavrıdır artık (12).

Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, düşüncenin kaynaklandığı yer beyin değil, beşerin aşkın yanının şuur etkinliğidir. Enkarne durumundayken özbenliğimizin şuuru, başka enerji mekânları ile bağlantılıdır. Bundan dolayı, ilham alırız, vahy alırız, ruh planlarının lütfettikleri enerjileri alırız.

--------------------------------------------
(1) İSLAM FELSEFESİ, Prof. Dr. Necip TAYLAN
(2) Hüseyin ATAY, CEHALETİN TAHSİLİ
(3) Doğruya/ güzele kılavuzlanmak
(4) İSLAMDA AKLIN ÖNEMİ, Prof. Dr. Ahmet Y.ÖZEMRE
(5) ALLAH’a giden en kestirme yol, “ALLAH’ın İpi”, “en sağlam kulp” (Bkz. Ayetler; Bakara 256, Ali İmran 103)
(6) – “İnsanın dini aklıdır. Aklı olmayanın dini yoktur”
- “ALLAH’a ilimsiz ve cahillik içinde (yani aklını kullamadan) bağlı olan kimse, olduğu yerde dönüp duran ve nereye gittiğini bilmeyen dolap beygirine benzer.” (Bu özlü ifadeler için kaynak eser, dipnot 4’teki kitaptır.)
(7) “Atâlet” kavramı konusunda güzel bir çalışma; KİŞİSEL ATÂLETİ YENMEK, Mümin Sekman
(8) Şirk: Kısaca “putperestlik” demek olan şirkin din literatüründeki açık anlamı; ALLAH’a zatında ya da tasarrufunda (yapıp etmelerinde) ortak tanımaktır. Arapça’da “mülk ve saltanat ortaklığı” anlamına gelen “şirket” sözcüğü de “şirk”ten üretilmiştir.
(9) KİNDÎ, Prof. Dr. Mahmut KAYA, Klasik Yayınları
(10) “Aşkın Şuur”, İLAHİ NİZAM VE KAİNAT bilgilerindeki “şuur ötesi” olabilir mi?
(11) Sadıklar Planı Tebliğleri’ndeki “öz şahsiyetimiz”in, İLAHİ NİZAM ve KAİNAT bilgilerindeki karşılığı“özbenliğimiz” olabilir mi?
(12) Sadıklar Planı Tebliğleri, sayfa 649
(13) Sadıklar Planı Tebliğleri, sayfa 566


YARARLANILAN KAYNAKLAR :
* KUR’AN
* SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ
* İSLAM FELSEFESİ, Prof. Dr. Necip TAYLAN
* CEHÂLETİN TAHSİLİ, Prof.Dr. Hüseyin ATAY
* İSLAM’da AKLIN ÖNEMİ, Prof. Dr. Ahmet Y.ÖZEMRE
* İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, Dr. Bedri RUHSELMAN * http://www.astroset.com/bireyselgelisim/gun/g63.htm

3 Eylül 2015 Perşembe

B E D E N Varlığın Gelişim Aracı

B E D E N
Varlığın Gelişim Aracı
Hazırlayan: SELMAN GERÇEKSEVER

Giriş
Yüce Yunus’un söylemiyle, varlıklar “ete kemiğe bürünür” ; Selman, Süleyman, Cem, Cemil, Hüsniye, Halime vb.vb. şeklinde görünür. Bir maddesel ortamdaki (uzaysal objedeki) bedenler sâdece bir görüntüdür. Neyin görüntüsü? Asıl varlığın / varlıklarının elbette; bunlar da ruhların hizmetinde olan varlıklardır. Dolayısıyla “ruh+varlık+beden üçlemesi” (trinite) söz konusudur. Bu çalışmamızda biz, söz konusu üçlemenin beden ucunu ele alacağız. Yukarıda değindiğimiz, Yunus Emre’nin o kâdim zamanlara özgü ama evrensel bir gerçeği yansıtan söyleminin teknik ayrıntısını (bu çalışmamızın da temel kaynak eserimiz olan) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’ta görüyoruz: Beden, bir evren varlığının dünyadaki (ve herhangi bir uzaysal obje üzerindeki) hizmetine verilmiş, kendi gelişim zorunlluluklarına göre kullanabileceği maddesel bir araçtır (185). Evren varlığı da, evren üstü olan ruhun evrendeki hizmetlisidir. Bu duruma göre, ruhu da içine alacak  şekilde bir beden tanımı yapmaya kalkarsak, şöyle demek olası: Bir beşerî beden, bir ruhun evrendeki tekâmül aracı ve ifâdesi olan varlığın kullanımına verilmiş madde parça(cık)larından oluşmuş bir bileşimler bütünüdür.

Bu yapılanma içinde, varlığın dünyadaki bedenine yardımcı olarak (yaşam planı kapsamındaki vazifesi gereği) değişik gelişim düzeylerindeki planlardan ve kademelerden (ve elbette ki gene ancak bedenin asıl sâhibi olan varlık kanalıyla) milyonlarca tesir gelir. Beşeri bedene yönelik bu tesirler sürekli olarak üst planların kontrolü ve gözetimi altındadır. Dolayısıyla bedene yönelik bu tesirlerin hiçbirisi; boş, anlamsız, ne olduğu belirsiz, gelişigüzel ve yersiz değildir. Çünkü bireye yönelik her bir tesir, o bireyin vicdan mekanizmasının durumuna ve işleyişine göre ayarlanmıştır (186).

VARLIKSAL YAPPM. - YATAY-DÜŞEY TESİRLER (sayfa 1 ' e).jpgİçsel Denge
Şekil 1: Varlığa Yönelik
“Düşey ve Yatay” Tesirler
 
Enkarne varlığın vicdan mekanizmasına yönelik tesirleri iki grupta toplayabiliriz. Daha doğrusu “beden” dediğimiz organizma iki kaynaktan  gelen tesirler altında yaşar: 1- Asıl kendisinden (özbenliğinden ) gelen tesirler, 2- İçinde bulunduğu (doğup büyüdüğü) enkernasyon ortamından aldığı tesirler. Bu demektir ki, enkarne varlık bir ömür boyu, kendi öz varlığından gelen tesirlerle, içinde bulunduğu ortamdan gelen tesirlerin oluşturduğu ortak alan içinde yaşar. Bu iki temel tesiri bünyede dengelemek ve bu dengenin sürekliliğini sağlamak sağlıklı bünyede dengelemek ve bu dengenin sürekliliğini sağlamak sağlıklı yaşamaktır (87+88+89). Bir beşeri bedene yönelik bu iki temel tesir kaynağından biri olan özbenlikten (yani “düşeyden”) gelen tesirlerin organizmada yoğunlaştığı yer “beyin hücrelerinin manyetik alanları sentezi” dir (90).


İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT kitabıyla gelen bilgilerle aralanan pencereden baktığımızda görüyoruz ki, yukarıda özetlediğimiz yapılanma içinde; beden, varlığa hizmet ediyor, varlık da ruha… Bu üçlemede (trinite) beden, varlığın dünyadaki simgesi; varlık da ruhun evrendeki simgesi ve temsilcisidir. Bu üçlemede; beden varlıktan dolayı vardır, varlık da ruhtan dolayı. Başka bir deyişle; varlık bedenin var olma nedenidir, ruh da varlığın var olma nedeni… Bu yapılanma içinde, varlık; üst varlıkların yardımıyla bir beden kurar ve o bedenden bir ömür boyu yararlanarak, gelişim gereksinimlerini karşılarken, hizmetinde olduğu ruh için özbilgi birikimini de oluşturur (187).

Şekil 2: Vicdan Mekanizması
 
Varlığın ruha yönelik hizmeti özbilginin birikimiyle olur. Özbilgiler varlığın şuuraltında(bkz. şekil 3) birikir (144) ve öz idrak kanalıyla ruha aktarılır. Varlığın özbilgi oluşumu ise  alemin uzaysal objesindeki (örneğin, dünyadaki) tezâhür uzantısı olan fizik bedeninin (bedensel beninin) idraklenme cehti sayesinde olur. Varlık, “idrak ve bilgi olgunluğu”na (260) dünyadaki gelişim aracı olan bedensel beninin idraklenme cehti sâyesinde ulaşır. İdraklenme cehtinin sürekliliği durumunda, idrak giderek vicdana egemen olur (117). İdraklenme cehtinin sürekliliği ve beşeri yaşamın sürdürülebilirliğinin bir olumlu yan ürünü de vicdan mekanizmasının zıtlarıyla ilgilidir. Çünkü idrakin işlevlerinden biri, vicdan mekanizmasının zıtları arasındaki kuruluş ve bağlanışların sağlanmasıdır (117). Beden – varlık – ruh üçlemesinde; bedenin varlığa, varlığın da ruha hizmeti kapsamında idrâkin ve idraklenmenin öneminden dolayı, bedenli halde sergilenen idraklenme cehti üzerinde biraz daha durmakta yarar var.

İdrâkin Vicdâna Egemen Olması
Yukarıda değindiğimiz ve özbilgi birikiminin gereği olan uygulama kapsamında toplum içinde olaylarla yoğrulmak bireyi vazife sezgisine ve Vazife Planı’nın disiplinine hazırlar. Vazife Planı’nın doğal ve her zaman ki disiplini, dünya olaylarının sert ve haşin çehreleri karşısında yapabildiğimiz sayısız uygulama (doğru bildiğini uygulama) ile öğreniliyor. İçsel gelişim ve idraklenme açısından toplumsal durumlarda beşeri ilişki ve etkileşimlerin önemi buradan geliyor. Özellikle toplumsal yozlaşmanın her alanda giderek yaygınlaşma gösterdiği devre sonlarında, her türlü caydırıcı cezp edici ve doğru yoldan saptırıcı etkiye karşın, bir “yüksek gelişim mekanizması” (6) olan vicdanın olumlu zıttına değerler yükleme duyarlılığı içinde yaşamak, enkarne varlığa (yani bu çalışmamızın ana teması olan bedene) ve dolayısıyla onu özbenliğine (iç varlığına) önemli artı puanlar kazandıracak ve giderek “idrakin vicdana egemen olması” (117) gibi gelişim açısından çok makbul bir durum gerçekleşmiş olacaktır. Çünkü enkarne varlığın idrakini vazife bilgisine yaklaştıran (103), vicdan mekanizmasındaki böyle olumlu gelişmedir. Vicdan mekanizmasının bu bağlamdaki gelişiminde uygulamayla ortaya çıkan idraklenmenin önemine kısaca değindikten sonra, bedenli uygulama alanımız olan toplumsal (mâşeri) yaşama dönelim.

Toplumsal Yaşamın Önemi
Toplu halde etkileşim ve ilişkiler örüntüsü içinde yaşarken, olayların özbilgilere dönüşümleri yine idrak sâyesinde olmaktadır. Ayrıca, varlığın; evrendeki organizasyon sistemlerine hazırlık aşaması da toplumsal (mâşeri) yaşamla olasıdır. Dünyada; bitkilerden, hayvanlardan ve insanlardan oluşan çokluk ve çeşitlilik hâlinde büyük bir varlıklar kadrosu içinde, birbirini yetiştirerek derece derece sürekli bir üst realiteye gidiş, gelişmek zorunluluğunun bir gereğidir. Yaratılmışlar için gelişmemek diye bir özgürlük söz konusu değildir. Gelişmek, hem de toplu halde gelişmek zorunluluğunun en objektif ve üzerimizde taşıdığımız örneği beden organlarını oluşturan hücre topluluklarıdır: Bizler “hücre” dediğimiz bu ilkel varlıklarla beden organizmamızın geneli kapsamında ve toplumsal bir plan içinde kucak kucağa yaşıyoruz. Örneğin, kalbimizi oluşturan hücreler, gelişimlerinin gereği olarak; nasıl o beşerî bedene muhtaç iseler, o beşerî bedene enkarne varlıklar da yaşayabilmek için söz konusu hücrelere muhtaçtır. Bu iki taraftan birinin rahatsızlığı / hastalığı ötekisini etkileyeceği gibi, her ikisinin de sağlığı da ortak selâmeti sağlar. Demek ki, tüm bu varlıklar arasında var olan bir aradalık (toplu halde ortak yaşam) boş, rastgele ve anlamsız değildir.

Çokluk ve Çeşitlilik
Çokluk ve çeşitlilik içinde toplu olarak bir arada gelişmek, varlıklara uygulama zenginliğiyle gelen deneyim ve görgü birikimi sağlar ki bu durum çokluk ve çeşitliliğin bereketidir. Bu anlamda özellikle devre sonları; eğer akıllıca davranılır ve yaşanırsa bire bin ürünün alındığı verimli zamanlardır. “Hakk” olan gerçeğin tezâhürü de çokluk ve çeşitlilik hâlindedir. Çokluk ve çeşitlilikteki birliği (vâhid olan kesret) görebilmek de idraklenme cehti içinde şuurlanmakla olasıdır (1). Ayrıca, varlıklar; çokluk ve çeşitlilik zenginliği içindeki gelişim ortamlarına her seferinde farklı bir yaşam planı ve farklı bir beden ile doğarlar: Ruhun hizmetindeki evren varlığı ruha hizmet kapsamındaki gelişim ihtiyaçlarını karşılamak ve farklı farklı uygulamalar içinde görgü ve deneyim birikimini arttırmak için farklı özelliklerde bedenlere enkarne olur. Her enkarnasyonda beden farklılığı varlığa, uygulama çeşitliliği zenginliği ve dolayısıyla verimliliği sağlar (128+129). Söz konusu çeşitliliğe; bir organizmayı oluşturan hücrelerden organlara, oradan ortama, topluma / toplumlara, uzaysal objeye / objelere, aleme ve alemlere kadar her şey dâhildir. Bu durum ilâhi bir düzen içinde varlıklara lutfedilmiş sonsuz ve sınırsız bir gelişim olanağıdır (Kur’an dilindeki “nimetler”)(2). ALLAH, Kur’an’da nimetlerin bolluğuna işaret ettikten sonra soruyor : “Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz!” (Rahman 13+32). Ardından da Peygamber uyarısını hemen yapıştırıyor: “ALLAH’ın nimetleri hakkında tefekküre dalın ama ALLAH’ın zâtı hakkında fikir yürütmeyin.” (Aclûnî 1/311). Bizler günlük yaşamın; ilişki, iletişim ve etkileşimi içinde olur olmadık, gerekli gereksiz pek çok şeye teşekkür ederiz ama ALLAH’ın bizlere emâneti olan beden de dâhil, hayatta kalmamız ve gelişmemiz için verdiği olanaklara (“nimetler”e), tüm bunları ve bizleri kapsayan ve O’nun Rahman ve Rahim olan şuurda uyandırıcı (kıyam ettirici) etkisine şükretmeyi çok nâdir aklederiz. Nasıl ki, ALLAH bu durumumuzdan da yakınıyor: “…Peki siz şükrediyor musunuz?” (Enbiya 80), “Şükretmeniz gerekmez mi!” (Vakıa 70).



Deneyim ve Görgü Zenginliği
Konumuzla ilgili bu önemli ayrıntıdan sonra, yeniden bıraktığımız yere, çokluk çeşitlilikle gelen deneyim ve görgü zenginliği bağlamında bedenlerin erkek ve dişi olmalarına da bir göz atalım: Her enkarnasyonda beden farklılığı varlığa uygulama çeşitliliği ve zenginliği sağlar demiştik. Örneğin, bir yaşam planını erkek bedende uygulamak ile dişi bedende uygulamak arasında göz ardı edilemeyecek farklar vardır... Benzer özelliklerde bedenler olsa bile, bunlarda; coğrafî, yöresel, ırksal ve hatta astrolojik, meslekî ve kültürel koşullara göre farklı farklı nitelikler söz konusudur. Bu çokluk ve çeşitlilikle gelen gelişim olanakları evren varlığına, uygulamayla gelen deneyim ve görgü zenginliği sağlar.
galaksiler topluluğu--sayfa 4 ' e---.jpg    
Metin Kutusu: Galaksiler Topluluğu Söz konusu bolluğun hidrojen âlemindeki görünümü de derin derin düşünülmeye değer bir konudur: Bu çokluk ve çeşitlilik, içinde bulunduğumuz hidrojen âlemini dolduran tüm uzaysal objeleri de kapsayan bir durum arz eder. Çünkü âlemimiz ve âlemlerden oluşan evrenimiz değişik şuur düzeylerindeki enkarne varlıklarla (yani bedenlerle) doludur. Evrenlerde zeki hayatın yaygınlığı söz konusudur, nâdirliği değil. pek çok gözleme ve fiziksel kanıta karşın, mâneviyattan nasibi olmayan günümüz maddeci zihniyeti bu evrensel ve varlıksal gerçeği kabul etme dürüstlüğünü hâla gösterememiştir. Bu da maddeci bilimin tutucu tavrı ile ortada duran beşeri bir tâlihsizliktir. Tekrar konumuza dönerek, bedenlerin çokluğu ve çeşitliliği konusunda şunları da söyleyebiliriz: Tüm bu varlıkların etkileşim ve iletişim örüntüsünden doğan epröv zenginliği de, onlar için evren yönetiminin (bir “idrak vahdeti” olan Ünite’nin) (195) varlıklara hazırladığı ve sunduğu çok değerli bir gelişim olanağıdır. “Evren Yönetimi” nde anlamını bulan ve aynı zamanda “varlıklar ve gereklilikler birliği” de olan (64) Ünite–evren ilişkileri ve Ünite’nin evren kapsamlı tesirliliği konusunda İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’ın 31,41,50,70,79,80,100,173,230,240,251 vb. sayfalarına bakılabilir.

İdrak ve Beden
Evren varlığının (öz benliğimizin) maddenin derinliklerindeki bilinen, bilinmeyen tüm uzaysal objeler gelişim aracı olan bedenler konusunda bu genel açıklamalardan sonra, yeniden beşeri bedene dikkatimizi çevirerek diyebiliyoruz ki, idrak gelişimiyle bedenlerin değişip olgunlaşması ve farklanması arasında yakın ilişki bulunmaktadır. “İdrakin kapsamı artıp değer kazandıkça” (210) o idrak düzeyini kaldıracak bedenlerde de farklılıklar görülüyor. Başka bir deyişle, farklı idrak düzeylerindeki varlıklar, kendi idrak düzeylerine uygun nitelikteki bedenlere enkerna oluyor.  “Basit idrak” (211) düzeyinde ve “yarı idrakli” (50+58) durumda olan bir varlığın bedeni, “yüksek zaman idraki” (210) düzeyindeki bir varlığın bedeninden çok farklı niteliklere sâhiptir elbette.

Enkarne varlık, “yüzeysel zaman idraki”  içinde maddesel ortamın tüm zaman–mekân koşullarından ve bunların kendisine sunduğu gelişim olanaklarından yararlanarak bedeni aracılığıyla olabildiğince izlenim, görgü ve deneyim birikimi oluşturur (128+129). Varlığın yaptığı bu uygulama; hem bedenin form değişimleri, hem de bedenin, içinde bulunduğu âlemin sayısız madde değişimleri sâyesinde olur. Bu arada temel kaynak eserimizin(*) araladığı pencereden baktığımızda, görüyoruz ki; bilinen ilk insanlık aşamasından, insan üstü bir plan olan “vazife bilgisi” ne değin yürüyen, dünya bedeni değil, evren varlığıdır. Yani tâbi olduğu ruha hizmet etmek için, çeşitli maddeler kullanarak, tüm evren boyunca gelişe gelişe yürüyen, evren varlığıdır (özbenlik / asıl kendimiz) (110+112). Beşerî beden bu varlığa sâdece bir araçtır, bir ömür boyu kullanıp bıraktığı gelişim aracı. Bu gelişim sürecinde varlığın evren boyunca yaptığı, Vazife Planı’na hazırlanmaktır. Varlık, maddenin derinliklerine, kendisinin tezahür uzantısı olan fizik bedeni aracılığıyla nüfuz eder. Fizik bedenin “kabalığı” kaba beşeri realiteler ve “yüzeysel zaman idraki” içinde uygulama yapıp, deneyim ve görgü birikimine katkı sağlar. Beşerî beden kullanılarak sağlanan bu deneyim ve görgü birikimi, yaşamlar boyu varlığın özbilgi birikimini oluşturur ki, ruhun işine yarayan da budur.

Metin Kutusu: Şekil 3: Varlıksal Yapımızvarlıksal yapımız..().jpgYazımızın akışı içinde de yer yer belirttiğimiz gibi, organizma (beden) beyin tarafından yönetilir ama, beyin organını da belli bir tesirlik altında tutan ve bunların her ikisini de aynı anda canlı kılan, özbenlikten gelen tesirlerdir (“düşey” tesirler). Bedende dönüp dolaşan (sirküle eden) tesirler, bedeni tesirliliği altında tutan ve yöneten varlığın kontrolü altında bu varlığın gelişim gereklerine göre bedenin tüm fiziksel, fizyolojik, biyolojik ve ruhsal işlevlerini yerine getirirler (91). Ayrıca, tüm bu tesirlerin işlevleri, evrenin genel işlevlerinden de kopuk değildir; onun büyük ahengi içinde söz konusu tesirlerin işlevleri sürüp gider ve bu ahengin dışına çıkamaz (91). Beden – varlık ilişkisinin (enkarnasyonun) başlangıcı ruşeymin beyin oluşumudur denebilir. Ruh varlığının bir bedene enkarnasyonu sürecinin başlangıcında, bedeni oluşturacak aşılanmış yumurta ile bağlantıya geçer. Burada varlık, beyin hücresiyle ilgili varlıkların manyetik alanlarına yaptığı tesirlilik ile ruşeymin beynini oluşturur (86+87). Daha doğrusu beyin hücreleri topluluğunu oluşturmaya o varlıkları yönlendirir. İnsanın bedenine egemen olan varlık, doğrudan doğruya, beyin hücreleri ile ilgili yüz binlerce varlığın manyetik alanlar sentezi üzerinde etkili ve egemendir. Yani beden, ruşeym aşamasından başlayarak, beyin hücreleri tarafından yönetilir. Zâten varlık, daha spatyomdayken, bu yüz binlerce beyin hücresi varlığını bir arada toplu olarak tutuyor (onların manyetik alanlarını kendi tesirliliği altında bulunduruyordu). Bu şekilde, beyin hücrelerinin varlıkları, insan varlığının tesirliliği ve yardımı altında kendi bedenlerini (beyin hücrelerini) kurarlar. Varlık kurulmuş (oluşturulmuş) bu beyin aracılığıyla sinir sisteminin öteki kısımlarını kurar. Bu şekilde oluşmuş ve gelişmekte olan ceninin beden materyalleri, annenin bedenini oluşturan maddelerden alınır (86).

Şuur Ötesinden Şuur Merkezine
Evren varlığının (asıl kendimiz, özbenliğimiz) dünyadaki tezahür uzantısı olan bedenini şuur ötesinden gelen icaplara göre yönetir. Bunun için varlık, bedenin şuur merkezini kullanır. Başka türlü bir söylem ile varlık, bedenin şuur merkezini(bkz.şekil 3) kullanarak, beden organizmasından yararlanır (143). Beden uykudayken çevreyle bağlantısı hemen hemen sıfıra yakındır; şuur, şuur merkeziyle birlikte şuurdışına bağlanır. Artık bu merkezler dünya ile değil, şuur ötesiyle ilgilidirler. Beden uykudayken oluşan bu duruma “merkezin kendi içine dönmesi” deniyor. Bu durumda şuur ve şuur merkezi dış ortama (çevreye) karşı pasif, şuurötesine(bkz. şekil 3) karşı etkin ve hareketlidir. Bu arada, gün boyunca yapılan gözlem ve izlenimler şuurdışına aktarılır (143). Şuurdışındaki bu gözlem ve izlenim birikimi; “ölüm” denen geçişe kadar, yani bir ömür boyu şuur dışına sürekli aktarılır.   

Böyle bir “varlık–beden ilişkisi ” içinde, varlık her ne kadar kendi enerjisinin küçük bir kısmını beyin hücrelerinin manyetik alanı dışında bırakmış ise de; gelişimin gereği olarak, bu kısmı da bedenden tamamen ayırmış değil, hatta onunla sıkı bir ilişki içindedir. Bundan dolayı da tam serbest değildir. esâsen bu iki kısım arasındaki sıkı ilişki ve etkileşim sayesindedir ki, o varlık dünya bedenine bağlı kısımlarının; gelişim kapsamındaki etkinliklerinden yararlanır ve böylece bedenlenmeden amaç gerçekleşmiş olur. İnsan ancak varlığın (özbenliğinin) kendisine göndermiş olduğu tesirlerin bir kısmıyla canlanır ve kendisini idrak etmeye çalışır; kendisine gelmeyen kısımlarıyla ilgili bazı belli belirsiz sezgileri bulunmakla birlikte, bunlar hakkında açık bir idrake sahip değildir (85+86+87+88+89).

İşte insanların bazen derin bir; iç denetimi, iç evrenine bakması (murakabesi) yoluyla sezebildikleri ve “iç varlıklarını”, “özbenlikleri”, “öz varlıkları” dedikleri şeyler, bedenin ötesindeki gerçek varlığın nispeten (bir dereceye kadar) serbest durumlarıdır. Varlık, dünyadaki bedeninin tüm durumlarını izlemek, o durumların gereklerini yerine getirmek zorundadır. Bu, onun vazifesidir. Bedenin ölümüyle, bağlı olan kısımları bedenden tamamen çözülmedikçe, serbest kalan kısmını da tam serbest bir şekilde kullanamaz. Çünkü bağlı olan kısımlarıyla, bedenin zorluklarından kendisi tamamıyla özgür kılamaz. Bedene bağlı olan kısımlarıyla az da olsa, bedenden aldığı izlenimlerin (o ana özgü gelişim zorluklarına göre) hazmedilmesi ve sonuçlandırılarak, ruha yansıtılması gibi onu, bedeni ile sürekli ilgilendirecek meşgûliyet alanları vardır (88+89).
------------------------------------------------------------------
(*) Yazımızın akışı içinde yer yer görülecek bu rakamlar, temel kaynak eserimiz olan İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT kitabından yararlandığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.
(1) “Varlığın birliği” kavramı için bkz. VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları
(2) Nimetlerin çokluk, çeşitlilik ve bolluk hâlinde oluşunu konu eden ayetler: Nahl 18, İbrahim 32+34.
(3) “Vazife Planı” için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar 236-240,313,318,319.