YENİ RUHÇULUĞUN
BİLİMSEL VE ETİK SONUÇLARI (*)
Başlıkta anlamını bulan
sonuçların pek çoğu bizden öncekiler tarafından söylenen sözlerle ortaya
konmuştur. Bu yüzden bizim icâdettiğimiz şeyler değildir. Bizim bu kitabımızda
(**) yaptığımız iş, onlara birkaç fikir eklemek ve bazı kısımlarda yeni bir
deneysel ruhçuluk görüşüne göre ufak tefek bazı değişiklik ve iyileştirmeler
yapmak olmuştur.
Kitabımızdan çıkan bu
sonuçlar ilim ve ahlâkın ne başlangıcı ne de sonudur. Her zaman ve her devirde
olduğumuz gibi biz sürekli olarak yarı yoldayız ve bulunduğumuz nokta, yüksek
hedefleri göremeyecek ve hattâ sezemeyecek kadar onlardan uzakta bulunmaktadır.
Dundan dolayı bu yoldaki araştırmacılar arasında bizden daha ileri gidecek
olanlar hep bulunacaktır. Bunun zorunlu nedenlerini de kitabımız, okurlarına
arz etmiştir. Demek, “Yeni Ruhçuluk” diye adlandırdığımız
bu yol, ne bir dindir, ne herhangi bir doğmadır, ne mutlak realitelerden,
hakikatlerden söz ettiği iddia eden bir yoldur ve ne de bir takım ödül ya da
ceza vaatleriyle ruhları şu ya da bu tarafa gitmeye zorlayan bir mezheptir.
Burada söz konusu olan şeyler bir realitenin ifadesidir. Bu realite de, tüm
realitelere bırakmaya mahkûm olmak kaderinden kendini hiç kuşkusuz kurtarmış
değildir.
Bu kitabımızda anlatılanlar
olabildiğince deneysel yollardaki gözlemlere dayanmaktadır. Yalnız, kitabın
hacmi ve ele alınan konuların genişliği bu gözlemlerin ve özellikle onlarla
ilgili deneysel araştırmaların uzun uzadıya incelenerek irdelenmesine olanak
bırakmamıştır. Çünkü bu araştırmalar, her biri bir ötekisinden daha geniş ve
ayrı ayrı konularla ilgilidir. O konular üzerinde gerçekten büyük bir
yetkinlikle cehit sarf etmiş ve değerli sonuçlara varmış hatırı sayılır âlimler
vardır. Onların çalışmalarıyla ilgili bir çok eserden birkaç tânesini
“yararlanılan eserler” sayfalarımızda okuyucularıma sunuyorum.
Yeni yapılacak işleri bir
yana bırakarak, esasen yapılmış işler üzerinde tekrar tekrar durmakla bir
yerlere varılmaz ve büyük yararlar elde edilmez. Ortada olduğu anlaşılmış bir
olayın açıklanması etkinliği üzerinde durulmak gerekirken, bu işi bırakarak; o
olayın gerçek olup olmadığı düşüncesinden kafasını bir türlü kurtaramamak,
kuşkuculuğu kendine meslek edinmiş kimselerin kaprislerini hiçbir zaman
doyuramayacak olmalarından doğmuş acıklı bir durumdur. Bu realitenin
temsilcileri, amaç edindikleri kuşkularından kurtulamayacaktır. Aslında, insan
ruhunun çeşitli modaliteler gösteren tezahürleri arasında bununda bulunması
doğal ve zorunlu bir durumdur. Bundan dolayı, listelediğim söz konusu eserler,
üzerinde dura dura ve dikkatli bir şekilde okunduktan sonra da, okuyucularım
arasında bunları da yetersiz bulan olursa, onlar için bir süre daha kuşkuları
içinde ya da önceden inandıkları doğmalarınla kalmaları herhalde en yararlı
tutum olacaktır. Çünkü şimdilik kendileri için gelişim yolu budur.
Yukarıdaki açıklamalardan
sonra, kitabımızın ya da yeni ruhçuluğun vardığı sonuçlardan bir kısmını
şöylece özetleyebiliriz:
1) Tüm yaratılmışların, görünen / görünmeyen ne varsa,
hepsini yaratan ALLAH’ tır. Yaradan, her dilde başka bir adla anılmış ve
herkesin göreceli anlayışına göre bir kimlik almıştır.
2) ALLAH’ ın vücut verdiği yaratıklar bizim idrak alanımıza
girmeyecek kadar sonsuzluk içinde yayılıp gider. Bu nedenle yaratılmış olanlar
bizim için ezeli ve ebedidir.
3) ALLAH’ a hiçbir kimlik izâfe edilemez. Çünkü o mutlaktır,
yaratılmışlar ise göreceli ve birbirine göredir. Mutlak sözcüğünden
anlayabildiğimiz; hiçbir şeyle, hiçbir şekilde göreceli olmayandır. Bundan
dolayı tüm tasavvur ve algıları göreceli olan insanların ALLAH hakkında
herhangi bir idrake sahip bulunmaları olası değildir. Bu bakından, düşünülünce,
O’na izafe edilecek ( uygun görülecek) bir sıfat, ne kadar yüksek bir
düzenlemeyle ele alınırsa alınsın, ne kadar ideal olursa olsun, O’nu ifâde
edemez. Bu hareket ancak, ona henüz çok uzakta bulunanların geri
düzenlemelerdeki yöntemlerinin bir eseri olabilir ki, varlıklar “yükseldikçe”
bu düzenlemeler de yükselecek ve varlıkların mutlak hakkındaki duyguları ve
kabulleri o oranda kapsamlı gelişmeler gösterecektir.
Durum
böyle olunca, ALLAH hakkında Yeni Ruhçuluk anlayışıyla ALLAH hakkında;
büyüklük, küçüklük, iyilik, kötülük, bilicilik, bilmeyicilik gibi, sürekli
zıtlarıyla oranlanan eksik sıfatlardan hiçbirinin söz konusu olmayacağına emin
bulunuyoruz. Bizim O’nu takdir etmekteki bu aczimiz O’nun mutlak değerini ne
büyültür ne de küçültür; bundan da bize ne bir ödül ne de bir cezalandırma
gelir. En yoğunundan başlayarak, tüm maddesel nitelikleri O’ndan sırasıyla
soyutlayabilmemiz, bizim gelişmiş düzeyimize uygun kazançların sonuçlandırdığı
bir sorumluluk olur.
4) Yaratma, bizlerin düşünme ve duyarlılık yeteneğimizin
dışında kalır. “Yoktan var olma” sözü bizim ebedîyen anlayacağımız anlamları
içerir. Biz yokluğu hiçbir zaman idrak edemeyiz ki, ondan var olma durumunu
düşünüp duyabilelim. Bundan dolayı, “ALLAH evreni yoktan var etmiştir.”
derken, ne kadar düşünmeden ve duymadan konuştuğumuzu kabullenmemiz gerekir.
5) Şu halde, “ALLAH; yaratılmışların nasıl ve ne zamandan
beri yaratmış bulunuyor?” gibi sorularının yeri yoktur. Bu soruların
yersiz oluşunun başlıca üç bakımdan kendini gösterir: Birincisi, bizim
düşüncemizin en yüksek tertipteki yaratıcılık özelliği görecelidir. Oysa
Mutlak, görecelik kabul etmez. Bu sözümüzün yanlış anlaşılmamasını dileriz:
Burada biz, “ALLAH yaratmadı” demek istemiyoruz. Yaratmak ve yaratmamak
özellikleri bize göre varsayılan (gerçek olmayan bir yaratılış konusunda da
görecelidir; bundan dolayı da ALLAH’ a dayandırılmaz diyoruz.) Daha doğrusu,
insanoğlu yaradılışın anlamını anlayamaz ve hiçbir şekilde de ifâdeye koyamaz
diyoruz. İkincisi, yaratmak, yoktan var etmek olduğuna göre, içeriğini
anlamaktan âciz bulunduğumuz bir konunun nasıl ve ne zaman ortaya çıkmış
olduğunu sorup öğrenmeye zorunlu olarak
bir olanak düşünülemez. Üçüncüsü, Mutlak’a hiçbir şey
ilişkilendirilemeyeceği gibi, zaman ve amel de ilişkilendirilemez. Bunların
hiçbirisi ile O’nun bağlantılandırılması söz konusu olamaz. Bu düşünceyi
atlamak kişiyi, üç buutlu âlemimizin gereklerinden olan zamanla ve iş görünümü
şekilleriyle Mutlak’ın sınırlanması, kayıtlanması ve bağlanması gibi büyük
kusurlu bir yola sokar. Oysa bu, zaman ve iş görünümü kavramları bize ebediyet
kadar uzun ve büyük görünen üç buutlu âlemimizin daha birkaç adımlık ilerideki
yollarından bile kendilerine vermiş olduğumuz tüm değerlerini yitirmeye başlar.
Unutmayalım ki, bu alemimiz, ebedî evrenler içinde ebedî olan küçük bir
evrenin, bir madde evreninin değerlendirmede âciz olduğumuz derecede küçük ve
önemsiz bir köşesidir.
6) Demek, ‘ALLAH; bizlerce sözü bile edilemeyecek
şekilde ruhları yaratmıştır, onlara vücut vermiştir…’, gibi çok noksan
ve kusurlu bir ifâdeden başka bir söz söyleyebilecek durumda değiliz.
7) Ruh, tesirlilik kudreti olan şuurlu bir varlık olmakla
beraber, onda gizli tüm nitelikler bizim bildiklerimiz ve anlayabildiklerimizle
sınırlı değildir. Ruhun melekeleri, madde evrenindeki maddesel bağları oranında
kararmış ve gözden kaybolmuş durumdadır.
8) Ruhlar madde evreninde tekâmül ettikçe, yani; görgü ve
deneyimleriyle maddeler üzerindeki tesirlilik kudretlerini kullanabilme
olanaklarını genişlettikçe, bünyelerinde potansiyel olarak bulunan “yüksek”
melekeleri yavaş yavaş gelişme zemini bulur. Bu olguya paralel olarak da madde
esâretinden kurtulur. Örneğin, bir bitkinin ruhunda “ruhsal” diyebileceğimiz
pek az şey gelişebilir. Bu da daha çok; edilgen (pasif) bir yaşam tezâhüründen
ibârettir. Onda irâde ve imajinasyon melekleri görülmez ama onun ruhunda, öteki
tüm melekeleri gibi, irâde ve imajinasyon melekesi de gizli bir potansiyel
olarak bulunmaktadır. Nasıl ki, birlik aşamasında sonraki gelişim aşamalarında
(hayvanlık aşamasında) irâdenin ve (beşeri aşamada da) imajinasyonun ortaya
çıkışını görüyoruz. Bunlar birbirinin yerini tutan, birbirine evrilen melekeler
değildir, birbirine eklenen ve ruhun maddeler arasında ortaya çıkan
melekeleridir. Tüm bu melekeler, ruhun maddeler üzerindeki tesirlilik kudretini
kapsamlaştırabildiği, yani görgü ve deneyim birikimiyle daha “yüksek”
maddesel etkinlik olanaklarını elde ettiği oranda gelişmektedirler.
Bununla
birlikte, ruhun olgunlaşması beşeri aşamada son bulmadığından; onun daha yüksek
durumlarla geçişinin zorunlu bir sonucu olan, aynı zamanda da gittikçe “yüksek”
hallere geçişini zorunlu kılan bilmediğimiz “yüksek” tertipte nice
melekeleri daha, madde evreninden görünür hale gelecektir ki, onlar bugün insan
hâlinde tanıdığımız varlığı yarın, birçoğumuzun ancak “ilâhi” olarak kabul
ettikleri “yüksek” kudretler içinde bize tanıtacaktır.
9) Ruhların tekâmülü zorunludur. Çünkü onların maddelerle
bağımlılıklarının amacı, kendilerinde potansiyel olarak bulunan, maddelerle
ilgili tüm melekelerin yavaş yavaş (tedricen) ilerleyerek ve gelişerek
tesirlilik kudretlerini madde evreninde de serbestçe gösterecek bir duruma
getirmektir.
10) Tekâmül, ruhların; ancak, madde evreniyle olan ilişki ve
etkileşimleri bakımından söz konusudur. Daha doğrusu tekâmül, İlâhî İrâde
Yasaları gereğince ebedî olması gereken ruhlar ve madde ilişkilerinin, gene bu
yasalara her noktasında uygun bir durumda gelişmiş olmasıdır. Bundan dolayı
biz, madde evreniyle olan ilişkileri dışındaki nasıl ruhun hiçbir varlığı ve
hiçbir etkinliğini idrak edemiyorsak, öylece onun madde evreni dışındaki
tekâmülü de bizce söz konusu olamaz. Şu halde ruhların tekâmülü demek, onların
maddelerle olan ilişkilerinin tekâmülü demektir. Bunun da anlamı şudur: Ruh,
madde evrenine bilgisi ile girer; ancak bu bilgisine ve kendisinde potansiyel
olarak bulunan tüm melekelere rağmen, evren üzerindeki egemenliğini, yani
tesirliliğini tam bir olgunlukla gösterecek durumda değildir. Çünkü o, bu
etkinliği göstermek için gerekli olan görgü ve deneyimden yoksundur. İşte o, bu
görgü ve deneyimini arttırmak ve madde evreniyle ilgili tüm melekelerini
kullanmak konusunda ruhsat sâhibi olmak için bu evrenin her türlü madde
alemlerine bağlı olarak bir süre tutsaklık (esâret) hayatı geçirir ve bu sırada
maddesel oluş durumlarını belirleyen yüksek doğa yasalarının tüm gerekleri
içinde bir süre yaşar, yoğrulur. Bu ruhun seve seve kabul ettiği tekâmül
yoludur.
11) Demek ki, ruhlar görgü ve deneyimlerini arttırmak için
madde evrenine zorunlu olarak bağlanır. Bu durumu zorunlu kılan İlahi İrade
Yasaları; daha doğrusu, bu yasaların gereklerine “susamış” ruhun kendi
oluş hâlidir. Görülüyor ki, ruhların maddelere bağlanması bir neden (illet)
değil, sonuçtur ve bu sonuç ruhları olgunlaşma hedefine ulaştırıcı bir araçtır.
İşte Yeni Ruhçuluk düşüncesi, kasik deneysel ruhçuluk (spiritizm) izleyicilerinin
(mensuplarının) bir çoğundan, bir çok skolastik ruhçu felsefe düşüncesi
sahiplerinden ve özellikle de kadîm Hindistan’dan Budizm’den kaynaklanan birçok
dinsel ve felsefi yaklaşımlardan bu şekilde ayrılır. Çünkü bu yaklaşımdan ruhun
tekâmülünü maddesel bağlarda koparmakta arar. Ayrıca, bunlara göre maddesel
bağlar; bir gelişim aracı değil, geriliğin / gelişmemişliğin bir nedeni
sayılır. Bundan dolayı da asıl amaç ve ruha götürecek biricik yol, bu bağlardan
onu kurtarmaktır. Ruhun ebedi mutluluğa ve huzura kavuşması sadece bu bağların
koparılmış olmasıyla olanaklı görülür. Böyle bir görüş ve düşünüş şekli bir
sonuç halinde doğru olmakla beraber, amaç bakımından insanı çok tehlikeli ve
zararlı yollara götürebilecek kadar kusurludur.
12) Maddesel bağlantıları neden ve bu nedenden kurtulmayı da
amaç kabul eden bir düşünce şekli; ruhları, doğal olarak pasif ( edilgen) bir
hayata sürükler ve doğal olarak bu durum onların deneyim ve görgü
etkinliklerden uzaklaşmasını zorunlu kılar. Bunun sonucu olarak, tekâmülün asıl
amacı, yâni ruhun maddeler üzerindeki tesirliliğinin gelişimi ve artması ile
evrende İlâhî İrâde Yasaları’nın uygulanması ile ilgili etkinliği kazanması
olanağı daralır. Nasıl ki bu düşünceler; bugün Hindistan’da ve kökenini bilerek
/ bilmeyerek oradan almış bazı mistik çevreler de bir takım anlamsız ve zararlı
nefs kırma çalışmaları (riyâzetler) hiçbir etkinlik amacına yönelik olmaksızın
zorâki bir şekilde nefse uygulanan sıkı mahrumiyet pratikleriyle, maddeden
uzaklaşmayı hedefleyerek uğraşan, ondan nefret hisleri duymaya çalışan ve
dolayısıyla da toplumsal yaşamda; tembel, işsiz, atıl ve edilgen hatta asalak /
parazit bir durumda kalan birçok bireyler hazırlamış, daha doğrusu onları
uyuşturarak, kendileri için gerekli ve zorunlu olan etkin yaşamdan
uzaklaştırmıştır.
Dar
anlamdaki fatalizmaya (1) inanan tüm düşünceler hakkında da aynı şeyler
söylenebilir. Gerek maddeden uzaklaşmayı hedefleyen mistik düşünceler, gerekse
varlıkların sorumlu oldukları tüm etkinlikleri ALLAH’tan bekleyen ve kendi şahsiyetine,
etkin değerlerine ve giderek vazifelerini yadsıyan dar fatalist yaklaşımlar
bireylerde oluşturmuş oldukları uyuşuk hallerinden başka, bu yaklaşımları
besleyenlere karşı ayaklanan ve her şeyi yadsımakta arayan Âdemci materyalizme
cesaret vererek de ayrıca tekâmül yollarında ruhların ilerlemelerini
güçlendirici tepkilere neden olmuştur. Oysa, Yeni Ruhçuluk anlayışına göre; ne
madde düşmanlığı besleyene ne de fatalist olmaya gerek vardır. Ruhların hedefi
başka yerdedir ve o yere giden yollar çok geniş ve sonsuzdur.
13) Ruhun madde evreni
ile ilişkilerindeki (“bağılılıklarındaki” değil) durumun
gelişiminde aradığımız tekâmülün hedefini haklı olarak düşünür ve araştırırız.
Yaratılmışların göreceli oluşu, onların yönetilmesi sonucunu beraberinde getirir.
Yönetim, belli bir düzen içinde olur. Düzen de, bir takım yasalarla kontrol
altına alınmıştır. Yasasız düzen ve düzensiz yönetim olmaz.
Tezâhürat
ortamının düzeni, İlâhi İrâde Yasalarıyla sağlanır. Bu yasalarla belirtilen
düzen görecelidir. Bu durum onların birbirine göre olan şuurlu tesir ediciler
tarafından uygulama alanlarına çıkarılmalarını gerektirir. Çünkü mutlak olan
Yaradan’la hiçbir varlığın karşılaştırılamayacağı kesindir. O halde biz şimdiye
değin çok kez düşünüldüğü gibi, ALLAH’ı göreceli ve sürekli değişerek yinelenen
olaylar içinde bir işçi gibi çalışan etkin bir öge ya da etmen olarak Mutlak
ile uzlaştırılması mümkün olmayan bir durumda kabul edemiyoruz. Herhangi bir
zorunlulukla böyle düşündüğümüz anlarda; kuşkunuz olmasın ki, sakınılması
mümkün olmayan beşeri bir zaafa kapılmışızdır.
Durum
böyle olunca, evren İlâhî İrâde Yasaları kapsamında olmak üzere, ruhlar
tarafından yönetilir ve yönlendirilir. Ruhlarında bu işi başarabilecek duruma
girmeye gayret göstermeleri bu durumun doğurduğu zorunluluklardan biri olur.
Demek oluyor ki ruhlar, olgunluk dereceleri oranında evreni yönetip
yönlendirmenin sonu olmadığı gibi, ruhların tekâmüllerinin de sonu yoktur.
14) Bu sonsuzluk, Yeni
Ruhçuluk anlayışına göre bir takım mistik ve dogmatik kesimlerin inandığı gibi,
bizi; ruhların bir gün ALLAH olacakları ya da herhangi bir şekilde ALLAH ile
iletişim kurabilecekleri düşüncesine hiçbir zaman götürmez. Çünkü bunun çok
açık nedenleri vardır:
Birincisi; ALLAH mutlaktır. O hiçbir şeye göre ilişkilendirilemez.
Ruhlar ise görecelidir ve ilişki ve etkileşimlerin gereklerinden kendilerini
hiçbir zaman kurtaramazlar. Günün birinde ruhların görecelikten kurtulup Mutlak
ile bir araya geleceklerini, O’na ulaşacaklarını bir an kabul etsek, onun
önceki göreceliğini ve oluş durumlarını yadsımış olmamız gerekir ki, bu hareket
bizi mantıksızlığın ve düşüncesizliğin en son sınırına götürmüş olur.
İkincisi; Mutlak hakkında ezeliyet ve ebediyet gibi zaman
kavramları söz konusu olamaz. Oysa ruhlar oluşları bakımından, kendilerini bu
kavramlardan kurtaramazlar.
Üçüncüsü; ALLAH, kemâlinde (olgunluk) mutlaktır. Mutlak kemal
hakkında dereceleme söz konusu olamaz. Oysa ruhlar tekâmül (olgunlaşma)
yolundadır. Bundan dolayı ruhların olgunlaşmaları sınırsız derecelerle birbirinden
ayrılmaktadır. Böylece gelişim durumunda olan varlıkların mutlak olgunluk
durumuna ulaşmaları, bu bakımdan söz konusu olamaz.
Dördüncüsü; Mutlak olan ile birleşmek, O’na yaklaşmak/ uzaklaşmak
vb. gibi kavramlar görecelidir ve hakikat değildir.
Beşincisi; Hilkat (yaratma) Yaradan’la ilgili mutlak realitedir.
Yaratmayı (“yoktan var etme” anlamında) hiçbir şekilde ve hiçbir zaman
bizim göreceli anlayışımıza göre Yaradan’dan ayrılmak söz konusu olamaz. Bunu
yaptığımız anda; Mutlak olanı ve dolayısıyla “yoktan var etmeyi”( halk
etmeyi) yadsımış oluruz.
Göreceli
yaradılışı Mutlak Yaratıcılık ile bir tutamayız. Şimdi, şu ilkel sezişimizle,
birbirinin zorunluluğu olarak kabul etmek zorunda kaldığımız bu durumlardan
birini ortadan kaldırmakla ötekisini yadsımış duruma düştüğümüzü görürüz. Bir
an için, bunların aynı şey olduklarını kabul etmek, onlardan birisinin o anda
yokluğunu düşünmek olur. Şu halde, Yaradan ile yaratılmışı birleştirmek; ya
Yaradan’ı ya da yaratılmışı yadsımak demektir ki, her iki durumda da ALLAH
yadsınmış olur.
Altıncısı; Yaradan determinizm ile sınırlı (kayıtlı) değildir. Oysa
ruhların mukadderatı determinizme bağlıdır, determinizmle belirlenir.
Yedincisi; Söz olarak Yaradan ile kavuşmayı kabul ettiğimiz anda
açıklanması ve bağdaştırılması mümkün olmayan bir yığın çelişkiler ve
anlamsızlıklar içinde kalırız. Örneğin, a) Yaratma (halketme) fikri ortadan
kalkar, b) ruhların şahsiyetleri yok olur, c) İlliyet İlkesi esassız ve boş bir
kuruntudan ibaret kalır, d) Tüm yaratılmışlar ve gözle görülür şeyler alemi
uydurma bir kavram haline gelir, e) Tezâhürat âleminin hikmeti / felsefesi
kalmaz, f) Nihâyet, tekâmül fikri boş bir efsane durumuna düşer.
Oysa
bu saydıklarımız öyle gerçek olgulardır ki, bunları yadsımakla tüm varlığımızı,
evreni ve dolayısıyla bunları halk eden Yaradan’ı yadsımış oluruz. Çünkü,
yukarıda da belirttiğimiz gibi; Yaradan’ı yaratılıştan, yaratılışı da
Yaradan’dan ayıramayız.
Bir
ruh, “yükseldiği”
oranda, kendi varlığındaki ilâhi titreşimleri, ne olduklarını ve içeriklerini
anlayamaksızın duyumsayabilir. Bu durum o kadar belirginleşir ki o, bu
titreşimlerin yüksek sarsıntıları içinde kendini tamamıyla yitirir. Ruhların
kendi içlerinden kaynaklanan bu ilâhî titreşimlere dayanabilmesi ancak olgunluk
derecesinin yüksekliği oranında olasıdır. Zâten onlarda bu titreşimler olgunluk
derecelerine göre oluşur / ortaya çıkar. Ruhların olgunluğu da sonsuz ve
sınırsız olacağından, duyacakları bu ilâhi titreşimlerin kendi varlıklarındaki
gelişimi de sonsuz ve sınırsız bir gelişim çizgisi sergileyecektir. İlâhî
titreşimlerin yüksekliği ruhta arttıkça, ruh; bugün aklımızın her alan
dışındaki sonsuz olanaklar ve oluş halleri içinde, sonu gelmeyen mutlulukları
ve tesirlilik kabiliyetlerini kamçılayıcı ilham ve zorlamaların etkilerini
duyacak ve gittikçe hızını arttıran ama asla son bulmayan bir “yükseliş”
ile yaratılmışlar içindeki olgunluğunu ve etkin varlığını idrak edecektir.
İlâhî
titreşimler bizim “içimizde” doğan ve “yükselmemize” paralel olarak artan
birçok çeşitli izlenimler ve duygular oluşturur. Bu izlenimler ve duygular
olgunluğumuzu vasıflandıran sübjektif bir hâlettir. Bundan dolayı, her ruhta bu
ilâhî titreşimlerin ortaya çıkmış ya da henüz çıkmamış şekilleri vardır. Ruhlarında,
bu yoldaki gelişime henüz ulaşmayan kimseler Tanrı fikrinden hiçbir anlam
çıkaramazlar. Bu gelişimde pek az yol kat etmiş olanlar ise O’nu ancak çok
belli belirsiz bir takım karışık duygular içinde duyumsarlar ve bu duygularda
çoğunlukla baskın olan etmen korkudur.
Bununla
birlikte ruhlar tekâmül ettikçe, bu duygu kompleksine yeni yeni hisler
(özellikle de sevgi hissi) karışır. Bir an gelir ki, sevgi duygusu, söz konusu
kompleksin başat ögesi olur ve sonunda duygu kompleksi tamamen yerini gittikçe
saflaşan ve berrak bir hal alan sevgiye bırakır. Bu duygunun, dünyamızda
varılabilecek en son mertebesi (pek az kimsenin dayanabileceği) kavuşma
(vuslat) hâlinde kendisini gösterir ki, maddesel varlığımızın, bu durum, en son
dayanma noktasını oluşturur ve beşeri beden, kim olursa olsun, bundan
ilerisindeki duygulanmalara dayanamaz.
Bununla
birlikte, hiç kuşku yok ki, ruhun tekâmülü ebedî oldukça , bu titreşimlerin
ruhtaki gelişmeleri de ebedîyen sürüp gidecektir. Sevginin bizim dünyamızda
varılabilecek en son haddi (sınırı) olan derecelerine yaklaşmış olanlar, eğer
görgü ve deneyimlerinde yaklaşmakta oldukları derecelere henüz noksanlık içinde
bulunuyorlarsa; bu durum gerçek anlamıyla bir kavuşma (vuslat) olarak kabul
edilip, Tanrı ile birleşmiş olduklarını, samimi olarak zannedebilirler. Hatta
bu durum kendilerini Tanrı sanmalarına bile neden olabilir (2).
Şu
halde, maddesel olanaklarımızın gereklerinden dolayı en hafif şekillerinde bile
kendimizi bize kaybettirecek kadar şiddetli duygular oluşturan ilâhî titreşimlerin
içeriklerini şimdiden tasavvur bile etmemize olanak yoktur. Çünkü bunlar
düşünce ve duygu sınırlarımızı aşar. Bununla birlikte, her alanda haddimizi
aşan zorluklar sonsuzluk içinde böylece sürüp gidecektir. Şöyle ki, sürüp giden
yükselmemizin herhangi bir aşamasında, başımızı arkaya çevirip bakınca, ilk
zamanlar içimizdeki varlıklarına dayanamayacağımız yüksek titreşimlerin yeni
duygularımızın yanında ne kadar sönük ve yetersiz kaldıklarını anlayabileceğiz.
İşte sürekli olarak olgunlaşmamızla baş başa giden bu sezişlerin ve
anlayışların sonsuzluk içinde birbirini izlemeleri belki de ruhumuzun en gerçek
mutluluğunu oluşturacaktır.
İşte
Yeni Ruhçuluk görüşü ile “ALLAH’a yaklaşmayı” biz ancak bu
anlamda kabul edebiliriz. Bize göre bu öyle bir “yaklaşma” dır ki, aslâ
sonu gelmeyen bir sevginin, kudretin, etkinliğin ve kimbilir daha nelerin
kaynağı olarak ebedî bir ideal olacaktır.
16) Ruhun tekâmülü, madde evreniyle olan ilişkilerin
gelişimiyle ilgili olunca, bu ilişkilerin ebediyet içinde kesilmemesi
gerekecektir. Çünkü bu ilişkilerde tamamlanmış olmak, İlâhî İrâde Yasaları’nı
kusursuzca uygulamaya gücü kuvveti yetecek duruma girmek demektir. Bundan da
maksat, ruhların; ilâhî düzeni doğada kendi olanakları oranında yürütebilecek
birer birim olarak vazifeler almaları ve onları benimsemiş olmalarıdır.
17) Ruhların madde evreni “içindeki” tekâmülleri bir takım
süreçler içinde olur. Bu süreçler de, onların içinde yuvarlandıkları maddeler
üzerindeki tesirlilik becerilerini ilâhi düzene uygun olarak uygulama alanına
çıkarabilmek için doğa yasalarının tüm gereklerinde fiilen yaşamış olmaları
esasına dayanır. Bunun için ruhlar, maddenin en ilkel durumlarından en gelişmiş
durumlarına dek düzenlenmiş tüm âlemlerde kendi gelişim gereksinimlerine göre
bir süre yaşarlar. Bu şekilde onlar, her maddesel durumda, her maddesel aşamada
ve her maddesel gereklilikte yoğrularak “yuvarlanarak” görgü ve
deneyimlerini artırmak olanağını bulurlar.
18) Üç buutlu âlemimizin sonsuz madde evrenimizin oldukça geri
bir aşamasıdır (3). Bununla beraber, bu ilkel aşama bile bize bir ebediyet
kadar uzun görünen zaman içindeki sonsuz maddesel oluş olanaklarını içerir. Bu
âlemde birçok uzaysal obje vardır. Bu uzaysal objelerin her biri henüz o
uzaysal objelere görgü ve deneyimlerini tamamlamamış bir ruh varlığı için bir
dev kadar büyüktür. O ruh ( hele oradaki ilk deneyim aşamalarındayken) enkarne
varlık akıllı bir şuurla içinde bulunduğu ortamı bile idrak edecek durumda
bulunamaz. Şuur, irâde ve imajınasyon gibi ruhun melekelerini o dünyadaki ya da
ona benzer başka dünyalardaki deneyim ve görgünün artması oranında gelişir.
İşte ruhlar, tüm tezâhürat ortamında İlâhî İrâde Yasalarının gereklerine uygun
şekiller ve durumlar vermek kudretini kazanacak melekelerinin geliştirecekleri
ana değin uzaysal objelerdeki deneyim ve görgülerinin artmasına çalışırlar.
19) Bu durum ruhların bir uzaysal objede ya da uzaysal
objelerden oluşmuş sistemlerde, tekrar tekrar yaşayıp, yavaş yavaş ilerleyen
(Tedric Yasası) bir eğitimden geçmeleri gereğini ve zorunluluğunu doğurur.
20) Üç buutlu âlemin uzaysal objeleri aynı doğal koşullara
sahip değildir; bunlar birbirinden çok farklı ve belirgin değişikliklerle
birbirinden ayrılır. Birbirine benzeyen uzaysal objeleri bir grupta ele almak
olasıdır. Örneğin; Dünya, Ay, Mars vb. böyle doğa koşulları birbirine benzer
bir grubu oluşturabilir. Oysa; Güneş, Merkür, Pluto vb. gibi başka gök
cisimlerindeki doğal koşulların dünyamız grubundakilerden fazla uzaklaşmış
olması, onların ayrı ayrı ve ortak özelliklere sâhip başka gruplar halinde ruh
varlıklarına enkarnasyon ve yerleşim alanı olmasını gerektirir. Böylece, bizim;
kaç tane olduklarını tahmin bile edemeyeceğimiz uzaysal obje gruplaşmaları /
sistemleri üç buutlu âlemimizi doldurur.
21) Her grupta tekâmül eden ruhlar, o gruptaki uzaysal
objelerin gereklerine uygun aynı hedefe yönelik başka bir tekâmül yolu
izlerler. Bir ruhun üç buutlu âlemde tekâmül edebilmesi için tüm bu uzaysal
obje gruplarındaki tekâmül yollarından geçmesi de şart değildir. Her hangi bir
uzaysal objeler grubu yolu ile ruhlar kendilerinde bulunan üç buutlu âlemle
ilgili tesirlilik kudretlerini tamamlatmak için gerekli melekelerini
geliştirmek olanağını bulurlar. Her yolun kendine özgü maddesel oluş hâli
vardır: Örneğin, dünyamızın da içinde bulunduğu gruptaki gelişim aşamaları;
bitkiden hayvana, hayvandan da insana doğru olduğu gibi, Güneş’in ya da
Merkür’ün ya da herhangi başka bir uzaysal objenin dahil olduğu gruplardaki
yaşam şekilleri de bilmediğimiz ve bambaşka şekillerde ve o uzaysal objelerin
doğal koşullarına uygun olarak sürüp gider.
22) Şu halde, evrende her yer yaşanabilir/oturabilir
durumdadır(meskûndur) ve her yerde o yerin gereklerine oluş koşullarına ve doğa
yasalarına uygun şekilde gelişen enkarne ruh varlıkları vardır. Maddesel
evrende, maddesel zerreden arınmış boş bir yer yoktur. Dahası ruhların
tesirliliği dışında kalmış tek bir zerre de yoktur.
23) Tüm gruplaşmış olan bu sayısız tekâmül aşamalarını, çok
çeşitli alemlerde tamamladıktan sonra, üç buutlu âlemde, ruhlar işlerini
bitirmiş ve oralardaki maddesel olaylara egemen bir duruma girmiş olurlar. Bu
andan başlayarak ayrı ayrı yollardan gelen ruhlar, simgesel bir söylem ile “dört
buutlu” dediğimiz daha yüksek ve esaslı değişimler geçirmiş maddesel
düzenlemelere sahip bir âleme girerler. Onlar bu âlemde gene sonsuz olan ayrı
ayrı tekâmül olanakları içinde irâdeleriyle ve tekâmül gereksinimlerine göre
belki tekrar ayrılacak yollarına devam etmek üzere birleşirler. Böylece arası
kesilmeden sürüp giden ve her biri ebedi gibi görünen madde âlemlerinin
sayıları sonsuzdur ve evrenimiz bunlardan oluşmuştur.
24) Dünya adını verdiğimiz bu uzaysal objenin de içinde
bulunduğu gelişim okulu olan öteki uzaysal objeler oldukça geri bir gelişim
aşamasını oluşturur. O kadar ki, burası hemen hemen; hayvanlığın insanlığa yeni
ayak basmış olduğu yerlerden biridir. Bu bakımdan, burada; hayvanlıktan
ayrılıp, başka bir uzaysal objede kısa bir gelişim devresi geçirdikten sonra,
insanlığa ayak basmış (beşeri) varlıklar vardır.
25) Görülüyor ki, dünyamızda henüz hayvânî duygu ve
arzularının kuvvetli izlenimlerini taşıyan varlıkların sayısı pek çoktur. Bu
gruptaki uzaysal objeler “yükseldikçe” onlarda egemen olan
böyle geri durumlardaki haller ortadan kalkacak ve sonunda üç buuttaki ideal
gelişim düzeylerine ulaşmış varlıklara mesken olan uzaysal objeler, üç buutlu
âlemin en yüksek gelişim ortamları (okulları) arasında bulunacaktır.
26) Bundan dolayı tekâmül derece derecedir (gradual) ve bir
alt dereceden daha yukarı (bir üste) çıkmak için ruhun varlığının belli bir
uzaysal objede (örneğin dünyamızda tekrar tekrar maddesel koşullar içine girip
çıkması ve yaşaması zorunluluğu vardır. Çünkü bir tek gelişim ortamında bile
elemanları / öğeleri arasında birçok maddesel durumlar ve bu durumların
gereklerinden doğan ve toplumsal yaşam koşulları vardır. İşte bu koşullar
içinde; ruh varlıklarının “aşağıdan yukarıya” doğru, yani
gelişir / olgunlaşır bir şekilde yükselerek yaşaması zorunludur.
27) Şu halde, ruh varlıklarının bir dünyada tekrar tekrar
doğarak, onun maddeleri içine “girip çıkması” gereği vardır ki,
buna biz yanlış olarak “bedenlenme, bedenden ayrılma”
(enkernasyon, dezenkarnasyon); yani “ete girme, etten çıkma” tekrar “ete
girme” vb. halleri diyoruz. Bu yanlıştır çünkü ruh varlıklarının
uzaysal objelerde kullanmak zorunda kaldıkları maddelerin et türünden olması
yalnız insanlara ve hayvanlara özgü bir vetiredir. Bitkilerde et yoktur, benzer
şekilde başka uzaysal objelerdeki varlıkların bedenleri o ortamların
maddelerine uygun olduğuna göre, bunlarında bedenlerinin et türünden olmaması
gerekir. Örneğin, güneşteki varlıklarda olduğu gibi…Bununla beraber şimdiye
değin kullanılıp gelmiş olan “bedenlenme” (ete girme) sözcüğünü
değiştirmek istemedik ve yanlış olan anlamını sürekli olarak göz önünde tutmak
koşulu ile değiştirme de gerek görmedik.
28) Tekrardoğuş vetiresinde izlenen amaç, ruh varlıklarının,
dünyadaki herhangi bir madde oluşumuyla ilgili gereklerde fiilen yaşadıktan
sonra daha yüksek düzeydeki madde gereklerinde de yaşamaya kendilerini
hazırlamalarıdır.
29) Tüm bunlardan dolayı tekrardoğuş, derece derece ve
olgunlaşarak “aşağıdan yukarıya” doğru zorunlu olarak olup duran bir
ruh–madde ilişkisi hâlinin tamamlanmasını sonuçlandırır. Buna göre bitkinlik
durumu gene kendi âleminde derece derece (tedricen) “yüksele yüksele” hayvanlık
düzeyine geçmiştir. Bundan dolayı, bunların herhangi bir nedenle; geri
dönmesine olanak olmadığı gibi, bunun gereği ve anlamı da yoktur.
30) Şu halde, bazı klasik düşünce sâhiplerinin kabul ettikleri
tenâsüh fikri klasik deneysel ruhçuluk kanaatince olduğu gibi, Yeni Ruhçuluk
kanaatince de kabule değer değildir.
31) Ruh varlıklarının tekrar tekrar doğuşları sırasında
seçtikleri beden ve yaşam koşulları keyfi ve rastgele arzulardan doğma bir
irâdeyle karar verilmiş ya da zorla kabul ettirilmiş değildir. Bunlar İlâhî
İrâde Yasaları’nın gereklerine uygun bir nedensellik hükmünce ve ruhların
tekâmül dereceleriyle ve tekâmül gereksinimleriyle uyumlu olarak; ya bir ruhun
olanakları oranında kendi seçimi ile, ya da daha yüksek düzeydeki rehber
ruhların önerileri yönünde belirlenir.
32) Bir yaşamın deneyim ve görgülerindeki başarı, doğrudan
doğruya bir sonraki yaşamı hazırlamaz. Ancak bu başarı ya da başarısızlıktan
doğan sonuçlar, yâni ruhun madde evrenindeki tesirlilik olanaklarını
genişletecek ve büyük hedefe kendisini yaklaştıracak melekelerin gelişip
gelişmemiş olmasıdır ki, gelecek yaşamın koşullarını hazırlayan etmenler
arasında bulunur. Bu ayrı iki fikirde ince bir görüş farkı vardır. İnsanın bir
deneyimden başarılı ya da başarısız çıkmasının doğrudan doğruya sonuçlarını
düşünmek de bir ödül ya da cezalandırma fikri vardır. Oysa, başka bazı
düşünürlerle birlikte biz böyle bir şeyin kabulüne taraftar değiliz. Ancak,
dünya deneyim ve görgülerinde başarılı olmak / olmamak o görgü ve deneyime
girmeyi gerektiren amacın gerçekleşmiş ya da gerçekleşmemiş olmasını
sonuçlandırması bakımından ikinci ve bir sonraki yaşamı hazırlayıcı bir etmen
olabilir. Görülüyor ki, burada bir ödül ya da ceza fikri değil, bir
determinizma fikri söz konusudur.
33) O halde, tekrardoğuşta determinizm geçerlidir. Konunun
büyük araştırmacılarından Allan KARDEC’in batılı fikir yaşamına yaymak istediği
şu kuralı burada yinelemekte yarar görüyoruz: Bir yaşamın sonucu gelecek yaşamı
hazırlar ve bir yaşam, bir önceki yaşamın sonucudur.
34) Durum böyle olunca, bir yaşamda her ruh varlığının
yapmakla sorumlu olduğu kendi gelişim gereksinimlerine göre belirlenmiş /
belirmiş bir takım işleri vardır. Burada enkarne varlıkların bunu biliyor ya da bilmiyor olması; bu işlerin değerini,
gereğini ve sonuçlarını ne azaltır, ne çoğaltır, ne de ortadan kaldırır.
Bitkiler hayvanlar gibi, benzer şekilde hayvanlar da insanlar gibi determinizme
(İlliyet İlkesi’ne) bağlıdır. Tüm bu varlıklar da, determinizma bağlamında
birbirine bağlı yaşam koşullarına tabi olarak tekrar tekrar dünyaya gele gide “yükselirler”.
Görülüyor
ki, bir kimse bilerek, nasıl kendi cinsinden birinin çenesini yumruğu ile
dağıttı için bir sonraki yaşamında örneğin kolsuz olarak yaşamak durumunda
kalırsa, bir beygirin tekmesiyle bir zavallının suratını dağıttığı için gene
örneğin bir sonraki yaşamında bir fok olarak yaşaması zorunluluğunu onun bu
işteki şuursuzluğu ortadan kaldırmaz. Çünkü her iki durumda da cezalandırma
fikri söz konusu olmadığından ve bu “gelişler” yalnız İlliyet İlkesi ile
belirlenmiş olduğundan, başkalarını yumruklamayı / tekmelemeyi sonuçlandıran “ruh
eksikliği” ni tamamlamak gereksiniminden ne bu insan, ne de beygir
kurtulmuş olamaz.
35) İnsanlık durumunda ortaya çıkan şuurun büyük yararı vardır
ve bu yararı idrak edenler mutlu olur. Bu yarar, insanın geçirdiği tüm gelişim
planlarındaki İlliyet İlkesi’ni tanımış olmasıdır.
36) İlliyet İlkesi’ni tanımış olan tuh, tekâmül yolundaki
adımlarını önceki aşamadakilerden daha çok çabuklaştırır. Bu devreye girdikten
sonra, ruhun öteki gizli melekeleri, hızlanarak ve daha güvenle gelişmeye
başlar. Çünkü İlliyet İlkesi’ni anlamış ve kabul etmiş ruh, İlâhî İrâde
Yasaları’na ayak uydurmak için daha büyük gayretler sarfeder. Bu gayretler
İlâhî İrâde Yasaları’nın memur ajanlar (Vazifeliler) sırasına seçmek yolundaki
onun yürüyüşünü hızlandırır ki bu da İlâhî İrâde Yasaları’nın gereğidir.
Demek
oluyor ki, bir insan İlliyet İlkesi’nin anlamını ne kadar iyi kavrayabilmiş ve
onun gereklerini ne kadar yerine uygulayabilecek bir duruma girmiş ise, o kadar
“yüksek”
bir insan hâline geçer ve o kadar kuvvetli bir varlık hâlini alır. Böyle bir
varlık ebedi yükselişinde adımlarını o kadar fazla hızlandırmış ve
kolaylaştırmış olur.
37) İnsanın bir yaşamda deneyimlerini başarıyla
tamamlayabilmesi; “tüm yapıp ettiklerini İlâhî İrâde Yasaları’na uyumlandırmış olarak”
formülü ile gösterilebilir.
38) İlâhî İrâde Yasaları’na uyup uymamanın ölçüsü vicdandır.
Her hangi bir fiil ve hareket (etki) karşısında vicdanımızda duyduğumuz en
hafif bir burkulmadan, en acı ve keskin sızılara kadar olan her duygu (tepki)
bize bu yasalardan ayrılmak girişiminde bulunduğumuzu anımsatır. Maddesel bir
anlayış içinde, maddesel tezâhürlerin binbir çeşit aldatıcı, uyuşturucu ve
uyutucu gösterişleri arasında; biz bu sesi, dışarı yansıtmadan ve “geriliğimiz”
oranında da genellikle pek ufak bir gayretle, kendi iç zeminimizde onu
boğabiliriz. Elbette bu hareketimizden de kimseye karşı sorumlu olmayız. Ama
bilelim ki, o sesi yok etmiş olmadık, ancak dünya maddelerinin yoğunluğundan
yararlanarak vicdanımızın sesini o maddelerin baskısı altına gömdük. Bu
maddeler spatyoma geçtiğimiz zaman, doğal olarak ortadan kalkacak ve bu baskı
ortalıkta kalmayacaktır.
Şu
halde, yalnız ölünce değil, hatta dünyadayken bile hipnoz ve somnambülizma gibi
ruhun bazı degajman durumunu hazırlayan ve süjeyi kısmen spatyomun ilk
merhalesinde yaşatan usullerle ruh “serbest” bırakılınca bile; bu
boğulmuş/ gömülmüş haykırışlar yakıcı, şiddetli ve dayanılmaz korkunç çığlıklar
hâlinde ruhumuzun en mahrem yerlerinden fışkırmaya başlar ve kendi içimizde
öyle ıstıraplı bir ortam yaratır ki, biz bu can yakıcı cehennem gibi ortamın
gözyaşları ve azapları içinde uyandığımızı gördüğümüz zaman, gerçeğin sert
çehresi ile karşılaşmış olduğumuzu anlar ve İlâhî İrâde Yasaları’ndan hangi
noktalarda ayrılmak girişiminde bulunduğumuzu dünyada bize anımsatmış olan
vicdanımızdan ne kadar uzaklaşarak bu duruma düştüğümüzü hâletini yaşayarak
idrak ederiz. Birçok kez yaptığımız deneysel çalışmalarda, somnambülizma
durumuna girince; gerek geçmiş, gerek bu yaşamlarında, üzeri küllenmiş vicdan
hükümlerinin tesiri altında kalarak, büyük çırpınmalar / seyirmeler içinde
düşüp, kıvranmaya başlayan pek çok süje gördüm.
Bununla
birlikte, vicdâni hükümlerin ıstıraplı sonuçları olduğu gibi, varlıkları
gelişim yolunda hızlandırıcı etkisi bakımından büyük yararları da vardır. İşte
bundan dolayıdır ki, bu ıstıraptan ve onun getirilerinden yoksun durumda
bulunan hayvanlar elemi gelişim yolunda insanlara oranla daha yavaş ilerler.
39) Bu durum, “geri”
beşeriyet durumunun sonucudur. İnsan üstü (“Kamil insan” ?) duruma yükselmiş
varlıklarda uzun cehitlerle kazanılmış ya da daha doğrusu, geliştirilmiş
vicdandan daha yüksek melekeler tezâhür
etmiştir. Bu melekeler onları böyle başarısızlıkla sonuçlanacak maddesel
mücadelelerden kurtarmaya yarayacaktır. Bu yüce varlıkların İlâhî İrâde
Yasaları ile daha yakından ve belki de doğrudan doğruya karşılaşmış olmaları
gelişimlerini iyice hızlandırır. Onlar bizim cılız ve kolayca boğulabilen
vicdan seslerimiz karşısında yaptığımız gibi, kuşkulu kararlar vermek
tâlihsizliğiyle karşı karşıya kalmazlar. Bu durumdaki ruh varlıkları maddesel
gelişimin en son mertebelerine varmış olmamakla beraber bizlerden çok çok
ileridedirler. İşte dünyaya yeniden yeniden gelişler, bu melekeleri kazanmamıza
yardım eder.
Durum
böyle olunca, aklı başında olan bir insan her gün daha “yüksek” olmanın
çarelerini araştırır. Ne kadar cılız olursa olsun, vicdanının gizli seslerini
örtmeye, küllemeye değil; tam tersine, basiret şuur “mikrofonu” ile onları
daha çok şiddetlendirmeye çalışır. Dahası, henüz yeryüzünde iken, vicdanının
belirlediği yönde yürütmek koşuluyla, görgü ve deneyimlerini arttırabilmenin
dünya gereklerine, koşullarına ve yararlarına uygun bir şekilde hareket etmekle
olabileceğine inanır.
40) Dünyada bedenlenip yaşamaktan amaç, maddelerden tiksinmek
ve olaylardan kaçarak inzivaya çekilmek değildir. Bunun tersine olarak
maddeciliği amaç edinip, onların geçici olgularına taparcasına bağlanmak da
değildir. Hem birinci, hem de ikinci yol aynı derecede sakattır. Bunlar,
dünyaya gelmekteki asıl amaç ve hedefi olumsuz etkiler ve başarısızlıkları
hazırlar.
Yapılacak
iş şudur: Dünyalarda maddeler gelişimin araçlarıdır; bu bakımdan, onlara
bağlanmak ve onların doğurduğu olaylardan kendimizi uzaklaştırmak zorundayız.
Maddeler gelişimin amacı / hedefi değildir. Bu da onlara ancak belirli amaçlar
uğrunda ve o amaçların gerçekleşmesi için bağlanmamız gerektiğini gösterir.
Hedeflenen amaçlar gerçekleşince, maddelere olan bağlar derhal çözülmelidir.
İşte bu gerçeği anlayıp, duyumsayabildiğimiz oranda “yükseldiğimizi” idrak
etmiş oluruz.
O
halde insan, dünyada iyi gördüğü her girişimde bulunmalıdır. Hatta
olasılıklarını düşünerek olaylardan kaçmak bir “gerilik” işareti ve başarılı deneyimleri hazırlayan
koşullara aykırı bir harekettir. Fakat bu şekilde, hata yapmaktan korkarak
girişimlerde bulunmaktan kaçmak ne kadar zararlı bir tutum ise hatalı yollara
bile bile ve özellikle de kötü niyetlerle sapmak; hatayı bir amaç, zevk
edinmek, ondan daha zararlı ve hatta tehlikeli bir iş olur. Doğal olarak bu
tutum da, deneyim yaşantımızı başarısız ve hüsran dolu yollara sokar. Bu
demektir ki hatâ yapmamak niyetiyle ve hatâdan korkmadan iyi amaçlar uğruna
girişimlerden kaçmamak gerekir. Sevabın ve günahın sınırını nasıl
belirleyebiliriz? Bunun yanıtını yukarıda vermiştik. Ama bir kere daha
yineleyelim: Bunu belirlemeye yarayacak ölçü bizim içimizdedir; yâni,
vicdanımızın ta kendisidir.
41) Şu halde, doğru yolu bulmak, iyi insan olmak ve
deneyimlerimizi dünyada başarıyla bitirmek, kısaca; gelişmek için, hiçbir ahlak
hocasına gerek yoktur. Esâsen ayrı ayrı her insanın özel gelişim
gereksinimlerini bilen, her insansın kendine özgü özel yaşamına göre ahlâksal
kurallar koyan bir ahlâk hocasının var olabileceğini düşünmek anlamsız bir iş
olurdu.
Görülüyor
ki, Yeni Ruhçuluk görüşünü anlatırken, okuyucularımıza bir takım faziletlerden,
ahlâk güzelliğini örneklerinden söz edecek değiliz. Bunlarla hiçbir okuyucunun
ruhsal gereksinimlerini karşılamış olmayacağımızdan eminiz. Dahası, bu işi bu
yoldan başlayarak herhangi bir ahlâkçının bulunabileceğine de inanmıyoruz.
Çünkü her varlığım kusurları, eksik yanları, beşerî zaafları ve onları giderici,
tamamlayıcı elemanları / çâreleri ayrı ayrıdır. Bir valık hakkında en ağır
sorumlulukları düşündürebilir ve bunu da dışarıdan kimse beliremez.Bu demektir
ki, dünyada ne kadar insan varsa günah-sevap sınırlarında o kadar değişme
vardır. Herhangi bir varlığın gelişim gereksinimi karşısında yapılan yardımlar,
verilen öğütler başka bir varlığın gereksinimlerini karşılamayabilir ve onun
işine yaramaz.
Bir
kez daha yineliyorum: Kişinin ahlâk hocası; dışında değil, kendi içindedir. Bu
da uyumak bilmeyen; her yerde her an izlediği sahibinin (en ince ayrıntısına
varıncaya dek) tüm gelişim gereksinimlerini ne fazla ne de eksik olmamak üzere
ölçerek belirleyen ve ona göre hükümler veren vicdandır. Onun içindir ki,
kitabımıza başlarken; daha ilk adımda vicdanların bir takım dogmaik ve klasik
bağlardan çözülmesini bir kurtuluş yolu olarak göstermiş ve vicdanı bağlayan
bağların bulunduğu yerde olgunlaşmaya yönelik bir yükselmenin olmayacağını
belirtmiştik.
O
ne büyük bir mutluluktur ve ne büyük bir kazanım ve liyakattir ki, her insanın
rehberi ve kurtarıcısı, kendisinden asla ayrılmayan ve ebediyet boyunca da
kendisine eşlik eden en yakın ve en emin bir yerdedir, yâni kendisindedir. Ama
aynı zamanda, o ne talihsiz ve zavallı bir varlıktır ki, ALLAH’ın kendisine vermiş
olduğu bu en yakın ve sadık dostunu, servetlerin servetini, yâni vicdanını;
körü körüne ve dış âlemin gelip geçici birkaç yaldızlı cicisine kapılarak
çiğner geçer. Bu arada da içinde gittikçe uzaklaşan, ölmeye yüz tutan ezilmiş,
çiğnenmiş vicdan sesinin son yankılarını ancak hafif bir ürperme ile (ve bazen
onu bile duymadan) sanki ruhtan atılması gereken bir kâbusmuş gibi silkinip
atar. Acaba bu durum, tehlikeli fırtınalar içinde denizlere açılan bir
kaptanın, pusulasını kaldırıp denize atmasına benzetilemez mi?
Sevgili
okuyucular, çok konuştum ve olasıdır ki hatâlarım oldu. Ben bir insanım ve her
insan gibi hatadan arınmış değilim ama tüm sözlerimde samimiydim. Gözlemledim,
düşündüm, duydum, duyumsadım ve inandım. Sizlere de gözlemlediğim, düşündüğüm
ve duyumsadığım ve inandığım gibi yazdım. Bunlar benim bugünkü realitemdir,
belki yarın değişir. Fakat ne zararı ve yaşam ebedidir ve bu ebediyet içinde
bizler kim bilir kaç kez yeniden buluşacağız… Gelecek bir yaşamda sizler
arasından yükselen üstün zekâlar bugünkü realitenin ilerisindeki realiteleri
öğretmek için bana ulaştıkları zaman ne kadar mutlu olacağım! Eğer bu kitap, bu
zekâlara beni şimdiden tanıtabilirse, beklediğimden daha büyük hizmeti yerine getirmiş olur.
Çünkü o zaman ben, yeryüzündeki kazançlarımın en büyüğünü elde etmiş olmak
bahtiyarlığımı tatmaya başlarım.
--------------------------------------------------III.
CİLDİN SONU -----------------------------------------------
(*)
RUH ve KÂİNAT, cilt III, son kısmın
güncel Türkçe’ye uyarlanmış şeklidır. Hazırlayan: Selman GERÇEKSEVER
(**) RUH ve KÂİNAT, Cilt
1+2+3.
(1) Fatalizma : Yazgıcılık
(2) Bu noktada şunu önemle anımsatmak
isterim ki, söz konusu ettiğim bu kimseleri, böyle bir ruhsal otomatizma ile
hiçbir ilgisi olmayan ve sırf hastalıklı ve maddesel bir bozukluğun gereği
olarak kendini her şey sandığı gibi, bu arada Peygamber ya da Tanrı’da
sanabilir, daha doğrusu herkese kendisini böyle tanıtmak illetine takılmış
bulunan tımarhanelik delilerden ayrı tutuyorum. İyi bir şekilde incelenip,
irdelenirse, birbiriyle hiçbir ilgisi bulunmayan bu iki gruptaki kimselerin;
görgü, deneyim, olgunluk, düşünce ve duygu bakımından aralarında büyük
mesafelerin bulunduğu ve bu mesafelerin arasında normal geçinen birçok
kimselerin doldurduğu görülür. Fakat duygularını hazmedemeyen bireyler
gelişmekle belki pek az sonra kusurlarını anlamakta gecikmezler ve ilahi
titreşimler karşısında hedefe varmak şöyle dursun, belki henüz başlangıçta bile
olmadıklarını, kuşkusuz bizim anlayabileceğimizden daha yüksek bir şuurla idrak
ederler. İşte tüm bunlardan dolayı kavuşma derecesinde kendisini Tanrı ile
birleşmiş zannetmek; olgunluğun zirvesine varmış olmanın değil, fazla hızla
bulunduğu yüksekliği ve dayanma sınırını aşmış bulunmanın bir ifâdesi sayılmak
gerekir. Nasıl ki her varlığa göre, yeri değişen bu dayanma sınırı daha
ilerideki varlıklar için çok gerilerde kaldığı gibi, “geri” varlıklar için de erişilmesi ve hatta anlaşılması bile
olanaklı olmayan yüksek düzeylerde bulunur.
(3) Bu bilgiyi yazar yıllar sonra İLÂHÎ NİZAM VE KÂİNAT kitabında
şöyle düzeltmiştir: Dünya, güneş sistemimizde en gelişmiş varlıkların bulunduğu
bir uzaysal objedir. Dünya, yarı idrakli hidrojen âleminin son duraklarından
birisidir (261). Başka türlü bir deyişle, dünya; hidrojen âleminde, “Yarı
Süptil Arasat” a
(Sevgi Planı’na) açılan “kapı”
lardan biridir. Dünya gelişim okulunu bitiren varlık, hidrojen âlemini de
bitirmiş oluyor (59).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder