Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

25 Mart 2015 Çarşamba

İLÂHÎ VE BEŞERÎ NİTELİKLİ ADÂLET

İLÂHÎ VE BEŞERÎ NİTELİKLİ ADÂLET
HAZIRLAYAN : Selman GERÇEKSEVER

Hukuk felsefesindeki “doğal hukuk” kavramı kapsamında; tüm beşeriyeti kapsayan ve değişmez nitelik taşıyan kuralar vardır. Bu kuralardan biri, “kuralın; bireyin akılsal ve toplumsan doğasına uygun olması”dır(Hukuk Felsefesi, Prof.Dr.Adnan Güriz). Bu kuralın savunucularından Hugo Grotius’un(ölümü 1645) önerisine göre, kuralın esâsını “söze bağlılık”(ahde vefâ)oluşturur, yani adâletin olmazsa olmazlarından, bildiğimiz dürüstlük. Âdil olmak dürüstlüğün gereğidir. Mutlak anlamda dürüst olan ise ALLAH’tan başkası değildir. Öyleyse tezâhürat, İlâhi Adâlet üzeredir. Doğal hukukun başka bir kuralı ise, “her bireyin sâhip olduğu eşya üzerindeki hakkına saygı gösterilmesi, herkese hak ettiği cezanın uygulanması ”dır. Doğal hukuk kurallarının toplum düzeninin insanî değerlere uygun şekilde sürüp gitmesi için her zaman ve her yerde uygulanabilir olması gereklidir. Eğer tüm ülkelerde değilse bile, hiç olmazsa uygar ülkelerde aynı karakteri taşıyan kurallara uyuluyorsa, bunları da doğal hukuk kuralı saymak yanlış olmaz. “Çünkü evrensel bir sonuç, evrensel bir nedenin varlığını gerektirir. ”(Prof.Dr.Adnan Güriz)

İlâhi Adâlet ve İrâde kapsamlı olan İlâhî İrâde Yasaları’nın(Sünnetullah) toplumlara göre yorumlanmış şekli genel hukukun kapsamında olan toplumsal yasalardır. Kadîm zamanların hukukçularından Thomas Hobbes’e göre, “Doğa yasaları ancak devlet tarafından yorumlandığı taktirde beşerî akla uygun bir nitelik kazanır.”
Ünlü filozor Sokrates yasaları iki ana gruba ayırmıştır; yazılı olan ve yazılı olmayan yasalar. Bunlardan, “yazılı olmayan yasalar” İlâhî İrâde’nin bir ifâdesidir ve genel ahlâkın oluşturduğu kurallardır. Yazılı olmayan yasaların amacı, iyiliği ve adâleti gerçekleştirmektir. Bireydeki “adâlet duygusu”, o kimseye; neyin doğru ve iyi, neyin yanlış ve kötü olduğunu öğretir. Dolayısıyla iyi bir toplum adâlet duygusu gelişmiş bireylerden oluşur. Başka bir söylem ile, toplumda adâletin / hukukun zedelenmemiş olması ve yaygınlığı o toplumda “adâlet duygusu”na sâhip bireylerin yaygınlığının işaretidir.

Adâlet kavramının evrensel ve toplumsal boyutlarının İlâhî Kelam’daki durumuna baktığımızda, Sebep-Sonuç Yasası’nın daha belirginleştiğini görüyoruz. Yani varlık, kendi, eylemlerinden kendisi sorumlu. Bu durum, Kur’an’daki ifâdesini şöyle bulmuş: “ İnsan için kendi gayretinin ürününden başkası yoktur. Kim bir zerre miktarı hayır işlerse, onu görür ve kim de bir zerre miktarı şer işlerse, onu görür “.(Necm 39) Varlık, fıtratında bulunan seçme özgürlüğünü ve iradesini kullanış şekline göre belli bir sonuçla karşılaşıyor. Bu nedenle sâdece eylemlerimizden değil, düşüncelerimizden de sorumluyuz. Saptırılmış / tahrif edilmiş, (Kur’an öncesi) dinsel öğretilerde görüldüğü gibi; dedenin/ninenin günahlarından torunlar da (hattâ Âdem’le Havva’nın günahlarından tüm beşeriyet) sorumludur, birey doğuştan günahlıdır vb.vb. gibi) temelinde adâletsizlik bulunan saçmalıklar söz konusu değildir.

Tüm bunlara ek olarak, yine Kur’an’a göre, “Kimse kimsenin günahını üslenemez.” Âyetin tamâmı şöyle: “ Herkesin kazanacağı kötülük kendi aleyhinedir. Hiçbir günahkâr bir başkasının günahını da yüklenemez.”(En’am 160, İsra 15, Necm 38) Kur’an’ın adâlet anlayışı arınma anlamında temizliği de kapsamı içine almış: “ Kim temizlenirse, ancak kendi benliğini temizler.” (Fâtır 18) Nihâyet, Kur’an,  Mümtehine 8’de şöyle buyurmuş: “ ALLAH adâleti ayakta tutanları sever.” Peygamber’e de sanki tembihat var; “…aralarında hükmedersen, adâletle hükmet !”(Mâide 42)

Nihâyet, ele aldığımız konu için yukarıda alıntılar yaparak irdelemeye çalıştığımız kaynaklardan sonra, önümüze konan en yeni bilgi kaynağımız İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT  adlı eserde İlâhi Adâlet kavramının İlâhî İrade ve İlâhî Düzen’le birlikte ele alındığını görüyoruz:
Vazifeli varlıklar, gözetimlerinden sorumlu oldukları varlıkların gelişmelerine katkı sağlamak  amacıyla (onların bedenli yaşamlarındaki vazifelerinde) başarı kazanmalarını sağlayacak cehit ve gayretleri göstermelerine zemin hazırlamak için; ağırlaştırıcı, güçleştirici ve bazen da (adâletsizlikmiş gibi görünen) olanaksızlaştırıcı bir sürü olayı onların önlerine sürerler. İşte ve olaylar ve başkaları İlâhî Düzen’in Yasaları’na göre düzenlenirler(sayfa 78). Bu duruma göre; adâletsizlik , liyakatsizlik, kısaca yersizlik ve rastgelelik söz konusu değildir.  Yukarıdaki satırlarda anlamını bulan İlâhî Adâlet’ten dolayı da, “…herhangi bir işin aksaması, bozulması, kötü sonuçlar vermesi gibi düzeni bozucu olumsuzluklara aslâ izin verilmez(sayfa 82).
İlâhî Adâlet üzere işlediğini gördüğümüz İlâhî Düzen, tüm evrenin durum ve hallerini o kadar kusursuz bir uyum içinde düzenlemiş, o kadar doğru düzgün bir mekanizmaya bağlamıştır ki, tüm sonsuz görünüşlerine karşın, evrendeki olaylar bir tek yürüyüş hâlinde akıp gitmektedir(sayfa 91). “Bu düzeni bozmaya hiçbir kudret muktedir değildir.”(sayfa 155)
“Tekrardoğuşun getirdiği olanakların sonucunda İlâhî Adâlet tecelli eder. İlâhî Adâlet’in kesin tecelli yeri burada ve ötede tekrar tekrar doğuşlarla belirlenir.” diyor Ergün Arıkdal (RUSALLIK ÜZERİNE DENEMELER,1991 yılı baskısı, sayfa 73)
Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, günümüzün ve kadîm zamanların beşeri kusurlarına bakarak “adâlet / denge diye bir şey yoktur” vb. söylemlerde bulunmak; ya gerçeği görememek, ya da (güneş sistemimizin sınırlarına yakın bir yerden bakıldığında, teleskopla bile görülemeyecek kadar küçük bir zerre olan) gezegenimizdeki olumsuzluklara bakarak, evrensel ve varlıksal bir genelleme yapmak, bilgi nasipsizliğine dayalı beşerî  bir yanılgıdan başka bir şey olmamaktadır. Dış uzayın derinliklerinden alınmış bir fotoğraf karesine baktığımızda, “yıldızlar karmakarışık, düzen denge (adâlet) bunun neresinde…” diye düşünebiliriz. Bu yanılgı bizlerin algılama yeteneklerimizin çok sınırlı ve kısıtlı olmasıyla, görünenle yetinme zafiyetimizle  ilgilidir. Oysa esas olan, o görünen kaostaki düzendir; yani düzensizlikteki düzen… Ayrıca bu “düzensizlikteki düzen” kalıplaşmış, betonlaşmış, âtıl durumda da değil, son derece etkindir. Hareket ve aksiyon evrenler boyuncadır. Evrenlerde hareketsizlik söz konusu değildir. Yaratılış süreklidir ve “ALLAH her an başka bir iş ve oluştadır.”(Kur’an, Rahmân 29). ALLAH, bizim de kendisine benzememizi istiyor, bu nedenle; varlıksal ve evrensel işi gelişmek ve giderek O’na benzemek olan bir varlık için, geçici bir süre de olsa, atâlete düşmek, “kabuklar içinde sâbitleşip kalmak” varlıksal bir tâlihsizliktir.
İşte İlâhî İrâde Yasaları ve İlâhî Adâlet kapsamında sürüp giden bu hareketlilik evsensel düalite ilkesi kapsamında bir olgudur. Düalite mekanizması olmaksızın, hareket; hareket olmadan da madde oluşmaz. Düalite, hareketin ilk kaynağı ve esâsıdır(24). Bu duruma göre dengelerin oluşması ve bozulması süreklidir. Günlük yaşamda, toplumda bir dengesizlik (adâletsizlik) varsa, dünya zamanına göre bu çok uzun sürse de, dengeye (adâlete, hem de daha üst düzey bir adâlete) ulaşmak içindir, varlıklar için; yaşam sınavları geçirerek şuurlanmaya vesile olması, deneyim ve görgü birikimiyle, özbenliklerinin özbilgilerine katkı sağlamak ve bağlı oldukları ruh varlığının tekâmülüne hizmet içindir. Belki, yukarıdan beri sözünü ettiğimiz İlâhî Adâlet’e tekrar tekrar doğuşlar boyunca giderek uyum sağlamak içindir. Belki de, gelişim; bir bakıma, varlığın, bulunduğu zaman-mekân kesitinde, yapabildiği kadar İlâhî Adâlet’i gerçekleştirme cehtidir. Beşerî adâletin bile gerçekleşmesi, bireylerin birbirinin hakkına / hukukuna saygılı olması için belli bir şuur düzeyine gelmeleri ve egolarını yeterince kontrol altına almış olmaları gerekirken, varlıksal düzeyde İlâhi Adâlet’e belli bir miktarda uyum sağlamış olmak için, gelişim düzeyinin de ona paralel olarak artmış olması gerekmez mi? Hepimize başarılar…
……………………………………………..
Yararlanılan Eserler:
KUR’AN
İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT, Bedri Ruhselman, Ruh ve Madde Yayınları
RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER, Ergün Arıkdal, Ruh ve Madde Yayınları
HUKUK FELSEFESİ, Adnan Güriz, Siyasal Yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder