Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

28 Mart 2016 Pazartesi

K A N S E R “Kanserleşme denen müşevveş durum” (252) (*) Hazırlayan : SELMAN GERÇEKSEVER

K A N S E R
“Kanserleşme denen müşevveş durum” (252) (*)
Hazırlayan : SELMAN GERÇEKSEVER

Her gelişim ortamının, varlıklara sunabileceği gelişim olanakları, o ortamın kendi maddesel yapısıyla sınırlıdır. Zâten gelişim ortamına da, o ortamın sunabileceği olanaklara gereksinimi olan varlıklar belirli devrelerde enkarne olur. Örneğin, dünya gezegeni ruh varlıkları için bir gelişim okuludur. Bu “okul” doğal ve kültürel özellikleri farklı sınıflardan (coğrafi bölgelerden, uluslardan, dinlerden, inanç gruplarından vb.vb.) oluşmuştur. Belli bir devre boyunca dünya gelişim okulunda gelişecek varlık kadrosunu oluşturan varlıklar kendi gelişim gereksinimlerine göre bu “sınıflara” dağılmış durumdadır. Varlıklar enkarne olurken, kendi yaşam planlarına göre bu farklı nitelikte ve düzeydeki sınıfları seçmekle de yetinmez, enkarne olacağı zamandaki uzaysal objelerin bile dünya gezegenine göre gökyüzündeki konumlarını da (astrolojik, astroloji) göz önüne almak durumundadır.

Belli bir gelişim ortamına enkarne olan varlıklar, zaman içinde o ortamdaki gelişimlerinin en üst düzeyine ulaştıkları zaman, bir üst gelişim ortamına (“sınıfa”) yükselme liyakatine de kavuşmuşlar demektir. Fıtratlarında bulunan (yaratılıştan gelen) gelişim dürtüsü (bir üst “sınıfa” atlayana değin) onları sıra dışı / alışılmamış davranışlara, hallere ve uygulamalara sokar. Bu müşevveş durumun (teşevvüş hâlinin) bireysel düzeydeki güncel örneklerden birisinin, maddeci tıp tarafından “hiper aktif” olarak nitelendirilen çocuklar oluşturur. Bu çocuklar (enkarne varlıklar), eğer fizyolojik ve psikolojik bir rahatsızlıkları yoksa, tipik “kristaller” ya da “indigolar”dır. Örneğin, indigo çocuklarının tipik özelliklerinden bir kaçı şunlardır: Mutlak otorite karşısında uyum zorluğu yaşamak, yaratıcılık gerektirmeyen ve ritüel yönelimli sistemler karşısında düş kırıklığı ve sıkıntı yaşarlar, herkesin alışık olduğu bir sisteme uyum sağlamakta zorlanırlar. Bu uyumsuzlukları nedeniyle verdikleri tepkilerden  dolayı “sistem yıkıcı” gibi görünürler, gereksinimlerini bildirmekten çekinmezler, suçluluk duygusu verilerek disipline edilemezler.

İndigolar 90’lı yılların başlarından başlayarak enkarne olmaya başlamışlardı. 2000 yılına doğru da kristallerin enkarnasyonu başlamıştı, günümüze gelinceye kadar da bu tip enkarnasyonlar artarak sürmektedir. Maddeci tıpta “ruh” ve “ruhsal varlık” vb. kavramlar olmadığı için; kristal çocukların doğuştan gelen ruhsal yetenekleri de, tıpkı indigolarda olduğu gibi, yanlış değerlendiriliş ve bu varlıklara psikolojik rehabilitasyon uygulanarak sıradan çocukların düzeyine indirgenmeye çalışılmış, kimisine de ilaç tedavisi uygulanmış, bir kısmı da otistiklerle karıştırılmıştır. Konumuz indigolar ve kristaller olmadığı için burada kesip, ana konumuza dönüyoruz; ancak son olarak, bu varlıkların doğuştan psişik olduklarını belirtmeden geçemeyeceğiz. Evet, gerçek kristaller, bebeklik döneminde; rehber ruhları net bir şekilde görülebilirler, insanların zihinlerini okuyabilirler ve çevresindeki kimselerin enerji olanaklarını (auralarını) algılayarak, onlara güvenip güvenmeme konusunda kararlarını verebilirler (1).

Bireysel teşevvüşün (“müşevveş” durumun) kristallerdeki ve indigolardaki boyutuyla ilgili bu örnekleri okuyan dikkatli ve eleştirel bir zihine sâhip okuyucunun aklına şu soru gelebilir: “Madem ki varlık, enkarne olacağı ortamın zaman -  mekân koşullarını kendi seçiyor, kendi gelişim düzeyine uygun olmayan ortamı ve çevreyi neden seçsin?” Genel ruhçuluk kültürümüzden biliyoruz ki, varlık varlığın gelişim aracıdır ve “uyanmış” olanlar “uyanmakta zorluk çekenler” in uyanmalarına yardım etmekten sorumludur. İşte bu kapsamda bir indigo / kristal, genel toplumun gelişimine katkı sağlamak amacıyla, kendini feda edercesine yaşam planına böyle bir vazifeyi almış olarak doğabilir. Ruh varlığı deneyimci (tecrübeci, mücerrip) bir varlıktır, en akla gelmedik şeyleri bile deneyimlemek ve hizmet amacıyla yaşam planı hazırlayıp enkarne olabilir. Bu fedakârlık onun için, deneyim ve görgü birikimi sağlaması bakımından kaçırılmaması gereken ve gelişim açısından bol kazançlı bir fırsattır. Yukarıdaki son birkaç paragrafta gelişim yolundaki teşevvüşün bireysel düzeydeki görünümünü irdeledik. Teşevvüşün, elbette ki toplumsal düzeydeki görünümü de vardır. Demek ki, belli bir gelişim ortamında gelişimini tamamlamış bir varlık şu ya da bu nedenle aynı ortama enkarne olduğu zaman; o ortamda hâlâ gelişimlerini sürdüren varlıkların yaşam şekillerine uymakta zorlanıyor ve onun bu durumu tolere edilmez ise, bazı uyumsuzluklar ve davranış bozukluğu” denebilecek dışavurumlar sergileyebiliyorlar.

Toplumsal Düzeyde Teşevvüş
Bir beşeri toplum bireyden oluştuğuna göre, elbette ki toplumlar da gelişim yollarında teşevvüşlere girip çıkarlar ve sosyoloji biliminde buna “anomi” denmiştir. Anomi, beşeri yaşamda büyük değişimler öncesi görülen toplumsal; belirsizliğin düzensizliğin ve karışıklığın genel adıdır. Felsefe de Emile Durkheim tarafından da gözlenmiş ve incelenmiş olan anominin temelinde, bireyin peşinden koştuğu amaçlar ve bunların gerçekleşme olasılığında baş gösteren belirsizlik ve huzursuzluk toplumda yaygınlaştığı zaman, anomi denen toplumsal karmaşa(müşevveş durum) ortaya çıkıyor. Bireyin peşinden koştuğu amaçların temelinde (o bilse de bilmese de, maddeci bir kafayla bunu yadsısa da, onun fıtratında) kişisel gelişim vardır. Yazımızın akışı içinde de yer yer belirttiğimiz gibi bireyin enkarnasyon ortamının (toplumun) zaman – mekân koşullarıyla gelişim olanakları kişisel gelişim düzeyinin gerisinde kaldığı zaman ve bu durumu toplumun bireylerinde yaygınlaştığında,  anominin alt yapısı oluşmuş demektir. Bu durumda olan bireylerin toplamı kritik bir düzeye geldiğinde; toplumda kişilerin davranışlarına yön veren ve toplumsal yaşamını düzenleyen kuralların değişmemesinin arefesine gelinmiş demektir. Elbette ki statükonun değişmesini istemeyen ve yenileşmeye / değişime karşı olan kesim ile çatışma kaçınılmaz olur ve toplumsal düzeyde anomi deneyimlenerek yeni bir düzene geçilir. Dünyamızda her büyük inkılap öncesi (temel kaynak eserimizdeki söylemiyle) “…yozlaşma, soysuzlaşma ve sanki boğazlanırcasına (mezbuhâne) bir çırpınış (252)” görülmüştür. Bu, bir bakıma, bu yazımızın konusu olan “kanserleşme”dir.

Yukarıda değinip geçtiğimiz kişisel gelişim ve değişimle gelen bireysel düzeydeki teşevvüşü, sosyoloji profesörü Ünver GÜNAY “kimlik sorunu” olarak nitelemiş ve bu “sorunun” bireysel düzeyden toplumsal teşevvüşe (anomiye) evrilmesini şöyle ifâdeye koymuştur: “Kimlik olgusu aynı zamanda dinamik bir süreç olduğu içindir ki, pek çok durumlardan çok çeşitli toplumlar için; kimlik arayışı (özdeğişim), kimlik bunalımı, kimlik kayması vb. gibi olgu ve süreçlerden geçer ve özellikle hızlı değişim öncesinde ortaya çıkan kültürel kırılmalar, ‘çatlaklar’,’boşluklar’ ya da en azından belirsizlikler ve anomi halinde bir tür kimlik sorunlarını toplumlarda yaşamsal sorunlar olarak ortaya çıkar.” (2) Beşeriyet tarihimizde büyük değişimlerden önce yaşanmış anomi örneklerini hepimiz biliriz; ülkemizde Cumhuriyet öncesi, Batı’da Rönesans öncesi ve sanâyi devrimi öncesi vb.vb. anomi durumların örneklerini tarihin kadîm toplumlarına kadar gerilere götürmek olasıdır.

İşte son birkaç paragraf içinde ele aldığımız “anomi” olayı da, bu yazımızın esas teması olan kanserleşmenin toplumsal düzeydeki görünümü olmaktadır. Kolayca anlaşılacağı gibi; hem hücre düzeyinde, hem beden düzeyinde, hem de toplumsal düzeyde kanserleşmenin temelindeki etmen gelişim ve değişimdir. Gelişip değişen varlığın, gelişimi için çevredeki gelişim olanakları yetersizleşmeye başladığı zaman, “kanserleşme” dediğimiz müşevveş durum ortaya çıkıyor.

MU HARİTASI
 
MU HARİTASI.jpgGezegenimizde kanserleşmenin yaşandığı örneklerinden belki de en büyüğü kadîm MU’dur (251). MU halkı o zamanki zaman – mekân koşullarının ve bu koşullarda sınırlı gelişim olanaklarının zirvesine ulaşmışlardı. (yaklaşık 60.000 yıl önce). MU Kıtası sularla gömülmeden önce, o zamanki koşullarda gelişimin “zirvesine” ulaşan insanların bu durumu, kendilerinde öyle bir gurur ve her şeye kaadir olabildikleri iddiasını (ve yanılgısını elbette…) öyle aşırı bir durum ortaya çıkarmıştır ki, bu durum onları; maddenin ve maddesel değerlerin içine daha çok gömerek, dünyanın doğal koşullarını ve gelişim olanaklarını sıra dışı yollardan bozmaya yönelik bir takım uygulamalara yöneltmişti. Sonunda, MU günümüzden altmış bin yıl önce sulara gömüldü.

İçinde bulunduğu gelişim ortamının olabilecek en üst düzeyinde (“zirveye”) gelmiş olan varlıkların, maddeyi didiklercesine yeni gelişim olanakları arayış durumunun dışa vurumuydu bu müşevveş hâl. Bunun başka bir görünümü de; lükse, zenginliğe, konfora, maddeperestliğe, hodkâmlığa ve her türden hırsa kapılmak şeklinde uygulamalardır. Kadîm MU’da da böyle oldu: Bugünkü dünyada da bunlar yok değil. Kadîm MU’nun son zamanlarında; bilim adına da, hidrojen atomunun kaba bileşimlerinin içine gömüldüler ve tüm mutluluklarını bu bileşimlerden beklediler ki, bu da son haddine gelmiş maddesel gelişimlerin varlıklara sunduğu bir tür çırpınışlar içinde yozlaşma ve hatta soysuzlaşma uygulamalarıydı. İşte onbinlerce yıl öncesi MU dünyasının batacağı âna rastlayan zamanlardaki toplumsal kanserleşmeydi  bu (anomi) (3).

O  zamanki enkarnasyonlar, gelişmek (ve bunun için yeni gelişim olanakları aramak) kapsamında, o zamanki dünyanın doğal koşullarını sıra dışı yollardan kurcalamaya / zorlamaya ve zaman zaman da onları bozmaya çalışsalardı, nefslerini kontrol altında tutmayı sürdürüp, gurur ve benlik duygusu eşliğinde gelen “her şeye kaadir olma zehabına kapılmasalardı, belki de bu doğal teşevvüş dönemini kazasız belâsız ve daha insanca atlatacaklardı…” Elbette ki bu durum, yüzde yüz tüm MU halkı için geçerli olamaz. Çünkü olların arasında elbette ki söz konusu; bireysel düzeydeki teşevvüş, toplumsal düzeydeki anomi durumlarını bilge ve erdemli insanlara özgü bir beceriklilikle atlatmış olanlar vardı. İşte bunların bir kısmı “naakaller” olarak (MU Kıtası sulara gömülmeden önce) dünyanın başka yerlerine göç ederek, kadîm MU bilgilerini o diyarlara taşımışlardı.

MU Uygarlığı’nın o günlerdeki müşevveş ve anomi durumunu şimdi bizler, bugünkü ahlâk anlayışımıza göre bir talihsizlik olarak anımsıyorsak da, varlığın gelişimi ve bu gelişim için gerekli gelişim olanakları açısından baktığımızda şu bakımdan onlara hak vermek belki de olasıdır: Bildiğimiz kadarıyla ruh için tekâmül, madde için gelişim olguları devreseldir. Belli bir zaman – mekân kesitinden ve belli bir gelişim ortamında, belli bir devre boyunca enkarne olan varlıklar kadrosu zaman içinde oranın maddesini de bir dereceye kadar geliştirir (ihya eder) titreşimini bir dereceye kadar yükseltebilirler.

Maddenin bu anlamda gelişimi bir düzeye dek yükseldikten sonra, ruh varlığının gelişim gereksinimlerini karşılayamaz olur. Ama ruh varlığı (fıtratında bulunan “üç bilgisi” sinden biri olan) “tekâmül et” buyruğunun bir şeyler yapmaya zorlayıcı itilimiyle ilerlemek zorundadır. Çünkü ruh varlığı evrenin ve yaratılışın “aktif elemanı” dır (4). Başka bir deyişle varlıklar bir an gelir ki, daha ileri gidebilmek için; gereksinim duydukları maddesel olanakları, enkarnasyon ortamındaki maddelerden sağlayamaz olurlar (251). Yani enkarne oldukları ortamlarda maddenin olanakları ve koşulları onların ileri hamleler yapmalarına olanak sağlayamayacak kadar kısırlaşır. Oysa varlıkların gelişim hamleleri asla durmaz (aslında durmaması da gerekir) ve hiçbir sınır tanımadan, sürekli ileri doğru atılmak isterler. Hattâ buna zorunludurlar, bağlı oldukları ruhlara hizmet kapsamında…

Gelişebilmek için, maddenin sağladığı gelişim olanaklarını muntazam ve sürekli olarak bulan varlıklar, maddede söz konusu elverişsizlikler ortaya çıkınca daha doğrusu, maddesel olanaklar kendilerine yetersiz gelmeye başlayınca, elindeki maddeden ve ona bağlı maddesel olanaklardan, “belki bundan biraz daha yararlanabilirim, bu maddenin şimdiye dek gizlide kalmış bir özelliği olabilir mi…” umuduyla maddenin doğasına uygun olmayan girişimlerde / analizlerde bulunma yoluna girer. Bunun günümüzde bilinen şekilleri / örnekleri; klonlama, gen mühendisliği, DNA’nın özelliklerini değiştirme girişimleri, çevre koşullarını ve doğanın dengesini olumsuz yönde etkileyen ve iklim değişimlerine, bazı gıdaların özgün yapılarının bozulmasına(buna yozlaşmaya bağlı olarak değişik ve yeni yeni rahatsızlıkların ortaya çıkmasına) bile neden olan uygulamalar vb. vb. şeklinde basına yansımaktadır.Elbette ki, bunların bir kısmı insan sağlığı ve refahı açısından olumlu ve memnuniyet verici sonuçlar getirmiştir ama olumsuz sonuçların sayısı da az değildir. Bunlardan en günceli ve günlük yaşantımızda olmazsa olmaz olarak bilinen buğday ve unluların tamamıdır:  Maddenin temel ve doğal özelliklerinin bozulmasına neden olan ve elbette ki maddenin fıtratına aykırı olan bu uygulamaların genel görünümünün bir parçasını oluşturmaktadır.

Toplumda, hatta beşeriyetin büyük bir kısmında gözlediğimiz bu makro oluşumun mikro düzeydeki örneği bir mikro kosmoz olan bedende de ortaya çıkar. Değişik yapılarda ve işlevlerde organlardan oluşan bedenimizin, kendisi bir organizma olduğu gibi, milyarlarca minik organizmanın da enkarnasyon ve gelişim ortamıdır. Örneğin, tüm vücudumuzu oluşturan, (yani vücudun kendi) hücre sayısından birkaç kat fazla hücre ( yararlı / zararlı olmak üzere, probiyotik ) bağırsaklarımızın iç yüzeyinde konuşlanmış durumdadır (bağırsak florası). Bu yazımızın ilk yarısını oluşturan genel dünya toplumu örneğinde, dünya ana “gaia”nın bedenini, farklı unsurların binbir türü ile bitkiler ve hayvanlar âlemi oluşturduğu gibi, beden organizmamızı da farklı organlar oluşturur. Bitkiler ve hayvanlar âleminde (canlı küre biyosferden) örnekler eklenebilir.

Benzer şekilde, bir güneş sistemi farklı niteliklerdeki uzaysal objelerden oluşmuştur, bir galaksi bu güneşlerden (yıldızlardan, güneş sistemlerinden, nebülözlerden, kara deliklerden vb.) oluşmuştur, bir âlem bu fosillerden ve nebölözlerden, bir evren de bu âlemlerden oluşmuştur. Görünen o ki, birbirine benzer yapılar mikro ve makro düzeyde sürüp gidiyor. “Yukarıdaki aşağıdakine benzer, aşağıdaki de yukarıdakine benzemeye çalışır…”  ezoterik söylemi söz konusu yapılanmayı îmâ etmiyor mu?
EVRENİN BÜYÜKLÜĞÜ.jpg
Metin Kutusu: EVRENİN BÜYÜKLÜĞÜMikro ve makro düzeydeki yapılanmanın benzer olduğunu bu şekilde örneklendirdikten sonra, yeniden beden organizmamıza dönerek konumuzu işlemeyi sürdürelim. Beden organizması içinde bulunan hücre varlıklarının kendi paylarına düşen maddesel gelişim ortamları, onların daha ileri gidebilmelerine yol vermez duruma getirmişti. Örneğin, bedeni dıştan saran derinin bir hücresinin o bedende kendisine verilmiş belirli bir işlev alanı vardır. Bu hücrenin bu alanın üstüne/dışına çıkmasına bedenin somatik durumu uygun değildir (251). Böyle bir çıkış organizmanın genel uyumuna ters düşer. O hücreyi kendisine bir gelişim vasatı yapmış olan basit varlık, ilk zamanlarda işlevini kusursuz yaparken, muhtaç olduğu gelişim gereksinimlerini sağlayabiliyordu. Fakat bir an geldi ki, o bu gelişim devresini bitirdi. Daha üst gelişim otamlarına ve olanaklarına hazırlanma ihtiyacı duymaya başlandı. O hücrenin içinde bulunduğu her zamanki biyolojik koşullar ve olanaklar bu ileri etkinlik gereksinimlerini karşılayacak durumda değildirler. Bundan dolayı o hücre varlığı bedene (kendi bedenine) “sığamaz” oldu. İşte bu durumun sonucu olarak, önceleri örneğin; normal bir deri hücresi her zamanki yollarla usulü ile kullanan o basit varlık şimdi, bedeni düzeni ve uyumu dışına doğru yönlenmiş olarak sanki “çırpınmaya” başladı.Bu “çırpınış”, o hücrenin deri toplumu içinde o topluma uymayan bir takım durumlara neden oldu ki, bu da doğal olarak onun gelişiminde “kanserleşme” denilen teşevvüş durumunu oluşturdu (252). Şurası da kesindir ki, deri hücresinin bu kanserleşmiş ve deri toplumu içindeki uyum ve düzen dışı etkinliklere yönelmiş durumu; artık bir gelişim aşamasını bitirip, daha üst bir aşamaya geçmek için “çırpınan”, fakat içinde bulunduğu koşullarda buna olanak bulamayan bir varlığın “boğazlanırcasına” (mezbuhâne) yaptığı hamlelerden başka bir şey değildir (252).
           
Kanser konusu günümüz maddeci tıbbının yaklaşımına ruhçu pencereden baktığımızda aslında durum çok farklı değil; yani bu konuda , maddeci yaklaşım ile ruhçu yaklaşımı yer yer bağdaştırmak olası: Daha iyi gelişim olanakları arama telaşı / teşevvüşü içinde, bu durumda olan hücreye bu konuda yardımcı olacak gibi görünen maddeler (%80-90 oranında) vücut dışı kaynaklıdır. Çünkü zâten vücudun kendi maddeleri ve olanakları bu hücreye gelişim için yetersiz kalmıştı. Değişim açlığı ve hırsı içinde bulunan bu hücre varlığının, işine yarar zannıyla sarıldığı maddeler günümüz tıbbının “kanserojen” olarak adlandırdığı ve hepsi de dış kaynaklı (vücudun dışından gelen) maddelerdir. Bunlar, başta şeker olmak üzere şöyle sıralanmaktadır (5): Hidrokarbonatlar, aflatoksin (küf mantarı tarafından sentezlenir) nikel, krom, sigara(nikotin), yiyeceklerdeki katkı maddeleri, ilaçların çoğu, parfümeride kullanılan bazı kimyasallar.

Hücrede enkarne varlık, fıtratından kaynaklanan gelişme itilimini kontrol altına alamayıp, sanki her şeyden medet uman bir akıl hastası gibi, ya da bağımlısı olduğu uyuşturucusu kalmamış bir bağımlının kıvranması gibi, sıra dışı tavır ve tutumlar içine girer. İşte vücudunda bu durumun eşiğine gelmiş hücreler olan bir kimse az önce sıraladığımız “kanserojen maddelere”de mâruz kaldığında, ya da bir şekilde kansere neden olan virüsler (onkojenik) kendisine bulaştığında, hücrenin teşevvüş durumları artık yozlaşma (“kanserleşme”) ve öteki sağlıklı hücrelere ve tüm vücuda zarar verme aşamasına giriyor. Bu yozlaşma kapsamında hücrenin kendisinde ve çevresinde olan ve vücudun genel âhengiyle bağdaşmayan değişiklikleri günümüz tıbbı şöyle sıralıyor:
·        DNA’nın hasarı sonucu, hücre(ler)in kontrolsüz şekilde ya da normal olmayan bir şekilde büyümesi ve çoğalması,
·        Böyle bir değişime uğramış hücreleri topluluğuyla tümörler oluşur. Bu tümör(ur) oluşumu bu hücre varlıkları için vücutta yeni bir deneyim ve gelişim ortamıdır.
·        Vücudun bağışıklık sisteminin zayıflaması da, gelişim düzeyleri uygun olan hücre varlıklarının “kanserleşme”  deneyimine girmeleri için güzel bir vesile ve fırsat oluşturmaktadır. Bu durum, bu tür deneyime girmeleri ve görgü birikimlerine katkı yapmaları bakımından güzel bir fırsattır ama vücudun genel sağlık açısından tehlikeli bir durumdur. Bu nedenle günümüz tıbbı bağışıklık sisteminin güçlü olmasını önerir ve gerekli önlemler konusunda duyarlı olmamızı söyler. Bununla birlikte, vücudun asıl sâhibi olan özbenliğin (varlığın) böyle bir rahatsızlık ile deneyimleyeceği bazı haller ve hâletler söz konusu ise, pek çok bahane ve vesilelerden biri nedeniyle vücutta kanserleşme oluşur ve yine çeşitli beşeri bahânelerle bu durum çok geç fark edilir ve iş işten geçmiş olur. Vücudun sâhibi varlık da bu oluşumu gelişim açısından gereği gibi değerlendirebilirse, amacına ulaşmış olur.(“Hastalklar / rahatsızlıklar, varlıkların tesirleri kontrol etme tâlimleridir.” Ergün ARIKDAL) Dahası, o vücutta kanserleşme deneyimi ile bir “yükselme” gereksinimi içinde olan hücre varlıkları da amaçlarına ulaşmış olurlar. Hattâ bununla da sınırlı kalmaz; hastanın yakın çevresi, onun iyileştirmeye çalışan doktor, hemşire, hasta bakıcı ve hatta bu konuda araştırma yapan akademisyenler de bu durumla bağlantılı olarak pek çok ve kaotik etkileşim / iletişim içine girerek görgü ve deneyim birikimlerine katkıda bulunurlar. Örneğin, bu akademisyenlerden biri olan Prof. Dr. Ying Xu, uzun gözlem ve denemeler sonunda kanserleşen hücrelerin oksijenle olan bağlantısını keşfetmiştir.   

Prof.Xu, bilimsel adı “Hipksiya” olan hücrelerdeki olması gerektiğinden düşük oksijen düzeyinin bazı kanser türlerinde önemli bir etken olduğunu kanıtlamıştı. Dünyada görülen yüksek kanser oranlarının sâdece genetik mutasyonlarla açıklanamayacağını belirten Porf. Xu, biyolojik ve biyoenformatik bilimin araştırmacılarına kansere yeni bir ışık altında bakma olanağı sunduğunu da kaydetti.

Günümüz maddeci tıbbının önerdiği verileri de göz önünde bulundurarak, yukarıdan beri irdelemeye çalıştığımız kanserleşme durumu; aynı gelişim düzeyine ulaşmış başka hücreler için de düşünülebilir ve böyle hücrelerin hep birlikte, örneğin deri toplumu (dokusu) içindeki uyum ve düzen dışı etkinlikleri dokunun tamamının kanserleşmesine neden olabilir. Burada mağdur olmuş gibi görünen beden organizmasına gelince, o da aslında hiçbir şey yitirmiş değildir; başka varlıkların (hücrelerin) gelişmelerine zemin hazırlamak konusunda yüklenmiş olduğu otomatik bir yardım vazifesini gerçekleştirmiştir(252). Beden organizması bu vazifesini yapmakla, o da kader mekanizması kapsamında,  daha üst bir kader tezahürü olan mekânsal liyakatleri kazanacak ve bir üst düzeye geçebilmenin geniş olanaklarından böylece yararlanmış bulunacaktır ki, bu da onun ileri bir merhaleye atlaması yani gelişmiş olması demektir.

Görülüyor ki, 21 Y.Y. beşeri toplumu bakımından en kötü rahatsızlıklardan biri olarak kabul edilen kanser, aslında evrensel gelişim olgusunun beden organizmasının gelişim vasatındaki bir tezâhürüdür ve aynı şeyin toplumsal düzeydeki görünümü de sosyolojinin ve hukuk felsefesinin alanlarına giren(“anomi” vb.) yozlaşma türleridir. Tıp alanındaki tüm gelişmelere karşın son zamanlarda giderek artan çeşitli kanser vakalarının ortaya çıkıyor olması da; varlıkların gelişim gereksinimlerini karşılamadığının işaretidir. En küçüğünden (hücre, beden) en büyüğüne (birey, toplum) kadar her varlık birbirine dayanarak, birbirinden bir şeyler alıp vererek sürekli ileriye doğru hamleler yapmakta ve “yükselmektedir”. Bu “yükselişe” yönelik hareket ve tekinliklerin hiçbirinde, hiçbir varlık için ceza, ödül, zulüm, vefasızlık, açmazsızlık, felâket vb. söz konusu değildir. Her şey kader mekanizmasının (6) ölçüsü ile kazanılmış liyakatlerin ve bu yolda sergilenmiş cehitlerin sonucudur.       

---------------------------------------------
(*) Yazımızın akışı içerisinde , bazı satırların sonunda görülecek rakamlar; temel kaynak eserimiz İLAHİ NİZAM ve KAİNAT’tan yaptığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.
(1) KRİSTAL ÇOCUKLAR, Doveen Virtue İNDİGO ve KRİSTAL ÇOCUKLAR, Mustafa Akkaş
(2) DİN SOSYOLOJİSİ, Sayfa 420, Prof. Dr. Ünver GÜNAY, İnsan Yayınları, 2010
(3) MU Medeniyeti ve bağlantılı konular hakkında ayrıntılı bilgi için, temel kaynak eserimiz İLAHİ NİZAM ve KAİNAT’tan başka şu eserlere başvurulabilir: KÖKEN, Sinan Meydan (İnkılap Yayınları) ve ( Ruh ve Madde Yayınları’nın) KAYIP KITA MU, BATIK KITA MU ÇOCUKLARI
(4) “Üç Bilgi” konusunda bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ (1988 Baskı), sayfalar 41,57,87.
(5) Gülfiliz Ekinci, genetik Bilim Sitesi, Internet ortamı
(6) Kader Mekanizması, Yüksek kader ilkesinin evrendeki tezahürüdür (233).