K A N S E R
“Kanserleşme denen müşevveş durum” (252) (*)
Hazırlayan : SELMAN GERÇEKSEVER
Her gelişim ortamının, varlıklara sunabileceği gelişim
olanakları, o ortamın kendi maddesel yapısıyla sınırlıdır. Zâten gelişim
ortamına da, o ortamın sunabileceği olanaklara gereksinimi olan varlıklar
belirli devrelerde enkarne olur. Örneğin, dünya gezegeni ruh varlıkları için
bir gelişim okuludur. Bu “okul” doğal ve kültürel özellikleri
farklı sınıflardan (coğrafi bölgelerden, uluslardan, dinlerden, inanç
gruplarından vb.vb.) oluşmuştur. Belli bir devre boyunca dünya gelişim okulunda
gelişecek varlık kadrosunu oluşturan varlıklar kendi gelişim gereksinimlerine
göre bu “sınıflara” dağılmış durumdadır. Varlıklar enkarne olurken,
kendi yaşam planlarına göre bu farklı nitelikte ve düzeydeki sınıfları seçmekle
de yetinmez, enkarne olacağı zamandaki uzaysal objelerin bile dünya gezegenine
göre gökyüzündeki konumlarını da (astrolojik, astroloji) göz önüne almak
durumundadır.
Belli bir gelişim ortamına enkarne olan varlıklar, zaman içinde
o ortamdaki gelişimlerinin en üst düzeyine ulaştıkları zaman, bir üst gelişim
ortamına (“sınıfa”) yükselme liyakatine de kavuşmuşlar demektir.
Fıtratlarında bulunan (yaratılıştan gelen) gelişim dürtüsü (bir üst “sınıfa”
atlayana değin) onları sıra dışı / alışılmamış davranışlara, hallere ve
uygulamalara sokar. Bu müşevveş durumun (teşevvüş hâlinin) bireysel düzeydeki
güncel örneklerden birisinin, maddeci tıp tarafından “hiper aktif” olarak
nitelendirilen çocuklar oluşturur. Bu çocuklar (enkarne varlıklar), eğer
fizyolojik ve psikolojik bir rahatsızlıkları yoksa, tipik “kristaller” ya da “indigolar”dır.
Örneğin, indigo çocuklarının tipik özelliklerinden bir kaçı şunlardır: Mutlak
otorite karşısında uyum zorluğu yaşamak, yaratıcılık gerektirmeyen ve ritüel
yönelimli sistemler karşısında düş kırıklığı ve sıkıntı yaşarlar, herkesin
alışık olduğu bir sisteme uyum sağlamakta zorlanırlar. Bu uyumsuzlukları
nedeniyle verdikleri tepkilerden dolayı “sistem
yıkıcı” gibi görünürler, gereksinimlerini bildirmekten çekinmezler,
suçluluk duygusu verilerek disipline edilemezler.
İndigolar 90’lı yılların başlarından başlayarak enkarne
olmaya başlamışlardı. 2000 yılına doğru da kristallerin enkarnasyonu
başlamıştı, günümüze gelinceye kadar da bu tip enkarnasyonlar artarak
sürmektedir. Maddeci tıpta “ruh” ve “ruhsal varlık” vb.
kavramlar olmadığı için; kristal çocukların doğuştan gelen ruhsal yetenekleri
de, tıpkı indigolarda olduğu gibi, yanlış değerlendiriliş ve bu varlıklara
psikolojik rehabilitasyon uygulanarak sıradan çocukların düzeyine indirgenmeye
çalışılmış, kimisine de ilaç tedavisi uygulanmış, bir kısmı da otistiklerle
karıştırılmıştır. Konumuz indigolar ve kristaller olmadığı için burada kesip,
ana konumuza dönüyoruz; ancak son olarak, bu varlıkların doğuştan psişik
olduklarını belirtmeden geçemeyeceğiz. Evet, gerçek kristaller, bebeklik
döneminde; rehber ruhları net bir şekilde görülebilirler, insanların
zihinlerini okuyabilirler ve çevresindeki kimselerin enerji olanaklarını
(auralarını) algılayarak, onlara güvenip güvenmeme konusunda kararlarını
verebilirler (1).
Bireysel teşevvüşün (“müşevveş” durumun) kristallerdeki
ve indigolardaki boyutuyla ilgili bu örnekleri okuyan dikkatli ve eleştirel bir
zihine sâhip okuyucunun aklına şu soru gelebilir: “Madem ki varlık, enkarne olacağı
ortamın zaman - mekân koşullarını kendi
seçiyor, kendi gelişim düzeyine uygun olmayan ortamı ve çevreyi neden seçsin?”
Genel ruhçuluk kültürümüzden biliyoruz ki, varlık varlığın gelişim aracıdır ve “uyanmış”
olanlar “uyanmakta zorluk çekenler” in uyanmalarına yardım etmekten
sorumludur. İşte bu kapsamda bir indigo / kristal, genel toplumun gelişimine
katkı sağlamak amacıyla, kendini feda edercesine yaşam planına böyle bir
vazifeyi almış olarak doğabilir. Ruh varlığı deneyimci (tecrübeci, mücerrip)
bir varlıktır, en akla gelmedik şeyleri bile deneyimlemek ve hizmet amacıyla
yaşam planı hazırlayıp enkarne olabilir. Bu fedakârlık onun için, deneyim ve
görgü birikimi sağlaması bakımından kaçırılmaması gereken ve gelişim açısından
bol kazançlı bir fırsattır. Yukarıdaki son birkaç paragrafta gelişim yolundaki
teşevvüşün bireysel düzeydeki görünümünü irdeledik. Teşevvüşün, elbette ki
toplumsal düzeydeki görünümü de vardır. Demek ki, belli bir gelişim ortamında
gelişimini tamamlamış bir varlık şu ya da bu nedenle aynı ortama enkarne olduğu
zaman; o ortamda hâlâ gelişimlerini sürdüren varlıkların yaşam şekillerine
uymakta zorlanıyor ve onun bu durumu tolere edilmez ise, bazı uyumsuzluklar ve davranış
bozukluğu” denebilecek dışavurumlar sergileyebiliyorlar.
Toplumsal Düzeyde Teşevvüş
Bir beşeri toplum bireyden oluştuğuna göre, elbette ki
toplumlar da gelişim yollarında teşevvüşlere girip çıkarlar ve sosyoloji
biliminde buna “anomi” denmiştir. Anomi, beşeri yaşamda büyük değişimler
öncesi görülen toplumsal; belirsizliğin düzensizliğin ve karışıklığın genel
adıdır. Felsefe de Emile Durkheim tarafından da gözlenmiş ve incelenmiş olan
anominin temelinde, bireyin peşinden koştuğu amaçlar ve bunların gerçekleşme
olasılığında baş gösteren belirsizlik ve huzursuzluk toplumda yaygınlaştığı
zaman, anomi denen toplumsal karmaşa(müşevveş durum) ortaya çıkıyor. Bireyin
peşinden koştuğu amaçların temelinde (o bilse de bilmese de, maddeci bir
kafayla bunu yadsısa da, onun fıtratında) kişisel gelişim vardır. Yazımızın
akışı içinde de yer yer belirttiğimiz gibi bireyin enkarnasyon ortamının
(toplumun) zaman – mekân koşullarıyla gelişim olanakları kişisel gelişim
düzeyinin gerisinde kaldığı zaman ve bu durumu toplumun bireylerinde
yaygınlaştığında, anominin alt yapısı
oluşmuş demektir. Bu durumda olan bireylerin toplamı kritik bir düzeye
geldiğinde; toplumda kişilerin davranışlarına yön veren ve toplumsal yaşamını
düzenleyen kuralların değişmemesinin arefesine gelinmiş demektir. Elbette ki
statükonun değişmesini istemeyen ve yenileşmeye / değişime karşı olan kesim ile
çatışma kaçınılmaz olur ve toplumsal düzeyde anomi deneyimlenerek yeni bir
düzene geçilir. Dünyamızda her büyük inkılap öncesi (temel kaynak eserimizdeki
söylemiyle) “…yozlaşma, soysuzlaşma ve sanki boğazlanırcasına (mezbuhâne) bir
çırpınış (252)” görülmüştür. Bu, bir bakıma, bu yazımızın konusu olan “kanserleşme”dir.
Yukarıda değinip geçtiğimiz kişisel gelişim ve değişimle
gelen bireysel düzeydeki teşevvüşü, sosyoloji profesörü Ünver GÜNAY “kimlik
sorunu” olarak nitelemiş ve bu “sorunun” bireysel düzeyden
toplumsal teşevvüşe (anomiye) evrilmesini şöyle ifâdeye koymuştur: “Kimlik
olgusu aynı zamanda dinamik bir süreç olduğu içindir ki, pek çok durumlardan
çok çeşitli toplumlar için; kimlik arayışı (özdeğişim), kimlik bunalımı, kimlik
kayması vb. gibi olgu ve süreçlerden geçer ve özellikle hızlı değişim öncesinde
ortaya çıkan kültürel kırılmalar, ‘çatlaklar’,’boşluklar’ ya da en azından
belirsizlikler ve anomi halinde bir tür kimlik sorunlarını toplumlarda yaşamsal
sorunlar olarak ortaya çıkar.” (2) Beşeriyet tarihimizde büyük değişimlerden önce
yaşanmış anomi örneklerini hepimiz biliriz; ülkemizde Cumhuriyet öncesi,
Batı’da Rönesans öncesi ve sanâyi devrimi öncesi vb.vb. anomi durumların
örneklerini tarihin kadîm toplumlarına kadar gerilere götürmek olasıdır.
İşte son birkaç paragraf içinde ele aldığımız “anomi”
olayı da, bu yazımızın esas teması olan kanserleşmenin toplumsal düzeydeki
görünümü olmaktadır. Kolayca anlaşılacağı gibi; hem hücre düzeyinde, hem beden
düzeyinde, hem de toplumsal düzeyde kanserleşmenin temelindeki etmen gelişim ve
değişimdir. Gelişip değişen varlığın, gelişimi için çevredeki gelişim
olanakları yetersizleşmeye başladığı zaman, “kanserleşme” dediğimiz
müşevveş durum ortaya çıkıyor.
|

İçinde bulunduğu gelişim ortamının olabilecek en üst
düzeyinde (“zirveye”) gelmiş olan varlıkların, maddeyi didiklercesine yeni
gelişim olanakları arayış durumunun dışa vurumuydu bu müşevveş hâl. Bunun başka
bir görünümü de; lükse, zenginliğe, konfora, maddeperestliğe, hodkâmlığa ve her
türden hırsa kapılmak şeklinde uygulamalardır. Kadîm MU’da da böyle oldu:
Bugünkü dünyada da bunlar yok değil. Kadîm MU’nun son zamanlarında; bilim adına
da, hidrojen atomunun kaba bileşimlerinin içine gömüldüler ve tüm
mutluluklarını bu bileşimlerden beklediler ki, bu da son haddine gelmiş
maddesel gelişimlerin varlıklara sunduğu bir tür çırpınışlar içinde yozlaşma ve
hatta soysuzlaşma uygulamalarıydı. İşte onbinlerce yıl öncesi MU dünyasının
batacağı âna rastlayan zamanlardaki toplumsal kanserleşmeydi bu (anomi) (3).
O zamanki
enkarnasyonlar, gelişmek (ve bunun için yeni gelişim olanakları aramak)
kapsamında, o zamanki dünyanın doğal koşullarını sıra dışı yollardan kurcalamaya
/ zorlamaya ve zaman zaman da onları bozmaya çalışsalardı, nefslerini kontrol
altında tutmayı sürdürüp, gurur ve benlik duygusu eşliğinde gelen “her
şeye kaadir olma zehabına kapılmasalardı, belki de bu doğal teşevvüş dönemini
kazasız belâsız ve daha insanca atlatacaklardı…” Elbette ki bu durum,
yüzde yüz tüm MU halkı için geçerli olamaz. Çünkü olların arasında elbette ki
söz konusu; bireysel düzeydeki teşevvüş, toplumsal düzeydeki anomi durumlarını
bilge ve erdemli insanlara özgü bir beceriklilikle atlatmış olanlar vardı. İşte
bunların bir kısmı “naakaller” olarak (MU Kıtası sulara gömülmeden önce)
dünyanın başka yerlerine göç ederek, kadîm MU bilgilerini o diyarlara
taşımışlardı.
MU Uygarlığı’nın o günlerdeki müşevveş ve anomi durumunu
şimdi bizler, bugünkü ahlâk anlayışımıza göre bir talihsizlik olarak
anımsıyorsak da, varlığın gelişimi ve bu gelişim için gerekli gelişim
olanakları açısından baktığımızda şu bakımdan onlara hak vermek belki de
olasıdır: Bildiğimiz kadarıyla ruh için tekâmül, madde için gelişim olguları
devreseldir. Belli bir zaman – mekân kesitinden ve belli bir gelişim ortamında,
belli bir devre boyunca enkarne olan varlıklar kadrosu zaman içinde oranın
maddesini de bir dereceye kadar geliştirir (ihya eder) titreşimini bir dereceye
kadar yükseltebilirler.
Maddenin bu anlamda gelişimi bir düzeye dek yükseldikten
sonra, ruh varlığının gelişim gereksinimlerini karşılayamaz olur. Ama ruh
varlığı (fıtratında bulunan “üç bilgisi” sinden biri olan) “tekâmül
et” buyruğunun bir şeyler yapmaya zorlayıcı itilimiyle ilerlemek
zorundadır. Çünkü ruh varlığı evrenin ve yaratılışın “aktif elemanı” dır (4). Başka bir deyişle
varlıklar bir an gelir ki, daha ileri gidebilmek için; gereksinim duydukları
maddesel olanakları, enkarnasyon ortamındaki maddelerden sağlayamaz olurlar
(251). Yani enkarne oldukları ortamlarda maddenin olanakları ve koşulları
onların ileri hamleler yapmalarına olanak sağlayamayacak kadar kısırlaşır. Oysa
varlıkların gelişim hamleleri asla durmaz (aslında durmaması da gerekir) ve hiçbir
sınır tanımadan, sürekli ileri doğru atılmak isterler. Hattâ buna
zorunludurlar, bağlı oldukları ruhlara hizmet kapsamında…
Gelişebilmek için, maddenin sağladığı gelişim olanaklarını
muntazam ve sürekli olarak bulan varlıklar, maddede söz konusu elverişsizlikler
ortaya çıkınca daha doğrusu, maddesel olanaklar kendilerine yetersiz gelmeye
başlayınca, elindeki maddeden ve ona bağlı maddesel olanaklardan, “belki
bundan biraz daha yararlanabilirim, bu maddenin şimdiye dek gizlide kalmış bir
özelliği olabilir mi…” umuduyla maddenin doğasına uygun olmayan
girişimlerde / analizlerde bulunma yoluna girer. Bunun günümüzde bilinen
şekilleri / örnekleri; klonlama, gen mühendisliği, DNA’nın özelliklerini
değiştirme girişimleri, çevre koşullarını ve doğanın dengesini olumsuz yönde
etkileyen ve iklim değişimlerine, bazı gıdaların özgün yapılarının
bozulmasına(buna yozlaşmaya bağlı olarak değişik ve yeni yeni rahatsızlıkların
ortaya çıkmasına) bile neden olan uygulamalar vb. vb. şeklinde basına
yansımaktadır.Elbette ki, bunların bir kısmı insan sağlığı ve refahı açısından
olumlu ve memnuniyet verici sonuçlar getirmiştir ama olumsuz sonuçların sayısı
da az değildir. Bunlardan en günceli ve günlük yaşantımızda olmazsa olmaz
olarak bilinen buğday ve unluların tamamıdır:
Maddenin temel ve doğal özelliklerinin bozulmasına neden olan ve elbette
ki maddenin fıtratına aykırı olan bu uygulamaların genel görünümünün bir
parçasını oluşturmaktadır.
Toplumda, hatta beşeriyetin büyük bir kısmında gözlediğimiz
bu makro oluşumun mikro düzeydeki örneği bir mikro kosmoz olan bedende de
ortaya çıkar. Değişik yapılarda ve işlevlerde organlardan oluşan bedenimizin,
kendisi bir organizma olduğu gibi, milyarlarca minik organizmanın da
enkarnasyon ve gelişim ortamıdır. Örneğin, tüm vücudumuzu oluşturan, (yani
vücudun kendi) hücre sayısından birkaç kat fazla hücre ( yararlı / zararlı
olmak üzere, probiyotik ) bağırsaklarımızın iç yüzeyinde konuşlanmış durumdadır
(bağırsak florası). Bu yazımızın ilk yarısını oluşturan genel dünya toplumu
örneğinde, dünya ana “gaia”nın bedenini, farklı
unsurların binbir türü ile bitkiler ve hayvanlar âlemi oluşturduğu gibi, beden
organizmamızı da farklı organlar oluşturur. Bitkiler ve hayvanlar âleminde
(canlı küre biyosferden) örnekler eklenebilir.
Benzer şekilde, bir güneş sistemi farklı niteliklerdeki
uzaysal objelerden oluşmuştur, bir galaksi bu güneşlerden (yıldızlardan, güneş
sistemlerinden, nebülözlerden, kara deliklerden vb.) oluşmuştur, bir âlem bu
fosillerden ve nebölözlerden, bir evren de bu âlemlerden oluşmuştur. Görünen o
ki, birbirine benzer yapılar mikro ve makro düzeyde sürüp gidiyor. “Yukarıdaki
aşağıdakine benzer, aşağıdaki de yukarıdakine benzemeye çalışır…” ezoterik söylemi söz konusu yapılanmayı îmâ
etmiyor mu?


Kanser konusu günümüz maddeci tıbbının yaklaşımına ruhçu
pencereden baktığımızda aslında durum çok farklı değil; yani bu konuda ,
maddeci yaklaşım ile ruhçu yaklaşımı yer yer bağdaştırmak olası: Daha iyi
gelişim olanakları arama telaşı / teşevvüşü içinde, bu durumda olan hücreye bu
konuda yardımcı olacak gibi görünen maddeler (%80-90 oranında) vücut dışı kaynaklıdır.
Çünkü zâten vücudun kendi maddeleri ve olanakları bu hücreye gelişim için
yetersiz kalmıştı. Değişim açlığı ve hırsı içinde bulunan bu hücre varlığının,
işine yarar zannıyla sarıldığı maddeler günümüz tıbbının “kanserojen” olarak
adlandırdığı ve hepsi de dış kaynaklı (vücudun dışından gelen) maddelerdir.
Bunlar, başta şeker olmak üzere şöyle sıralanmaktadır (5): Hidrokarbonatlar, aflatoksin (küf
mantarı tarafından sentezlenir) nikel, krom, sigara(nikotin), yiyeceklerdeki
katkı maddeleri, ilaçların çoğu, parfümeride kullanılan bazı kimyasallar.
Hücrede enkarne varlık, fıtratından kaynaklanan gelişme
itilimini kontrol altına alamayıp, sanki her şeyden medet uman bir akıl hastası
gibi, ya da bağımlısı olduğu uyuşturucusu kalmamış bir bağımlının kıvranması
gibi, sıra dışı tavır ve tutumlar içine girer. İşte vücudunda bu durumun
eşiğine gelmiş hücreler olan bir kimse az önce sıraladığımız “kanserojen
maddelere”de mâruz kaldığında, ya da bir şekilde kansere neden olan
virüsler (onkojenik) kendisine bulaştığında, hücrenin teşevvüş durumları artık
yozlaşma (“kanserleşme”) ve öteki sağlıklı hücrelere ve tüm vücuda zarar
verme aşamasına giriyor. Bu yozlaşma kapsamında hücrenin kendisinde ve
çevresinde olan ve vücudun genel âhengiyle bağdaşmayan değişiklikleri günümüz
tıbbı şöyle sıralıyor:
·
DNA’nın
hasarı sonucu, hücre(ler)in kontrolsüz şekilde ya da normal olmayan bir şekilde
büyümesi ve çoğalması,
·
Böyle
bir değişime uğramış hücreleri topluluğuyla tümörler oluşur. Bu tümör(ur)
oluşumu bu hücre varlıkları için vücutta yeni bir deneyim ve gelişim ortamıdır.
·
Vücudun
bağışıklık sisteminin zayıflaması da, gelişim düzeyleri uygun olan hücre
varlıklarının “kanserleşme” deneyimine
girmeleri için güzel bir vesile ve fırsat oluşturmaktadır. Bu durum, bu tür
deneyime girmeleri ve görgü birikimlerine katkı yapmaları bakımından güzel bir
fırsattır ama vücudun genel sağlık açısından tehlikeli bir durumdur. Bu nedenle
günümüz tıbbı bağışıklık sisteminin güçlü olmasını önerir ve gerekli önlemler
konusunda duyarlı olmamızı söyler. Bununla birlikte, vücudun asıl sâhibi olan
özbenliğin (varlığın) böyle bir rahatsızlık ile deneyimleyeceği bazı haller ve
hâletler söz konusu ise, pek çok bahane ve vesilelerden biri nedeniyle vücutta
kanserleşme oluşur ve yine çeşitli beşeri bahânelerle bu durum çok geç fark
edilir ve iş işten geçmiş olur. Vücudun sâhibi varlık da bu oluşumu gelişim
açısından gereği gibi değerlendirebilirse, amacına ulaşmış olur.(“Hastalklar
/ rahatsızlıklar, varlıkların tesirleri kontrol etme tâlimleridir.” Ergün
ARIKDAL) Dahası, o vücutta kanserleşme deneyimi ile bir “yükselme” gereksinimi
içinde olan hücre varlıkları da amaçlarına ulaşmış olurlar. Hattâ bununla da
sınırlı kalmaz; hastanın yakın çevresi, onun iyileştirmeye çalışan doktor,
hemşire, hasta bakıcı ve hatta bu konuda araştırma yapan akademisyenler de bu
durumla bağlantılı olarak pek çok ve kaotik etkileşim / iletişim içine girerek
görgü ve deneyim birikimlerine katkıda bulunurlar. Örneğin, bu
akademisyenlerden biri olan Prof. Dr. Ying Xu, uzun gözlem ve denemeler sonunda
kanserleşen hücrelerin oksijenle olan bağlantısını keşfetmiştir.
Prof.Xu, bilimsel adı “Hipksiya” olan hücrelerdeki olması
gerektiğinden düşük oksijen düzeyinin bazı kanser türlerinde önemli bir etken
olduğunu kanıtlamıştı. Dünyada görülen yüksek kanser oranlarının sâdece genetik
mutasyonlarla açıklanamayacağını belirten Porf. Xu, biyolojik ve biyoenformatik
bilimin araştırmacılarına kansere yeni bir ışık altında bakma olanağı sunduğunu
da kaydetti.
Günümüz maddeci tıbbının önerdiği verileri de göz önünde
bulundurarak, yukarıdan beri irdelemeye çalıştığımız kanserleşme durumu; aynı
gelişim düzeyine ulaşmış başka hücreler için de düşünülebilir ve böyle
hücrelerin hep birlikte, örneğin deri toplumu (dokusu) içindeki uyum ve düzen dışı
etkinlikleri dokunun tamamının kanserleşmesine neden olabilir. Burada mağdur
olmuş gibi görünen beden organizmasına gelince, o da aslında hiçbir şey
yitirmiş değildir; başka varlıkların (hücrelerin) gelişmelerine zemin
hazırlamak konusunda yüklenmiş olduğu otomatik bir yardım vazifesini
gerçekleştirmiştir(252). Beden organizması bu vazifesini yapmakla, o da kader
mekanizması kapsamında, daha üst bir
kader tezahürü olan mekânsal liyakatleri kazanacak ve bir üst düzeye
geçebilmenin geniş olanaklarından böylece yararlanmış bulunacaktır ki, bu da
onun ileri bir merhaleye atlaması yani gelişmiş olması demektir.
Görülüyor ki, 21 Y.Y. beşeri toplumu bakımından en kötü
rahatsızlıklardan biri olarak kabul edilen kanser, aslında evrensel gelişim
olgusunun beden organizmasının gelişim vasatındaki bir tezâhürüdür ve aynı
şeyin toplumsal düzeydeki görünümü de sosyolojinin ve hukuk felsefesinin
alanlarına giren(“anomi” vb.) yozlaşma türleridir. Tıp alanındaki tüm
gelişmelere karşın son zamanlarda giderek artan çeşitli kanser vakalarının
ortaya çıkıyor olması da; varlıkların gelişim gereksinimlerini karşılamadığının
işaretidir. En küçüğünden (hücre, beden) en büyüğüne (birey, toplum) kadar her
varlık birbirine dayanarak, birbirinden bir şeyler alıp vererek sürekli ileriye
doğru hamleler yapmakta ve “yükselmektedir”. Bu “yükselişe”
yönelik hareket ve tekinliklerin hiçbirinde, hiçbir varlık için ceza, ödül,
zulüm, vefasızlık, açmazsızlık, felâket vb. söz konusu değildir. Her şey kader
mekanizmasının (6)
ölçüsü ile kazanılmış liyakatlerin ve bu yolda sergilenmiş cehitlerin
sonucudur.
---------------------------------------------
(*) Yazımızın akışı içerisinde , bazı satırların sonunda
görülecek rakamlar; temel kaynak eserimiz İLAHİ NİZAM ve KAİNAT’tan yaptığımız
alıntıların sayfa numaralarıdır.
(1) KRİSTAL ÇOCUKLAR, Doveen Virtue İNDİGO ve KRİSTAL
ÇOCUKLAR, Mustafa Akkaş
(2) DİN SOSYOLOJİSİ, Sayfa 420, Prof. Dr. Ünver GÜNAY, İnsan
Yayınları, 2010
(3) MU Medeniyeti ve bağlantılı konular hakkında ayrıntılı
bilgi için, temel kaynak eserimiz İLAHİ NİZAM ve KAİNAT’tan başka şu eserlere
başvurulabilir: KÖKEN, Sinan Meydan (İnkılap Yayınları) ve ( Ruh ve Madde
Yayınları’nın) KAYIP KITA MU, BATIK KITA MU ÇOCUKLARI
(4) “Üç Bilgi” konusunda bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ
(1988 Baskı), sayfalar 41,57,87.
(5) Gülfiliz Ekinci, genetik Bilim Sitesi, Internet ortamı
(6) Kader Mekanizması, Yüksek kader ilkesinin evrendeki
tezahürüdür (233).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder