DİNSEL YAPTIRIMLARDAN AMAÇ
HAZIRLAYAN:
Selman Gerçeksever
Kutsal kitaplar
simgelerle dolu olsalar da, varlıksal ve evrensel bilgiyi özlerinde hep
taşımışlardır. Özellikle de Kur’an bu öz bilgiyi özünde hep taşımıştır. Aslında
bu bilgi bir tesirdir ve elbette beşeriyete tarih boyunca “kabalaşarak”, yâni;
kendisini beşeriyetin ortalama şuur düzeyine uyumlayarak inmiştir, daha doğrusu
indirilmiştir(vahy). Başka türlü bir söylemle, ALLAH’ın bizlere hitap
şekillerinden biri olan vahyin özü çeşitli renklere sarılıp sarmalanmış biçimde
indirilmiştir. Vahy, beşer tarafından elbette farklı düzeylerde/derinliklerde
anlaşılmış ve anlamayan büyük çoğunluk ise kendini yalnızca renklere vermiş ama
özdeki o saf beyaz ışıktan ancak birtakım kırıntılarla yetinir durumda kalmış
olup; bunlar çoğunlukla şeriat ve duygu realitesinin sâkinleridir. Esâsen
dinsel öğretinin ana hedef kitlesi duygu realitesi bireyidir. Beşerî
duygusallıklardan(ödül, ceza, korku vb.) yararlanılarak; inanç sâhipleri,
duygusallıktan mantal düzeye yönelmeleri ve o basamağa adım atmaları
hedeflenmiştir. Bu yazımızın akışı içinde duygular ve din ilişkisini yer yer
ele alacağız ama din şeklindeki kutsal öğretinin orijini üzerinde biraz daha
duralım:
Kuşkusuz her şey
Tanrı’nın Yüce İrâdesi ve Muradı yönünde oluşur. Tüm Kutsal Kitaplar ve genel
anlamda doğru yola yönlendirme sadece O’nun irâdesinin birer
bildiriminden(beyânından) ibarettir ve bunun esâsı da, yukarıda belirttiğimiz
gibi bir tesirdir. Bu irâde bildirimi insanın (Peygamber’in, medyumun) doğrudan
doğruya şuuruna değil, onun yönetiminden ve yetiştirilmesinden sorumlu olan
Mekanizma Şuuru’na yansır önce. Bu sonuncusuna yansımalardan da ancak bu duruma
gelinebilmiştir(1).
Bu demektir ki, Mutlak olan Tanrı ile yaratıkları arasında akla uygun hiçbir
bağlantı yoktur, arada kademeleşme ve tesirin kabalaşarak(titreşimizi
düşürerek) inmesi söz konusudur. Dinsel öğreti şeklindeki doğruya/güzele
yönlendirme, doğru yolu gösterme ve uyarma(irşad) elbette dünya gezegeniyle sınırlı olmayıp,
içinde bulunduğumuz “hidrojen âlemi”nin(2) başka uzaysal
objelerde de sürüyor olmalı. Yukarısı’nın beşeriyete yönelik din şeklindeki
rehberliği, bireysel düzeyde duygu kanalından gerçekleştirilen bir “basınç”
olarak ortaya çıkıyor. Öğreti şeklindeki
bu rehberlikte bireyin duygusal zaaflarından ve özelliklerinden
yararlanılmıştır. Bu durumda, dinsel yaptırımların altında yatan maksat,
negatif/olumsuz duyguların ve düşüncelerin pozitife, yâni, yıkıcıdan yapıcıya
yönlendirilmesidir. İşte bunun gerçekleştirilmesi, duygu kanalından
gerçekleştirilen bir “basınç” ile olmuştur/olmaktadır.
Dinsel öğreti,
yâni din şeklindeki rehberlik Hz.Muhammed ile noktalanmışsa da, bu öğretiden ve
ilâhî rahmetten yararlanacak/yararlanan milyarlarca insan vardır çünkü onlar
hâla duygu realitesini deneyimleme gereksinimi içinde olan enkarnelerdir.
Günümüz beşeriyeti henüz tamamen duygu realitesini tamamlamış olmadığı için,
dinsel öğretiden yararlanan/yararlanacak olan daha pek çok birey vardır.
Günümüzdeki görünümüyle, bu insanların bir kısmı dinsel öğretiyi özümseyip,
duygu realitesinin hakkını vererek, mantal düzeye yönelmişken; bir kısmı da
dinden gelişim yönünde yararlanmak yerine, onu istismar edip, kendi nefsânî doyumu
peşinde koşmaktadır. Bu durumda her iki kesim için de dinsel öğreti bir gelişim
aracıdır. Bu nedenle din şeklinde beşeriyete yönelik bu ilâhî rehberliği bir
kalemde silip atmak doğru değildir. 21.Y.Y.’ın teknolojinin olanaklarıyla gelen
illüzyonel pırıltıya bakarak, “kaplumbağa kabuğundan çıkmış, kabuğunu
beğenmemiş…” özdeyişinde anlamını bulan bir yanılgı ile “din
realitesi artık çok gerilerde kaldı…” gibi bir sanıya(zehaba) kapılmak
kendini bilmezlere özgü bir tavır olmaktadır. Ruhçu realite mensupları arasında
böylelerine rastladığımız için, değinmeden geçemedik. Günümüzde, negatif, hattâ
yıkıcı duygular bünyelerde sürüp gitmektedir. Gezegen genelinde, vicdânî
uyaranlar bireyin düşünce ve hareketlerine yansıyacak güce ulaşmamıştır.
Dünyanın genel görünümüne bakarak bunu söylemek hiç de zor değildir.
Din realitesi
büyük ölçüde duygu realitesi bireyi içindir.
Mantal düzeyin bireyi için; ne fikren, ne eylem olarak ve ne de vicdan
olarak gerçek yerini korumaktadır. Dinsel rehberlik kapsamında dünyaya verilmiş
olan bilgilerin açıklığı ve uygulamadaki gerçekliği mantal realite basamağında
bulunan birey(3)
için duygu realitesindeki kadar işlevsel değildir. Esâsen dinsel öğretiyle
hedeflenen de buydu, yâni; dünya beşerini duygusal düzeyden mantal realitenin vicdan
basamağına kadar yükseltmek… Çünkü vicdanın yargılama gücü her şeyden üstündür
ve vicdan kalbin sonsuzluk yoludur. Bireyin öz benliğiyle, planıyla ve sonsuz
yüceliklerle olan göbek bağı vicdandır. Dinsel öğretinin amacı, enkarne varlığı
o yüceliklere daha güçlü bir şekilde bağlamak ve bu bağı giderek güçlendirmek
olmuştur. Böylece enkarne varlık, “Gerek şuuruna âit titreşim, gerek bedenine
âit titreşim bakımından daha daha yüksek bir titreşim sistemiyle bağlantı
kurabilecek, oraya dayanıklılık gösterebilecek ve orada kendi enerjisini Evren
Enerjisi ile temâsa getirebilecek duruma gelmiş olur.”(4).
Daha yüksek bir
titreşim sistemiyle uyumlu duruma/düzeye gelebilmek, böyle bir
tesirliliğe(müessiriyete) dayanabilmek, duyguların kontrolu ve yönetimiyle;
yâni, olumsuz duyguların olumluya dönüştürülmesiyle olasıdır. Bundan da amaç,
İlâhî İrâde Yasaları’na uyumlu yaşar hâle gelmektir. Çünkü İlâhî İrâde
Yasaları’nı öğrenmek ve onları kullanır düzeye çıkmak varlığın gelişim yolunda
önemli bir merhaledir. “Evren baştan sona bir organizasyondur.”(5) Evren organizasyonu
da alt organizasyonlardan oluşmuş ve bu organizasyonlarda çeşitli şuur ve
uzmanlık düzeyinde varlıklar etkin durumda İlâhî İrâde Yasaları’nı kullanarak
çokluk ve çeşitlilik hâlinde vazife
yapmaktadırlar.
Şimdi dünya
sâkinleri olan bizler, kim bilir kaç bedenli yaşamdan beri bu düzeylere aday
olma liyakatini kazanmaya çalışıyoruz… Tüm yaşadıklarımız; ateş, kan ve göz
yaşı giderek, vicdan kanalıyla akıp gelen saf bilginin(yâni, İlâhî İrâde
Yasaları bilgisinin ve bilincinin) hızla güçlenmesine/kökleşmesine neden
olmaktadır. Gelişim, değişim ve şuurlanma olgusu içinde, beşeriyetin tamamı
değilse bile, büyük bir kısmı doğruyu yanlıştan derhal çekip alabilecek duruma
geldiğinde; bu değişim, mantal realitenin yaygınlaşmasının belirtisi olacaktır.
Bu gelişmenin sonucunda İlâhî İrâde Yasaları, bunlara uyumun gereği ve önemi
daha iyi anlaşılmış olacak. Buna bağlı olarak da insan, kendi varlık nedenini daha iyi kavrayarak ve onu
tamâmen pozitif anlamda değerlendirme düzeyine ulaşacaktır. Nasıl ki, dünyanın
kadîm tarihi içinde pek çok varlık bu düzeye ulaşmış ve bunlar çeşitli
şekillerde gelişim yolunun; daha yavaş ilerleyen, gerilerde kalmış yolcularına
yardım etmeye çalışmışlardır.
Belli bir gelişmişlik düzeyine ulaşıldıktan sonra
yardımlaşmak ve paylaşmak; duygusal bir motivasyonun da ötesinde, yardımlaşma
bilinciyle yapılır. Bu uygulamada vicdan kaynaklı itilimler de büyük ölçüde
devrededir. Her ne kadar vicdan realitesinde de biraz duygusallık varsa da; bu,
duygu realitesindeki kadar yoğun değildir: Bireyin kendi çıkarları büyük ölçüde
ikinci planda kalmıştır.
Görülüyor ki, eğer yaşamınızda vicdan sesinizle elde
etmiş olduğunuz bilginize uygun ve kendi kendinizi denetlemede, her zaman nefsinizi
yenebilecek derecede hareket edebiliyorsanız, sizin için dine/mezhebe gerek yoktur(6). Ama bunlarda
aksaklık ve kendinize güvensizliğiniz varsa, bağlı olduğunuz dinin emir ve
yasaklarını izleyerek kendinizi disiplin altında tutmakta yarar olabilir.
Dünümüz dünyasında milyarlarca birey olduğuna göre, her ne kadar dinsel
öğreti(vahy) Hz.Muhammed ile noktalanmış olsa bile, din hâla bazıları için
gereklidir ve işe yarar durumdadır.
Herhangi bir varlık hangi kademede/gelişim düzeyinde
olursa olsun, hareketlerinden ve dolayısıyla başlattığı ya da başlamasına vesile/aracı olduğu bir
fiilden ve onun sonuçlarından sorumludur. Esâsen Sebep-Sonuç Yasası’nın gereği
de budur. Yukarıda sözünü ettiğimiz dinsel öğreti bağlamında bu durum daha da
önem kazanır çünkü hedef kitle dünya beşeriyetidir. Bir mekânda din şeklinde
ruh varlığına yapılan bir etki, yâni bilgi ya da bir eylemle ortaya çıkan bir
etki; sâdece etkileyeni değil, etkileneni de sürekli olarak kucaklar(7). Bir dinin peygamberi de peygamberliğinin devamı
boyunca etkin durumdadır ama ömrünün bitişinden sonra da, ruh varlığı(öz
benlik) olarak aynı tesirin devamı kaderini sürdürür.
Peygamberler, büyük inisiyeler ve toplum önderleri gibi
büyük aksiyonerler her zaman eserlerinin arkasındadırlar. Böyle aksiyoner bir
varlık dünyadan başka bir uzaysal objede başka bir vazifeyi üstlense de, önceki
vazifesiyle ilgisini kesmez, o vazifenin izleyicisi olmayı sürdürür. Böyle
büyük aksiyonerler dışındaki sıradan varlıklar bile, bir gelişim ortamında
yaşarken, daha önce yaşamış olduğu mekânlardaki fiillerinin; hem sonuçlarıyla
kesintisiz olarak, hem de orada bırakmış olduğu(yarım kalmış) bir eylemin
devamını sürdürür. Bu arada, bir varlık(öz benlik) bir zaman mekân ortamına
enkarne olduğu zaman, enerjisinin tamamını fizik bedene yönlendirmez,
enerjisinin ve ilgisinin bir kısmını(8)
bedene bağlamıştır.
Dünya bedeniyle, onun sâhibi ve var oluş nedeni olan öz
benlik arasındaki bu bağlantıdan(yâni enkarne durumdan) gelişim ve şuurlanma
yönünde iyi bir sonuç alabilmesi, kendini bilme ve tanıma duyarlılığı içinde
gelişmeye ve şuurlanmaya bağlıdır. İşte bu noktada duygular/duygusallıklar
konusunun önemi ortaya çıkmaktadır. Yukarıda da değindiğimiz duygu yönetimi ve
duygusallıkların kontrolündeki başarı, varlığın doğru bildiğini uygulaması ve
idraklenerek şuurlanması bakımından önemlidir. Bu bağlamda, dünya beşeriyeti bu
günkü görünümüyle devre sonu toplumu
olarak duygu realitesinden çıkmaya ve mâkul vicdan düzeyini yakalamaya
çalışmaktır ki, “insanlaşmak” açısından makbul olan da budur. Mâkul vicdan
düzeyinde duygular devre dışıdır, yâni duygusallık söz konusu değildir ama
duygular çok büyük oranda kontrol altına alınmıştır. Akıl duygulara egemen hâle
gelmiştir. Böylece, Kur’an’da da defalarca yinelenen ve “Akıl etmez misiniz, hâla
düşünmeyecek misiniz, aklını işletmeyenlerin üzerine pislik yağar…” vb.
meâlindeki âyetlerde(9)
anlamını bulan İlâhî Murad gerçekleşmiş olur. Bu başarı dünya beşeri için bir
bakıma “uyanış”tır(şuurda uyanış, kıyam). Bu aşamaya ulaşmış olan
bireyin artık duygular/duygusallıklar içeren deneyimler geçirerek(yâni dinsel
öğretiyle) gelişmesine gerek kalmamıştır. Bu gibiler dinsel öğretiyi de
gerçeğine en yakın şekilde anlayanlardır. Kadîm zamanlardan günümüze değin
gelmiş olan “Ârife din gerekmez.” söylemiyle de bu durum ifâdeye konmak
istenmiştir, sanıyoruz.
………………………………………………..
(1)
SADIKLAR
PLANI TEBLİĞLERİ, syf. 373, 619.
(2) “hidrojen âlemi” kavramı için bkz. İLÂHÎ
NİZAM ve KÂİNAT, syf. 10,11,12,44,49,54,55,71,260,263,276,315
(3)
SADIKLAR
PLANI TEBLİĞLERİ, syf. 482.
(4)
SADIKLAR
PLANI TEBLİĞLERİ, syf. 570.
(5)
İLÂHÎ
NİZAM ve KÂİNAT, syf. 70 ve devamı,83,166,186.
(6)
SADIKLAR
PLANI TEBLİĞLERİ, syf. 630.
(7)
SADIKLAR
PLANI TEBLİĞLERİ, syf. 633.
(8) Bu oran; SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ’ne
göre %20-25’tir. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’a göre7/8’dir.
(9)
Âyetler;
Kamer 17+22+32+40, Muhammed 24, Nûr 61, Rûm 8+9, Mâide 103, Zariyat 21+49,Yunus
100.