Mesnevi Dizelerinin
Düşündürdükleri
BEDENSEL BEN ve YÜKSEK BEN
HAZIRLAYAN:
Selman GERÇEKSEVER
Giriş
Dünya
insanı (beşeriyet) olarak, Kur’an ifadesiyle(Tin 5) “aşağıların en aşağısı” nda
bulunuyorsak da; insanın, “en güzel bir biçimde”(Tin 4) ve “âlemlere
rahmet” olarak (Enbiya 107) yaratılmış olduğunu da Kur’an’dan
öğreniyoruz. Bugünkü beşerin “potansiyel insan” olarak bu
yüceliği, aslının / esasının ruh varlığı olmasından ileri geliyor. Yine
Kur’an’a göre “âlemlere üstün kılınmış olan” (Duhan 32) ruh varlığıdır. Dünya
insanı dediğimiz beşer de, bu “üstünlüklerle
donatılmış yanı” nı (İsra 70) (erdemleri) bedeninde (bedensel beninde)
tezâhür ettirebildiği oranda insandır ve gerçek anlamda da o derece değerlidir.
Dolayısıyla insan sâdece bedenden ibâret olmayıp, o esasen ruh varlığıdır ve
beden / organizma ruhtan dolayı vardır. Beden, ruhun tezâhürüdür. Yunus Emre bu
gerçeği, “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.” şeklinde ifadeye
koymuştur.
Yunus
Emre gibi, Mevlana Celaleddin ve benzeri büyük inisiyeler de ( ve en son olarak
Bedri Ruhselman’da İLAHİ NİZAM ve KAİNAT adlı eserinde) bu gerçeği değişik
şekillerde ifade etmişlerdir. Biz şimdi bu, bu kaynaklardan (ama ağırlıklı
olarak MESNEVİ’den) yararlanarak, görünmeyen “asıl kendimiz” ile
görünen “bedensel benimiz” ve bağlantılı konuları irdeleyeceğiz. Önce
varlıksal yapımıza bakalım:
Önce,
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT kitabıyla gelen ve en son bilgilerin ışığında “bedensel
ben”in ve “yüksek ben”’in konularını varlıksal yapımız içinde görelim: Az
yukarıda, “bedensel ben” dediğimiz görünen yanımızın ruhtan dolayı var
olduğunu söylemiştik. Ruh ve beden (yani madde) cevher olarak aynı yapıda
olmadıkları için, ruhun beden ile doğrudan bağlantısı söz konusu değildir;
arada “yüksek benimiz” olan evren varlığımız bulunuyor. Aslında beden
(görünen biz) ve yüksek ben (görünmeyen evren varlığımız) ruhtan dolayı var. Başka
türlü ifadesiyle biyolojik bir yapı olan dünya bedeni, yüksek benimiz olan
evrensel varlığımızdan dolayı, evrensel varlığımız da ruhumuzdan dolayı var.
Yüksek
benimiz olan evrensel varlığımız, evren ötesi
Resim 1
durumdaki
ruhumuzun evrendeki bir tekâmül aracı, evrensel varlığımızın âlemlerdeki gelişim
aracı da bu görünen biyolojik bedenimiz (organizma) Bir evren, âlemlerden
oluşmuş maddesel bir mekândır (1) Bu yapılanma içinde ruhtan başka her şey
değişik titreşim düzeylerinde maddedir. Evren varlığı da “şuurlu bir
madde” dir. (2). Varlığın, evren boyunca gelişim süreci içinde
oluşan özbilgi birikimi, “ruhun tekâmül
değerleri”ni oluşturur. Bu tekâmül değerleri, ruhlarla varlıklar arasındaki
bağlantıyı sağlayan tesirlerdir (3). Bu temel yapılanmayı İLAHİ NİZAM ve KAİNÂT
kitabından bu şekilde ortaya koyduktan sonra, bu durumu M. Celaleddin’in nasıl
dizelere döktüğüne bakalım.
Diyor
ki, “Beden,
ruh için bir çadıra benzer.” Girişte de belirttiğimiz gibi ruh ve madde
cevherleri farklı varlıklar oldukları için, doğrudan bağlantıları ve ilişkileri
söz konusu değildir. Esasen evren üstü ruh ile madde âlemindeki bir biyolojik
yapı (beden) arasında evren varlığı vardır. Ruhun, evren varlığı ile bağlantısı,
varlığın özbilgi birikimi (yani, tekâmül değerleri) iledir. (3) Evren
varlığının, bir uzaysal objedeki (örneğin dünyadaki) bedeniyle bağlantısı da “perispiri”
(4) aracılığıyla oluyor. Ruh, sanki kendisini
Resim
2
maddenin
giderek kabalaşan ortamlarında korumaya almak için (M. Celaleddin’in ifâdesiyle)
bir “çadır”
a bürünmüş ya da gizlemiş. Bu benzetmede (teşbihte, sembolizmde) esas olan “çadır”
değil, “çadır”ın içinde olandır. Çünkü “çadır”, onun içinde
olandan dolayı vardır. Biyolojik yapı olan beden (organizma) ruhtan dolayı
vardır. Bu durum, genel kural olarak; tesirin kabalaşarak (titreşimini
düşürerek) tezâhür etme şekli ve bir bakıma da, tesirin maddesel ortamlarda
ilerlerken sergilediği uyum hareketidir(bkz. Resim-2). Bu durum Yunus Emre’nin
dizelerinde “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” şeklinde ifâde
bulmuştur. Ruh varlığı bir şeylere “bürünmeden”( bu “bürünme”
/ örtünme bir “çadır”, “beden” vb. olabilir) bir mekânda tezâhür
edemiyor
“Beden,
ruh için bir ‘çadır’a benzer” dizesi de dâhil, bu çalışmamızda ele alacağımız
Mesnevi dizelerinde anlamını bulan “bedensel ben ve yüksek ben (evren varlığı)”
ilişkin teknik ayrıntısı ve açıklamasını İLAHİ NİZAM ve KAİNÂT kitabında buluyoruz.
(5).
Tesirin Maddesel Ortamda İlerleyişi
“Tesirler ‘yukarı’dan ‘aşağılar’a inerken /
indikçe, ‘basitleşirler’, ‘yukarılar’a çıktıkça da
mudilleşirler(karmaşıklaşırlar).”
Kitap’ın bu ifadesinde “aşağı”=titreşimi
kaba/düşük ortam, “yukarı”=titreşimi/frekansı yüksek ortam(boyut, plan, hatâ
uzaysal obje…) anlıyorum. “basitleşirler” sözcüğünden de=
değerlerinin bir kısmını yitirirler, zayıflarlar anlıyorum.
“Yukarı”dan gelen bir
tesirin bu anlamda “basitleşmesi”, “aşağı”daki birimin (birim
düalitenin) “yukarı”dan gelen tesirin tahribatından korunması demektir.
Kitap’a göre, bu bir “süzgeç /ayarlama mekanizması”dır.
Örnek:
A) Tesirin
“yukarı”
dan “aşağı”ya
inmesi durumu(Yani, titreşimi yüksek ortamdan, titreşimi
düşük ortama ilerleyişi): Dünya dış uzaydan sürekli olarak tesir bombardımanı
altındadır. Dünyaya yönelik bu tesirler arasında, dünyayı büyük zararlara
sokabilecek olanlar az değildir. İşte dünya çavresinde bulunan “süzgeç
mekanizmaları”, dünya için zararlı oalan bu tesirleri süzer. Bu “süzgeç
mekanizmaları”nın hedefi, dünyanın kaldıramayacağı kadar kuvvetli olan
(frekansı yüksek olan) tesirlere yol vermemektir.
B) Tesirin
“aşağı”dan
“yukarı”ya
doğru ilerlemesi durumu (yani, titreşimi düşük ortamdan,
titreşimi yüksek ortama doğru). Tesirin “yukarı”ya doğru ilerlerken,
mudilleşmesi(karmaşıklaşması, güç/zor nitelikler kazanması)durumu: “Aşağı”dan
gelip, “yukarı”ya doğru giden tesir, bir üst maddesel ortamdan(boyuttan
/ plandan) geçmek için, oradan değerler alarak, kendi bünyesini genişletir /
mudilleştirir(geldiği yere oranla mudilleşir). “Yukarı”ya doğru çıkarken,
“yeni
değerler alması” demek, onun; “çoğala çoğala / güçlene güçlene / mudilleşe
mudilleşe ilerlemesi” demek oluyor.
Tesirin bu hareketi(yani, “yukarı”
çıkarken, mudilleşmesi; “aşağı” inerken
basitleşmesi/zayıflaması ve değer yitirmesi) onun uyum hareketidir (boyutlarla
/planlarla “kaynaşma” hareketidir). Böyle bir mekanizma olmasaydı, maddesel
ortamlarda çeşitli “kaynaşmazlıklar” (uyumsuzluklar) olur ve tesirler yarar
saylayacakları yerde, tahribata neden olurdu. Tüm bu “tesir ayarlama / süzgeç
mekanizmaları” da gene, Yüksek İcaplar’ı taşıyan üstün tesirlerin
kontrolları altında bulunmaktadır. (Kaynak: İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar
67+68)
Beden Mekânda, Ruh Mekânsızlıkta
Ruh
ve bedenin, hatta varlık ile ruhun apayrı cevherlerde yaratıklar olduğunu,
dolayısıyla ruh ile bu maddesel yapıların bir arada (aynı mekânda)
bulunamayacaklarını yukarıda belirtmiştik. Ruhun dışında her şey madde olduğuna
ve ruhun madde ile maddesel yapılarla doğrudan bağlantısı bulunmadığına göre,
ruh bir bakıma “mekânsızlık” ta geri kalan her şeyde değişik titreşim
düzeyindeki (farklı süptillerdeki) mekânlarda bulunuyor. Mesnevi’de bu gerçeği
şöyle ifade bulduğunu görüyoruz: “Sen mekândasın, aslın mekânsızlık. Bu
dükkânı kapa, asıl dükkân odur.” Burada aynı zamanda esas olanın ve de
önemli olanın ruhsal yan olduğuyla ilgili de bir işaret var. Ama o ayrıntıya girmeden önce, maddesel ortamlarla
madde ötesi (fizik ötesi) dediğimiz ortamlar üzerinde bildiklerimizi
anımsayalım:
Tesirlerin
bir maddesel ortamdaki belirtisi harekettir. Başka türlü bir söylemle, bir
tesir herhangi bir maddesel ortamda hareket şeklinde tezahür eder. Evren
içindeki maddelerin bünyelerindeki hareketlerin artması ve maddesel
bileşimlerinin karmaşıklaşması; tesirlere hedef olma alanlarının genişlemesi /
değerlerin artması durumudur (6). Dolayısıyla bir maddesel yapının (örneğin,
bedensel benin ) gelişmişliği, giderek daha suptil (yüksek titreşimli)
tesirlere hedef olabilme becerisiyle doğru orantılıdır. Bu da o bedenin
(bireyin) arınmışlığını / aydınlatılmışlığın; ifade eden güzel ve makbul bir
durumdur.
Bizler
“yarı
idrakli” ya da “yüzeysel idrakli” (7) beşeri
varlıklar olarak, göremediğimiz, elle tutamadığımız ve teknolojiyle saptayıp
ölçemediğimiz şeylere / nesnelere “fizik ötesi” , “mekan / madde ötesi”, “mekânsızlık”
vb. deyiveririz, hatta bunları
bilim dışı, gerçek dışı sayıveririrz. Oysa, metapsişik bilimin İLAHİ NİZAM ve
KAİNÂT kitabıyla revize edilmiş olan bilgilerinin ışığında biliyoruz ki;
spatyom (âhiret) dediğimiz ortam da; fizik ötesi değil. Fiziktir. Yani
maddedir. Biz tamamen beşeri bir yanılgı olarak; çok sınırlı olan algılama
olanaklarımızın, duyu organlarımızın ve araç-gerecimizin algılama sınırı
dışında olduğu için oraya ya da orada bulunan varlıklara “mekân dışı” ya da “mekânsızlık”
diyoruz. Oysa, dünyanın spatyomu ve ötesi de dâhil, tüm evren maddesel bir mekândır
(8). Evren, özbenliğimizin yani asıl varlığımızın bulunduğu mekândır.(9). Şimdi
bir bu durumumuzla, ama işin /konunun gerçeğini bilerek, “Özbenliğimiz olan varlık mekânsızlıktandır”
diyebiliriz. Çünkü, beş duyumuzla ve aletlerimizle özbenliğimizi
algılayamıyoruz. O halde özbenliğimiz olan asıl varlığımız “yok” tur ya da daha
iyimser bir ifadeyle o “mekânsızlık”tadır…
Bu
yaklaşım, evrene / âleme ve insana bir gözü kapalı ya da at gözlüğüyle bakan,
bilimsel tutuculuktan yakasını kurtaramamış maddeci bakış açısıdır. Oysa, tüm
kutsal ve inisiyatik öğreti ile metapsişik bilim; herkesin bir özbenliğinin
(asıl kendisinin) olduğunu, esas ve hep var olanın o olduğunu, biyolojik
bedenin (organizmanın geçici bir gelişim aracı olduğunu, bu gelişim aracının
özbenlikten dolayı var olduğunu, özbenliğin de ruhtan dolayı var olduğunu hep
söyleye gelmiştir. Son yarım yüzyıldan beri
maddeci / tutucu (sözde “pozitif”) bilim, parapsikoloji ve
kuantum fiziğiyle insanın bu görünmeyen mekânsızlıktaki yanına yaklaşmaya
çalışıyor(10). Bu yaklaşım, henüz onun (asıl
Resim 3
varlığımızın
/ özbenliğimizin) tezâhürlerine yönelmiş durumda olsa da hiç yoktan iyidir,
maddeci dünya bilimi açısından büyük bir sıçrama sayılabilir…
Gaybın Giderek Aydınlanması
Şimdi
biz M. Celaleddin’in yaptığı gibi, yine de beşeri (yarı idrakli) bir yaklaşımla
özbenliğimizin “mekânsızlık” ta olduğunu
söylemiş olalım ki (aldatıcı da olsa) görünüşe göre öyledir…Özbenliğimizin
bulunduğu evren (görünmeyen yanıyla) “mekânsızlık” olursa, evren üstü
durumda olan ruh (bkz. Şekil 1) haydi haydi “mekânsızlık” ta olur.
Belki de asıl mekânsızlık orasıdır… Bu, bizler için tam anlamıyla “gayb”
durumunda ve gaybı ALLAH’tan
başkası bilemez. Bu arada, geçtiğimiz zamanlarda pek çok bilgi “gayb”
niteliğini yitirmiştir. Yani pek çok bilinmeyen ve hatta yarı idrakli beşer
kafasıyla inkâr ettiğimiz ve okullarda bu şekilde okuttuğumuz pek çok
bilinmeyen (“gayb”) bilinir duruma gelmiş “gayb” olma niteliğini
yitirmiştir. ALLAH Kur’an’da meâlen; “Gayb’ı ben bilirim” diyor ama
aklımızı işleterek O’nun âyetlerini görmemizi ve irdelememizi de ısrarla
istiyor. Yani, “gayb” olan her şeye nüfuz etmemizi,
bilgilenmemizi, öğrenmemizi istiyor.
Aslında
ALLAH’ın bilgisi her yerde, her şey O’nun âyetlerinden başka bir şey değil.
ALLAH’ın bilgisi çokluk ve çeşitlilik hâlinde tezâhür etmiş durumda. Yeter ki
bizler O’nun âyetlerine nüfuz etme liyakatimizi artıralım. Esâsen ALLAH da
bizden bunu istiyor: “Çevreniz âyetlerle dolu, görmez misiniz,
düşünmez misiniz, akıl etmez misiniz…” mealindeki âyetler ile bizleri,
“gayb” olana nüfuz etmeye zorluyor; sanki, “Siz bir adım atın, ikinci adımda
biz varız…” der gibi. Yukarı’sı, fizik ötesi yanımız, asıl kendimiz (yüksel
benimiz) elini bize (bedensel benimize) doğru uzatmış durumda. Mesnevi’de bu
durum şöyle ifade bulmuş:
“Gayb âleminden bir hitap ruha tekrar tekrar gelir.
Ten cihanından çık azâd ol.”
Yukarıda belirttiğimiz gibi, sonsuz yüceliklerden, o
ışıklı ortamlardan bilgiler akıp durmaktadır. Görenin de önünde, görmeyenin de…
Yeter ki, biz kendimizi (bedensel benimizi, yani şu anki enkarne durumumuzu bu
“hitabı”(sezgileri
/ bilgileri) alacak süptiliteye(inceliğe) getirelim. Bu da belli bir arınmışlık
düzeyine ulaşmakla elde edilecek bir liyakattir. Beden (nefs) aracılığıyla
maddeye bağlılık ve bağımlılık bu liyakatin önündeki en büyük engeldir. Bu
tutsaklıkla (yukarıda belirttiğimiz, “ceset olarak yaşamak” ile) bu
liyakate ulaşmak çok zordur. Bu nedenle, anladığımız kadarıyla; M.Celaledin de,
bu tutsaklıktan “azâd” olmayı öneriyor: “Ten cihanından çık azâd ol.” Ruha
daha “yakın” olan yüksek ben için bir bedene bağlanmış olmak gerçekten
tutsaklıktır. Ama fizik beden yukarıdaki anlamda arındırılırsa, nefsin
hegemonyasından kurtarılırsa, bu tutsaklık daha az zahmetli ve yaşam da o kadar
başarılı geçer. Burada esas olan, bedenli olarak yaşamak (“ten cihanında”) ama
bedenin / “tenin” tutsağı durumunda olmamak: Bedenli halde bedensizmiş
gibi (yani, güçlü bir şekilde Yukarı’ya bağlı) yaşamak. Bu makbul durum, yüksek
bene(asıl kendimize) ve yüksek ben kanalıyla ruha sıkıca bağlanmışlığın
ifadesidir ki bu durum “ALLAH’ın ipine bağlanmak/tutunmak”…mealinde
Kur’an’da ifadesini bulmuştur. Bu durum da varlık için pek çok “gayb”,
“gayb”
olmaktan çıkar elbette…
Aydınlanmak
Maddesel
yapılar (örneğin, enkarne varlıklar, yani bedensel benler, gelişim olgusu
içinde giderek süptilleşirler. Bu süptilleşmenin (titreşimin yükselmesinin)
gereği genel anlamda arınmak ve aydınlanmaktır. Bedensel benin gelişimi demek,
giderek daha süptil tesirlere hedef olma alanlarının genişlemesi ve değerinin
artması demektir (6). Varlık geliştikçe daha süptil bedenlere enkarne olmak
durumundadır. Örneğin, âlemlerle dolu evrenin herhangi bir noktasındaki uzaysal
objesinde öyle bedenli varlıklar olabilir ki, biz onları şu hâlimizle ve
sınırlı bilgilerimizle ruh sanabiliriz. Kendi varlıksal yapımızı göz önüne
getirecek olursak (Şekil -1) özbeliğimiz olan evrendeki varlığımızda maddesel
bir yapıdır ama şu andaki bedensel benimize göre çok çok süptil bir yapıdır.
Elbette ki evrende ondan da süptilleri vardır ve bu süptileşme evrenin
Ünitesi’ne kadar sürüp gider (11).
Görülüyor
ki, tezâhürat ortamında giderek süptilleşen bir yapılanma bulunuyor. Bu
yapılanma içinde bedensel benler ve onların asıl sahipleri durumunda olan
özbenlikler (evren varlıkları) gelişim olgusu içinde bir ortamdan bir üst
ortama geçerek ilerlerler. Dünyada bu beşeri realite “basamaklarında”
ilerleyiş şeklinde olur.
Âlemde
boyuttan boyuta atlayarak… Şimdi, dünya beşeriyeti olarak bizler de içinde
bulunduğumuz bu hidrojen âleminde, şimdiki zaman–mekân kesitine bu şekilde
geldik (12). Sürekli bir yerden bir yere geçiş söz konusu ve bir yer, bir
önceki yerden daha değerli çünkü hak edilmeden (liyakat artırılmadan) bir üste
geçilmiyor. İşte üzerinde durduğumuz Mesnevi dizesinde de yüce M. Celaleddin bu
gidişi “dükkândan dükkâna geçiş” şeklinde ifâdeye koymuş: “Bu
dükkânı kapa, asıl dükkân odur.” Yani aslolan ve varlık için en önemli
hedef “mekânsızlık”tır. Bir üst mekân, bir alta göre “mekânsızlık”
tır, yani daha süptil bir ortamdır.
Bu
dizede M.Celaleddin ‘in “Bu dükkânı kapa !” demesinde sanki bir uyarı da var gibi… Çünkü yarı
idrakli enkarneler olarak, alışkanlıklarımızın rehâvetine kapılma ve onlardan
ayrılmama gibi bir beşeri zaafımız da var: İçinde bulunduğumuz durumun
(realitenin / anlayışın) otomatizmasına, hatta rahatsızlıklarına bile
alışıveririz. Zihinsel konforumuzun bozulmasını istemeyiz. Bir üst realitenin
(yeni bilgilerin, farklı yaklaşımların) kazanımları önümüze serilse bile,
onlara uyum sağlayarak, idraklenme zahmetine girmek istemeyiz. İçinde
bulunduğumuz zaman ve mekân koşulları hiç değişmeden sürsün isteriz çünkü
onlara alışmışızdır, onlarla baş etmeyi öğrenmişizdir. Belli bir otomatik
yaşayışın rahatlığı / rehaveti egomuzun hoşuna gider ama bu, gelişim için, bir
üst realiteye yönelmek ve oraya aday olma liyakatini kazanmak bakımından hiç
iyi bir durum ve tavır / tutum değildir. Gelişim açısından, insanlaşmak
bakımından bu olumsuz durumun kadim inisiyatik öğretilerdeki ve hatta dinsel öğretideki
karşılığı “kabuklar içinde sabitleşip kalmaktır”. Varlık için, yazımızın
giriş kısmında verdiğimiz Kur’an âyetlerinde anlamını bulan, insanın
yüceliğiyle bağdaşmayan talihsizliklerden biri budur. Bu yüzden beşeriyet;
tembellik / miskinlik, olumsuz anlamda tevekkül konularında hep uyarılmış ve
sürekli çalışma / etkinlikte süreklilik önerilmiştir. Aklın bile işlevsel
olması gereği üzerinde durulmuştur.
İşte
bu nedenle mekânın, bir realitenin (genel anlamda bir gelişim düzeyinin bilgisi
alınınca, deneyim ve görgü birikimi tamamlanınca, bir üst gelişim düzeyine
yönelmek gerek, hep yeni olanın arayışı içinde olmak, idraklenme ve şuurlanma
(dolayısıyla gelişme) cehtinin gereğidir. Eskiye bağlı kalmak tutuculuktur,
bağnazlıktır ve bu durumda olanlara, telâfi edilmesi zor / ıstıraplı yaşam
sınavları getirmekten başka bir kazanım sağlamaz/ sağlamıyor. İşte bu zor ve
sıkıntılı durumlara düşmemek için zihinsel ve bedensel konforun rehâvetine
düşmeden her yeni olana, iyiye / güzele ve bir üst anlayış düzeyine (“mekânsızlık”a)
yönelik olarak yaşamak gerek. M.Celaleddin’de bunu söylüyor: “Bu
dükkânı kapa asıl dükkân odur” Burada, “bu dükkân” dan “dünya
yaşamı” nı; “asıl dükkân” dan da (yukarıda değinip geçtiğimiz ve dipnot
-12’de kaynağını verdiğimiz) “Yarı Süptil Alem”i de
düşünebiliriz. Nasıl ki, Mesnevi’nin başka bir yerinde de şu dizeleri
görüyoruz.
“Yetişir,
bu süprüntülükten gül bağçesine yönel.
Çünkü karanlıkta bir ışık görünmede;
durmaksızın
Adımlarını sıklaştır, kuytuyu geç, İrem
Bağçeleri’nde dolaş.”
M.Celaleddin
gibi, bir üst realitenin (var oluş düzeyinin) ihtişamını bilen / gören ve belki
de oradan gelmiş bir varlık için burası (dünya) elbette ki bir “süprüntülük”
tür. Burada “süprüntülük” değersiz , işe yaramaz, işi bitmiş şeylerin
(eşyanın) atıldığı / biriktirdiği bir yerdir. Süprüntülük bir “kuytu”
da olabilir. M. Celaladdin’in seçimi olan süprüntülük sözcüğünde anlamını bulan
değersizliği ve düşkünlüğü, yazımızın başında verdiğimiz Kur’an ayetlerinde de
görüyoruz: “aşağıların aşağısı” Tezâhürat ortamındaki hiyerarşik
yapılanmada her bir varoluş düzeyi bir üstüne göre titreşimi (süptilitesi)
düşük, Mesnevi ifadesiyle “süprüntülük” (ya da Kur’an ifâdesiyle
“aşağı”)
durumundadır. Bu dizesinde M. Celaladdin bizlere, içinde bulunduğumuz zaman – mekan
koşullarından daha iyisinin bulunduğu bir yerin olduğunu (yani bir üst realite
düzeyini işaret ediyor. Bu dikkat çekiş aynı zamanda; ileriye, yeniye, iyiye,
iyinin de iyisine doğru gidişin önemini ve gelişim açısından verimini belirten
bir uyarı oluyor.
Maddenin Aldatıcı Câzibesi
Şimdi
bizler genel beşeri görünüm olarak elbette ki esâsen ruh varlıkları olduğumuz
için, fıtratımızda bulunan bu itilişi, daha doğrusu içten gelen “bir
itilişi” duyuyoruz ama, kendinden (yani asıl kendisinden, özbenliğinden)
habersiz, yarı idrakli varlıklar olduğumuz için , bu itilişle ağırlıklı olarak
maddeye yöneliyoruz. Maddesel birikimi artırdıkça güçlü ve güvende olacağımızı
/ olduğumuzu sanıyoruz. Esasen bir yandan maddenin aldatıcı cazibesi, bir
yandan maddeci ve sömürgeci kapitalist sistem, zaten egosunun güdümünde olan
dünya insanını madde ve beden ağırlıklı yaşamaya zorluyor.
Bunun
çıkar yol olmadığını, insanın gerçek doğasına uygun olmadığını, sdece Mesnevi
gibi inisiyatik eserlerde ve öğretilerde değil devre başından beri (M.Ö.
6-7000’ler….) kutsal metinlerde söylendi durdur ama Kutsal Kelam’ı kaale alıp,
bu “süprüntülük”
ten kurtulan çok az insan oldu. Bu kurtulanlar / uyananlar kadim zamanlardan
beri (peygamber, veli, mürşid ve büyük inisiyeler olarak) uyanmakta zorluk
çekenleri uyandırmaya çalışıyor.
Her
gelişim / var oluş düzeyi bir üstüne göre bir “süprüntülük” olduğu
gibi, aynı zamanda “karanlık”tır da. Yani “titreşimi / süptilitesi düşük” anlamında karanlık. Birey, içsel gelişim
yönünde biraz samimi cehit sergilerde, hele bir idraklenme cehtini sürekli
kılmaya çalışırsa, içinde bulunduğu karanlık, bir üst gelişim düzeyinin
ışığıyla aydınlanmaya başlar. Bir üst gelişim düzeyini “gül bağçesi”ne benzeten
M. Celaladdin, oranın ışığına / aydınlığına şöylece şâirane bir güzellikle
dikkat çekmiş: “…gül bağçesine yönel. Çünkü karanlıkta bir ışık görünmede.” M.
Celaladdin bununla da yetinmememizi belirtmek için ekliyor: “...durmaksızın
adımlarını sıkılaştır, kuytuyu geç, İrem Bağçeleri’nde dolaş.” Burada
da idraklenme cehtinin sürekliliğinin yararı ve bu cehtin, kişiyi bir üst
realiteye ulaştıracağı vurgulanıyor.
Bu
dizelerdeki “adımları sıklaştırmak”, tasavvuftaki “Seyr-i Sülük” gidişini
de çağrıştırıyor. Benliğin (bedensel benin) arındırılması “seyr-i süluk” denen
tasavvuf disipliniyle de olasıdır ama aslında tüm varlıklar seyri sülük
durumundadır. “Süluk”; yola koyulmak, yolda yürümek anlamında bir sözcüktür.
Bu yol ALLAH’a giden yoldur. Esasen bu yolda olmamak, “ALLAH’a gitmemek / dönmemek” söz konusu değildir. Dönüşümüz O’nadır. (Alak
8+19, En’am 38, Gaşiye 25, Kasas 88, Maide 48+105, Nur 42, Yasin 22, Yunus 23,
Tagabun 3 ) Bu “dönüş” giderek O’na benzemekle olasıdır ama bu “dönüş”,
“dönüşüm” ve benzeyiş sonsuzdur.
Yani bu “gidiş” ten kasıt sürekli olarak O’na yaklaşmaktır (Alak 19)
Esas olan O’nun sıfaklarıyla (Esmaül Hüsnâ) sıfatlanmaktır. Bunun tasavvufi
ifadesi “Tanrı’nın rengi ile renklenmek” tir. Söz konusu “gidişin
/ dönüşün” belli bir yöntem ve disiplin içinde hızlandırılmış şeklinin
adı Tasavvuf’taki “seyr-i sülûk” tur (13).
İrdelemeye,
anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştığımız yukarıdaki Mesnevi dizelerinde
gördüğümüz “gül bağçesi / İrem bağçesi” (14) benzetmelerini yüksek
benimizin (asıl kendimizin) bulunduğu evren vasatı (15) olarak da alabiliriz:
Çünkü gerçekten de esas olan; enkarne bir varlığın (bireyin) tekrar tekrar
bedenlenmeler boyunca gelişiminden amaç, asıl kendisini (yani yüksek benini /
özbenliğini) bedensel beninde %100’e yakın bir şekilde tezâhür ettirmektir.
Dolayısıyla bizler için, yaşamlar boyu biricik hedefe o “gül bağçesi”dir, giderek
daha süptil (titreşimi yüksek “aydınlık”) ortamlara enkarne olmaktır. Bu
durumda bedensel benin hem rabbi (görüp gözetici ve öğretmeni), hem de sorumlusu
kendi özbenliğidir. Kur’an’da da bu; mealen, “özbenliğin sana yeter”
şeklinde ifade bulmuştur. Esasen, Mesnevi dizesindeki, “karanlıkta bir ışık” söylemi de bireyin özbenliğinin ışığı, yani
vicdanıdır. Yüksek ben ile bedensel benin bağlantısı vicdan kanallarıdır. Bu
bağlantı ne kadar güçlü ise (yani o “ışık” ne kadar parlak ise) yüksek
ben, bedensel bende o kadar iyi bir şekilde tezahür ediyor demektir. Esas olan
ve makbul olan da bundan başkası değildir. Bunu başarmak bizim varlık/ var oluş
nedenimizdir. Yüce M. Celaladdin de çeşitli benzetmeler kullanarak bunu
anlatmaya çalışıyor. Tüm inisiyatik ve dinsel öğretilerde vicdan konusunun
üzerinde ısrarla durulmasının nedeni de budur. Psikolojik, sosyolojik ve etik
açılardan da vicdan özgürlüğünün, dolayısıyla laikliğin önemi buradan gelir.
Vicdanı egonun esaretinden, egemenliğinden kurtarmak insanlaşmanın gereğidir.
“Sarhoşluk”
ve “Çocukluk”
M.
Celaladdin’in söylemiyle “gülbağçesinin ışığı” olan vicdan
kanalından gelen yüksek ben kaynaklı tesirin sezgilerimizin bedensel bendeki
tezahürü, Mesnevi’nin başka bir dizesinde “şarhoşluk” sözcüğü ile ifade
bulmuştur:
“Sarhoşun
hâlini bilmeyen çocuklar onun ardına düşüp,
gülüşürler. Hakk sarhoşundan başka
herkes çocuktur;
her biri daha 100 yaşından olsa, buluğa
ermemiştir.”
M.
Celaladdin’in yeğlediği “sarhoşluk” sözcüğünde anlamını
bulan içsel deneyim, değişik öğretilerde “vecd”, “sürür”, “aydınlanma” ve “büyük sevinç hali” olarak da ifade
bulmuştur (16). Bu durumun din psikolojisindeki karşılığı “İlâhi Kudretin İşareti”
dir. Ünlü ilahiyatçılarımızdan ve din psikoloğu olan Prof. Dr. Hayati Hökelekli
İlâhi Kudret’in işaretleri / belirtileri konusunda şöyle demiş: (17) “İlâhi
Kudret’in alâmetleri kendisini; rüya, sezgi, mistik deneyim Kutsal Kitap’ı
okuma, tapınma, vb. gibi değişik içerikte olaylar yoluyla gösterir.” Burada
“İlâhi
Kudret”, “her şeyi çepeçevre kuşatmış olan ALLAH’ın rahmeti” (A’raf
156) olup, geçtiğimiz paragraflarda ayrıntısını verdiğimiz “tesirin maddesel ortamlarda
ilerleyişi” esasına dayalı bir
olgudur(bkz. Resim-2). Tesirin madde üzerindeki etkisi ve tezâhürü harekettir.
M. Celaladdin’in söylemiyle “sarhoşluk” deneyimi, enkarne
varlığın İlâhi Kudret kaynaklı bu tesire verdiği tepkidir. Bu tepki elbette ki
bireyden bireye (organizasyonun arınmışlık ve gelişmişlik düzeyine göre)
değişecektir.
“İlâhi
Kudret”, “ALLAH’ın rahmeti”, “Asli İlke” (18)
her an her yerde var, tüm evrenler (görünen / görünmeyen yanlarıyla O’nun
etkisi altında ama belli bir arınmışlık düzeyine gelmiş olanlar onu algılar ve
kendine göre bir tepki verir. Bu tepki M. Celaladdin’de “sarhoşluk hâli” olarak;
Hallac-ı Mansur’da “Enel Hakk” olarak dillendirilmiştir (19). Böyle bir deneyimden
haberi olmayanlar, insanın gerçek doğasından, hatta kendinden habersiz olanlar
için bu tür mistik / dinsel deneyimler, vecd hâli vb. bir anlam ifade etmez;
halüsinasyondan, fizyolojik bir rahatsızlıktan, tesâdüften, hatta gülüp
geçilecek bir saçmalıktan başka bir şey değildir. İşte bu gibilere M.
Celaladdin, “sarhoşluk hâlini bilmeyen çocuklar” diyor. Gerçekten de “çocukluk”,
pek çok bilgiden yoksunluğu ve bir bakıma “hamlığı / cahilliği” ifâde eden bir
dönemdir.
Ayrıca,
“çocukluk”
sözcüğünde anlamını bulan “hamlık
ve câhillik” ille de çocukluk
dönemiyle sınırlı bir eksiklik de değildir. Kişi gereken idraklenme cehtini
gösterememişse, kendisini geliştirememişse, ileri yaşlarda da bu eksiklikten
kurtulmamış olabilir. Kaldı ki, bu “eksiklik” in giderilmesi kitâbi
bilgi ile (yani enformasyon ile de) olacak bir şey değildir. Hele günümüzde
olduğu gibi, maddeci yaklaşımla verilen sözde eğitimden birey kendisini
özgürleştirememişse; M. Celaladdin’in dediği gibi “…100 yaşında olsa, bulûğa bile
ermemiştir.” Yunus Emre’de bu durumu hemen hemen aynı şekilde
vurgulamıştır: “İlim, ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin, bu
nice okumaktır?” Kişinin kendinden habersiz olması en büyük ve önemli câhilliktir
ve “çocukluk”
tur. Çevremizdeki olanaklardan, ALLAH’ın nimetlerinden / ayetlerinden kendimizi
tanıma yönünde yararlanmıyorsak, bir şeyler eksik kalıyor, yaşam iyice
değerlendirilmiyor demektir. Çünkü her şey varlığı gelişimi için, ruhun tekâmülü için birer
araçtan başka bir şey değildir.
Ölü Olarak Yaşamak
Bir
enkarne varlık için kendinden habersiz olmak, yani bedenden ibaret olduğu
yanılgısı içinde yaşamak, kısaca “beden olarak yaşamak”, varlığın
dünyada bulunuşuyla bağdaşmayan en büyük câhillik ve aldanmışlıktır. Buna bazı
inisiyatik öğretilerde “ceset olarak yaşamak” , “ölü yaşamak” da
dendiğini biliyoruz. Varlık asıl kendisin (özbenliğin, yüksek beninin)
gerçekten ne olduğunu anlamak için, yaşam planını; maddeye ve bedene yönelik,
beden ağırlıklı yapabilir. İşin aslının, “ceset olarak”, “ölü olarak” yaşamak olmadığını idrak etmek için bir ya da
birkaç yaşamı böyle geçirebilir.
M.
Celaladdin bu konudaki uyarısını bir Mesnevi dizesinde şöyle vermiş:
“Vücudun yağlı ve tatlı ile
beslenirse özünde bir canlılık kalmaz.
Bedenin misk içinde
olsa; öldüğün gün onun fenâ kokusu meydana
çıkar.”
Beden
(organizma) varlığın (özbenliğin/ yüksek benin) dünyadaki gelişim aracı; belli
bir yaşam planını dünya ortamında uygulayıp, deneyim ve görgü birikimini
arttırması için bir araçtır. Dolayısıyla beden ağırlıklı yaşamak, hele hele
kendini bedenden /organizmadan ibaret sanmak, aracı amaç edinmek anlamına gelen
büyük bir talihsizliktir. Kur’an’ın önerdiği şekilde “orta yol” da, yani
dengede mâkul vicdan uygulamasında olmak gerek. En az, bedene verdiğimiz önem
ve bakım kadar, beden ötesine de (yani bedenin asıl sahibine de ) önem vermek
gerek. Hz. İsa bunu, “Çanağın dışını yaratan, içini de yaratmadı
mı!” şeklinde ifadeye koymuştur (20). Burada beden “çanak” a benzetilmiştir. Bu çanağın dışı, enkarne varlığın
görünen yani ki buna “kabuk” demek de olası; çanağın içi ise varlığın
görünmeyen ama aslolan yani özbenliği, asıl kendisi. Kendini “kabuk”
tan ibaret sanmak elbette ki insanın gerçek doğasına uygun düşmeyen,
fıtratıyla bağdaşmayan bir yanılgıdır.
Bu
söylemlerimizle, bedenin, dünyanın ve dünya yaşamının kötü olduğunu ima etmek
istiyor değiliz. Tam tersine; beden, gelişim için, ALLAH’ın bize emâneti olan
değerli bir araçtır ve asıl kendimizin (bedensel benimizin, özbenliğimizin) dünyadaki
görünümüdür. Onsuz, varlık olarak dünyada hiçbir şey yapamayız ama o sâdece bir
araçtır. Dalgıç giysisi dalgıcın (deniz altı araştırması için) bir aracıdır,
malzemesidir ve o giysi dalgıcın kendisi değildir. O, sâdece iyi bir şekilde;
belli bir süre, belli işler için kullanıp, çıkarılacak bir araçtır. İşimizin
selameti bakımında ona iyi bakmak akıllılıktır ama onunla özdeşleşmek,
kendimizi o sanmak, ona aşırı değer vermek akılsızlık ve aldanmışlıktır.
Beden
gibi dünya da bir gelişim aracıdır; varlıkların bilgi uygulaması yaparken,
deneyim ve görgü birikimlerini arttırabilmeleri için bir uygulama ve gelişim
alanı. Birey için nasıl, beden değil, beden ötesi esas ise, dünya yaşamı için
de dünya değil, dünya ötesidir esas olan. Dünya ve dünya yaşamı geçicidir ama
geçici olmayan, hep var olan varlığın kendisidir. Varlığın var oluşu da bir
evren boyuncadır ama bizlerin şimdiki anlayışımıza göre bu süre “ebedî”
dir. “Ebedî”
lik kavramı bile biz yarı idrakli varlıklara göredir. Aslında mutlak anlamda ebedî
olan, ALLAH’ dan başkası değildir. Yaratılmış olan her şey geçicidir. Bu “geçicilik”,
“yok oluculuk” anlamında
değildir, sürekli değişim söz konusudur, tek değişmez ama tüm değişimlerin
nedeni olan ALLAH’tan başkası değildir. Evren varlığının da sâhibi ve
yöneticisi olan ruh da tekâmüle, dolayısıyla değişime tâbidir (resim - 1).
Bu
ek bilgilerden sonra, tekrar konumuza dönerek yinelemeliyiz ki; geçici olanı,
fâni olanı esas almak doğru bir saptama olmamanın ötesinde, bir aldanmışlıktır.
Dünya yaşamını da esas almak; makamla, şöhretle, parayla / servetle özdeşleşmek
büyük bir adanış, bireyin başına telâfisi zor, ıstıraplı yaşam sınavlarını
(ıstıraplı bir gelecek yaşamını) zorunlu kılan beşerî bir sapmışlıktır. Bu
sapmışlığı sergileyelim diye kutsal metinlerde ve seçkin inisiyatik öğretilerde
uyarılar, tembihler dile getirilmiştir. Örneğin, Kur’an’ın hiçbir yerinde dünya
yaşamı kötülenmemiştir. Dünya yaşamı (bedenli yaşam) biz varlıklara yönelik ilâhi
bir lütuf, heba edilmeyecek bir gelişim(insanlaşma) fırsatıdır. Kur’an’da
100’den fazla yerde geçen “dünya” sözcüğü isim olarak değil,
sıfat olarak yer almış ve yaşam sözcüğünün sıfat konumunda kullanılmıştır: “El
Hayât ed- dünya” Bu tamlamanın karşılığı; basit, iğreti, adi yaşam
demektir. “Dünya” sözcüğü, adilik, iğretilik anlamındaki “denâet”
kökünden gelen bir sıfattır. Oysa bizler günlük dilde ve elbette ki yanlış bir
şekilde isim olarak kullanıyoruz…Dolayısıyla “dünya” ile “yerküre”
de eşit değildir; birincisi sıfat, ikincisi isimdir. Kur’an, yerkürenin
ibretlerle, hikmetlerle ve ayetlerle dolu olduğu; dünya yaşamının içsel gelişim
için verimli bir olanak olduğunu yer yer vurgulanmaktadır. Ama o gelişim için
sâdece bir araçtır, özdeşleşilecek, hedef addedilecek bir amaç değildir.
Gönlümüz Nerede
Görülüyor
ki, bedene bakıp, dünya yaşamına bakıp; içte olanı, içsel olanı (yani aslolanı)
yadsımak, yanlış adreste dolaşmak ve kayıpta olmaktır. Bu yanılmışlık halk
arasında şu şekilde de ifâdeye konmuştur: “Yer yüzünde âbad olan, gökyüzünde berbâd
olur.” Aynı şey Hz. İsa öğretisinde, “Hazinen neredeyse gönlün
oradadır”(20). Yani, bireyin değer verdiği şey neredeyse, gönlü
oradadır. Makbul olan elbette ki; gönlün, aslolanda olmasıdır (yani ebedi
yaşamda); bedende, dünya yaşamında (yani geçici / fâni olanda) değil.
M.
Celaleddin de, üzerinde durduğumuz bu son dizesinde bunu bireysel düzeye
yönelik olarak vurguluyor: Vücuda aşırı önem verip, onu “yağlı ve tatlı ile beslemek”,
yani gönlümüz bedende (“kabuk”ta) olursa, “özde
bir canlılık kalmaz”, aslolan yadsınmış, enkarnasyon amacımız hebâ
edilmiş değilse bile, iyi değerlendirilmemiş olur. Zaten bu Mesnevi dizesinin
düz anlamıyla alsak da , zarar / isabetsizlik kaçınılmazdır: Bedensel sağlık,
organizmanın sağlığı bozulmuş demektir. Yağlı ve tatlı ağırlıklı beslenmenin sağlıksızlığa
dâvetiye çıkarmak olduğunu günümüz maddeci tıbbı da söylüyor.
Tüm
bunlara karşın bazı kimselerin (belki de çoğunluğun) neden beden ve dünyasal
yaşam ağırlıklı yaşadığının yanıtı da bu Mesnevi dizelerinde (dolaylı da olsa)
gizli sanıyoruz. Çünkü beşer, yarı idrakli ve henüz nefsinin egemenliğinden
kurtulmuş değildir. Nefs ise vicdan mekanizmasının negatif kutbudur(22). Bu
negatif kutup da, eğer kontrol altında değilse, bireyi sürekli bedensel ve
maddesel, biyolojik, hedonik hazlara çeker. Yani bu birey, “kalbiyle / gönlüyle yaşayan”
değil, “nefsiyle yaşayan” bir
beşer tiplemesidir. Bu gibiler maddesel değerlerle kolayca kandırılıp, etki
altına alınabilir. Şeytâni tezgâh tüm dehşetiyle bu gibilerin üzerinde
gerçekleşir. Gençliğin büyük çoğunluğunun bu etki altında olduğunu görmek zor
değildir. Çünkü nefsin kontrol gücü okullarda onlara kazandırılmıyor;
dolayısıyla gerçek anlamdaki eğitimden yoksullar. Sâdece öretilme de bu iş
olmuyor. Dünya yaşamının aldatıcılığından maddesel değerlerin ve maddeyle gelen
mutluluğun aldatıcılığından kurtulmak gerek. Damak zevkine yenik düşerek,
çılgınca alkol almış olan birisi kendinde değildir ve bu nedenle sarhoş
olduğunu inkâr etmesi doğaldır. Kendini bilmez kişi de dünya nimetleriyle ve maddesel birikimle azmış (sarhoş ) durumda
ise, kendisini bedenden ibaret zanneder ve asıl kendini (esasen bir ruh varlığı
olduğunu) inkar eder. Bu durum kozmik bir enâyilik değilse bile “beşeri
bir akılsızlık” tır. Beden / madde sarhoşu olmak yerine, yüksek benin
sarhoşluğunu bedende (bedensel bende) hissetmek, yani “Yukarı’nın sarhoşu” olmak gerek.
Kişi
bu anlamda Yukarı’nın (asıl kendisinin) “sarhoşu” olursa, gerçek özgürlüğe,
maddeden /nefsten bağımsızlığa ve gerçek güce de kavuşmuş olur. Kâmil birey bu
durumda olan varlıktır. Bakın, kâmil kişinin birkaç özelliğini yüce M. Celaleddin şu dizelerinde nasıl vermiştir:
“Kamil
toprağı ellese altın kesilir.
Ham kişinin
elinde altın ise küle döner
O doğru kişi
Tanrı katında makbul olduğu için;
her işte onun
eli Tanrı elidir. Noksan kişinin eli ise,
şeytana âlettir;
işi de her zaman hile ve düzendir.”
M.
Celaleddin, madde ve nefs bağımlısı câhiller için Mesnevi’de farklı söylemler
kullanmıştır. Şimdi ele aldığımız dizelerde bu gibiler için “ham
kişi” ve “noksan kişi” diyor. Böyleleri için Mesnevi’nin başka bir
dizesinde “kör” sözcüğünü
kullanmıştır:
“Madem
ki o değnek savaş ve kin aletidir;
ey kör, onu
kır! Ey körler; çâreniz aranıza
bir gören
kimseyi almaktır.”
Burada
gördüğümüz “kör” ve “gören (gözler)” sözcükleri, kendini
bilmez câhiller ve bunun tersi düzeyde olanlar için Kur’an’da da
kullanılmıştır. Meâlen, “Gören gözler için çevreniz, âyetlerle
doludur” şeklinde birçok âyet Kur’an’da yer almıştır. Yani, her yerde
bolluk ve çeşitlilik hâlinde bulunan ALLAH’ın âyetlerini fark edebilmek için
gören gözlere sâhip olmak gerek. Birey belli bir idrak, basiret, fehim ve ferâset
düzeyine gelememişse, fizyolojik bakımdan sağlıklı gözleri olsa da, o kimse “kör”
demektir. Buradaki görmezlik /
körlük, madde ve nefs bağımlılığı da içeren cahillikten kaynaklanan kendini
bilmezlik ve aymazlıktır ve bu anlamdaki körün elbette ki bir mürşide yol
gösterene ( “görene”) yani eğitim ve öğrenimine gereksinimi vardır. Esasen “gören”
in de (bilenin de) sorumluluğunun gereği gördüklerini / bildiklerini, buna gereksinimi
olanlarla ve ilgilenenlerle paylaşmaktır.
Elbette
bilenle bilmeyen bir olmaz (Kur’an, Zümer 9). Burada bilinen şeyin içeriği kitâbi
bilgi (enformasyon) olacağı gibi, “kendinin esasen ne olduğunu bilmek” de
olabilir ki makbul olan “bilmek” de budur. Kendini bilmeyenin
elinde kitâbi bilgi yük bilgidir, hamallıktır ve kendini bilmeyen birinin, nefsâniyet
ağırlığından ve kabalığından dolayı onu kötü
amaçlarla da kullanılabilir. Bu nedenle, âlimin de selim akla sahip olanı
makbuldür. Böyle âlimlere (genel anlamda “bilenler” e) Kur’an’da ve
Mesnevi’de çok övgü vardır. Örneğin, Kur’an’ın “akıl sahipleri ve âlimler için”
olduğu belirtilmiştir (22). Elbette ki kutsal kelam tüm beşeriyet içindir ama onu en iyi
anlayanlar / anlayacak olanlar “akıl – gönül sahibi bilen kişiler”
dir. Bu anlamda biliyor olmanın duyarlılık ile kötülüklerden sakınma ve İlâhî
İrâde Yasaları’na ters düşmeme titizliği “ALLAH’tan korkmak” şeklinde ifâdeye
konmuştur. Ve bu durumda olanlar, böyle bir duyarlılığa sahip olanlar “ancak
bilginlerdir” ( Kur’an Fatır 28)
Gerçek Anlamda Güçlülük
Özellikle
“kendini
biliyor olmak” ve bunun gereğini yapma ve ona göre yaşama konusunda
belli bir duyarlılığa sahip olmak gerçek anlamda güçlülüktür. Çünkü bu kimsenin
Yukarı ile (yani yüksek beni / özbenliğiyle) bağlantısı güçlüdür, nefse
bağımlılığı azalmıştır, nefsini kontrol altına alabilmiş, ona karşı muhalefet
gücü oluşmuştur. Bunun tersi durum olan nefse bağımlılık ( hodkamlık) ise
güçsüzlük ve (nefse, maddelere hatta şahıslara) köleliktir. Buna geçtiğimiz
paragraflarda değinmiştik. Az önce değinip geçtiğimiz Yukarı’yla olan güçlü bağlantı
Kur’an’da “ALLAH’ın ipi”, “sağlam kulp” olarak; Sadıklar Planı Tebliğleri
ve İlahi Nizam ve Kâinat kitabında da “vicdan (mekanizması)”, “vicdan dualite
birimi” olarak ifade bulmuştur (23).
İşte
bu anlamda güçlü olan kişi, M. Celaleddin’in dizesindeki söylemi ile “Tanrı
katında makbul” olduğu için, onun maddeyi (“toprağı”)
değerlendirmesinden de her olumlu / verimli / yararlı ürünler ortaya çıkar.
Çünkü bu kimse her şeyin olumlu yönde, insanın hayrına değerlendirilmesi gerektiği
yönünde bir bilince sâhiptir. Mesnevi’de gördüğümüz ifâdeyle “ham
kişi” nin elinde ise maddesel olanaklar / nimetler (“toprak”)
altın olsa bile “küle” dönüşür. Çünkü bu gibiler, genel anlamda olanakların (“nimetlerin”
–Kur’an) değerini bilmezler, zaten pek çoğunu da göremezler,
gördüklerini de nefsâni yönde kullanırlar, uyarıdan ve öğütten de anlamazlar
(Kur’am – En’am 111, Enbiya 45). Algı körlüğü içinde olan “ham kişi” (Mesnevi) ihânet
ve aymazlığını birleştirerek toplumda birçok olumsuzluğa da neden olur. M.
Celaleddin’in “noksan kişi” olarak ifadeye koyduğu bu kimse de aymazlık (ve
bağlı olarak ahmaklık) bilinç ve basiretinin yerini almıştır. Bu gibiler
uyarılara ve yasalara karşı gaflet ve aldırmazlıkta ısrarlıdırlar ve daha da
kötüsü bunu akılılık sanırlar. Çünkü Yukarı’yla (özbenlikleriyle)
bağlantılarının zayıflığından dolayı “aymazlık uykusu” içindedirler ama
kendilerini “uyanık” sanırlar ve “uyanık ve kurmaz” olmak gerektiğini
bunun aksinin “enayilik” olduğunu
savunurlar. Bu gibi basiret özürlüler için “ham” ve “noksan” sıfatlarını kullanan M.
Celaleddin’e hak vermemek olanaksız…
Bunların
“şeytana
âlet” (şeytanın maşası, şeytan amelesi / uşağı…) durumunda olmaları
durumunu da biraz açmaya çalışalım: En son ele aldığımız Mesnevi dizesindeki “noksan
kişi” söyleminden, nefsini kontrol edemeyen, nefsi tarafından
yönlendirilen kendinden habersiz beşer tiplemesi olduğunu yazımızın akışı
içinde belirtmiştik. Esâsen şeytan, enkarne varlığın nefsi, yani “içsel
gelişim” anlamında eğitilmeye edeplendirilmeye muhtaç ham yanıdır.
Dolayısıyla herkesin bünyesinde, değişik kalabalık düzeylerinde olmak üzere bir
şeytan (nefs) vardır. İçsel gelişim bakımından başarılı olanlar nefislerini
eğitmişler yani şeytanlarını edeplendirmişlerdir. Hz. Muhammed’e, “Ey
ALLAH’ın elçisi, herkesin bir şeytanı vardır, senin yok mu?” mealinde
bir soru yöneltildiğinde, yüce Peygamber, “Benim de vardır ama ben onu Müselman
etmişimdir” şeklinde
yanıtlamıştır. “Müselman” , “teslim olmuş” anlamında bir sözcüktür. Yani
başıboşluktan kurtulmuş, sâhibine (enkarne varlığın özbenliğine) teslim olmuş
demek. Sanki sâhibine sadık evcilleştirilmiş, işe yarar duruma getirilmiş bir
köpek gibi…Esasen “köpek” sembolizmi nefse karşılıktır. Kadîm tasavvufta ve
Sufizm’de eğitilmemiş nefs , “kelp” olarak geçer (“kelp”
, köpek demektir).
Mesnevi
ifadesiyle “ham / noksan kişi” , M. Celaleddin’in kullandığı sözcükle “şeytana
âlettir”. “Şeytana âlet olmanın” değişik ifadelerini, konuyla ilgili
kaynaklarda; “şeytanın oyuncağı olmak”, “şeytan amelesi olmak”, “şeytanla arkadaş
olmak” şeklinde görüyoruz. “Şeytana arkadaşlık” Kur’an’da da
kullanılmıştır(Zühruf 36). Hatta şeytanın (nefsin) “rezil edici arkadaş”
olduğu belirtilmiştir. Gerçekten de edeplendirilmemiş bir nefsin kişiyi
kusurdan kusura iten, kandıran, kötü yollara sürükleyen bir sözde arkadaştan
farkı yoktur. Bu “arkadaş” aslında sinsi bir düşmandan başkası değildir. Bu
sinsiliğin devlet boyutundaki uluslararası görünümü “stratejik ortaklık” tır.
Günümüzde “stratejik ortaklık” diye diye güçlü devlet güçsüz olan devleti
tahakküm altında almakta ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmektedir.
Bu da nefsin / şeytanın eğitilmemişliğini
canavarlaşmış devlet boyutudur.
Şeytanın Sürüleştirme İşlevi
Biz
şimdi tekrar bireysel düzeydeki; “hamlıktan” , “noksanlık” tan ve dolayısıyla kendini bilmezlikten
kaynaklanan şeytanlığa dönecek olursak, diyebiliriz ki, bu durumda olan
bireyler daha güçlü insan kılıklı şeytan yöneticiler tarafından kolayca
sürüleştirilebilirler / sürüleştirilmişlerdir. Esasen bu şeytanın / nefsin
birey için sınav aracı olma görevi kapsamındaki sürüleştirme işlevidir. ALLAH
Kur’an’da şeytanın kötülüklerine dikkat çekmekle kalmamış; şeytanın toplumları
sürüleştirici işlevlerine de dikkat çekmiştir. Şeytanın (yani nefslerinin)
tutsakları (Furkan 29) durumunda olan bireylerden oluşan toplumlar sürüleşmeye
mahkumdur. Kur’an’da beşeriyet şu şekilde uyarılmıştır: “…’bizi davar gibi güt’ demeyin!”
(Bakara 104). İşte nefslerin güdümünde olan basiretsiz, insan maskeli
şeytan yöneticiler toplumların sürüleşmesinden yanadır çünkü sürüleşmiş
toplumlar kolayca kandırılıp, yönlendirilir ve yönetilir, hatta sömürülür. Bu
da günümüz küresel kapitalizmin tarzıdır.
Bu
ibretlik ve insan onuru ile bağdaşmayan durumlar, başta Kur’an olmak üzere,
Mesnevi ve benzeri derinlikli bilgiler içeren inisiyatik öğretilerdeki
uyarılara ve dikkat çekmelere aldırış etmemenin tâlihsiz sonuçlarıdır:
Sürüleşmiş (davarlaşmış) bir kitle şeytana teslimiyet malzemesi (Mesnevi
ifadesiyle “şeytana alet”) olmaya hazır demektir. Bunun içindir ki şeytan,
kütleyi teslim alma stratejisinin ilk adımı olarak kütleyi “davarlaştırır”. Yani
bireyleri, akıllarını işletmez, sorgulayamaz duruma getirir. Bu durum, “Bana
dokunmayan yılan bin yaşasın…”, “Çalıyor çırpıyor ama bizi de görüyor…” deme
basiretsizliğinin dışa vurumudur. Bu durum aynı zamanda içsel gelişim açısından
“bedensel
ben” ile “yüksek ben” arasındaki potansiyel farkın büyük oluşunun, “bedensel
benin yüksek benden kopukluğu”nun dışa vurumudur. Bu da Mesnevi ifâdesiyle
“hamlık
ve noksanlık” tır. Bu durumda olan bireyler Kur’an’la gelen emredici
uyarılara değil, şeytanın işittirdikleri kulak verirler. (Şuara 221+222+223).
Çünkü düzeyleri bunun gerektirir.
Görülüyor
ki şeytan (nefs) her an iyiliklere güzelliklere burnunu sokmaya, iğva edici
vazifesini yapmaya hazırdır. Bu onun fıtratında vardır ve ALLAH’a yemin ederek
bu vazifesini / işlevini aksatmadan yerine getireceğine söz vermiştir: “Yemin
olsun onları saptıracağım…”(Nisa 119). Şeytan vazifesini yerine
getirmede çok başarılıdır; o kadar ki, peygamberin almaya çalıştığı vahiylere
bile burnunu sokma cür’etini gösterebilmiştir. Bu kadarı da inanılacak gibi
değildir ve “ALLAH’ın gözü önünde bu olur mu, canım?” dedirtebilir insana.
Bu, elbette ki; Hz. Muhammed gibi yüce bir varlığın medyomluğuyla ALLAH,
vahyini beşeriyete indirirken, şeytanın tasallutunun girişimi bile söz konusu
olamaz. Zaten bunun olamayacağının ifadesini Kur’an’da da görüyoruz: (ALLAH,
şeytana hitaben) “Kuşkusuz, benim kullarım üzerinde senin hiçbir sultan olmayacak.”
(Nisa 65). Nisa 62’de de şeytanın söylemini görüyoruz: (Adem’e yönelik
küçükseyici bir ifadeyle) “Şu benden üstün kıldığına bir
baksana!...”Yemin olsun onun soyunun, pek azı hâriç hükmüm altına alacağım.”Burada
şeytanın “pek azı hâriç” söyleminden, nefsini kontrol altına almış
(Mesnevi’deki sözcüklerle) “ham ve noksan” olmayan aklıselim
sahibi, akıl-gönül sâhibi bireyleri anlıyoruz. Yine üzerinde durduğumuz Mesnevi
dizesindeki “Tanrı katında makbul” kişilerle şeytanın işi yoktur, onlar
kötülüğe, zulme ve nefsin aldatıcı, maddenin cezbedici etkisine karşı belli bir
güç düzeyine ulaşmışlardır. Çünkü yüksek benleriyle (asıl kendileriyle,
özbenlikleriyle) bağlantıları güçlüdür.
Bunun
tersi durumda olan ve maddenin cezbedici etkisiyle “ceset olarak yaşayanlar”
ise, eğer gerçekten yaşam planları bu değilse, büyük aldanmışlık içindedirler.
Bu tür varlıklar böyle bir aldanmışlığı iyice deneyimledikten sonra (yani belli
bir süre “ters tatbikat” yaptıktan sonra) doğru olana yönelmeyi
başarabileceklerdir ve genellikle dünya beşeri olarak bizlerin yaptığı da
bundan başkası değildir: Her türlü uyarıya karşın önce olmaması gerekeni idrak
ederiz, ondan sonra doğruya yöneliriz…Herşeyi maddeden (hattâ kendimizi bile
bedenden) ibaret yaşarız, işin aslının böyle olmadığını anlayana kadar…Bunun
süresi, varlığın anlayış ya da aymazlık düzeyinin kabalığına göre değişir
elbette. Tüm dinsel öğretilerde, belli
başlı inisiyasyonlara beşeriyet bu konuda hep uyarılmıştır. M.Celaleddin
de bu konudaki uyarısını kendine özgü üslûbuyla şöyle yapmış:
“ Dünyaya âşık olan; duvardaki güneşin ışığının
nereden geldiğini araştırmayıp,
duvara âşık olan gibidir.”
Bu
elbette ki büyük bir yanılgı ve teşevvüş nedenidir. Bu durumdaki varlık işin
aslını (ışığın kaynağını) öğrenene dek, deneyim ve görgüsünü epeyce artırması,
o duvara başını çok vurması gerekecektir. İşte tüm bu uyarılar ve dikkat
çekmeler, anlayışsız kafaların olabildiğince az ıstırap ile ışığın kaynağını,
işin aslını bulmaları içindir. Bunda başarılı olmak, araştırıcı bir zihniyete
ve işlevsel akla sâhip olmakla olasıdır. “Bir yol gösterici ve rahmet”(A’raf
203) olan Kur’an’ın, “düşünmez misiniz” hattâ “ne
kadar az düşünüyorsunuz…”meâlindeki dikkat çekmeleri elbette ki boşuna
değildir(Hakkâ 42, Neml 62, Sebe 9, Nûr 61, Casiye 23, Embiya 44).
Maddenin
cezbedici ve iğvaya düşürücü etkisinden kurtulmuş olan insanlık ulularına övgü
de var Mesnevi’de. Bu övgü aynı zamanda bu yüce insanların metapsişik işlevini
de içeriyor:
“Veliler zamanının
İsrafilidirler; ölüler onlara hayat ve kemal bulurlar.
Ölülerin canı tez
mezarında iken, velilerin canı onlara etkili olur. Ey,
derilerinin altında fâni
olan güruh! Sevgilinin sesi yoğu var eder.”
Bu
bir çift dizenin genel irdelenmesine geçmeden önce birkaç sözcüğün anlamlarını
anımsayalım: Bunlardan İsrâfil, kozmik ve biyolojik yapıların mutasyonuyla görevli
görüp gözetici sistemin adıdır. Dinsel ve ezoterik öğretilerde “Dört
Büyük Melek” ten biri olarak geçer. Öteki üç melek sistemi: Mikail, Azrâil
ve Cebrâil’dir (25).Bu duruma göre “İsrâfil’i şuurda uyandırıcı,
değişime uğratıcı, kıyam ettirici tesir olarak anlayabiliriz. Dizelerde “İsrâfil”
sözcüğünden sonra gelen “ölüler” belli bir idrak ve şuur
düzeyine henüz gelmemiş olan “kendinden habersizler” dir. “Ölü
olarak (ceset olarak)” yaşamanın
ezoterik anlamına bu çalışmamızın (ve daha önceki çalışmalarımızın) akışı
içinde değinmiştik. Bunun tersi ve makbul durum da, anımsanacağı gibi “dirilik”tir.
Yine aynı dizede “ten mezarı” simgesini
görüyoruz ki, bu da bedene (organizmaya) karşılıktır. “Ten mezarında ölü olarak
yaşamak” da, bu durumda, bedenli durumda (enkarne) çok düşük şuur
düzeyinde yaşamak oluyor: Beşeri realiteden birinci ve ikinci (otomatizma ve
şeriat) basamaklarına mensup bireyler. Bu anlamda “ölü olarak yaşayanlar”
ın gelişim durumları, bazı kadim öğretilerde “çölde yürüyüş” olarak ifâdeye konmuştur. Bu realitede olan
kimselerin topluluğuna da “derilerin altında (yani “ten mezarında”)
fani (ölümlü) olan gürûh” diyor.
“Gürûh”,
amaçsız, başıboş, bir kusur işleme potansiyeline sâhip kalabalık demektir.
Bilgisizliğin, cahilliğin, kendinden habersizliğin doğal ürünü de, kendine ve
başkalarına zarar vermekten başka bir şey değildir.
Bu
ön bilgilerden sonra, üzerinde olduğunuz Mesnevi dizesini yeniden ele alacak
olursak, şunları söyleyebiliriz:
Hayat ve Kemal Bulmak
Değişim,
dönüşüm ve gelişmek her düzeydeki tezahürat ortamının olmazsa olmazıdır.
Yaradan’ın dışında her şey / değişime tâbidir. Bu evrensel değişimi İlâhî İrâde
Yasaları’na ve Asli İlke’nin gereklerine (Bkz. Şekil 1) göre yöneten
İsrafil’dir. İsrafil’i genel anlamda değiştirici mekanizma olarak alırsak;
varlıkları atâlete düşmekten koruyan, onları (yani bizleri) “kabuklar”
içinde sâbitleşip kalmaktan kurtaran her etki İsrafil’in görevi ve kapsama
alanına girer ki bunlar olaylar, tesirler, bilgiler ve bilgilendiricilerdir. Bunlar
da çevremizde (Kur’an ifâdesiyle “âyetler” olarak) çokluk ve
çeşitlilik halinde vardır ve bizlerin değerlendirmemiz için vardırlar. Evren
kapsamlı en temel kitabın bulunduğunu da biliyoruz, bunlar; insan, Kur’an ve
evren (tezahürat ortamı) dır. Varlıklar bu üç temel kitabın bilgilerini gelişim
yönünden değerlendirebildikleri oranda; gelişirler, dönüşürler, idraklenip
şuurlanırlar. Bu süreç “ölü olmak” tan kurtulup,
dirilmektir. Bu anlamda diriliş, yani bir bakıma “uyanmış” olanlar
uyanmakta zorluk çekenleri uyandırmaktan sorumludurlar. Bu sorumluluğun gereği
ise bildikleri paylaşarak öteki varlıkların gelişimlerine (Mesnevi ifâdesiyle “hayat
ve kemal bulmalarına” hizmet etmektir. Bu hizmeti sunanların bir kısmı “veli”
olarak bilinir (26). Bu hizmet
kapsamında insanlar birbirinin velisidir. Başka bir değişle; her şey gelişim
için araç olduğu için, varlıklar da bireyler de birbirinin gelişim aracıdır.
Kur’an – Tevbe 71’de “Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar
birbirinin velisidirler” ifâdesiyle kastedilen bundan başkası değildir.
“Veli”;
dost, arkadaş, yardımcı koruyup gözetici demektir.
Durum
böyle olunca en yüce veli, en güvenilir ve övgüye layık tek veli ALLAH’tır.
ALLAH en güzel vekil, o en güvenilir veli’dir. (Ali İmran 173, Şura 28)
ALLAH’tan başlayarak evdeki büyüklerimize, okuldaki öğretmenlerimize kadar hiyerarşik
bir yapılanma içinde, varlık varlığın gelişim aracıdır. Bir “üst”,
bir “alt”ın
görüp gözeticisi ve koruyucusu, kısaca “veli” si durumundadır. Mesnevi
dizesindeki “veliler” sözcüğünü bu yapılanmanın genel adı olarak alırsak;
tüm zamanlar boyunca ve her gelişim merhalesinde “veli” işlevinde bir
değiştirici, dönüştürücü ve aydınlatıcı bu öge olmuştur. Elbette ki veli(ler) o
gelişim merhalesinin İsrafilidir (ler).
“Ölülerin canı ten mezarında iken, velilerin canı onlara
etkili olur.”
Bu
Mesnevi dizesinde de velilerin “İsrafil etkisini” görüyoruz: “Ölü
olarak yaşayanlar” (yani beşeri
realitenin alt basamaklarında otomatizma içinde ve koşullanmışlığım güdümünde
(şeriat) yaşayanlar; velilerin İsrafil etkisinden aydınlatma, irşadetme,
değişime – dönüşüme yardımcı olma etkisinden) yararlanabilirlerse “canlanırlar”.
Burada “canlanırlar”dan, içinde bulundukları realitede aktifleşirler,
o realitenin hakkını verirler ve bir üst realiteye layık duruma ( bir üst
realitenin gerektirdiği şuur ve idrak düzeyine) gelirler. Böyle bir yardım bir
enkarne varlığa yapılabilecek en büyük (ve varlıksal önemi de olan) yardımdır.
Bir velinin / mürşidin, müridine ya da aydınlatmaya, bir şeyler öğretmeye
çalıştığı topluluğa yönelik bu ilgisi ve vericiliği, hedef kitleye “can
vermek” anlamında bir İsrafil etkisidir.
Bu
etkileşimde ve ilişkide “diri” nitelikli öge, veli; canlanması gereken ve “dirilmeye
aday” durumda olan öge ise velinin hedef kitlesidir. Burada veli, evren
kapsamlı İsrafil Mekanizması’nın maddesel ortamdaki tezâhür uzantısıdır. O
veli, İsrâfil Mekanizmasının; eli, ayağı, gözü, kulağıdır ve sanki İsrafil
Mekanizması’nın bir enkarnasuyonudur. Bu vazifeyle ve işlevle enkarne olmuş
olan bir veli için, İsrâfil Mekanizması (O’nun doğrudan elemanı / ajanı olduğu
için) “sevgilisi” durumunda velinin hedef kitlesi de “fâni
olan güruh” tur. Burada “gürûh” sözcüğünden anladığımız
(yukarıda da belirtmiştik) beşeri koşullandırmalar, maddesel câzibe ve nefsin
egemenliği altında oradan oraya savrulan disiplinsiz, başıboş topluluktur. Bu
topluluğa yönelik (veli / peygamber / mürşid kanalıyla gelen) İsrâfil etkisi “yok
olanı var eder” yani; irşad edici ve şuurda uyandırıcı yardım ile söz
konusu hedef kitlede bulunmayan (yani “yok” durumda olan) şuuru / idraki,
anlayışı ve aklı işletme becerisini ortaya çıkarır. Başka türlü söylemle “gürûh”u
oluşturan bireylerin fıtratında potansiyel olarak var olan ama görünürde henüz
bulunmayan; şuuru, idraki, akletmeyi ortaya çıkarır (“var” eder).
Yüce
M.Celaleddin’ın “sevgilinin sesi” olarak
ifadeye koyduğu, İsrâfil Mekanizma’sınınbu irşad edici ve şuurda uyandırıcı
etkisi, beşeri anlayışa uydurularak ve belki de dramatik bir etki yüklenerek “boru
sesine” benzetilmiş ve bu “güruh”
nitelikli toplulukların anlayışsızlıklarına uygun bir ad ile “İsrâfil’in
Borusu” şeklinde ifade
edilmiştir. Anlayışsızlıkların kalabalığına göre uyarıcı ve dikkat çekici
söylemlerin içerdiği kalabalık da artırılmıştır….
Ceset Olarak Yaşamak
İrdeleyerek
anlamaya çalıştığımız yukarıdaki dizelerde anlamını bulan fikri içeren başka
bir Mesnevi dizesi de şudur: “Biz ölüp toprak olmuşken, Hakk’ın izniyle
dirilip kalktık” Burada da yukarıdan beri belirttiğimiz anlamda “dirilme”
sembolizmi ve bu “dirilme” den önceki “ölü” olma durumu var. Bu “ölülük” burada toprağa da benzetiliyor. Yani “ceset
olarak yaşamak” ın vahimliği burada daha etkili bir şekilde
vurgulanmış: Toz toprak gibi “ölü” durumda olmak. Buna benzer ve
hemen hemen aynı anlama gelen bir söylemi Tevrat’ta da görüyoruz: Şiddetli
pişmanlık durumlarının dışa vurumu olarak “tozda ve külde tövbe etmekten”
söylemi vardır (Eyüp 42/6): “Çul kuşanıp külde oturmak”=Bireyin
kusurunu anlamışlığının ve deneyimlediği pişmanlık duygusunun dışa vurumu.
Pişmanlıklarımızın
nedeni olan kusurlarımızdan biri de, belli bazı değerleri, hatta erdemleri
bünye de oluşturduktan sonra, nefsin hevâ hevesi ile onu olumlu yönde (içsel
gelişim ve başkalarına hizmet yönünde) ilerletmek yerine onu bencilce çıkarlar
yönünde de kullanmak olasılık dışı değildir. Bu durumda birey, nefsin iğvasına
uğramış demektir. Burada “hevâ”;nefsin, bireyi kandırma
şekillerinden biridir. Hevâ, benliğin açgözlülüğe / doymazlığa eğilimini ve
keyfiliği yeğlemesidir. Kısaca, buna; iğreti istek, boş ve zararlı arzular
diyebiliriz. Hevâ, bireyin; belli bir kazanımla bir yere yükselmişken, oradan
basitliğe düşmesinin ifâdesidir. Böyle bir kimse kendine gelip, durup
toparlayamazsa, söz konusu “düşüş” sürer. Heva’nın yerleştiği
bir kalp, her tülü kötülüğün beşiği olmaya, başka türde aldatmalara kurban
gitmeye adaydır. Böyle bir kimse giderek hevâyı sanki kendisine ilah yapar
(Casiye 23, Furkan 43). Eldeki olanaklarla nefsin heva ve heveslerini ağırlıklı
olarak doyurmaya yönelik yaşamak Mesnevi’nin başka bir çift dizesinde de şöyle
dile getirilmiş:
“Yaşamı tatlı olanın ölümü acı olur.
Tenine tapanın ruhu için kurtuluş
yoktur.”
Beden (organizma) ağırlıklı
yaşamak görünüşte ve elbette ki beşerî değerlere göre “tatlı yaşamak” olarak
kabul edilebilir. Genel anlayışa hitâbetmek için de M.Celaleddin bunu böyle
ifadeye koymuştur. Ama böyle bir yaşam varlıksal değerler açısından yararlı
(insanlaşmak bakımından yararlı) değildir. Varlık kendi yaşam planını, karmik
birikimi olarak böyle yapmış olsa bile elindeki maddesel birikimi (bedeni de
dâhil) başkalarına hizmet yolunda ve bu konuda fikir çilesi çekerek, bunu
kendisine dert edinerek yaşamalıdır. Aksi durumdaki yaşam şeklini “tenine
tapmak” şeklinde ifade ediyor M.Celaleddin ve bunu “kayıpta olmak” anlamına
geldiğini vurguluyor: “Tenine tapanın ruhu için kurtuluş yoktır.” Çünkü esas olan “ruhun kurtuluşu”dur. Bu “kurtuluş”
maddenin esâretinden kurtulmaktır. Aslında burada, dikkatli okuyucularımız, “Ruh
maddenin içinde değil ki, evrenler üstü durumda değil mi?” diyeceklerdir
çok haklı ve doğru bir şekilde: Evet, ruh madde / evren üstü durumdadır.
Mesnevi dizesinde “ruhun kurtuluşu”ndan kasıt, yüksek benin yoğun madde
ortamlarından özgürleşmesidir. Yüksek benimiz (asıl kendimiz) bağlı olduğu ruha
hizmet kapsamında evren boyunca (Ünite’ye kadar) giderek evrenin maddelerinden
özgürleşir (“kurtulur”)(Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve
KÂİNAT, Bedri Ruhselman).
M.Celaleddin’in, “Yaşamı
tatlı olanın ölümü acı olur.” söylemi şu özdeyişi de çağrıştırıyor: “Yeryüzünde
kendini âbad eden, gökyüzünde berbâd olur.” Dünya yaşamını madde ve
beden ağırlıklı geçirmek, enkarne varlık için gerçekten telâfisi zor bir
kayıptır. Bunun pişmanlığını varlık, beden ötesinde spatyomda (âhirette) acı
bir şekilde deneyimler ki buna simgesel ifadesiyle “cehennem” denmiştir. Bu
elbette ki “kurtuluş”un tam tersi bir durumdur: “Tenine tapanın ruhu için
kurtuluş yoktur.” En iyisi nefse karşı muhalefet gücü geliştirmek ve
özellikle de onun hevâ ve heveslerine karşı duyarlı olmak gerek…
Nefsin
hevâsının, objektivite ve vahyin yerine geçirilmesinin kötü sonuçlarına dikkat
çeken Kur’an, Vahy elçisine hevâya yenik düşenleri dinlememesini bile
buyurmaktadır (Bkz. Kehf 28, Şura 15, Maide 77, Bakara 120, En’am 56, Taha 16).
Örneğin, herhangi bir bilim insanı kitâbi (mesleki / akademik) bilgi birikimini
nefsinin hevâsına kapılarak kötü yönde,
açgözlülüklerini tatmin yönünde kullanabilir.
Çünkü kitabi, mesleki ve akademik bilgi birikimi faziletli ve selim kalpli (takvâ
ehli) olmanın garantisi ve göstergesi değildir. Nasıl ki talihsizliğin
örneklerini görsel ve yazılı medya da zaman zaman görüyoruz: Yolsuzluk /
usulsüzlük suçuyla tutuklanan hemen hemen her meslekten yüksek tahsilli
kimseler görüyoruz. Yüce M. Celaleddin’de büyük bir isabetle buna değiniyor:
“Cana
verdiğin ilim damlasını
nefsin
hevasından koru!”
Birey,
gelişim olgusu içinde bir bilgi birikimine ulaşmış, bir şeylerin idrâkine
varmıştır. Her şey gibi bu kazanım da bir sınama aracıdır. O birikimle ne
yağacağı çok önemlidir. Bireyi sınava sokma aracı da yine kendi nefsidir. Birey
o birikime bir şekilde lâyık olmuştur ama, onu gerçekten hak ettiğini
kanıtlaması gerekir.İşte o, bu kritik noktada nefsinin hevâ kandırmacasına
yenik düşerse o sınavı (hak etme sınavını) başaramamış demektir. Ama bu anlamda
başaramadığımız yaşam sınavlarını (eprövler) yeniden yeniden alma şansımız var,
İlâhî mekanizma / sistem böyle işliyor, bereket versin ki… Bu elbette ki ilâhî
bir rahmettir; şükredip olumlu yönde bir rahmeti değerlendirmek gerek.
Özellikle
bilgi “nefsâni hevâ” ile hebâ edilmemeli olumsuz yönde kullanılmamalıdır.
Çünkü o bir enerjidir; enerjiyi olumsuz yönde kullanmanın tehlikesi de
kaçınılmazdır. Mesnevi’de belirttiğimiz gibi bilgili ( “ilim damlası” nı) “hevâ
rüzgarı”ndan korumak gerek. Konunun öneminden ve bireyin kendi
kendisini (yani nefsi) tarafından aldatılma tehlikesinden dolayı, Kur’ân sâdece
nefsin hevâsına dikkat çekmekle yetinmemiş, belli bir gelişmişlik düzeyine
gelmenin her şey olmadığını, o düzeyi yitirme tehlikesinin her zaman
bulunduğuna da dikkat çekmiştir. “…bizi doğruya ve güzele yönelttikten sonra;
kalplerimizi bozup, eğriltme…”- Ali İmran 8. Hidâyete erdikten sonra
(ki o belli bir düzeyin / realitenin hidayetidir), orada iyice tutunabilmenin
ve bir üst gelişim düzeyine / realiteye hemen hamle yapamasak bile, o yana
(iyiye/güzele ve hayırlı olana) yönelik bulunmak bizim elimizdedir, bunun tersi
durumda bize bağlıdır. Konunun bu öneminden dolayı Kur’an’da ALLAH’ın önerdiği
bu duayı selim kalp ile sık sık akıldan geçirmekte yarar vardır. Bu, bir tür
farkındalık ve nefsâni hevâya karşı uyanıklıktır.
------------------------------------------------
(1)
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT,
sayfa 235
(2)
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT,
sayfa 60
(3)
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT,
sayfa 64
(4)
Ayrıntılı bilgi için
bkz. RUH ve KAİNAT, Bedri Ruhselman
(5)
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT,
sayfa 37
(6)
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT,
sayfa 67+68
(7)
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT,
sayfa 50+58+210+211
(8)
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT,
sayfa 235
(9)
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT,
sayfa 109
(10)
Konunun bu yanı için
bkz. KUANTUM BİLGELİĞİ, Doç. Dr. Haluk BERKMEN
(11)
“Evrenin Ünitesi”
kavramı için bkz. İLAHİ NİZAM ve KAİNAT,
sayfalar79+50+51+53+167+168+173+174+230+231…
(12)
İLAHİ NİZAM ve
KAİNAT,kitabıyla gelen (Önder Plan’ın verdiği) son bilgilere göre dünya
insanlığı bu hidrojen âleminin bir üst gelişim düzeyine açılan çıkış kapısı
oluyor. Hidrojen âleminden sonraki bize göre bu bir üst gelişim düzeyi “Yarı Süptil Arasat / Âlem” dir. ve din
kitaplarındaki “cennet” kavramının
tam karşılığı bu Yarı Süptil Âlemdir. (Bkz. sayfalar 317+315+313)
(13)
Seyr-i Süluk konusunda
ayrıntılı bilgi için bkz. KUR’AN VE SÜNNET’E GÖRE TASAVVUF, Yaşar N. ÖZTÜRK
(14)
İrem Bahçesi
(15)
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT,
sayfa18
(16)
SADIKLAR PLANI
TEBLİĞLERİ, Sayfalar 81+82+
-
SUFİ PSİKOLOJİSİ,
Kemal Sayar
-
İSLAM FELSEFESİ,
Mehmet S. Aydın
-
DİN PSİKOJİSİ, Hayati
Hökelekli
-
DİN SOSYOLOJİSİ, Ünver
Günay
(17)
DİN PSİKOLOJİSİ,
Hayati Hökelekli- Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları
(18)
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT,
kitabında böyle geçiyor. Bkz.sayfalar19+20+31+32+63+64+65+110+111+112+…
(19)
HALLAC-I MANSUR,
Niyazi Öktem- Horasan Yayınları
(20)
THOMAS’ın İNCİLİ, Ruh
ve Madde Yayınları
(21)
KUR’AN’daki İslam ,
Yaşar N. ÖZTÜRK 38. Baskı sayfa 241
(22)
Ali İmran 7+190, En’am
97, Ankebut 49
(23)
KUR’AN: Bakara 256,
Ali İmran 103. İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfalar
60+61+101+102+103+104+105+123+124+125
Sadıklar Planı Tebliğleri Sayfalar
218+219+330+331+335+336+341+342+343+438+439+478+479
(24)
Günümüzde yaygın
olarak kullanılan “Müslüman”
sözcüğünün doğrusu, doğru / özgün şekli Farsça “müselman” dır.
(25)
Mikail: Kozmik evren ile
biyolojik evren arasındaki elektron düzeyinde iletişimi sağlar.
Azrail: Tek bir varlık değildir. Evrensel antropolojiyi
simgeleyen bir sistemdir.
Cebrail: Yüksek düzeydeki enerjisi ile kozmik ve ruhsal alemleri
tekliğe ulaştıran ve enerjisini belli bir alanda yoğunlaştırabilen Sirius
Misyonu’na mensup yüce bir varlıktır. (Kaynak: Sirius Tebliğleri, Metapsişik
Tetkikler ve İlmi Araştırmalar Derneği -1982)
(26) Veli / Evliya: “veli”
sözcüğünün
çoğul şekli “evliya”dır. Dolayısıyla “evliyalar” demek
yanlıştır. Evliya, zaten çoğuldur.
(27)