Mesnevi
Dizelerinin Düşündürdükleri
S E V G İ
Kavramı
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever
Giriş
Mevlana Celaleddin-i Rûmi’nin ölümsüz
eseri MESNEVİ’de “aşk” ve “sevgi”
kavramlarını irdelerken, aralarındaki nüans faklarını da göreceğiz. Esâsen
evrensel câzibe (çekim) etkisi olan sevginin çeşitli titreşim düzeylerindeki
türlerinin olduğunu gerek ruhçuluk bilgilerimizden de biliyoruz. Her varlığın,
bu etkiyi yansıtması ve bu yansımanın süptilitesi farklı düzeylerde. Bu farkı,
o varlığın gelişmişlik düzeyi (sâfiyeti, arlığı) belirliyor. Varlığın
gelişmişlik düzeyi elbette ki söz konusu evrensel câzibe etkisini almasıyla da
ilgili: Varlık ne kadar gelişmiş ise, kaynağı Tanrı olan bu etkinin o kadar
süptil titreşimine akort olabilmiş (rezone olabilmiş) durumdadır. Bu durumdaki
varlık, gerçek sevginin (aşkın) kaynağına ne kadar yakın ise dünyasal sevgi
türlerinden o kadar uzak durumdadır. Elinde bal kavanozu bulunan birinin;
keçiboynuzundaki, pancardaki, mısırdaki, elmadaki vb. şekerle ilgilenmeyeceği
gibi… Ama bal hakkında hiçbir fikri olmayan birinin, balın nasıl bir tat
olduğunu tasavvur edebilmesi için daha aşağı türdeki şekerleri de tanımış
olmasında yarar vardır. Yani her türüyle beşeri ve dünyasal sevgiler, varlığı
asıl sevgiye (aşka) doğru ilerleyişte birer araçtır, uygulama ve idrakleme
vesilesidir. Geçici sevgi objeleri ise sevgililer ebedi sevgiye giderek özlem
artıran birer araçtır. Bunu M.Celaleddin Mesnevi’sinde, “Dostu görmeyen göz kör olsun
daha iyi. Ebedi olmayan sevgili de uzak dursun.” şeklinde ifade
etmiştir.
Sevginin kaynağının (en genel anlamda ve
aşkın düzeyde) Tanrı olduğunu yukarıda belirtmiştik. Ama hiçbir etki Tanrı’dan;
evrenlere, âlemlere ve buraları doldurulmuş olan varlıklara doğrudan gelmez. Bu
yaradılışın ve tezahürat ortamının gerçek doğasına aykırıdır. Elektrik
santralinden çıkan binlerce voltluk enerjiyi olduğu gibi elektrikli ev
aletlerimize vermiyoruz; onu, cihazın niteliklerine ve kapasitesine göre 220
V.’a ve gerekiyorsa, birkaç volta kadar indirgiyoruz. İşte bireye gelen evrensel
cazibe etkisi sevgi de bireyin asıl kendisinden (öz varlığından, yüksek
benliğinden) geçerek ona ulaşır. Mesnevi
beytindeki “dost” sözcüğü, bireyin (bedensel benin) asıl varlığıyla /
yüksek benliğiyle (aşkın yanıyla) ilgilidir: Başka türlü ifadesiyle bir beşeri
varlık (dünya insanı) için sevginin kaynağı önce kendi yüksek benidir (yani
asıl varlığıdır).
Gelişmişlik Düzeyi
Bu yapılanma içinde, evrenlere ayrılan
Tanrısal sevginin beşeri bir bedene (enkarne durumda bulunan bir varlığa)
aktarılmasında, onun yüksek beni bir bakıma “ara istasyon” gibi işlev
görür. Tanrısal sevginin, varlığın payına düşen miktarı, onun gelişmişlik
düzeyiyle ilgilidir. Bu miktarın dünya bedenine aktarılan kısmı da, o bedenin
(enkarne varlığın yaşam planına ve sâfiyetine / arınmışlığına bağlıdır.
Görülüyor ki, varlığın gelişim yolundaki başarısı, aldığı ve yansıttığı
sevginin kapsamıyla yakından ilgilidir. Bu nedenle varlık geliştikçe sevgisi
genelleşir, kapsama alanı artar ve ilk basit tek cepheli formunu; genel ve
kapsamlı bir ilginin sonsuz cepheleri içinde erir gider. Ancak o zaman varlık,
M. Celaleddin’in dediği gibi mealen “…Ne olursan ol, gel…”diyebilir. Bu
ifade ebedi olan sevginin, beşeri ölçülere göre büyükçe bir kısmının deneyimlenmiş
ve onu bünyeden geçiriyor ve yansıtıyor olmanın ifadesidir. Varlık bu duruma
gelince, elbette ki henüz “kaba” durumda bulunan beşeri /
dünyasal sevgiler tad vermez, hatta çoğu zaman bireyin başına dert olur, onunla
pek çok sıkıntılı eprövlere girer çıkar ve sonunda M.Celaleddin gibi, “Ebedi
olmayan sevgili uzak dursun” demekten kendini alamaz. Burada “ebedi
sevgili” enkarne varlığın asıl
kendisi, yani aşkın yanı olan varlığıdır. Aşkın yanı ile (asıl kendisi ile)
hemen hemen tam bağlantı durumunda olan kimse bunu söyleyebilir. Bu güçlü
bağlantı durumu, daha genel ve biraz da ezoterik bir söylemle “Beden
içinde ruh hayatı yaşamak…”şeklinde sözcüklere dökülmüştür.
Kalbin “Mühürlü”
Oluşu
Yukarıdaki satırlarda anlamını bulan durunda
olmayan birey için söz konusu yüksek düzeyli sevgi henüz tadılmamış/
deneyimlenmemiş, dolayısıyla da yok demektir. Böyle bir birey (asıl kendisi ve
öz benliği anlamında) “dost”a ve onun sevgisine “kör”
durumdadır. Bunu da M.Celaleddin, “Dostu görmeyen göz kör olsun daha iyi.”
Şeklinde dizelerine dökmüş. Varlıksal yapımıza böyle bir yaklaşımla “körlük”
kavramı; “kulak sağırlığı” ve “kalbin mühürlü oluşu” ile birlikte
Kur’an’da da yerini almıştır: Çok genel anlamda kişinin asıl kendinden
özbenliğine yönelik cahilliği ve dolayısıyla “kendini bilmezliği” dir. Bu anlamdaki “körlük”, “sağırlık”
ve “kalbin mühürlü” oluşu (1) Ayrıca, basiretsizlik ve idraksizlik
anlamında “gözleri kör olanlar”ın kayıpta olduğu, Kur’an’da hakikatleri
“gören gözler”in görebileceği birçok ayette mealen “Gören gözler için çevreniz
hakikatlerle doludur.” deniyor. (Secde 26, Nem 52, Zariyat 20,21,
Fussilet 53, Naziat 26, Ra’d 4, Nahl 6+12, Casiye 13+3+4, Nahl 2, Bakara
171+164.) Bunlar başka bir açıdan da enkarne durumda olan varlığın (bedensel
benin) asıl kendisine / yüksek benine “kapalılığı”nın ifadeleri
olmaktadır. Bu “kapalılık” elbette ki;
bu durumdaki bireyin varlıksal sevgiye de kapalılığı anlamına gelen ve gelişim
süreci içinde tedricen ortadan kalkacak olan ve kalkması gereken olumsuz bir durumdur.
İşin burası daha çok gelişim, şuurlanma ve idraklenme konularına girdiği için,
biz yine dönüp “sevgi” kavramına geliyoruz:
Duygusal Sevgi
Sevgi türleriyle ve genel anlamda beşeri
sevgiyle bağlantılı olarak Mesnevi’nin bir yerinde de, “Sevgi, renge ve kokuya bağlı
olursa; o aşk değildir, kişiye utançtır.” İlk bakışta, bu tür sevginin
kişinin duyu organlarına hitaben bir sevgi olduğunu görüyoruz. Belki bu türe “haz”
demek daha doğru olur. Elbette ki, bedenli varlıklar olarak haz aldığımız
şeyleri / kimseleri severiz ama bu sevgi, M. Celaleddin’in dediği gibi “renge
ve kokuya bağlı” olduğu için değişgendir ve yok olmaya mahkum yani
gelip geçicidir; o renk ve koku değişince ya da bir nedenle birey onları
algılayamayacak duruma gelince, sevgi de yok olur, hatta nefrete bile dönüşür,
bireyin başına telafisi zor ve sıkıntılı işler (eprövler) açar, bireyi “utanç
verici” durumlara bile düşürebilir ki, örneklerini beşeri yaşamda
görüyoruz. Bu elbette ki, (Mesnevi’deki ifadesiyle) “…aşk değil, kişiye utançtır.”
Beşeri yaşamda her şey gibi, beşeri sevgi de
(bitkiye, hayvana, insana yönelik, ne türden olursa olsun) geçicidir.
Mesnevi’deki ifadesiyle, “fâniye duyulan aşk ebedi değildir.”
Çünkü fani (ölümlü / sonlu) dünya da her şey değişim içindedir. Durumlar,
koşullar, anlayış ve idrakler, kısaca gelişim düzeyleri değişince, kişilerin
birbirine karşı sevgi durumları da değişir. Evliliklerde, gelişim süreci içinde
çiftler aynı hızda gelişemedikleri zaman (ki bu çok doğaldır), başlangıçta
üzerinde anlaştıkları anlayış farklılıkları giderek büyür ve tolere edilemez
olunca, birliğin korunması giderek zorlaşır. Eşler, zorluklara,
anlayışsızlıklara ve uyumsuzluklara dayanma güçlerinin elverdiği kadar sabır
gösterdikten sonra evliliğin başlangıcındaki sevgi, ilgi ve anlayıştan eser
kalmamıştır. Sonunda ayrılık / boşanma kaçınılmaz olur.
Aile kurumunda beşeri ilişkiler ayrı bir konu
ama asıl konumuz olan “sevgi”yle ilgili haletlerin ve eprövlerin
bolca ve yoğun bir şekilde yaşandığı yerlerden birisidir. Eş sevgisi, çocuk
sevgisi ve eşlerin birbirlerinin yakınlarına karşı olan sevgileri (hepsi bir
birinden farklı olarak; yani değişik sevgi türleri olarak) aile ünitesinde
yaşanır ve hepside geçicidir. Bu sevgi türlerinin hepsi duygusal sevgidir, “aşk” değildir. Mesnevi’deki ifadesiyle, “…renge
kokuya bağlı” türden sevgidir; bu nedenle de “aşk” değildir, yani “gerçek
sevgi” ya da “ilahi nitelikteki sevgi” değildir, “Tanrısal
sevgi” den çok uzaktır.
Tanrısal Sevgi
“Tanrısal sevgi”, “ilahi sevgi”
kavramlarını yakın geçmişe kadar da, içeriklerinin aşkın olduklarını sadece
hissederek kullanırdık ama bunların gerçekten ne olduklarını, nerede ortaya
çıktıklarını teknik açıklamalarıyla İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT adlı bilgi
külliyatının gün ışığına çıktıktan sonra öğrendik. Vesile olanları
saygıyla,rahmetle ve özlemle anıyoruz….Kısaca “BİLGİ KİTABI ” dediğimiz ve gün ışığına
çıkışını sabırla ve merakla yıllarca beklediğimiz bu eserde belirtildiğine göre
M. Celaleddin’in “aşk” dediği “gerçek
sevgi”; dünyada değil, dünyanın içinde bulunduğu alemde de değil,
(“Yarı Süptil Arasat”da denilen) Sevgi Planı’nda yaşanıyor.
BİLGİ KİTABI’nın göksel sahibi Önder
Planı’nın verdiği bilgilerden öğrendiğimize göre, dünyamızın içinde bulunduğu
hidrojen alemini bitiren varlıklar Sevgi Planı’nda bulunacaktır. Sevgi Planı,
dünyasal koşulların ve realitelerin sona ermiş olduğu ve geride kaldığı, hidrojen
alemi ( ve dolayısıyla elbette ki dünya) üstü bir vasattır / mekandır (sayfa
315)(2). Sevgi Planı, dünya gelişim okulunu bitirmiş olan varlıkların Vazife
Planı’na adım atmadan önce son eksiklerini tamamlayacakları ve evrensel
vazifeler almaya hazır duruma gelecekleri bir vasattır/ mekândır. “Varlıkların
bu eksik kalan yanları, dünya insanının dünyadayken sezip tanıyamadıkları
sevginin orada zuhur edecek olan gerçek cephesidir.”(242) İşte M.
Celaleddin ve benzeri varlıklar dünyada bedenli iken bu Plan’ı sezmiş olan
öğretmenlerdi. Peygamberler de bu Plan’ı “Cennet” sözcüğü ile ifadeye
koymuşlardır (317).
Sevgi Planı
“Varlıkların, dünyadan sonra,
girecekleri Yarı Süptil Âlem’in (yani “Arasat” planın) hazırlayıcı aracı
sevgidir. Buradaki sevgi hiçbir zaman dünyada yaşayan ve duyulan sevginin
kendisi olmamakla beraber bunun gene dünyadakine yakın bir cephesi vardır. Her
ne kadar dünyadaki sevgi, Sevgi Planı’ndaki gerçek sevgiden başka ise de, gene
o sevgiye varlıkları hazırlayıcı bir basamak olabilecek değere ve içeriğe
sahiptir. Görülüyor kü, Sevgi Planı’na / Alemi’ne girmek liyakatini kazanmış
olan bir insan varlığı; dünyada geçirmiş olduğu bu hazırlığı sayesinde,
dünyadakinden bambaşka ve onunla karşılaştırılmayacak bir kapsamdaki bu büyük
sevgi mekanizmasına katılmış bulunacaktır (308).”
Sevgi Planı’ndaki varlıkların gelişim
araçları sevgidir: Sevginin şimdi bizlerin tasavvur bile edemeyeceğimiz çok üst
düzeyde (latif ve zarif) uygulamalarını yapa yapa buradaki “yarı süptil madde bağımlılığı”ndan
da yavaş yavaş kurtularak, Vazife Planı’na girme liyakatini arttırma yolunda
ilerleyeceklerdir. İşte yüce M. Celaleddin (ve benzeri yüce varlıklar) belki de
Sevgi Planı’ndan dünyaya enkarne olmuş bilge bir öğretmendi ve o plana (yani
kendisin gerçek vatanına) dönme özlemiyle “aşk, aşk…” diye yanıp tutuştu ve
bizlere de bir şeyler anlatmaya çalıştı.
Diri ve Bâki Olan
M. Celaleddin ana vatanına olan bu hasretler
MESNEVİ ‘sinden bizlere seslenirken, bir
yerde de şunları söylüyor: “Sürekli olarak ‘diri ve baki olan’a aşık
ol. Sırrını o nura kavuştur, Onun aşkını iste. Çünkü tüm peygamberler ve
veliler bu aşkı, ‘iksirin ta kendisi’ bildiler.” (3) “Sürekli olarak diri ve
baki” olan bir şey dünyada yok elbette; aslında ne âlemimizde ne de
evrenlerde yani tezahürat ortamında sürekli olarak baki olan bir şey var.
Yaratılmış olan her şey sürekli değişmek ve dönüşmek durumundadır. Ama herhalde
dünya ötesi Sevgi Planı’ndaki değişim, dünyaya göre “daha kısıtlayıcı”(bâki),
dünyadaki kadar aldatıcı, şaşırtıcı, kaba düzeyde baştan çıkarıcı ve isyan
ettirici değildir. bu son ifademizden dolayı zihinlerde “Gelişim olgusu orada sonlanıyor
mu, ya da en azından yavaşlıyor mu yani?” gibi bir soru uyanabilir.
Elbette ki “Hayır”. Varlığın gelişiminin durması, yavaşlaması bir yana,
tam tersine; gelişim olgusu, onun hız ve kapsamını bir üst planda (bir alt
plana göre) çok arttırmıştır. Varlık idraklenip şuurlandıkça gelişim hızı
artar. Ama bir üst planın (burada konumuz olan Sevgi Planı’nın) içeriğini
oluşturan elemanlar (örneğin şimdiki konumuz olan sevgi) dünyadakilere göre
daha kalıcıdır ve daha uzun süre sabittir. Dünyadaki gibi istikrarsızlıklar
orada söz konusu değildir. Kısacası dizedeki “diri ve baki” oluş
dünyaya göredir. Ve elbette ki o da geçicidir; çünkü o planın (o düzeyin)
üstündeki “dirilik ve bakilik” daha kalıcı ve süreklidir ve bunun sonu
yok, varlıklar sürekli olarak bir üst düzeye (ve dolayısıyla Yaradan’a) gidiş
durumunda… Bu sonsuz gidiş içinde hep varız ve giderek daha çok varız: “varlığını
var etmek” anlamında giderek daha çok varız…Bu nedenle, ölümü bir yok
oluş şeklinde düşünmek çok yanlış ve anlamsız. Çünkü sürekli bir yerden bir
yere geçerek ilerlemek ve hem de gelişerek (idraklenerek+ şuurlanarak)
ilerlemek söz konusu.
Yeniden, üzerinde durduğumuz dizeye ve
oradaki “diri” sözcüğüne dönelim. “Diri” kavramı, “şuurlanmış / idraklenmiş” anlamında
olmak üzere ; başta İsa Peygamber’in hadislerinde ve çeşitli inisiyatik
öğretilerde sıkça kullanılmıştır (4).
Nasıl ki, MESNEVİ’nin bir dizesinde de bu anlamda olarak “diri”yi görüyoruz: “Yazık
o diriye ki, ölüyle arkadaş olmuş; ölmüş be yaşamı yok olmuş” Burada,
şuurlu iyi bir kişinin; kendini bilmez, şuur ve idrak düzeyi daha aşağı olan
biri tarafından kandırılmışlığı ve arkadaşlığı dolayısıyla acınacak duruma
düşmesi söz konusu. “Madem şuurluydu, niçin kandı, aldandı?” demeyelim: bu bir
yaşam sınavıdır, kişi belli bir şuur düzeyinde kendini sınamış ve sınavda
başarısız olmuş olabilir. Her iki varlık da bulundukları düzeyin / realitenin
gereğini yapmıştır. “Şeytan” elbette ki şeytanlığının gereğini (yani vazifesini)
yapacaktır; o da bu şekilde bir gelişim çizgisi izliyor. Burada şeytan (nefsin
simgesi olarak) “ölüyü”, biraz daha şuurlu olan üst düzeydeki varlık da “diri
olan”ı temsil ediyor. Her gelişim düzeyi, bir altına göre “diri”
niteliktedir. Ama her düzeyin üstünde de o düzeye göre bir “diri” vardır. “Ölü”
ile “diri” (“iyi / kötü”, “yin-yang”)
olarak sürekli etkileşim halindedir. Çünkü varlık varlığın gelişim aracıdır.
Ölü Olan
Dünya yaşamında, bu beşeri ortamda “bir
üstte bulunan” ın “bir alt” tarafından kandırılması (“şeytanın
iğvası”) makbul olmayan ve elbette ki, gelişimi yavaşlatıcı istenmeyen
bir durumdur. Bu konuda beşeriyet tüm devre boyunca sadece Kutsal Kelam (Vahy)
ile değil, seçkin inisiyatik öğretilerle de uyarılagelmiştir. Burada konumuz
olan sevgi,”diri” ye, “ölü olan” da sevgisizliğe
karşılıktır. Esas olan ve de akıllıca olan, elbette ki sevgiden (“diri”
den) yana olmaktır. M. Celaleddin de bunu öneriyor: “Sürekli olarak diri ve bâki
olana aşık ol.” Kuşkusuz burada “bâki olan”ın kapsamına, dünya
düzeyinde, “Kuşkusuz olabildiğince kalıcı olanla ilgilenen, gelip geçici
heveslerle gelip geçici olanlarla zaman yitirme, oylanma “ anlamı da var ama şimdiki konumuz bu
olmadığı için buna girmiyoruz. Belki başka bir yazımızda “dünyanın ve dünyayla ilgili her
şeyin gelip geçiciliği” ne yani, bedenimizde dahil her şeyin fani
olduğu konusuna değiniriz. Çünkü MESNEVİ’de bu konuyla ilgili dizeler de var,
kuşkusuz. Örneğin, bunlardan bir dizede şunu görüyoruz: “Fâniye duyulan aşk ebedi
değildir. Çünkü insan bu düzenin hükmüne uygun değildir.” Dizenin
birinci kısmındaki “aşk” zaten “sevgi” anlamındadır ve dünyasaldır/
beşeridir (duygusaldır). Bu sevgi en fazla bir ömür boyu sürere, o da çok
nadiren. Realiteler ve zaman – mekan koşulları değişince bu sevginin fâniliği
ortaya çıkar. Fâni olan sevgi bir sınanma aracı / vesilesi, yani yaşam
sınavıdır ve oldukça da zordur. Kişinin sevgi ile sınanması zor olduğu kadar özeldir
de… Yani burada kaba bir tesirler sınanmak yerine daha süptil (ince / latif)
bir tesirle sınanmak söz konusudur ama fânidir / geçicidir. Aynı dizenin ikinci
kısmında, gelip geçici olan sevgilerin insanın gerçek doğasına uygun olmadığı
belirtiliyor. İnsan varlığının gerçek doğasına uygun olan sevgi, aslında; fani
olmayan ebedi sevgi olan “aşk”tır. Dünya (ve hidrojen âlemi)
ötesinde deneyimlenecek olan “aşk”ı bizler bu beşeri kafayla
ancak sezinleyebiliriz. M.Celladdin gibi, besbelli ki onu deneyimlemiş
varlıklar beşeri sözcüklerle enkarne ederek anlatmaya çalışsalar da; fâni
olmayan sevgiyi (“aşk”ı) hissedebilene aşk olsun…
Geçtiğimiz paragrafların birinde de
belirttiğimiz gibi M.Celaleddin (ve onun gelişim düzeyindeki varlıklar) “diri
ve baki olan aşk” ın tadını biliyor ki, MESNEVİ’nin başka bir dizesinde
onu sözcüklere dökmede bakın nasıl zorlanmışa benziyor. “Aşk her ne şekilde açıklasam da,
anlatsam da, onu tanımlamada insan dilsiz kalır. Gerçi dil tefsire âşinadır;
Lakin dilsiz aşk daha aydınlık, daha güzeldir.” Dünyasal / beşeri
sevgilerimizi bile betimlemede zorlanan bizler dünya ötesi düzeyin sevgisini
(M. Celaleddin’in ifadesiyle “aşk”ı) sözcüklere dökmede elbette
ki yetersiz kalırız. Esasen sevgi ve Tanrı, öğrenilmez / öğretilmez o sadece
hissedilir, sezinlenir; kişiyi halden hale sokar, yakar, yakar, yakar …. Bu “yanma”da
başka bir yanmadır: Suyun söndüremediği, yananın betimleyemediği sözcüklere
gelmeyen, dizelere sığdırılamayan bir yanma… “Anlatsana ne oluyorsun!”
dendiği zaman, kişiyi (M.Celaleddin’in ifadesiyle) kişiyi (M.Celaleddin’in
ifadesiyle ) kişiyi “dilsiz” gibi yapan bir yanmadır.
Sevginin Değişik Türleri
M.Celaleddin’in dediği gibi, “dil
tefsire âşinadır” ve kimileri beşeri bir bilgiçlikle onu anlatmaya
çalışır ve hatta sov nitelikli (ama işin aslını bilen tarafından yapmacık
olduğu ) anlaşılan davranışlar sergiliyebilir, ama anlatabiliyorsa, bu sevgi beşeri sevgidir,
iyice bir duygusallıktır, aşk değildir. TV ekranlarında yayınlanan aslında
Kur’an’daki özgün İslam’da da yeri olmayan mevlüt programlarında nâra atıp
hoplayanlar / zıplayanlar buna örnek olarak gösterilebilir. Benzer sevgi
tezahürlerini futbol maçlarını izleyen fanatiklerde de görüyoruz… Neyse dedik
ya, sevginin çeşitli türleri var ama bir de (M.Celaleddin’ in bizlere anlatmaya
çalıştığı ama anlatamadığını kendisi de ifade ettiği) “aşk” var. Aşkın etkisini
beyinden (“şuur merkezi”nden) yediğiniz zaman dut yemiş bülbüle
dönersiniz , nutkunuz tutulur, “dilsiz kalırsınız”. Ama işte kişiyi
“dilsiz
bırakan sevgi”, “aşk”’tır. ( ya da Tanrısal / İlahi sevgidir) ve “aşk
daha aydınlık, daha güzeldir.” (5) M.Celaleddin’in bu söylemine
karşılık, “Ne kadar güzeldir?” gibi bir soru sorarsanız, bir yanıt
alamazsınız. Bunun nedenini yukarıdan beri anlatmaya çalışıyoruz. Beşeri düzeyde
bile, “en güzel sevgi kavuşulamayan sevgidir.” Sevgilinin özlemi,
bazen sevgilinin kendisinden daha güzeldir. Bu özlemle M.Celaleddin bir ömür
boyu “yanıp tutuşmuş” ve ölüm denen geçişle sevgiliye (“dost”a)
kavuşmayı iple çekmiş ve bu kavuşmayı “düğün gecesi” olarak bizlere anlatmaya ve bir
gerçeğe dikkat çekmeye çalışmıştır. O varlıksal gerçek, enkarne varlığın beşeri
/ dünya bedenini terk edip kendine dönmesidir, kendi kendisiyle baş başa
kalmasıdır. Bu geçici “baş başa kalış” ile kendi iç muhasebesini yaptıktan
sonra gerçek plansal dostlarına kavuşmasıdır… (6)
Sevgi Planı Özlemi
Eğer, yukarıdaki paragraflarımızda değinip
geçtiğimiz “Sevgi Planı”ndan enkarne olmuşsa varlık; söz konusu kendi iç
muhasebesinden sonra, dünya spatyomunda (ve bu hidrojen âleminin de) ötesindeki
“Sevgi
Planı”na geçmesidir. Asıl mekanı (ana vatanı) Sevgi Planı olan bir
varlığın vazife gereği oradan geçici olarak ayrılıp dünyaya gelmesi ve oraya
tekrar dönüşün özlemiyle , bu kaba dünya ortamında o sevginin (“aşk
”ın) izlerini betimlemeye çalışması ve aslında bunu becerememesi çok çok
doğaldır. Bizim haddimize değil, ama M. Celaleddin’e hak vermemek de elde değil
(7)
Çalışmamızın sonuna doğru beşeri; dolayısıyla
fâni nitelikli de olsa, hiç değilse iyi niyetli ve içtenlikli sevgiyi bizde
çağrıştıran bir MESNEVİ dizesini ele alalım: “O nasıl mübarek bir gülüştür ki
can kurusundan gönül cevherini gösterir.” İyi niyetli ve istekli
bireyin yüz ifadelerine olduğu kadar gözlerine de yansır ve “Gözlerinin içi
gülüyordu…”deriz. Hele bu gülüş sevgiliye ait ise, dünyalar bizim olur. Bu, her
iki taraf içinde hâlet yaşatıcı bir etki be deneyimdir. Aslında bu durumla
ilgili olarak “Gözler ruhun aynasıdır” ifadesi oldukça doğrudur; fizik ötesi
bir şeylerin beşeri sözcüklerle
dillendirilmesi. Pek çok sanat müziği eserinde de yerini almıştır bu
durum: “Gözler ruhun aynasıdır, onlar yalan söylemez.” “Gözlerinden
içti gönlüm neş’eyi…”, “Yeşilden de yeşil gözlerin…” vb.
Güfte ve besteye kolay kolay sığmayan , dile ancak bu kadar getirilebilen bu anlam,
yüce M.Celaleddin’in “O ne mübarek bir gülüştür ki…”ifadesiyle
örtüşmüyor mu? (8) Gülünce, gözlerinin içi gülmeli, ötekisi “sırıtmak”tır
zaten.
Gülmeyi ya da gülümsemeyi (tebessümü)
gerektiren o içsel tepki “gönül cevherinden” kaynaklanıp, “can kutusuna”
yansımıyorsa, beşeri söylemle “gözlerinin içi gülmez” MESNEVİ’nin
bu dizesindeki “gönül cevheri”nden, kişinin aşkın yanını “can kutusu”ndan da dünya
bedenini (bedensel benini) anlıyoruz. Bu anlamda “can kurusu”ndan “gönül
cevheri”, gözlerde etkili bir ışıltı olarak algılanır. Bu ışıltı çoğu
zaman söze gelmeyen anlamlar içerir çünkü p gerçekten (M. Celleddin’in
ifadesiyle) “mübarek” niteliklidir, kişini mânevi olan fizik ötesi yanından
kaynaklandığı için.
Bunun tersi durumda bedensel benin nefsinden
kaynaklanan bir gülüşte (ki ona “sırıtma” demek daha doğrudur) gözlerin içi gülmediği
gibi, sinsice bir riyâkarlık değilse bile egoistçe bir kurnazlık ya da bir
şeyleri maskeleme vardır. Biz beşeri varlıklar böyle gülüş ve gülücüklerle pek
çok duyguyu gizleriz, beyaz ya da kara yalanlar söyleriz, birine eziyet ederken
bile sadistçe kahkahalar atarız (filimler, diziler bunların örnekleri ile
dolu). Aradaki kaliteli / süptilite farkını belirtmek için, işin bu yanını da
değinmeden edemedik.
Can Kutusunda Gönül Cevheri
“Can kutusu” nda
“gönül
cevheri” ni tezahür ettirmenin elbette ki başka yolları da var: en
genel anlamda (ve ruhu, beden içinde düşünmemek kaydıyla) “beden içinde ruh olarak
yaşamak”, “gönül cevherini can kurusunda tezahür ettirmek” ile aynı
anlamdadır. Esasen enkarne varlığın aslı / esası ruh varlığıdır. Fizik beden
(organizma) ruh varlığının madde âlemindeki bir sonda aracıdır ve beden, ruhtan
dolayı vardır. Bu yapılanmadan dolayı ruh-beden ayrılığı değil, ruh-beden
birliği söz konusudur. Beden (organizma), ebedi olan ruhun geçici bir
uzantısıdır. Belli bir denge halinde ruh – beden birliği bir ömür boyu sürer.
Bu dengenin madde ya da ruh tarafına bozulmuş
olması makbul değildir. Ruh ve maddelerden herhangi birini ötekine galip
getirmeye çalışmak makbul değildir. makbul durum, denge halidir. Bu denge hali
dinsel öğretilerdeki “dosdoğru yol” dur. (Sıratı
Müstakim). Kişinin içinde bulunduğu realitede alabileceği en üst düzey sevgi
enerjisini alabilmesi, bu anlamda “doğru yolda” olmasıyla olasıdır.
Doğru yoldan sapmak söz konusu “denge”yi bozmaktır. Bu nedenle
Kur’an’da “Bizi dosdoğru yola ilet” denmiştir. (Fatiha 6) Bu anlamda “doğru
yol ” ; kişiyi, içinde bulunduğu realitede ALLAH’a götürecek sadece en
kestirme yol değil, aynı zamanda ALLAH’ın sevgisini de alabileceği en uygun
durumdur. Bu duruma göre her realitenin “doğru yolu” farklıdır. Ama bu yolların hepsi ALLAH’a
gider. İçinde bulunulan realitenin “doğru yolunda” yürümek, “gönül
cevherini beden kutusunda tezahür ettirmek” şeklinde MESNEVİ
dizelerinde yerini almıştır.
---------------------------------
(1)
En’am
104, A’raf 179, Casiye 23, Enbiya 44, Yunus 42+43.
(2)
Bu
şekilde yazımızın akışı içinde vereceğimiz numaralar kaynak eserle ilgili sayfalardır.
Belki bazı okurlarımız konuyu kaynağından izlemek isteyebilirler…
(3)
İksir:
etkili / yararlı şurup, bir şeyin olmasına neden olan en önemli madde
(4)
Hz.
İsa öğretisinde “diri” kavramı için bkz. THOMAS’ın İNCİLİ, Ruh ve Madde
Yayınları
(5)
“Şuur
merkezi” kavramı için bkz. İLAHİ NİZAM
ve KAİNAT sayfalar 138,139,143,145.
(6)
Bu
konuda ayrıntılı ve en son bilgiler için bkz. İLAHİ NİZAM ve KAAİNAT, sayfalar
85,89,119,120,202,203,204,205
(7)
“Sevgi
Planı”nın ayrıntıları için bkz. İLAHİ NİZAM ve KAAİNAT, sayfalar
242,311,306,309,314,317,319
(8)
Bu
çalışmamızın içerdiği yorumlar / değerlendirmeler her türlü olumlu / o0lumsuz
eleştiriye açıktır. Okurlarımızdan gelecek değerlendirmelerle bu çalışmamızın
değer kazanmasını dileriz. (S.G.)
YARARLANILA
ESERLER
·
KUR’AN
·
İLAHİ NİZAM VE KAİNAT, Bedri
RUHSELMAN, Dr.
·
MESNEVİ (Türkçesi Adnan
KARAİSMAİLOĞLU, Prof. Dr.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder