Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

9 Aralık 2018 Pazar

Mesnevi Dizelerinin Düşündürdükleri S E V G İ Kavramı


Mesnevi Dizelerinin Düşündürdükleri
 S E V G İ
Kavramı
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Giriş
Mevlana Celaleddin-i Rûmi’nin ölümsüz eseri  MESNEVİ’de “aşk” ve “sevgi” kavramlarını irdelerken, aralarındaki nüans faklarını da göreceğiz. Esâsen evrensel câzibe (çekim) etkisi olan sevginin çeşitli titreşim düzeylerindeki türlerinin olduğunu gerek ruhçuluk bilgilerimizden de biliyoruz. Her varlığın, bu etkiyi yansıtması ve bu yansımanın süptilitesi farklı düzeylerde. Bu farkı, o varlığın gelişmişlik düzeyi (sâfiyeti, arlığı) belirliyor. Varlığın gelişmişlik düzeyi elbette ki söz konusu evrensel câzibe etkisini almasıyla da ilgili: Varlık ne kadar gelişmiş ise, kaynağı Tanrı olan bu etkinin o kadar süptil titreşimine akort olabilmiş (rezone olabilmiş) durumdadır. Bu durumdaki varlık, gerçek sevginin (aşkın) kaynağına ne kadar yakın ise dünyasal sevgi türlerinden o kadar uzak durumdadır. Elinde bal kavanozu bulunan birinin; keçiboynuzundaki, pancardaki, mısırdaki, elmadaki vb. şekerle ilgilenmeyeceği gibi… Ama bal hakkında hiçbir fikri olmayan birinin, balın nasıl bir tat olduğunu tasavvur edebilmesi için daha aşağı türdeki şekerleri de tanımış olmasında yarar vardır. Yani her türüyle beşeri ve dünyasal sevgiler, varlığı asıl sevgiye (aşka) doğru ilerleyişte birer araçtır, uygulama ve idrakleme vesilesidir. Geçici sevgi objeleri ise sevgililer ebedi sevgiye giderek özlem artıran birer araçtır. Bunu M.Celaleddin Mesnevi’sinde, “Dostu görmeyen göz kör olsun daha iyi. Ebedi olmayan sevgili de uzak dursun.” şeklinde ifade etmiştir. 

Sevginin kaynağının (en genel anlamda ve aşkın düzeyde) Tanrı olduğunu yukarıda belirtmiştik. Ama hiçbir etki Tanrı’dan; evrenlere, âlemlere ve buraları doldurulmuş olan varlıklara doğrudan gelmez. Bu yaradılışın ve tezahürat ortamının gerçek doğasına aykırıdır. Elektrik santralinden çıkan binlerce voltluk enerjiyi olduğu gibi elektrikli ev aletlerimize vermiyoruz; onu, cihazın niteliklerine ve kapasitesine göre 220 V.’a ve gerekiyorsa, birkaç volta kadar indirgiyoruz. İşte bireye gelen evrensel cazibe etkisi sevgi de bireyin asıl kendisinden (öz varlığından, yüksek benliğinden) geçerek ona ulaşır. Mesnevi  beytindeki “dost” sözcüğü, bireyin (bedensel benin) asıl varlığıyla / yüksek benliğiyle (aşkın yanıyla) ilgilidir: Başka türlü ifadesiyle bir beşeri varlık (dünya insanı) için sevginin kaynağı önce kendi yüksek benidir (yani asıl varlığıdır).

Gelişmişlik Düzeyi
Bu yapılanma içinde, evrenlere ayrılan Tanrısal sevginin beşeri bir bedene (enkarne durumda bulunan bir varlığa) aktarılmasında, onun yüksek beni bir bakıma “ara istasyon” gibi işlev görür. Tanrısal sevginin, varlığın payına düşen miktarı, onun gelişmişlik düzeyiyle ilgilidir. Bu miktarın dünya bedenine aktarılan kısmı da, o bedenin (enkarne varlığın yaşam planına ve sâfiyetine / arınmışlığına bağlıdır. Görülüyor ki, varlığın gelişim yolundaki başarısı, aldığı ve yansıttığı sevginin kapsamıyla yakından ilgilidir. Bu nedenle varlık geliştikçe sevgisi genelleşir, kapsama alanı artar ve ilk basit tek cepheli formunu; genel ve kapsamlı bir ilginin sonsuz cepheleri içinde erir gider. Ancak o zaman varlık, M. Celaleddin’in dediği gibi mealen “…Ne olursan ol, gel…”diyebilir. Bu ifade ebedi olan sevginin, beşeri ölçülere göre büyükçe bir kısmının deneyimlenmiş ve onu bünyeden geçiriyor ve yansıtıyor olmanın ifadesidir. Varlık bu duruma gelince, elbette ki henüz “kaba” durumda bulunan beşeri / dünyasal sevgiler tad vermez, hatta çoğu zaman bireyin başına dert olur, onunla pek çok sıkıntılı eprövlere girer çıkar ve sonunda M.Celaleddin gibi, “Ebedi olmayan sevgili uzak dursun” demekten kendini alamaz. Burada “ebedi sevgili”  enkarne varlığın asıl kendisi, yani aşkın yanı olan varlığıdır. Aşkın yanı ile (asıl kendisi ile) hemen hemen tam bağlantı durumunda olan kimse bunu söyleyebilir. Bu güçlü bağlantı durumu, daha genel ve biraz da ezoterik bir söylemle “Beden içinde ruh hayatı yaşamak…”şeklinde sözcüklere dökülmüştür.

Kalbin “Mühürlü” Oluşu
Yukarıdaki satırlarda anlamını bulan durunda olmayan birey için söz konusu yüksek düzeyli sevgi henüz tadılmamış/ deneyimlenmemiş, dolayısıyla da yok demektir. Böyle bir birey (asıl kendisi ve öz benliği anlamında) “dost”a ve onun sevgisine “kör” durumdadır. Bunu da M.Celaleddin, “Dostu görmeyen göz kör olsun daha iyi.” Şeklinde dizelerine dökmüş. Varlıksal yapımıza böyle bir yaklaşımla “körlük” kavramı; “kulak sağırlığı” ve “kalbin mühürlü oluşu” ile birlikte Kur’an’da da yerini almıştır: Çok genel anlamda kişinin asıl kendinden özbenliğine yönelik cahilliği ve dolayısıyla “kendini bilmezliği” dir. Bu anlamdaki “körlük”, “sağırlık” ve “kalbin mühürlü” oluşu (1) Ayrıca, basiretsizlik ve idraksizlik anlamında “gözleri kör olanlar”ın kayıpta olduğu, Kur’an’da hakikatleri “gören gözler”in görebileceği birçok ayette mealen “Gören gözler için çevreniz hakikatlerle doludur.” deniyor. (Secde 26, Nem 52, Zariyat 20,21, Fussilet 53, Naziat 26, Ra’d 4, Nahl 6+12, Casiye 13+3+4, Nahl 2, Bakara 171+164.) Bunlar başka bir açıdan da enkarne durumda olan varlığın (bedensel benin) asıl kendisine / yüksek benine “kapalılığı”nın ifadeleri olmaktadır. Bu “kapalılık”  elbette ki; bu durumdaki bireyin varlıksal sevgiye de kapalılığı anlamına gelen ve gelişim süreci içinde tedricen ortadan kalkacak olan ve kalkması gereken olumsuz bir durumdur. İşin burası daha çok gelişim, şuurlanma ve idraklenme konularına girdiği için, biz yine dönüp “sevgi” kavramına geliyoruz:

Duygusal Sevgi
Sevgi türleriyle ve genel anlamda beşeri sevgiyle bağlantılı olarak Mesnevi’nin bir yerinde de, “Sevgi, renge ve kokuya bağlı olursa; o aşk değildir, kişiye utançtır.” İlk bakışta, bu tür sevginin kişinin duyu organlarına hitaben bir sevgi olduğunu görüyoruz. Belki bu türe “haz” demek daha doğru olur. Elbette ki, bedenli varlıklar olarak haz aldığımız şeyleri / kimseleri severiz ama bu sevgi, M. Celaleddin’in dediği gibi “renge ve kokuya bağlı” olduğu için değişgendir ve yok olmaya mahkum yani gelip geçicidir; o renk ve koku değişince ya da bir nedenle birey onları algılayamayacak duruma gelince, sevgi de yok olur, hatta nefrete bile dönüşür, bireyin başına telafisi zor ve sıkıntılı işler (eprövler) açar, bireyi “utanç verici” durumlara bile düşürebilir ki, örneklerini beşeri yaşamda görüyoruz. Bu elbette ki, (Mesnevi’deki ifadesiyle) “…aşk değil, kişiye utançtır.”

Beşeri yaşamda her şey gibi, beşeri sevgi de (bitkiye, hayvana, insana yönelik, ne türden olursa olsun) geçicidir. Mesnevi’deki ifadesiyle, “fâniye duyulan aşk ebedi değildir.” Çünkü fani (ölümlü / sonlu) dünya da her şey değişim içindedir. Durumlar, koşullar, anlayış ve idrakler, kısaca gelişim düzeyleri değişince, kişilerin birbirine karşı sevgi durumları da değişir. Evliliklerde, gelişim süreci içinde çiftler aynı hızda gelişemedikleri zaman (ki bu çok doğaldır), başlangıçta üzerinde anlaştıkları anlayış farklılıkları giderek büyür ve tolere edilemez olunca, birliğin korunması giderek zorlaşır. Eşler, zorluklara, anlayışsızlıklara ve uyumsuzluklara dayanma güçlerinin elverdiği kadar sabır gösterdikten sonra evliliğin başlangıcındaki sevgi, ilgi ve anlayıştan eser kalmamıştır. Sonunda ayrılık / boşanma kaçınılmaz olur.

Aile kurumunda beşeri ilişkiler ayrı bir konu ama asıl konumuz olan “sevgi”yle ilgili haletlerin ve eprövlerin bolca ve yoğun bir şekilde yaşandığı yerlerden birisidir. Eş sevgisi, çocuk sevgisi ve eşlerin birbirlerinin yakınlarına karşı olan sevgileri (hepsi bir birinden farklı olarak; yani değişik sevgi türleri olarak) aile ünitesinde yaşanır ve hepside geçicidir. Bu sevgi türlerinin hepsi duygusal sevgidir, “aşk” değildir. Mesnevi’deki ifadesiyle, “…renge kokuya bağlı” türden sevgidir; bu nedenle de “aşk” değildir, yani “gerçek sevgi” ya da “ilahi nitelikteki sevgi” değildir, “Tanrısal sevgi” den çok uzaktır.

Tanrısal Sevgi
“Tanrısal sevgi”, “ilahi sevgi” kavramlarını yakın geçmişe kadar da, içeriklerinin aşkın olduklarını sadece hissederek kullanırdık ama bunların gerçekten ne olduklarını, nerede ortaya çıktıklarını teknik açıklamalarıyla İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT adlı bilgi külliyatının gün ışığına çıktıktan sonra öğrendik. Vesile olanları saygıyla,rahmetle ve özlemle anıyoruz….Kısaca “BİLGİ  KİTABI ” dediğimiz ve gün ışığına çıkışını sabırla ve merakla yıllarca beklediğimiz bu eserde belirtildiğine göre M. Celaleddin’in “aşk” dediği  “gerçek sevgi”; dünyada değil, dünyanın içinde bulunduğu alemde de değil, (“Yarı Süptil Arasat”da denilen) Sevgi Planı’nda yaşanıyor.

BİLGİ KİTABI’nın göksel sahibi Önder Planı’nın verdiği bilgilerden öğrendiğimize göre, dünyamızın içinde bulunduğu hidrojen alemini bitiren varlıklar Sevgi Planı’nda bulunacaktır. Sevgi Planı, dünyasal koşulların ve realitelerin sona ermiş olduğu ve geride kaldığı, hidrojen alemi ( ve dolayısıyla elbette ki dünya) üstü bir vasattır / mekandır (sayfa 315)(2). Sevgi Planı, dünya gelişim okulunu bitirmiş olan varlıkların Vazife Planı’na adım atmadan önce son eksiklerini tamamlayacakları ve evrensel vazifeler almaya hazır duruma gelecekleri bir vasattır/ mekândır. “Varlıkların bu eksik kalan yanları, dünya insanının dünyadayken sezip tanıyamadıkları sevginin orada zuhur edecek olan gerçek cephesidir.”(242) İşte M. Celaleddin ve benzeri varlıklar dünyada bedenli iken bu Plan’ı sezmiş olan öğretmenlerdi. Peygamberler de bu Plan’ı “Cennet” sözcüğü ile ifadeye koymuşlardır (317).

Sevgi Planı
“Varlıkların, dünyadan sonra, girecekleri Yarı Süptil Âlem’in (yani “Arasat” planın) hazırlayıcı aracı sevgidir. Buradaki sevgi hiçbir zaman dünyada yaşayan ve duyulan sevginin kendisi olmamakla beraber bunun gene dünyadakine yakın bir cephesi vardır. Her ne kadar dünyadaki sevgi, Sevgi Planı’ndaki gerçek sevgiden başka ise de, gene o sevgiye varlıkları hazırlayıcı bir basamak olabilecek değere ve içeriğe sahiptir. Görülüyor kü, Sevgi Planı’na / Alemi’ne girmek liyakatini kazanmış olan bir insan varlığı; dünyada geçirmiş olduğu bu hazırlığı sayesinde, dünyadakinden bambaşka ve onunla karşılaştırılmayacak bir kapsamdaki bu büyük sevgi mekanizmasına katılmış bulunacaktır (308).”  

Sevgi Planı’ndaki varlıkların gelişim araçları sevgidir: Sevginin şimdi bizlerin tasavvur bile edemeyeceğimiz çok üst düzeyde (latif ve zarif) uygulamalarını yapa yapa buradaki “yarı süptil madde bağımlılığı”ndan da yavaş yavaş kurtularak, Vazife Planı’na girme liyakatini arttırma yolunda ilerleyeceklerdir. İşte yüce M. Celaleddin (ve benzeri yüce varlıklar) belki de Sevgi Planı’ndan dünyaya enkarne olmuş bilge bir öğretmendi ve o plana (yani kendisin gerçek vatanına) dönme özlemiyle “aşk, aşk…” diye yanıp tutuştu ve bizlere de bir şeyler anlatmaya çalıştı.

Diri ve Bâki Olan
M. Celaleddin ana vatanına olan bu hasretler MESNEVİ ‘sinden bizlere seslenirken, bir yerde de şunları söylüyor: “Sürekli olarak ‘diri ve baki olan’a aşık ol. Sırrını o nura kavuştur, Onun aşkını iste. Çünkü tüm peygamberler ve veliler bu aşkı, ‘iksirin ta kendisi’ bildiler.” (3) “Sürekli olarak diri ve baki” olan bir şey dünyada yok elbette; aslında ne âlemimizde ne de evrenlerde yani tezahürat ortamında sürekli olarak baki olan bir şey var. Yaratılmış olan her şey sürekli değişmek ve dönüşmek durumundadır. Ama herhalde dünya ötesi Sevgi Planı’ndaki değişim, dünyaya göre “daha kısıtlayıcı”(bâki), dünyadaki kadar aldatıcı, şaşırtıcı, kaba düzeyde baştan çıkarıcı ve isyan ettirici değildir. bu son ifademizden dolayı zihinlerde “Gelişim olgusu orada sonlanıyor mu, ya da en azından yavaşlıyor mu yani?” gibi bir soru uyanabilir. Elbette ki “Hayır”. Varlığın gelişiminin durması, yavaşlaması bir yana, tam tersine; gelişim olgusu, onun hız ve kapsamını bir üst planda (bir alt plana göre) çok arttırmıştır. Varlık idraklenip şuurlandıkça gelişim hızı artar. Ama bir üst planın (burada konumuz olan Sevgi Planı’nın) içeriğini oluşturan elemanlar (örneğin şimdiki konumuz olan sevgi) dünyadakilere göre daha kalıcıdır ve daha uzun süre sabittir. Dünyadaki gibi istikrarsızlıklar orada söz konusu değildir. Kısacası dizedeki “diri ve baki” oluş dünyaya göredir. Ve elbette ki o da geçicidir; çünkü o planın (o düzeyin) üstündeki “dirilik ve bakilik” daha kalıcı ve süreklidir ve bunun sonu yok, varlıklar sürekli olarak bir üst düzeye (ve dolayısıyla Yaradan’a) gidiş durumunda… Bu sonsuz gidiş içinde hep varız ve giderek daha çok varız: “varlığını var etmek” anlamında giderek daha çok varız…Bu nedenle, ölümü bir yok oluş şeklinde düşünmek çok yanlış ve anlamsız. Çünkü sürekli bir yerden bir yere geçerek ilerlemek ve hem de gelişerek (idraklenerek+ şuurlanarak) ilerlemek söz konusu.

Yeniden, üzerinde durduğumuz dizeye ve oradaki “diri” sözcüğüne dönelim. “Diri” kavramı, “şuurlanmış / idraklenmiş” anlamında olmak üzere ; başta İsa Peygamber’in hadislerinde ve çeşitli inisiyatik öğretilerde  sıkça kullanılmıştır (4). Nasıl ki, MESNEVİ’nin bir dizesinde de bu anlamda olarak “diri”yi görüyoruz: “Yazık o diriye ki, ölüyle arkadaş olmuş; ölmüş be yaşamı yok olmuş” Burada, şuurlu iyi bir kişinin; kendini bilmez, şuur ve idrak düzeyi daha aşağı olan biri tarafından kandırılmışlığı ve arkadaşlığı dolayısıyla acınacak duruma düşmesi söz konusu. “Madem şuurluydu, niçin kandı, aldandı?” demeyelim: bu bir yaşam sınavıdır, kişi belli bir şuur düzeyinde kendini sınamış ve sınavda başarısız olmuş olabilir. Her iki varlık da bulundukları düzeyin / realitenin gereğini yapmıştır. “Şeytan” elbette ki şeytanlığının gereğini (yani vazifesini) yapacaktır; o da bu şekilde bir gelişim çizgisi izliyor. Burada şeytan (nefsin simgesi olarak) “ölüyü”, biraz daha şuurlu olan üst düzeydeki varlık da “diri olan”ı temsil ediyor. Her gelişim düzeyi, bir altına göre “diri” niteliktedir. Ama her düzeyin üstünde de o düzeye göre bir “diri” vardır. “Ölü”  ile “diri” (“iyi / kötü”, “yin-yang”) olarak sürekli etkileşim halindedir. Çünkü varlık varlığın gelişim aracıdır.

Ölü Olan
Dünya yaşamında, bu beşeri ortamda “bir üstte bulunan” ın “bir alt” tarafından kandırılması (“şeytanın iğvası”) makbul olmayan ve elbette ki, gelişimi yavaşlatıcı istenmeyen bir durumdur. Bu konuda beşeriyet tüm devre boyunca sadece Kutsal Kelam (Vahy) ile değil, seçkin inisiyatik öğretilerle de uyarılagelmiştir. Burada konumuz olan sevgi,”diri” ye, “ölü olan” da sevgisizliğe karşılıktır. Esas olan ve de akıllıca olan, elbette ki sevgiden (“diri” den) yana olmaktır. M. Celaleddin de bunu öneriyor: “Sürekli olarak diri ve bâki olana aşık ol.” Kuşkusuz burada “bâki olan”ın kapsamına, dünya düzeyinde, “Kuşkusuz olabildiğince kalıcı olanla ilgilenen, gelip geçici heveslerle gelip geçici olanlarla zaman yitirme, oylanma “ anlamı da var ama şimdiki konumuz bu olmadığı için buna girmiyoruz. Belki başka bir yazımızda “dünyanın ve dünyayla ilgili her şeyin gelip geçiciliği” ne yani, bedenimizde dahil her şeyin fani olduğu konusuna değiniriz. Çünkü MESNEVİ’de bu konuyla ilgili dizeler de var, kuşkusuz. Örneğin, bunlardan bir dizede şunu görüyoruz: “Fâniye duyulan aşk ebedi değildir. Çünkü insan bu düzenin hükmüne uygun değildir.” Dizenin birinci kısmındaki “aşk” zaten “sevgi” anlamındadır ve dünyasaldır/ beşeridir (duygusaldır). Bu sevgi en fazla bir ömür boyu sürere, o da çok nadiren. Realiteler ve zaman – mekan koşulları değişince bu sevginin fâniliği ortaya çıkar. Fâni olan sevgi bir sınanma aracı / vesilesi, yani yaşam sınavıdır ve oldukça da zordur. Kişinin sevgi ile sınanması zor olduğu kadar özeldir de… Yani burada kaba bir tesirler sınanmak yerine daha süptil (ince / latif) bir tesirle sınanmak söz konusudur ama fânidir / geçicidir. Aynı dizenin ikinci kısmında, gelip geçici olan sevgilerin insanın gerçek doğasına uygun olmadığı belirtiliyor. İnsan varlığının gerçek doğasına uygun olan sevgi, aslında; fani olmayan ebedi sevgi olan “aşk”tır. Dünya (ve hidrojen âlemi) ötesinde deneyimlenecek olan “aşk”ı bizler bu beşeri kafayla ancak sezinleyebiliriz. M.Celladdin gibi, besbelli ki onu deneyimlemiş varlıklar beşeri sözcüklerle enkarne ederek anlatmaya çalışsalar da; fâni olmayan sevgiyi (“aşk”ı) hissedebilene aşk olsun…

Geçtiğimiz paragrafların birinde de belirttiğimiz gibi M.Celaleddin (ve onun gelişim düzeyindeki varlıklar) “diri ve baki olan aşk” ın tadını biliyor ki, MESNEVİ’nin başka bir dizesinde onu sözcüklere dökmede bakın nasıl zorlanmışa benziyor. “Aşk her ne şekilde açıklasam da, anlatsam da, onu tanımlamada insan dilsiz kalır. Gerçi dil tefsire âşinadır; Lakin dilsiz aşk daha aydınlık, daha güzeldir.” Dünyasal / beşeri sevgilerimizi bile betimlemede zorlanan bizler dünya ötesi düzeyin sevgisini (M. Celaleddin’in ifadesiyle “aşk”ı) sözcüklere dökmede elbette ki yetersiz kalırız. Esasen sevgi ve Tanrı, öğrenilmez / öğretilmez o sadece hissedilir, sezinlenir; kişiyi halden hale sokar, yakar, yakar, yakar …. Bu “yanma”da başka bir yanmadır: Suyun söndüremediği, yananın betimleyemediği sözcüklere gelmeyen, dizelere sığdırılamayan bir yanma… “Anlatsana ne oluyorsun!” dendiği zaman, kişiyi (M.Celaleddin’in ifadesiyle) kişiyi (M.Celaleddin’in ifadesiyle ) kişiyi “dilsiz” gibi yapan bir yanmadır.

Sevginin Değişik Türleri
M.Celaleddin’in dediği gibi, “dil tefsire âşinadır” ve kimileri beşeri bir bilgiçlikle onu anlatmaya çalışır ve hatta sov nitelikli (ama işin aslını bilen tarafından yapmacık olduğu ) anlaşılan davranışlar sergiliyebilir, ama  anlatabiliyorsa, bu sevgi beşeri sevgidir, iyice bir duygusallıktır, aşk değildir. TV ekranlarında yayınlanan aslında Kur’an’daki özgün İslam’da da yeri olmayan mevlüt programlarında nâra atıp hoplayanlar / zıplayanlar buna örnek olarak gösterilebilir. Benzer sevgi tezahürlerini futbol maçlarını izleyen fanatiklerde de görüyoruz… Neyse dedik ya, sevginin çeşitli türleri var ama bir de (M.Celaleddin’ in bizlere anlatmaya çalıştığı ama anlatamadığını kendisi de ifade ettiği) “aşk” var. Aşkın etkisini beyinden (“şuur merkezi”nden) yediğiniz zaman dut yemiş bülbüle dönersiniz , nutkunuz tutulur, “dilsiz kalırsınız”. Ama işte kişiyi “dilsiz bırakan sevgi”, “aşk”’tır. ( ya da Tanrısal / İlahi sevgidir) ve “aşk daha aydınlık, daha güzeldir.” (5) M.Celaleddin’in bu söylemine karşılık, “Ne kadar güzeldir?” gibi bir soru sorarsanız, bir yanıt alamazsınız. Bunun nedenini yukarıdan beri anlatmaya çalışıyoruz. Beşeri düzeyde bile, “en güzel sevgi kavuşulamayan sevgidir.” Sevgilinin özlemi, bazen sevgilinin kendisinden daha güzeldir. Bu özlemle M.Celaleddin bir ömür boyu “yanıp tutuşmuş” ve ölüm denen geçişle sevgiliye (“dost”a) kavuşmayı iple çekmiş ve bu kavuşmayı “düğün gecesi”  olarak bizlere anlatmaya ve bir gerçeğe dikkat çekmeye çalışmıştır. O varlıksal gerçek, enkarne varlığın beşeri / dünya bedenini terk edip kendine dönmesidir, kendi kendisiyle baş başa kalmasıdır. Bu geçici “baş başa kalış” ile kendi iç muhasebesini yaptıktan sonra gerçek plansal dostlarına kavuşmasıdır… (6)

Sevgi Planı Özlemi
Eğer, yukarıdaki paragraflarımızda değinip geçtiğimiz “Sevgi Planı”ndan enkarne olmuşsa varlık; söz konusu kendi iç muhasebesinden sonra, dünya spatyomunda (ve bu hidrojen âleminin de) ötesindeki “Sevgi Planı”na geçmesidir. Asıl mekanı (ana vatanı) Sevgi Planı olan bir varlığın vazife gereği oradan geçici olarak ayrılıp dünyaya gelmesi ve oraya tekrar dönüşün özlemiyle , bu kaba dünya ortamında o sevginin (“aşk ”ın) izlerini betimlemeye çalışması ve aslında bunu becerememesi çok çok doğaldır. Bizim haddimize değil, ama M. Celaleddin’e hak vermemek de elde değil (7)  

Çalışmamızın sonuna doğru beşeri; dolayısıyla fâni nitelikli de olsa, hiç değilse iyi niyetli ve içtenlikli sevgiyi bizde çağrıştıran bir MESNEVİ dizesini ele alalım: “O nasıl mübarek bir gülüştür ki can kurusundan gönül cevherini gösterir.” İyi niyetli ve istekli bireyin yüz ifadelerine olduğu kadar gözlerine de yansır ve “Gözlerinin içi gülüyordu…”deriz. Hele bu gülüş sevgiliye ait ise, dünyalar bizim olur. Bu, her iki taraf içinde hâlet yaşatıcı bir etki be deneyimdir. Aslında bu durumla ilgili olarak “Gözler ruhun aynasıdır” ifadesi oldukça doğrudur; fizik ötesi bir şeylerin beşeri sözcüklerle  dillendirilmesi. Pek çok sanat müziği eserinde de yerini almıştır bu durum: “Gözler ruhun aynasıdır, onlar yalan söylemez.” “Gözlerinden içti gönlüm neş’eyi…”, “Yeşilden de yeşil gözlerin…” vb. Güfte ve besteye kolay kolay sığmayan , dile ancak bu kadar getirilebilen bu anlam, yüce M.Celaleddin’in “O ne mübarek bir gülüştür ki…”ifadesiyle örtüşmüyor mu? (8) Gülünce, gözlerinin içi gülmeli, ötekisi “sırıtmak”tır zaten.

Gülmeyi ya da gülümsemeyi (tebessümü) gerektiren o içsel tepki “gönül cevherinden” kaynaklanıp, “can kutusuna” yansımıyorsa, beşeri söylemle “gözlerinin içi gülmez” MESNEVİ’nin bu dizesindeki “gönül cevheri”nden, kişinin aşkın yanını “can kutusu”ndan da dünya bedenini (bedensel benini) anlıyoruz. Bu anlamda “can kurusu”ndan “gönül cevheri”, gözlerde etkili bir ışıltı olarak algılanır. Bu ışıltı çoğu zaman söze gelmeyen anlamlar içerir çünkü p gerçekten (M. Celleddin’in ifadesiyle) “mübarek” niteliklidir, kişini mânevi olan fizik ötesi yanından kaynaklandığı için.

Bunun tersi durumda bedensel benin nefsinden kaynaklanan bir gülüşte (ki ona “sırıtma”  demek daha doğrudur) gözlerin içi gülmediği gibi, sinsice bir riyâkarlık değilse bile egoistçe bir kurnazlık ya da bir şeyleri maskeleme vardır. Biz beşeri varlıklar böyle gülüş ve gülücüklerle pek çok duyguyu gizleriz, beyaz ya da kara yalanlar söyleriz, birine eziyet ederken bile sadistçe kahkahalar atarız (filimler, diziler bunların örnekleri ile dolu). Aradaki kaliteli / süptilite farkını belirtmek için, işin bu yanını da değinmeden edemedik.

Can Kutusunda Gönül Cevheri
“Can kutusu” nda “gönül cevheri” ni tezahür ettirmenin elbette ki başka yolları da var: en genel anlamda (ve ruhu, beden içinde düşünmemek kaydıyla) “beden içinde ruh olarak yaşamak”, “gönül cevherini can kurusunda tezahür ettirmek” ile aynı anlamdadır. Esasen enkarne varlığın aslı / esası ruh varlığıdır. Fizik beden (organizma) ruh varlığının madde âlemindeki bir sonda aracıdır ve beden, ruhtan dolayı vardır. Bu yapılanmadan dolayı ruh-beden ayrılığı değil, ruh-beden birliği söz konusudur. Beden (organizma), ebedi olan ruhun geçici bir uzantısıdır. Belli bir denge halinde ruh – beden birliği bir ömür boyu sürer.  

Bu dengenin madde ya da ruh tarafına bozulmuş olması makbul değildir. Ruh ve maddelerden herhangi birini ötekine galip getirmeye çalışmak makbul değildir. makbul durum, denge halidir. Bu denge hali dinsel öğretilerdeki “dosdoğru yol” dur. (Sıratı Müstakim). Kişinin içinde bulunduğu realitede alabileceği en üst düzey sevgi enerjisini alabilmesi, bu anlamda “doğru yolda” olmasıyla olasıdır. Doğru yoldan sapmak söz konusu “denge”yi bozmaktır. Bu nedenle Kur’an’da “Bizi dosdoğru yola ilet” denmiştir. (Fatiha 6) Bu anlamda “doğru yol ” ; kişiyi, içinde bulunduğu realitede ALLAH’a götürecek sadece en kestirme yol değil, aynı zamanda ALLAH’ın sevgisini de alabileceği en uygun durumdur. Bu duruma göre her realitenin “doğru yolu”  farklıdır. Ama bu yolların hepsi ALLAH’a gider. İçinde bulunulan realitenin “doğru yolunda” yürümek, “gönül cevherini beden kutusunda tezahür ettirmek” şeklinde MESNEVİ dizelerinde yerini almıştır.

        
---------------------------------
(1)    En’am 104, A’raf 179, Casiye 23, Enbiya 44, Yunus 42+43.
(2)    Bu şekilde yazımızın akışı içinde vereceğimiz numaralar kaynak eserle ilgili sayfalardır. Belki bazı okurlarımız konuyu kaynağından izlemek isteyebilirler…     
(3)    İksir: etkili / yararlı şurup, bir şeyin olmasına neden olan en önemli madde
(4)    Hz. İsa öğretisinde “diri” kavramı için bkz. THOMAS’ın İNCİLİ, Ruh ve Madde Yayınları
(5)    “Şuur merkezi” kavramı için bkz.   İLAHİ NİZAM ve KAİNAT sayfalar 138,139,143,145.
(6)    Bu konuda ayrıntılı ve en son bilgiler için bkz. İLAHİ NİZAM ve KAAİNAT, sayfalar 85,89,119,120,202,203,204,205
(7)    “Sevgi Planı”nın ayrıntıları için bkz. İLAHİ NİZAM ve KAAİNAT, sayfalar 242,311,306,309,314,317,319
(8)    Bu çalışmamızın içerdiği yorumlar / değerlendirmeler her türlü olumlu / o0lumsuz eleştiriye açıktır. Okurlarımızdan gelecek değerlendirmelerle bu çalışmamızın değer kazanmasını  dileriz. (S.G.)


YARARLANILA ESERLER
·          KUR’AN
·          İLAHİ NİZAM VE KAİNAT, Bedri RUHSELMAN, Dr.
·          MESNEVİ (Türkçesi Adnan KARAİSMAİLOĞLU, Prof. Dr.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder