Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

21 Aralık 2020 Pazartesi

TOPLUMSAL YAŞAM ve SEVGİ SINAVLARIMIZ

TOPLUMSAL YAŞAM ve SEVGİ SINAVLARIMIZ

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Beşerî yaşam, genel görünüm olarak toplumlar / topluluklar hâlinde olmaktadır. Beşerî toplumları, çeşitli büyüklüklerde olmak üzere; uluslararası birleşmeler/birlikler, uluslar, topluluklar, sivil toplum örgütleri, belli bir amaç uğruna oluşturulmuş gruplar vb.vb. şeklinde görüyoruz. Hayvanların da, belirli doğa/iklim/çevre koşullarına göre cins cins topluluklar/sürüler hâlinde yaşadığını biliyoruz. Bitkiler âleminde de durum çok farklı değil: Onlar da, belli bir bölgede yaşayan aynı türün bireylerinden oluşan “yaşama birliği” ve topluluğu(popülasyon) olarak canlılıklarını/sürdürürler.

Toplu halde yaşamanın aşkın(müteal) hedefinin “varlığnı organizasyon sistemlerine hazırlanması” olduğunu İLâHÎ NİZAM ve KÂİNAT’tan öğrenmiş bulunuyoruz(sayfalar 111,139,186). Toplumsal yaşam o kadar önemli ve gelişim açısından o kadar değerli bir nimet ki, bunun yönetimi Aslî İlke’nin Kudreti(64) tarafından gerçekleştiriliyor. Varlıkların toplumsal ve bireysel gelişim gereklerine göre hazırlanmaları ve bu etkinliği sürdürmeleri, Aslî İlke’nin Kudreti olan gereklilikler(îcaplar)(191) tarafından oluşup/gerçekleşip sürüyor. Zâten, ruhların tekâmül gereksinimleriyle maddenin olanakları Aslî İlke’nin Kudreti kapsamında bir araya gelmiş bulunuyor.

Yukarıdaki iki paragrafta kabaca ortaya koyduğumuz bu genel(daha doğrusu, evrensel ve varlıksal) görümüm içinde toplumsal yaşam; bir amaç değil, araç olmaktadır. Buradan, başlığımızda bulunan “sevgi” kavramına geçeceğiz ama ondan önce; gerek bireysel düzeyde, gerekse bireyler arası sevgi sirkülasyonu düzeyinde gerekli olan sâdeleşmeye değinmek gerek: Toplu halde yaşamak bir “sâdeleşme/arınma süreci” olduğu gibi, aynı zamanda da iç sirkülasyona elverişli hâle gelmek için bol fırsatlarla dolu bir iletişim ve etkileşim örüntüsüdür. Enkarne varlıklar olarak, içsel gelişime (sâdeleşmeye, saflaşmaya, olgunlaşmaya) dolayısıyla sevgi enerjisini bünyemizden daha çok geçirebilecek hâle gelmemize hizmet eden bir ortam ve araç oluyor toplu halde yaşam. Toplum, topluluk, aile ve gruplar oluşturarak yaşarken; birbirimize “ayna” oluyor, birbirimizle sınanıyor, gözlem yaparak, birbirimizin başına gelenlerden (eğer başarabilirsek elbette) ibretlik dersler çıkarıyoruz.

Bu iletişim ve etkileşim örüntüsü içinde sevgi/sevgisizlik sınavları da geliyor gündeme… Fikir akışımız bizi bu noktaya getirmişken, beşerî ilişkiler açısından sevgi enerjisiyle ilgili olarak önemli bir konuya değinerek girelim yazımızın ana temasına: Toplu haldeki yaşama ve beşerî ilişkilere; kişinin kişiyle sınanması ya da kişinin bir başkasının gelişim aracı olması bakımından ve aynı zamanda sevgi ile bağlantılı olarak baktığımızda görüyoruz ki, zaman zaman çok sevdiklerimiz de bizim için sınav ve sınanma aracı olmaktadır. Kişi çok yakınlarıyla da sınanmaktadır. Ego sâhibi beşerî varlıklar olarak sevdiklerimizle; acılı, hayal kırıklıklarıyla, kırgınlıklarla dolu yaşam sınavlarımız olmasın isteriz: Annemizi/babamızı keşke hiç üzmemiş, ya da ana/baba olarak, öğretmenler olarak çok sevdiğimiz çocuklarımıza yönelik hiddetli tutumlar ve sert yaptırımlar içine girmemiş olsaydık deriz ve sonradan bunları anımsadıkça vicdanımız sızlamasın isteriz… İsteriz ki, sevdiğimiz de(daha doğrusu, her nedense bilerek bilmeyerek bize sevgi enerjisi aktaran o sevgili de) bizi sevsin… Ama bu çoğunlukla böyle olmaz ve sözcüklere gelmez buruk bir iletişim içinde ilişki sürer ya da sonlansa da uzun yıllar anımsandıkça iç çektiren bir anı olarak kalbimizin bir köşesinde varlığını sürdürür, hatta spatyomda da karşımıza çıkabilir… Neyse, burada keselim, daha fazla duygusallaşmaya da gerek yok sanırım…

Bunlar genellikle, beşerî egonun işine gelmese de, “insanlaşmasına” katkı sağlayan çok özel eprövleri olmaktadır. Evet, dünya gelişim okulunun sınavları arasında, toplu halde yaşam kapsamında sevgi sınavları da var ve şimdi biliyoruz ki, bunlar; evrensel/varlıksal gelişim yolumuzun üzerinde bulunan Sevgi Planı’na uyumlanma tâlimleri… Asıl gerçek/varlıksal sevginin orada deneyimleneceğini biliyoruz. O sevgiyi deneyimlemeye aday varlıklar olmak için, dünyada sevgi bağlamlı eprövlerin acısını çekmeye, yanıp tutuşmaya ve “pişmeye” değer… Toplu halde yaşarken, sâdece sevgi odaklı sınavlarımızda değil, öteki sınavlarımızda da başarılı olmak için, en az kendimizi düşündüğümüz kadar karşımızdakini düşünmek, hattâ (eğer başarabilirsek) kendimizi onun yerine koymak durumundayız(empati). Bu konuda İsa Peygamber’in güzel bir özlü söylemi var: “İnsanların size ne yapmalarını istiyorsanız, siz de onlara öyle yapın. Eğer sâdece sizi sevenler severseniz, ne mükâfatınız olur ki…”

Tüm bunlardan sonra diyebiliriz ki, toplum hâlinde yaşarken; sevmek de, sevilmek de, sevgisizlik de oldukça önemli ve gelişim açısından yeterince etkili eprövlerimiz olmaktadır. Çünkü sevmenin de, sevilmenin de, sevgisizliğin de; sâdece nedenleri değil, sonuçları da bizim aşkın(müteal) yanımızla ilgili konularda anlamını bulmaktadır. Söz konusu aşkınlık bağlamında Aslî İlke’nin gerekliliklerine daha iyi uyumlanabilir hâle gelme süreci de; vicdan birim dualitesinin(*) Vazife Planı’na(**) yönelik zıddında bolca değerler biriktirmekle, sâdeleşmekle, seyyalleşmekle ve saflaşmakla olasıdır. Bunların güncel/günlük iletişimlerdeki söylemleri de; erdemli, iffetli ve olabildiğince karşılıksız sevgiyle dolu bir yaşamdır. Sevgi, iki yanı keskin kılıç, baş etmek zor, sevgi duygusunu sabırla ve ustalıkla yönetmek gerek. Sevgi enerjisiyle sınananlara başarılar… Herkese sevgiler…

......................................................

(*) “vicdan birim dualitesi” için bkz. İLâHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 103, 117.

(**) “vazife planı” için bkz. a.g.e. syf. 92, 273.

29 Kasım 2020 Pazar

EVRENSEL YASALARA UYUM ve GELİŞİM

 

EVRENSEL YASALARA UYUM ve GELİŞİM  

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Yaratılmış olup da; gelişip, değişip, değer kazanmamak söz konusu değildir. Evrende olup biten her şey gibi gelişmek de, şaşmaz ve âdil bir ilâhî düzene ve ilâhî idare yasalarına göre ebediyen sürüp gitmektedir. Tezahürat ortamının düzeni Aslî İlke’nin(1) gerekleri ve  İlâhî İrâde Yasaları’na göre sağlanır. Bunun Kur’an’daki karşılığı “Sünnetullah’ tır(İsra 77). İlâhî düzen, Aslî İlke’nin gereklerinin(1) yerine getirilmesiyle sağlanan düzendir. İlâhî düzen şaşmaz var oluş yasalarıyla sağlanır ki bunlar, bildiğimiz İlâhî İrâde Yasaları’dır: Sünnetullah(ALLAH Yasaları). “Sünnet” sözcüğünün anlamları; yol, yöntem, tavırdır. Bu durumda “sünnetullah”(ALLAH’ın sünneti); “ALLAH’ın tavrı, yolu, yöntemi” demek olur. ALLAH’ın tavrı(Aslî İlke’nin gerekleri) İlâhî İrâde Yasaları’yla sağlanır ve bu ilâhî tavır evrenlerde yasalarla tezâhür eder. Aslî İlke’nin gereklerinin evrenlerde gerçekleştirilme aracı olan  İlâhî İrâde Yasaları’nda bir değişiklik söz konusu değildir(Kur’an, İsra 77, Ahzab 62, Fatır 43).

Aslî İlke’nin gereklerinin yasalarla sağlanan tezâhürlerinden olan yaşamın, özellikle de dünyadaki yaşamın öğretisi olduğunu bildiğimiz “din” sözcüğünün içerdiği anlamlar da; “durum, tavır, hareket tarzı ve yaşama biçimi”dir. Kur’an’dan öğrendiğimize göre, gerçek din ALLAH’a özgüdür ve onun sâhibi yalnız ALLAH’tır(Zümer 3), Burada “ALLAH’ın dini” denirken kastedilen, “ALLAH’ın düzeni, tavrı ve hareket şekli”dir ki, o da, kaynak eserimizin kapak adı olan  ilâhî nizamdır. İlâhi nizamın(düzenin) Asli İlke’nin gereklerini gerçekleştirilmesiyle sağlandığını yukarıda belirtmiştik. İlâhî düzende esas olan, birlik ve ALLAH’ın tavrına, düzenine ve yasalarına teslimiyettir. Bu “teslimiyet”in Kur’an’daki karşılığı “İslam”dır. “ALLAH katında din İslam’dır.” (Ali İmran 19). “Teslimiyet”ten de kastedilen, İlâhî İrâde yasalarıyla sağlanan ve Asli İlke’nin gereklerinin sonucu olan ilâhî düzene teslimiyettir.

Esâsen varlıksal ve evrensel gelişim olgusu içinde olup duran da olmakta olan da bundan başkası değildir: Varlık ilâhi düzen içinde İlâhî İrâde Yasaları’na göre yaratılmış ve bu yasalara göre var olmayı sürdürür. Varlık bu var oluş içinde, Asli İlke’nin gereklerine ve bu yasalara göre idraklenip şuurlanarak gelişir; geliştikçe yasalara uyum sağlamayı ve giderek onları kullanmayı öğrenir. Ruh varlığı İlâhi İrâde Yasaları’na nüfuzu ve onları kullanmayı öğrendiği ölçüde sürüp gitmekte olan yaratılışa daha etkin bir şekilde katılmaya başlar. Ruh varlığı(öz benlik olarak) bir dünya bedeninin(bedensel benin) sâhibi, yöneticisi/rabbi olduğu gibi, ileri gelişim aşamalarında da; bir toplumun, bir uzaysal objenin, irili ufaklı uzaysal objelerden oluşan bir sistemin, bir galaksinin, bir âlemin rabbi(alemlerin rabbi, “rabbül âlemîn”)(2) olabilir.

Bu yazımızda ana temamız olan “gelişim ve ilâhî irâde yasaları” için ana kaynağımız İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT‘tır. Bu vesileyle, bu anıt eserin derleyicisi değerli hocamızı ve kendisi için ilham kaynağı olan Önder Plan’ı bir kez daha minnet ve saygıyla anmış olacağız. İlâhi İrâde Yasaları’nın muhafızları melekler, uygulayıcıları da ruhsal planlardır. Zenon’a göre, en ideal yol; Doğayı izlemek ve İlahi İrade Yasaları’nı  tanımaya çalışmaktır.Belli bir zaman ve mekânda enkarne durumda bulunan bir varlık için, o mekânda geçerli İlahi İrâde Yasaları’na tâbi olmak, onlara uyum sağlamak ve onları kullanır hale gelmek onun mukadderidir. İlâhi İrâde Yasları’na uyumlu yaşamak, ezoterik öğretilerde, inisiyatik eğitimde; “Tanrı’yla birlikte yürümek…” şeklinde ifade edilmiştir.

İlâhi İrâde Yasaları’nın; icaplara, zaman-mekân koşullarına göre aldığı şekil beşeri yasaları oluşturur. Bu nedenle toplumlar, doğrudan doğruya İlâhi İrâde Yasaları ile yönetilemezler. Toplumlar yer yer ve zaman zaman beşerî yasalara ve etik ilkelere uymakta bile zorlanmaktalar... Belli bir ruhsal planda geçerli olan yasalar planın merkezinde / tepesinde ‘tek’ e dönüşür ki, o da orada geçerli İlahi Murat’tır.  Belli bir plandaki (yoğunluk ortamındaki) varlıklar; ‘merkez’ in işini (Muradını) orada geçerli yasaların çerçevesinde yapmaya çalışırlar. Evren kapsamlı İlâhî İrâde Yasaları, farklı zaman-mekân koşularında farklı şekilde tezâhür eder. Varlık, evrensel hiyerarşi içinde yükseldikçe, yasaların sayısı azalır ama kapsamları genişler. “Tepe”de Bir’in yasası geçerlidir. Varlıksal İlkeler’in(bu konuda kaynak eser, VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları) kapsamında olan İlâhi İrâde Yasaları, “evrenlerin etkin güçleri”dir.

Varlıklar zaman ve mekân koşullarına ve tekamül düzeylerine bağlı olarak, İlâhi İrâde Yasaları’ndan hep aynı şekilde etkilenmezler. Burada “mekân”, bir tesir altında hareketlenmiş bir vasattır(madde formu/lokalizasyonu). Aslî İlke’nin tesirliliği altında bulunan evrende sonsuz çeşitlilikte vasatlar ve dolayısıyla mekânlar vardır. Vazife planında bulunan çeşitli gelişim düzeylerindeki ruh varlıklarının tesirleriyle bu vasatlar hareketlendirilerek mekânlar oluşturulur. Bu mekânlar, varlıklar için gelişim ortamlarıdır. Bizler şimdi “yüzeysel zaman idraki mekânı”nda bulunan enkarne varlıklarız. Bu bağlamda, içinde bulunduğumuz evrende tüm olup bitenler, evrenin Ünitesi’nden evrene süzülerek giren Aslî İlke’nin gerekleri kapsamında olur.(İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 218+219)

Ruh, Aslî İlke’nin gerekleri kapsamında ve İlâhî İrade Yasaları’na uymuş olarak madde evrenine bu evrendeki temsilcisi ve hizmetlisi olan evren varlığı(öz benlik) aracılığıyla bağlı durumdadır. Bu ikisi cevher olarak birbirinden tamâmen farklı olmalarına karşın, Aslî İlke’nin uyumlandırıcı (sanki “katalitik etkisi”) altında everende tam bir birliktelik ve berâberlik hâlindedirler. Ruh, Aslî İlke’nin görüp gözetici, koruyucu ve yönlendirici tesirliliği altında ve İlâhî İrade Yasaları bağlamında amorf maddeden başlayarak kendi varlığını(öz benliği) oluşturur ve evrende tekâmülünün belli bir kısmını İlâhî İrade Yasaları’na göre tamamlayana kadar, varlığı aracılığıyla evrende bulunmayı sürdürür. Ruh-varlık birlikteliğinde, varlığın(öz benliğin, asıl kendimizin) gelişimi ile ruha hizmeti bağlamında sıkı ilişki vardır. Maddesel bir yapı olan varlığın, vazife planı yönünde gelişmişlik düzeyi arttıkça, bağlı olduğu ruha yönelik hizmeti de etkinleşir ve bu varlıksal hizmetin kalitesi artar. Varlık kendi gelişimini de, evrende âlemlerin derinliklerine yönelik enkarnasyon aracı olan fizik bedeneni(bedensel beni) aracılığıyla sağlar. Başka türlü bir söylemle; ruhun evrende bir evren varlığı(öz benlik) olarak tezâhür edişi gibi, bir ruh varlığı olan öz benlik de bedensel beni aracılığıyla evrenin “derinliklerindeki” âlemlerin uzaysal objelerinde(kaba, titreşimi düşük) madde ortamlarında tezahür eder. Bu olgunun en güzel ifadelerinden birini, “Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm.” dizesinde görürüz. Dolayısıyla fizik beden; bir görüntüdür, öz benliğin(asıl kendimizin) kaba ve geçici bir görüntüsü. Nasıl ki, öz benlik de(evren varlığı da) evren ötesi olan ruhun evrendeki geçici görüntüsüdür.

Evrende ruh yoktur, evrendeki her şey maddedir, maddeseldir. Evrenin etkin sâkinlerinden/üyelerinden olan ruh varlıkları maddenin en ilkel(amorf madde, hidrojen öncesi, hidrojen vb. gibi) durumlarından en gelişmiş durumlarına(süptilite ve titreşim yüksekliği) dek düzenlenmiş tüm âlemlerde kendi gelişim gereksinimlerine göre bir süre yaşarlar. Bu şekilde onlar, her maddesel durumda, her maddesel aşamada ve her maddesel gereklilikte yoğrularak “yuvarlanarak” görgü ve deneyimlerini artırmak olanağını bulurlar. Bu şekilde varlık, içinde yoğrulduğu gelişim süreci içinde, çokluk ve çeşitlilik hâlindeki madde formlarında geçerli yasaları tanır, öğrenir ve onları kullanacak olgunluğa yükselir, bu deneyim ve görgü birikimiyle yaratılışa etkin olarak katılır, evrenin organizasyon/varlık sistemlerinde(3) vazife alır. Evren, ruh varlıklarından oluşan varlık sistemleri tarafından yönetilir. Bu varlık sistemleri çeşitli boyutlardaki uzaysal objeleri(gezegenleri, güneş sistemlerini, yıldız sistemlerini, galaksileri vb.) oluştururlar, görüp-gözetirler, yönetirler ve yönlendirirler. Kısaca, evren ruh varlıklarının eseridir. Tüm bu etkinlikler Aslî İlke’nin gerekleri ve İlâhî İrade Yasaları kapsamında olan ve sürüp giden işlerdir.

 

Ruh varlıklarının madde evreni içindeki gelişimleri bir takım süreçler içinde olur. Bu süreçler de, onların içlerinde “yuvarlandıkları” maddeler üzerindeki tesirlilik becerilerini ilâhi düzene ve yasalara uygun olarak uygulama alanına çıkarabilmek için doğa yasalarının tüm gereklerinde fiilen yaşamış olmaları esasına dayanır. Bunun için varlıklar, maddenin en ilkel durumlarından en gelişmiş durumlarına dek düzenlenmiş tüm âlemlerde kendi gelişim gereksinimlerine göre bir süre yaşarlar. Bu şekilde onlar, her maddesel durumda, her maddesel aşamada ve her maddesel gereklilikte yoğrularak yuvarlanarak görgü ve deneyimlerini artırmak olanağını bulurlar. Bu varlıksal uğraştan amaç vazife planına hazırlık ve ruha hizmettir. Bedri Ruhselman’ın çok veciz bir şekilde belirttiği gibi, “Tüm fiillerin ve hareketlerin hedefi vazifedir.” Evrende tüm fiillerin ve hareketlerin hedefi Aslî İlke’nin gerekleri doğrultusunda, yâni genel anlamda İlâhî Murad yönünde ilerlemektir. Evrende hizmet ana etkinliktir; varlık varlığın, insan insanın gelişim aracıdır, varlıklar birbirlerine ve bir üstlerine hizmet ederek gelişirler.

 

Hiçbir varlık (İblis Planı da dahil olmak üzere, hiçbir varlık)  İlahi Murad’a hizmet etmekten başka bir şey yapamaz. İlahi Murad’a hizmet etmemek söz konusu değildir: Düşünebileceğimiz en “nagatif” / doğru yoldan, erdenlerden sapmış, sapıtmış insan da, en erdemli insan da  O’nun muradına hizmet etmekten başka bir şey yapamaz (İradelerin Uygunluğu İlkesi...)(bkz. VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları). Yani “şeytan amelesi” olarak da, erdemli / takva ehli bir kişi olarak da yapılan/yapılacak olan, O’na hizmettir. Ama herhalde en akıllıca ve insana yaraşır tutum ikinci seçenek olsa gerek. Gelişimin, değişimin ve tedricen(ki bunda bir yasadır, Tedric Ysası) değer kazanarak (sadeleşip, saflaşarak) “yeni insan” olmanın gereği de budur. Dünyada, hepimizin özlediği gerçek birliğin kurulması da buna bağlı olsa gerek. Sadıklar Planı Tebliğlerinde de belirtildiği gibi (sayfa-299), “Bireysel takva(4) insanlarda belirmedikçe; kesinlikle bir reorganizasyon oluşamaz.” Kur’an’da da meâlen deniyorki,Bireyler tek tek kendilerini değiştirmedikçe, ALLAH o toplumu değiştirmez.Enfal 53

 

Bu duruma göre bizler, enkarne zeki varlıklar olarak, insanın yüceliğine yaraşır, erdemli ve iffetli bir yaşam içinde; Rahman ve Rahim olan kıyam ettirici etkiye giderek uyum sağlama(Yukarı’ya doğru esneme) gayreti içinde kendi titreşimsel durumumuzu yükseltmek zorundayız. Titreşimsel durumumuzu yükseltmek için de; Makul vicdan ölçüleri içerisinde, yapay icap ve ihtiyaçların esaretinden (yani, maddenin cazibesinden ve beşeri koşullandırmaların etkisinden) kurtulmak zorundayız. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT terminolojisiyle, “Vicdan birim düalitesinin vazifeye yönelik olumlu öğesinde değerler biriktirmeliyiz. Gelişim yolunda her şey bunun için birer araçtır ve bu yolda hiçbir şey özdeşleşmeye/putlaştırılmaya değer nitelikte değildir. Çünkü dünya ve beşerî yaşam bir görüntü ve bir illüzyonel ortamdır. Bu aldatıcı görüntüye aldanmadan gelişmek çok büyük ölçüde kendini tanıma duyarlılığı içinde nefsi ve duyguları kontrol etmeye ve de nefsi(vicdan birim düalitesinin alt öğesini) eğiterek edeplendirmeye bağlıdır.(5) Çok zor olduğunu biliyoruz ama böyle bir tutum bizi; maddeye karşı, maddenin câzibesine karşı, maddenin “tuzakları”na karşı ve hatta beşeri koşullandırmalara karşı uyanık tutacaktır ki; bu aynı zamanda, bir bakıma farkındalık ve hatta kendini sürekli anımsamak olmaktadır.

 

Varlık gelişim yolunda böyle bir duyarlık içinde yürüyebildiği oranda ve  yaşamlar boyu süreçte, yasalara olan uyumu ve nüfuzu giderek ve hattâ hızlanarak artar. Örneğin, İlliyet İlkesi’ni tanımış olan bir ruh varlığı, gelişim  yolundaki adımlarını önceki aşamadakilerden daha çok çabuklaştırır. Bu devreye girdikten sonra, varlığın öteki gizli melekeleri, hızlanarak ve daha güvenle gelişmeye başlar. Çünkü İlliyet İlkesi’ni anlamış ve kabul etmiş varlık, İlâhî İrâde Yasaları’na ayak uydurmak için daha büyük gayretler sarf eder. Bu gayretler İlâhî İrâde Yasaları’nın memur ajanlar (Vazifeliler) sırasına geçmek yolundaki onun yürüyüşünü hızlandırır ki bu da İlâhî İrâde Yasaları’nın gereğidir.

 

Ruh varlığının dünyadaki tezâhürü olan insanın bir yaşamda deneyimlerini başarıyla tamamlayabilmesi; tüm yapıp ettiklerini İlâhî İrâde Yasaları’na uyumlandırmış olarak formülü ile gösterilebilir. İlâhî İrâde Yasaları’na uyup uymamanın ölçüsü vicdandır. Her hangi bir fiil ve hareket (etki) karşısında vicdanımızda duyduğumuz en hafif bir burkulmadan, en acı ve keskin sızılara kadar olan her duygu (tepki) bize bu yasalardan ayrılmak girişiminde bulunmuş olabileceğimizi anımsatır.Ruh sonsuz evrenlerin formunu oluşturan, onları hareketli kılan ve sonsuz boyutlar içinde Yaradan’ın Yasaları’nı uygulayandır.”(Ergün ARIKDAL, RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER, İst.’91 Baskı, sayfa 114) Görüldüğü gibi, varlığın; gelişimi ile yasalara uyumu arasında paralellik vardır. Tezahürat ortamının düzeni İlâhÎ İrâde Yasaları ile sağlanır. Ruh varlığının hedefi de bu düzende etkin olarak (Vazife planında, organizasyon sistemlerinde)(3) yer almak olduğuna göre, varlığın idraklenip şuurlanması ile yasalara uyumu arasında böyle doğru orantılı bir bağlantının bulunması olmazsa olmaz bir varlıksal ve evrensel zorunluluktur. Çünkü varlık vazife planında ve organizasyon sistemlerinde yer alacak liyakate ve olgunluğa ulaştıktan sonra bu yasaları ve öz bilgilerini(6) kullanarak, çeşitli büyüklükte uzaysal objeler(asteroid, uydu, gezegen, güneş sistemi, yıldız sistemleri, gaklaksiler, nebülözler vb.) yaratacak ve bunları yönetecektir. Evren İlâhî İrâde Yasaları kapsamında olmak üzere, ruh varlıkları tarafından yönetilir ve yönlendirilir. Varlıkların da bu işi başarabilecek duruma gelmeye gayret göstermeleri, bu durumun doğurduğu zorunluluklardan biridir. Demek oluyor ki ruh varlıklarının, olgunluk dereceleri oranında evreni yönetip yönlendirmenin sonu olmadığı gibi, ruhların tekâmüllerinin de sonu yoktur.”   (BEDRİ RUHSELMAN- RUH VE KÂİNAT)

 

Vicdan birim düalitesi aynı zamanda öz benlik ile bedensel ben arasındaki iletişim ve etkileşim kanalıdır. Bedensel benin dünyada iyi/kötü yapıp ettikleri bu iletişim kanalı aracılığıyla her gece uykuda öz benliğin şuurdışına aktarılır. Bedenli yaşamdan da amaç budur. Öz benlikten (ve öz benlik aracılığıyla sonsuz yüceliklerden) kaynaklanan tesirler(sezgiler, ilham, uyarılar vb.) vicdan kanalı aracılığıyla beyindeki şuur merkezine yansır. Örneğin, kötü (nefsânî, hodkâmca)bir hareketten dolayı vicdanı kişiyi o anda rahatsız etmese bile, zamanı gelince, herhangi bir beşerî vesileyle kesinlikle ve olanca şiddetiyle meydana çıkarmak üzere, o acıyı bünyesinde tüm ayrıntılarıyla saklamıştır. Bunun olması İlâhi İrâde Yasaları'nın değişmez gereklerindendir. Yâni beşerî kimlikle daha önce işlenmiş kötü bir hareketin, üzerinden yıllar geçip, unutulmasından sonra, hatta üzerinden bir yaşam geçtikten sonra bile, sonuçlarının günün birinde, o kimsenin başına, ilk bakışta nedeni yokmuş gibi görünen bir bela/sıkınıtı/zorluk/vicdan azabı şeklinde bir dönüşü muhakkak olacaktır. Bu demektir ki, gelişim süreci içinde edimlerimizin sonuçlarıyla muhakkak karşılaşıyoruz. Bu karşılaşmanın şiddeti/yakıcılığı aradan geçen sürede gelişime yönünde kat ettiğimiz yol/olgunluk oranında azalır ama “sıfırlanması” söz konusu değildir.

 

Yapıp ettiklerimizle ve bunlarla ilgili kimselerle “karşılaşma/yüzleşme/hesaplaşma” konusunda bkz. Kurân, Zümer 31. Ayrıca bu işleri olabildiğince ölüm ötesine pek bırakmamak gerek çünkü, “…Âhiretin azabı bu dünya azabından daha şiddetli ve süreklidir.” Tâhâ 127. Dünyada yapıp ettiklerimizin sonuçlarıyla spatyomda karşılaşmama olasılığı sıfırdır: “...sonunda dönüşünüz banadır. Yapıp ettikleriniz size haber vereceğim.”diyor ALLAH(Lokman 15+23) Zâten, yukarıda da belirttiğimiz gibi; günlük olarak yapıp ettiklerimi bizler her gece uykuda hiç aksatmadan öz benliğimizin (asıl kendimizin) şuur dışına aktarmaktayız. Kur’an’da bu gerçek, “Yapıp ettikleriniz size haber vereceğim...”şeklinde ifadesini bulmuştur. Burada da, bu yazımızın ana teması olan; İlâhî İrâde Yasaları’nın ve dolayısıyla ilâhi adâletin şaşmaz işleyişini ve bunun gelişimle yakın ilgisini görüyoruz. Bu durumun güncel örnekleri, içinde bulunduğumuz devre sonunda giderek belirginleşmektedir. İlâhî İrade Yasaları’nın şaşmaz işleyişi ile bunun olaylar aracılığıyla canlıların gelişimleri üzerine yansımalarını görmemek olası değil artık. Birkaç örnek:

 

Yirmi birinci Y.Y.’a girmiş olmamıza rağmen dünyada genel huzursuzluk sürüp giderken, stres ve marazi gerilimle ilgili rahatsızlıklar doruktaki yerlerini korumaktadır. Savaş, terör ve çevre sorunlarını da buna eklersek, cadı kazanı gibi fokur fokur kaynayan bir dünya... Bunların yanı sıra, deprem, tsunami, pandemi ve aşırı yağışlar gibi zaten mevcut doğal ve toplumsal afetlere ek, olası afet senaryoları da hemen hemen kaçınılmaz bir olasılık olarak yakın geleceğimiz için ön görülüyor: İklim-bilim (climatalogy) alanındaki son verilere göre, elde edilen yeni ölçümler ve kanıtlar  küresel ısınmanın her zamankinden çok daha fazla kaygı uyandırması  gerektiğini ve bunun gerçekte yeryüzündeki iklimi çok daha hızlı bir biçimde ani  değişimlere sürüklediğini ortaya koyuyor. İklim uzmanlarının büyük bir çoğunluluğu, önümüzdeki birkaç on yıl içinde bir buzul çağına girilmesinin söz konusu olmadığı görüşünde birleşiyor. Gel gelelim, bu tür ani ve şiddetli iklim değişmelerine geçmişte birçok kez tanık olunduğuna göre, aynı şeyin yeniden yaşanması da olası.

 

Birleşmiş Milletler Destekli Hükümetler Arası İklim Değişimi Paneli”ne göre,  önümüzdeki yüz yıl içinde ortalama küresel sıcaklıklarda 1,5 ile 4,5 arasında bir artış ortaya çıkacağı ön görülüyor. Milyonlarca çiftçinin, tarlaların sulanmasında Muson Yağmurlarına bel bağladığı düşünülürse, en küçük bir kuraklığın bile dünya çapında bir açlığa neden olması işten bile değil görünmektedir. “Global Business Network”un raporunda belirtildiği gibi, tüm dünyada gerginliğin tırmanmasından korkuluyor. Kaynak açısından zengin ulusların  ülkelerini sanal kalelerle çevreleyebileceklerine, bu şansa sahip olmayanların ise; yiyecek, temiz su ve enerji elde etmek amacıyla  kıran kırana bir mücadeleye gireceklerine parmak basılıyor. Global iklimdeki tüm bu değişikliklerin elbette ki ekonomiyi de etkilemesi kaçınılmaz olacaktır. Gerçekten de , eski çağlarda toplumsal, ekonomik ve siyasal açıdan  güçlü bir takım uygarlıkların çöküşü, bu tür hızlı iklim değişmelerine bağlanmaktadır.

 

Tüm bunlar, varlıksal gelişim açısından; dünya beşeriyeti olarak geçmişte yapıp ettiklerimizin kaçınılmaz sonucu olmasının yanı sıra, bir uzaysal obje olarak dünya gezegeninin(Toprak Ana Gaia’nın) kendi doğal gelişimiyle de ilgili bir olgudur. Gezegenin bu genel görünümü ile yasalara bağlı olarak olayları ve bunların varlık gelişimi üzerindeki yansımalarının nasıl bir şey olduğunu SADIKLAR PLANI’nın 1967 yılında yaptığı bir dünya betimlemesini görüyoruz: Plan, besbelli ki bu günleri kastederek; “...Dünyanızın gelecek günleri bir güneşin tutulması gibidir. Karanlıktan korkmayanlar; îman sahipleri, doğru, dürüst, temiz kişiler olacaktır. Bunların düzeylerini ve durumlarını hiçbir zaman kendi ölçülerinize göre saptayamazsınız. Ummadık kimseler başta yürüyecektir... (celse 110). Buradaki “karanlık”tan kasıt, Dünya Rab Planı’nın (RİM’in) varlıkları şuurda uyanmaya zorlayıcı(kıyam) tesirliliği(müessiriyeti) altında ortaya çıkan ve sıra dışı toplumsal ve doğa olayları şeklinde bir görünüme sâhip devre sonu karmaşasıdır. İşte bu durumdan korkmayanlar ve olup bitenleri erdemli insanlara özgü bir sükûnet içinde karşılayanlar, bu günlere kadar, gelişim anlamında hazırlıklarını tamamlamış olanlar olacaktır.

 

Aynı durumu değerli hocamız kendine özgü üslubuyla şöylece sözcüklere dökmüş: “Dünya ufkunun karanlık bulutları ve onların nursuzluğuna sığınmış olanların hepsi, ‘yanacak Meşale’nin gözleri kör edici ışığı ile aydınlanacaktır. Bu ışığı yayan güneşin ufuktan yükselmesi yakındır. Ne mutlu o ışığı ilk görüp de şükredebilenlere...”(RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER) Ergün Arıkdal’ı yakından tanıyan öğrencileri olarak bizler çok iyi biliyoruz ki, sözünü ettiği o “meşale” şimdi bizlerin elinde bulunan , Önder Plan’ın dünya beşeriyetine sunduğu İLÂHÎ NİZAM ve KÎNAT adlı bilgi külliyatıdır. Bedri Ruhselman’a teslim edilişinden ancak onlarca yıl sonra, beşeriyetin gelişimine ve yine yasalara göre(Tedriç Yasası) ortaya çıkan bu eseri, onun birinci dereceden muhatapları olarak anlamaya çalışıyor, bu yolda fikir çilesi çekiyor ve anladığımız kadarıyla anlatmaya çalışıyoruz ve de Ergün Arıkdal hocamızın önerisi doğrultusunda şükrediyoruz.

 

Değişim demek de olan şimdiki konumuz “gelişim” dediğimiz olgu varlığın, bir bakıma evrensel ve varlıksal kaderi olup, “dejenerasyon/yozlaşma” dediğimiz olgu ile hemen hemen dönüşümlü olarak gider. Birazda buna değinerek konumuzu sürdürelim. Sosyoloji bilim dalında da önerildiği gibi her değişim ve dönüşümden önce bir “anomi”(karmaşa, kaos, teşevvüş) dönemi yaşanır. Söz konusu dönüşüm, gelişimin devreselliğini de içeren bir olgudur. Belli bir devrenin sonunda ya da “spiralin” bir turu tamamlandığında varlık biraz saha belli bir idrak olgunluğuna ulaşır. Bunu yazımızın akışı içinde asıl konumuza gene döneriz ama önce biraz, gelişim sürecinde dejenerasyon durumlarıyla ilgili bilgilerimizi anımsayalım:

 

Geçmiş zamanlarla ilgili hemen hemen her şeyin; çürümesi, yozlaşması / dejenere olmasa bile değişmesi, değersizleşmesi her yerde yaygın. Kimileri bilerek, ama pek çoğu bilmeyerek değişme ve yenileşme gayreti içinde bir dünya beşeriyeti içindeyiz... Çevremiz; görmek istemediğimiz, bizi üzen, hatta insanlığımızdan utandıran durumlar ve uygulamalarla dolu. Bunu görmek ve etkilenmek için ruhçu olmaya gerek yok. Bakın Prof.Dr.Nur SERTER (‘sevgi’ konulu bir yazısında) bu genel görünümü nasıl betimlemiş: Bunlar insanın duygu ve düşünce dünyasının acı izleridir. Bencillik ve bencilce rekabetin insan gönlündeki sevgiyi gölgelediği ve kara bir bulut gibi örttüğü bir dünyada yaşamanın  ağır faturasıdır bu... Sırıtan bir maske ile gizlenmeye çalışılan sevgisizlik, sinsi bir düşman gibi aramıza sokulmuş; insanın insanla kardeş ve kader ortağı olduğunu bizlere unutturmuştur. Sinsice evlerimize girmiş, süt kokan bebeklerin biçare yaşlıların, masum gençlerin ölüm emrini ateş kusan namlulara verdirtmiş, sokaklarımıza, mahallelerimize girmiş, yıllar süren beraberlikleri din, mezhep, ideoloji adına kanla bölmeye yeltenmiş, okullarımıza girmiş, gençliğin körpe gönlünü ve aklını çeşitli bölücü cereyanların esaretine sokmaya yeltenmiştir. Kin ve nefret, ne bunları besleyenlere,  ne de topluma mutluluk ve kalıcı başarılar getirmiştir. Aksine, sevgisizliğin bulunduğu ortamlar her zaman korku ve güvensizliğin kol gezdiği ortamlar olmuştur.

 

Sevgisizlik”, elbette ki kendini bilmemekten kaynaklanan gelişmemişliğin, hatta dejenerasyonun, eskiyle ilgili pürüzlerin ortadan kalkmamışlığın en belirgin işareti olmaktadır. Yeni İnsanlık Dönemi’ne layık “yenileşme”nin bireysel ve toplumsal düzeyde gerçekleşmesi için, “eski”yle ilgili pürüzlerin ortadan kaldırılması ön koşul olarak ortada bulunmaktadır. Çünkü, “eski”yle ilgili pürüzler ortadan kaldırılmadan, “yeni”ye geçilemez.  Burada “eski”den kastedilen, bizim için “eskimiş” olan; hemen hemen sonlarına gelmiş olduğumuz, hatta bitiş günlerini yaşamakta olduğumuz 7000 yıllık bireysellik gelişim sürecidir (yani, son Adem Dönemi). Yine burada “bizim” sözcüğünden kastimiz; dünya Rab Planı mensupları olarak, 7000 yıllık dünya beşeriyeti. Bu son devre boyunca, sergilemeye çalıştığımız ama tam olarak başardığımızı da söyleyemediğimiz “bireysellik gelişimi” nden kastımız da; şeriat, otomatizma ve duygusallık realiteleri boyunca deneyimlediklerimizdir. Bu bir bakıma, genel anlamda “astralin temizlenmesi”dir. Bu realitelerle ilgili noksanlarımızın giderilme ameliyesi ve aynı zamanda “bireysellikten kurtulma ameliyesi” olmaktadır.  Bunu, bilerek / bilmeyerek; kendini tanıma ve nefsi (sahte benlikleri) islah çalışmaları şeklinde yapmaya çalıştık ama hep, bulanık akan dejenerasyon seline kapılmamaya çalışarak... Evet, dejenerasyon seline kapılmadan ve onu hep kollayarak beşeri zaaflarımızı gidermeye, gelişmeye ve erdemli insanlar olmaya, daha doğrusu beşerlikten kurtulup, insanlaşmaya, “yeni insan” olmaya çalıştık; hâla da bunun telaşı içindeyiz: Devre sonu karmaşası... Bu durum, aslında; “eski” den “yeni” ye geçişin karmaşası ve telaşıdır. Burada “eski” olan, bir bakıma “yersel” olandır, “yeni” ise “göksel” olan. “Yersel teslimiyet”, yani; maddeye, nefse ve beşeri koşullandırmalara teslimiyettir. Ötekisi ise; “göksel teslimiyet”, yani; vicdan kanalı aracılığıyla “hayr-ı âla” ya (Yüce İyilik’ e) teslimiyettir. Dejenerasyon da dahil, her şey varlığı “göksel teslimiyet” e taşımak için birer araçtan başka bir şey değildir. Burada “göksel teslimiyet”, nefsin şeriatinden (koşullandırmalarından) vazgeçip, vicdan şeraitine, daha doğrusu; vicdan kanalıyla, öz benliğimizin(asıl kendimizin)  ve onun aracılığıyla da Aslî İlke’nin gereklerine bağlanmaktır.

 

Kabaca, genel gidişat olarak, rejenere olmadan önce dejenere değilse bile, deforme olunuyor. Devre sonunun kıyama zorlayıcı rahman ve rahim olan tesirliliği(müessiriyeti altın) deforme olmak doğal, hattâ kaçınılmazdır. Ama akıllı olmanın ve kendini bilme duyarlılığının gereği, deformasyonun dejenerasyona evrilmesine meydan vermeden toparlanmaktır. Bu konuda beşeriyet çağlar boyu vahy kanalıyla ve seçkin inisiyatik öğretilerle uyarıla gelmiştir. Kimsenin mazeret beyanında bulunması söz konusu olamaz. Söylenebilecek/yazılabilecek her şey söylenmiş ve yazılmıştır. Her şey içsel gelişim için birer araçtır, dolayısıyla; her şeyden içsel gelişim yönünde yararlanmak erdemli insanlara özgü bir tutumdur. Bununla bağlantılı olarak; varlık bir şeyi seçtiği zaman, o yönde teşvik(özendirme) görür: Varlık, yaratılışıyla birlikte seçme özgürlüğüne sahiptir ama seçtiğinin sonuçları da kendisine aittir. Olabildiğince “pozitif”i seçmek neyse, ama “negatif”i seçmek, şeytana(7) davetiye çıkartmaktır. Erdemler, faziletler, dürüstlük, iffet, namus dururken; sefilliği, iffetsizliği, namussuzluğu seçmek, negatif planın (ya da simgesel anlamda ‘şeytanın’) maşası, dejenerasyonun oyuncağı olmaktır. Bunlardan kendimizi ve çocuklarımızı korumak, aynı zamanda yenileşmenin, yeni insan olmanın ve dejenerasyondan korunmanın gereğidir.

 

Her zaman ve her varlık için dejenerasyon şart değilse bile, gelişim sürecinde deformasyon hemen hemen kaçınılmaz ve doğaldır. Bunun nasılını/nedenini yukarıdaki paragrafta anlattıktan sonra, şimdi bizler için ana hedef olan vazife planına gidişte gelişim yolumuzun İlâhî İrâde Yasaları’na bağlı olarak nasıl bir görünüm arz ettiğine bakalım. Varlıksal gelişim yolunun genel görünümü devreseldir. Varlık her devre sonunda biraz daha “yükseldiği” için bu gidiş “spiral bir yol” olarak da anlatıla gelmiştir. Çünkü varlık, spiralin her turunda biraz daha yükselmiş ve biraz daha hızlanmıştır. Varlıksal gelişimin devresel oluşuyla ilgili en yeni bilgilere İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT ile kavuşmuş bulunuyoruz. Bunun için adı geçen eserin 222 ve 223. sayfalarındaki bilgilerden ve ilgili çizimlerden yararlanıyoruz: Yine aynı kaynak eserden öğrendiğimiz kadarıyla “otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli”(8) beşerî varlıkları olan bizler yüzeysel/sübjektif zamanda(9) ilerleyen ya da bu zamana bağımlı varlıklarız.

 

 Yüzeysel zamanın, aslî zamanın üzerinde ilerlemediğini, aynı düzlemde alan tarama şeklinde hareket ettiğini biliyoruz(bkz., syf. 212). Evren kapsamlı aslî zaman bu alanın merkezinden(en süptil noktasından) geçer ve alandaki varlıklar aslî zamanın çevresinde spiral bir hareketle gelişim yolculuklarını sürdürürler. Oysa vazife planının küresel zamanında bulunan bir varlığın aslî zaman üzerinde ve Ünite yönünde(ve hem de giderek hızlanarak) yol aldığını da biliyoruz(221). Bu arada, varlıklar için üç tür zaman söz konusudur; yüzeysel zaman, küresel/idraksel zaman ve aslî zaman. Bunlardan, aslî zamanın çevresinde spiral ve alan tarama şeklindeki hareket, bizim düzeyimizdeki varlıklar için ebedî gibidir ama mutlak anlamda ebedî değildir. Çünkü onun(yâni beşerî aşamadaki varlığın gidişinin) bir başlangıcı, bir de sonu vardır. O da başı ve sonu olan bir gelişim aşamasıdır.

Beşerî gelişim aşaması, merkezinden aslî zaman geçen (c-d-g-f) alanı içinde başlar ve biter(bkz. çizim, syf. 222). Beşeriyetin, küresel/idraksel zamanın egemen olduğu vazife planına hazırlanması (c-d) sınırında başlar, (g-f) sınırında biter. (c-d) başlangıç sınırı, beşerin dünyadaki ilk bedenli yaşamıdır; sayısız bedenlenmelerden sonra, dünya gelişim okulunu bitirdiği “final sınırı” da (f-g) ile çizimde(şekil-E) gösterilmiştir. Çizimde (c-d-g-f) alanının ortasından geçen (z) çizgisi aslî zamana karşılıktır. Buradaki (e) noktası da aslî zaman üzerinde kat edilmiş bir andır(222). Bu demektir ki, aslî zaman üzerinde alınmış bir anlık süre, sınırsız enkarnasyonlar boyunca süren beşerî gelişim aşamasına karşılık olmaktadır.

Yarı idrakli otomatik gelişim düzeyindeki bir beşerî varlığın dünyadaki tüm gelişim aşamasının başından sonuna kadar hazırlığı, aslî zaman akışı üzerindeki bu an içinde tamamlanır. Yarı idrakli otomatik gelişimi temsilen düşündüğümüz (c-d-g-f) alanını(bkz. şekiller A,C,E) dik olarak (e) noktasında kesen aslî zamanın belirli bir ânında beşerî varlığın; gelişimine başlayıp tüm (c-d-g-f) alanını taradıktan sonra yeniden ulaşacağı bir noktadır. Kısacası, ruh varlığının beşerî gelişimi aslî zaman üzerinde bir noktadan(e) başlar, gene bu noktada biter. Tüm beşeriyetin gelişim aşamasını oluşturan (c-d-g-f) alanı devresel olarak(spiral bir gidişle) kat edilmedikçe, (e) noktasının aslî zaman(z) üzerinde akışı söz konusu değildir. (c-d-g-f) beşerî gelişim alanı içinde (bkz. şekil-F) beşerî gelişimin başladığı (c-d) çizgisi beşerin en vahşi ve ilkel durumda olduğu bir düzeydir. Beşerî varlık sayısız enkarnasyonlar boyunca (c-d-e) üçgeni daralır ve sonunda (e) noktasına geldiği zaman, kendi kudretlerini tamâmen bedende tezâhür ettirmiştir. Simgesel bir söylemle, her bedenlenmeyi bir üçgen kabul ederek; (c-d-g-f) alanının sayısız üçgenlerle nasıl doldurulduğunu ve bir beşerî varlığın en geri düzeylerden, son düzeyi olan (g-f) sınırına gelir(223).

Bunun nasıl olduğuna gelince; (c-d) çizgisi her bedenlenmede (A,B) paraleli(bkz. şekil-F, syf. 223) üzerinde devre devre yol alarak (g-f) durumuna yaklaşacak ve sonunda (c-d) çizgisi (g-f) ile çakışacaktır. Bu gidiş, daha önce değindiğimiz spiral gelişim yolculuğundan başka bir şey değildir. Şöyle ki, her enkarnasyonda izlenen spiralin tepeleri har zaman (e) noktasındadır. Her enkarnasyonda spiral/üçgen ufalır ama varlığın birikimi, görgüsü ve deneyimi büyür, gelişimi hızlanır. Bunun anlamı da şudur: Beşerî bir varlık “otomatik ve yarı idrakli beşerî gelişim”(8) aşamasıyla ilgili ortaya çıkarılması gereken tüm melekelerini bedende tezahür ettirmiş ve tüm hazırlıklarını bitirmiş olarak (e) noktasından başlayıp, doğrudan aslî zaman üzerinde “ilerleyecek” bir duruma gelmiştir. Yâni varlığın aslî zaman üzerinde ilerleyecek duruma gelmesi için geride bıraktığı ve sayısız bedenli yaşamlardan oluşan yarı idrakli otomatik yaşam süreci aslî zaman akışının bir tek anına karşılık gelmektedir. Yüzlerce ömürlük beşerî gelişim  aşaması aslî zaman akışı üzerinde bir anlık sürede(ve ‘e’ noktasında olup bitmektedir. Bu beşerî yaşam sürecini kullandığımız (c-d-g-f) alanını dolduran zorunluluklar, varlığın aslî zamanda ilerleyebilmesi için vazife planına hazırlanma ve gerekli olgunlaşma için gereklidir. (c-d-g-f) alanı ile simgelenen beşerî yaşam grafiğinin(şekli-F) dünyada ilk ilkel insanın yaşam grafiğine uygulanmasıyla ilgili örnek için bkz. sayfalar 224+225). Beşeriyetin yüzeysel zaman idrakine dayalı (c-d-g-f) alanındaki gelişim (e) noktasında tamamlandıktan sonra, bu gelişim vazife planında idraksel zamana(222+214) bağlanarak sürecektir.

Ruhun hizmetindeki ve ruhun evrendeki temsilcisi ruh varlığının(öz benliğin) yüzeysel zaman idrakine dayalı gelişiminin böylece gördükten sonra, bu gelişim düzeyinin sonunda (e) noktasına(aslî zaman akışına) ulaştıktan sonraki gelişimine bakacağız ama o aşamaya geçmeden önce, bu  ikisinin cevher bakımından tamâmen farklı olduklarını ama evrendeki etkinlikleri göz önüne alındığında bunların sanki iç içeymiş ve birmiş gibi hareket ettiklerini bir kez daha anımsayalım. Maddenin/varlığın gelişimi(inkişafı) ile ruhun tekâmülü paralel olarak, ebedî bir oluş ve akış hâlinde sürüp gider. Varlığın, ebedî oluşlar ve akışlar yolunda sergilediği tüm hareketlerinin gerçek anlamları ruhla ilgilidir. Varlığın gelişim, ruhun tekâmülü demektir. Varlığın, yüzeysel/sübjektif zaman idrakine dayalı gelişiminin amacı, aslî zamanın geçerli olduğu vazife planına hazırlıktır.

Vazife planının küresel zamanında yaşayan bir varlığın aslî zaman üzerinde ve Ünite yönünde(ve hem de giderek hızlanarak) yol aldığını da biliyoruz(10). Beşerî bir varlık otomatik ve yarı idrakli beşerî gelişim aşamasıyla ilgili ortaya çıkarılması gereken tüm melekelerini bedende tezahür ettirmiş ve tüm hazırlılarını bitirmiş olarak (e)(11) noktasından başlayıp, doğrudan aslî zaman üzerinde “ilerleyecek” bir duruma gelmiştir. Yâni varlığın aslî zaman üzerinde ilerleyecek duruma gelmesi için geride bıraktığı ve sayısız bedenli yaşamlardan oluşan yarı idrakli otomatik yaşam süreci aslî zaman akışının bir tek anına karşılık gelmektedir. Yüzlerce ömürlük beşerî gelişim aşaması aslî zaman akışı üzerinde bir anlık sürede(ve ‘e’ noktasında) olup bitmektedir. Bu beşerî yaşam sürecini kullandığımız (c-d-g-f) alanını dolduran zorunluluklar, varlığın aslî zamanda ilerleyebilmesi için vazife planına hazırlanma ve gerekli olgunlaşma için gereklidir. (c-d-g-f)(11) alanı ile beşerî yaşam grafiğinin(şekli-F) dünyada ilk ilkel insanın yaşam grafiğine uygulanmasıyla ilgili örnek için bkz. sayfalar 224+225). Beşeriyetin yüzeysel zaman idrakine dayalı (c-d-g-f)(11) alanındaki gelişim (e)(11) noktasında tamamlandıktan sonra, bu gelişim vazife planında idraksel zamana(222+214) bağlanarak sürecektir. (e)(11) noktasına kadarki beşerî gelişim sübjektif nitelikli iken, bu noktanın ötesindeki gelişim objektif niteliklidir.

Yüzeysel/sübjektif zamanda yarı idrakli otomatik gelişim düzeyini tamamlayan bir varlığın hemen vazife planına atlaması söz konusu değildir, yine yasalar devrededir elbette ve Tedric Yasasına göre varlık önce hidrojen âlemi ile vazife planı arasındaki yarı süptil arasatta bir gelişim ve biraz daha olgunlaşma süreci geçirmesi gerekir. Bu ara plana “sevgi planı” da deniyor, kutsal metinlerdeki gerçek anlamda cennet.

Varlığın, bağlı olduğu ruha hizmeti kapsamında gelişimi elbette sevgi planında sonlanmayacak, orada da sürecek ve aslında vazife planına adımını atmadan önce son noksanlarını da burada giderecektir. “Sevgi planı” da denen Yarı Süplil Arasat, içinde bulunduğumuz hidrojen âlemi ile vazife planı arasındaki ara plandır. Görüldüğü gibi, hidrojen âleminden vazife planına doğrudan geçiş söz konusu değildir; yâni tedric yasası burada da geçerlidir. Hidrojen âlemini bitiren varlık, vazife planına geçmeye liyakat kazanmıştır ama bu liyakatini de kanıtlamak durumundadır, vazife planını gerçekten o zaman hak etmiş olacaktır.  Bu liyakat kanıtlama işi bağlamında varlık son noksanlarını da burada tamamlar. Varlığın, idraksel zaman ve mekânın kapsamlı karakterini kazanması da sevgi planında olur. Yarı Süptil Arasat, madde âlemimizin yapıtaşı olan hidrojen atomun en "yüksek" bileşimlerine âit enerjilerden oluşmuş bir mekândır(12). Elbette orada da varlığın çok çok süptil(titreşimi çok çok yüksek) bir bedeni vardır(13). Yarı Süptil Arasat'ta varlık kendisine (imajinasyon ile) mekân kurabiliyor(12). Varlığın, evrendeki gelişim seyrinin sevgi planından sonraki aşamasına geçmeden önce, sevgi planı ile dünya spatyomunun üst katmanları arasındaki farka değinmekte yarar olabilir. Çünkü spatyomda da (özellikle de o üst katmanlarda) varlık irade gücüyle kendine mekânlar yaratabilmektedir.

Yazımızın akışı içinde yukarıda da belirtip geçtiğimiz gibi din kitaplarında “cennet” olarak geçen sevgi planında varlık kendisine istediği bir mekânı kurabilmektedir(14). Burada varlık “yarı süptil madde bağımlılığı”(15) diye nitelendirilebilecek bir deneyimden de geçer ve bunun da doyumuna ulaşır. Varlığın bu kapsamda sevgi planında yapıp ettikleri; Kur’an’da (cennet kastedilerek),“nimet ve bereket dolu bir varış yeri”(16) olarak ifadesini bulmuştur(Nisa 31). Bununla birlikte, varlığın bu bağlamdaki edimlerini ve deneyimlerini de geride bırakılması gereken ağırlıklarıdır. Bu arada, sevgi planı ile, ölüm denen geçişle içine girdiğimiz spatyom arasındaki farkı belirtmekte de yarar olabilir. Şöyle ki, spatyomu; enkarne varlığın, dünya bedenini terk ettikten sonra, geçici olarak deneyimleyeceği  bir haldir. Varlık bu hâliyle gene bir insandır(daha doğrusu beşerdir) ama dünyada değil, dünyanın spatyomundadır, dolayısıyla da hâla dünyadadır. Bu spatyom hâli, öz benlik olarak dünya da yaşanır. Dünya, spatyomuyla birlikte dünyadır. Yâni spatyom dünyadan ayrı değil, onun bir parçasıdır, sâdece onun daha süptil bir uzantısıdır. Oysa, yarı süptil arasat(sevgi planı) yaşanan bir hal değildir, dünyadan(hidrojen âleminden) kurtulmuş varlıkların bulunduğu bir mekândır/vasattır.

Varlık, yasalar da dâhil her şeyi gelişim aracı olarak kullanarak, varlıksal hedef olan vazife planına yönelik yolculuğunu sürdürmektedir. Ebedî gelişim yolculuğunun bu aşamasında vazife planında geçerli zaman, “idraksel zaman”dır. Varlığın idraksel zamanda ilerleyişinin en ayırt edici özelliği, bu gelişim sürecinin aslî zamanda geçiyor olmasıdır(17). İdraksel zaman içinde geçen bu gelişmişlik düzeyi aslî zamanın geçerli olduğu vazife planının evrensel organizasyon sistemlerinde bulunur. Aslî zamanda geçerli olan bu gelişim şekli, yüzeysel zaman idrakinin geçerli olduğu gelişim aşamasında olduğu gibi bir birine paralel iki çizgi(bkz. şekil-D,G,F) arasında değil, birbirinden sürekli uzaklaşarak gelişen bir görünümdedir. Bu karmaşık ve sezilmesi bile zor durumun çizimler üzerinden yapılan açıklaması için bkz. kaynak eser, syf. 227+228.

Vazife planının organizasyon sistemlerinde geçen gelişim; idraklerin, Aslî İlke’nin gereklerine etkin uyum sürecidir. Bu şekilde varlıklar aslî zaman sürecinde, evrenin Ünite’sini oluşturan idrak vahdetine kadar yürüyüşlerini ve bağlı oldukları ruhlara yönelik hizmetlerini sürdürürler(18). Oysa yüzeysel zamanda geçen otomatik ve yarı idrakli gelişimde aslî zaman içinde Ünite’ye gidiş söz konusu değildir ama varlıklar vazife planına ulaşma cehti içinde buna hazırlanmaktadırlar(şimdiki bizlerin durumu). Küresel/aslî zamanda sınırları belli bir alan içinde kalarak gerçekleşen doğrusal bir gidiş söz konusu değildir. Küresel/aslî zamanda(yüzeysel zamandaki gibi) devreler ve spiral bir gidiş yoktur; tam tersine, her an genişleyen yeni yeni alanları vardır. Yâni aslî zamanın bir tek ânı içinde hapsolmuş, sınırlı alandaki devresel gidiş hareketleri değil, evrenin sınırlarına kadar dayanan sonsuzluk içinde genişleme, ilerleme ve gelişme alanları vardır(19).

Kısaca; evrendeki ve onun sayısız âlemlerindeki, sezgisine bile zor varabildiğimiz ilâhi düzen Aslî İlke’nin gerekleri kapsamında ve İlâhî İrâde Yasalarıyla sağlanmaktadır. Bu düzen içinde ruh, tekâmülünü evrendeki temsilcisi ve tezâhürü olan ruh varlığı(öz benlik) aracılığıyla sürdürür. Ruh varlığı da bağlı olduğu ruha yönelik hizmetini maddenin “derinliklerindeki” tezahür uzantıları olan bildiğimiz fizik bedenleriyle/bedenlenmeleriyle sayısız enkarnasyonları boyunca sürdürür. Evrende tüm olup bitenler(gelişim de dâhil) Aslî İlke’nin gerekleri ve İlâhi İrâde Yasaları kapsamında sürüp gider.        

................................................

(1)      Aslî İlke ve gerekleri: Tanrılık güç(uluhiyet) olan Aslî İlke için kaynak eserimizde, “erişilmezlerin erişilmezi” nitelemesi yapılıyor. Aynı nitelemenin ALLAH için de yapıldığını görüyoruz(bkz. syf 31+19). Aslî İlke’nin gerekleri de, Aslî İlkenin gerçekleştirici kudretleri olmaktadır(bkz. 38+190+191).

(2)      “Rabbül Âlemîn”(Âlemlerin rabbi/eğiteni) (Kur’an, Fatiha 2  - Yunus  37  - Saffat 87+182 - A'raf 61 - Yunus 37 – Bakara 131 – En’am 45)

(3)      Organizasyon/varlık sistemleri: Varlıksal hiyerarşide, dünyadan sonsuz yüceliklere doğru; sevgi planı(Arasat)-vazife planı-organizasyon sistemleri. Varlıklar vazife planında geliştikçe, küçükten büyüğe doğru evrenin organizasyon sistemlerinde vazife alırlar.( İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 172)

(4)      Takva: İçsel gelişime engel olan her şeyden (bu yazımızın kapsamına giren dejenerasyondan)  şuurlu olarak sakınmak. (Bkz. Kur’an, Sâd 28+49  - En'am 69 - Yunus 63+64  -  Nahl 32  - Ali İmran 133+172   - Enbiya 48+49

(5)      Nefsi terbiye etmek:

a.     Vicdanın sesine kulak vererek, o sesin gereklerini derhal uygulamaya çalışmak, bu şekilde nefsin (sahte benliklerin) yoklamalarına fırsat vermemek,

b.     İrâdi bir zorlayışla, vicdani olduğunu kabul ettiğimiz fiilleri zorla yapmaya çalışmak. Başlangıçta “zorla” olan bu uygulama; yerini, içten gelen istek ile yapacağımız fedakarlık ve hizmete terkedecektir.

c.     Karşımızdaki insanın yerine kendimizi koymak,

d.     İdrakine varılan hataların bir daha yinelenmesine meydan vermemek ve bu konuda israrlı olmak,

e.     Her olayda, her durumda nefs kontrolu yapma alışkanlığı kazanmak,

f.     Hoşumuza giden fakat hiçbir yararı olmayan bir takım arzularımızdan vazgeçmek,

g.     Nefs terbiyesinde, aceleci bir zihniyetle hareket ederek, kaldıramayacağımız yüklerin altına girmemek,

h.     Yapılmamasını arzu ettiğimiz halde, her hangi bir kötülüğü yapmaktan kendimizi alamıyorsak; bekleyip, sabrederek onun gerçekleşmesini geciktirmek.

(6)      İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 112 ve dvm.+133 ve dvm

(7)      Şeytan ve Melekut Sistemleri birbirini tamamlayarak işlev görürler. Her ikisi de tekamülün gerçekleşmesi için gereklidir. Şeytan asla Tanrı’ya asi olmamıştır. Çok zor ve çok ağır bir sistemi üslenmiş bir varlık sistemidir. Şeytan, dünyaya özgü bir sistemdir, Dünya Rabb Planı’na dahildir ve başka gezegenler için söz konusu değildir.

(8)      Otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli” enkarneleri için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 3,50,58,60,77,101,135,172,180,197.

(9)      Yüzeysel zaman”, Aslî Zaman’ın dünyadaki görünümüdür. Yüzeysel zamanda ilerleyen varlıklar olarak, Aslî Zaman akışının belli bir noktası çevresinde aynı alanı tarayarak spiral bir gelişim yolu izliyoruz. (A.g.e. syf. 216,234)  

(10)    A.g.e. syf. 221

(11)   A.g.e. syf. 222, 223, 225 (çizimler)

(12)   A.g.e. syf. 315

(13)   A.g.e. syf. 313

(14)   A.g.e. syf. 311+315

(15)   A.g.e. syf. 313

(16)   Sevgi planını çağrıştıran başka bir Kur’an âyeti de Tövbe 21 olabilir: “...Ebedî ve temelli cennet.”

(17)   İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 226

(18)   A.g.e. syf. 229

(19)   A.g.e. syf. 230

 

 

 

23 Ekim 2020 Cuma

HAYATI YAŞANMAYA DEĞER KILAN NEDİR?

 

HAYATI YAŞANMAYA DEĞER KILAN NEDİR?

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

“ ‘Bir amaca bağlanmayan ruh, yolunu kaybeder!’ sözleriyle Montaigne, “amaçlı yaşam”ın önemini anlatır. Modern yaşamda giderek artan nüfusun, paylaşım yerine körüklenen aşırı tüketimin, insan gerçeğiyle ve doğayla uyumsuz kentleşme ve teknolojinin beraberinde getirdiği yabancılaşma, amaçlı olmayı ve anlamlı yaşamlar sürdürmeyi zorlaştırıyor, maalesef! Çeşit çeşit anti-depresanların sıralandığı reçeteleriyle doktor ofislerinden çıkarken, o kutularda mutluluğu bulabileceğini zanneden insanların dramının altında yatan gerçeklik de aslında bu: Hiçleşme ve amaçsızlık!” Doç. Dr. Şafak Nakajima

 

Hayatı yaşanmaya değer kılan, varlığın gelişimine ve dolayısıyla ruhun tekâmülüne hizmet ediyor olmasıdır. Kişinin yaşamdan bu anlamda daha çok yarar sağlaması için kendisinin; gerçek doğası haklında, yâni kendisinin esâsen ruh varlığı(enkarne durumda bir ruh varlığı) olduğu bilincine/sezgisine sâhip olması gerekir. O zaman, kendisinin başına gelenler, çevrede olup bitenler, yâni olduğu gibi yaşam daha çok anlamlanır ve yaşamdan gerçek anlamda daha çok yarar sağlanır. Hayatı yaşamaya değer gerçek amaç ve hedef de bundan başkası değildir.

 

Bizler esâsen tüm dünya beşeriyeti olarak “otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli”(*) varlıklarıyız. Burada, “otomatiklik”le kastedilen, “gerçekten, ne için ve neden yaşadığını bilmeden yaşamak”tır(**). Bunun da nedeni, kişinin kendi gerçek doğasından habersizliği, ruh varlığı olarak yüceliğinden habersizliği ve kendini bedenden ibaret bir organizma sanmasıdır. Bu durumun varlıksal öneminden dolayı kendini bilmek/tanımak kavramı tüm dinsel öğretinin ve belli başlı inisiyatik öğretilerin temel konusu olmuştur. “Kendini tanımak”tan maksat, beşerî egonun/nefsin tanınmasıdır. Ego/nefs ile kastedilen; beşerî kusurlar, zaaflar, çıkarcılıklar, bencillikler, olumsuz duygular ve sahte benliklerdir. Bunlar “reziletler” olarak inisiyatik öğretilere geçmiştir. İşte yaşamaktan maksat; kişinin kendini tanıma duyarlılığı içinde reziletlerden kurtulup/arınıp, faziletleri(erdemleri) kendisinde tezahür ettirmek ve yaşama geçirmektir. “Dünya Realitesi’nde temel eylem, nefsaniyete (egoizmaya) egemen  olma eylemidir. Nefsaniyeti ortadan kaldırabilme olanakları yeryüzünde mevcut değildir ve oluşumunda da zaten yoktur. O halde insanın, yaşayan ruhun, en büyük amacı nefsini tanıması, kendini bilmesidir.”(Ergün Arıkdal, RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER)

Toplumda tüm kötülüklerin, haksızlıkların, bencillikleri, adâletsizliklerin, hukuksuzlukların, kısaca erdemsizliklerin(reziletlerin) kaynağı kendinden habersizliktir. Kişinin kendi hakkındaki bu cehaletinin giderilmesi, “otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli” beşerî varlığının “insan”a evrilmesi ruh varlığı olarak insanın başarabileceği en zor işlerden biridir. Einstein bu “zorluğu”, “İnsanın değişmesi, atomun parçalanması kadar zordur...” şeklinde sözcüklere dökmüştür. Aynı zorluğu, Hz.Muhammed, “cihad” sözcüğüyle kendinden habersiz beşeriyete anlatmaya çalışmıştır ve “Gerçek mücahit, kendi nefsiyle mücadele edendir.” demiştir.  Bu anlamda cihad, yaşamın  gâyesi olarak; iyi bir insan olmak, bu uğurda nefsin meşrû olmayan arzularına karşı koymak, istekler/arzular bakımından sâdeleşmektir.  Bu anlayışta, başkalarına yönelik; baskı, şiddet ve zorlama olmaksızın yaşama uyumlanmak vardır. Bu bağlamda, hayra, barışa ve erdemlere yönelik iş ve değerler üretmek söz konusudur.

Ruh varlığının gelişip, değişip, değer kazanması(kısaca “insanlaşması”) yeniden yeniden bedenlenişler silsilesi içinde olur. Bu nedenle tekrardoğuş olgusu varlık için ilâhî bir nimettir. Tekrardoğuş olanağı varlığa gelişim yönünde çokluk ve çeşitlilik hâlinde deneyimlerden ve yaşam sınavlarından geçme, uygulama ile idraklenme ve şuurlanma olanağı sağlar. Yaşam sınavları(eprövler); idraklenip şuurlanmamız, dolayısıyla beşerî zaaflardan kurtulup insanlaşmamız için İlâhî Adâlet kapsamında ve Sebep-Sonuç Yasası'na göre önümüze ilâhî bir lütuf olarak çıkarılan fırsatlardır.  Ayrıca, gördüğümüz/görmediğimiz her şey bu varlıksal hedef için birer araçtır. Ancak, bu araçlardan şuurlanma yönünde yararlanma yerine, kendini bilmemezlikten kaynaklanan beşeri bir zaaf ile; onlarla özdeşleşip biriktiriciliğe kalkışırsak, sıkıntılı eprövlerle telâfi edilecek yeni ek uğraşlara girmek zorunda kalırız. Çünkü madde ve maddesel birikim gelişim için amaç değil, araçtır. İşte bu gerçeği anlayıp, duyumsayabildiğimiz oranda yaşam sınavlarımızda başarımızın artmasının yanı sıra gelişim hızımız da ivme kazanır…

 

Görüldüğü gibi, önce kişinin kendisinin gerçekten ne olduğunu merak etmesi, kendinin gerçek doğasının (öz benliğinin, asıl kendinin) esâsen beden ötesinde olduğunu sezinlemesi  ya da bu konuda bir duyarlılığa sâhip olmasıdır. Başka türlü bir söylemle, “Kendini bilmek ve bulmak için, ruhun beden üzerinde kurtarıcı bir güç kazanabilmesi için; önce, ruhun beden üzerindeki nüfuz ve egemenliğine inanmak, sonra da tasavvur gücünü güzele doğru çevirerek irâdeyi kuvvetlendirip, arttırıp islâh etmek gerek.” (RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER, Ergün ARIKDAL Ruh ve Madde Yayınları, Baskı 1991, sayfa 105)

 

Öz benlik olarak ruh varlığının dünya bedeni(organizma) üzerindeki bağlantı gücü yaklaşık “%80”dir(İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT) Bu rakam, öz benlik ile bedensel ben arasındaki bağlantı oranıdır. Ancak varlığın beden üzerinde kurtarıcı güç kazanabilmesi, yâni bu %80’lik(7/8’lik) gücün tamamen bedende tezâhür etmesi) idraklenip şuurlanma ile ortaya çıkan varlıksal bir kazanımdır ve hayatı tüm zorlukları ve sıkıntılarıyla yaşanmaya değer kılan da budur. Bu kazanım, aynı zamanda maddî ve mânevî özgürlüğe gerçek anlamda kavuşmak ve kendini tanımaktır. Bu cümleden olmak üzere,  Tüm yersel ve göksel bilgi kaynaklarının en önemli işlevleri, beşeriyeti; mekanik, duygusal ve entelektüel esâretten yavaş yavaş kurtararak, insanın kendini ve özünü tanımasına yardım etmek ve onu özgür hâle getirmektir. Dünyanın her türlü câzibesinden kurtulmaya namzet hâle gelebilen bir beşeriyetin durumu kıyâmetin(şuurda uyanmanın) nedenini oluşturur. Her türlü esâretin ortadan kalkacağı, BİR’lik ve küresellik yaşamının deneyimleneceği, eş koşmaların zar kadar inceleceği zamanlara hazırlanan beşeriyetin önünde, oldukça zorlu ve ıstıraplı liyakat sınavları bulunmaktadır. (Ergün ARIKDAL, RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER, syf.126)

..........................................................

(*) İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 3,50,58,60,77,101,135,172,180,197.

(**)  a.ge. 180