Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

15 Şubat 2021 Pazartesi

BİLMEDİKLERİMİZİN ÇOKLUĞU ve YAŞAMIN AMACI

 BİLMEDİKLERİMİZİN ÇOKLUĞU ve YAŞAMIN AMACI

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Yaratılmış olup da gelişmemek ve değişmemek söz konusu olamaz, değildir de. Bilmek ve bilgelik; gelişip, idraklenip, şuurlanmakla olanaklı olduğuna göre, şimdiye değin bilmediklerimizi öğrenerek içinde bulunduğumuz düzeye gelmişiz. Gelişmek ve şuurlanmak sınırsız olduğu için de daha öğreneceğimiz sınırsız anlamında pek çok şey var demektir. Gelişmeye muhtaç varlıklar olarak, ne kadar gelişirsek gelişelim, önümüzde bilmediğimiz(bizler için “gayb” olan) sınırsız bilinmezlikler olacaktır. Bu nedenle; haddi, edebi ve âdabı elden bırakmayarak, bildiğimiz her şeyin hep “şimdilik” olduğunu akıldan çıkarmayalım, her şeyi bildiğimiz, her şeyin en doğrusunu bildiğimiz zannına ve yanılgısına aman düşmeyelim. Afrika atalar sözlerinden birinde bu durum çok güzel vurgulanmıştır; “Bilge kişi her şeyi bilmez. Sâdece kendinden habersiz alıklar her şeyi bilir.”

Kendinden habersizlik gerçekten alıklıktır. Çünkü yaşamın amacı kendimiz bilmektir(*). Kendimizi tanımak, gerçek doğamızın ne olduğunu hiç değilse sezinlemek ve o yüceliği duyumsamaya başlamak için yeniden yeniden doğuşlar silsilesi içinde dünyaya ve daha geniş anlamda maddesel gelişim ortamlarına “gelip gidiyoruz”. Çünkü insanın gerçeği kendini bilmektir(**). Kendini bilmek, söylemesi çok kolay ama böyle bir bilgiye ve bilgeliğe kavuşulması pek çok bedenli yaşam gerektirecek kadar zordur. Kendini bilme duyarlılığı içinde idraklenerek şuurlanmak, kişiyi yukarıdaki atalar sözünde vurgulanan “alıklık”tan kurtarır, bilgeliğe yöneltir.

Kendinin, kendinin esâsen ruh varlığı olduğunun farkında olmayan bir kimse, gelişim yönünde, bir bakıma gözleri bağlı olarak ilerlemeye çalıştığı ve sanki sâdece bir bedenden ibaretmiş gibi yaşadığı için çevresindeki gelişim olanaklarından sâdece nefsinin çıkarları için ve nefsinin isteklerini “doyurmak” için yaşar ki bu faziletli ve insanın gerçek doğasına uygun bir yaşam değildir. Bu beşerî yanılgıdan kurtulmak, kitabi bilgilerle, fakülteler/üniversiteler bitirmekle, mastır ve doktora yapmakla da olası değildir; bunların hepsi gelişim için araçtır. Öğrenimle ilgili etkinlikler sırasında neyi, nasıl ve ne için yaptığımız önemlidir. Pek çok “okumuş” kimsenin ne kadar üzüntü verici kusurlar sergilediklerini görüyoruz. Bu talihsizliği dikkatlere sunan en güzel özdeyişlerden biri büyük bilge Yunus Emre’ye âittir; “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır.”

Tüm bunlar gösteriyor ki; kendinden habersiz, kendi kendinin cahili olan bireyin erdemlerle, yüksek insanî değerlerle bağdaşmayan kusurları sergilemesi her an olasıdır. Kendinden habersiz, bencil kişinin kendine, ailesine ve çevresine yararı çok azdır, hattâ yararı yok, zararı çoktur. Bu anlamda kendini bilmezliğin çeşitli düzeylerdeki olumsuz tezahürlerini günlük yaşamda gözlemliyoruz ve bunları kınamakla kalmıyor, ibretlik dersler de çıkarmaya çalışıyoruz. Esâsen toplumsal(maşeri) yaşamın bireye sağladığı yararlardan biri de budur. Toplumsal yaşam kendini bilmek, bilgilenmek ve edeplenmek için verimli bir gelişim ve deneyim ortamıdır.

Bilmediklerimizin, öğrenmemiz gerekenlerin çokluğunun da ötesinde sınırsızlığı söz konusu olduğunda, sadece insan varlığının kendisi, (ruh varlığı olarak) okunup öğrenilmesi gereken devâsa bir temel kitaptır. Esâsen insan, bilebildiğimiz üç en temel kitaptan biri olup, öteki ikisi de evren ve Kur’andır. Bunların içerdiği bilgi külliyatı sonsuz ve sınırsızdır. Bu nedenle, satırlarımızın başında “Bilmediklerimiz, ebedîyen hep olacaktır...” şeklinde bir cümle kurmuştuk. Bu üç dev temel kitaptan

Kur’an öteki ikisini çözümlememiz ve anlamlandırmamız için temel rehber eserdir. Kendini bilme duyarlılığı içinde bu üç temel eseri kıyısından köşesinden okuyup öğrendikçe, ne kadar az şeyi bildiğimizin, öğrenmemiz gereken ne kadar çok şeyin önümüzde durduğunun ve kısaca cahilliğimizin farkına varıyoruz.

Şu kısacık dünya yaşamın sonlarına doğru bile, öğrenmemiz gereken pek çok şeyin olduğunu anlayabiliyoruz. Öğretisi ve öngörüleri yüzyıllar öncesinden günümüze bile ışık tutan bilge İmam-ı Âzam, “Bilmediklerimi ayaklarımın altına alsaydım, başım göğe ererdi...” demişti. Ne yazıktır ki bu değerli bilge ve zamanının en büyük İslam düşünürü insan, zamanının kendini bilmez alık cahilleri tarafından öldürülmüştü. Cehalet, beşerin ve beşeriyetin en büyük düşmanıdır.

..........................................................

(*) YAŞAMIN AMACI KENDİNİ BİLMEK, Ergün Arıkdal, Ruh ve Madde Yayınları

(**) İNSANIN GERÇEĞİ KENDİNİ BİLMEK, P.D.Ouspensky

RUHUN TESİRLİLİĞİ ALTINDA EVREN CEVHERİNİN VARLIK HÂLİNE DÖNÜŞÜMÜ

 RUHUN TESİRLİLİĞİ ALTINDA EVREN CEVHERİNİN VARLIK HÂLİNE DÖNÜŞÜMÜ

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

“Evreninizin maddi yapısını meydana getiren cevher(“aslî cevher, şekilsiz madde amorf”)(*) oluştuktan sonra, yani mevcut olduktan sonra ruhi varlıkla teması kaçınılmaz hale gelir, çünkü varlık haline dönüşmesi, yani form sahibi olması için ruhi enerjiye, ruhun hayali formlarına ihtiyacı vardır. Bu neden böyledir? Çünkü ruhi varlık maddi varlıktan daha önce meydana gelmiş, yani ondan evvel mevcut olmuş ve onun üstünü olarak yaratılmıştır. Bu yaratılışın niçin böyle olduğunu bilmiyoruz. Bildiğimiz şey, ruhi varlığın maddi mevcudiyeti varlık haline dönüştürecek güce sahip olduğudur, yani ruhi varlık kendi yaratıcı gücü, imajinasyonu ve isteğiyle maddi mevcudiyeti form haline getirip duyularınıza çarpan ve çarpmayan madde evrenini oluşturmuştur.” (SADIKLAR PLÂNI, Celse: 138 Tarih: 20. 11. 1970)

SADIKLAR PLANI’nın 1970’te verdiği şu bilgi ile, yıllar sonra Önder Plan’ın verdiği bilgi birbiriyle örtüşmüyor mu? Bu bilginin teknik açıklamasını İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’ta buluyoruz: “...cevherin varlık haline dönüşmesi, yani form sahibi olması için ruhi enerjiye, ruhun hayali formlarına ihtiyacı vardır... “ Evrenin cevheri olan maddenin amorf şeklinin bir noktasına Aslî İlke’nin tesirliliği(kudreti) “dokunduğu” andan itibaren “varlıklaşmaya”/form kazanmaya başlamıştı. Aslî İlke’nin kudretinin amorfa yönelik bu ilk etkisi/tesiri iki kısımdan oluşuyordu. Yâni Asli İlke’nin amorfa yönelik bu ilk etkinsinin(“aslî tesir”in) iki veçhesi bulunuyordu; bunlardan biri, ruhun tekâmül ihtiyaçlarıyla ilgili; ötekisi, maddenin gelişim ihtiyaçlarıyla ilgili.

Evrenin aslî cevheri olan amorfu, ebediyetler kadar uzun bir süreçte; halden hâle, formdan forma sokan tesirlerin kaynağı nedir ve madenin sınırsız olarak hallere ve şekillere sokulmasının nedeni nedir? Bu tesirlerin kaynağı evrenin dışındaki hakikatlerle ilgilidir ki, bunlardan biri Aslî İlke’nin kudreti, ötekisi de ruhun tesirliliğidir(müessiriyeti). Önder Plan tarafından “erişilmezlerin erişilmezi”(**) olarak betimlenen Aslî İlke’nin kudretinin gerekleri hem ruhları, hem evrenleri birlikte sarıp sarmalamıştır. Evrenin ilk ve en kaba olan bu aşaması hidrojen düzeyinin altında bulunur. Bu aşamada olup bitenler, Aslî İlke’nin tesirliliği altında ve Ünite’ye bağlı evren kapsamlı yönetim mekanizmasının eseridir. Bu aşamada, tekâmüllerine yeni başlamış acemi ruhların ilerlemeleri mekanik ve pasiftir.

Tekâmülünün bu ilk aşamasında ruh, maddenin hareketlerine müdahale etmeksizin tamamâmen onlara bağımlı olarak ilerler. Acemi ruhlar bu aşamada bir tek madde formuna da bağlı değildirler; sanki bir madde formundan ötekine savrulur bir durumdadırlar. Ruhların tekâmüllerindeki bu ilk aşama, onların evrene ilk adımlarından, madenin ilk hidrojen atomuna varıncaya kadar sürer. Bu sürede ruh, henüz maddeleri toplayıp, kendisine bir beden oluşturabilecek düzeyde değildir ve o düzeye gelene kadar, ilk tekâmül ihtiyaçlarını belirleyen Aslî İlke’nin gereklerine bağlı olarak Ünite’den gelen tesirler yönünde pasif ve mekanik tekâmülünü tamamlamak durumundadır. Onun bu aşamada; özgürlük, şuur, irâde, idrak hâlinde tezahür eden bir kimliği yoktur.

Ruhun böyle bir kimlik kazanması ancak, Aslî İlke’nin gerekleriyle belirlenen ilâhi düzen kapsamında amorf madde formları arasında pasif ve mekanik olarak geçireceği ebediyet kadar uzun süreçten sonra tedrîcen olacaktır. Acemi ruhlar bu aşamada, maddenin bir formundan başka bir formuna ve tamâmen maddenin hareketlerine bağımlı olarak, ama hiçbir zaman maddeye egemen olamadan, maddenin çeşitli durumlarıyla karşılaşırlar(***). Görüldüğü gibi ve SADIKLAR PLANI tarafından de belirtildiği gibi, evreninizin maddi yapısını meydana getiren cevher(“aslî cevher, şekilsiz madde amorf”)(*) oluştuktan sonra ruh ile teması kaçınılmaz hale gelir, çünkü varlık haline dönüşmesi, yani form sahibi olması için ruhi enerjiye ihtiyacı vardır.

..............................................

(*) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 10 ve devamı

(**) a.g.e., syf. 20

(***) a.g.e., syf. 40