Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

24 Mart 2022 Perşembe

HAYATI YAŞANMAYA DEĞER KILAN NEDİR?

 

HAYATI YAŞANMAYA DEĞER KILAN NEDİR?

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

“ ‘Bir amaca bağlanmayan ruh, yolunu kaybeder!’ sözleriyle Montaigne, “amaçlı yaşam”ın önemini anlatır. Modern yaşamda giderek artan nüfusun, paylaşım yerine körüklenen aşırı tüketimin, insan gerçeğiyle ve doğayla uyumsuz kentleşme ve teknolojinin beraberinde getirdiği yabancılaşma, amaçlı olmayı ve anlamlı yaşamlar sürdürmeyi zorlaştırıyor, maalesef! Çeşit çeşit anti-depresanların sıralandığı reçeteleriyle doktor ofislerinden çıkarken, o kutularda mutluluğu bulabileceğini zanneden insanların dramının altında yatan gerçeklik de aslında bu: Hiçleşme ve amaçsızlık!” Doç. Dr. Şafak Nakajima

 

Hayatı yaşanmaya değer kılan, varlığın gelişimine ve dolayısıyla ruhun tekâmülüne hizmet ediyor olmasıdır. Gelişmek ve ruhun tekâmülüne hizmet etmek ise varlığın evransel ve varlıksal görevidir. Kişinin yaşamdan bu anlamda daha çok yarar sağlaması için kendisinin; gerçek doğası haklında, yâni kendisinin esâsen ruh varlığı(enkarne durumda bir ruh varlığı) olduğu bilincine/sezgisine sâhip olması gerekir. O zaman, kendisinin başına gelenler, çevrede olup bitenler, yâni olduğu gibi yaşam daha çok anlamlanır ve yaşamdan gerçek anlamda daha çok yarar sağlanır. Hayatı yaşamaya değer kılan gerçek amaç ve hedef de bundan başkası değildir.

 

Bizler esâsen tüm dünya beşeriyeti olarak “otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli”(*) varlıklarıyız. Burada, “otomatiklik”le kastedilen, kendi gerçek doğasından habersizlik anlamında, “gerçekten, ne için ve neden yaşadığını bilmeden yaşamak”tır(**). Bunun da nedeni, kişinin kendi gerçek doğasından habersizliği, ruh varlığı olarak yüceliğinden habersizliği ve kendini bedenden ibaret bir organizma sanmasıdır. Bu durumun varlıksal öneminden dolayı kendini bilmek/tanımak kavramı tüm dinsel öğretinin ve belli başlı inisiyatik öğretilerin temel konusu olmuştur. “Kendini tanımak”tan maksat, beşerî egonun/nefsin tanınması ve gelişim yönünde gereklerinin yapılmasıdır. Ego/nefs ile kastedilen; beşerî kusurlar, zaaflar, çıkarcılıklar, bencillikler, olumsuz duygular ve sahte benliklerdir. Bunlar “reziletler” olarak inisiyatik öğretilere geçmiştir. İşte “dünyaya gelmek”yaşamaktan maksat; kişinin kendini tanıma duyarlılığı içinde reziletlerden kurtulup/arınıp, faziletleri(erdemleri) kendisinde tezahür ettirmek ve yaşama geçirmektir. “Dünya Realitesi’nde temel eylem, nefsaniyete (egoizmaya) egemen  olma eylemidir. Nefsaniyeti ortadan kaldırabilme olanakları yeryüzünde mevcut değildir ve oluşumunda da zaten yoktur. O halde insanın, yaşayan ruhun, en büyük amacı nefsini tanıması, kendini bilmesidir.”(Ergün Arıkdal, RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER)

Toplumda tüm kötülüklerin, haksızlıkların, bencilliklerin, adâletsizliklerin, hukuksuzlukların, kısaca erdemsizliklerin(reziletlerin) kaynağı kendinden habersizliktir. Kişinin kendi hakkındaki bu cehaletinin giderilmesi, “otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli” beşerî varlığının “insan”a evrilmesi ruh varlığı olarak insanın başarabileceği en zor işlerden biridir. Beşerîvarlığın esas ve varlıksal işi de budur zâten... Einstein bu “zorluğu”, “İnsanın değişmesi, atomun parçalanması kadar zordur...” şeklinde sözcüklere dökmüştür. Aynı zorluğu, Hz.Muhammed, “cihad” sözcüğüyle kendinden habersiz beşeriyete anlatmaya çalışmıştır ve “Gerçek mücahit, kendi nefsiyle mücadele edendir.” demiştir.  Bu anlamda cihad, yaşamın  gâyesi olarak; iyi bir insan olmak, bu uğurda nefsin meşrû olmayan, gelişim açısından işe yaramayan arzularına karşı koymak, istekler/arzular bakımından sâdeleşmektir.  Bu anlayışta, başkalarına yönelik; baskı, şiddet ve zorlama olmaksızın İlâhî İrade Yasaları’na ve yaşama uyumlanmak vardır. Bu bağlamda, hayra, barışa ve erdemlere yönelik iş ve değerler üretmek söz konusudur.

Ruh varlığının gelişip, değişip, değer kazanması(kısaca “insanlaşması”) yeniden yeniden bedenlenişler silsilesi içinde olur. Bu nedenle tekrardoğuş olgusu varlık için ilâhî bir nimettir. Tekrardoğuş olanağı varlığa gelişim yönünde çokluk ve çeşitlilik hâlinde deneyimlerden ve yaşam sınavlarından geçme, uygulama ile idraklenme ve şuurlanma olanağı sağlar. Yaşam sınavları(eprövler); idraklenip şuurlanmamız, dolayısıyla beşerî zaaflardan kurtulup insanlaşmamız için İlâhî Adâlet kapsamında ve Sebep-Sonuç Yasası'na göre önümüze ilâhî bir lütuf olarak çıkarılan fırsatlardır.  Ayrıca, gördüğümüz/görmediğimiz her şey bu varlıksal hedef için birer araçtır. Ancak, bu araçlardan şuurlanma yönünde yararlanma yerine, kendini bilmemezlikten kaynaklanan beşeri bir zaaf ile; onlarla özdeşleşip biriktiriciliğe kalkışırsak, sıkıntılı eprövlerle telâfi edilecek yeni ek uğraşlara girmek zorunda kalırız. Çünkü madde ve maddesel birikim gelişim için amaç değil, araçtır. İşte bu gerçeği anlayıp, duyumsayabildiğimiz ve uygulamayla yaşama geşirebildiğimiz oranda yaşam sınavlarımızda başarımızın artmasının yanı sıra gelişim hızımız da ivme kazanır…

 

Görüldüğü gibi, önce kişinin kendisinin gerçekten ne olduğunu merak etmesi, kendinin gerçek doğasının (öz benliğinin, asıl kendinin) esâsen beden ötesinde olduğunu sezinlemesi  ya da bu konuda bir duyarlılığa sâhip olmasıdır. Başka türlü bir söylemle, “Kendini bilmek ve bulmak için, ruhun beden üzerinde kurtarıcı bir güç kazanabilmesi için; önce, ruhun beden üzerindeki nüfuz ve egemenliğine inanmak, sonra da tasavvur gücünü güzele doğru çevirerek irâdeyi kuvvetlendirip, arttırıp islâh etmek gerek.” (RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER, Ergün ARIKDAL Ruh ve Madde Yayınları, Baskı 1991, sayfa 105)

 

Öz benlik olarak ruh varlığının dünya bedeni(organizma) üzerindeki bağlantı gücü yaklaşık “%80”dir(İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT) Bu rakam, öz benlik ile bedensel ben arasındaki bağlantı oranıdır. Ancak varlığın beden üzerinde kurtarıcı güç kazanabilmesi, yâni bu %80’lik(7/8’lik) gücün tamamen bedende tezâhür etmesi) idraklenip şuurlanma ile ortaya çıkan varlıksal bir kazanımdır ve hayatı tüm zorlukları ve sıkıntılarıyla yaşanmaya değer kılan da budur. Bu kazanım, aynı zamanda maddî ve mânevî özgürlüğe gerçek anlamda kavuşmak ve kendini tanımaktır. Bu cümleden olmak üzere,  Tüm yersel ve göksel bilgi kaynaklarının en önemli işlevleri, beşeriyeti; mekanik, duygusal ve entelektüel esâretten yavaş yavaş kurtararak, insanın kendini ve özünü tanımasına yardım etmek ve onu özgür hâle getirmektir. Dünyanın her türlü câzibesinden kurtulmaya namzet hâle gelebilen bir beşeriyetin durumu kıyâmetin(şuurda uyanmanın) nedenini oluşturur. Her türlü esâretin ortadan kalkacağı, BİR’lik ve küresellik yaşamının deneyimleneceği, eş koşmaların zar kadar inceleceği zamanlara hazırlanan beşeriyetin önünde, oldukça zorlu ve ıstıraplı liyakat sınavları bulunmaktadır. (Ergün ARIKDAL, RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER, syf.126)

..........................................................

(*) İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 3,50,58,60,77,101,135,172,180,197.

(**)  a.ge. 180

 

 

7 Mart 2022 Pazartesi

DEVRE SONUNDA İNSANIN DURUMU ve “AYIKLANMALAR”

DEVRE SONUNDA İNSANIN DURUMU ve “AYIKLANMALAR”

Hazırlayan: Selman Gerçeksever

Dünya gelişim okulunun yüzeysel zamanında(1) “otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli”(2) varlıkları olarak bir devrenin sonundayız ve her birimiz; içinde bulunduğumuz zaman-mekân koşullarında, “nefsaniyetin incelmiş istekleri ile vicdanın emirlerini”(3) deneyimler durumdayız. Bu durumuyla insan, enkarne varlık olarak bir “tesirler yumağı” görünümündedir. Bu yumağı oluşturan tesirleri iki gurupta toplamak olası; vicdan kanalıyla düşeyden gelenler ve yataydan gelen (enkarnasyon ortamının dünya maddesine özgü kaba/titreşimi düşük) tesirler. Bu halimizle, Yukarı’nın(öz benlik ve bağlı olarak sonsuz yüceliklerin) görüp ve gözetici/kollayıcı tesirliliği(müessiriyeti) altında sürekli ve tam bir sınanmalar silsilesi içindeyiz. Kuşkusuz, insanoğlu yaşadığı sürece çeşitli şekillerde sınanır/sınanacak. Biz bu dünyaya yiyip içip, zevk sefâ sürmeye gel­medik. “Kimi zaman varlıkla, kimi zaman yoklukla deneniyoruz/denene­ceğiz; kimi zaman sağlıkla, kimi zaman hastalıkla/sıkıntılarla... Varoluşun yasası  böyle. Önemli olan, her an sınavda olu­şumuzun bilinci içinde; dikkatli, uyanık, edepli ve saygılı ola­bilmek... Bir zorlukla karşılaştığımız zaman, hemen isyan et­meyip, saçma sapan konuşmalarla, tevillerle, savunmalarla kendimizi kaybetmeyip, ‘Rabbim beni deniyor, sınıyor…’ diyerek, o günkü olanaklarımız ne ise, onun sınırları içinde sorunu çözümlemeye çalışmak, daha akıllıca bir davranış olmaz mı? (Sabri TANDOĞAN)

Bir ömür boyunca peş peşe gelen sınanmalar zincirinden başka bir şey olmayan yaşam boyunca, bu sınanmalardan içsel gelişim yönünde başarılı çıkanlara ne mutlu... Esâsen Kur’an’a göre de, “Kalp, takva için sürekli sınanır.”(Hucurat 3) Bundan maksat, enkarne varlığa “selîm kalp”in kazandırılması ve dolayısıyla; Yukarı’nın(öz benlik ve bağlı olarak sonsuz yüceliklerin) esirgeyici, görüp ve gözetici/kollayıcı tesirliliği(müessiriyeti) altında,  kendi yaşam planını başarıyla bitirmesi, bir ömrü heba etmemesidir. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT bilgilerine göre de; “Varlıkların yaşam sınavları karşısındaki olumlu/olumsuz tepkileri, Kader İşleyişinin(mekanizmasının) uygun gördüğü madde bileşimlerinin(yâni mekânların) hal ve durumlarının ortaya çıkmasını beraberinde getirir.”(4) Burada “kader işleyişi”(mekanizması); Aslî İlke’ye bağlı Yüksek Kader İlkesi’nin gereklerinin evrendeki tezahürüdür.(5) Bu kısa açıklamadan sonra, yeniden konumuza dönerek, insanın devre sonundaki durumuna bakalım:

Halihazırda devre sonu beşeriyeti, girişte belirttiğimiz gibi, iki ana tesirin tesirliliği(müesiriyet) altında bulunuyor ve her birey tek tek bu iki ana tesirin girişim noktasındadır. Bu nedenle, yazının girişinde “insan bir tesir yumağıdır” demiştik. SADIKLAR PLANI Tebliğleri’ne göre, “enkarne varlık her iki kanaldan da tesir olmakta ama büyük çoğunluk olarak bunların ayırdına varamamaktadır”.(syf. 477+478) Beşeriyetin içinde bulunduğu büyük teşevvüşün ve beşerî karmaşanın ana nedeni de bu olsa gerek. "Menfiliğin ve şerrin zincirleri gevşetilmiştir, sınanmak için. Bunun karşısında, sizleri kösteklenmekten ve köstek olmaktan kurtarmak için müspet tesirlerin, müspet düşüncelerin hazinesi de açılmıştır. İşte sizler yer ve gök arasında sürekli darbelenen varlıklar olarak göğü seçmelisiniz."(SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Celse 113, syf. 508)  Bu karmaşada asıl zor durumda olanlar devre boyunca gelişim(idraklenme ve şuurlanma) açısından, sayısız yaşamlar boyunca yapması gerekeni yapmamış olanlardır. Gelişim açısında bu yapılması gerekenler, beşeriyetten gizlenmiş sır olmayıp, tüm seçkin inisiyatik öğretilerde ve kutsal metinlerde verilmiş olanlardır.

Durum bu olduğuna göre, devrenin kapanışında başarılı olacaklar ile olamayacakları tahmin etmek zor değildir. Yâni başarılı olanlarla olmayanların, devreyi bitirenlerle bitiremeyenlerin “ayıkanması” söz konusudur ve de bu zaten ilâhî adaletin gereğidir. İşte devre sonu “ayıklanması”nda, son kertede/raddede; söz konusu ayrımın/ayıklanmanın yapılmasıyla varlıkların bir kısmı vicdani kanalda, bir kısmı da nefsani kanalda kalmış olacaktır. “İnce nefsaniyeti, vicdanın sesinden ayırma konusunda yanılgıya düşmeme bakımından başarılı olmak için şunlara dikkat etmekte yarar vardır: Bir işe/harekete başlamadan önce, ortamda/çevrede geçerli koşulları gözden geçirin, eldeki olanakları ortaya koyun, makul vicdan uygulaması içinde kendinizi onların yerine koyarak düşünün. Eğer duygularınız, düşünceleriniz, istekleriniz zayıf ve sanki nefs kanalından geliyorsa; bu, önceden edinilmiş kıyas bilgileri karşısında sapacaktır(inhiraf edecektir)”.(Bu konuda güzel bir örnek, SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, syf. 478’in üstten 6.satırının sonunda görülebilir.) Böyle bir uygulamada, her şeyden önce, tevilci olmayıp, objektif kalabilmekte yarar vardır. Bununla birlikte, insana bazen nefsaniymiş gibi görünen vicdanî tepkiler de olur. Böyle durumlarda da makul vicdan uygulaması duyarlılığı içinde olmayı elden bırakmamak en iyisidir.

...................................

(1)       Yüzeysel zaman: Dünyda geçerli zamandır.( İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, Syf. 112,205,231)  

(2)       a.g.e. syf.. 3,50,58,60,77,101,135,172,180,197.

(3)       SADIKLAR PLANI Tebliğleri, syf. 477, 478.

(4)       İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, Syf. 234+236.

(5)       a.g.e. syf. 231, 233, 234, 274.