Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

13 Mart 2023 Pazartesi

ÎMAN HÂLİNİN GÖSTERGESİ BİLGİYE DAYALI AHLÂKTIR

 

ÎMAN HÂLİNİN GÖSTERGESİ BİLGİYE DAYALI AHLÂKTIR

HAZIRLAYAN: Selman GERÇEKSEVER

Gelişim yolculuğunda beşerî varlıklar olarak çeşitli şeylere inanırız, inanmanın da ötesinde iman ederiz, bu doğaldır. Ancak inandığımız ve îman düzeyinde benimsediğimiz konunun üzerinde aklımızı kullanarak düşünüp, onun özüne/bilgisine inmeye çalışarak irdelemezsek; o imanın gelişim açısından bir yararı olmaz, daha doğrusu îmanın gereği olan uygulamaları yapamayız, hatta îman konusu olan yaptırımlar zaman içinde kalıplaşarak ve "kabuklaşarak" gelişime köstek bir dogma niteliği kazanır. Kutsal vahiyde îman önerilmiştir ama "aklı işletmek, işlevsel akla sahip olmak"da önerilmiştir. (1)  Hatta, “başı belâden/dertten/sıkıntıdan kurtulmaz...” anlamında "Aklını işletmeyenlerin üzerine pislik yağar."(Yunus 100) uyarısında da  bulunulmuştur.

 

İdrakin devreye girdiği durumla ilgili olarak, îmanı tırmanılacak bir dağa benzetirsek; inanç sahibi varlık varlık “îman dağı”nın eteğine kadar gelmiş demektir ve idraklenme cehtiyle zirveye ulaşacaktır. Yani hedef, zirveye ulaşmak ama önce idrak. İman edilen konu, özüne / bilgisine varılma ve idraklenme yönünde irdelenirse, olgunlaşmaya vesile olabilir. O düzeye çıkarılan îman belli bir derecede olgunlaşmıştır. Ancak, bilgisine ulaşılan îmanı da uygulama ile diri tutmadıkça, bir sonraki îmanın hakikatine ulaşılmaz. Îman ettiğimiz şey, her ne ise; onun bilgisine varmak uygulama ile olur. Dolayısıyla idraklenme cehtini sürekli tutmak gerek.  Îman da dahil, uygulamayla idrak edilmeyen bilgi yük bilgidir, gelişim açısından işlevselliği yoktur. Gelişim süreci(merdiven basamaklarında yükselir gibi) realiteden realiteye geçilerek sürüp gider. Bu süreçte, üzerinde bulunduğumuz basamağı özümsememişsek, bir üst basamağa adım atacak güce ulaşmamışız, hatta bir üst realitenin inancına bile sahip değiliz(ondan bi-haberiz) demektir.

 

Bilgiye dayalı ahlak bile gerçek bir îman hâlinin göstergesidir. Bilgi geliştikçe/derinleştikçe, îmanın kapsamı da genişler. Bu durumda, îmanlı davranışlar Aşkın Ahlak’â uygun davranışlardır. Peygamber’in , “Ben size güzel ahlâkı öğretmeye geldim.” demesindeki “güzel ahlâk” Aşkın Ahlâk’tır. Yani, yüce Peygamber, “Îmanınızın gereğini/uygulamasını yapın ki, o sizde kökleşsin...” demek istemiş sanki. Samimi uygulamayla bireyde kökleşmeyen îmangüzel ahlak”a ve “aşkın ahlâk”a ulaşılmaz. Vahye dayalı bu peygamber sözünde, Aşkın Ahlâk’ın izlerinin beşerde oluşturulması kastedilmiştir. Aşkın Ahlâk, hem fikirden, hem düşünceden ve özden de üstündür ve hattâ “Tanrı Gölgesi”nin ta kendisidir. “Tanrı gölgesi”nden, Aslî İlke’nin(2) tesirliliğinin, evrenin her zerresine kadar nüfuzunu anlıyoruz. Aşkın Ahlâk evrenlerin kuruluşundaki ve ilâhî düzendeki özgün makettir. Aşkın Ahlâk bu maketin beşerî varlıklar tarafından araştırılmasını ve özümsenmesini gerektiren fiillerdir. Ayrıca,  Aşkın Aklâk tüm varlıkların içinde potansiyel olarak gizlidir, yani; bu potansiyel, gelişmeye ve şuurlanmaya zorlayıcı bir güç olarak “içimizde” vardır. Îman konusu olan şeylerden hareketle; gelişmemek, ne kadar uzun sürerse sürsün, aşkın ahlâka ulaşmamak söz konusu değildir.

 

Güzel ahlâka ulaşma kararlılığı ve bunun için kendini tanıma duyarlılığı içinde bedensel benin arındırılması gerçekleştikçe öz benlik(ruh varlığı/asıl kendimiz) bedende(düşüncelerde ve davranışlarda, hattâ olduğu gibi yaşam şeklinde) daha çok tezahür eder ki, gelişim açısından bu makbul durum “beden içinde ruh olarak yaşamak...” şeklinde (bazı öğretilerde) sözcüklere dökülmüştür. Bütünsel şuurun bedensel bendeki tezâhürleri; güç, niyet, haslet ve uyumdur. Bunlardan güç, bütünsel şuur okyanusundaki enerjidir. Niyet, bütünsel şuurun yoludur. Haslet, bütünsel şuurun damarlarıdır. Uyum ise, bütünsel şuurun hücreleridir. Bunların hepsi birden de gerçek îmanın gerekleridir. Burada bütünsel şuur, öz benlikten başlayarak ruhsal plana kadar yayılan geniş şuur alanıdır. Bu şuur alanı, bedensel bende ne kadar çok tezâhür ederse, îmanın gerekleri o kadar çok ve doğal bir şekilde yerine getirilir ve davranışlara ve günlük yaşama yansır. Bu gerekleri; güç, niyet, huy(haslet), uyum vb. şekillerde sıralayabiliriz ki bunlar aynı zamanda sağduyu sahibi bilge insanının bazı özellikleridir.

 

Îman ve vazife söz konusu olduğunda, elbette vazifenin düzgün ve isabetle yerine getirilmesi îmanın gücüne bağlıdır. Bilgisine varılmış îman ne kadar güçlü ise, vazifede isabet o derece şaşmaz olur. Bilgisine varılmamış îman gücüyle yapılan işlerde otomatizma ve “körlük” ne kadar fazla ise, isabetsizlik ve yersizlik de o kadar fazla görülür. Bu nedenle; “Îman ve vazife bir kefede, bilgi,  çaba/fiil öteki kefede olmalıdır ve bu kefelerin dengede olmaları makbuldur.”denmiştir.(SADIKLAR PLANI, celse 6)

 

Îman ile ilgili olduğunu düşündüğümüz ahlâk kavramı için standart bir tanım yoktur, ahlâk anlayışı toplumdan topluma, kültürden kültüre, realiteden realiteye ve hatta bir dinsel inançtan başka bir dinsel inanca göre değişir. Ama bu konuda erdemlerde(insanî değerlerde) ve sağduyuda birleşebiliriz. Varlıksal açıdan bunlardan hangisi daha iyidir/makbuldur? Her realitenin ahlâkı kendisine göre iyidir/doğrudur ama en iyisi o değildir ve “güzel/aşkın ahlâk” diye bir ahlâkın  da varlık  için söz konusu olduğunu yukarıda belirtmiştik. Dolayısıyla ahlâk ile gelişim düzeyi ve îman gücü arasında ilişki kaçınılmazdır. Bunun için insanın ahlâkı da bilgiye dayalı ve bilinçli olmalıdır ve ahlaklı olmasının gereklerini idrak etmiş olmalıdır. Esasen ahlâk konusundaki bu idrake, beşeri realitelerin alt basamaklarında ahlâksızlıkları deneyimleme sürecinde kıyas bilgileri(3) elde ede ede varırız.  Bilgiye dayalı ahlâk bir îman hâlinin göstergesidir. Bilgi geliştikçe/derinleştikçe, îmanın kapsamı da genişler. Îmanın, gelişim düzeyi ve ahlakla olan bağlantısından dolayı, diyebiliriz ki, olgun îmana giden yolda ilerlemek kendini tanıma duyarlılığı içinde idraklenme cehtini sürekli kılmakla olanaklıdır. Çünkü Îmanın ortaya çıkabilmesi; iyi düşünmekle, iyi hükümlendirmekle, iyi duymakla, iyi görmekle ve iyi uygulamakla olanaklıdır. Gerçi bu “iyi”ler de görecelidir ama kişi içinde bulunduğu realitenin gereği olan “iyi” konusunda duyarlı olmalıdır; ancak o zaman bir üst realitenin “iyi”sine aday olabilir. Bunun da gereği; iyi düşünmek, iyi değerlendirmek ve iyi uygulamadır. Bunlar aynı zamanda konumuz olan îmanı olgunlaştıran, güçlendiren tavır ve tutumlardır. Söz konusu “iyi uygulamalar”, “îman” kavramıyla bağlantılı olarak beşerî ilişki ve etkileşimler için de doğrudur.

 

Özellikle çeşitli amaçlarla bir araya gelmiş bireylerden oluşan topluluklarda, toplantılarda, grup çalışmalarında herkes kendi düşüncesi kadar bir alana sahiptir. Topluluk içinde ama oradaki başka bireylerle mantal birliktelik içinde olmayan bir kimse ya da kimseler aslında birbirinden ve topluluğun ortak alanından mesafelerce uzaktadırlar ve aradaki bu boşluk yabancı ve hattâ zararlı tesirlerle doludur. Burada bunun tersi durum “îmanlı olmak”tır. Bu îman o topluluğu/toplantyı bir araya getiren amaca/ilkeye yönelik îmandır. “Bu îmandan doğan sevgi bireyleri bir araya getirebilir. Gerçek bir sevginin ortaya çıkabilmesi için herkesin hakkıyla vicdan sesine kulak vermesi gerekir. O zaman bireyler birbirine karşı sevgiyle hareket edebilirler.” İyi bir topluluk için başka çare de yoktur.(4)

Dünya beşeri olarak duygusal varlıklarız; bundan dolayı, îmanımızın konusu olan bir vazifeyi yaparken de duygusallık işin içine girebilir ve vazifeyle ilgili savsaklamalar ortaya çıkabilir, hattâ îmanımızın gereğini tam olarak yerine getiremeyebiliriz. İdealimiz olan ya da yaşam planımızın gereği olan vazifeyi hakkıyla yerine getirebilmek için duygularımız ile vazifeyi birbirinden ayırma gücünü de gelişim sürecinde kazanmış olmamız gerekir. Bu konuda SADIKLAR PLANI’nın meâlen şöyle bir önerisi var: “Duygularımız imaj ve hükümlerden; vazife olarak bildiklerimiz ise îmandan ve hakikatten beslenir. İnsan karmaşık bir varlıktır. İnsanın bu karmaşık yapısı, imajlarının ve kanılarının hem eksik ve geçici olmasından, hem de îmanlı ve bazı hakikatleri bilmesindendir. Yani kişi, kanısıyla hakikati bir arada tutabilir ama bunlar birbirine karışabilir. Bunun gibi, imajinasyonu ile îmanı da birbirine karışabilir. İşte burada şuur zenginliği devreye girer: Yaşamın her türlü kargaşasına ve zorluğuna karşın, daha önce ruhsal çaba ile elde etmiş olduğu îmanın sarsılmaması ve bildiği gerçekleri ne olursa olsun yerine getirmesi şuur zenginliğine bağlıdır.”(5) Görülüyor ki, vazife duygumuz ve duyarlılığımız îman düzeyinde değilse, yaptığımız vazifenin genel gelişimimize kayda değer bir katkısı söz konusu değildir. Bunlar vazife diye sergilenen zoraki ya da nefs tatminine(heva-hevesine) yönelik işlerdir, kişinin gelişimine katkı sağlamak yerine; başına, telafisi zor bedeller de ödetir.

Bilgiye dayalı îmana yönelik gelişim sürecinde, ruh varlığının amacı; parça parça belirli mekânları değil, bir yaşam planının gereği içinde bulunduğu mekânın bütününden haberdar olmaktır, işin ideali budur. Bunu akıl ile başarmaya çalışırız ama yeterli olmaz çünkü akıl da ‘belirli bir mekân içinde birleştirme/sentez işlemi‘nden başka bir şey değildir. Bu sentezler sadece belirli bir realitenin içinde, belirli mekânların anlaşılmasına vesile olur. İçinde bulunduğumuz mekânın bütününden haberdar olmak ise îmanlı hareketle olasıdır. “Bu bakımdan somut bilgi de, bu zaman-mekân koşullarında îmanın süzgecinden geçen bilgidir. Îman bir müjdecidir ve elbette ki, realitenizin en üstünüdür.”(6) Buradan bir yan bilgi olarak belirtmeliyiz ki, her realitenin bir îman düzeyi vardır ve belli bir realitede en üst îman düzeyine de o realitenin tamamen özümsenmesinden sonra ulaşılır. Buna, SADIKLAR PLANI, “realitenin îmanı” demiştir.(7) Dolayısıyla her realitede (gelişim açısından) hedef, o realiyenin îmanıdır.  Yani o realitenin verebileceği en üst bilginin özüdür.

Îman kavramıyla bağlantısı olması bakımından, bedenlenmeyle birlikte doğal ve kaçınılmaz olarak sahip olduğumuz nefsâniyet, gözlerin önünde ince bir tülbent gibidir. Tülbentin dokusu seyreldikçe, çizgiler ve renkler belirginleşir. Ancak, bu ortamda tülbentsiz olmak da olası ve olanaklı değildir. Bunun îmanla da bağlantısı vardır: Îman odur ki, önünde tülbent değil, kalın bir bez olduğu halde, kişi öte tarafı bu tarafmış gibi bilir. Îman odur ki, bildiğini ve bileceğini bildiğinden ayrı bilemez. Îman odur ki, bilgisine yeni bilgiler katmak için bilmediğini bilir. Îman odur ki, hem “ben”, hem “sen” kalkar da, hep “biz” olur. Hep “biz” oluş, Yukarı’nın “eli ayağı” oluştur. El ve ayak ancak başa uyar. Ama el ve ayak olmak, her şeyden önce, el ve ayağı bilmekle başlar.(8)

Sonuç olarak; Îman odur ki, bastığımız yerde, baktığımız şeyde, işittiğimiz her seste ilâhî bir koku, ilâhî bir ses, ilâhî bir iz buluruz. Tanrı’nın ilâhî bir gölgesi olan aşkın zaman içinde zamanlar yaşarız. Zamansızlık; “Tanrı gölgesi”nin altında kalan tüm yaratıkların, kendilerini bu gölgenin koyuluğu içinde idrak edebilecekleri durumdur. Varlıklar bu durumu, gelişmişlik düzeylerine îman olgunluklarına göre  değişik şekillerde algılarlar. (9)

.............................................................

(1)     “aklı işletmek” konulu âyetler için bkz.: A'RAF 169 - HÛD 51  -  NAHL 69  - BAKARA 171 - ALİ İMRAN 118 - MÜMİN 67  - YUNUS 16+42 - BAKARA  73+242  - ENBİYA 67

(2)     “asli ilke” için bkz.: syf. 19-20-25-32-63-64-73-79-175¬190-191-229-230-231-232-233

(3)     “kıyas bilgileri” için bkz.: syf. 61-119-122-123-124-125-126¬127-144-181-184-203-204

(4)     SADIKLAR PLANI Tebliğleri, Celse 74)

(5)     A.g.e. celse 75

(6)     A.g.e. celse 53

(7)     A.g.e. celse 53

(8)     A.g.e. celse 6, syf.31+32’dan özet.

(9)     A.g.e. celse 6’dan özet

 

 

 

 

DOĞAL ÂFETLERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

 DOĞAL ÂFETLERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Hazırlayan: Selman GERÇEKSEVER

Genel anlamda gelişim ve değişim devreseldir. Bizler şimdi dünya beşeriyeti olarak da 6-7 bin yıllık(kabaca Sümerliler’den beri) bir devrenin son yıllarındayız. Devre sonları; sıra dışı olayların ortaya çıktığı değişimleri hızlandığı, yerkürenin manyetik alanının ve iklimlerin değişmeye başladığı, bunlara bağlı olarak da doğa olaylarının felâket şiddetinde âfetlere dönüşerek ve can kayıplarına neden olduğu görülmektedir. Ancak, bu olup bitenlerin fizik dayanakları beşerî bilimin ilgili dalları tarafından; ayrıca, spiritüel dayanaklarının da dinsel öğreti ve inisiyatik öğretilerle beşeriyete anlatılmıştı.

Aslî İlke’nin gerekleri ve İlâhî İrade Yasaları kapsamında yeryüzünün kendi doğal gelişiminin ve değişiminin doğal sonuçları olan bu olaylardan; insanların, hayvanların ve bitkilerin etkilenmemesi elbette düşünülemez ama bu etkilenme de rastgele değil; dünyanın görülüp, gözetilmesi veeğitilmesiyle ilgili ruhsal planın(dünya Rabbi RİM’in) kontrolü altındadır. Dünya Rabb Planı’nın kontrolü ve yönlendirmesi kapsamında, her türden toplumsal ve doğal olaylarla(özellikle de doğal âfetlerle) ilgili vazifeli varlıklar tarafından senkronize edilerek, olaylar çok yönlü olarak değerlendirilir. Dolayısıyla hidrojen âleminde (vazife planına geçiş kapısı olması bakımından) önemli bir gelişim ortamı olan dünyada bireysel ve toplumsal ve hatta küresel düzeyde her ne olursa olsun, Rabb Palanımız olan RİM’in kontrolunun yanı sıra, O’nun rahman ve rahim olan kıyam ettirici(şuurda uyandırıcı) tesirliliği altındadır.

“Hiç de iç açıcı olmayan bir dünya hayatının giderek sıklaşan sarsıcı tesirlerinin hem de somut tesirlerinin insanlığı birçok yönden taciz ettiğini görüyoruz. Ruhçuluk anlayışına göre, insanlık sarsıntı devrini yaşamaktadır. İnsanların doğa ile olan ilişkilerinden doğan şuurlanma ve uyanma sürecinin hızlanması için kasıtlı ıstırap temrinlerinin çeşitli boyutlarda düzenlenmeleri ile karşı karşıyayız. İster bireysel ister toplumsal her türlü sarsıcı olaya karşı göstereceğimiz mâkul sabır, yönlendirilen kasıtlı ıstırap, sürecinin hedefini oluşturur. Istırabın amacı insanda irade gücünü artırmak, daha doğrusu kullanılması gerektiği gibi kullanma melekesini geliştirmektir.” Ergün Arıkdal, DEVRE SONU – Syf:31,33

Evrende rastgelelik/tesadüf olmadığına göre; dünyada, özellikle de devre sonlarında, tekamül bakış açısından, bir seleksiyon, bir tahrik ve vicdani kaynaşma, maksat olarak ele alınmıştır. Söz konusu “vicdanî kaynaşma”yı doğal âfetlerde ibretle izliyoruz. Bu durum bireyler için gelişim açısından büyük sınanmadır. Herhangi bir nedenle ortaya çıkan ve algılama alanımıza girmiş olan bir olay genel anlamda bunu algılayan/izleyen herkes için bir etkidir. Burada olayın kendisinden daha önemli olan, bireylerin etkiye verecekleri tepkidir. Çünkü insan varlığı her şeyden daha önemlidir. Bu tepkinin türü o bireylerin genel gelişim düzeyleri hakkında ipuçları içerir. Çünkü herkes aldığı bir tepkiye idrak kapasitesine ve gelişmişlik düzeyine göre tepki verir. Kimisi algılamaz, kimisi algılar ama aldırış etmez, başka biri de derinden etkilenir. Bu konuda Sadıklar Planı’na kulak verelim; “…Dünyanızda meydana gelen her hadise, ancak o hadiseye sahne olan yer ve o yerin varlıkları ile vicdanı ve sempatik alakalar duyabilen insanlar için bir kıymet taşır. Bu hadiselerde, muhakkak ki, tekamül nokta-i nazarından bir seleksiyon, bir tahrik ve vicdani kaynaşma, maksat olarak ele alınmıştır. Bu üç nokta üzerinde düşündüğünüz zaman bir takım meseleleri kolaylıkla izah edebilirsiniz.”(celse 138)

Bu şeklindeki açıklamalar; deprem ve benzeri doğa olaylarının görünmeyen nedenlerini anlamaya çalışan ve fikir çilesi çeken bizler için önemli ipuçları içerir, “bakar kör” olmamayı ve Kur’an âyetlerine hedef hâline gelmemeyi bizlere sağlar.(*) Biliyoruz ki, esâsen olup biten her şey ve dünyanın tüm olanakları enkarne varlıkların gelişimleri, idraklenip şuurlanmları içindir. Rabb Planı’nın yüce vazifelileri tüm bunlardan ve doğal âfetlerden yararlanarak, afetler ile gelişim ihtiyaçlarımızı eşzamanlı duruma getirerek bizlere gece gündüz yardım etmeye çalışyor. Bu ilâhî teveccühün ve yardımın değerini bilip, şükr hâli içinde yararlanmaya ve bu konuda liyakatimizi artırmaya çalışalım. Bunun da yolu, kendini bilme duyarlılığı içinde idraklenme cehtimizi sürekli kılmak ya da başka türlü ifadesiyle vicdan birim düalitemizin (vazife planına yönelik) olumlu öğesinde değerler biriktirme duyarlılığı ve uygulaması içinde olmak.

Deprem olur, kaza olur, sel olur, ama bunların hepsi, ASLÎ İLKE’nin GEREKERİ kapsamında ve İLÂHÎ İRADE YASALARI içinde ortaya çıkarlar ve varlıkların yararınadır, onları “cezalandırmak” için asla değildir. Vazife Planı’nın yüce varlıklarında ve hele Aslî İlke’den böyle bir şey beklenemez, bunu

düşünmek bile abestir, ayıptır. Doğal afetlerle gelen yıkımı kadere bağlamak ve ALLAH’a fatura etmek, temelinde kendini ve haddini bilmezlik olan dinci cahil zihniyete özgü edepsizliktir. Depremleri fırsat bilip, masum insanları ALLAH ile korkutmak da; ne yaptıklarının ayırdında olmayan dinci cahillerin birbirlerini ALLAH ile aldatmalarıdır. Yazımızın akışı içinde geldiğimiz bu noktada Ergün Arıkdal’a kulak verelim: (Doğal afetler kastedilerek) “Bu olaylar insanların ağlaması için değildir. Bu olaylar insanların vicdanlarının harekete geçmesi içindir, gözyaşları için değil. Bu tip olayların ortaya çıkması insanlara zulüm olsun diye de değildir. Aksine, kendi kendilerine yaptıkları zulümden kurtulmaları içindir. Kendilerine artık zulmetmekten vazgeçsinler, vicdanlarının sesini dinlesinler diye bu olaylar ortaya çıkıyor.” (ANADOLU MİSYONU, Ergün Arıkdal, syf.124)

Yukarıdaki özdeyişte, “bireyin kendi kendine zulmetmesi”nden kasıt, dinsel öğreti ve inisiyasyonlarla gelen tüm uyarılara rağmen nefsin heva-hevesi yönünde hareket edip, vicdan sesine kulak tıkamasıdır; daha teknik ifadeyle, vicdan birim düalitesinin dünya maddesine dönük olumsuz öğesinde değerler biriktiriyor olmasıdır. Bu birey elbette ziyandadır ve kendisi için sürekli olarak, zamanı geldiğinde telâfi etmek zorunda kalacağı negatif karma biriktirmektedir. ALLAH zulmetmez, insan kendi kendine zulmeder.(**) “ALLAH insanları, işledikleri suçlar yüzünden cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı.” (Kur’an, Fâtır 45)(***)

............................................

(*) “gören gözler için çevreniz âyetlerle dolu” mealindeki âyetler: Neml 52, Fussilet 53, Secde 26, Naziat 26, Bakara 171, Rûm 21+22+23+24, Casiye 3+4+13.

(**) “Allah zulmetmez” mealindeki âyetler: Yûnus 44, Bakara 185, Nahl 61+118, Ali İmran 118, Nisa 40+147, Tevbe 70, Hûd 101, Fussilet 46, Tûr 18, Rûm 9, Hac 10.

(***) “İnsan kendi kendine zulmeder” mealindeki âyetler: Nisa 64, A’raf 160, Kehf 35, Ali İmran 11