Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

6 Ocak 2015 Salı

Yeni Çağın Birleyici Enerjisi S E V G İ

Yeni Çağın Birleyici Enerjisi
S E V G İ

Hazırlayan : Selman GERÇEKSEVER


G i r i ş :
Sevgi, kaynağı sonsuzluklar olan ve bilgiyle birlikte tüm evrenleri dolduran “evrensel ilâhi bir güçtür. Makbul olan, “Tanrı’nın sıfatlarıyla sıfatlanmak” ya da “Allah’ın renklerine bürünmek…”(1) ise; sevgi enerjisinin kaynağı olmasak bile, sevgi adını verdiğimiz bu “evrensel / ilahi çekim gücü”nü bünyemizden geçirip,  çevremize yansıtabilir duruma (sâfiyete / arınmışlığa) gelmek gelişimin devre sonu insanına özgü bir göstergesi olsa gerek. O halde, bir bakıma, “gelişmek; sevgi enerjisini aktarabilecek sâfiyete / seyyâliyete ulaşmak demektir. Muhammed Peygamber, sevginin önemini vurgulamak için onu, îmandan sonra ifâde etmiş: “Allah’a imandan sonra, amellerin faziletlisi insanlara sevgi duymaktır.” Sevginin önemini, İsa Peygamber başta olmak üzere, tüm öteki peygamber ve inisiyeler de vurgulamıştır(2). Yani yüzyıllardan beri, beşerin içsel gelişimi ve toplumun kurtuluşu bakımından üzerinde çok durulan konulardan biri olmuştur sevgi.

Peki uygulama ne durumda, bunu arzu ettiğimiz şekilde  yapabiliyor muyuz? Bu soruyu gönül rahatlığıyla “Evet.” diye yanıtlayamıyoruz. Çünkü, içinde bulunduğumuz devre sonunun şu bitiş yıllarında; hâla sevgisizliğin örneklerini (sadece bireysel düzeyde değil, toplumsal düzeyde de) zaman zaman  yaşıyoruz.Yaptığımız her şeyi, ne yazık ki  “sevgi ile yapamıyoruz”, eylemlerimize / etkinliklerimize sevgiyi katamıyoruz. Herkesi aynı derecede sevemiyoruz. Belki herkesi (aynı derecede) sevmek mecburiyetinde de değiliz ama; hiç değilse, nötr bile kalamıyoruz. Evet, ne yazık ki hâla genel görünüm olarak sevgisizliği deneyimliyoruz; başka türlü ifadesiyle, sevgisizliği deneyimleye deneyimleye sevgiyi öğrenmeye, onun önemini kavramaya çalışıyoruz. Dünya beşerine özgü bir gariplik: Kendini bilmeyen kişilere özgü bu tututum içinde koskoca bir devrenin sonuna geldik. Genellikle hemen hemen her şeyi ters uygulamayla öreniyoruz. Yani önce olmaması gerekeni deneyimleyerek idrak ediyor, ondan sonra olması gerekene yöneliyoruz. Oysa kestirme ve insana yaraşır yol yüzyıllardır öğütlenmekte….
---ooo0ooo---

Konumuz olan sevgiyi, sevgisizliği yaşayarak; herkesi / her şeyi sevmeyi, sevgi odağı olmayı, aramızdaki sevgi sirkülasyonunu artırmayı öğrenmeye, böyle bir sâfiyete ulaşmaya çalışıyoruz. Peki, bunca ilâhî ve inisiyatik tembihat ve öğüde rağmen, kestirme yol dururken, niçin sarp yollarda, çıkmaz sokaklarda itişip duruyoruz? Doğru ve kestirme yolda bulunmanın önündeki engel nedir? Yani; sevgi enerjisini işlerimize / ilişkilerimize niçin katamıyoruz, sevgi enerjisini bünyemizden niçin geçiremiyoruz, bu enerjinin akışını engelleyen unsurlar (elemanlar / etmenler) nelerdir? Bu “elemanlar”, genel bilgilerimiz çerçevesinde; kendimizi tanıyamamış ve içsel bütünlüğe ve belirli bir sâfiyete ulaşamamış olmamızdan dolayı tutkularımız, özdeşleşmelerimiz, benliklerimiz, gururumuz / kibrimiz, ön yargılarımız, otomatik yaşayışımız ve bunlarla bağlantılı olarak, sahip olduğumuz astral tortular ve dirençlerimizdir. Burada “astral tortular ve dirençler”den kasıt; aşkın yanımızdan gelen sevgi enerjisinin akışını ve çevremizdekilerden yansıyarak içimizde kaynamasını engelleyen maddesel ve beşeri birikimlerdir.

O halde, biz her şeyden önce; kendi kendimizin eğitimini tamamlamak zorundayız. Okullardaki eğitim bu amaca, yani, insanın / çocuğun kendi kendisini tanımasına, yukarıda sıraladığımız, sevgi enerjisinin akışını engelleyen bünyemizdeki bu negatif birikimleri tanıyarak, onları kontrol altına almaya, ortadan kaldırmaya yönelik olmalıdır. Asında eğitim, ruh varlığının evrensel işlevidir. Çünkü varlık varlığın gelişiminden sorumludur. Bilen, bildiğinden sorumludur. Dolayısıyla elbette ki, Hiç bilen ile ilmeyen bir olur mu!” (3) Söz konusu sorumluluğun gereği, bildiğini paylaşmaktır. Aynı zamanda, paylaşırken / öğretirken öğrenmek ve yeni yeni idraklenmelere ulaşmaktır. Bu durum, aynı zamanda varlığın evrensel işlevidir: Evrensel yardımlaşma ve dayanışma olgusu, evrensel ilişki ve etkileşim… İşte bu evrensel olgunun temelinde değişik süptilitedeki sevgi enerjisi bulunmaktadır. O halde, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz sanıyorum: Sevgi sonsuz bir enerji, eğitim de ruh varlığının sonsuz ve kozmik bir işlevi, ilâhî bir vazifesidir. Bu durumu ve önemini Önder Plan’ın bilgilerinden sonra daha iyi anladık…Böylesine, temelde ortak niteliklere sahip olan bu iki kavramın birlikte ele alınmasında yarar vardır: Sevgi ve eğitim, sevginin eğitimdeki rolü…

Sevgi ve Eğitim
Sevginin, sâdece eğitimde değil, her şeydeki rolü pozitiftir kuşkusuz; yeter ki o, duygusallıkla, bencillikle, çıkarcılıkla kirletilmiş olmasın: Bunların, sevgi enerjisi için “direnç” oluşturan ve engel nitelikli elemanlar olduğunu, girişteki paragraflarda belirtmiştik. Kuşkusuz, bu engellerin arasından süzülüp çıkmaya çalışan sevgi enerjisi;  yaralanmış / berelenmiş, bu elemanlarla kirlenmiş ve sâfiyetini etkisini  yitirdiği için, beklenen yararı sağlayamayacaktır. O halde kabahat, sevgide değil; sevgiyi o duruma getiren bireyde olmaktadır. İşte onun için diyoruz ki, birey sâdece sevgi etkisini  değil, aşkın (müteal) yanından kaynayıp gelen, rehber varlıklardan gönderilen, vicdandan kaynaklanan tüm düşey tesirlere aracılık edebilmesi için; kendi kendini tanıma cehti ve zamanın değişime zorlayıcı şuurda uyandırıcı etkisine uyum sağlama cehti içinde bulunmalıdır. Bu uğraş ve cehit de, kişinin kendi kendini eğitmesinden (ve hatta, “gerçek eğitim”den) başka nedir ki…

Demek ki, birey kendini bu anlamda eğittikçe, daha da önemlisi, çocuklar bu anlamda eğitildikçe, sevgi enerjisinin daha iyi bir aktarıcısı oluyor. Böyle bir “yeni insanlık dönemi adayı”nın başkalarını eğitmesi de herhalde; sevgi dolu, her hâliyle pozitif etki dolu olacaktır. Bu şekilde sorumluluğunu yerine getirdikçe de daha fazla sevgiye, daha fazla pozitif etkiye ve yardıma lâyık olacaktır. Sevginin eğitimdeki rolünün derecesi ruhsal gelişim düzeyiyle yakından ilgilidir. Bu nedenle, bu yazımızda eğitimi; beşeri açıdan çok, ruhsal gelişim açısından ve yeniçağ insanı olmaya adaylık açısından ele alacağız.  Söz konusu “içsel gelişim”, İsa Peygamber’in özdeyişindeki “çocuk safiyeti” kavramında anlamını bulan bir durumdur. “Çocuk safiyeti”nde anlamını bulan bir içsel gelişim düzeyi; karşılıksız sevgi dolu, herkese bir gözle bakan, çevresinde önyargısız yaklaşan bir çocuğun sâfiyeti…

Gönül” Olmuş Kalp
Söz konusu “çocuk safiyeti”nin veciz şekilde vurgulanışını, hatta yetişkinlere hedef / örnek olarak gösterilişini, İsa Peygamber’in sözlerinde buluyoruz; Aziz Hipoyte (/Hipoyit/) tarafından aktarılan bir İsa kelâmı şöyleydi: “Beni arayan herkes, çocukları kalbinde bulabilir, çünkü ben oradayım.” İsa Peygamber’in bu veciz ifadesi bizlere şimdi ister istemez bir Kur’an ayetini de anımsatıyor: (Mealen) “Ben hiçbir yere sığmam, ama mü’min kulumun kalbine girebilirim…” Kuşkusuz, böyle bir kalbin; çocuk kalbi gibi, saf ve tertemiz olması gerek. Yani, yukarıda belirttiğimiz anlamdaki eğitimle ve terbiye ile  bu duruma getirilmiş olması, sanki sevgi enerjisiyle yıkanmış bir kalp… Böyle bir kalp, zaten artık kalp olmaktan çıkmış ve (Sufizm’deki ifadesiyle) “gönül” olmuştur.

İsa Peygamber’in çocuk sâfiyetine verdiği önemle ilgili olarak Markos İncili’nde de (10,13-16) güzel bir olay anlatılır: “Bir gün, onlara dokunsun diye kendisine çocuk getiriyorlardı. Fakat şakirtler, çocukları getirenleri azarladılar. İsa bunu görünce, gücenip dedi;Bırakın çocuklar bana gelsin, onlara engel olmayın; çünkü Tanrı’nın melekutu bu gibilerdir. ‘Doğrusu size derim ki, kim Tanrı’nın melekûtunu çocuk gibi kabul etmezse, ona asla giremez.’” Ve onları (çocukları) kucaklayıp, ellerini üzerlerine koyarak, hayır dua etti.
Ayrıca, başka bir yerde de, şöyle diyor: “Melekûta giren kimselere benzer şu süt emen çocuklar….” Evet, tüm bunları niçin aktarıyoruz? Çünkü, yukarıdaki satırlarımızda “eğitim”i, beşeri açıdan çok, ruhsal gelişim açısından ele alacağımızı belirtmiştik. Bizim için, şimdilik; ruhsal gelişimin hedefi de “çocuk sâfiyeti ve masumiyeti”yle simgelenen içsel gelişim düzeyidir. Bu aynı zamanda, “yeni insan”ın en belirgin niteliği olacaktır. Büyük uyanıştan sonraki “yeni çağın insanı”nın genel görünümü tüm öteki kutsal ve inisiyatik öğretilerde de ortaya konmuştur. Hatta İsa Peygamber’den asırlarca önce yaşamış Fisagor’un öğretisinde bile bunun imalarını görüyoruz.

Çocuk Sâfiyeti
Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, “yeni insan”nın en belirgin niteliği “çocuk safiyeti”dir. İnsanların, evrensel sevgi enerjisinin kendi paylarına düşen miktarını; olduğu gibi değilse bile, aslına oldukça yakın bir şekilde bünyelerinden geçirip, çevreye yayacak şekilde saflaşmaları… O halde, ruhsal / içsel gelişim çerçevesinde, eğitimin amacı bu olmalıdır: Çocuğun, ergenlik yıllarına kadar sahip olduğu saflığı  ve mâsumiyeti ömür boyunca sürdürmesini sağlamak. Bu eğitim aynı zamanda ve pedagojik anlamda olmak üzere; “otonom şahsiyet”i geliştirici bir eğitim anlayışıdır.  Sevgi ile ve “gerçek sevgi”ye yönelik yapılan bu eğitimin başarısızlık şansı hemen hemen yok gibidir. Çünkü sâdece hemcinslerimize değil, tüm tezahürata sevgi ile yönelişimiz, bizdeki öteki erdemleri ortaya çıkaracağından; bizler öğüt vermekten çok,onlara “örnek olarak yardım eden” yetişkinler olacağız.

Başka bir ifadeyle; eğitirken eğitilmiş, öğretirken biraz daha öğrenmiş olacağız. Bu süreç sonsuzdur; elbette ki hiçbir varlığın eğitiminin sonu yoktur. Ruh varlığı olarak, enkarne olduğumuz andan itibaren, bedenimizi terk ettiğimiz ana kadar ve hatta ondan da sonra, gerçek amacımız ve ihtiyacımız kendini bilme cehti içinde eğitmek ve eğitilmektir. Tezahüratın her birimi hem etkileyen ve hem de etkilenen durumdadır(4).

Eğitim beşikten mezara kadardır…” diye bir atalar sözümüz var, ama biz bunu ölüm ötesine doğru, tekrar tekrar doğuşları kapsayacak şekilde  sonsuzluğa doğru uzatıyoruz. Çünkü yaşam, beşik ile mezar arasına sıkışmış değildir; ölüm yok, sürekli doğuşlar var: Bir kez dünyaya, bir kez dünya ötesine (ahirete / spatyoma) doğuyoruz. Dolayısıyla hep varız, yok olmak anlamında ölüm yok. Ölüm sadece bir geçiş olmaktadır. Bu sürekli doğuşlar boyunca, varlığın evrensel işi, eğitmek ve eğitilmek, ya da başka türlü söylemiyle hep değişip, dönüşüp gelişmek. Bu sonsuz gelişim olgusu içinde, olup duran nedir? Sevgi enerjisini giderek bünyeden daha fazla geçirip, çevreye dağıtabilecek arılığa ve duruluğa gelmektir. Bu durumun ve oluşumun ayrıntıları İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT (Run ve Madde Yayınları) adlı eserde, elimizde bulunan en son şeklini almıştır.

Ayrıca, “varlıksal ilkeler”le(5) ilgili bilgilerimizden de biliyoruz ki; varlık, bu sözünü ettiğimiz olgu içine, seçme özgürlüğünü ve özgür irâdesini kullanmaya başladığı andan başlayarak girmiş ve sürmektedir. Seçme özgürlüğü doğrultusunda, bu şekilde maddeyle bağlantı kuran varlık, yaratılışının gereği, özsel olarak sâhip olduğu(fıtratında bulunan) bilgiyi (özündeki bilgiyi)  uygulama fırsatı bulur. Ruh varlığının evrensel / kozmik görevi gereği bu fırsat; maddenin eğitimi, yani geliştirilmesi amacıyla başlasa da, aslında o; ruh varlığının , sonsuzluk içinde, Yaradan’ını tanıma doğrultusunda kendini eğitmesidir.

Evrende her şey kaotik ve anlaşılmaz bir düzen içinde işler gibi görünüyorsa da, aslında olup biten her şey İlâhî İrâde Yasaları’na tam bir uygunluk hâlinde tezâhür etmektedir(6). Bizlerin bu “yarım idrakli”(söylem Önder Plan’a âittir, sayfalar 50+58)  anlayamadığımız için, “kaotik” olarak nitelendirdiğimiz bu düzen, varlığın eğitiminde esas rolü oynamaktadır. Yani bu kaotik düzen; varlığın kendini bilmesinde, kendini tanımasında ve başkalarının da kendilerini tanımalarına yardım etmesinde, ihtiyacı olan tüm olanakları içerir ki, bu “içsel gelişim olanakları”nın Kur’an terminolojisindeki karşılığı “nimetler”dir(7).

Durum böyle olunca, şimdi diyebilir miyiz; bu “yarım idrak” düzeyiyle ele alınan eğitim, insanın gerçek doğasına en uygun olan eğitim midir? Elbette evet. Bu eğitim ile, evrensel sevgi enerjisiyle de şuurlu olarak destekleyebilirsek;  bizler farkında olalım ya da olmayalım, gerçek kimliklerimizi bu zaman ve mekânda tezâhür ettirmeye aday varlıklar niteliğini kazanabiliriz. Burada “gerçek kimlik” derken, “iç potansiyelimiz”i kastediyoruz.Yani, iç potansiyelin, “öz benliğimiz”(söylem Önder Plan’ın bilgilerinden alınmıştır) olduğu gibi, ya da  %100’e yakın bir şekilde bedende tezâhür etmesi…

A i l e
Görüldüğü gibi; “eğitim” ile “sevgi” arasında önemli ve doğal bir ilişki var. İşte bu anlamda “gerçek eğitim”; evrensel sevgi enerjisinin bedende daha çok tezâhürüne olanak sağlayacaktır. Daha öncede belirttiğimiz gibi, ruh varlığının eğitici işlevi,  maddesel ortamlarda ve onların doğal uzantısı olan (onların) spatyomlarında geçer. Bunun için, maddeye enkarne olmak söz konusudur. Dünya ortamındaki insanlık (beşeriyet) düzeyinde varlıkların enkarne oldukları yer âiledir. Unutmayalım ki; evrensel bir ortak alan olan ailenin kuruluşunda da  önemli unsurlardan (elemanlardan) biri sevgidir.(Erkek-kadın enkarnasyonları ve aile konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. RUH ve KÂİNAT, Cilt 3, sayfa 800+805)

Ailenin kurucu üyeleri olan “ana-baba”nın da bu bilinçte oldukları ölçüde, çocukların eğitimine basiretli bir şekilde katkıda bulunmaları  söz konusudur sanıyorum. Bunun tersi olduğu durumlarda, çocukların  yanlış eğitimle aile içinde şımartılarak dejenere olduklarını görüyoruz. Yapay, çıkarcı ve bilinçsiz olarak aile bireylerinden  yayılan sevgi  enerjisi, ailenin temel görevi olan ; kendine yararlı, çevresine yararlı, güvenilir ve kısaca, “şuurlu çocuk yetiştirme” işlevini yerine getirmesini engellemektedir.

Çocuk Eğitimi = Ego Eğitimi
Çocuk eğitimi, bir bakıma; egonun eğitiminden başka nedir ki? Ya da başka türlü bir söylemle, eğitilmemiş bir çocuk, “eğitilmemiş ego demektir. Çocuğun bu anlamda eğitilmesi için, hiç kuşkusuz önce yetişkin kendisini bu şuurla eğitmiş, egosunu edeplendirmiş  olması gerekir. Ego eğitimiyle, sevgi enerjisine karşı geçirgenlik kazanmak; yani sevgi enerjisinin bireyden bireye olan sirkülasyonu arasında yakın ilişki olduğunu daha önce söylemiştik.

Ego eğitiminin, dolayısıyla egonun isteklerine muhalefet edebilme gücünün, ruhsal gelişim çerçevesinde “ihtiyaçlar”la da bağlantısı var. İhtiyaçlar konusu ve onlara karşı tavırlanmamız oldukça önemli. Çünkü ihtiyaçlar, bir bakıma “içsel gelişim araçlarımız”dır. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız anlamda terbiye edilmemiş bir çocuk ve genç, çok büyük ölçüde “yapay gereksinimler” ve “geçici mutluluklar” peşindedir. Ayrıca, kişilerin ihtiyaç (gereksinim) duydukları şeylerle, içsel gelişim düzeyleri arasında da  bir bağlantı kurulabilir. Bu nedenle, biraz da “ihtiyaçlar” konusu üzerinde durduktan sonra, tekrardan sevgi ve eğitime dönmemizde yarar görüyorum.

İ h t i y a ç l a r
Zâten ihtiyaçlar; belirli bir yaşam içinde, yaşam planımızın gerçekleştirilmesiyle ilgili bir konudur. Yalnız, biz beşerî varlıklar olarak, ve çoğu zaman da egomuzun eğitilmemişliğinden dolayı, yapay ihtiyaçlar içinde  kaybolur, gerçek  (içsel gelişim) ihtiyaçlarımızdan uzaklaşırız. Bu durum aynı zamanda, yaşam planının doğru düzgün uygulanmaması anlamına gelen bir tâlihsizliktir. Bildiğimiz gibi, yaşam planınımız kapsamında olmak üzere, her enkarnasyonumuzla belirlenen ihtiyaçlarımız başka başkadır. Neden bu böyle? Çünkü her tekrardoğuşta gelişimimizin başka bir yanını ele alırız ruh varlığı olarak… Aslında (tezahür uzantısı olduğumuz) asıl özkendimiz ve ruhsal planımız açısından gerçek gelişim ihtiyaçlarımız belli bir yaşamda sayı olarak çok fazla değildir. Ama yukarıda değinip geçtiğimiz gibi, dünya koşullarında bu ihtiyaçlar, yine dünyasal icaplara ve toplumsal koşullandırmalarla saçaklanarak çoğalır, hatta enkarne varlık bu yapay icaplar ve ihtiyaşlar içinde kaybolup gider. Beşerî yanımızın (bedensel benimizin) arzu ettiği her şey gerçek (içsel gelişim) ihtiyacımız değildir. Bu nedenle, gerçek ihtiyaçların karşılanması ile şuurlanma arasında ve de egonun eğitilmişliği arasında (dolayısıyla sevgi sirkülasyonu arasında) yakın ilişki vardır.

Buradan da anlaşılıyor ki; gerçek eğitim, aynı zanda, kişiyi gerçek ihtiyaçlarına yöneltebilen eğitimdir. Bu anlamda “gerçek eğitim” bireyi (özellikle de çocukları ve gençleri), en kötü beşerî zaaflarımızdan biri olan savurganlıktan, anlamsız tüketicilikten korur. Bu arada, gerçek eğitimcinin görevi de; önce kendisini bu seçimi  yapabilecek duruma getirmek, sonra da eğitim süreci içinde karşısındakinin gerçek ihtiyaçlarını belirleyerek, ihtiyacı olanı ona sevgi ile vermektir. Demek ki, bu anlamda sevmek; karşısındakinin egosunu okşamak, sokak başlarında krize girmiş pozlarında sevgi şovları sergilemek, dolayısıyla yapay / egoistik ihtiyaçların doyurulmasına yönelik eylemlere yönelmek değildir. Tam tersine, sevmek; karşımızdakinin gerçek ihtiyaçlarını görebilme / sezinleyebilme kapasitesidir. Karşımızdakini her türlü kusuruyla kabullenip, onu yüreğine sığdırmak ve içsel gelişimine katkıda bulunmak adına onun doğru yolda kalmasına yardımcı olabilmektir. Bu bakımdan, bu şuurda olmayan birinin, olayların dış görünüşüne bakarak, eğitimci hakkında karar vermesi hiç de sağlıklı bir tutum değildir. Çünkü bilinçli bir eğitimcinin  ne yaptığı ve nasıl yaptığı önemli değil,  niçin ve ne niyetle yaptığı önemlidir.

Tam bu noktada, belki şu durumu da göz önüne almakta yarar var: Burada “eğitimci” derken; toplumda belli bir yeri olan, birkaç fakülte bitirmiş, sâdece bu işin eğitimini gören kişileri  kastetmiyoruz. Öğretimin / öğrenimin bile doğru dürüst gerçekleşmediği okullarımızda bu anlamda eğitimden söz etmek zâten olası değildir. Sigara ve uyuşturucu bağımlılığı ile şiddetin (ABD okullarından ülkemize doğru) sızmakta olduğu ve bununla mücadeleye çalışılan okullarımızda ego eğitimi çerçevesinde idraklenme ve şuurlanmadan ve bunlara bağlı olarak sevgi sirkülasyonundan söz etmek elbette olası değildir.  Hele, dinin eğitime âlet edilerek ayrımcılığı körükleyen eğitim hiç değildir. Bizim burada “eğitimci”den kastımız, kendisinin ve çevresindekilerin gelişimini hep pozitif  yönde destekleyen, varlık sevgisi yüklü bilge eğitimciyi kastediyoruz. İşte böyle bir eğitimcinin belirgin özellikleri nelerdir, birlikte görelim:

Gerçek / Bilge Eğitimci
O her şeyden önce “esnek ve uyumlu” bir insandır; karşısındakine hatâ yapma şansı tanır, çünkü bilir ki başarı kadar başarısızlık da gelişim açısından önemlidir. Hatta, hatâ ve  başarısızlıklar çok daha önemlidir çünkü kişiyi daha çok gayrete, gelişmeye zorlar, uyanık tutar. Başarı ise, bir kez elde edildi mi, bazılarını atâlete itebilir; ya da aynı başarı düzeyini sürdürmenin rahatlığının rehâvetine itebilir. Bu nedenle, iyi bir eğitimci, karşısındakine hatâ yapma şansı tanır, kusurlarına, hattâ densizliklerine sabır gösterebilir. Bu, kendisi için de bir hoşgörü ve esneklik uygulamasıdır.  Evet, hoşgörü de, herhalde bir eğitimcinin sâhip olması gereken belirgin niteliklerinden  bir tanesi olsa gerek… Hoşgörülü olmak; hatâyı / noksanı anlayışla karşılamak ve karşıdakine yeni bir deneme şansı tanımaktır.

Ayrıca, iyi bir eğitimci, aynı zamanda “koruyucu ve kollayıcı”dır da… Kendilerinden sorumlu olduğu kimseleri görüp gözetir; onların dertleriyle dertlenir, sevinçleriyle sevinir. Bunlara “anlayışlılığı ve vericiliği” de ekleyebiliriz elbette. İyi bir eğitimci sâdece anlayışlı değil, fedakârdır da… Kuşkusuz, tüm bu meziyetleri bir arada bulundurabilmesi için duygularını kontrol altında bulunduruyor olması gerekir. “Duyguları kontrol altına almışlık zâten “yeni insan”ın en belirgin niteliklerinden biridir.

Demek ki, olgun / bilge bir eğitimcinin hedefi; karşısındakinin gerçek ihtiyacını objektif olarak belirlemek ve onu bu doğrultuda yönlendirmektir. İşte tüm bunlardan dolayı, her öğretim, eğitim değildir. İyi bir eğitimci; öğretimi de, eğitim amacıyla kullanır. Öğrendiğimiz şeyler de gerçek anlamda eğitim için(içsel gelişim için) birer araçtan başka bir şey değildir. Öğrendiklerimizle ne yaptığımız, nasıl ve ne niyetle yaptığımız önemlidir…Doğaldır ki; bu anlamda eğitilmemiş bireyin(özellikle de çocukları ve gençlerin) öğrendiklerinden; ne kendine, ne de çevresindekilere bir yayarı vardır. Çünkü gerçek anlamda eğitilmemiş birey, bildiklerini de egoistçe amaçlar doğrultusunda kullanacaktır, doğru bildiklerini yaşamına geçirmekten çok, eline geçen olanakları egosunu güçlendirme yönünde kullanacaktır. Daha da kötüsü; olumsuz çevrelerin çıkarcılığa yönelik aldatmacalarına kolayca kanacak, kötü yollara saparak, telâfisi güç karmik birikim oluşturacaktır…Öğretimi ve her şeyi eğitim amacıyla (beşerî zaaflardan kurtulup, insanlaşma amacıyla) kullanmamanın getirdiği olumsuz sonuçlardır bunlar. Ne yazıktır ki, günümüz gençliğinin büyük çoğunluğunun bu üzücü durumda olduğunu görüyoruz.

Anne – Çocuk İlişkisi
Bu son belirttiğimiz durumun en doğal şeklini anne-çocuk ilişkisinde görürüz: Anne, bu anlamda iyi bir eğitimci değilse; duygusal bir analık içgüdüsüyle çocuğun her istediğini yapacaktır. Eğitimden nasibini alamamış bir çocuğun beklentilerinin hemen hemen hepside egoistçe (hep kendine yönelik) isteklerdir. Her istediği yapılan çocuk ise bunu, annesinin ona olan sevgisinin bir kanıtı zanneder. Bu yanılgı da çocuğu dejenerasyona sürükleyen etmenlerden biri olabilir. Çocuğuna gerçek anlamda  yararlı bir annenin görevi, yavrunun bencillikten kurtulmasına yardım duyarlılığı içinde; dikkatli bir gözlem ile sâdelik içinde çocuğun gerçek gelişim ihtiyaçlarını keşfedip, onları ölçülü bir şekilde karşılamak; büyük ölçüde söyledikleriyle değil, hareketleriyle çocuğa örnek olup, yerli yerinde öğütlerle onu gelişimine katkı sağlamaktır. Yoksa, çocuğun egosal ihtiyaçlarını sürekli bir şekilde karşılamak değildir. Çünkü, unutmayalım, az yukarıda da belirttiğimiz gibi; eğitilmemiş çocuk, “eğitilmemiş kaba bir ego” demektir. Bu anlayışla, sözüm ona eğitilen çocukların; bencilce arzular içinde davranış bozuklukları göstermesi, uyumsuzluktan uyumsuzluğa düşerek, dejenerasyon alanları içinde  doyumsuz bir kişi olarak yaşamaları (daha doğrusu, “sürünmeleri”) doğaldır. Bu gidişin vahşice örneklerini zaman zaman Amerikan okullarında görüyoruz. Eğitilmemiş kaba ego, ne kadar (maddesel, ekonomik) varsıllık içinde bulunursa bulunsun, yine de doyumsuzluk içinde kıvranmaktan kendini alamaz.

Kaale Alınma açlığı
Bu doyumsuzluğun ve eksiklik duygusunun  neden olduğu itilimle bazı kimseler sanki “kaale alınmak” açlığı içinde görünüyor. Çevredeki bireyler tarafından kaale alınmak, ilgi odağı olmak için gerek dış görünüş, gerekse davranış şekilleri olarak göze batıcı uygulamalar sergiliyorlar. Az yukarıda “ailede eğitim” konusuna değinmiştik ama, bu son geldiğimiz noktayla bağlantılı olarak bir duruma daha açıklık getirmekte yarar var: Anne-baba sevgisi ve bu sevginin niteliği. Bu sevginin bir ayrıcalığı vardır. Kaale alınmakla da bağlantılı olarak “anne-baba sevgisi”nin öteki sevgilerden ayrıcalığı; onun kökeninin, doğmadan önceki “bedensiz” hayatımıza kadar uzanmasıdır. Doğmadan önce varlık, yaşam planına göre; annesi olacak “olası / aday” varlıkla iletişime girer. Annenin rızası, o zamandan başlayarak (anne rahmine düşmeden çok önce) alınmış olur. Bu “rızalaşma”; varlıksal anlayışadayalı sevgi ve sempatizasyondur. Bu şekilde, anne sevgisinin tohumları  doğmadan çok önce fizik ötesinde atılmış olur. İşte bu şekilde tohumları spatyomda atılan sevgiye dayalı bir iletişim, annenin çocuğa vereceği eğitim için gerekli ortak alanı da sağlamış olur. Bu ortak alan içinde, anne rolünde görülen varlığın, çocuk rolünü üstlenen varlığa uygulayacağı eğitimin şekli ve kalitesi, her iki varlığın; yaşam planlarına, ruhsal gelişim ihtiyaçlarına, annenin varlık anlayışına ve kendini tanımadaki derinliğine / kararlılığına bağlıdır.  Sevginin temelleri bu kadar eskilere, doğumdan önceki zamanlara dayanmasına rağmen; yine de her türüyle sevgisizlikler yaşanıyor. Bunun  nedeni, büyük ölçüde, kendini tanımakla / tanımamakla ilgilidir. Kendini tanıma kapsamında doğru bildiklerini uygulama süreci içinde birey; dirençlerinden (“kabuklarından”, sahte benliklerinden) kurtulabildiği ölçüde, evrensel sevgi enerjisini giderek kendinde daha çok tezâhür ettirebilir. Konumuz olan “eğitim” söz konusu olduğunda da, anne aya da baba olarak çocuğun gelişimine o derecede önemli katkıları olur.

Ne tuhaf, ama o derecede de ne yazıktır ki; dünyada oluşturduğumuz bu “kabuklar, sahte benlikler” yüzünden, doğmadan önce ruhsal ailemize (planımıza) verdiğimiz sözü bile tutamıyoruz.(8) Yukarılarda bir yerde de değinip geçtiğimiz gibi, anne-baba kendilerini tanıyabildikleri ölçüde çocuklarını da gerçek benlikleriyle algılarlar.Yani çocuklarına, “çocuk” olarak değil de,  sâdece kendisinden sonra “enkarne olmuş bir ruh varlığı” gözüyle bakar ve bu şekilde yaklaşırlar. Gerçekte, yeni enkarne olmuş varlık, annesinden çok daha fazla bir oranda Yukarı’ya, ruhsal planına (kendi özüne) bağlıdır. Böyle bir anlayışa sâhip olmayan bir anne-baba tarafından yetiştirilen çocuğun kendi özüyle olan bağlantısı, çocuğun varlıksal yapısıyla pek ilişkili olmayan ve dolayısıyla da  kısır bir eğitimden dolayı gitgide unutulur. Çocuk, aklı kıt, idraki dar, büyüklerinin himayesine  her zaman muhtaç, sâdece biyolojik ihtiyaçları olan bir yapı olarak ele alınır ve bu zihniyetle yetiştirilir. Sonunda, bakarsınız karşımızda, yetersizlik ve kendine güvensizlik  içinde kıvranan, davranış bozuklukları sergilemekten başka bir becerisi olmayan, kandırılmaya ve dejenerasyona açık, ayrıca insana güven vermeyen verimsiz bir nesil. (“Bir genç, her şeyden önce insana güven vermelidir.” –Atatürk)

İşte bu bakımdan çocuğu, “çocuk” olarak ele almayıp ta, ruh varlığı olarak ona yaklaşırsak, onun  öz kendisiyle olan farkındalığını canlı tutmuş oluruz. Çünkü, bizim “çocuk” dediğimiz o birey, enkarnasyon hedefini gerçekleştirmek üzere doğmuş ve olgun bir ruh varlığının tüm niteliklerini taşıyan sanki bir “tohum” gibidir. Bu anlamda “tohum” kavramı İncil’de “hardal tanesi olarak simgelenmiştir. Hardal tanesi, tohumların en küçüğüdür ama, verimli toprağa düştüğü zaman, dev bir ağaç olur.  Burada ister istemez, şu güzel özdeyiş de geliveriyor aklımıza: “Anne-babaların kendilerini yetiştirmekle başlayacakları bir eğitimden daha doğru bir eğitim olamaz. Bizler hepimiz her zaman öğrenci olarak kalacağız…” Halil Cibran’ın da çocuklar ve eğitim üzerine güzel bir şiiri vardır:

“Onlar, doğrudan doğruya kendileri yaşamın çağrısının kızları ve oğullarıdır. Elinizden geçerler, sizden gelmezler. Eğer sizlerle birlikteyseler bu, ‘onlar sizindir’ anlamına gelmez. Onlara sevginizi verin, fikirlerinizi değil. Çünkü onların kendi fikirleri var. Bedenlerini barındırın, ruhlarını değil. Çünkü onların ruhları, bizlere ve hayallerimize yasaklanan yarınlardadır. Sizler onlara benzemeye çalışın, onları kendinize benzetmeye değil. Çünkü yaşam kaynağına doğru çıkmaz ve geçmişe takılmaz. Sizler yay; onlar çocuklarınız ise, yaydan fırlayıp gidecek olan cıvıl cıvıl oklardır.”
  ……………………………..
(1)     Ayet (“Tanrının rengiyle renklenmek…” –Kur’an, Bakara 138)
(2)     Sevgi kavramıyla ilgili birkaç Kur’an ayeti ve özdeyiş:
·          Kur’an, Bakara 165,
·          her şeyin başı sevgi: “Nerede sevgi ve saygı varsa, orada itimat ve itaat vardır. İtimat ve itaatın olduğu yerde disiplin vardır. Disiplinin olduğu yerde huzur, huzurun olduğu yerde de başarı vardır.” –Atatürk
·          İşidin ey yarenler; aşk bir güneşe benzer, aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer…” – Yunus Emre
·          Nazik ve sevgi dolu bir eylem kendi başına bir ödüldür.” – William J.Bennet
·          Sevgi ve ilginin gücü dünyayı yerinden oynatabilir.” – James Autry
·          Dostlarla olunca, acı yemiş bile hoştur.” – M.Celaleddin (Mesnevi 2835)
·          Aşk şeraiti, tüm dinlerden ayrıdır; aşıkların şeraiti de ALLAH’tır, mezhebi de…” – M.Celaleddin (Mesnevi 1770)
(3)     Kur’an-Zümer 8+9+15.
(4)     Allah her an etkinlik durumundadır….” meâlindeki ayet: Rahman 29
(5)     VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Medde Yayınları
(6)     Sünnetullah, ALLAH yasaları (Âyetler: Furkan 52, En’am 95, Fatır 43, İsra 77, Azhab 62, Fetih 23, Yasin 38, Fussilet 12)
(7)     nimetler”le ilgili âyetler: Tevbe 72, Mearic 19+21, Araf 31+32

(8)     Ahde vefâ konulu âyetler: Nahl 91, Bakara 177.

22 Kasım 2014 Cumartesi

Mesnevi Dizelerinin Düşündürdükleri

Mesnevi Dizelerinin Düşündürdükleri 

BEDENSEL BEN ve YÜKSEK BEN 
HAZIRLAYAN: Selman GERÇEKSEVER
Giriş
Dünya insanı (beşeriyet) olarak, Kur’an ifadesiyle(Tin 5) “aşağıların en aşağısı” nda bulunuyorsak da; insanın, “en güzel bir biçimde”(Tin 4) ve “âlemlere rahmet” olarak (Enbiya 107) yaratılmış olduğunu da Kur’an’dan öğreniyoruz. Bugünkü beşerin “potansiyel insan” olarak bu yüceliği, aslının / esasının ruh varlığı olmasından ileri geliyor. Yine Kur’an’a göre “âlemlere üstün kılınmış olan” (Duhan 32) ruh varlığıdır. Dünya insanı dediğimiz  beşer de, bu “üstünlüklerle donatılmış yanı” nı (İsra 70) (erdemleri) bedeninde (bedensel beninde) tezâhür ettirebildiği oranda insandır ve gerçek anlamda da o derece değerlidir. Dolayısıyla insan sâdece bedenden ibâret olmayıp, o esasen ruh varlığıdır ve beden / organizma ruhtan dolayı vardır. Beden, ruhun tezâhürüdür. Yunus Emre bu gerçeği, “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.” şeklinde ifadeye koymuştur.

Yunus Emre gibi, Mevlana Celaleddin ve benzeri büyük inisiyeler de ( ve en son olarak Bedri Ruhselman’da İLAHİ NİZAM ve KAİNAT adlı eserinde) bu gerçeği değişik şekillerde ifade etmişlerdir. Biz şimdi bu, bu kaynaklardan (ama ağırlıklı olarak MESNEVİ’den) yararlanarak, görünmeyen “asıl kendimiz” ile görünen “bedensel benimiz” ve bağlantılı konuları irdeleyeceğiz. Önce varlıksal yapımıza bakalım:

Varlıksal Yapımız
 Önce, İLAHİ NİZAM ve KAİNAT kitabıyla gelen ve en son bilgilerin ışığında “bedensel ben”in ve “yüksek ben”’in konularını varlıksal yapımız içinde görelim: Az yukarıda, “bedensel ben” dediğimiz görünen yanımızın ruhtan dolayı var olduğunu söylemiştik. Ruh ve beden (yani madde) cevher olarak aynı yapıda olmadıkları için, ruhun beden ile doğrudan bağlantısı söz konusu değildir; arada “yüksek benimiz” olan evren varlığımız bulunuyor. Aslında beden (görünen biz) ve yüksek ben (görünmeyen evren varlığımız) ruhtan dolayı var. Başka türlü ifadesiyle biyolojik bir yapı olan dünya bedeni, yüksek benimiz olan evrensel varlığımızdan dolayı, evrensel varlığımız da ruhumuzdan dolayı var.
Yüksek benimiz olan evrensel varlığımız, evren ötesi durumdaki ruhumuzun evrendeki bir tekâmül aracı, evrensel varlığımızın âlemlerdeki gelişim aracı da bu görünen biyolojik bedenimiz (organizma) Bir evren, âlemlerden oluşmuş maddesel bir mekândır (1) Bu yapılanma içinde ruhtan başka her şey değişik titreşim düzeylerinde maddedir. Evren varlığı da “şuurlu bir                
                        Resim  1
 madde” dir. (2). Varlığın, evren boyunca gelişim süreci içinde oluşan özbilgi birikimi, “ruhun tekâmül değerleri”ni oluşturur. Bu tekâmül değerleri, ruhlarla varlıklar arasındaki bağlantıyı sağlayan tesirlerdir (3). Bu temel yapılanmayı İLAHİ NİZAM ve KAİNÂT kitabından bu şekilde ortaya koyduktan sonra, bu durumu M. Celaleddin’in nasıl dizelere döktüğüne bakalım.
Diyor ki, “Beden, ruh için bir çadıra benzer.” Girişte de belirttiğimiz gibi ruh ve madde cevherleri farklı varlıklar oldukları için, doğrudan bağlantıları ve ilişkileri söz konusu değildir. Esasen evren üstü ruh ile madde âlemindeki bir biyolojik yapı (beden) arasında evren varlığı vardır. Ruhun, evren varlığı ile bağlantısı, varlığın özbilgi birikimi (yani, tekâmül değerleri) iledir. (3) Evren varlığının, bir uzaysal objedeki (örneğin dünyadaki) bedeniyle bağlantısı da “perispiri” (4) aracılığıyla oluyor. Ruh, sanki kendisini
         Resim 2
maddenin giderek kabalaşan ortamlarında korumaya almak için (M. Celaleddin’in ifâdesiyle) bir “çadır” a bürünmüş ya da gizlemiş. Bu benzetmede (teşbihte, sembolizmde) esas olan “çadır” değil, “çadır”ın içinde olandır. Çünkü “çadır”, onun içinde olandan dolayı vardır. Biyolojik yapı olan beden (organizma) ruhtan dolayı vardır. Bu durum, genel kural olarak; tesirin kabalaşarak (titreşimini düşürerek) tezâhür etme şekli ve bir bakıma da, tesirin maddesel ortamlarda ilerlerken sergilediği uyum hareketidir(bkz. Resim-2). Bu durum Yunus Emre’nin dizelerinde “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” şeklinde ifâde bulmuştur. Ruh varlığı bir şeylere “bürünmeden”( bu “bürünme” / örtünme bir “çadır”, “beden” vb. olabilir) bir mekânda tezâhür edemiyor

“Beden, ruh için bir ‘çadır’a benzer” dizesi de dâhil, bu çalışmamızda ele alacağımız Mesnevi dizelerinde anlamını bulan “bedensel ben ve yüksek ben (evren varlığı)” ilişkin teknik ayrıntısı ve açıklamasını  İLAHİ NİZAM ve KAİNÂT kitabında buluyoruz. (5).

Tesirin Maddesel Ortamda İlerleyişi
 “Tesirler ‘yukarı’dan ‘aşağılar’a inerken / indikçe, ‘basitleşirler’, ‘yukarılar’a çıktıkça da mudilleşirler(karmaşıklaşırlar).”
Kitap’ın bu ifadesinde “aşağı”=titreşimi kaba/düşük ortam, “yukarı”=titreşimi/frekansı yüksek ortam(boyut, plan, hatâ uzaysal obje…) anlıyorum. “basitleşirler” sözcüğünden de= değerlerinin bir kısmını yitirirler, zayıflarlar anlıyorum.
“Yukarı”dan gelen bir tesirin bu anlamda “basitleşmesi”, “aşağı”daki birimin (birim düalitenin) “yukarı”dan gelen tesirin tahribatından korunması demektir. Kitap’a göre, bu bir “süzgeç /ayarlama mekanizması”dır.
Örnek:
Tesirin “yukarı” dan “aşağı”ya inmesi durumu(Yani, titreşimi yüksek ortamdan, titreşimi düşük ortama ilerleyişi): Dünya dış uzaydan sürekli olarak tesir bombardımanı altındadır. Dünyaya yönelik bu tesirler arasında, dünyayı büyük zararlara sokabilecek olanlar az değildir. İşte dünya çavresinde bulunan “süzgeç mekanizmaları”, dünya için zararlı oalan bu tesirleri süzer. Bu “süzgeç mekanizmaları”nın hedefi, dünyanın kaldıramayacağı kadar kuvvetli olan (frekansı yüksek olan) tesirlere yol vermemektir.
Tesirin “aşağı”dan “yukarı”ya doğru ilerlemesi durumu (yani, titreşimi düşük ortamdan, titreşimi yüksek ortama doğru). Tesirin “yukarı”ya doğru ilerlerken, mudilleşmesi(karmaşıklaşması, güç/zor nitelikler kazanması)durumu: “Aşağı”dan gelip, “yukarı”ya doğru giden tesir, bir üst maddesel ortamdan(boyuttan / plandan) geçmek için, oradan değerler alarak, kendi bünyesini genişletir / mudilleştirir(geldiği yere oranla mudilleşir). “Yukarı”ya doğru çıkarken, “yeni değerler alması” demek, onun; “çoğala çoğala / güçlene güçlene / mudilleşe mudilleşe ilerlemesi” demek oluyor.
Tesirin bu hareketi(yani, “yukarı” çıkarken, mudilleşmesi; “aşağı” inerken basitleşmesi/zayıflaması ve değer yitirmesi) onun uyum hareketidir (boyutlarla /planlarla “kaynaşma” hareketidir). Böyle bir mekanizma olmasaydı, maddesel ortamlarda çeşitli “kaynaşmazlıklar” (uyumsuzluklar) olur ve tesirler yarar saylayacakları yerde, tahribata neden olurdu. Tüm bu “tesir ayarlama / süzgeç mekanizmaları” da gene, Yüksek İcaplar’ı taşıyan üstün tesirlerin kontrolları altında bulunmaktadır. (Kaynak: İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar 67+68)

Beden Mekânda, Ruh Mekânsızlıkta
Ruh ve bedenin, hatta varlık ile ruhun apayrı cevherlerde yaratıklar olduğunu, dolayısıyla ruh ile bu maddesel yapıların bir arada (aynı mekânda) bulunamayacaklarını yukarıda belirtmiştik. Ruhun dışında her şey madde olduğuna ve ruhun madde ile maddesel yapılarla doğrudan bağlantısı bulunmadığına göre, ruh bir bakıma “mekânsızlık” ta geri kalan her şeyde değişik titreşim düzeyindeki (farklı süptillerdeki) mekânlarda bulunuyor. Mesnevi’de bu gerçeği şöyle ifade bulduğunu görüyoruz: “Sen mekândasın, aslın mekânsızlık. Bu dükkânı kapa, asıl dükkân odur.” Burada aynı zamanda esas olanın ve de önemli olanın ruhsal yan olduğuyla ilgili de bir işaret var. Ama  o ayrıntıya girmeden önce, maddesel ortamlarla madde ötesi (fizik ötesi) dediğimiz ortamlar üzerinde bildiklerimizi anımsayalım:

Tesirlerin bir maddesel ortamdaki belirtisi harekettir. Başka türlü bir söylemle, bir tesir herhangi bir maddesel ortamda hareket şeklinde tezahür eder. Evren içindeki maddelerin bünyelerindeki hareketlerin artması ve maddesel bileşimlerinin karmaşıklaşması; tesirlere hedef olma alanlarının genişlemesi / değerlerin artması durumudur (6). Dolayısıyla bir maddesel yapının (örneğin, bedensel benin ) gelişmişliği, giderek daha suptil (yüksek titreşimli) tesirlere hedef olabilme becerisiyle doğru orantılıdır. Bu da o bedenin (bireyin) arınmışlığını / aydınlatılmışlığın; ifade eden güzel ve makbul bir durumdur.

Bizler “yarı idrakli” ya da “yüzeysel idrakli” (7) beşeri varlıklar olarak, göremediğimiz, elle tutamadığımız ve teknolojiyle saptayıp ölçemediğimiz şeylere / nesnelere “fizik ötesi” , “mekan / madde ötesi”, “mekânsızlık”  vb. deyiveririz, hatta bunları bilim dışı, gerçek dışı sayıveririrz. Oysa, metapsişik bilimin İLAHİ NİZAM ve KAİNÂT kitabıyla revize edilmiş olan bilgilerinin ışığında biliyoruz ki; spatyom (âhiret) dediğimiz ortam da; fizik ötesi değil. Fiziktir. Yani maddedir. Biz tamamen beşeri bir yanılgı olarak; çok sınırlı olan algılama olanaklarımızın, duyu organlarımızın ve araç-gerecimizin algılama sınırı dışında olduğu için oraya ya da orada bulunan varlıklara “mekân dışı” ya da “mekânsızlık” diyoruz. Oysa, dünyanın spatyomu ve ötesi de dâhil, tüm evren maddesel bir mekândır (8). Evren, özbenliğimizin yani asıl varlığımızın bulunduğu mekândır.(9). Şimdi bir bu durumumuzla, ama işin /konunun gerçeğini bilerek, “Özbenliğimiz olan varlık mekânsızlıktandır” diyebiliriz. Çünkü, beş duyumuzla ve aletlerimizle özbenliğimizi algılayamıyoruz. O halde özbenliğimiz olan asıl varlığımız “yok” tur ya da daha iyimser bir ifadeyle o “mekânsızlık”tadır…

Bu yaklaşım, evrene / âleme ve insana bir gözü kapalı ya da at gözlüğüyle bakan, bilimsel tutuculuktan yakasını kurtaramamış maddeci bakış açısıdır. Oysa, tüm kutsal ve inisiyatik öğreti ile metapsişik bilim; herkesin bir özbenliğinin (asıl kendisinin) olduğunu, esas ve hep var olanın o olduğunu, biyolojik bedenin (organizmanın geçici bir gelişim aracı olduğunu, bu gelişim aracının özbenlikten dolayı var olduğunu, özbenliğin de ruhtan dolayı var olduğunu hep söyleye gelmiştir. Son yarım yüzyıldan beri  maddeci / tutucu (sözde “pozitif”) bilim, parapsikoloji ve kuantum fiziğiyle insanın bu görünmeyen mekânsızlıktaki yanına yaklaşmaya çalışıyor(10). Bu yaklaşım, henüz onun (asıl varlığımızın / özbenliğimizin) tezâhürlerine yönelmiş durumda olsa da hiç yoktan iyidir, maddeci dünya bilimi açısından büyük bir sıçrama sayılabilir…

Gaybın Giderek Aydınlanması
Şimdi biz M. Celaleddin’in yaptığı gibi, yine de beşeri (yarı idrakli) bir yaklaşımla özbenliğimizin  “mekânsızlık” ta olduğunu söylemiş olalım ki (aldatıcı da olsa) görünüşe göre öyledir…Özbenliğimizin bulunduğu evren (görünmeyen yanıyla) “mekânsızlık” olursa, evren üstü durumda olan ruh (bkz. Şekil 1) haydi haydi “mekânsızlık” ta olur. Belki de asıl mekânsızlık orasıdır… Bu, bizler için tam anlamıyla “gayb”  durumunda ve gaybı ALLAH’tan başkası bilemez. Bu arada, geçtiğimiz zamanlarda pek çok bilgi “gayb” niteliğini yitirmiştir. Yani pek çok bilinmeyen ve hatta yarı idrakli beşer kafasıyla inkâr ettiğimiz ve okullarda bu şekilde okuttuğumuz pek çok bilinmeyen (“gayb”) bilinir duruma gelmiş “gayb” olma niteliğini yitirmiştir. ALLAH Kur’an’da meâlen; “Gayb’ı ben bilirim” diyor ama aklımızı işleterek O’nun âyetlerini görmemizi ve irdelememizi de ısrarla istiyor. Yani, “gayb”  olan her şeye nüfuz etmemizi, bilgilenmemizi, öğrenmemizi istiyor.

Aslında ALLAH’ın bilgisi her yerde, her şey O’nun âyetlerinden başka bir şey değil. ALLAH’ın bilgisi çokluk ve çeşitlilik hâlinde tezâhür etmiş durumda. Yeter ki bizler O’nun âyetlerine nüfuz etme liyakatimizi artıralım. Esâsen ALLAH da bizden bunu istiyor: “Çevreniz âyetlerle dolu, görmez misiniz, düşünmez misiniz, akıl etmez misiniz…” mealindeki âyetler ile bizleri, “gayb” olana nüfuz etmeye zorluyor; sanki, “Siz bir adım atın, ikinci adımda biz varız…” der gibi. Yukarı’sı, fizik ötesi yanımız, asıl kendimiz (yüksel benimiz) elini bize (bedensel benimize) doğru uzatmış durumda. Mesnevi’de bu durum şöyle ifade bulmuş:
“Gayb âleminden bir hitap ruha tekrar tekrar gelir.
Ten cihanından çık azâd ol.”
Yukarıda belirttiğimiz gibi, sonsuz yüceliklerden, o ışıklı ortamlardan bilgiler akıp durmaktadır. Görenin de önünde, görmeyenin de… Yeter ki, biz kendimizi (bedensel benimizi, yani şu anki enkarne durumumuzu bu “hitabı”(sezgileri / bilgileri) alacak süptiliteye(inceliğe) getirelim. Bu da belli bir arınmışlık düzeyine ulaşmakla elde edilecek bir liyakattir. Beden (nefs) aracılığıyla maddeye bağlılık ve bağımlılık bu liyakatin önündeki en büyük engeldir. Bu tutsaklıkla (yukarıda belirttiğimiz, “ceset olarak yaşamak” ile) bu liyakate ulaşmak çok zordur. Bu nedenle, anladığımız kadarıyla; M.Celaledin de, bu tutsaklıktan “azâd” olmayı öneriyor: “Ten cihanından çık azâd ol.” Ruha daha “yakın” olan yüksek ben için bir bedene bağlanmış olmak gerçekten tutsaklıktır. Ama fizik beden yukarıdaki anlamda arındırılırsa, nefsin hegemonyasından kurtarılırsa, bu tutsaklık daha az zahmetli ve yaşam da o kadar başarılı geçer. Burada esas olan, bedenli olarak yaşamak (“ten cihanında”) ama bedenin / “tenin” tutsağı durumunda olmamak: Bedenli halde bedensizmiş gibi (yani, güçlü bir şekilde Yukarı’ya bağlı) yaşamak. Bu makbul durum, yüksek bene(asıl kendimize) ve yüksek ben kanalıyla ruha sıkıca bağlanmışlığın ifadesidir ki bu durum “ALLAH’ın ipine bağlanmak/tutunmak”…mealinde Kur’an’da ifadesini bulmuştur. Bu durum da varlık için pek çok “gayb”, “gayb” olmaktan çıkar elbette…

Aydınlanmak
Maddesel yapılar (örneğin, enkarne varlıklar, yani bedensel benler, gelişim olgusu içinde giderek süptilleşirler. Bu süptilleşmenin (titreşimin yükselmesinin) gereği genel anlamda arınmak ve aydınlanmaktır. Bedensel benin gelişimi demek, giderek daha süptil tesirlere hedef olma alanlarının genişlemesi ve değerinin artması demektir (6). Varlık geliştikçe daha süptil bedenlere enkarne olmak durumundadır. Örneğin, âlemlerle dolu evrenin herhangi bir noktasındaki uzaysal objesinde öyle bedenli varlıklar olabilir ki, biz onları şu hâlimizle ve sınırlı bilgilerimizle ruh sanabiliriz. Kendi varlıksal yapımızı göz önüne getirecek olursak (Şekil -1) özbeliğimiz olan evrendeki varlığımızda maddesel bir yapıdır ama şu andaki bedensel benimize göre çok çok süptil bir yapıdır. Elbette ki evrende ondan da süptilleri vardır ve bu süptileşme evrenin Ünitesi’ne kadar sürüp gider (11).
Görülüyor ki, tezâhürat ortamında giderek süptilleşen bir yapılanma bulunuyor. Bu yapılanma içinde bedensel benler ve onların asıl sahipleri durumunda olan özbenlikler (evren varlıkları) gelişim olgusu içinde bir ortamdan bir üst ortama geçerek ilerlerler. Dünyada bu beşeri realite “basamaklarında” ilerleyiş şeklinde olur.

Âlemde boyuttan boyuta atlayarak… Şimdi, dünya beşeriyeti olarak bizler de içinde bulunduğumuz bu hidrojen âleminde, şimdiki zaman–mekân kesitine bu şekilde geldik (12). Sürekli bir yerden bir yere geçiş söz konusu ve bir yer, bir önceki yerden daha değerli çünkü hak edilmeden (liyakat artırılmadan) bir üste geçilmiyor. İşte üzerinde durduğumuz Mesnevi dizesinde de yüce M. Celaleddin bu gidişi “dükkândan dükkâna geçiş” şeklinde ifâdeye koymuş: “Bu dükkânı kapa, asıl dükkân odur.” Yani aslolan ve varlık için en önemli hedef “mekânsızlık”tır. Bir üst mekân, bir alta göre “mekânsızlık” tır, yani daha süptil bir ortamdır.

Bu dizede M.Celaleddin ‘in “Bu dükkânı kapa !”  demesinde sanki bir uyarı da var gibi… Çünkü yarı idrakli enkarneler olarak, alışkanlıklarımızın rehâvetine kapılma ve onlardan ayrılmama gibi bir beşeri zaafımız da var: İçinde bulunduğumuz durumun (realitenin / anlayışın) otomatizmasına, hatta rahatsızlıklarına bile alışıveririz. Zihinsel konforumuzun bozulmasını istemeyiz. Bir üst realitenin (yeni bilgilerin, farklı yaklaşımların) kazanımları önümüze serilse bile, onlara uyum sağlayarak, idraklenme zahmetine girmek istemeyiz. İçinde bulunduğumuz zaman ve mekân koşulları hiç değişmeden sürsün isteriz çünkü onlara alışmışızdır, onlarla baş etmeyi öğrenmişizdir. Belli bir otomatik yaşayışın rahatlığı / rehaveti egomuzun hoşuna gider ama bu, gelişim için, bir üst realiteye yönelmek ve oraya aday olma liyakatini kazanmak bakımından hiç iyi bir durum ve tavır / tutum değildir. Gelişim açısından, insanlaşmak bakımından bu olumsuz durumun kadim inisiyatik öğretilerdeki ve hatta dinsel öğretideki karşılığı “kabuklar içinde sabitleşip kalmaktır”. Varlık için, yazımızın giriş kısmında verdiğimiz Kur’an âyetlerinde anlamını bulan, insanın yüceliğiyle bağdaşmayan talihsizliklerden biri budur. Bu yüzden beşeriyet; tembellik / miskinlik, olumsuz anlamda tevekkül konularında hep uyarılmış ve sürekli çalışma / etkinlikte süreklilik önerilmiştir. Aklın bile işlevsel olması gereği üzerinde durulmuştur.

İşte bu nedenle mekânın, bir realitenin (genel anlamda bir gelişim düzeyinin bilgisi alınınca, deneyim ve görgü birikimi tamamlanınca, bir üst gelişim düzeyine yönelmek gerek, hep yeni olanın arayışı içinde olmak, idraklenme ve şuurlanma (dolayısıyla gelişme) cehtinin gereğidir. Eskiye bağlı kalmak tutuculuktur, bağnazlıktır ve bu durumda olanlara, telâfi edilmesi zor / ıstıraplı yaşam sınavları getirmekten başka bir kazanım sağlamaz/ sağlamıyor. İşte bu zor ve sıkıntılı durumlara düşmemek için zihinsel ve bedensel konforun rehâvetine düşmeden her yeni olana, iyiye / güzele ve bir üst anlayış düzeyine (“mekânsızlık”a) yönelik olarak yaşamak gerek. M.Celaleddin’de bunu söylüyor: “Bu dükkânı kapa asıl dükkân odur” Burada, “bu dükkân” dan “dünya yaşamı” nı; “asıl dükkân” dan da (yukarıda değinip geçtiğimiz ve dipnot -12’de kaynağını verdiğimiz) “Yarı Süptil Alem”i de düşünebiliriz. Nasıl ki, Mesnevi’nin başka bir yerinde de şu dizeleri görüyoruz.
“Yetişir, bu süprüntülükten gül bağçesine yönel.
Çünkü karanlıkta bir ışık görünmede; durmaksızın
Adımlarını sıklaştır, kuytuyu geç, İrem Bağçeleri’nde dolaş.”
M.Celaleddin gibi, bir üst realitenin (var oluş düzeyinin) ihtişamını bilen / gören ve belki de oradan gelmiş bir varlık için burası (dünya) elbette ki bir “süprüntülük” tür. Burada “süprüntülük” değersiz , işe yaramaz, işi bitmiş şeylerin (eşyanın) atıldığı / biriktirdiği bir yerdir. Süprüntülük bir “kuytu” da olabilir. M. Celaladdin’in seçimi olan süprüntülük sözcüğünde anlamını bulan değersizliği ve düşkünlüğü, yazımızın başında verdiğimiz Kur’an ayetlerinde de görüyoruz: “aşağıların aşağısı” Tezâhürat ortamındaki hiyerarşik yapılanmada her bir varoluş düzeyi bir üstüne göre titreşimi (süptilitesi) düşük, Mesnevi ifadesiyle “süprüntülük” (ya da Kur’an ifâdesiyle “aşağı”) durumundadır. Bu dizesinde M. Celaladdin bizlere, içinde bulunduğumuz zaman – mekan koşullarından daha iyisinin bulunduğu bir yerin olduğunu (yani bir üst realite düzeyini işaret ediyor. Bu dikkat çekiş aynı zamanda; ileriye, yeniye, iyiye, iyinin de iyisine doğru gidişin önemini ve gelişim açısından verimini belirten bir uyarı oluyor.

Maddenin Aldatıcı Câzibesi
Şimdi bizler genel beşeri görünüm olarak elbette ki esâsen ruh varlıkları olduğumuz için, fıtratımızda bulunan bu itilişi, daha doğrusu içten gelen “bir itilişi” duyuyoruz ama, kendinden (yani asıl kendisinden, özbenliğinden) habersiz, yarı idrakli varlıklar olduğumuz için , bu itilişle ağırlıklı olarak maddeye yöneliyoruz. Maddesel birikimi artırdıkça güçlü ve güvende olacağımızı / olduğumuzu sanıyoruz. Esasen bir yandan maddenin aldatıcı cazibesi, bir yandan maddeci ve sömürgeci kapitalist sistem, zaten egosunun güdümünde olan dünya insanını madde ve beden ağırlıklı yaşamaya zorluyor.

Bunun çıkar yol olmadığını, insanın gerçek doğasına uygun olmadığını, sdece Mesnevi gibi inisiyatik eserlerde ve öğretilerde değil devre başından beri (M.Ö. 6-7000’ler….) kutsal metinlerde söylendi durdur ama Kutsal Kelam’ı kaale alıp, bu “süprüntülük” ten kurtulan çok az insan oldu. Bu kurtulanlar / uyananlar kadim zamanlardan beri (peygamber, veli, mürşid ve büyük inisiyeler olarak) uyanmakta zorluk çekenleri uyandırmaya çalışıyor.

Her gelişim / var oluş düzeyi bir üstüne göre bir “süprüntülük” olduğu gibi, aynı zamanda “karanlık”tır da. Yani “titreşimi / süptilitesi düşük”  anlamında karanlık. Birey, içsel gelişim yönünde biraz samimi cehit sergilerde, hele bir idraklenme cehtini sürekli kılmaya çalışırsa, içinde bulunduğu karanlık, bir üst gelişim düzeyinin ışığıyla aydınlanmaya başlar. Bir üst gelişim düzeyini “gül bağçesi”ne benzeten M. Celaladdin, oranın ışığına / aydınlığına şöylece şâirane bir güzellikle dikkat çekmiş: “…gül bağçesine yönel. Çünkü karanlıkta bir ışık görünmede.” M. Celaladdin bununla da yetinmememizi belirtmek için ekliyor: “...durmaksızın adımlarını sıkılaştır, kuytuyu geç, İrem Bağçeleri’nde dolaş.” Burada da idraklenme cehtinin sürekliliğinin yararı ve bu cehtin, kişiyi bir üst realiteye ulaştıracağı vurgulanıyor.

Bu dizelerdeki “adımları sıklaştırmak”, tasavvuftaki “Seyr-i Sülük” gidişini de çağrıştırıyor. Benliğin (bedensel benin) arındırılması “seyr-i süluk” denen tasavvuf disipliniyle de olasıdır ama aslında tüm varlıklar seyri sülük durumundadır. “Süluk”; yola koyulmak, yolda yürümek anlamında bir sözcüktür. Bu yol ALLAH’a giden yoldur. Esasen bu yolda olmamak, “ALLAH’a gitmemek / dönmemek”  söz konusu değildir. Dönüşümüz O’nadır. (Alak 8+19, En’am 38, Gaşiye 25, Kasas 88, Maide 48+105, Nur 42, Yasin 22, Yunus 23, Tagabun 3 ) Bu “dönüş” giderek O’na benzemekle olasıdır ama bu “dönüş”, “dönüşüm”  ve benzeyiş sonsuzdur. Yani bu “gidiş” ten kasıt sürekli olarak O’na yaklaşmaktır (Alak 19) Esas olan O’nun sıfaklarıyla (Esmaül Hüsnâ) sıfatlanmaktır. Bunun tasavvufi ifadesi “Tanrı’nın rengi ile renklenmek” tir. Söz konusu “gidişin / dönüşün” belli bir yöntem ve disiplin içinde hızlandırılmış şeklinin adı Tasavvuf’taki “seyr-i sülûk” tur (13).

İrdelemeye, anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştığımız yukarıdaki Mesnevi dizelerinde gördüğümüz “gül bağçesi / İrem bağçesi” (14) benzetmelerini yüksek benimizin (asıl kendimizin) bulunduğu evren vasatı (15) olarak da alabiliriz: Çünkü gerçekten de esas olan; enkarne bir varlığın (bireyin) tekrar tekrar bedenlenmeler boyunca gelişiminden amaç, asıl kendisini (yani yüksek benini / özbenliğini) bedensel beninde %100’e yakın bir şekilde tezâhür ettirmektir. Dolayısıyla bizler için, yaşamlar boyu biricik hedefe o “gül bağçesi”dir, giderek daha süptil (titreşimi yüksek “aydınlık”) ortamlara enkarne olmaktır. Bu durumda bedensel benin hem rabbi (görüp gözetici ve öğretmeni), hem de sorumlusu kendi özbenliğidir. Kur’an’da da bu; mealen, “özbenliğin sana yeter” şeklinde ifade bulmuştur. Esasen, Mesnevi dizesindeki, “karanlıkta bir ışık”  söylemi de bireyin özbenliğinin ışığı, yani vicdanıdır. Yüksek ben ile bedensel benin bağlantısı vicdan kanallarıdır. Bu bağlantı ne kadar güçlü ise (yani o “ışık” ne kadar parlak ise) yüksek ben, bedensel bende o kadar iyi bir şekilde tezahür ediyor demektir. Esas olan ve makbul olan da bundan başkası değildir. Bunu başarmak bizim varlık/ var oluş nedenimizdir. Yüce M. Celaladdin de çeşitli benzetmeler kullanarak bunu anlatmaya çalışıyor. Tüm inisiyatik ve dinsel öğretilerde vicdan konusunun üzerinde ısrarla durulmasının nedeni de budur. Psikolojik, sosyolojik ve etik açılardan da vicdan özgürlüğünün, dolayısıyla laikliğin önemi buradan gelir. Vicdanı egonun esaretinden, egemenliğinden kurtarmak insanlaşmanın gereğidir.

“Sarhoşluk” ve “Çocukluk”
M. Celaladdin’in söylemiyle “gülbağçesinin ışığı” olan vicdan kanalından gelen yüksek ben kaynaklı tesirin sezgilerimizin bedensel bendeki tezahürü, Mesnevi’nin başka bir dizesinde “şarhoşluk” sözcüğü ile ifade bulmuştur:
“Sarhoşun hâlini bilmeyen çocuklar onun ardına düşüp,
gülüşürler. Hakk sarhoşundan başka herkes çocuktur;
her biri daha 100 yaşından olsa, buluğa ermemiştir.”
M. Celaladdin’in yeğlediği “sarhoşluk” sözcüğünde anlamını bulan içsel deneyim, değişik öğretilerde “vecd”, “sürür”, “aydınlanma”  ve “büyük sevinç hali” olarak da ifade bulmuştur (16). Bu durumun din psikolojisindeki karşılığı “İlâhi Kudretin İşareti” dir. Ünlü ilahiyatçılarımızdan ve din psikoloğu olan Prof. Dr. Hayati Hökelekli İlâhi Kudret’in işaretleri / belirtileri konusunda şöyle demiş: (17) “İlâhi Kudret’in alâmetleri kendisini; rüya, sezgi, mistik deneyim Kutsal Kitap’ı okuma, tapınma, vb. gibi değişik içerikte olaylar yoluyla gösterir.” Burada “İlâhi Kudret”, “her şeyi çepeçevre kuşatmış olan ALLAH’ın rahmeti” (A’raf 156) olup, geçtiğimiz paragraflarda ayrıntısını verdiğimiz “tesirin maddesel ortamlarda ilerleyişi”  esasına dayalı bir olgudur(bkz. Resim-2). Tesirin madde üzerindeki etkisi ve tezâhürü harekettir. M. Celaladdin’in söylemiyle “sarhoşluk” deneyimi, enkarne varlığın İlâhi Kudret kaynaklı bu tesire verdiği tepkidir. Bu tepki elbette ki bireyden bireye (organizasyonun arınmışlık ve gelişmişlik düzeyine göre) değişecektir.

“İlâhi Kudret”, “ALLAH’ın rahmeti”, “Asli İlke” (18) her an her yerde var, tüm evrenler (görünen / görünmeyen yanlarıyla O’nun etkisi altında ama belli bir arınmışlık düzeyine gelmiş olanlar onu algılar ve kendine göre bir tepki verir. Bu tepki M. Celaladdin’de “sarhoşluk hâli” olarak; Hallac-ı Mansur’da “Enel Hakk” olarak dillendirilmiştir (19). Böyle bir deneyimden haberi olmayanlar, insanın gerçek doğasından, hatta kendinden habersiz olanlar için bu tür mistik / dinsel deneyimler, vecd hâli vb. bir anlam ifade etmez; halüsinasyondan, fizyolojik bir rahatsızlıktan, tesâdüften, hatta gülüp geçilecek bir saçmalıktan başka bir şey değildir. İşte bu gibilere M. Celaladdin, “sarhoşluk hâlini bilmeyen çocuklar” diyor. Gerçekten de “çocukluk”, pek çok bilgiden yoksunluğu ve bir bakıma “hamlığı / cahilliği” ifâde eden bir dönemdir.

Ayrıca, “çocukluk”  sözcüğünde anlamını bulan “hamlık ve câhillik”  ille de çocukluk dönemiyle sınırlı bir eksiklik de değildir. Kişi gereken idraklenme cehtini gösterememişse, kendisini geliştirememişse, ileri yaşlarda da bu eksiklikten kurtulmamış olabilir. Kaldı ki, bu “eksiklik” in giderilmesi kitâbi bilgi ile (yani enformasyon ile de) olacak bir şey değildir. Hele günümüzde olduğu gibi, maddeci yaklaşımla verilen sözde eğitimden birey kendisini özgürleştirememişse; M. Celaladdin’in dediği gibi “…100 yaşında olsa, bulûğa bile ermemiştir.” Yunus Emre’de bu durumu hemen hemen aynı şekilde vurgulamıştır: “İlim, ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır?” Kişinin kendinden habersiz olması en büyük ve önemli câhilliktir ve “çocukluk” tur. Çevremizdeki olanaklardan, ALLAH’ın nimetlerinden / ayetlerinden kendimizi tanıma yönünde yararlanmıyorsak, bir şeyler eksik kalıyor, yaşam iyice değerlendirilmiyor demektir. Çünkü her şey varlığı  gelişimi için, ruhun tekâmülü için birer araçtan başka bir şey değildir.

Ölü Olarak Yaşamak
Bir enkarne varlık için kendinden habersiz olmak, yani bedenden ibaret olduğu yanılgısı içinde yaşamak, kısaca “beden olarak yaşamak”, varlığın dünyada bulunuşuyla bağdaşmayan en büyük câhillik ve aldanmışlıktır. Buna bazı inisiyatik öğretilerde “ceset olarak yaşamak” , “ölü yaşamak” da dendiğini biliyoruz. Varlık asıl kendisin (özbenliğin, yüksek beninin) gerçekten ne olduğunu anlamak için, yaşam planını; maddeye ve bedene yönelik, beden ağırlıklı yapabilir. İşin aslının, “ceset olarak”, “ölü olarak”  yaşamak olmadığını idrak etmek için bir ya da birkaç yaşamı böyle geçirebilir.

M. Celaladdin bu konudaki uyarısını bir Mesnevi dizesinde şöyle vermiş:
“Vücudun yağlı ve tatlı ile beslenirse özünde bir canlılık kalmaz.
Bedenin misk içinde olsa; öldüğün gün onun fenâ kokusu meydana
çıkar.”
Beden (organizma) varlığın (özbenliğin/ yüksek benin) dünyadaki gelişim aracı; belli bir yaşam planını dünya ortamında uygulayıp, deneyim ve görgü birikimini arttırması için bir araçtır. Dolayısıyla beden ağırlıklı yaşamak, hele hele kendini bedenden /organizmadan ibaret sanmak, aracı amaç edinmek anlamına gelen büyük bir talihsizliktir. Kur’an’ın önerdiği şekilde “orta yol” da, yani dengede mâkul vicdan uygulamasında olmak gerek. En az, bedene verdiğimiz önem ve bakım kadar, beden ötesine de (yani bedenin asıl sahibine de ) önem vermek gerek. Hz. İsa bunu, “Çanağın dışını yaratan, içini de yaratmadı mı!” şeklinde ifadeye koymuştur (20). Burada beden “çanak” a benzetilmiştir. Bu çanağın dışı, enkarne varlığın görünen yani ki buna “kabuk”  demek de olası; çanağın içi ise varlığın görünmeyen ama aslolan yani özbenliği, asıl kendisi. Kendini “kabuk” tan ibaret sanmak elbette ki insanın gerçek doğasına uygun düşmeyen, fıtratıyla bağdaşmayan bir yanılgıdır.

Bu söylemlerimizle, bedenin, dünyanın ve dünya yaşamının kötü olduğunu ima etmek istiyor değiliz. Tam tersine; beden, gelişim için, ALLAH’ın bize emâneti olan değerli bir araçtır ve asıl kendimizin (bedensel benimizin, özbenliğimizin) dünyadaki görünümüdür. Onsuz, varlık olarak dünyada hiçbir şey yapamayız ama o sâdece bir araçtır. Dalgıç giysisi dalgıcın (deniz altı araştırması için) bir aracıdır, malzemesidir ve o giysi dalgıcın kendisi değildir. O, sâdece iyi bir şekilde; belli bir süre, belli işler için kullanıp, çıkarılacak bir araçtır. İşimizin selameti bakımında ona iyi bakmak akıllılıktır ama onunla özdeşleşmek, kendimizi o sanmak, ona aşırı değer vermek akılsızlık ve aldanmışlıktır.

Beden gibi dünya da bir gelişim aracıdır; varlıkların bilgi uygulaması yaparken, deneyim ve görgü birikimlerini arttırabilmeleri için bir uygulama ve gelişim alanı. Birey için nasıl, beden değil, beden ötesi esas ise, dünya yaşamı için de dünya değil, dünya ötesidir esas olan. Dünya ve dünya yaşamı geçicidir ama geçici olmayan, hep var olan varlığın kendisidir. Varlığın var oluşu da bir evren boyuncadır ama bizlerin şimdiki anlayışımıza göre bu süre “ebedî” dir. “Ebedî” lik kavramı bile biz yarı idrakli varlıklara göredir. Aslında mutlak anlamda ebedî olan, ALLAH’ dan başkası değildir. Yaratılmış olan her şey geçicidir. Bu “geçicilik”, “yok oluculuk”  anlamında değildir, sürekli değişim söz konusudur, tek değişmez ama tüm değişimlerin nedeni olan ALLAH’tan başkası değildir. Evren varlığının da sâhibi ve yöneticisi olan ruh da tekâmüle, dolayısıyla değişime tâbidir (resim - 1).

Bu ek bilgilerden sonra, tekrar konumuza dönerek yinelemeliyiz ki; geçici olanı, fâni olanı esas almak doğru bir saptama olmamanın ötesinde, bir aldanmışlıktır. Dünya yaşamını da esas almak; makamla, şöhretle, parayla / servetle özdeşleşmek büyük bir adanış, bireyin başına telâfisi zor, ıstıraplı yaşam sınavlarını (ıstıraplı bir gelecek yaşamını) zorunlu kılan beşerî bir sapmışlıktır. Bu sapmışlığı sergileyelim diye kutsal metinlerde ve seçkin inisiyatik öğretilerde uyarılar, tembihler dile getirilmiştir. Örneğin, Kur’an’ın hiçbir yerinde dünya yaşamı kötülenmemiştir. Dünya yaşamı (bedenli yaşam) biz varlıklara yönelik ilâhi bir lütuf, heba edilmeyecek bir gelişim(insanlaşma) fırsatıdır. Kur’an’da 100’den fazla yerde geçen “dünya” sözcüğü isim olarak değil, sıfat olarak yer almış ve yaşam sözcüğünün sıfat konumunda kullanılmıştır: “El Hayât ed- dünya” Bu tamlamanın karşılığı; basit, iğreti, adi yaşam demektir. “Dünya” sözcüğü, adilik, iğretilik anlamındaki “denâet” kökünden gelen bir sıfattır. Oysa bizler günlük dilde ve elbette ki yanlış bir şekilde isim olarak kullanıyoruz…Dolayısıyla “dünya” ile “yerküre” de eşit değildir; birincisi sıfat, ikincisi isimdir. Kur’an, yerkürenin ibretlerle, hikmetlerle ve ayetlerle dolu olduğu; dünya yaşamının içsel gelişim için verimli bir olanak olduğunu yer yer vurgulanmaktadır. Ama o gelişim için sâdece bir araçtır, özdeşleşilecek, hedef addedilecek bir amaç değildir.

Gönlümüz Nerede
Görülüyor ki, bedene bakıp, dünya yaşamına bakıp; içte olanı, içsel olanı (yani aslolanı) yadsımak, yanlış adreste dolaşmak ve kayıpta olmaktır. Bu yanılmışlık halk arasında şu şekilde de ifâdeye konmuştur: “Yer yüzünde âbad olan, gökyüzünde berbâd olur.” Aynı şey Hz. İsa öğretisinde, “Hazinen neredeyse gönlün oradadır”(20). Yani, bireyin değer verdiği şey neredeyse, gönlü oradadır. Makbul olan elbette ki; gönlün, aslolanda olmasıdır (yani ebedi yaşamda); bedende, dünya yaşamında (yani geçici / fâni olanda) değil.

M. Celaleddin de, üzerinde durduğumuz bu son dizesinde bunu bireysel düzeye yönelik olarak vurguluyor: Vücuda aşırı önem verip, onu “yağlı ve tatlı ile beslemek”, yani gönlümüz bedende (“kabuk”ta) olursa, “özde bir canlılık kalmaz”, aslolan yadsınmış, enkarnasyon amacımız hebâ edilmiş değilse bile, iyi değerlendirilmemiş olur. Zaten bu Mesnevi dizesinin düz anlamıyla alsak da , zarar / isabetsizlik kaçınılmazdır: Bedensel sağlık, organizmanın sağlığı bozulmuş demektir. Yağlı ve tatlı ağırlıklı beslenmenin sağlıksızlığa dâvetiye çıkarmak olduğunu günümüz maddeci tıbbı da söylüyor.

Tüm bunlara karşın bazı kimselerin (belki de çoğunluğun) neden beden ve dünyasal yaşam ağırlıklı yaşadığının yanıtı da bu Mesnevi dizelerinde (dolaylı da olsa) gizli sanıyoruz. Çünkü beşer, yarı idrakli ve henüz nefsinin egemenliğinden kurtulmuş değildir. Nefs ise vicdan mekanizmasının negatif kutbudur(22). Bu negatif kutup da, eğer kontrol altında değilse, bireyi sürekli bedensel ve maddesel, biyolojik, hedonik hazlara çeker. Yani bu birey, “kalbiyle / gönlüyle yaşayan” değil, “nefsiyle yaşayan”  bir beşer tiplemesidir. Bu gibiler maddesel değerlerle kolayca kandırılıp, etki altına alınabilir. Şeytâni tezgâh tüm dehşetiyle bu gibilerin üzerinde gerçekleşir. Gençliğin büyük çoğunluğunun bu etki altında olduğunu görmek zor değildir. Çünkü nefsin kontrol gücü okullarda onlara kazandırılmıyor; dolayısıyla gerçek anlamdaki eğitimden yoksullar. Sâdece öretilme de bu iş olmuyor. Dünya yaşamının aldatıcılığından maddesel değerlerin ve maddeyle gelen mutluluğun aldatıcılığından kurtulmak gerek. Damak zevkine yenik düşerek, çılgınca alkol almış olan birisi kendinde değildir ve bu nedenle sarhoş olduğunu inkâr etmesi doğaldır. Kendini bilmez kişi de dünya nimetleriyle  ve maddesel birikimle azmış (sarhoş ) durumda ise, kendisini bedenden ibaret zanneder ve asıl kendini (esasen bir ruh varlığı olduğunu) inkar eder. Bu durum kozmik bir enâyilik değilse bile “beşeri bir akılsızlık” tır. Beden / madde sarhoşu olmak yerine, yüksek benin sarhoşluğunu bedende (bedensel bende) hissetmek, yani “Yukarı’nın sarhoşu”  olmak gerek.

Kişi bu anlamda Yukarı’nın (asıl kendisinin) “sarhoşu” olursa, gerçek özgürlüğe, maddeden /nefsten bağımsızlığa ve gerçek güce de kavuşmuş olur. Kâmil birey bu durumda olan varlıktır. Bakın, kâmil kişinin birkaç özelliğini yüce  M. Celaleddin şu dizelerinde nasıl vermiştir:

“Kamil toprağı ellese altın kesilir.
Ham kişinin elinde altın ise küle döner
O doğru kişi Tanrı katında makbul olduğu için;
her işte onun eli Tanrı elidir. Noksan kişinin eli ise,
şeytana âlettir; işi de her zaman hile ve düzendir.”
M. Celaleddin, madde ve nefs bağımlısı câhiller için Mesnevi’de farklı söylemler kullanmıştır. Şimdi ele aldığımız dizelerde bu gibiler için “ham kişi” ve “noksan kişi” diyor. Böyleleri için Mesnevi’nin başka bir dizesinde “kör”  sözcüğünü kullanmıştır:
“Madem ki o değnek savaş ve kin aletidir;
ey kör, onu kır! Ey körler; çâreniz aranıza
bir gören kimseyi almaktır.”      
Burada gördüğümüz “kör” ve “gören (gözler)” sözcükleri, kendini bilmez câhiller ve bunun tersi düzeyde olanlar için Kur’an’da da kullanılmıştır. Meâlen, “Gören gözler için çevreniz, âyetlerle doludur” şeklinde birçok âyet Kur’an’da yer almıştır. Yani, her yerde bolluk ve çeşitlilik hâlinde bulunan ALLAH’ın âyetlerini fark edebilmek için gören gözlere sâhip olmak gerek. Birey belli bir idrak, basiret, fehim ve ferâset düzeyine gelememişse, fizyolojik bakımdan sağlıklı gözleri olsa da, o kimse “kör”  demektir. Buradaki görmezlik / körlük, madde ve nefs bağımlılığı da içeren cahillikten kaynaklanan kendini bilmezlik ve aymazlıktır ve bu anlamdaki körün elbette ki bir mürşide yol gösterene ( “görene”) yani eğitim ve öğrenimine gereksinimi vardır. Esasen “gören” in de (bilenin de) sorumluluğunun gereği gördüklerini / bildiklerini, buna gereksinimi olanlarla ve ilgilenenlerle paylaşmaktır.

Elbette bilenle bilmeyen bir olmaz (Kur’an, Zümer 9). Burada bilinen şeyin içeriği kitâbi bilgi (enformasyon) olacağı gibi, “kendinin esasen ne olduğunu bilmek” de olabilir ki makbul olan “bilmek” de budur. Kendini bilmeyenin elinde kitâbi bilgi yük bilgidir, hamallıktır ve kendini bilmeyen birinin, nefsâniyet ağırlığından ve kabalığından dolayı  onu kötü amaçlarla da kullanılabilir. Bu nedenle, âlimin de selim akla sahip olanı makbuldür. Böyle âlimlere (genel anlamda “bilenler” e) Kur’an’da ve Mesnevi’de çok övgü vardır. Örneğin, Kur’an’ın “akıl sahipleri ve âlimler için” olduğu belirtilmiştir (22). Elbette ki kutsal kelam  tüm beşeriyet içindir ama onu en iyi anlayanlar / anlayacak olanlar “akıl – gönül sahibi bilen kişiler” dir. Bu anlamda biliyor olmanın duyarlılık ile kötülüklerden sakınma ve İlâhî İrâde Yasaları’na ters düşmeme titizliği “ALLAH’tan korkmak” şeklinde ifâdeye konmuştur. Ve bu durumda olanlar, böyle bir duyarlılığa sahip olanlar “ancak bilginlerdir” ( Kur’an Fatır 28)

Gerçek Anlamda Güçlülük
Özellikle “kendini biliyor olmak” ve bunun gereğini yapma ve ona göre yaşama konusunda belli bir duyarlılığa sahip olmak gerçek anlamda güçlülüktür. Çünkü bu kimsenin Yukarı ile (yani yüksek beni / özbenliğiyle) bağlantısı güçlüdür, nefse bağımlılığı azalmıştır, nefsini kontrol altına alabilmiş, ona karşı muhalefet gücü oluşmuştur. Bunun tersi durum olan nefse bağımlılık ( hodkamlık) ise güçsüzlük ve (nefse, maddelere hatta şahıslara) köleliktir. Buna geçtiğimiz paragraflarda değinmiştik. Az önce değinip geçtiğimiz Yukarı’yla olan güçlü bağlantı Kur’an’da “ALLAH’ın ipi”, “sağlam kulp” olarak; Sadıklar Planı Tebliğleri ve İlahi Nizam ve Kâinat kitabında da “vicdan (mekanizması)”, “vicdan dualite birimi” olarak ifade bulmuştur (23).

İşte bu anlamda güçlü olan kişi, M. Celaleddin’in dizesindeki söylemi ile “Tanrı katında makbul” olduğu için, onun maddeyi (“toprağı”) değerlendirmesinden de her olumlu / verimli / yararlı ürünler ortaya çıkar. Çünkü bu kimse her şeyin olumlu yönde, insanın hayrına değerlendirilmesi gerektiği yönünde bir bilince sâhiptir. Mesnevi’de gördüğümüz ifâdeyle “ham kişi” nin elinde ise maddesel olanaklar / nimetler (“toprak”) altın olsa bile “küle” dönüşür. Çünkü bu gibiler, genel anlamda olanakların (“nimetlerin” –Kur’an) değerini bilmezler, zaten pek çoğunu da göremezler, gördüklerini de nefsâni yönde kullanırlar, uyarıdan ve öğütten de anlamazlar (Kur’am – En’am 111, Enbiya 45). Algı körlüğü içinde olan “ham kişi” (Mesnevi) ihânet ve aymazlığını birleştirerek toplumda birçok olumsuzluğa da neden olur. M. Celaleddin’in “noksan kişi” olarak ifadeye koyduğu bu kimse de aymazlık (ve bağlı olarak ahmaklık) bilinç ve basiretinin yerini almıştır. Bu gibiler uyarılara ve yasalara karşı gaflet ve aldırmazlıkta ısrarlıdırlar ve daha da kötüsü bunu akılılık sanırlar. Çünkü Yukarı’yla (özbenlikleriyle) bağlantılarının zayıflığından dolayı “aymazlık uykusu” içindedirler ama kendilerini “uyanık” sanırlar ve “uyanık ve kurmaz” olmak gerektiğini bunun aksinin “enayilik”  olduğunu savunurlar. Bu gibi basiret özürlüler için “ham”  ve “noksan” sıfatlarını kullanan M. Celaleddin’e hak vermemek olanaksız…

Bunların “şeytana âlet” (şeytanın maşası, şeytan amelesi / uşağı…) durumunda olmaları durumunu da biraz açmaya çalışalım: En son ele aldığımız Mesnevi dizesindeki “noksan kişi” söyleminden, nefsini kontrol edemeyen, nefsi tarafından yönlendirilen kendinden habersiz beşer tiplemesi olduğunu yazımızın akışı içinde belirtmiştik. Esâsen şeytan, enkarne varlığın nefsi, yani “içsel gelişim” anlamında eğitilmeye edeplendirilmeye muhtaç ham yanıdır. Dolayısıyla herkesin bünyesinde, değişik kalabalık düzeylerinde olmak üzere bir şeytan (nefs) vardır. İçsel gelişim bakımından başarılı olanlar nefislerini eğitmişler yani şeytanlarını edeplendirmişlerdir. Hz. Muhammed’e, “Ey ALLAH’ın elçisi, herkesin bir şeytanı vardır, senin yok mu?” mealinde bir soru yöneltildiğinde, yüce Peygamber, “Benim de vardır ama ben onu Müselman etmişimdir”  şeklinde yanıtlamıştır. “Müselman” , “teslim olmuş” anlamında bir sözcüktür. Yani başıboşluktan kurtulmuş, sâhibine (enkarne varlığın özbenliğine) teslim olmuş demek. Sanki sâhibine sadık evcilleştirilmiş, işe yarar duruma getirilmiş bir köpek gibi…Esasen “köpek” sembolizmi nefse karşılıktır. Kadîm tasavvufta ve Sufizm’de eğitilmemiş nefs , “kelp” olarak geçer (“kelp” , köpek demektir).

Mesnevi ifadesiyle “ham / noksan kişi” , M. Celaleddin’in kullandığı sözcükle “şeytana âlettir”. “Şeytana âlet olmanın” değişik ifadelerini, konuyla ilgili kaynaklarda; “şeytanın oyuncağı olmak”, “şeytan amelesi olmak”, “şeytanla arkadaş olmak” şeklinde görüyoruz. “Şeytana arkadaşlık” Kur’an’da da kullanılmıştır(Zühruf 36). Hatta şeytanın (nefsin) “rezil edici arkadaş” olduğu belirtilmiştir. Gerçekten de edeplendirilmemiş bir nefsin kişiyi kusurdan kusura iten, kandıran, kötü yollara sürükleyen bir sözde arkadaştan farkı yoktur. Bu “arkadaş” aslında sinsi bir düşmandan başkası değildir. Bu sinsiliğin devlet boyutundaki uluslararası görünümü “stratejik ortaklık” tır. Günümüzde “stratejik ortaklık”  diye diye güçlü devlet güçsüz olan devleti tahakküm altında almakta ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmektedir. Bu da nefsin / şeytanın eğitilmemişliğini  canavarlaşmış devlet boyutudur.

Şeytanın Sürüleştirme İşlevi
Biz şimdi tekrar bireysel düzeydeki; “hamlıktan” , “noksanlık” tan  ve dolayısıyla kendini bilmezlikten kaynaklanan şeytanlığa dönecek olursak, diyebiliriz ki, bu durumda olan bireyler daha güçlü insan kılıklı şeytan yöneticiler tarafından kolayca sürüleştirilebilirler / sürüleştirilmişlerdir. Esasen bu şeytanın / nefsin birey için sınav aracı olma görevi kapsamındaki sürüleştirme işlevidir. ALLAH Kur’an’da şeytanın kötülüklerine dikkat çekmekle kalmamış; şeytanın toplumları sürüleştirici işlevlerine de dikkat çekmiştir. Şeytanın (yani nefslerinin) tutsakları (Furkan 29) durumunda olan bireylerden oluşan toplumlar sürüleşmeye mahkumdur. Kur’an’da beşeriyet şu şekilde uyarılmıştır: “…’bizi davar gibi güt’ demeyin!” (Bakara 104). İşte nefslerin güdümünde olan basiretsiz, insan maskeli şeytan yöneticiler toplumların sürüleşmesinden yanadır çünkü sürüleşmiş toplumlar kolayca kandırılıp, yönlendirilir ve yönetilir, hatta sömürülür. Bu da günümüz küresel kapitalizmin tarzıdır.

Bu ibretlik ve insan onuru ile bağdaşmayan durumlar, başta Kur’an olmak üzere, Mesnevi ve benzeri derinlikli bilgiler içeren inisiyatik öğretilerdeki uyarılara ve dikkat çekmelere aldırış etmemenin tâlihsiz sonuçlarıdır: Sürüleşmiş (davarlaşmış) bir kitle şeytana teslimiyet malzemesi (Mesnevi ifadesiyle “şeytana alet”) olmaya hazır demektir. Bunun içindir ki şeytan, kütleyi teslim alma stratejisinin ilk adımı olarak kütleyi “davarlaştırır”. Yani bireyleri, akıllarını işletmez, sorgulayamaz duruma getirir. Bu durum, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın…”, “Çalıyor çırpıyor ama bizi de görüyor…” deme basiretsizliğinin dışa vurumudur. Bu durum aynı zamanda içsel gelişim açısından “bedensel ben” ile “yüksek ben” arasındaki potansiyel farkın büyük oluşunun, “bedensel benin yüksek benden kopukluğu”nun dışa vurumudur. Bu da Mesnevi ifâdesiyle “hamlık ve noksanlık” tır. Bu durumda olan bireyler Kur’an’la gelen emredici uyarılara değil, şeytanın işittirdikleri kulak verirler. (Şuara 221+222+223). Çünkü düzeyleri bunun gerektirir.

Görülüyor ki şeytan (nefs) her an iyiliklere güzelliklere burnunu sokmaya, iğva edici vazifesini yapmaya hazırdır. Bu onun fıtratında vardır ve ALLAH’a yemin ederek bu vazifesini / işlevini aksatmadan yerine getireceğine söz vermiştir: “Yemin olsun onları saptıracağım…”(Nisa 119). Şeytan vazifesini yerine getirmede çok başarılıdır; o kadar ki, peygamberin almaya çalıştığı vahiylere bile burnunu sokma cür’etini gösterebilmiştir. Bu kadarı da inanılacak gibi değildir ve “ALLAH’ın gözü önünde bu olur mu, canım?” dedirtebilir insana. Bu, elbette ki; Hz. Muhammed gibi yüce bir varlığın medyomluğuyla ALLAH, vahyini beşeriyete indirirken, şeytanın tasallutunun girişimi bile söz konusu olamaz. Zaten bunun olamayacağının ifadesini Kur’an’da da görüyoruz: (ALLAH, şeytana hitaben) “Kuşkusuz, benim kullarım üzerinde senin hiçbir sultan olmayacak.” (Nisa 65). Nisa 62’de de şeytanın söylemini görüyoruz: (Adem’e yönelik küçükseyici bir ifadeyle) “Şu benden üstün kıldığına bir baksana!...”Yemin olsun onun soyunun, pek azı hâriç hükmüm altına alacağım.”Burada şeytanın “pek azı hâriç” söyleminden, nefsini kontrol altına almış (Mesnevi’deki sözcüklerle) “ham ve noksan” olmayan aklıselim sahibi, akıl-gönül sâhibi bireyleri anlıyoruz. Yine üzerinde durduğumuz Mesnevi dizesindeki “Tanrı katında makbul” kişilerle şeytanın işi yoktur, onlar kötülüğe, zulme ve nefsin aldatıcı, maddenin cezbedici etkisine karşı belli bir güç düzeyine ulaşmışlardır. Çünkü yüksek benleriyle (asıl kendileriyle, özbenlikleriyle) bağlantıları güçlüdür.

Bunun tersi durumda olan ve maddenin cezbedici etkisiyle “ceset olarak yaşayanlar” ise, eğer gerçekten yaşam planları bu değilse, büyük aldanmışlık içindedirler. Bu tür varlıklar böyle bir aldanmışlığı iyice deneyimledikten sonra (yani belli bir süre “ters tatbikat” yaptıktan sonra) doğru olana yönelmeyi başarabileceklerdir ve genellikle dünya beşeri olarak bizlerin yaptığı da bundan başkası değildir: Her türlü uyarıya karşın önce olmaması gerekeni idrak ederiz, ondan sonra doğruya yöneliriz…Herşeyi maddeden (hattâ kendimizi bile bedenden) ibaret yaşarız, işin aslının böyle olmadığını anlayana kadar…Bunun süresi, varlığın anlayış ya da aymazlık düzeyinin kabalığına göre değişir elbette. Tüm dinsel öğretilerde, belli  başlı inisiyasyonlara beşeriyet bu konuda hep uyarılmıştır. M.Celaleddin de bu konudaki uyarısını kendine özgü üslûbuyla şöyle yapmış:
“ Dünyaya âşık olan; duvardaki güneşin ışığının
nereden geldiğini araştırmayıp,
duvara âşık olan gibidir.”
Bu elbette ki büyük bir yanılgı ve teşevvüş nedenidir. Bu durumdaki varlık işin aslını (ışığın kaynağını) öğrenene dek, deneyim ve görgüsünü epeyce artırması, o duvara başını çok vurması gerekecektir. İşte tüm bu uyarılar ve dikkat çekmeler, anlayışsız kafaların olabildiğince az ıstırap ile ışığın kaynağını, işin aslını bulmaları içindir. Bunda başarılı olmak, araştırıcı bir zihniyete ve işlevsel akla sâhip olmakla olasıdır. “Bir yol gösterici ve rahmet”(A’raf 203) olan Kur’an’ın, “düşünmez misiniz” hattâ “ne kadar az düşünüyorsunuz…”meâlindeki dikkat çekmeleri elbette ki boşuna değildir(Hakkâ 42, Neml 62, Sebe 9, Nûr 61, Casiye 23, Embiya 44).

Maddenin cezbedici ve iğvaya düşürücü etkisinden kurtulmuş olan insanlık ulularına övgü de var Mesnevi’de. Bu övgü aynı zamanda bu yüce insanların metapsişik işlevini de içeriyor:  
“Veliler zamanının İsrafilidirler; ölüler onlara hayat ve kemal bulurlar.
Ölülerin canı tez mezarında iken, velilerin canı onlara etkili olur. Ey,
derilerinin altında fâni olan güruh! Sevgilinin sesi yoğu var eder.”

Bu bir çift dizenin genel irdelenmesine geçmeden önce birkaç sözcüğün anlamlarını anımsayalım: Bunlardan İsrâfil, kozmik ve biyolojik yapıların mutasyonuyla görevli görüp gözetici sistemin adıdır. Dinsel ve ezoterik öğretilerde “Dört Büyük Melek” ten biri olarak geçer. Öteki üç melek sistemi: Mikail, Azrâil ve Cebrâil’dir (25).Bu duruma göre “İsrâfil’i şuurda uyandırıcı, değişime uğratıcı, kıyam ettirici tesir olarak anlayabiliriz. Dizelerde “İsrâfil” sözcüğünden sonra gelen “ölüler” belli bir idrak ve şuur düzeyine henüz gelmemiş olan “kendinden habersizler” dir. “Ölü olarak (ceset olarak)”  yaşamanın ezoterik anlamına bu çalışmamızın (ve daha önceki çalışmalarımızın) akışı içinde değinmiştik. Bunun tersi ve makbul durum da, anımsanacağı gibi “dirilik”tir. Yine aynı dizede “ten mezarı”  simgesini görüyoruz ki, bu da bedene (organizmaya) karşılıktır. “Ten mezarında ölü olarak yaşamak” da, bu durumda, bedenli durumda (enkarne) çok düşük şuur düzeyinde yaşamak oluyor: Beşeri realiteden birinci ve ikinci (otomatizma ve şeriat) basamaklarına mensup bireyler. Bu anlamda “ölü olarak yaşayanlar” ın gelişim durumları, bazı kadim öğretilerde “çölde yürüyüş”  olarak ifâdeye konmuştur. Bu realitede olan kimselerin topluluğuna da “derilerin altında (yani “ten mezarında”) fani (ölümlü) olan gürûh”  diyor. “Gürûh”, amaçsız, başıboş, bir kusur işleme potansiyeline sâhip kalabalık demektir. Bilgisizliğin, cahilliğin, kendinden habersizliğin doğal ürünü de, kendine ve başkalarına zarar vermekten başka bir şey değildir.

Bu ön bilgilerden sonra, üzerinde olduğunuz Mesnevi dizesini yeniden ele alacak olursak, şunları söyleyebiliriz:

Hayat ve Kemal Bulmak
Değişim, dönüşüm ve gelişmek her düzeydeki tezahürat ortamının olmazsa olmazıdır. Yaradan’ın dışında her şey / değişime tâbidir. Bu evrensel değişimi İlâhî İrâde Yasaları’na ve Asli İlke’nin gereklerine (Bkz. Şekil 1) göre yöneten İsrafil’dir. İsrafil’i genel anlamda değiştirici mekanizma olarak alırsak; varlıkları atâlete düşmekten koruyan, onları (yani bizleri) “kabuklar” içinde sâbitleşip kalmaktan kurtaran her etki İsrafil’in görevi ve kapsama alanına girer ki bunlar olaylar, tesirler, bilgiler ve bilgilendiricilerdir. Bunlar da çevremizde (Kur’an ifâdesiyle “âyetler” olarak) çokluk ve çeşitlilik halinde vardır ve bizlerin değerlendirmemiz için vardırlar. Evren kapsamlı en temel kitabın bulunduğunu da biliyoruz, bunlar; insan, Kur’an ve evren (tezahürat ortamı) dır. Varlıklar bu üç temel kitabın bilgilerini gelişim yönünden değerlendirebildikleri oranda; gelişirler, dönüşürler, idraklenip şuurlanırlar. Bu süreç “ölü olmak” tan kurtulup, dirilmektir. Bu anlamda diriliş, yani bir bakıma “uyanmış” olanlar uyanmakta zorluk çekenleri uyandırmaktan sorumludurlar. Bu sorumluluğun gereği ise bildikleri paylaşarak öteki varlıkların gelişimlerine (Mesnevi ifâdesiyle “hayat ve kemal bulmalarına” hizmet etmektir. Bu hizmeti sunanların bir kısmı “veli”  olarak bilinir (26). Bu hizmet kapsamında insanlar birbirinin velisidir. Başka bir değişle; her şey gelişim için araç olduğu için, varlıklar da bireyler de birbirinin gelişim aracıdır. Kur’an – Tevbe 71’de “Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar birbirinin velisidirler” ifâdesiyle kastedilen bundan başkası değildir. “Veli”; dost, arkadaş, yardımcı koruyup gözetici demektir.

Durum böyle olunca en yüce veli, en güvenilir ve övgüye layık tek veli ALLAH’tır. ALLAH en güzel vekil, o en güvenilir veli’dir. (Ali İmran 173, Şura 28) ALLAH’tan başlayarak evdeki büyüklerimize, okuldaki öğretmenlerimize kadar hiyerarşik bir yapılanma içinde, varlık varlığın gelişim aracıdır. Bir “üst”, bir “alt”ın görüp gözeticisi ve koruyucusu, kısaca “veli” si durumundadır. Mesnevi dizesindeki “veliler” sözcüğünü bu yapılanmanın genel adı olarak alırsak; tüm zamanlar boyunca ve her gelişim merhalesinde “veli” işlevinde bir değiştirici, dönüştürücü ve aydınlatıcı bu öge olmuştur. Elbette ki veli(ler) o gelişim merhalesinin İsrafilidir (ler).

“Ölülerin canı ten mezarında iken, velilerin canı onlara etkili olur.”
Bu Mesnevi dizesinde de velilerin “İsrafil etkisini” görüyoruz: “Ölü olarak yaşayanlar”  (yani beşeri realitenin alt basamaklarında otomatizma içinde ve koşullanmışlığım güdümünde (şeriat) yaşayanlar; velilerin İsrafil etkisinden aydınlatma, irşadetme, değişime – dönüşüme yardımcı olma etkisinden) yararlanabilirlerse “canlanırlar”. Burada “canlanırlar”dan, içinde bulundukları realitede aktifleşirler, o realitenin hakkını verirler ve bir üst realiteye layık duruma ( bir üst realitenin gerektirdiği şuur ve idrak düzeyine) gelirler. Böyle bir yardım bir enkarne varlığa yapılabilecek en büyük (ve varlıksal önemi de olan) yardımdır. Bir velinin / mürşidin, müridine ya da aydınlatmaya, bir şeyler öğretmeye çalıştığı topluluğa yönelik bu ilgisi ve vericiliği, hedef kitleye “can vermek” anlamında bir İsrafil etkisidir.

Bu etkileşimde ve ilişkide “diri”  nitelikli öge, veli; canlanması gereken ve “dirilmeye aday” durumda olan öge ise velinin hedef kitlesidir. Burada veli, evren kapsamlı İsrafil Mekanizması’nın maddesel ortamdaki tezâhür uzantısıdır. O veli, İsrâfil Mekanizmasının; eli, ayağı, gözü, kulağıdır ve sanki İsrafil Mekanizması’nın bir enkarnasuyonudur. Bu vazifeyle ve işlevle enkarne olmuş olan bir veli için, İsrâfil Mekanizması (O’nun doğrudan elemanı / ajanı olduğu için) “sevgilisi” durumunda velinin hedef kitlesi de “fâni olan güruh” tur. Burada “gürûh” sözcüğünden anladığımız (yukarıda da belirtmiştik) beşeri koşullandırmalar, maddesel câzibe ve nefsin egemenliği altında oradan oraya savrulan disiplinsiz, başıboş topluluktur. Bu topluluğa yönelik (veli / peygamber / mürşid kanalıyla gelen) İsrâfil etkisi “yok olanı var eder” yani; irşad edici ve şuurda uyandırıcı yardım ile söz konusu hedef kitlede bulunmayan (yani “yok” durumda olan) şuuru / idraki, anlayışı ve aklı işletme becerisini ortaya çıkarır. Başka türlü söylemle “gürûh”u oluşturan bireylerin fıtratında potansiyel olarak var olan ama görünürde henüz bulunmayan; şuuru, idraki, akletmeyi ortaya çıkarır (“var” eder).
Yüce M.Celaleddin’ın “sevgilinin sesi”  olarak ifadeye koyduğu, İsrâfil Mekanizma’sınınbu irşad edici ve şuurda uyandırıcı etkisi, beşeri anlayışa uydurularak ve belki de dramatik bir etki yüklenerek “boru sesine”  benzetilmiş ve bu “güruh” nitelikli toplulukların anlayışsızlıklarına uygun bir ad ile “İsrâfil’in Borusu”  şeklinde ifade edilmiştir. Anlayışsızlıkların kalabalığına göre uyarıcı ve dikkat çekici söylemlerin içerdiği kalabalık da artırılmıştır….

Ceset Olarak Yaşamak
İrdeleyerek anlamaya çalıştığımız yukarıdaki dizelerde anlamını bulan fikri içeren başka bir Mesnevi dizesi de şudur: “Biz ölüp toprak olmuşken, Hakk’ın izniyle dirilip kalktık” Burada da yukarıdan beri belirttiğimiz anlamda “dirilme” sembolizmi ve bu “dirilme” den önceki “ölü” olma durumu var. Bu “ölülük”  burada toprağa da benzetiliyor. Yani “ceset olarak yaşamak” ın vahimliği burada daha etkili bir şekilde vurgulanmış: Toz toprak gibi “ölü” durumda olmak. Buna benzer ve hemen hemen aynı anlama gelen bir söylemi Tevrat’ta da görüyoruz: Şiddetli pişmanlık durumlarının dışa vurumu olarak “tozda ve külde tövbe etmekten” söylemi vardır (Eyüp 42/6): “Çul kuşanıp külde oturmak”=Bireyin kusurunu anlamışlığının ve deneyimlediği pişmanlık duygusunun dışa vurumu.

Pişmanlıklarımızın nedeni olan kusurlarımızdan biri de, belli bazı değerleri, hatta erdemleri bünye de oluşturduktan sonra, nefsin hevâ hevesi ile onu olumlu yönde (içsel gelişim ve başkalarına hizmet yönünde) ilerletmek yerine onu bencilce çıkarlar yönünde de kullanmak olasılık dışı değildir. Bu durumda birey, nefsin iğvasına uğramış demektir. Burada “hevâ”;nefsin, bireyi kandırma şekillerinden biridir. Hevâ, benliğin açgözlülüğe / doymazlığa eğilimini ve keyfiliği yeğlemesidir. Kısaca, buna; iğreti istek, boş ve zararlı arzular diyebiliriz. Hevâ, bireyin; belli bir kazanımla bir yere yükselmişken, oradan basitliğe düşmesinin ifâdesidir. Böyle bir kimse kendine gelip, durup toparlayamazsa, söz konusu “düşüş” sürer. Heva’nın yerleştiği bir kalp, her tülü kötülüğün beşiği olmaya, başka türde aldatmalara kurban gitmeye adaydır. Böyle bir kimse giderek hevâyı sanki kendisine ilah yapar (Casiye 23, Furkan 43). Eldeki olanaklarla nefsin heva ve heveslerini ağırlıklı olarak doyurmaya yönelik yaşamak Mesnevi’nin başka bir çift dizesinde de şöyle dile getirilmiş:

“Yaşamı tatlı olanın ölümü acı olur.
Tenine tapanın ruhu için kurtuluş yoktur.”
Beden (organizma) ağırlıklı yaşamak görünüşte ve elbette ki beşerî değerlere göre “tatlı yaşamak” olarak kabul edilebilir. Genel anlayışa hitâbetmek için de M.Celaleddin bunu böyle ifadeye koymuştur. Ama böyle bir yaşam varlıksal değerler açısından yararlı (insanlaşmak bakımından yararlı) değildir. Varlık kendi yaşam planını, karmik birikimi olarak böyle yapmış olsa bile elindeki maddesel birikimi (bedeni de dâhil) başkalarına hizmet yolunda ve bu konuda fikir çilesi çekerek, bunu kendisine dert edinerek yaşamalıdır. Aksi durumdaki yaşam şeklini “tenine tapmak” şeklinde ifade ediyor M.Celaleddin ve bunu “kayıpta olmak” anlamına geldiğini vurguluyor: “Tenine tapanın ruhu için kurtuluş yoktır.”  Çünkü esas olan “ruhun kurtuluşu”dur. Bu “kurtuluş” maddenin esâretinden kurtulmaktır. Aslında burada, dikkatli okuyucularımız, “Ruh maddenin içinde değil ki, evrenler üstü durumda değil mi?” diyeceklerdir çok haklı ve doğru bir şekilde: Evet, ruh madde / evren üstü durumdadır. Mesnevi dizesinde “ruhun kurtuluşu”ndan kasıt, yüksek benin yoğun madde ortamlarından özgürleşmesidir. Yüksek benimiz (asıl kendimiz) bağlı olduğu ruha hizmet kapsamında evren boyunca (Ünite’ye kadar) giderek evrenin maddelerinden özgürleşir (“kurtulur”)(Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, Bedri Ruhselman).

M.Celaleddin’in, “Yaşamı tatlı olanın ölümü acı olur.” söylemi şu özdeyişi de çağrıştırıyor: “Yeryüzünde kendini âbad eden, gökyüzünde berbâd olur.” Dünya yaşamını madde ve beden ağırlıklı geçirmek, enkarne varlık için gerçekten telâfisi zor bir kayıptır. Bunun pişmanlığını varlık, beden ötesinde spatyomda (âhirette) acı bir şekilde deneyimler ki buna simgesel ifadesiyle “cehennem” denmiştir. Bu elbette ki “kurtuluş”un tam tersi bir durumdur: “Tenine tapanın ruhu için kurtuluş yoktur.” En iyisi nefse karşı muhalefet gücü geliştirmek ve özellikle de onun hevâ ve heveslerine karşı duyarlı olmak gerek…

Nefsin hevâsının, objektivite ve vahyin yerine geçirilmesinin kötü sonuçlarına dikkat çeken Kur’an, Vahy elçisine hevâya yenik düşenleri dinlememesini bile buyurmaktadır (Bkz. Kehf 28, Şura 15, Maide 77, Bakara 120, En’am 56, Taha 16). Örneğin, herhangi bir bilim insanı kitâbi (mesleki / akademik) bilgi birikimini nefsinin hevâsına  kapılarak kötü yönde, açgözlülüklerini tatmin yönünde  kullanabilir. Çünkü kitabi, mesleki ve akademik bilgi birikimi faziletli ve selim kalpli (takvâ ehli) olmanın garantisi ve göstergesi değildir. Nasıl ki talihsizliğin örneklerini görsel ve yazılı medya da zaman zaman görüyoruz: Yolsuzluk / usulsüzlük suçuyla tutuklanan hemen hemen her meslekten yüksek tahsilli kimseler görüyoruz. Yüce M. Celaleddin’de büyük bir isabetle buna değiniyor:
                              “Cana verdiğin ilim damlasını
                                nefsin hevasından koru!”
Birey, gelişim olgusu içinde bir bilgi birikimine ulaşmış, bir şeylerin idrâkine varmıştır. Her şey gibi bu kazanım da bir sınama aracıdır. O birikimle ne yağacağı çok önemlidir. Bireyi sınava sokma aracı da yine kendi nefsidir. Birey o birikime bir şekilde lâyık olmuştur ama, onu gerçekten hak ettiğini kanıtlaması gerekir.İşte o, bu kritik noktada nefsinin hevâ kandırmacasına yenik düşerse o sınavı (hak etme sınavını) başaramamış demektir. Ama bu anlamda başaramadığımız yaşam sınavlarını (eprövler) yeniden yeniden alma şansımız var, İlâhî mekanizma / sistem böyle işliyor, bereket versin ki… Bu elbette ki ilâhî bir rahmettir; şükredip olumlu yönde bir rahmeti değerlendirmek gerek.

Özellikle bilgi “nefsâni hevâ” ile hebâ edilmemeli olumsuz yönde kullanılmamalıdır. Çünkü o bir enerjidir; enerjiyi olumsuz yönde kullanmanın tehlikesi de kaçınılmazdır. Mesnevi’de belirttiğimiz gibi bilgili ( “ilim damlası” nı) “hevâ rüzgarı”ndan korumak gerek. Konunun öneminden ve bireyin kendi kendisini (yani nefsi) tarafından aldatılma tehlikesinden dolayı, Kur’ân sâdece nefsin hevâsına dikkat çekmekle yetinmemiş, belli bir gelişmişlik düzeyine gelmenin her şey olmadığını, o düzeyi yitirme tehlikesinin her zaman bulunduğuna da dikkat çekmiştir. “…bizi doğruya ve güzele yönelttikten sonra; kalplerimizi bozup, eğriltme…”- Ali İmran 8. Hidâyete erdikten sonra (ki o belli bir düzeyin / realitenin hidayetidir), orada iyice tutunabilmenin ve bir üst gelişim düzeyine / realiteye hemen hamle yapamasak bile, o yana (iyiye/güzele ve hayırlı olana) yönelik bulunmak bizim elimizdedir, bunun tersi durumda bize bağlıdır. Konunun bu öneminden dolayı Kur’an’da ALLAH’ın önerdiği bu duayı selim kalp ile sık sık akıldan geçirmekte yarar vardır. Bu, bir tür farkındalık ve nefsâni hevâya karşı uyanıklıktır.
------------------------------------------------
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfa 235
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfa 60
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfa 64
Ayrıntılı bilgi için bkz. RUH ve KAİNAT, Bedri Ruhselman
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfa 37
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfa 67+68
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfa 50+58+210+211
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfa 235
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfa 109
Konunun bu yanı için bkz. KUANTUM BİLGELİĞİ, Doç. Dr. Haluk BERKMEN
“Evrenin Ünitesi” kavramı için bkz. İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfalar79+50+51+53+167+168+173+174+230+231…
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT,kitabıyla gelen (Önder Plan’ın verdiği) son bilgilere göre dünya insanlığı bu hidrojen âleminin bir üst gelişim düzeyine açılan çıkış kapısı oluyor. Hidrojen âleminden sonraki bize göre bu bir üst gelişim düzeyi “Yarı Süptil Arasat / Âlem” dir. ve din kitaplarındaki “cennet” kavramının tam karşılığı bu Yarı Süptil Âlemdir. (Bkz. sayfalar 317+315+313)
Seyr-i Süluk konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. KUR’AN VE SÜNNET’E GÖRE TASAVVUF, Yaşar N. ÖZTÜRK
İrem Bahçesi
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfa18
SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Sayfalar 81+82+
SUFİ PSİKOLOJİSİ, Kemal Sayar
İSLAM FELSEFESİ, Mehmet S. Aydın
DİN PSİKOJİSİ, Hayati Hökelekli
DİN SOSYOLOJİSİ, Ünver Günay
DİN PSİKOLOJİSİ, Hayati Hökelekli- Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları
İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, kitabında böyle geçiyor. Bkz.sayfalar19+20+31+32+63+64+65+110+111+112+…
HALLAC-I MANSUR, Niyazi Öktem- Horasan Yayınları
THOMAS’ın İNCİLİ, Ruh ve Madde Yayınları
KUR’AN’daki İslam , Yaşar N. ÖZTÜRK 38. Baskı sayfa 241
Ali İmran 7+190, En’am 97, Ankebut 49
KUR’AN: Bakara 256, Ali İmran 103. İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfalar 60+61+101+102+103+104+105+123+124+125
Sadıklar Planı Tebliğleri Sayfalar 218+219+330+331+335+336+341+342+343+438+439+478+479
Günümüzde yaygın olarak kullanılan “Müslüman” sözcüğünün doğrusu, doğru / özgün şekli Farsça “müselman” dır.
Mikail: Kozmik evren ile biyolojik evren arasındaki elektron düzeyinde iletişimi sağlar.
Azrail: Tek bir varlık değildir. Evrensel antropolojiyi simgeleyen bir sistemdir.
Cebrail: Yüksek düzeydeki enerjisi ile kozmik ve ruhsal alemleri tekliğe ulaştıran ve enerjisini belli bir alanda yoğunlaştırabilen Sirius Misyonu’na mensup yüce bir varlıktır. (Kaynak: Sirius Tebliğleri, Metapsişik Tetkikler ve İlmi Araştırmalar Derneği -1982)
Veli / Evliya: “veli” sözcüğünün çoğul şekli “evliya”dır. Dolayısıyla “evliyalar” demek yanlıştır. Evliya, zaten çoğuldur.