Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

15 Şubat 2016 Pazartesi

KALBİN SONSUZLUK YOLU

KALBİN SONSUZLUK YOLU
“Vicdan birim düalitesinin alt ve üst zıtları arasındaki denge
 ya da  dengesizlik, kalbin durumunu belirliyor.”(*)
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever
G i r i ş
Kaçınılmaz değişimin ortaya çıkarmakta olduğu yeni koşulları açıklayan İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT eserle gelen bilgilerden öğrendiğimiz kadarıyla, özbenliğin bedensel bene bağlanma noktası beyindir. Daha teknik bir söylemle, bir “süptil enerji topluluğu”(55)(*) olan varlığın sekizde yedilik kısmıyla dünya bedenine bağlandığı yer, beynin “şuur merkezi” denen belli bir lokalidir(139). Varlığın beşerî beyine bağlı olan kısmına “şuur”, kalan kısmına da “şuur ötesi” deniyor. Yani kısacası, enkarne varlıklar olarak bizler, özbenliğimiz (asıl kendimiz) aracılığıyla sonsuz uzaklıklardaki ışıklı ortamlara bağlandığımız yer beynimizin  “şuur merkezi” oluyor.

Bunun yanı sıra, kalbin sonsuzluk yolu olan vicdanımız var. Vicdanın, bir “yüksek gelişim mekanizması”(6) olduğunu, hattâ vicdanın; olumlu / olumsuz zıtlarıyla, tam bir birim düalite olarak, enkarne varlığın idrakini vazife bilgisine yaklaştıran kudretli bir mekanizma(315)(*) olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla kalbin sonsuzluk yolu olan vicdana da egemen olan idrak oluyor(117). Çünkü varlığın o “sonsuzluk yolu”nda ilerlemesi idraklenmesiyle olası… Başka türlü bir söylem ile diyebiliriz ki, varlığın gelişim süreci içinde; idrak, giderek vicdana egemen olur(117). İdraklenme(ve dolayısıyla da şuurlanma) arttıkça, “vicdan mekanizması vicdan düalitesi”ne evriliyor. Varlıktaki (özbenlikteki) kudretlerden birinin yansıması (maddeselgörünümü) olan vicdan için az yukarıda kullandığımız “kalbin sonsuzluk yolu” söylemi biraz daha anlam kazanmış oluyor.
Buradan  hareketle, kadîm bilgelikteki ve dinsel öğretilerdeki; “selîm kalp”, “TANRI’nı nazarı mü’min kulunun kalbinedir”, vb. söylemleri daha bir anlam kazanmaktadır. Örneğin, tasavvuftaki; “kalbin bakış gücü”, “kalp-arş ilişkisi”, “yaratıcı kudretten kaynaklanan ve sonsuzluğu yakalayan idrak”in basîret oluşu ve basîretin de “kalbin arındırılması” ile ve “kalp temizliği” ile gelen “derinlemesine bakış gücü” söylemleri, enkarne varlığın, özbenliğiyle(dolayısıyla planı ve daha Yukarılarıyla) bağlantısının güçlülüğünü düşündürüyor. Kaldı ki, Sadıklar Planı bilgilerimizden de, kalbin sonsuzluk yolu olan vicdan için, “RİM-birey bağlantısının en uç noktası” dendiğini biliyoruz.
Tüm bu metapsişik ve kadîm bilgilerimize ek olarak, son yıllarda maddeci bilimin kuantum dalında da kalp kavramına yönelik düşündürücü yaklaşımların bulunduğunu memnûniyetle görüyoruz:  Bilime göre her şey gibi organlarımız da ve bu arada kalbimiz atomlardan oluşuyor. Atomun içinde bulunduğu alanı değiştirdiğimizde, atomu da değiştirebiliriz. Vücut organları içinde kalp en güçlü manyetik alana sahiptir. Kalbin manyetik alanı beyininkinden de güçlüdür. Kalbin bu güçlü manyetik alanı ile kendimizi ve başkalarını etkilemek olasıdır. Nasıl ki, Çin’de 1000 yıldır bunun uygulamaları yapılmakta ve konvensiyonel tıp dışındaki yollarla iyileştirmeler sağlanmaktadır. Çinli bilim insanlarının kanser tümörlerini birkaç dakika içinde yok ettikleri bugün bilinmektedir (1). Bu “yok etme”  kanserin yok edilişidir, hücrelerin değil. Buna klasik anlamda bu ruhsal şifa da denebilir. Ruhsal şifada da olan, bir mekanik proses değildir. Bu bizim kalp gücümüzün (manyetik alanın) dışarılaşmasıyla ilgili bir fenomendir. Çin’de bir kısım tıp doktorunun kanserli tümörü iyileştirmesi de bundan başka bir şey değildir. Bu bilim insanları tümörü (“kötü” damgası vurarak yargılamadan) onun, pek çok kuantum olasılıklarından biri olduğunu ve başka olasılıklarda bulunduğunu bilerek başarmaktadırlar. Böyle bir yaklaşımla yeni bir olasılığı davet etmiş oluyorsunuz. Yani mevcut olanı yargılamadan mevcudun yerine bir başka olasılığın ortaya çıkmasına zemin hazırlıyorsunuz.
Yukarıda değinip geçtiğimiz kalp–arş bağlantısının ya da RİM ile ilişkisinin gücü, içsel gelişimle gelen “kalp temizliği” ne bağlıdır. “Kalp temizliği” nin tasavvuftaki karşılığı “kalb-i selîm” dir. Beşeri olumsuzluklardan / zaaflardan ve dünyasal negatifliklerden arınmış kalbe Kur’an’da da “selîm kalp” deniyor (Bkz. Şuara 89, Saffat 84). İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT bilgilerinde de bu makbul durum, “vicdan birim düalitesinin olumlu zıttının pozitif değerlerle yüklü olması” (117+153) şeklinde ifadeye konduğunu görüyoruz. Dünya dediğimiz bu enkarnasyonun ve gelişim ortamındaki tüm gelişim olanaklarını enkarne varlıkların selîm bir kalbe sâhip olmaları için bir araçtır ki, TANRI’da böyle arınmış bir kalp ile aslımıza dönmemizi bekliyor bizden (Şuara 89).
Eğer bizler için önemliyse, “TANRI’ya giden tek yol” da bu olsa gerek. Bu yoldan (sırat-ı mustakîm) sapıldığında (yâni vicdanın mekanizmasının alt unsurları daha çok beslendiğinde”- 153), Kur’an’ın “teferruk”  dediği “parçalanma” (En’am 153) ortaya çıkıyor. Durum böyle olunca, belki de; dünya gelişim okulunu (hidrojen âlemini) bitirecek düzeye gelmek ile, “selîm kalbe sâhip olmak” aynı İlâhi Murad, insanoğlundan son kertede bunu beklediğine göre, dünya gelişim okulu için öngörülmüş olan dinsel öğretinin de hedefi bu olmaktadır: Selîm kalbe sâhip olmak.  Selîm kalbin bulunmadığı benlikte din, sâdece bir kuru iddia, kuru bir inanç  ve aldanış olsa gerekir. Selîm olmayan kalbin durumunu da ele alacağız ama, günümüz maddeci biliminin, sonunda; kuantum fizik alanındaki gelişmeler sayesinde telaffuz edebileceği vücut organlarının ve özellikle de kalbin alanının güçlü olması Kur’an’daki selim kalbe karşılık olabileceğini önermek istiyoruz.
Günümüz bilimi, her şeyin bir alanı (çevreye etki gücü, tesirliliği) olduğu gerçeğinden hareketle, doğanın da bir etkileme gücü (aşanı) olduğunu düşünüyor ve bana “doğanın zihni” ve “matriks” adlarını uygun görüyor (1). “Doğanın zihni” adlı, ünlü astronot (2) Edgar MITCHEL’in önerisidir. Aynı kavrama, biraz abartılı / radikal olsa da Stephen HAWKING(4) “Tanrı’nın zihni” demiş. Hatta Max PLANCK’da(3) (1940’lı yıllarda) bu alan kavramı için matriks” sözcüğünü yeğlemiş. Görülüyor ki, tezâhür ortamı, irili ufaklı iç içe alanlar örüntüsünden oluşmuş. Bu alanlar sürekli etkilenir durumda. Her tezâhürat birimi (alan) hem etkileyen (müessir) hem de etkilenen durumda. Bundan hareketle bilim diyor ki, “doğanın zihnini”  etkileme olanağımız var ve bu etkileme aracımızda kalbimiz olmaktadır. Kalbimizin alanı ne kadar güçlü ise, yani kalbimiz ne kadar “selîm” nitelikli ise bu tesirliliğin gücü de o kar fazla / yüksek. Elbette bu “selîm” niteliği de, kalpten kalbe değişik durumdadır: Az “selîm”, daha az “selîm” çok “selîm” , daha çok “selîm”  gibi. Durum böyle olunca, önerimiz odur ki, birkaç paragraf yukarıda paylaştığımız Çinliler’le ilgili örnekteki(1) kanserli tümörün iyileştirilmesi çok selîm kalbin ( ya da kalpler topluluğunun) tesirlilik gücü (alansal etkisiyle) olasıdır. Kalbin bu doğasını daha iyi tanımak bakımından “az selîm” hattâ “çok az selîm” kalbin durumlarını, niteliklerini ve bunun beşerî edimlere yansımasını ele almakta da yarar görüyoruz.
Selîm Olmayan Kalbin Durumu
Yukarıdaki paragrafta belirttiğim niteliklere (alansal güce) henüz ulaşmamış (“hidâyete ermemiş”) kalp sahiplerinin Kur’an’ı anlayamayacağını belirtiyor TANRI (Kaf 37). Kalp arınmışsa, olumlu nitelikleri kazanmışsa, “yok” sayılıyor sayıyor Kur’an’da. Bu durumdaki kalp, alansal tesirlilik gücü çok zayıf yürek organından başka bir şey olmamaktadır. Demek ki, bu anlamda “kalpsizlik” yürek demek oluyor. Kalp “selîm” niteliğini kazanmamışsa, sadece kan pompalayan bir organdır (yürek). Bu anlamda “kalpsizlik”i Hac 46’da görüyoruz. Ayrıca, bu durumdaki kalpsizliğin “körlük” anlamı da vardır. Çünkü ayetleri görmeyi engelleyen körlük, kafa gözlerinin körlüğü değil,  “kalp körlüğü” dür. (Hac 46). Başka bir âyette de meâlen , Çevreniz ayetlerle doludur, gören gözler için…” deniyor. (Bkz. Fussilet 53, Neml 52, Secde 26, Naziat 26, Bakara 171). Bu anlamda gözleri görür hâle getirmek de, kalbe ölümsüz hakikati ve ölümsüzlüğü yakalayan fark edişi, evişi ve seziş kudretini kazandırmakla olasıdır. Kalbin bu kudreti kazanması için, önce (Kur’an terminolojisi ile) “marazî” (hasta) niteliğinden arındırılması gerekir. Yürek durumundaki kalbi “kalp-arş” ilişkisinden söz etmek zordur. Kur’an’da “kalbin marazı”ndan söz edelim âyetlerde (Nûr 50, Ahzab 12+32, Muhammed 20+29, Münafikûn 3, Bakara 10, Maide 52, Enfal 49, Tevbe 125, Hac 53) gördüğümüz “iç – dış farklı olmak illeti” (nifak) ile bağlantılı gösterilmiştir. İki yüzlülük (riyakârlık); “dilin kalbe ters düşmesi” , “dilin kalpte olmayanı söylemesi”, “dil–kalp farklılığı”  gibi değişik şekillerde ifadeye konmuştur (Hucurat 14, Ali İmran 167, Mâide 41, Tevbe 8, Fetih 11). Bunlar kalbin, hemen hemen en kötü marazlarını (rahatsızlıkları) olmaktadır.
Bu anlamda kalp hastalıklarının davranışlara ve yaşama / topluma yansıyan belirtileri; doymazlık (açgözlülük), hırs (Ahzâb 32), derbederlik (sefihlik) ve “şeytan fitnesine yataklık” tır (Tevbe 125, Hac 53). Daha önceki paragrafta değinip geçtiğimiz “kalp kararması”(kasvet) nedeni, söz konusu bu “kalp hastalığı” dır. Kur’an’da “kasvet” şeklinde de ifadeye konmuş olan kalbin bu makbul olmayan durumunun, insanın; sonsuzluğa, iyiye /güzele, kısaca “TANRI’ya giden yol” un önünde bir engel / belâ olduğu belirtilir. Örneğin, Zümer 22’de şöyle dendiğini görüyoruz: “Yazıklar olsun kalbi kasvetle dolmuş olanlara!” Kalp kasveti rahatsızlığını körükleyen bir numaralı etmenin, sonu gelmez arzular, emeller, tutkular ve hırslar olduğunu da Hadid 16’da görüyoruz.
“Kalp katılığı” nın Kur’an’da yer alan ve beşeriyete örnek olarak sunulan toplumu Yahudiler’dir. Kadîm Yahudi toplumu TANRI’ya verdikleri sözü tutmadıkları için, kalp kasvetine uğramış ve lânetlenmişlerdir (Mâide 13). Aslında, bu söylem, tersinden alındığında daha doğrudur: O toplumu oluşturan bireylerin çoğunluğu, kalp kasvetine uğramış ve dolayısıyla “kalp kararmasına” sâhip oldukları için; TANRI’ya verdikleri sözü tutamamışlar ve peygamberleri aracılığıyla da gelen tüm ilâhi uyarılara da kulak asmadıkları için lânetlenmişlerdir.
Hastalanan ve Paslanan Kalp
Bunlara ek olarak “kalp bozulmaları” kapsamında iki olumsuz durum daha vardır ki, bunlar Kur’an’da da “zeyğ” (Ali İmran 7, Tevbe 117, Saff 5) ve “lehv”dir (Enbiya 1+3). Bunlardan “zeyğ” denge noktasından sapma ve kaosa mâruz kalma demektir. “Lehv” ise, gaflet anlamına gelen bozukluktur. Yaşam içinde beşerî kusurlar dolayısıyla; başımıza gelenlerden ibret almayıp, uyarılara da aldırmayıp inatla kusur işlemeyi sergilemek ve tevbe edip TANRI’dan af dilemeye de yanaşmamak “kalp paslanması” (Mutaffifin 13+15) durumu ortaya çıkıyor ki, bu durum; sonsuza ve gerçeğe açılabilecek “pencerelerin” bitme noktasına yaklaşması demek olan büyük bir tâlihsizliktir birey için. Bu duruma gelen benlik, sanki Tanrı  ile arasına tam bir perde çekmiş oluyor.
Bu anlamda “hastalanan ve paslanan” kalp sonunda “körleşir” ve benlik için esas olan körlük de budur (Hacc 46). “Kalp körlüğü” insan ve evrenin sırlarını çözmeye götüren tüm fakülteleri dumura uğratır. Bu duruma gelen kalp, aklı da işlemez duruma getirir (Hacc 46). Bu durumdaki kalp, inceden inceye düşünüp; âyetlerini göremez, sırları keşfedemez duruma gelmiştir (A’raf 189). Bu durumdaki kalplerin sahiplerinin; gözleri görmez, kulakları işitmez ve kalpleri anlamaz durumdadır (A’raf 179). Bu durunda “kalp körlüğü”nü kalbin; “damgalanması”, “kilitlenmesi”, “perdelenmesi” ve “mühürlenmesi”  gibi olumsuzluklar izler. Üst âlemlere tüm kapıların kapanması ve dünya yaşamındaki sınavların kesin kaybı anlamına gelen bu son aşama, Kur’an’da “kalbin tab edilmesi” (A’raf 101, Tevbe87+93, Yunus 74, Rûm 56), “kalbin hatmedilmesi” (Bakara 7, Câsiye 23, En’am 46) ve “kalbe kilit vurulması” (Nisa 155, Muhammed 24). “kalbe perde çekilmesi” (En’am 24, Kehf 57) şekillerinde ifadeye konmuştur. Yukarıdakilerden,  “kalbin mühürlenmesi” deyiminde anlamını bulan olumsuzluğun nedenleri de; boş arzuları ilâh edinme (Câsiye 23), TANRI’nın nimetlerine nankörlük (A’raf 101), azgınlık ve zulüm (Yunus 74), bilgisizlik (Rûm 56, tevbe 87) olmaktadır. Kalpleri bu durumlarda olanlar, insanca; ne görebilirler, ne anlayabilirler, ne de yaşayabilirler (Bakara 7, Münafikün 3, Tevbe 87,93, En’am 46 ).
Bir Halden Başka Bir Hâle… 
Kalp sözcüğü Arapça’da “bir şeyi bir yönden ötekine çevirmek”  anlamına gelen bir sözcüktür. Türkçe’de de “kalbetmek” , “bir halden bir başka hâle çevirmek” demektir. “Kalp” ten türetilmiş olan “inkılap”  sözcüğü de, “bir halden bir başka hâle geçiş / geçirme” anlamına gelir. Kalp sözcüğünün; inkılap gibi değişmek / değiştirmek, çevirmek / çevrilmek gibi anlamlara gelen değişik türevleri (tekallüb, münkalib, münkaleb vb) 30’dan fazla Kur’an âyetinde geçer. Özbenliğin kudretlerinden birisi bu dünya bedenindeki yansıması olan kalp gelişim süreci içinde bir halden bir hâle geçerek nitelik değişimine uğrar. Bu değişim süreci içinde ortaya çıkan kalp türleri Bakara 74’te belirtilmiştir: “katı kalp” , “yukarıdan aşağıya düşen kalp”, “yarılıp içinden su fışkıran kalp”. Kalbin bu değişimiyle ortaya çıkan olgunlaşmanın yönü “gönül” e(mânevî kalbe) doğrudur. Bu evrilmenin İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT bilgilerindeki karşılığı , vicdan birim düalitesinin olumlu zıttının pozitif değerlerle yüklenmesidir kanımızca. Gönül anlamında olmak üzere “fuad” sözcüğü de Kur’an’da 20’ye yakın yerde geçer. Gönül, halden hâle geçmeye yatkın bir yapıya sâhip olduğundan, onu hep aynı yüksek titreşimde (“selîm” niteliğinde) tutmak için ünlü sufiler halvetin/uzletin ihmal edilmemesini önermişlerdir.
Gerçek hadislere göre “gönül” anlamındaki kalp, aynı zamanda “TANRI’nın evi”  ve “TANRI’nın arşı” kabul edilmiştir. Dahası, Kur’an’a göre, TANRI buyurmuştur ki, “Beni, yerim ve göğüm içine alamamıştır ama mü’min bulunan kalbine sığmışımdır.” Hz. Muhammed de, TANRI’yı anarken,  “Kalpleri halden hâle sokan TANRI…” demiştir.  Bu söylemin Arapçası, “Muhallib el-kulûb” dur. Buradaki “kulûb”, Arapçada kalp  anlamına gelen sözcüktür ve Kur’an’da bu şekilde 130’a yakın yerde geçer. Hadisteki kalp sözcüğünde anlamını bulan değişimi Kur’an bir olumsuzluk olarak gösterir, kişiyi bundan kurtarmaya ve “kararlı bir benlik” kazanmaya özendirir. Kararlı bir nitelik kazanmış benliği, Kur’an; insanın gerçek benliği; ölümsüz hakikati ve ölümsüzü yakalayan fark ediş, eriş ve seziş kudreti olarak tanımlamaktadır.
Kalbi Gönül Niteliğinde Tutmak
Saadet Devri (Asr-ı Saadet) denilen H. Muhammed’in sağlığındaki yılların gönül uluları, Peygamber’in vefatından sonra; kalplerinin kararlılığını, arılığını ve duruluğunu, bu arada da dinin sâfiyetini korumak için halveti kurtuluş çâresi olarak sürdürmüşlerdir. Mâlik b.Dînar’ın şu sözleri bu konuda tanıklık edecek özlü bir bilgi içerir: “Gönül uluları birbirlerine şu üç şeyi önerirlerdi: Dilini tut, çok istiğfar et, uzleti bırakma. Uzleti terk edip halkın içine dalanlar rezîl oldu.” Kalbi belli bir performansta (“gönül” niteliğinde) tutmak için bu insanlar zaman zaman halvete / uzlete çekilirler, bu arada toplumdan da uzak kalmazlar ama halkın arasında bulunurken de halvet hallerini sürdürürlerdi. Ünlü ilahiyatçı filozof Prof. Dr. Muhammed İKBAL bu durumu “Herkesle yürü ama yalnız ol.” şeklinde dizelerine dökülmüştür. (CAVİDNAME,230)
İki paragraf yukarıda, Kur’an’a göre; makbul kalbe sâhip insan (kararlı benlik) takva için sınanır (Hucurat 3). Takva sınavlarından büyük ölçüde başarıyla çıkanların rahmet ve ref’ete lâyık duruma gelmiştir (Hadid 27). Böyle bir kalp için; kasvet, körlük, gaflet gibi beşerî zaaflar söz konusu değildir. Körlük ve gaflet içinde olan kalbin yolu kasvete; rahmetle dolu kalbin yolu ise yumuşaklığa (lînet) çıkar. Kasvet, körlük ve gaflet nasıl kalp katılığı ve kalabalık getiriyorsa; TANRI’yı zikrederek (**) takva sınavlarında başarılı olmak da insana sükûnet, ferahlık, huzur ve doygunluk verir (Ra’d 28, Hadid 16, Hac 35, Müminûn 60, Enfâl 3). Rahmet ve ref’et (sıcaklık, merhamet) ile dolu selîm kalp sâhipleri öyle insanlardır ki; ibâdet hâlinde yaşarlar, başlarına gelene sabrederler ve sâhibolduklarından başkaları için pay çıkarırlar (Hac 35, Enfal 3).
Sonsuzluk yolcusu gönül erinin işi TANRI ile olduğundan, söz ile dostluğu hemen hemen yoktur. Sükût hâli (samt), yani az konuşmak, iç dünyayı kontrol altında tutmanın (murakabe) önemli bir yoludur. Bu nedenle gönül uluları, beşerî ilişki ve iletişimde gönül diline (sessiz / sözsüz konuşmaya) öncelik vermişlerdir. Tüm bu duyarlılığın amacı kalbin; sâfiyetini, arılığını / duruluğunu (bir bakıma, çevreyi olumlu yönde etkileme performansını) belli bir düzeyde tutmaktır. Ünlü sufilerden Zünnûn el-Mısrî (ölm.895) “Kalbine en iyi şekilde sâhibolan kimdir?” sorusuna, “Diline en iyi sâhibolan kişisdir.” yanıtını vermiştir.  Mısrî gibi gönül erlerinin kalbinin bakış ve görüş gücü olan basiret, tanrısal ışıkla aydınlandığı için, kalbin imanla da bağlantısı vardır. Bundan dolayı îmânı bir kalp olayı olarak ele almak yanlış olmaz. Nasıl ki, Kur’an’da da, “îman edenler TANRI’ya sevgi bakımından çok engin ve derindirler.” deniyor (Bakara 165). Îman ve kalbin bu sıkı ilişkisinden dolayı İslam bilginleri îmanı, “kalp ile tasdik” olarak görmekte tereddüt etmemişlerdir.
Parapsikoloji ve kadîm bilgeliğin bakış açısıyla “mânevî kalp”in kalp çakranın içinde olduğunu da söyleyebiliriz. Çakra temizliği ve dengelenmesi gibi çalışmalar de göz önüne alındığında, kalp çakranı durumuyla, “kalbin gönül hâli” arasında göz ardı edilmeyecek bir bağlantı olduğunu düşünüyor ama bunu ayrı bir çalışmamıza bırakarak, tekrar kalbin hallerinden devam ediyoruz.
Yukarıda kalp ile ilgili kavramlardan basîretin, kalbin bakış ve görüş gücü olduğunu belirtmiştik. Bazı Kur’an ayetlerinde basîretin, aynı zamanda kalp gözü olduğunu da görüyoruz (En’am 103+104, Kıyamet 14). Kadîm bilgelikten de biliyoruz ki, kalp gözünü çalıştırma ve geliştirme kurumu tasavvuftur. Tasavvufa göre basîret, Yaratıcı Kudret’ten kaynaklanan ve sonsuzu yakalayan bir idraktir. İnsan, iç dünyasının inceliklerini, idrakinin bu ileri düzeyi ile yakalayabilir. Örneğin, Peygamberin çağrıları basîret üzeredir. Böyle bir kalbin (günlük kullanımdaki söylemiyle “kalp temizliği” nin) ölüm ötesinde varlığın temize çıkmasında yararı büyüktür. Ölüm ötesinde varlığın kendi kendine hesaplaşması konusunda, Kur’an’da şöyle dendiğini görüyoruz: “…ne mal yarar sağlar onlara ne de çocuklar. Orada tertemiz bir kalp getirenlerden başkası kurtulamaz” (Şuara 89).
İdrakin ileri bir düzeyinde kazanılan böyle bir kalbin, realiteyi doğrudan algılayabilme gibi bir niteliği olduğunu da yazımızın akışı içinde bir yerlerde değinmiştik. Dikkat edilirse, realiteyi doğrudan algılayabilen ve dolayısıyla Tanrısal ışıkla aydınlanmış böyle bir kalbin sıfatı olan “selîm”  sözcüğü ile, TANRI’nın dininin adı olan “İslam” aynı köktendir: “silm” (selam, selâmet). “silm” barış, huzur, güven anlamında bir sözcüktür. O halde “selîm kalp” de; barış, huzur, güven ve sükûnetle dolu kalp demektir. Bu insâni değerlerin (erdemlerin) elde edilmesiyle, “selîm kalp”in ortaya çıkarılması tüm dinsel ve seçkin inisiyatik öğretilerle kadîm bilgeliğin ana hedefi olmuştur. Dünya, en azından bu devrede indirilmiş olan ve Muhammed Peygamber ile tamamlanmış bulunan toplam dinsel öğretinin genel adı “İslam” sözcüğünün “teslim olmuş / olan” anlamı da vardır.
TANRI’ya Teslîmiyet
Bu durumda İslam sözcüğü ile kök ortaklığı bulunan “selîm” sözcüğü de “TANRI’ya teslîmiyet” anlamına sâhiptir. Bu durumda “selîm kalp”  aynı zamanda “TANRI’ya yeterince teslim olmuş kalp” demektir. Böyle bir kalbe sâhip olan enkarne bir varlıkta; özbenlik, bedensel bende %100’e yakın bir oranda tecelli etmiştir. Beden ve özbenlik hemen hemen bir olmuş ve enkarne varlık (bedensel ben) özbenliği (asıl kendisi) aracılığıyla planına (ve oradan da sonsuz uzaklıktaki ışıklı ortamlara bağlanmış durumdadır. Bu anlamda olmak üzere, dünyadayken sonsuzluklara bağlanmış olmanın en özlü söylemini İsa Peygamber’de görüyoruz: “Babam ve ben biliriz.”
Bu durumdaki selîm kalbi Kur’an, “mübin” diye anmaktadır. “Mübin”, “yönelmiş / bağlanmış” anlamında bir sözcüktür. Mübin kalp, TANRI’dan gizli bir yolla ve “Rahman için ürperen bir kalp”tir (Kaf 33). “Mübin kalp” ile “selîm kalp” arasında bağlantı açıktır: Nasıl ki,  “mübin kalp” ten söz eden âyet, bu kalbin sonsuzluğa geçişinin “selâm” ile olacağını söylemektedir. “Selam” sözcüğünün, selîm sıfatının kökü olduğunu düşünürsel, “mübin kalp”in “selîm kalp”e geçiş basamağında olduğunu anlarız. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, “selîm” ya da “mübin” kalbe ulaşmanın yolları / aşamaları tüm dinsel ve inisiyatik öğretilerde ve kadîm bilgelikte verilmiştir.
Kâmil İnsan
“Kâmil insan” deyiminde anlamını bulan olgunluk (gelişmişlik düzeyi) yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız anlamda “makbul bir kalp”e sahip olmakla olası olduğu anlaşılıyor. Hikmetlerle dolu” (Yunus1, Câsiye 2) ve “eşsiz yücelikte bir kitap” (Fussilet 41+42) olan Kur’an’a göre “makbul kalp” e sâhip insan “kararlı bir benlik”tir. Böyle bir benlik, özbenliğiyle ve sonsuz yüceliklerle olan bağlantısını (kalp-arş ilişkisini) sağlamlaştırmış ve sürekli hâle getirmiş bir benliktir. “Kamil insan” deyiminde anlamını bulan böyle bir benliği “âlemlerin Rabb’inden bir indiriliş” (Hakk 43) olan Kur’an; “nitelik kazanmış kararlı bir benlik; insanın gerçek benliği, ölümsüz hakikati ve ölümsüzü yakalayan fark ediş, eriş ve seziş kudreti” olarak tanımlamaktadır.
Görülüyor ki, “kâmil insan”, kendisinden kerâmetler zuhûr eden insan değildir. Kâmil insan odur ki, halk ile düşüp kalkar, onların arasında dolaşır, onlarla alışveriş eder fakat Hak’tan bir an gâfil olmaz. Yani, sürekli olarak TANRI’nın huzurunda olduğu bilinci (süreli ibâdet hâli) içinde yaşamak… Erdemli bilge insanlara özgü bu durum “dışta, dış görünüş olarak halk ile ama içte Hak ile olmak” tır. TANRI’nın, “O mü’minler öyle er kişilerdir ki; ne ticaret, ne de satış onları TANRI’nın zikrinden alıkoyar.” (Nûr 37) dediği gönül ulularıdır. İşte bu durumda olan insanın kalbi; nefs kaynaklı düşüncelerden, vesvese veren şeylerden arınmış ve gönül hâline evrilmiştir.
Kalbin, bu anlamda gönüle dönüşmesi, büyük ölçüde; nefsin terbiye edilerek edeplendirilmesiyle olur. Daha teknik bir söylem ile, vicdan birim düalitesinin pozitif zıttında daha çok değer birikmesi ve bunun süreklilik kazanması (58,101,103,182,22). Bu makbul durumun sürekli hâle getirilmesi, kişinin , süreli olarak kendi nefsânî hareketlerine, niyetlerine ve düşüncelerine karşı duyarlı olması yanî sürekli kendi kendini kontrol ve muhasebe etme titizliği içinde olması ile başarılacak bir iştir. Bedenli dünya yaşamında bu anlamda nefs denetimini / muhasebesini ne kadar başarılı ve sürekli yaparsak, ölüm ötesinde; şuur dışında biriktirdiklerimizi gözden geçirirken, (yani ölüm ötesi muhasebede) o kadar az üzülürüz. Kendi kendimizle hesaplaşmamız o kadar az sıkıcı olur.
Yukarıda anlattığımız gibi, nefsin denetim altına alınarak terbiye edilmesi sürecinde; kalp de gönüle evrilmeye başlamıştır. Bu güzel değişimin sürekli kılınmasıyla tasavvufta “ayna” ya benzetilen “gönül” e içten doğru “vasıtasız bilgiler” de yadsımaya başlar. Çünkü bireyin iç zemini, süptil tesirlerin enkarne olmasına elverişli süptiliteye gelmiştir. Bu demektir ki, kişi; bir yandan dıştan/yataydan (kitaplardan, kulaklardan, gözlemlerinden vb.) aldığı bilgilerle ilerlerken, içten kaynaklanan ve gönül aynasına yansıyan bilgilerle de beslenmeye başlar. Nefsin terbiye edilip, kontrol ve denetim altına alınmasıyla kalbin gönül hâline evrilmesinin önemi şu hadiste de ifâdesini bulmuştur: “Yerim ve göğüm benim içine alamamıştır ama mü’min kulunun gönlü almıştır.”(Hadisi Kudsî, KUR’AN ve SÜNNETE GÖRE TASAVVUF, Yaşar N.ÖZTÜRK)
Kur’an’da “gönül gözü” (“Lübb”) olarak geçen “gönül”, akıl ötesi bir gücü ifade eden bir sözcüktür. Bu öylesine akıl ötesi bir güçtür ki, Kur’an’ın bazı âyetleri “lübb sâhipleri” tarafından anlaşılır. Gönül hâline evrilmiş bir kalbin çevreye olan tesirliliği de artmıştır. Günümüz maddeci biliminin bazı özgür düşünceli bilim insanları bu tesirliliği kendilerine göre açıklamaya çalışmaktadır(Bkz. Dipnot web adresinde bulunan video). Gönül hâline gelmiş kalbin bu durumunu ünlü ilahiyatçı filozof Prof. Dr. Muhammed İKBAL’in CÂVİDNÂME adlı eserinde de yerini almıştır: “Kutludur o er ki; ‘Hû’ derdemez, dokuz felek çevresinde tavâf etmeye başlar.”
“Hidâyete Erdikten Sonra…”
Kendini bilme duyarlılığı içinde idraklenilerek gelişildikçe, kalbin mânevi kalbe (gönül) evrilmesi süreci içinde nefs de büyük ölçüde eğitilmiş ve kontrol altına alınmıştır. Ancak nefs, Peygamber’in yaptığı gibi “Müslüman edilse” de %100 paklanması  söz konusu değildir. Nefs ve nefsâniyet giderek “incelir” ama her realitelerde o vardır, İblis planının bir uzantısı olarak fıtratında bulunan iğva, sınama ve test etme görevini hep yapacaktır ki bu da onun vazifesidir, varlığa hizmet bağlamında. Nasıl ki bunun uyarısı Kur’an’da da bulunmaktadır: Meâlen, “kalplerimizi hidayete erdirdikten sonra, oradan saptırma” (Ali İmran 8). Görülen odur ki, “hidâyete erdikten” sonra da, oradan sapmak (gerilemek değil) söz konusudur. Ne kadar gelişmiş olursa olsun, yaratılmış olan her varlık bir üstüne göre kusurludur. Kusurlar giderek azalır, incelir, lâtifleşir ama hiçbir zaman sıfırlanmaz çünkü gelişim sonsuzdur. Varlık ne kadar gelişmiş olursa olsun; bilmediği, bilemeyeceği (gayb) şeyler ebediyen hep olacaktır. Varlık için gayb hep olacaktır ve her realite için, “gaybı bilen” elbette ki Tanrı’dan başkası değildir.
Yeniden konumuza dönerek diyoruz ki, vicdan birim dualitesinin olumsuz tarafı olan nefsten kaynaklanan her şey kalp ve onun ileri şekli olan gönül için bir tehdittir, tehlikedir. Sâdece kalbin değil, gönlün de “çer-çöp” le kapanmasa bile, kirlenmesi(çakra kirliliği) “rahatsızlanması” (maraz) her zaman söz konusudur. Eğer “kalp temizliği” (selîm kalp durumu) bizler için önemliyse, ona karşı duyarlılığımızı sürekli kılmalıyız. Çünkü bu konuda hep sınanıyor durumdayız. Bu sınanmalar, kalp temizliği konusunda başarılı olup güçlenmemiz içindir çünkü gelişmek / gelişmişlik, bu sınanmalarda başarılı olmakla olası. Bu konudaki başarısızlıklar derece derece olduğu için, bunlara değişik adlar verilmiştir: Kalp kararması (kasvet), kalbin körlenmesi (basîretsizlik), kalbin gaflete düşmesi ( Enbiya 1+3), kalbin paslanması ( Mutaffifin 13+15) , kalbin hatmedilmesi (Bakara 7,Câsiye 23), Kalbe kilit vurulması (Nisa 155, Muhammed 24), kalbe perde çekilmesi (En’am 24, Kehf 57) vb. vb. Yazımızın son kısmında da bu olumsuzlukları irdeleyerek çalışmamızı tamamlayalım.    
Kalbin arınmışlığıyla ilgili bu olumsuzlukların hepsinin birden toplam adı “kalp marazı” dır. Kalp marazı, kalbin sonsuzluk yolu olan vicdan kanalındaki akışkanlığın önündeki engeldir (“çer-çöp”), başka türlü bir deyişle vicdan birim düalitesinin olumsuz zıttındaki ağırlığı oluşturan tortudur. Bu tortu aynı zamanda, enkarne varlığın “kalp- arş” ilişkisi için bir dirençtir ve özbenliğiyle olan bağlantısını zayıflatan olumsuz bir etmendir. Sanki kişinin kalbini mahvederek, onun sonsuz ve ölümsüz olan özbenliğiyle bağlantısını zayıflatan söz konusu marazlardan beşerî gelişimde en yaygın olanı (nefsin kabalığından kaynaklanan) kibirdir, kibre saplanmaktır. Beşeri kibrin Kur’an’daki sözcüğü “istikbâr”dır. Kibir sözcüğünde anlamını bulan, kendini büyük ve güçlü görme kusuru İblis’in en belirgin karakteridir (Bakara 34, Zümer 59). Kibir, büyüklük kuruntusudur ve elbette ki bir kalp marazıdır. Kibir marazına sahip kalpler “mühürlenmiş kalpler” kategorisinden sayılmaktadır (Nahl 22).
Bu anlamda kalp “bozukluğu” nun, beşeri ilişkilerde en tehlikeli görünümü kişinin kalbiyle dilinin farklılığıdır. Kalp-dil uyuşmazlığı, bireyin kalbine (vicdanına) karşı ihânetidir (Bakara 283). Kalp ile dilin ters düşmesi, kalpte olmayanı dilin söylemesi, dil–kalp farklılığı / uyuşmazlığı gibi durumlar  îmansızlığın belirtilerindendir (Hucurat 14, Fetih 11, Tevbe 8, Mâide 41, Ali İmran 167). Bu durum aynı zamanda riyakârlıktır. Münafıkların belirgin alâmetlerinden biri de riyâdır (Nisa 142). Riyakâr kimse TANRI için sergilediğini söylediği fiilini kullar için sergileyerek bir yalan; TANRI’dan beklediğini iddia ettiği karşılığı kuldan bekleyerek bir başka yalan içine girer. Kur’an riyâya öylesine ağır ve şiddetli bir olumsuzluk yüklemiştir ki, riyakâr kimse otomatik olarak din dışı ilan edilebilmektedir.
Bu illetten arınmış bir kalp, insanı; özbenliğiyle doğrudan ilişkilendirmenin yanı sıra, eşya ve olayların gözlenip irdelenmesiyle olup bitenleri anlamlandırmada en güvenilir rehber olur. Kalbin sonsuzluk yolu olan vicdanın verdiği yargının güvenilir olması, akıl ve bilim açısından gerekli incelemelerin de  yapılmış olmasına bağlıdır. Bu nedenle, kalbin gösterdiği yolda aklı kullanarak yürümek gerek. Yani ilhama/ sezgiye körü körüne uymak her zaman çok sağlıklı bir tutum olmayabilir. Bilgiyi bilgiyle sınayarak benimsedikten sonra; onu, idraklenme cehti içinde özümsemek gerek. Unutmayalım ki, kalbin sonsuzluk yolu olan vicdan mekanizmasının zıtları arasındaki ilişkinin kuruluş ve bağlanışları idraklenme ile olmaktadır (117). Varlığın gelişim süreci içinde, idrak giderek vicdana da egemen olur (117).
Sonuç
Görülüyor ki, bu çalışmamızın ana temasını oluşturan “selîm kalp”e sâhip olmak; kendini tanıma duyarlılığı içinde, idraklenme cehtini sürekli kılmakla olasıdır. Aslında bu, varlığın sonsuzluk yolunda ilerlemesinin de gereğidir. Kalbin sonsuzluk yolu olan vicdana egemen olan da idraktir(117). Bu sonsuzluk yolunda ilerleyen varlığın idraklenmesiyle gelen şuur düzeyi yükseldikçe,” vicdan mekanizması” da “vicdan düalitesi”ne evrilir. Çünkü kalbin sonsuzluk yolu olan vicdan, varlıktaki (özbenlikteki) kudretlerden birinin bedensel bendeki tezâhürüdür.
Dünya dediğimiz bu enkarnasyon ve gelişim ortamındaki tüm gelişim olanakları enkarne varlıkların selîm bir kalbe sâhip olmaları için bir araçtır ki, TANRI’da; bizden, bu gelişim olanaklarından (“nimetler”den) yararlanarak, arınmış bir kalp ile aslımıza dönmemizi istiyor (Şuara 89).  Kalp arınmamışsa, olumlu nitelikleri kazanmamışsa, “yok” sayılıyor Kur’an’da. Bu durumdaki kalp, alansal tesirlilik gücü çok zayıf yürek organından başka bir şey olmamaktadır. Demek ki, bu anlamda “kalpsizlik”, yürek demek oluyor. Kalp “selîm” (yani “mânevî kalp”) niteliğini kazanmamışsa, sâdece kan pompalayan bir organdır(yürek).
Günümüz maddeci biliminde de, kuantumdan hareketle; kalbin, yürekten başka bir şey olduğu yönünde yaptığı açıklamaları memnuniyetle karşılıyoruz. Zâten bu bilim parapsikoloji dalıyla 100 yıla yakın bir zamandan beri insanın gerçek doğasına değişik açılardan yaklaşmaktaydı. Bu bağlamda yeri gelmişken, Prof. Baret, Prof.W.James, Prof. Lodge, Prof.McDougal, Prof. Rhine, Prof.  Richet, Prof. Krippner, Prof.Tenhaef, Prof.Lozanov, Prof.Vasiliev, Prof.Kogan, Prof. Motoyama ve medyomlar Ingo Swan, Uri Geller, Ted Serios, H.Edwards, R.Marybrown vb.vb. bu değerli insanları saygıyla anıyoruz.
………………………………………………..
(*) Yazımızın akışı içinde yer yer görülecek bu rakamlar İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT adlı kaynak eserimizden yapılan alıntıları bulunduğu sayfa numaralarıdır.
(**) Zikir: TANRI’yı anmak. Bu arada “zikir” aynı zamanda Kur’an’ın sıfatlarından biridir (Ali İmram 58, Hicr 6, Nahl 44, Enbiya 50, Kalem 51+52, Sâd 1, Talak 10)
(1) www.youtube.com/watch?v=13Z2NqLSne8
(2) Edgar MITCHEL : NASA’nın, Ay’da yürümüş ve Ay yüzeyinde dokuz saat geçirmiş 6. astronotu. Emekli olduktan sonra dünya dışı zeki yaşamın mevcudiyeti yönünde de ilginç açıklamalarıyla bilinen bir bilim insanıdır.
(3) Max PLANCK : Almanların ünlü fizikçisi Max Planck, 1858 yılında Almanya’da doğmuştur. Berlin üniversitesini bitirmiş ve 1879 yılında akademik kariyerine başlamıştır. 1892 yılında Berlin Üniversitesinde kurumsal fizik bölümü profesörü olmuştur. 37 yıl bu görevi yürütmüştür. Planck Işıma Kuramı adıyla bilinen yasayı 1900 yılında Berlin’de sunmuştur. Bu yasa, belirli ısı altında cisimlerden yayılan çeşitli frekanslarda ki ışınlar ve onlara bağlı enerjiler hakkındadır. Titreşen atomlar sürekli enerji yaymakta ve bu enerjiyi gelişigüzel yaymaktadırlar. Bu parçacıklara “kuantum” ismi verildi. Kuantum, titreşen atomların belirli noktalarda enerji yaydığını ve emdiğini göstermektedir.  E=h.v olarak gösterilen bu formül, Planck sabiti olarak tarihe geçmiştir. Max Planck, 1918 yılında Nobel Fizik Ödülünü almıştır. 1926 yılında Londra Royal Society üyeliğine, 1930 yılında Kaiser Wilhelm Kurumu başkanı olmuştur. Max Planck, 1947 yılında hayatını kaybetti. Çağın en büyük fizikçisi kabul edilen Max Planck, en devrimci bilim adamı olarak bilinir ve çevresi onun geleneksel değerlere bağlı ve saygılı bir adam olarak bilmektedir.
4) Stephen HAWKING : 1942 yılında Oxford kentinde doğan Stephen Hawking University College'da ve Trinity College'da öğrenim gördü. Daha sonra Caius College'da öğretim görevlisi oldu. 1960'ların başında tedavisi olmayan amyotrofik lateral Buna rağmen çalışmalarına devam etti. Görelilik kuramı ile kuvantum mekaniğinden yararlanarak kara deliklerin özelliklerini kuramsal olarak ortaya koydu. Stephen Hawking, Einstein'den bu yana dünyaya gelen en parlak teorik fizikçi olarak kabul edilen matematik profesörüdür. Kuantum fiziği ve kara deliklerle ilgili iddialarıyla, bugün yaşayan bilim adamları arasında dünyada en çok tanınan isim, Hawking. Kitapları, 40 dile çevrildi. Son kitabı “Ceviz Kabuğundaki Evren” de, dünyanın büyük bir felâketle karşı karşıya kalabileceğini belirterek, uzayda insan kolonileri kurulmasını gündeme getirmiştir. Bir fenomen hâline gelen ve milyonlarca satan “Zamanın Kısa Tarihi” kitabı, Hawking e asıl şöhreti getirmişti.
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
·          KUR’AN
·          İLÂHÎ NİZAM  ve KÂİNAT, Bedri Ruhselman, Ruh ve Madde Yayınları
·          KUR’AN ve SÜNNETE GÖRE TASAVVUF, Yaşar N.Öztürk, Yeni Boyut Yayınları

·          KUR’AN’ın TEMEL KAVRAMLARI, Yaşar N.Öztürk, Yeni Boyut Yayınları

27 Ocak 2016 Çarşamba

AURA SAĞLIĞIMIZ



            AURA SAĞLIĞIMIZ
              DERLEYEN: Selman GERÇEKSEVER

Sağlıklı bir aura hayat doludur. Hayat ve canlılık dolu bir aura; zihin, beden ve ruh sağlığının göstergesidir. Kazalar dışında, bozulmuş bir sağlık ( ya da kısaca “sağlıksızlık”) yılların birikimi olan negatif düşüncelerin sonucudur. Bu “karaltı” fizik beden belirginleşmeden önce, aurada kendini gösterir. Mantal ve heyecansal etmenler sürekli olarak aurayı etkiler; kişinin, hayatı yaşayış şekline göre aura bundan sağlık ya da sağlıksızlık yönünde etkilenir.

Auranın rengine, dokusuna, görünümüne, şekline ve büyüklüğüne bakılarak; potansiyel durumda olan bir rahatsızlık (önceden) fark edilebilir. Biz (ya da doktor) farkına varmadan çok önceleri hastalık auramıza gelip yerleşmiştir bile. Bitkilerin yapraklarının kirlian fotoğraflarında, hastalık ortaya çıkmadan önce, yaprağın aurasındaki renk değişiklikleri görülebilmektedir.

Aura fotograflarında grimsi kahve renk saptanmış hastalar kronik sağlık sorunlarını deneyimliyorlardı. Bu insanlar sağlıklarına kavuştukça, sağlığın işaretleri olan renkler yeniden ortaya çıkıyordu. Grimsi kahve renk migren rahatsızlığı çeken hastaların başlarının çevresindeki auralarında da sık sık görülür. Migrende, baş çevresindeki gri renk daha yoğun ve dokusu daha sıktır.

Uyuşturucu nitelikli kimyasallar (drugs) aurayı daha başka şekilde etkiler: Bu maddeler auraya  kaba bir görünüm vermekle kalmaz, ona sağlıksız bir görünüm de kazandırır.  Bunların uzun süreli kullanımları ise aurada sürekli değişikliklere neden olur ki bunlar, bedendeki tahribatı / hasarın auraya yansımasının belirtisidir. Kaslardaki tahribatı auraya yansıması (aurada oluşan) “delikler” şeklindedir. Kaslardaki tahribat bir şekilde tedavi edildikçe, auradaki “delikler” de ortadan kalkar. (1)

Eterik bedendeki kirli lekeler de sağlıksızlıkla ilgili işaretler olarak değerlendirilir. Zamanında önlem alınmaz ya da fark edilmezse, bu lekeler siyah ya da kahve renk donuk bölgeler şeklinde gelişme gösterir. Bu arada, auranın içinden doğru gelen radyasyon sönükleşir ve donuklaşır. Fizik bedene hemen hemen yapışık olan eterik bedenin işlevlerinden biri de bizi sürekli olarak çevreleyen enerjileri almak, depolamak ve yaymaktır. Hastalıklar sıksık bu enerji tükendiği zaman; yani, eterik beden bu işlevini gerçekleştiremediği zaman ortaya çıkar. Bu nedenle, eterik bedene zaman zaman “sağlık aurası” da denir.

Ağrı / sızı kendisini aurada çok farklı şekillerde belli eder: Etkilenmiş olan bölge
boyunca eterik beden sanki katı bir siyahlık olarak kendini beli eder. Kişi kendini iyi hissetmeye başlamadan önce sanki bir mürekkep bulaşığı gibi ortaya çıkar. Örneğin, eğer göğsünüzü üşütmek üzereyseniz, auranızın göğsünüze rastlayan kısmında böyle gri bir leke ortaya çıkacaktır. Ama tam olarak üşütmüş iseniz, bu gri leke simsiyah olana kadar koyulaşacaktır.

Acılı ağrılı durumlarda, sanki aura kendi içine kapanır ve enerji yokluğu deneyimlenir. Örneğin, yoğun migren ağrılarında durum böyledir. Migren geçtikten sonra aura normal şeklini alır. Kronik ağrılı vak’alarda ise, ağrı çekildiği sürece aura sanki buruşturulmuş bir görünüme bürünür ve ağrının nedeni olan bölgeye karşılık gelen aura bölgesinde belirgin bir siyahlık olacaktır.

Aura ve Ruhsal Şifa
Aura şifada da kullanılablir. Yaygın kanıya göre pek çok spiritüel ve manyetik şifacı şifa verirken aurasını kullanır. Avuçlarımızın içinde şakralara benzer güçlü enerji merkezleri bulunur ki bu merkezlerden, gerektiğinde gereksinimi olanlara enerji aktarabiliriz. Bir bakıma, manyetik yöntemle şifa veren bir şifacı avuç içelrindeki bu merkezlerden iyileştirmeye çalıştığı kimselere enerji aktarır. ABD’de yapılan bir araştırmada Ethel de LOACH adlı şifacının elerinden şifa sırasında bu enerjinin aktığı kirlian fotoğraf tekniği ile saptanmıştır. B şifacının, dinlenme durumunda iken ellerinden yayılmakta olan mavi ışıma, şifa yaparken alev yanan turuncu bir ışımaya dönüşüyordu.(2)

Beşeri Aura Katmanları
 
Uzaktan şifa yaparken de aura kullanılır. Kişi hissiyatını ve düşüncelerini birleştirerek, kendi aurasının titreşimlerini hedef kişinin aurasına önlendirir. Bu durumla ilgili olarak, Jack Wellman adlı şifacı (“A Priest and the Paranormal” adlı kitabında) birisi için şifa amacıyla uzaktan dua ederken, elleriyle o şahsın aurasını nasıl okşadığını uzun uzun anlatır. Belirtildiğine göre bu şifacı her zaman aura görebilme yeteneğine sahip değildir ama bir kimseye şifa verirken, o kimsenin aurasını hissedebilmektedir.

Aura şifacılarının bir çoğu hastalarının auralarına doğrudan “iyileştirici düşünceler” göndererek uzaktan şifa yapmaya çalışırlar. Bu çalışmalarında onlar bazen kendi auralarında belirli renkleri oluşturarak, bu renkleri de karşı tarafa göndermeyi dener. Bu çalışmalarda tüm olup biten, mantal ve spiritüel niteliklidir. Böyle bir çalışmanın uygulamaya dayalı (deneysel) ayrıntıları; 1915 yılında Swami Panchadasi tarafından yayınlanan “The Human Aura” adlı eserde bulunabilir. Yazar, kiatbının bir yerinde şöyle diyor: “…Heyecanlı birini menekşe moru bir renk banyosuna zihinsel olarak sokarak, yorgun ve yılgın birisini önce parlak kırmızı ardından da sarı renk banyolarına sokarak iyileştirmeye çalışabilirsiniz…” Hasta, hangi renk banyosuna sokulursa sokulsun, çalışma bitirilmeden önce, hasta mantal olarak beyaz renk içine alınırsa, bu; hasta ve şifacı için kozmik enerji almak açısından yararlıdır.

Şifacılardan ayrı olarak hastaların da söz konusu renk banyosunu (tercihan açık havada ve güneşte) yapmaları, yani; gözler kapalı durumda gerekli olan bir rengi zihinde canlandırıp, bunu solurcasına ciğerlere doldurmak. Bir renk soluma pratiğine başlamanın beklide en iyi yolu; birkaç derin nefes eşliğinde rahat bir şekilde gevşemektir. Bunun için gözlerinizi kapayın ve istediğiniz rengi solumaya başlayın. Bu arada şifandırmaya niyetlendiğiniz organınızı da zihninizde canlandırmaya ve onun giderek iyileştiğini görmeye çalışın. Sonuç alana kadar bunu gün boyunca birkaç kez yineleyin.

“Rosicrucians” adlı uluslar arası kuruluşun bünyesinde yaygın olarak uygulandığı bilinen “renk soluma pratiği” ne göre; duygusal sorunları / takıntıları ve çevresine verdiği rahatsızlıkları bulunan birine bu konuda yardım etmek için; o kimseyi pembe renkli koruyucu bir alan içinde zihninizde canlandırmanız yetiyor.  Daha da etkili olmak için, bu çalışmayı yaparken düşüncelerinize sevginizi de ekeleyin. Eğer hedef şahıs fiziksel olarak yıkıntı ve çöküntü halindeyse, aynı işlemi, onu parlak ve turuncu renkte bir alan içinde zihninizde canlandırarak yapmaya çalışınız.

Peki, burada işleyen mekanizma nedir, nasıl oluyor da “renk şifası” ndan olumlu ve etkili sonuçlar alınıyor? Bilindiği gibi, vücudumuzun her bir kısmı  değişik bir renkle bağlantılıdır ve her bir  renk ayrı bir vibrasyon demektir. Eğer vücudumuzun her hangi bir kısmı  sağlıklı değilse, o organla ilgili doğal rengin titreşimine uygun bir renk titreşimiyle organa yönelirseniz, olumlu sonuçlar alabilirsiniz.

Renklerle şifada aurada doğal dengenin ve iyileştirmenin oluşumu için gökkuşağının renklerinden yararlanılır. Çok eski zamanlardan beri de güneş ışığının bu amaçla (şifacılar tarafından) kullanıldığını biliyoruz. Güneş ışığı beyaz ışıktır. Hatta şifacılar aurada eksik gördüğü rengi tamamlamak için o rengin takviyesini güneş ışığıyla birlikte yapar. Gök kuşağındaki renkler içinde yeşil renk en doğal iyileştirici renk olarak bilinir ve kullanılır. Bierey üzerinde rahatlatıcı ve huzur verici bir etkisi vardır; canlılığı artırır ve sinir sistemini güçlendirir. Özellikle insan gözü için en rahatlatıcı renktir. En yaygın renk olarak kullanılmasının nedenlerinden biri de budur zaten… Ama tüm öteki renklerin de kendine özgü ayrıcalıklı etkileri olduğu unutulmamalıdır.

Yiyecek ve İçecekler…
Aurada yeterli miktarda bulunmayan renkler, o renklere karşılık olan gıdaların tüketilmesiyle (auradaki) yerlerine konulabilir.  Doğulu bir aşçı genellikle ilk dört şakranın renklerine karşılık olan yiyecekleri bir öğünde bulundurmaya çalışır. Böyle bir titizlikle hazırlanan bir öğünün sadece görünümü güzel değil, sindirimi de kolaydır. Örneğin, kırmızı et ve dışı kırkızı olan tüm meyve ve sebzeler “kırmızı yiyecekler” grubuna girer. “Turuncu yiyecekler” grubunda ise, portakal, havuç, kabak ve mısır sayılabilir. Tereyağ, yumurta sarısı, greypfrut, kavun ve öteki sarı renkli sebze ve meyveler “sarı gıdalar” dandır. Bu gruplamayı geri kalan renklere de yaygınşlaştırabilirsiniz.

İçeceklere gelince, içeme suyunu, gereksinim duyduğunuz renk ile şarj ederek renk şifasında kullanabilirsiniz. Örneğin, yapacağınız şifa için hangi renk gerekli ise, o renkteki bir kaba suyu doldurun ve onu 4 saat kadar, gün ışığı alacak şekilde pencere içinde bekletin (üzeri kapalı olarak elbetteki). Bu şekilde, belli bir renk vibrasyonuyla şarj edilmiş suyu buz dolabında saklayarak 2 hafta süreyle kullanabilirsiniz. Eğer aradığınız renkte bir su kabınız yoksa, renkli bir cam parçasını, şeffaf su kabı ile gün ışığı arasına yerleştirebilirsiniz. Bu şekilde renklerle şarj edilmiş sular  içilerek ye de haricen tüketilebilir.






Aura ve Müzik…
Metin Kutusu: BEŞERİ AURADAKİ ENERJİ ALANLARI:İçten dışa doğru; fizik, eterik,  astral, mantal…Aura için müziğin rahatlatıcı bir etkisi vardır. Bu amaçla kullanılacak müzik elbette ki, yavaş ve hafif nitelikli olmalıdır. Barok ve meditasyon müziklerinin bu konuda ideal türler olduğunu hemen söyleyebiliriz. Beşeri auara bu tür müziklere hemen; genişlemeye ve enerji yüklenmeye başlayarak olumlu tepki verir. Her müzik notası renklerden birine karşılıktır ve dolayısıyla aura üzerinde etkiye sahiptir. 16.ci Y.Y.’ın ünlü okültisti Paracelcus sadece müzik ile tedavi çalışmaları yapmakla kalmamış, belirli rahatsızlıklar için bazı müzikler de bestelemiştir. Bu bilim adamı; beşeri vücudun, görünen ve görünmeyen olmak üzere iki kısımdan oluştuğunu söylerdi öğretilerinde…O, bu iki kısmı harmonize ederek, bazı rahatsızlıkların iyileştirilebileceğine inanır ve bunun için de, hastaları sağlıklı insanlar ile temas ettirerek iyileştirmeler yapamaya çalışırdı.
Görüldüğü gibi, her bir rengin, renklerle şifa çalışmalarında ayrı bir yeri var ve bunların uygulama şekilleri; zihinde canlandırma, ışık ışınları, içecek / yiyecek ve hatta değerli taşlarla olabilmektedir. Renklerin aura sağlığı üzerindeki etkilerini aşağıdaki şekilde özetle verebiliriz:

Kırmızı:
Kırmızı renk uyarıcı etkisinden dolayı, adrenalin salgılanmasına neden olur ve kan deveranını hızlandırır. Bundan dolayı tek başına ve doğrudan doğruya kullanılmamalı; hemen ardından mavi ya da yeşil devreye sokulmalıdır. İnsanların kırmızı ışıkla sature oldukları zaman kas güçlerinin %50 arttığı laboratuar testleriyle saptanmıştır. Bu, kırmızı rengin canlılığı artıcı etkisinden dolayıdır.(4)

Turuncu:
Bireyde güven duygusunu artırıcı, kendisini iyi hissettirici, pankreası ve akciğerleri güçlendirici  etkiye sahip olan turuncu rengin bronşit, astım ve soğuk algınlıklarına da iyi geldiğini biliyoruz.

Sarı:
Depresyonu azaltan, zihni uyararak bireyi bir bakıma psikolojik bir coşkuya sürükleyen hoş bir renktir. Birinci derecede sinir sistemi üzerinde etkilidir ama kaslar ve genel canlılık üzerinde olumlu bir etkisi bulunmaktadır.Peklik, gaz, hazımsızlık ve çarpıntı gibi rahatsızlıklarda kullanılabilir. Bu olumlu etkilerine rağmen, yine de dikkatli bir şekilde kullanılmalıdır. Çünkü aşırısı ishale neden olabilir. Bunlardan ayrı olarak, sarı rengin, enerjilerin tüm şakralara yaygınlaştırılmasına (dağıtılmasına) yardım edici gibi olumlu bir etkisi daha vardır.

Yeşil:
Şifa ve armoni rengi olmasından dolayı, yeşil renk doğal bir toniktir. Yeşil, gerilimi azaltır ve hipofiz guddesini uyarır. Sert olmayan yeşil ışık baş ağrılarına iyi gelir. Kadim zamanlardan beri yeşil renk verimlilik rengi olarak bilinegelmiştir.

Mavi:
Mavi rengin antiseptik ve dokuları / damarları büzücü etkileri vardır. Serinlik veren etkisinden dolayı, renklerle şifa çalışmalarında hastaya huzur vermede ve sakinleştirmede kullanılagelmiştir. Mavi aynı zamanda gırtlak şakrasının rengi olduğu için; soğuk algınlıklarında, ses kısıklıklarında ve guatrda kullanılır. Ayrıca; romatizma, kesikler, yanıklar için de önerilmektedir.
İndigo (Çivit mavi):
Çivit mavisi rengin “serinletici” etkisi vardır. Fiziksel, duygusal ve ruhsal sorunlarda etkilidir. Kanamayı azaltır ve genellikle de; kulak, göz ve burun rahatsızlıklarında şifacılar tarafından baş vurulan bir renktir.

Viyole (menekşe moru):
En üst düzeylerde iş görür, stresli durumlarda etkilidir. Akıl rahatsızlıklarında, gözlerle ilgili sorunlarda ve uykusuzlukta yarar sağladığı görülmüştür.

Renklerin etkileri konusunda verdiğimiz bu özet bilgilerin yanı sıra şunları da eklemekte yarar görüyoruz: Renkler kadar, kişinin pozitif durumu da önemlidir. Bildiğiniz gibi, kişinin içinde bulunduğu psikolojik durum hemen aurasına yansır. Burum böyle olduğuna göre, olumlu düşüncelerin ve pozitif hissiyatın aura ve sağlık üzerindeki etkisi elbetteki yapıcı yönde olacaktır. Negatif düşünce ve hissiyatlar ise tam ters yönde aurayı ve sağlığı etkileyeceği aşikardır.

Aura Koruması:
Zaman zaman aura enerjilerinizin zayıfladığı olasıdır. Bunun çeşitli nedenlerinden bazıları; stres, aşırı yorgunluk, sağlığın bozulması ya da çevrenizden birilerinin sizden enerji hortumlamaları” (dramalar…). Aura enerjilerinizin şu ya da bu şekilde azaldığını ya da doğrudan doğruya bir aura korunma gereksinimi hissederseniz, hemen uygulayabileceğiniz bir yöntem şudur:

Her iki elinizin baş ve işaret parmaklarınızdan birer halka oluşturun ve bu halkaları iç içe geçirin. Kendinizi bembeyaz bir ışıkla sarılı olarak tasavvur edin. Birkaç dakika içinde kendinizi daha canlı ve enerjetik hissedeceksiniz. Eğer her gün karşı karşıya gelmek durumunda olduğunuz kişi ya da kişiler (partneriniz, patronunuz vb.) sizin enerji yitirmenize neden oluyorlarsa, bu yöntemi her gün yinelemeniz yerinde olur.

Sadece zararlı stresten korunmak için vücudunuzu tepeden tırnağa güzel bir gök kuşağına sarılmış olarak tasavvur edebilirsiniz. Bu gökkuşağı koruma sadece stresi sizden atamakla kalmayacak, aynı zamanda  size enerji vereceği gibi, sizi çevrenizde daha sevilir bir kişi haline getirecektir. (5)

Başka bir yöntem de, doğrudan doğruya ve sadece kendinizi tertemiz ve bembeyaz bir ışığın içinde tasavvur etmektir. Bu korumaya “koruyucu aura” da denir. Bu koruma size yönelik olumsuz her şeyi yansıtarak uzaklaştıracaktır. Bu beyaz ışığı, bir bakıma “spiritüel bir zırh” gibi olası olumsuz durumlara karşı kuşanabilirsiniz.

Elbette korunma, tedaviden daha iyi ve akıllıca bir tutumdur. Sağlığınızla ilgili herhangi bir olumsuzluk sezinlerseniz, bu bir olasılık olsa bile yukarıdaki yöntemlerden birini devreye sokmakta tereddüt etmeyin. Unutmayın ki, eğer bedeninize iyi bakarsanız, o da size bakacaktır ve bunun yararlı sonuçları hemen auranıza da yansıyacaktır.  
…………………….
(1)     AURA READING for Beginners, Richard Webster
(2)     ESP: The Sixth Sense, Brian Ward
(3)     COLOR AND CRYSTALS, Joy  Gardner
(4)     COLOR AND PERSONALITY, Audrey Kargere
(5)     THE ANCIENT ART OR COLOR THERAPHY, Linda A. Clark










20 Ocak 2016 Çarşamba

K A N S E R “Kanserleşme denen müşevveş durum”

K A N S E R
“Kanserleşme denen müşevveş durum” (252) (*)
Hazırlayan : SELMAN GERÇEKSEVER

Her gelişim ortamının, varlıklara sunabileceği gelişim olanakları, o ortamın kendi maddesel yapısıyla sınırlıdır. Zâten gelişim ortamına da, o ortamın sunabileceği olanaklara gereksinimi olan varlıklar belirli devrelerde enkarne olur. Örneğin, dünya gezegeni ruh varlıkları için bir gelişim okuludur. Bu “okul” doğal ve kültürel özellikleri farklı sınıflardan (coğrafi bölgelerden, uluslardan, dinlerden, inanç gruplarından vb.vb.) oluşmuştur. Belli bir devre boyunca dünya gelişim okulunda gelişecek varlık kadrosunu oluşturan varlıklar kendi gelişim gereksinimlerine göre bu “sınıflara” dağılmış durumdadır. Varlıklar enkarne olurken, kendi yaşam planlarına göre bu farklı nitelikte ve düzeydeki sınıfları seçmekle de yetinmez, enkarne olacağı zamandaki uzaysal objelerin bile dünya gezegenine göre gökyüzündeki konumlarını da (astrolojik, astroloji) göz önüne almak durumundadır.

Belli bir gelişim ortamına enkarne olan varlıklar, zaman içinde o ortamdaki gelişimlerinin en üst düzeyine ulaştıkları zaman, bir üst gelişim ortamına (“sınıfa”) yükselme liyakatine de kavuşmuşlar demektir. Fıtratlarında bulunan (yaratılıştan gelen) gelişim dürtüsü (bir üst “sınıfa” atlayana değin) onları sıra dışı / alışılmamış davranışlara, hallere ve uygulamalara sokar. Bu müşevveş durumun (teşevvüş hâlinin) bireysel düzeydeki güncel örneklerden birisinin, maddeci tıp tarafından “hiper aktif” olarak nitelendirilen çocuklar oluşturur. Bu çocuklar (enkarne varlıklar), eğer fizyolojik ve psikolojik bir rahatsızlıkları yoksa, tipik “kristaller” ya da “indigolar”dır. Örneğin, indigo çocuklarının tipik özelliklerinden bir kaçı şunlardır: Mutlak otorite karşısında uyum zorluğu yaşamak, yaratıcılık gerektirmeyen ve ritüel yönelimli sistemler karşısında düş kırıklığı ve sıkıntı yaşarlar, herkesin alışık olduğu bir sisteme uyum sağlamakta zorlanırlar. Bu uyumsuzlukları nedeniyle verdikleri tepkilerden  dolayı “sistem yıkıcı” gibi görünürler, gereksinimlerini bildirmekten çekinmezler, suçluluk duygusu verilerek disipline edilemezler.

İndigolar 90’lı yılların başlarından başlayarak enkarne olmaya başlamışlardı. 2000 yılına doğru da kristallerin enkarnasyonu başlamıştı, günümüze gelinceye kadar da bu tip enkarnasyonlar artarak sürmektedir. Maddeci tıpta “ruh” ve “ruhsal varlık” vb. kavramlar olmadığı için; kristal çocukların doğuştan gelen ruhsal yetenekleri de, tıpkı indigolarda olduğu gibi, yanlış değerlendiriliş ve bu varlıklara psikolojik rehabilitasyon uygulanarak sıradan çocukların düzeyine indirgenmeye çalışılmış, kimisine de ilaç tedavisi uygulanmış, bir kısmı da otistiklerle karıştırılmıştır. Konumuz indigolar ve kristaller olmadığı için burada kesip, ana konumuza dönüyoruz; ancak son olarak, bu varlıkların doğuştan psişik olduklarını belirtmeden geçemeyeceğiz. Evet, gerçek kristaller, bebeklik döneminde; rehber ruhları net bir şekilde görülebilirler, insanların zihinlerini okuyabilirler ve çevresindeki kimselerin enerji olanaklarını (auralarını) algılayarak, onlara güvenip güvenmeme konusunda kararlarını verebilirler (1).

Bireysel teşevvüşün (“müşevveş” durumun) kristallerdeki ve indigolardaki boyutuyla ilgili bu örnekleri okuyan dikkatli ve eleştirel bir zihine sâhip okuyucunun aklına şu soru gelebilir: “Madem ki varlık, enkarne olacağı ortamın zaman -  mekân koşullarını kendi seçiyor, kendi gelişim düzeyine uygun olmayan ortamı ve çevreyi neden seçsin?” Genel ruhçuluk kültürümüzden biliyoruz ki, varlık varlığın gelişim aracıdır ve “uyanmış” olanlar “uyanmakta zorluk çekenler” in uyanmalarına yardım etmekten sorumludur. İşte bu kapsamda bir indigo / kristal, genel toplumun gelişimine katkı sağlamak amacıyla, kendini feda edercesine yaşam planına böyle bir vazifeyi almış olarak doğabilir. Ruh varlığı deneyimci (tecrübeci, mücerrip) bir varlıktır, en akla gelmedik şeyleri bile deneyimlemek ve hizmet amacıyla yaşam planı hazırlayıp enkarne olabilir. Bu fedakârlık onun için, deneyim ve görgü birikimi sağlaması bakımından kaçırılmaması gereken ve gelişim açısından bol kazançlı bir fırsattır. Yukarıdaki son birkaç paragrafta gelişim yolundaki teşevvüşün bireysel düzeydeki görünümünü irdeledik. Teşevvüşün, elbette ki toplumsal düzeydeki görünümü de vardır. Demek ki, belli bir gelişim ortamında gelişimini tamamlamış bir varlık şu ya da bu nedenle aynı ortama enkarne olduğu zaman; o ortamda hâlâ gelişimlerini sürdüren varlıkların yaşam şekillerine uymakta zorlanıyor ve onun bu durumu tolere edilmez ise, bazı uyumsuzluklar ve davranış bozukluğu” denebilecek dışavurumlar sergileyebiliyorlar.

Toplumsal Düzeyde Teşevvüş
Bir beşeri toplum bireyden oluştuğuna göre, elbette ki toplumlar da gelişim yollarında teşevvüşlere girip çıkarlar ve sosyoloji biliminde buna “anomi” denmiştir. Anomi, beşeri yaşamda büyük değişimler öncesi görülen toplumsal; belirsizliğin düzensizliğin ve karışıklığın genel adıdır. Felsefe de Emile Durkheim tarafından da gözlenmiş ve incelenmiş olan anominin temelinde, bireyin peşinden koştuğu amaçlar ve bunların gerçekleşme olasılığında baş gösteren belirsizlik ve huzursuzluk toplumda yaygınlaştığı zaman, anomi denen toplumsal karmaşa(müşevveş durum) ortaya çıkıyor. Bireyin peşinden koştuğu amaçların temelinde (o bilse de bilmese de, maddeci bir kafayla bunu yadsısa da, onun fıtratında) kişisel gelişim vardır. Yazımızın akışı içinde de yer yer belirttiğimiz gibi bireyin enkarnasyon ortamının (toplumun) zaman – mekân koşullarıyla gelişim olanakları kişisel gelişim düzeyinin gerisinde kaldığı zaman ve bu durumu toplumun bireylerinde yaygınlaştığında,  anominin alt yapısı oluşmuş demektir. Bu durumda olan bireylerin toplamı kritik bir düzeye geldiğinde; toplumda kişilerin davranışlarına yön veren ve toplumsal yaşamını düzenleyen kuralların değişmemesinin arefesine gelinmiş demektir. Elbette ki statükonun değişmesini istemeyen ve yenileşmeye / değişime karşı olan kesim ile çatışma kaçınılmaz olur ve toplumsal düzeyde anomi deneyimlenerek yeni bir düzene geçilir. Dünyamızda her büyük inkılap öncesi (temel kaynak eserimizdeki söylemiyle) “…yozlaşma, soysuzlaşma ve sanki boğazlanırcasına (mezbuhâne) bir çırpınış (252)” görülmüştür. Bu, bir bakıma, bu yazımızın konusu olan “kanserleşme”dir.

Yukarıda değinip geçtiğimiz kişisel gelişim ve değişimle gelen bireysel düzeydeki teşevvüşü, sosyoloji profesörü Ünver GÜNAY “kimlik sorunu” olarak nitelemiş ve bu “sorunun” bireysel düzeyden toplumsal teşevvüşe (anomiye) evrilmesini şöyle ifâdeye koymuştur: “Kimlik olgusu aynı zamanda dinamik bir süreç olduğu içindir ki, pek çok durumlardan çok çeşitli toplumlar için; kimlik arayışı (özdeğişim), kimlik bunalımı, kimlik kayması vb. gibi olgu ve süreçlerden geçer ve özellikle hızlı değişim öncesinde ortaya çıkan kültürel kırılmalar, ‘çatlaklar’,’boşluklar’ ya da en azından belirsizlikler ve anomi halinde bir tür kimlik sorunlarını toplumlarda yaşamsal sorunlar olarak ortaya çıkar.” (2) Beşeriyet tarihimizde büyük değişimlerden önce yaşanmış anomi örneklerini hepimiz biliriz; ülkemizde Cumhuriyet öncesi, Batı’da Rönesans öncesi ve sanâyi devrimi öncesi vb.vb. anomi durumların örneklerini tarihin kadîm toplumlarına kadar gerilere götürmek olasıdır.

İşte son birkaç paragraf içinde ele aldığımız “anomi” olayı da, bu yazımızın esas teması olan kanserleşmenin toplumsal düzeydeki görünümü olmaktadır. Kolayca anlaşılacağı gibi; hem hücre düzeyinde, hem beden düzeyinde, hem de toplumsal düzeyde kanserleşmenin temelindeki etmen gelişim ve değişimdir. Gelişip değişen varlığın, gelişimi için çevredeki gelişim olanakları yetersizleşmeye başladığı zaman, “kanserleşme” dediğimiz müşevveş durum ortaya çıkıyor.

MU HARİTASI
Gezegenimizde kanserleşmenin yaşandığı örneklerinden belki de en büyüğü kadîm MU’dur (251). MU halkı o zamanki zaman – mekân koşullarının ve bu koşullarda sınırlı gelişim olanaklarının zirvesine ulaşmışlardı. (yaklaşık 60.000 yıl önce). MU Kıtası sularla gömülmeden önce, o zamanki koşullarda gelişimin “zirvesine” ulaşan insanların bu durumu, kendilerinde öyle bir gurur ve her şeye kaadir olabildikleri iddiasını (ve yanılgısını elbette…) öyle aşırı bir durum ortaya çıkarmıştır ki, bu durum onları; maddenin ve maddesel değerlerin içine daha çok gömerek, dünyanın doğal koşullarını ve gelişim olanaklarını sıra dışı yollardan bozmaya yönelik bir takım uygulamalara yöneltmişti. Sonunda, MU günümüzden altmış bin yıl önce sulara gömüldü.

İçinde bulunduğu gelişim ortamının olabilecek en üst düzeyinde (“zirveye”) gelmiş olan varlıkların, maddeyi didiklercesine yeni gelişim olanakları arayış durumunun dışa vurumuydu bu müşevveş hâl. Bunun başka bir görünümü de; lükse, zenginliğe, konfora, maddeperestliğe, hodkâmlığa ve her türden hırsa kapılmak şeklinde uygulamalardır. Kadîm MU’da da böyle oldu: Bugünkü dünyada da bunlar yok değil. Kadîm MU’nun son zamanlarında; bilim adına da, hidrojen atomunun kaba bileşimlerinin içine gömüldüler ve tüm mutluluklarını bu bileşimlerden beklediler ki, bu da son haddine gelmiş maddesel gelişimlerin varlıklara sunduğu bir tür çırpınışlar içinde yozlaşma ve hatta soysuzlaşma uygulamalarıydı. İşte onbinlerce yıl öncesi MU dünyasının batacağı âna rastlayan zamanlardaki toplumsal kanserleşmeydi  bu (anomi) (3).

O  zamanki enkarnasyonlar, gelişmek (ve bunun için yeni gelişim olanakları aramak) kapsamında, o zamanki dünyanın doğal koşullarını sıra dışı yollardan kurcalamaya / zorlamaya ve zaman zaman da onları bozmaya çalışsalardı, nefslerini kontrol altında tutmayı sürdürüp, gurur ve benlik duygusu eşliğinde gelen “her şeye kaadir olma zehabına kapılmasalardı, belki de bu doğal teşevvüş dönemini kazasız belâsız ve daha insanca atlatacaklardı…” Elbette ki bu durum, yüzde yüz tüm MU halkı için geçerli olamaz. Çünkü olların arasında elbette ki söz konusu; bireysel düzeydeki teşevvüş, toplumsal düzeydeki anomi durumlarını bilge ve erdemli insanlara özgü bir beceriklilikle atlatmış olanlar vardı. İşte bunların bir kısmı “naakaller” olarak (MU Kıtası sulara gömülmeden önce) dünyanın başka yerlerine göç ederek, kadîm MU bilgilerini o diyarlara taşımışlardı.

MU Uygarlığı’nın o günlerdeki müşevveş ve anomi durumunu şimdi bizler, bugünkü ahlâk anlayışımıza göre bir talihsizlik olarak anımsıyorsak da, varlığın gelişimi ve bu gelişim için gerekli gelişim olanakları açısından baktığımızda şu bakımdan onlara hak vermek belki de olasıdır: Bildiğimiz kadarıyla ruh için tekâmül, madde için gelişim olguları devreseldir. Belli bir zaman – mekân kesitinden ve belli bir gelişim ortamında, belli bir devre boyunca enkarne olan varlıklar kadrosu zaman içinde oranın maddesini de bir dereceye kadar geliştirir (ihya eder) titreşimini bir dereceye kadar yükseltebilirler.

Maddenin bu anlamda gelişimi bir düzeye dek yükseldikten sonra, ruh varlığının gelişim gereksinimlerini karşılayamaz olur. Ama ruh varlığı (fıtratında bulunan “üç bilgisi” sinden biri olan) “tekâmül et” buyruğunun bir şeyler yapmaya zorlayıcı itilimiyle ilerlemek zorundadır. Çünkü ruh varlığı evrenin ve yaratılışın “aktif elemanı” dır (4). Başka bir deyişle varlıklar bir an gelir ki, daha ileri gidebilmek için; gereksinim duydukları maddesel olanakları, enkarnasyon ortamındaki maddelerden sağlayamaz olurlar (251). Yani enkarne oldukları ortamlarda maddenin olanakları ve koşulları onların ileri hamleler yapmalarına olanak sağlayamayacak kadar kısırlaşır. Oysa varlıkların gelişim hamleleri asla durmaz (aslında durmaması da gerekir) ve hiçbir sınır tanımadan, sürekli ileri doğru atılmak isterler. Hattâ buna zorunludurlar, bağlı oldukları ruhlara hizmet kapsamında…

Gelişebilmek için, maddenin sağladığı gelişim olanaklarını muntazam ve sürekli olarak bulan varlıklar, maddede söz konusu elverişsizlikler ortaya çıkınca daha doğrusu, maddesel olanaklar kendilerine yetersiz gelmeye başlayınca, elindeki maddeden ve ona bağlı maddesel olanaklardan, “belki bundan biraz daha yararlanabilirim, bu maddenin şimdiye dek gizlide kalmış bir özelliği olabilir mi…” umuduyla maddenin doğasına uygun olmayan girişimlerde / analizlerde bulunma yoluna girer. Bunun günümüzde bilinen şekilleri / örnekleri; klonlama, gen mühendisliği, DNA’nın özelliklerini değiştirme girişimleri, çevre koşullarını ve doğanın dengesini olumsuz yönde etkileyen ve iklim değişimlerine, bazı gıdaların özgün yapılarının bozulmasına(buna yozlaşmaya bağlı olarak değişik ve yeni yeni rahatsızlıkların ortaya çıkmasına) bile neden olan uygulamalar vb. vb. şeklinde basına yansımaktadır.Elbette ki, bunların bir kısmı insan sağlığı ve refahı açısından olumlu ve memnuniyet verici sonuçlar getirmiştir ama olumsuz sonuçların sayısı da az değildir. Bunlardan en günceli ve günlük yaşantımızda olmazsa olmaz olarak bilinen buğday ve unluların tamamıdır:  Maddenin temel ve doğal özelliklerinin bozulmasına neden olan ve elbette ki maddenin fıtratına aykırı olan bu uygulamaların genel görünümünün bir parçasını oluşturmaktadır.

Toplumda, hatta beşeriyetin büyük bir kısmında gözlediğimiz bu makro oluşumun mikro düzeydeki örneği bir mikro kosmoz olan bedende de ortaya çıkar. Değişik yapılarda ve işlevlerde organlardan oluşan bedenimizin, kendisi bir organizma olduğu gibi, milyarlarca minik organizmanın da enkarnasyon ve gelişim ortamıdır. Örneğin, tüm vücudumuzu oluşturan, (yani vücudun kendi) hücre sayısından birkaç kat fazla hücre ( yararlı / zararlı olmak üzere, probiyotik ) bağırsaklarımızın iç yüzeyinde konuşlanmış durumdadır (bağırsak florası). Bu yazımızın ilk yarısını oluşturan genel dünya toplumu örneğinde, dünya ana “gaia”nın bedenini, farklı unsurların binbir türü ile bitkiler ve hayvanlar âlemi oluşturduğu gibi, beden organizmamızı da farklı organlar oluşturur. Bitkiler ve hayvanlar âleminde (canlı küre biyosferden) örnekler eklenebilir.

Benzer şekilde, bir güneş sistemi farklı niteliklerdeki uzaysal objelerden oluşmuştur, bir galaksi bu güneşlerden (yıldızlardan, güneş sistemlerinden, nebülözlerden, kara deliklerden vb.) oluşmuştur, bir âlem bu fosillerden ve nebölözlerden, bir evren de bu âlemlerden oluşmuştur. Görünen o ki, birbirine benzer yapılar mikro ve makro düzeyde sürüp gidiyor. “Yukarıdaki aşağıdakine benzer, aşağıdaki de yukarıdakine benzemeye çalışır…”  ezoterik söylemi söz konusu yapılanmayı îmâ etmiyor mu?
EVRENİN BÜYÜKLÜĞÜ
Mikro ve makro düzeydeki yapılanmanın benzer olduğunu bu şekilde örneklendirdikten sonra, yeniden beden organizmamıza dönerek konumuzu işlemeyi sürdürelim. Beden organizması içinde bulunan hücre varlıklarının kendi paylarına düşen maddesel gelişim ortamları, onların daha ileri gidebilmelerine yol vermez duruma getirmişti. Örneğin, bedeni dıştan saran derinin bir hücresinin o bedende kendisine verilmiş belirli bir işlev alanı vardır. Bu hücrenin bu alanın üstüne/dışına çıkmasına bedenin somatik durumu uygun değildir (251). Böyle bir çıkış organizmanın genel uyumuna ters düşer. O hücreyi kendisine bir gelişim vasatı yapmış olan basit varlık, ilk zamanlarda işlevini kusursuz yaparken, muhtaç olduğu gelişim gereksinimlerini sağlayabiliyordu. Fakat bir an geldi ki, o bu gelişim devresini bitirdi. Daha üst gelişim otamlarına ve olanaklarına hazırlanma ihtiyacı duymaya başlandı. O hücrenin içinde bulunduğu her zamanki biyolojik koşullar ve olanaklar bu ileri etkinlik gereksinimlerini karşılayacak durumda değildirler. Bundan dolayı o hücre varlığı bedene (kendi bedenine) “sığamaz” oldu. İşte bu durumun sonucu olarak, önceleri örneğin; normal bir deri hücresi her zamanki yollarla usulü ile kullanan o basit varlık şimdi, bedeni düzeni ve uyumu dışına doğru yönlenmiş olarak sanki “çırpınmaya” başladı.Bu “çırpınış”, o hücrenin deri toplumu içinde o topluma uymayan bir takım durumlara neden oldu ki, bu da doğal olarak onun gelişiminde “kanserleşme” denilen teşevvüş durumunu oluşturdu (252). Şurası da kesindir ki, deri hücresinin bu kanserleşmiş ve deri toplumu içindeki uyum ve düzen dışı etkinliklere yönelmiş durumu; artık bir gelişim aşamasını bitirip, daha üst bir aşamaya geçmek için “çırpınan”, fakat içinde bulunduğu koşullarda buna olanak bulamayan bir varlığın “boğazlanırcasına” (mezbuhâne) yaptığı hamlelerden başka bir şey değildir (252).
           
Kanser konusu günümüz maddeci tıbbının yaklaşımına ruhçu pencereden baktığımızda aslında durum çok farklı değil; yani bu konuda , maddeci yaklaşım ile ruhçu yaklaşımı yer yer bağdaştırmak olası: Daha iyi gelişim olanakları arama telaşı / teşevvüşü içinde, bu durumda olan hücreye bu konuda yardımcı olacak gibi görünen maddeler (%80-90 oranında) vücut dışı kaynaklıdır. Çünkü zâten vücudun kendi maddeleri ve olanakları bu hücreye gelişim için yetersiz kalmıştı. Değişim açlığı ve hırsı içinde bulunan bu hücre varlığının, işine yarar zannıyla sarıldığı maddeler günümüz tıbbının “kanserojen” olarak adlandırdığı ve hepsi de dış kaynaklı (vücudun dışından gelen) maddelerdir. Bunlar, başta şeker olmak üzere şöyle sıralanmaktadır (5): Hidrokarbonatlar, aflatoksin (küf mantarı tarafından sentezlenir) nikel, krom, sigara(nikotin), yiyecek katkı maddeleri, birçok ilaç, parfümeride kullanılan bazı kimyasallar.

Hücrede enkarne varlık, fıtratından kaynaklanan gelişme itilimini kontrol altına alamayıp, sanki her şeyden medet uman bir akıl hastası gibi, ya da bağımlısı olduğu uyuşturucusu kalmamış bir bağımlının kıvranması gibi, sıra dışı tavır ve tutumlar içine girer. İşte vücudunda bu durumun eşiğine gelmiş hücreler olan bir kimse az önce sıraladığımız “kanserojen maddelere”de mâruz kaldığında, ya da bir şekilde kansere neden olan virüsler (onkojenik) kendisine bulaştığında, hücrenin teşevvüş durumları artık yozlaşma (“kanserleşme”) ve öteki sağlıklı hücrelere ve tüm vücuda zarar verme aşamasına giriyor. Bu yozlaşma kapsamında hücrenin kendisinde ve çevresinde olan ve vücudun genel âhengiyle bağdaşmayan değişiklikleri günümüz tıbbı şöyle sıralıyor:
·         DNA’nın hasarı sonucu, hücre(ler)in kontrolsüz şekilde ya da normal olmayan bir şekilde büyümesi ve çoğalması,
·         Böyle bir değişime uğramış hücreleri topluluğuyla tümörler oluşur. Bu tümör(ur) oluşumu bu hücre varlıkları için vücutta yeni bir deneyim ve gelişim ortamıdır.
·         Vücudun bağışıklık sisteminin zayıflaması da, gelişim düzeyleri uygun olan hücre varlıklarının “kanserleşme”  deneyimine girmeleri için güzel bir vesile ve fırsat oluşturmaktadır. Bu durum, bu tür deneyime girmeleri ve görgü ve deneyim birikimlerine katkı yapmaları bakımından güzel bir fırsattır ama vücudun genel sağlık açısından tehlikeli bir durumdur. Bu nedenle günümüz tıbbı bağışıklık sisteminin güçlü olmasını önerir ve gerekli önlemler konusunda duyarlı olmamızı önerir. Bununla birlikte, hem vücudun asıl sâhibi olan özbenliğin (varlığın) böyle bir rahatsızlık ile deneyimleyeceği bazı haller ve hâletler söz konusu ise, pek çok bahane ve vesilelerden biri nedeniyle vücutta kanserleşme oluşur ve yine çeşitli beşeri bahânelerle bu durum çok geç fark edilir ve iş işten geçmiş olur. Vücudun sâhibi varlık da bu oluşumu gelişim açısından gereği gibi değerlendirebilirse, amacına ulaşmış olur. Dahası, o vücutta kanserleşme deneyimi ile bir “yükselme” gereksinimi içinde olan hücre varlıkları da amaçlarına ulaşmış olurlar. Hattâ bununla da sınırlı kalmaz; hastanın yakın çevresi, onun iyileştirmeye çalışan doktor, hemşire, hasta bakıcı ve hatta bu konuda araştırma yapan akademisyenler de bu durumla bağlantılı olarak pek çok ve kaotik etkileşim / iletişim içine girerek görgü ve deneyim birikimlerine katkıda bulunurlar. Örneğin, bu akademisyenlerden biri olan Prof. Dr. Ying Xu, uzun gözlem ve denemeler sonunda kanserleşen hücrelerin oksijenle olan bağlantısını keşfetmiştir.   

Prof.Xu, bilimsel adı “Hipksiya” olan hücrelerdeki olması gerektiğinden düşük oksijen düzeyinin bazı kanser türlerinde önemli bir etken olduğunu kanıtlamıştı. Dünyada görülen yüksek kanser oranlarının sâdece genetik mutasyonlarla açıklanamayacağını belirten Porf. Xu, biyolojik ve biyoenformatik bilimin araştırmacılarına kansere yeni bir ışık altında bakma olanağı sunduğunu da kaydetti.

Günümüz maddeci tıbbının önerdiği verileri de göz önünde bulundurarak, yukarıdan beri irdelemeye çalıştığımız kanserleşme durumu; aynı gelişim düzeyine ulaşmış başka hücreler için de düşünülebilir ve böyle hücrelerin hep birlikte, örneğin deri toplumu (dokusu) içindeki uyum ve düzen dışı etkinlikleri dokunun tamamının kanserleşmesine neden olabilir. Burada mağdur olmuş gibi görünen beden organizmasına gelince, o da aslında hiçbir şey yitirmiş değildir; başka varlıkların (hücrelerin) gelişmelerine zemin hazırlamak konusunda yüklenmiş olduğu otomatik bir yardım vazifesini gerçekleştirmiştir(252). Beden organizması bu vazifesini yapmakla, o da kader mekanizması kapsamında,  daha üst bir kader tezahürü olan mekânsal liyakatleri kazanacak ve bir üst düzeye geçebilmenin geniş olanaklarından böylece yararlanmış bulunacaktır ki, bu da onun ileri bir merhaleye atlaması yani gelişmiş olması demektir.

Görülüyor ki, 21 Y.Y. beşeri toplumu bakımından en kötü rahatsızlıklardan biri olarak kabul edilen kanser, aslında evrensel gelişim olgusunun beden organizmasının gelişim vasatındaki bir tezâhürüdür ve aynı şeyin toplumsal düzeydeki görünümü de sosyolojinin ve hukuk felsefesinin alanlarına giren yozlaşma türleridir. Tıp alanındaki tüm gelişmelere karşın son zamanlarda giderek artan çeşitli kanser vakalarının ortaya çıkıyor olması da; varlıkların gelişim gereksinimlerini karşılamadığının işaretidir. En küçüğünden (hücre, beden) en büyüğüne (birey, toplum) kadar her varlık birbirine dayanarak, birbirinden bir şeyler alıp vererek sürekli ileriye doğru hamleler yapmakta ve “yükselmektedir”. Bu “yükselişe” yönelik hareket ve tekinliklerin hiçbirinde, hiçbir varlık için ceza, ödül, zulüm, vefasızlık,açmazsızlık, felaket vb. söz konusu değildir. Her şey kader mekanizmasının (6) ölçüsü ile kazanılmış liyakatlerin ve bu yolda sergilenmiş cehitlerin sonucudur.        

---------------------------------------------
(*) Yazımızın akışı içerisinde , bazı satırların sonunda görülecek rakamlar; temel kaynak eserimiz İLAHİ NİZAM ve KAİNAT’tan yaptığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.
(1) KRİSTAL ÇOCUKLAR, Doveen Virtue İNDİGO ve KRİSTAL ÇOCUKLAR, Mustafa Akkaş
(2) DİN SOSYOLOJİSİ, Sayfa 420, Prof. Dr. Ünver GÜNAY, İnsan Yayınları, 2010
(3) MU Medeniyeti ve bağlantılı konular hakkında ayrıntılı bilgi için, temel kaynak eserimiz İLAHİ NİZAM ve KAİNAT’tan başka şu eserlere başvurulabilir: KÖKEN, Sinan Meydan (İnkılap Yayınları) ve ( Ruh ve Madde Yayınları’nın) KAYIP KITA MU, BATIK KITA MU ÇOCUKLARI
(4) “Üç Bilgi” konusunda bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ (1988 Baskı), sayfalar 41,57,87.
(5) Gülfiliz Ekinci, genetik Bilim Sitesi, Internet ortamı
(6) Kader Mekanizması, Yüksek kader ilkesinin evrendeki tezahürüdür (233).