BÖLÜM I
MESNEVİ’de
Yüksek Ben(“Dost”) Kavramı
Enkarne varlıklar olarak, İlahi İrade Yasaları çerçevesinde ve belli bir yaşam planına uygun olarak, daha doğrusu; geçmiş yaşamlarımızın bileşkesinin belirlediği belli bir yaşam planını uygulama üzere dünya dediğimiz bu tekâmül ortamında bulunuyoruz. Bu durumda, aslı esası ruh olan bedenli varlıklarız. Başka türlü ifadesiyle, asıl kendimiz olan Yüksek Benimizin bir tezahür uzantısıyız. Bu yapılanma içinde ruh-beden8daha özel anlamda yüksek ben-bedensel ben) ilişkisi kesilmediği sürece can halinde(canlı olarak) bulunuyoruz. Dolayısıyla, bedensel ben(görünen/fizik yanımız) olarak, asıl kendimiz olan yüksek benimize bağlı ve bağımlıyız fıtrat olarak. Çünkü(beden olarak) ondan dolayı(yüksek benimizden, asıl kendimizden dolayı) varız, belli bir ömür boyu.MESNEVİ’de
Yüksek Ben(“Dost”) Kavramı
Bu durumda, bedenin birinci derecede hamisi(görüp, gözeticisi, rehberi) yüksek ben dediğimiz meta-biyolojik yanımızdır. Fizik beden olarak yüksek benimiz olan asıl kendimiz adına ve onun alanının içinde bu fizik ortamda bulunuyoruz. Daha genel anlamda; ruh, bedenin içinde değil, beden ruhun içinde… Yüksek Ben olarak, bedenimizin DNA’larına ve atomlarına kadar nüfuz etmiş durumdayız. Onu yönetip, yönlendirerek, belli bir yaşam boyu, belli bir yaşam planını uygulamak için… Sadece beş duyu ile donatılmış olan beşeri beden her şeyi bildiğini zanneder ama çoğu zaman ona birçok şeyi yüksek beni; ilham eder, sezdirir, uykuda, uyanıkken herhangi bir dalgınlık içinde ya da bir hal içinde…
Bu haliyle ve esasen yapısal olarak da bedensel benin en yakın ve gerçek dostu onun yüksek benidir. Sadece Mevlana Celaleddin’in değil, Yunus Emre’nin de “Dost, dost…” diye dizeler dizdiği, asıl kendileri olan yüksek benleridir. Bu yüce varlıkların, asıl kendileri olan yüksek benleriyle bağlantıları en üst düzeyde olduğu için, onun hasreti ile “Dost, dost” diye yanıp tutuştuklarını her vesileyle dizelerine aktarmaktan kendilerini alamamışlardır.
Biz de bu yazı dizimizin bu ilk bölümünde M.Celaledin’in dizelerinde ben ve yüksek ben kavramlarını irdelemeye çalışacağız. Yukarıda değinip geçtiğimiz bedensel ben-yüksek ben bağlantısı ne kadar güçlü ise(başka türlü ifadesiyle “vicdan kanalı” ne kadar açık ise), sezgi, ilham şeklinde yüksek benden bilgi akışı o kadar bol ve sürekli olur. Çünkü varlık sanki bedenli haldeyken ruh olarak yaşamaktadır. Bu bilgi akışı ezoterik ve inisiyatik gelenekte “sır” olarak adlandırıla gelmiştir. Bu tür “sır” nitelikli “derinliği olan bilgiler” avama olduğu gibi aktarılmaz. Yani her bilgi, herkesle, olduğu gibi paylaşılmaz. “Derinliği” olan “sır” nitelikli bilgilerin bir yüzeysel anlamı vardır, bir de içsel anlamı. Bu içsel anlam da kat kat derinleşir gider. Örneğin, “âlemler için bir öğüt”(Zümer 23, Bakara 1) olan Kur’an 7 kat derinlikte anlaşılır. “Sır” nitelikli bilgiyi ehil olmayan kişiye en derin anlamıyla vermek, hiçbir işe yaramayacağı gibi, tohumları “çalılıklara atmak” ya da “incileri domuzların önüne atmak” kadar yersiz ve abes olur. İnisiyatik adap ve realiteye saygının gereği olan bu durumu yüce Mevlana Celaleddin şöyle dile getirmiş:
“Dostun sırrını kapalı tutmak gerekir.
Gerisini hikâyeden anlatmak uygun olur.”
M. Celaleddin’in “yüksek ben”(“dost”) kavramını dile getirdiği başka dizelerine geçmeden, yukarıdaki dizesinde gördüğümüz “dostun sırrı” ifadesini, “akılla anlaşılabilir âlemin bilgileri” olarak da anlayabiliriz, zaten de öyledir. Dünyasal ya da yüzeysel(pek derinliği olmayan) bilgilere “duyularla anlaşılır/algılanır”, hatta fizik ortamda kısaca “duyulur âlem” denir; fizik ötesine de “akledilir âlem”… Esasen “duyulur âlem” “akledilir âlem” den dolayı vardır. Bunlara “görünen” ve “görünmeyen” âlemler demekte olası ve esasen “görünmeyen”, görünürün içinden geçerek tezahür eder(VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları). Felsefede Yeni Eflatunculuk’taki “ideler âlemi” de “akledilir” yani “görünmeyen” âleme karşılıktır(1).
Akledilir âlemin bilgileri çoğunluk için “sır” niteliklidir, yani “gayb” durumundadır ama M. Celaleddin gibi akıl-gönül sahibi bilge insanlar için bu bilgiler sır olmaktan çıkmıştır. Onlar bu bilgileri alırlar ve sembolik ifadelerle(M. Celaleddin’in dediği gibi, “hikâyeleştirerek” sıradan kimselere aktarırlar. Bu tutum, biliyor olmanın gereğidir. Kime, neyi, nasıl vereceğini bilmek de ayrı bir inisiyatik adap ve incelik gerektirir. Bu inceliğe ve adaba dikkat etmemek, “kaş yaparken göz çıkarmak” gibi istenmeyen bir duruma neden olabilir. Esasen “sır” nitelikli bilgiyi, akıl-gönül sahibi olmayan birey anlamaz; ne kadar gayret etsek de anlamaz… Ona, onun realite düzeyinden hitap etmek gerek; bu yapılamıyorsa sözü uzatmanın anlamı yoktur. Yüce M. Celaleddin bunu da şu şekilde şiirleştirmiş:
“Ben sözü uzatsam doğru değildir.
Çünkü dost ile dost olmayan ne anlar.”
Görüldüğü gibi “dost ile dost olmak” tır esas olan; yani yüksek ben ile “meta-biyolojik yanımız ile” bağlantıyı/iletişimi güçlü ve sürekli olmak. Bedensel ben(“görünür” yanımız), “dost” tan ne kadar habersiz ve dolayısıyla ona yabancı ise aslından/özünden, öz kendisinden o kadar “kopuk” yaşıyor, yani sadece beden olarak yaşıyor demektir. Bu durum elbette ki, aslı esası ruh varlığı olan bir benlik için büyük talihsizliktir. Bu durumda olanlar genellikle nefislerinin güdümünde ve zulmü altında beşeri zaaflar içinde yaşayan, gerçek özgürlükten ve mutluluktan yoksun kendini bilmezlerdir. Bu anlamda “kendinden habersizlik” de birçok sapmışlık türünün anasıdır. Günümüzde bunun örneklerini her düzeyde çokluk ve çeşitlilik halinde üzülerek görüyoruz. Mesnevi’deki ana kavramları irdelemeye çalışırken elbette ki “kendini bilmek” ve Kur’an’ın da temel kavramlarından olan “sapmışlık” konularına da gireceğiz.
M. Celaleddin’in “dost” dediği yüksek ben olan asıl kendimizle “kopukluk”, bir bakıma asıl yanımıza/ öz kendimize yönelik “körlük” tür. Bu anlamda körlük içinde olanlar tam anlamıyla “dünya insanı” yani tam anlamıyla beşer oldukları için “dünya uyanıklığı” içindedirler, çünkü “dünyasallaşmış”(dünya malı olmuş) durumdadırlar. Oysaki “dost ile dost” olarak yaşayanlar, bunların tam tersine “dünya uyanıklığı” na rağbet etmez. “Dost ile dost” durumda olanlar “aklını işleten, bilgiden nasipli”(A’raf 32) kimselerdir. Bunlar için dünyasal/maddesel olan her şey(kendi bedenleri de dâhil), kullanılıp/değerlendirilip terk edilecek birer içsel gelişim aracından başka bir şey değildir. Onlar bu araçları birer “nimet” olarak bilirler ve onlarla özdeşleşmeden onları değerlendirirler ve başkalarının da kullanımına sunarlar. “Rehberlerinden(yani yüksek benlerinden/dostlarından) bir hidayet üzere olan” (Mücadile 11) bu bilge kimselerin uyanıklığı dünyadan çok, dünya ötesi, metafizik ve metapsişik âlemedir. Bu durumun şiirleşmiş ifadesini yine Mesnevi’de görüyoruz:
“Akıllı kimseler dünya uyanıklığına rağbet etmez.
Asıl uyanıklık öteki âlemdendir;
O galip gelirse, bu cihan alçalır.
Akıllılık güneştir, hırs ise buz.
Akıllılık sudur, gaflet ise kir.”
Burada “akıllılık”(Kur’an’daki “akılsızlık” ın tersi olarak), sahip olduğumuz aklı işletiyor, yani “işlevsel bir akla(“tahakkuk”- Yusuf 2, Zuhruf 3) sahibiz” anlamında bir sözcüktür. Elbette ki herkesin aklı vardır ama birey, aklını içsel gelişim yönünde kullanamıyorsa, yani aklı; nefsinin egemenliği altında ise, bu durum, Kutsal Kelam’a göre akılsızlık hatta “beyinsizlik”(2) olmaktadır. Bu anlamda “akılsızlık”, bedensel yanımızın kısımlarından olan(bkz. Şekil 1) hareket merkezinin akılı ile hareket ediyor olmaktır. Oysaki makbul olan, yüksek akıl merkezinin(bkz. Şekil 1) devrede olmasıdır. M. Celaleddin’in ifadesiyle “asıl uyanıklık”, olabildiğince yüksek akıl merkeziyle
yaşıyor olmaktır. Yine Mesnevi’deki ifadesiyle “Dostun sırrı” na açık olmanın dışa vurumu “dostun aklı” ile hareket ediyor/yaşıyor olmaktır. Akıllılığın böylesini M. Celaleddin “güneş” e benzetiyor. Bu anlamda gerçek akla sahip olan kimse, elbette ki bulunduğu zaman-mekan koşullarında çevresi için güneş gibi aydınlık kaynağıdır.
Birey bu anlamda “akılsız” durumda ise “gaflet”(ve dalalet) içinde olması hemen hemen kaçınılmazdır.
Bu “akılsızın” herhangi bir konuda hırsa kapılıvermesi de sürpriz olmaz çünkü hareket ve duygu bedenlerinin etkisi altındadır. Hırs ve benzeri gibi olumsuz duygular, bu anlamda “akılsız” bireyin sanki kişilik özelliklerindendir. Çünkü o, duygusallıklarından kaynaklanan, duygusal karmaşa içindedir. Bu kimse, tipik dünya beşeridir ve onun için esas olan M. Celaleddin’in ifadesiyle “dünya uyanıklığına rağbet”tir. “Akılsız” kişi, “dünyaya rağbet” ede ede, dünyaya rağbet etmemeyi ve asıl uyanıklığın; kendini tanıma çerçevesinde, “öteki âleme” yönelik olmakla olası olduğunu öğrenmek durumundadır.
Yüce M. Celaleddin bu “akılsız” beşere hitaben diyor ki:
“Senin cüz’i ve acayip bir aklın var,
Cihanda kâmil akıl sahibini ara!
Cüz’i aklın küll ile elbette ki küll olur.
Çünkü akl-ı küll; alçak nefsin boynuna geçirilen bir zincir gibidir.”
Dünya beşeri olarak gerçekten “acayip” bir aklımız var. Birkaç güncel ve trajikomik örnek verelim: Dünya beşeri “akılsızlığından” kaynaklanan hırsını tatmin için, başkaları üstünde hegemonya kurmak istemiş, bunun en geçerli yolu olarak da “maddesel/makamsal üstünlük” ü görmüştür. Ne ilginç talihtir ki, anılan hegemonyaya karşı çıkanların zafer yolu da, madde üstünlüğü sağlamaya bağlandı. Böylece beşeriyet bünyesinde, ekonominin tarihe ve ideye(imana) egemenliği; hem hırsına yenik düşenlerce, hem de onlara antitez olanlarca, savaş alanının tek gerçeği durumuna getirildi.
M. Celaleddin’in belirttiği gibi, öyle acayip bir beşeri akla sahibiz ki; başka türlü ifadesiyle, o kadar “akılsız”ız ki… Tebrizli Şems beşerin bu “akılsız” lığını şöyle betimlemeye çalışmış MAKAALAT adlı eserinde: “Sana bir çift söz söyleyeyim: Bu halk nifak yoluyla konuşmaktan ve ikiyüzlülükten hoşlanır, doğru sözden sıkılır. Birine desem ki, ‘Sen çağrımızın tek büyük ve biricik onurlu insanısın’, kuşku yok ki bu laf onun hoşuna gider ve ellerimi yakalayarak, ‘Sizi çok özlemiştim, kusurum çoktur…’ gibi iltifatlarda bulunur. Oysaki geçen yıl onunla dosdoğru konuşmuştum, bana düşman oldu. Aslında bu, şaşılacak bir şey değildir. Çünkü halk ikiyüzlülük yönünden geçinmek ister. Ta ki onunla birlikte hoşluk içinde vakit geçirsin. Ama doğruluk yolunu tuttun mu; dağlara, kırlara kaçmak ister.”
Beşerin “akılsız” lığından kaynaklanan “acayip” durumunu yansıtan başka bir istatistikî gerçek(3): Dünya nüfusunun % 60’ı, hijyenik temizlik olanağından yoksun. Bu nüfusun temel gıda ve koruyucu sağlık harcamaları için yılda 13 milyar dolara ihtiyaç var. Durum böyle iken, AB ve ABD’de evlerde beslenen hayvanların yemleri için yılda 17 milyar dolar harcanmaktadır. Yine AB ve ABD’de, kadınların parfüme harcadıkları para yoksul ülke kadınlarının doğum ve sağlık harcamaları için gerekli olan 12 milyar dolara eşdeğerdir. Durum böyle iken her yıl 8 Mart’ta “Dünya Kadınlar Günü” kutlamaları çerçevesinde hiç sıkılmadan hanımlarımıza yönelik övgü dolu ama içleri boş sözler söyleriz. İki paragraf yukarıda bir saptamasını aktardığımız Tebrizli Şems’in dediği gibi gerçekten ikiyüzlü akılsızlarız…
M. Celaleddin’in dizelerinde ve Şems’in saptamasında gördüğümüz “akılsızlık” ve “ikiyüzlülük” ten kaynaklanan bir gaflet ve dalalet içinde oluşturduğumuz ruhsuz teknoloji ile dünya yıkımın eşiğine gelmiş durumda. Pek çok çevre sorununun ölümcül etkisi altında endişelerimizi artık gizleyemez olduk. “Akılsız” beşer oturduğu dalı kesmekte olduğunun farkında bile değil.
Yüce M. Celaleddin’in yüzyıllar öncesinden dikkat çektiği akılsızlığımızın “acayip”likleriyle ilgili o kadar çok örnek var ki; bunlara çeşitli kaynaklarda kolayca ulaşılabilir. Ancak konumuz bu olmadığı için, biz yine Mesnevi’ye dönüyoruz. Birkaç paragraf önce aktardığımız dizelerinde M. Celaleddin, “kâmil akıl sahibi” ni aramamızı da öğütlüyor. Burada “kâmil akıl” elbette ki yüksek ben’in aklı; yani, yüksek akıl merkezi(bkz. Şekil 1)dir. “Kamil akıl sahibi” de, yüksek ben’inin(“dost”unun) aklını fizik beden de tezahür ettirebilmiş, “kalbi ürperti içinde olan”(Kur’an ifadesi) bilge insan/mürşit kastediliyor. Böyle bir akla sahip olmak, elbette ki nefsin egemenliğinden kurtulmuşluğun(yani, gerçek özgürlüğün) belirtisidir.
Taklit edilmeye değer bu örnek insan, elbette ki nefsinin dizginlerini kendi eline almış, Muhammed Nebi’nin ifadesiyle “Şeytanını Müslüman etmiş”tir. M. Celaleddin, bu güzel durumu, “alçak nefsin boynuna zincir geçirmek” olarak ifade etmiş. Kur’an, “akılsızlık” illetine çok daha önceleri dikkat çekmiş ve işlevsel aklı(“taakkul”, Zuhruf 3, Yusıf 2) önermiş.
Tüm bu uyarı ve dikkat çekmelere, ayrıca; bunca inisiyatik öğretiye karşın “akılsızlık” ta ve anlayışsızlıkta ısrar edenler(ki bunlar, görünüşe göre çoğunlukta) “bedene ait işlerde ustalaşıp”, “dünya uyanıklığına rağbet” etmişlerdir ama esasen dünyada bulunuş amaçlarından sapmışlardır. Bunlar şimdi, devre sonunun şu bitiş günlerinde doğruyu bulamamanın telaşı ve kıyam ettirici tesirlere uyamamanın teşevvüşü içindedirler. Oysaki(M. Celaleddin’in ifadesiyle) “Dost ile dost olanlar” söz konusu tesirlere uyumlanmış olmanın huzuru içinde doğru adreste bulunuyor. M. Celaleddin bu iki insan tiplemesini, iki dize içinde şöyle betimlemiş:
“Mananın güzelliği velileri zahmetsizce sağa sola çeker.
Sağa çekiliş nedir, bil: İyi iş.
Sola çekiliş nedir: Bedene ait işler.”
Kur’an’da “Rahmanın evliyası” olarak geçen “Veliler”, “Dost ile dost olmak” ın verdiği arınmışlık ve bilgelikle ayetlerin manasına kolayca nüfuz edebilirler; yüksek/ince(süptil) tesirlere kolayca uyumlanabildikleri için, onlarla motive olabilirler. Onlar için süptil tesirlerin motivasyonu yeter. Günlük ifadesiyle, “Anlayana sivrisinek sazdır.” Veli nitelikli insanlar ayetlerdeki(ki ayet olmayan hiçbir şey yok, gören gözler için... Zariyat 20 + 21, Fussilet 53, Secde 26, Neml 52, Bakara 171, Naziat 26, Ra’d 4, Nahl 6 + 12, Casiye 13) anlamı ve bu anlamın güzel etkisini anlayabilecek durumdadır. Öte yandan, beden olarak yaşayanlar, asıl kendilerinden habersiz ve uzak durumda “bedene ait işler” de ustalaşmıştır.
Tekâmül yolu elbette ki sonsuz ve bu yolun(daha Kur’an’ca bir ifadesiyle “ALLAH’a giden yolun”) bizlerin önümüzdeki menzile varabilmemiz için asıl kendimize olabildiğince yakın/benzer olarak yaşamamız gerek; yani “Dost ile dost” olarak yaşamamız gerek. Gerçi madde ile dost olarak yaşamak gibi bir özgürlüğümüz de var ama böyle yaşarsak herhalde çok daha zahmetli ve gecikmiş olarak menzile varırız. M. Celaleddin bu durumu şöyle dökmüş dizelerine:
“Yolcunun evine varabilmesi için, birçok menzilden geçmesi gerek…”
Burada tekâmül gidişinin, ALLAH’ın yolunda ilerlemenin Kur’an’ca ifadesiyle “ALLAH’a dönmenin”(4) kademeli olduğunu, hakikatten hakikate geçerek ilerlemenin söz konusu olduğunu belirtiyor M. Celaleddin. Buna, “realiteden realiteye geçerek gitmek” de diyoruz. Burada “eve varmayı”, mensubu olduğumuz ruhsal planımıza dönüş olarak da düşünebiliriz: Enkarne ruh varlıkları olarak, bağlı olduğumuz planların tezahür uzantıları olduğumuzu biliyoruz. Planımızdan(yani asıl vatanımızdan/ yuvamızdan ve gerçek dostlarımızdan ayrılıp geldik buraya… Elbette ki dönüşümüz de oraya olacaktır. “Tekâmül etmemek” diye bir şey de söz konusu olmadığına göre; fizik bedeni her terk edişten sonra, planımızın biraz daha süptil(yüksek titreşimli) noktasına dönmek söz konusu. Yani, her bedeni terk edişte(“ölüm” denen geçiş ile) “dost” a kavuşuyoruz. Elbette ki, bedeni terk eder etmez “dost” un yanında bulmuyoruz kendimizi; bunun da aşamaları var(5). Tedriç Yasası gereği olan bu aşamalar M. Celaleddin’in yukarıdaki dizesinde “menziller” olarak geçiyor.
Sufizm’de “seyr-i süluk” olarak da geçen tekâmül yolculuğu bir bakıma, yukarıya doğru koni şeklinde spiral bir gidiştir. Bu spiral harekette her bir tur(M. Celaleddin’in ifadesiyle) bir menzile karşılıktır. Ancak, “dosta gidiş” nasıl simgelenirse simgelensin, en azından şu dünya okulunda ıstırapsız olmuyor, hele devre sonunun şu kritik ve çok önemli günlerinde… Hakk’ın lütfüne gönül bağlamış yücelerden bir başkası olan Hallac-ı Mansur, olgunlaşmanın ve insanlaşmanın zorluğunu şöyle anlatmış(6):
“ALLAH yolunda gitmek zordur. Çok az insan bu yolun zorluğuna tahammül edebilmiştir.
Kâinatı gözlemlemek, ilmine ulaşmak gayretidir, bir tür ibadettir.
Güçlülerin, azizlerin ve ileriyi görebilenlerin yoludur bu. Düşmanı bol, engeli çok ve uzun bir süreçtir.
Kim olursa olsun, tarzı ne biçimde görünürse görünsün, bu yola baş koyan herkes Cennet’e ulaşacaktır.”
Dostu ile dost olanlar, bu yolculukta hep dostun özlemi içindedirler. Bu özlem, Celaleddin ve Mansur gibi kâmil akıl sahibi varlıklarda aşka dönüşür ve bu gibiler için ölüm denen geçiş elbette ki “düğün gecesi” dir. Bu insanlar bu “düğün gecesi” ni yaşamları boyunca özlemle beklerken aynı zamanda bir tür “sarhoşluk” içindedirler. Bunun ne hoş bir sarhoşluk olduğunu onlardan başkası bilemez. Onlar yine de bu ibretlik ve bizler için ideal bir hal olan bu deneyimlerini sözcüklere dökmeye çalışmışlardır. Bu “sarhoşluk” elbette ki ileri bir menzilde bulunmanın sinyalidir. M. Celaleddin bu “Hakk sarhoşluğu” nu şöyle anlatmaya çalışmış:
“Sarhoşluk halini bilmeyen çocuklar
Onun ardına düşüp gülüşürler.
Hakk sarhoşluğundan başka herkes çocuktur.
Her biri daha yüz yaşında(olmasına karşın) buluğa ermemiştir.”
Dünya uyanıklığına rağbet eden uyurgezerlerin madde sarhoşları, dostun sırrına nail olanların halinden elbette anlamaz. Çünkü onlar henüz kendileri hakkında bile bir anlayışa sahip değildirler. Burada ister istemez, “Eşek hoşaftan ne anlar…” halk tabirimiz akla geliyor. Kimse üzerine alınmasın ve “eşek” deyip de geçmeyelim, tüm peygamberlerin sadık bineği olmuştur bu vefakâr ve cefakâr hayvan. Ayrıca Mesnevi’sinin birçok yerinde de M. Celaleddin bu sözcüğü bol bol kullanmıştır, özellikle kendini bilmeyen(bundan dolayı da aldatılarak kolayca sürüleştirilmiş) insan toplulukları için. Kendini bilmemekten kaynaklanan cahilliklerinden dolayı kolayca sürüleştirilmiş olan(M. Celaleddin’in ifadesiyle)bu “çocuklar”, birkaç paragraf önce değindiğimiz ve zorluklarla dolu olduğunu vurguladığımız tekâmül yolunun kenarındaki misket ve boncuklarla oyalanmayı ne yazık ki hüner ve akıllılık sanmışlardır. Gerçek anlamda akıllı olmayan(yani, işlevsel akla sahip olmayan) bu yığınlara göre, bu “ceviz-misket” oyununa katılmayanlar; aptal, yarım akıllı, zevksiz zavallılar, hatta “üşütükler” diye anıla gelmişlerdir. M. Celaleddin’de, yukarıdaki dizelerinde bundan yakınıyor. Bu durumun, kayıtlara geçmiş beklide en kadim örneklerinden biri, ünlü filozoflardan Fisagor’un çağdaşı Tales’le ilgilidir(M.Ö. 600): Ünlü düşünür gökyüzüne bakarak, düşüne düşüne yürümekte olduğu karanlık bir gecede farkında olmadan bir çukura düşer. Durumu gören bir kadın, “A aptal adam, burnunun dibini görmeyecek kadar beceriksizken; gökleri, en uzakları görmeye çalışmak senin neyine!” diye densizce bir laf etmiş. “Sürüleşmiş”, “beyinsiz” yığınlara(2) göre, Tales; kendini bir şey sanan aptalın tekidir. Böyle düşünmeleri doğaldır çünkü onlar, fikir çilesi nedir bilmeyen ve “kalabalık” tan başka bir şey olmayan “beyinsizler sürüsü” dür(2). Biz, Kur’an tabirini kullanarak “sürü” diyoruz ama sonsuzluk erlerinden “ALLAH adamı” M. Celaleddin, “sürüleşmenin” ne demek olduğunu bizden daha iyi biliyor olmanın verdiği cesaretle onlara “eşek sürüsü” diyor. M. Celaleddin’in bu “sürü zihniyeti” mensuplarına “eşek” sözcüğünü münasip gördüğünü, yorumumuzun akışı içinde ilerleyen paragraflarımızda tekrar ele alacağız. Çünkü simgesel anlamda “eşeklik”, sürüleştirilmiş olduğundan bile haberi olmayan(M. Celaleddin’in ifadesiyle) “dünya uyanıklığına rağbet edenler”; yani, kendinden habersiz bedensel ben olarak yaşayanlar(İsa Nebi’nin ifadesiyle de “ölü yaşayanlar”) topluluğudur. Bu nedenle, bizim şimdiki konumuz içindedir, tekrar döneceğiz.
Takdir etmek bize düşmez ama söz konusu hamlıklarından dolayı, M. Celaleddin’in yukarıdaki dizelerinde, onlardan “çocuklar” diye söz etmesi son derece doğaldır. Bunun elbette ki yaşla-başla da ilgisi yok; birey kendine gelmediyse, 100 yaşında da “çocuk” hamlığında olabilir. Ama insandan beklenen “çocukluk” anlamında hamlıktan kurtulup, hiç değilse biraz “pişmiş” olarak öte âleme(“dost”un yanına) gitmektir. Bu durumla ilgili olarak M. Celaleddin bir dizesinde de şöyle diyor:
“Burada pişmiş gerek, ham gönül değil.
Nifak hamlığından kurtulması için,
Ham olanın, ayrılık ateşinde pişmesi gerekir.”
İşte, insanın yüceliğiyle bağdaşmayan, hamlık sözcüğünde anlamını bulan “çocukluk” tan kurtulup, “sarhoşluk” un tadına varabilmesi için, bu anlamda “pişmesi” gerekiyor ki bu da genel anlamda “insanlaşmak” tan başka bir şey değildir. İnsanlaşmak çilesi çekilmeden, hamlıktan/çocukluktan kurtulmak olası değil. Aksi takdirde, 100 yaşında da “buluğa ermeden” bedeni terk etmek durumu söz konusu olabilir. Yüksek benimizin(en gerçek anlamda “dostumuzun”) cazibesine kapılmış olmakla gelen “sarhoşluk” elbette ki erdirici sarhoşluktur. Dostlar başına…
M. Celaleddin’in yukarıdaki anlamda “dost”un bulunduğu plan katmanı(“akılla algılanır”) ortam için kullandığı sözcüklerden biri de “gül bahçesi” dir. M. Celaleddin’in ifadesiyle “gül bahçesi” ni, yüksek benimizin titreşim düzeyi olarak düşünebiliriz. M. Celaleddin, “süprüntülük” e benzettiği dünya mekânından kurtulup, en kısa zamanda “gül bahçesi” ne dönmeyi öğütlüyor aşağıdaki dizelerinde:
“Yetişir, bu süprüntülükten gül bahçesine yönel.
Çünkü karanlıkta bir ışık görünmede;
Durmaksızın adımlarını sıklaştır,
Kuytuyu geç, İrem Bahçeleri’nde dolaş…”
“Kabuklar içinde sabitleşmek” ifadesinde anlamını bulan atalete yer vermeyen, aklı işleterek sürekli aksiyon halinde bir yaşam şekli önerisi… Karanlıktan kurtulup, aydınlıklara/güzelliklere yönelmeyi öğütleyen ibretlik bir özdeyiş. İnsanın yüceliğine de yakışan bu değimlidir? Çünkü aslımız/özümüz, öz kendimiz olan ruh varlığı, evrenlerin aktif elemanıdır. Biz bedenliler de, ruhun tezahür uzantıları olduğumuza göre, onun gibi olmak durumundayız. Kur’an’dan esinlenerek “İki günü eşit olan ziyandadır.” diyen yüce Peygamber de bize yaraşanın bu olduğunu söylemiş. Çünkü o, “ALLAH’ın her an değişik bir işte olduğunu”(7) herkesten çok iyi bilenlerdendi. Biz de ALLAH’a benzemek, O’nun sıfatlarıyla(Esma-ül Hüsna) sıfatlanmak(Tasavvuf’taki ifadesiyle “O’nun rengiyle boyanmak”) durumundayız. ALLAH, Kutsal Kelamı olan Kur’an’da bizlerden bunu bekliyor. M. Celaleddin’in ifadesiyle, “İrem Bahçeleri”nde dolaşacak hale gelmek gerek. Aksi takdirde, “süprüntülük” sözcüğünde anlamını bulan titreşimi kaba(“karanlık”) ortamlardan kurtulup, yükselip ışıklı ortamlara(“gül bahçeleri” ne) ulaşmak olası değil. Yarasa gibi, süprüntülüklerin karanlığını yeğleyip, oralarda takılanlarında kıskançlığına takılmamak gerek. Bu kıskançlık onların doğal tavrıdır. “Hakk sarhoşluğu” nedir bilmeyen “çocuklar” ın kusuruna bakmamak; eğer kabul ederlerse, onlara biraz olgunlaşmaları için yardım eli uzatmak gerek. M. Celaleddin bu “kıskançlık” konusunda da bir çift laf etmiş:
“Dostlar kıskançlıkla senden uzaklaşırlar.
Çünkü dikenler güle düşmandır”
İnsanlara “diken” ve çalı olmak yerine yardımcı olmak gerek: “Halka hizmet, Hakka hizmettir.” Olumlu anlamda(içsel gelişime) hizmet, Hakk’ın lütfüne gönül bağlamış “pozitif insan”ın harcıdır. Zalimlik ile de “şeytanın maşası” olarak halka hizmet olasıdır ama kâmil akıl sahibine yaraşan, herhalde “pozitifin maşası” olmaktır. “Pozitifin maşası olmak”, Yukarısı’nın; eli, ayağı, gözü, kulağı olmak, işe yarar bir kul olmaktır. İşe yarar bir kul(yani, tezahür uzantısı) olmak da “pozitif” e hizmet ile olasıdır. Bu anlamda “pozitif yayın odağı” olmak, bir bakıma “gül bahçesinde” olmaktır ama “diken” durumunda isen, eninde sonunda menzilin ateşte yanmaktır. M. Celaleddin, bunu şöyle şiirleştirmiş:
“Düşüncen gül ise, sen gül bahçesindesin;
Dikense, külhanı doldurursun.”(8)
“Beden, ruh için bir çadıra bezer.” Diyen M. Celaleddin, arkasından hemen ekliyor:
“Sen mekânsın, aslın mekânsızlık;
Bu dükkânı kapa, asıl dükkân odur.”
Asıl kendimizin beden olmadığını, yazımızın ilk paragraflarından beri yineleyip durduk. Bedenliyiz ama esasen ruh varlığıyız ve ruh için mekân değil, mekânsızlık söz konusudur. Ruh için asıl mekân “mekânsızlık” tır. Dünya mekânında geçici olarak bulunuyoruz. Enkarne varlıklar için “bedenli hayatlar”(hem de pek çok kez) söz konusudur ama ruh varlığının bir tek hayatı vardır. Dolayısıyla aslı esası ruh olan bizler hep varız. Ölüm ile yok olduğunu sanmak, beşerin kendini bilmezliğinden kaynaklanan bir cahilliktir. Mekânı, mekânsızlık olan ruh varlığı; özündeki bilgiyle ilgili görgü ve deneyimini artırmak ve giderek Yaradan’a benzemek için çok çeşitli maddesel mekânlara uyum sağlayarak enkarne olur. Bu durumuyla ruh varlığı, tam anlamıyla bir evren gezginidir. Ruhun asıl ve ebedi mekanı, “mekansızlık” sözcüğünde anlamını bulan “evrenlerin her yanı” dır. Yüce M. Celaleddin de, yukarıda alıntıladığımız dizelerinde buna dikkat çekiyor. Ruhun asıl dükkânı(yani iş yaptığı yer) mekânsızlıktır. Bizler enkarne varlıklar olarak ve geçici olarak,(ruhun sonsuzluğuna göre) çok kısa bir süre için dünya mekânındayız ama asıl yerimiz mekânsızlıktır.
Bunu görmek gerek, yani “dost” dan(asıl kendimizden) haberdar olmak gerek. İnsanın öz kendisine karşı gaflet ve dalalet içinde olmayı M. Celaleddin Mesnevi’sinde şöyle kınıyor:
“Dostu görmeyen göz, kör olsun daha iyi.
Ebedi olmayan sevgili de uzak olsun.”
Körlük(ve hatta kulakların ve kalbin mühürlü/hastalıklı olması) Kur’an’da çokça yinelenen beşeri kusurlarımızdan olup, kendinden habersiz sapmışlara özgü bir durumdur(9). “Dost ile dost olmak” aşamasına gelmeden önce, elbette ki asıl “dost”un farkına varmak gerek. Kendini bilmeyen beşer henüz böyle bir körlük ve asıl kendisinden “kopuk” durumdadır. Ama ruh varlığı olarak işin aslı fıtratında var olduğu için, hep bir arayış içindedir ama Yukarı’ya kapalı olduğu için, hep yanlış adreslerdedir. Körün el yordamıyla bir şeyleri aradığı gibi arar durur. Nefs denen o “kara taş” ile de vicdan pınarı kaynamadığı için de yapay mutluluklar ve yalancı/riyakâr, yani sahte dostlar peşinde koşar durur. Belki bir ömür böyle geçer. Asıl dost, asıl sevgili bunlar olmadığı için, kendini bilmez(gözü, kulağı, kalbi mühürlü) beşer her arayış ve aldanma içindedir. Bu nedenle, M. Celaleddin’in dediği gibi; “Ebedi olmayan sevgili de uzak olsun…” Çünkü ebedi olmayan sevgili/dost, epröv aracından başka bir şey değildir. Ama gerçek sevgilinin, asıl dostun bunlar olmadığını öğrenmemiz için(sınanma- yanılma ile…) bunlar gereklidir. Bu nedenle, sahte sevgilileri, uyduruk dostları; nefsanî itilimlere(nefsin heva ve hevesine) kapılarak putlaştırmamak, onlarla özdeşleşmemek gerek. Dünyada her şeyin birer epröv ve sınanma aracından başka bir şey olmadığını akıldan çıkarmamak gerek.
Buraya kadar, ağırlıklı olarak M. Celaleddin’in “dost” olarak adlandırdığı, asıl kendimiz olan yüksek benimiz ve onunla ilgili kavramlar üzerinde durduk. Biraz da yüksek benimizin bir tezahür uzantısı olan bedensel benimizi Mesnevi Penceresi’nden görmeye çalışalım:
Bilindiği gibi, bir biyolojik yapı olan bedenimiz, asıl kendimiz olan meta-biyolojik yanımızın bir tekâmül aracıdır; doğum ile ona enkarne oluruz, bir ömür boyu onun ile belli bir yaşam planını uygularız(ya da uygulayamayız). Sonra(ömür sonunda), yaptıklarımızı değerlendirmek üzere bu biyolojik yapı ile ilişiğimizi keseriz. Zaten o da bir ömür boyu eskimiş/yıpranmış ve işe yaramaz hale gelmiştir.
İnisiyatik öğretilerde hapishane ya da mezara benzetilen beden “ölü olarak yaşamadığı” ölçüde, yüksek benin daha çok işine yarar ve daha iyi bir tekâmül/deneyim/uygulama aracıdır. Burada “ölü olarak yaşamak” tan kastımız, daha önceki paragraflarımızın birinde de değinip geçtiğimiz gibi, yüksek benden sanki kopuk bir şekilde, ağırlıklı şekilde beden olarak yaşamak, kendini bedenden ibaret sanmaktır. “Ölü yaşamak” aynı zamanda kendinden habersizliğin, kendini bilmezliğin değişik bir ifadesidir. Bunun tersi durum olan “diri olarak yaşamak” ise, “Dost ile dost olmuşluk” un ifadesidir. Bedenli yaşamın, mezarda/hapiste olmaya benzetilmesi de, ruh varlığının enkarnasyonla birlikte şuurunu(yaşam planının ve vazifesinin gerektirdiği kadar) daraltması ya da karartmasındandır. Bu anlamda olmak üzere ölü/diri kavramlarının İsevi öğretide de bulunduğunu biliyoruz(10). Hakkın lütfüne gönül bağlamışlardan olan M. Celaleddin de bu kavramları şöyle şiirleştirmiş:
“Ölülerin canı ten mezarında iken,
Velilerin canı onlara etkili olur.
Ey derilerinin altında fani olan güruh,
Sevgilinin sesi, yoğu var eder.
Veliler zamanın İsrafil’idirler,
Ölüler onlarla hayat ve kemal bulurlar.”
Görülüyor ki, akıllılık güneşine sahip bilge kişiler(“veliler”), beden olarak yaşayan akılsız kişiler(“ölüler, ölü yaşayanlar”) için(kıyam ettirici ve şuurda uyandırıcı İsrafil’in Borusu gibi) şuurda uyandırıcı etkiye sahiptir.
Bedensel benin “ölü” ya da “diri” olması, onun işlevselliği bakımından çok önemlidir. Bilgi uygulaması için dünyaya enkarne olmuş bir varlığın, bedensel yanının bu anlamda “ölü” oluşundan dolayı bilgiden nasipsiz olarak yaşaması kabirde/mezarda olmaya benzetilmiştir. Bu durum aslında gerçek anlamda “ölülük” tür. Çünkü klinik ölüm sadece bir geçiştir. Bilgiden nasipsiz cahilin yaşayışı, bu nedenle ölü yaşamaktır. Çünkü varlık, bilgiden nasibini artırarak, idraklendikçe “diri” dir.
Kur’an’da geçtiğini gördüğümüz “hayy” da dirilik demektir. “Hayy” aynı zamanda ilahi sıfatlardan biridir. Ezoterik anlamda ise “dirilik”/ diri olmak şu anlamlara gelir:
• Süptil/ince(titreşimi yüksek) tesirlere açıklık; kişi, bu tesirlere karşı safiyeti oranında “diri” dir.
• “Dirilik” aynı zamanda farkındalık ve “ayıklık” demektir(“Ayık dolaşmak”, Sufizm’de; kendini bilen, aydınlanmış kişilere özgü makbul bir durumdur). Bu kimseler uykuda bile aslında uyanıktır ve Hz. Muhammed bu güzel durumu şöylece ifadeye koymuştur: “Gözüm uyur fakat kalbim uyumaz…”
• Ruhun uyanık egemenliğinin bedende etkin olması da “dirilik” tir. Bu da kuşkusuz, bedensel sağlığa ve arınmışlığa bağlıdır.
• Ezoterik anlamda “dirilik”, bedensel benin Yukarıya(“dost”a) yönelik diriliğidir. Bedensel ben toplumsal/beşeri koşullandırmalar ve maddenin iğvası ile dünyaya yönelik bir dirilik(“dünya uyanıklığı”) içinde de bulunabilir ama bu Yukarısı açısından “ölü yaşamak” tır.
• Çağımızın büyük din âlimi ve filozof Muhammed İKBAL “diri gönül” kavramını şu şekilde şiirleştirmiş:
“Ey diri gönüllü! Yaşam nedir, Bilir misin?
Birliği görme aşkı, ikiliği seyrederken…” (11)
Bedensel ben, yukarıda açıklamaya çalıştığımız anlamda “diri” değilse, bilgiden yararlanamaz. Bu durumda varlık-bilgi dengesizliği ortaya çıkmış demektir. Bu durumda bedensel benin olgunluğu(“diriliği”) ile bilginin titreşimi arasında uyumsuzluk var demektir. Görüldüğü gibi bilgiden yararlanmak da, daha yüksek titreşimli(“derinliği olan”) bilgilere layık hale gelmek de “dirilik düzeyimiz” le orantılıdır. Bu durum, talihsizlik anlamına gelen bilginin heba edilmesidir:
“Cana verdiğin ilim damlasını heves rüzgârından
Ve beden toprağından koru!”
Bedensel benin en dikkat edilecek yanının nefs olduğunu biliyoruz. Nefsin heva ve heveslerine aklı kaptırmak “dirilik” le hemen taban tabana zıt bir durum olduğunu da biliyoruz. Evet, eğitilmemiş, kontrol altına alınamamış bir nefs, elindeki bilgiyi ya da ilmi değerlendirip onu içsel gelişim ve başkalarının hayrına kullanmak şöyle dursun, onu nefsanî çıkarlar yönünde kullanarak, kendi kendine negatif karma da oluşturabilir.
M. Celaleddin dizelerinde gördüğümüz: “heves” sözcüğü Kur’an’da genellikle “heva” sözcüğüyle birlikte olarak “heva-heves” şeklinde geçiyor. Nefsin heva- hevesine uymak, onun kabalığından ve bireyin “akılsızlığından” kaynaklanan bir durum olup, bu bir bakıma; dolaylı olarak da olsa(Bakara 168’deki ifadesiyle) “şeytana ayak uydurmuşluk” olmaktadır. Kendisini, nefsinin heva ve hevesiyle oyalayarak uykusunu derinleştirmek… Bu durumda birey(bedensel ben) maddesel ve geçici olan şeylerle kandırılmış/aldatılmış ve doğru yoldan saptırılmış oluyor. Bu durum aynı zamanda, içsel gelişim araçları olan “nimetler” in heba edilmesi anlamına gelen üzücü bir durumdur. M. Celaleddin, yukarıda alıntıladığımız dizelerinde bu tehlikeye dikkat çekiyor.
Kur’an’ın terminolojisinde heva/heves, nefsanî isteklerin genel adıdır. Nefsinin(“içteki şeytan” ın) heva hevesine kapılmış olan birey; Furkan 43, 44’te hayvana benzetilmekle de kalmayıp, “hevesini kendine Tanrı edinen” olarak ifadeye konmuştur. Kasas 50’de de, bu durumda olanların “sapmışlık” içinde oldukları belirtiliyor: “ALLAH’tan bir yol gösterici olmadan, hevesine uyandan daha sapık kim vardır!” Ayrıca Casiye 23’de de, “Nefsinin heva/hevesine uymuş olanlar” ın kulaklarının, kalplerinin mühürlü, gözlerinin perdeli olduğu belirtiliyor ve ayet, “…Ey insanlar, anlamaz mısınız!” uyarısıyla bitiyor. Tüm bu notlardan sonra M. Celaleddin’in uyarısının ne kadar yerinde ve önemli olduğunu daha iyi anlıyoruz.
M. Celaleddin, dünya insanının beşeri kusurlarına dikkat çekmekle kalmıyor, zaman zaman çareler de öneriyor. Bunlardan birisi “gözleri perdeliler” le ilgili ve şöyle:
“Ey körler, çareniz, aranıza gören bir kimseyi almaktır.”
Körün köre yol göstermesi düşünülemez; bir köre yol gösterecek kişinin kör olmaması, görüyor olması, yani gözlerinin “perdesiz” olması gerekir. “Gözün perdesizliği” burada “mürşit” denen kimsedir. İnisiyatik gelenekte gerçek mürşidin aydınlanmış ve işlevsel akla sahip, gönlü temiz rehber olduğunu biliyoruz. Esasen, tekâmül yolculuğunda(seyr-i süluk) “uyanmış” olanların, uyanmakta zorlananlara yardım etmeleri, uyanmış/aydınlanmış olmanın bir sorumluluğudur. Bundan dolayı, mürşit-mürit ilişkisi tüm inisiyasyonlarda ve tasavvufta kadim zamanlardan günümüze kadar süregelmiştir. İnisiyatik adap ihlal edilmedikçe ve mürşit putlaştırılmadıkça iyi mürşitler elinde pek çok mürit, mürşit olmuştur. Bununla birlikte, beşerin girdiği her işte ve etkinlikte olduğu gibi, mürit-mürşit ilişkisinde de istenmeyen-olmaması gereken durumlar ortaya çıkmıştır. Bunun nasıl olduğuna geçmeden önce, bu kurumun; M. Celaleddin, Gurdjieff vb. büyük inisiyeler tarafından niçin önerildiğine bakalım:
“İsteyen, arzu eden” anlamına gelen “mürit” aynı zamanda ALLAH’ın güzel isimlerinden biridir. Bu Müridin bir muradının olacağı kesindir. Bu murat, varlığın en seçkini olan insandan başkası olmamak gerekir. Bu yüzdendir ki, insanın, sonsuzlaşmak uğruna çıkardığı sesler ve iniltiler, temelde(ontolojik açıdan)Yaratıcı Kudret’in sesi olarak düşünülmüştür. M. Celaleddin bu ontolojik gerçeği dizelerine şöyle dökmüş:
“Biz ney gibiyiz ve bizdeki inilti sendendir.
Biz dağ gibiyiz ve bizdeki sada sendendir.
Biz çeng gibiyiz ve mızrabı vuran sensin.
Feryadı çıkaran biz değiliz, sensin.”
Bu dizelerde sadece, İlahi Murad’dan başka bir şey olmadığını değil, görünen görünmeyen her şeyin ALLAH’ın(bilgisinin) tezahürü olduğunu da görüyoruz. Öğreten de(mürşit), öğrenen de(mürit) O’ndan başkası değil aslında ve sadece O var…
Esasında imanın şartları “Hz. Peygamber’e teslim olmak” diye ifade edilebileceği gibi, süluk’un şartları da mürşide teslim olmak diye ifade edilir. Mürşitsiz süluk olası değildir. Dinin hükümleri, emirler-yasaklar bu işin genel çizgilerini, asgari müştereklerini verir. Mürşit bu asgari müşterekler üzerine oturttuğu disiplini sayesinde müridin subjektif dünyasını aydınlatır ve onun yücelmesine rehberlik eder.
Büyük inisiyelerden Gurdjieff’e göre uyanmanın, olmazsa olmazı bir öğretmen çevresinde organize olmaktır. Uyanmak isteyen bir kimse, yine uyanmak isteyen başka kimseleri bulmalıdır(12). Çalışma organize edilmelidir ve çalışmanın bir önderi(mürşit) olmalıdır. Ancak bundan sonra, kendisinden beklenen sonuçları doğurur. Böyle bir inisiyatik çalışma, ancak; onun sorunlarını, amaçlarını, yöntemlerini bilen ve kendisi de zamanında böyle bir organize çalışmadan geçmiş bir insan tarafından organize edilebilir. Böyle bir inisiyatik organizasyonda mürşit durumunda olan öğretmenin görevinin ve sorumluluğunun büyük olduğunu vurguladıktan sonra Gurdjieff, “Öğretmenin, insan makinelerini temizlemek ve tamir etmek gibi çok güç bir iş yüklenmiş olduğunu kavramalısınız. Basiretli bir öğretmen, elbette ki; tamir etmek üzere, sadece kendi gücünün sınırları içinde bulunan makineleri kabul eder.” Diyor.
İnsan(özellikle de kendini bilmez “akılsız” beşer) mekaniktir ama elbette ki makine değildir. “Makine” sözcüğü, beşerin mekanik oluşunun simgesidir. Çünkü insan, bilmeden yaşar; asıl kendisinden habersiz/ kopuk ve asıl hedefinin ne olduğunu bilmeden yaşar. Yani tam şuurlu değildir. Ama kişi, bu noktada kendi iradesini kullanmak zorundadır ve bu, insan olmanın(daha doğrusu, “insan adayı” olmanın) gereğidir. Bizden irademizi kullanmamız ve kendimiz olmamız beklenmektedir. İnsanın kendi olması, “dost ile dost” olmasıdır; ama genel görünüm olarak, vücudumuz zaten mekanik bir biyolojik yapıdır, bize empoze edilmiş bazı icaplar ve bir sürü yapay ihtiyaç vardır. Tüm bunlara rağmen, kişi kendisi olmayı ve iradesini(yüksek beninin iradesini) bedende tezahür ettirmeyi başarmalıdır. İşte öğretmen(mürşit) burada yardımcı olur. Kişi, iradesini engelleyen etmenleri ortadan kaldırmalıdır. Bu da, bireyin kendini bilme cehtiyle idraklenmesinden geçer.
Mürit için idraklenmek ve kendini bilmek ne kadar önemli ise, bu konuda kendisinin rehberi(mürşidi) olacak insanın seçimi de o kadar önemlidir. Yani, işinin ehli ve gerçek mürşidin seçilmesi… Gerçek ve işinin ehli olmayan ve hatta sahte denecek mürşit tarih boyunca ve günümüzde de hep olagelmiştir. Yukarıda bir yerde de değinip geçtiğimiz gibi, beşerin kendini bilmemesinden kaynaklanan “akılsızlığından” dolayı, sadece mürşit-mürit ilişkilerinde değil, her meslekte ve etkinlikte yozlaşma olmuştur. Yüce M. Celaleddin, körlere; çare olarak, “bir gören” öneriyor ama bu “gören” in seçiminde dikkatli olmak gerek. Mesnevi’nin başka bir yerinde şu uyarıyı görüyoruz:
“…Mihenk taşın olmadan altını seme!
Mihengin varsa, altın al, yoksa sarrafa göster.
Ya gönlünde bir mihenk gizli olmalı ya da yola yalnız çıkma!”
İslam kültüründe “veli”(çoğul şekli “evliya”) “mürşit”in karşılığı olarak kullanılagelmiştir. “Veli” aynı zamanda(“Mevla” olarak) ALLAH’ın güzel isimlerinden biridir ve en gerçek ve aşkın anlamda ALLAH, tüm yaratıkların, özelliklede biz akıllı varlıkların velisidir. Aslında, müminlerin ALLAH dışında Mevlaları da yoktur, gerçek velileri de…(Maide 55, A’raf 155, Bakara 268, Enfal 40, Hacc 78). ALLAH’ın beşeriyete hitabı olan Kur’an’ı ve tüm öteki ayetleri iyi anlamak için mürşit/öğretmen nitelikli veliden/evliyadan(ki o da “rahmanın evliyası” olmalıdır, “şeytanın evliyası” değil) yardım alınabilir ama bu mürşit/veli hiçbir zaman putlaştırılmamalı, rableştirilmemelidir. Böyle bir sapmışlık/akılsızlık büyük şirktir.
Kur’an’a göre, şirkin en yıkıcı görünümlerinden biri “şeytan evliyası” nın tuzağına düşmektir. Dinler tarihinde gördüğümüz kadarıyla, (M. Celaleddin’in ifadesiyle) “dünya uyanıklığına rağbet eden” pek çok “akılsız”, ALLAH’a götürme kandırmacası ile peşine takıldıkları “şeytanın evliyası” tarafından ALLAH’tan uzaklaşmıştır. Şeytan(ın) evliyası daha çok korku salarak ya da gizemli/mistik tavırlar içinde enerji hortumlayarak iş görür. Bundan kurtulmanın yolu, ALLAH’tan başka korkulacak bir kudretin olmadığını bilmektir(Ali İmran 175) ama akılsız mürit bunu akıl edemez.
Bu tehlikeye karşı Kur’an “şeytan evliyası” nın tanımını değil, “rahman evliyasının” tanımını vermiştir. Bunun anlamı, “rahman evliyası” tanımı dışında kalanların “şeytan evliyası” olduğudur(Yunus 62, 63). Şeytan evliyası, müridini, ALLAH’ı araç yaparak korkutur. Her türlü beşeri amaç uğruna, insanları ALLAH ile aldatmak, ancak; “kalpleri kaskatı kesilmiş”(Hadid 16) dinci hurafe yobazlarının harcıdır. Kur’an, bu gibilere karşı da uyarısını esirgememiş: “Aldatan sakın sizi ALLAH ile aldatmasın!”- Fatır 5. Bu tür beşeri kusurların ve elbette ki sapmışlıkların tümü, İblis’in karıştırması ve kirletmesi sonunda vücut bulan, bilgiden nasipsizliğin ve yoğun cehaletin ürünüdür.
Kendilerine güven duyabileceğimiz, mürit olarak yanlarına gidebileceğimiz evliya tiplemesi Yunus 62-64’te tanıtılmaktadır: “Gözünüzü açın! Rahman’ın evliyası için korku yoktur, onlar tasalanmazlar da… Onlar iman eden ve sakınan kullardır. Onlar için hem dünya yaşamında, hem de ahrette muştular vardır.” Bu ilahi tanımın dışında kalan ve evliya kültü ile tevhidi şirke bulaştırmaya çalışan aldatıcılar, şeytan evliyasını şu şekilde maskelemektedirler: “Kur’an’da kötülenen evliya insandan değil, müşriklerin taptıkları putlardan olur; onunsa, bizim efendilerimizle bir ilgisi yoktur…” Bu aldatmacanın doğrudan doğruya kendisi bir şeytan evliyalığı içermektedir çünkü gerçek, bunun tam tersidir: Yıkıcı evliya her zaman ve her dönemde kendini bilmez, “dostun sırrından nasipsiz” sözde insandan olmuştur(13).
Kur’an’a göre(dipnot 13’teki ayetler), esasen ALLAH insana şah damarından daha yakındır; ayrıca şefaat tümden ALLAH’ın elindedir. Böyle olunca, ALLAH ile kul arasında herhangi bir mesafeden ve herhangi bir şefaatçiden söz edilemez ki, “yaklaştırıcı” ya ya da şefaatçiye ihtiyaç duyulsun. Tüm bunlara ek olarak ALLAH, “Benimle yarattığımı baş başa bırak!” diyor(Müdessir 11).
Kur’an’la gelen bu ilahi uyarılara rağmen, cahillikten kaynaklanan bir “akılsızlık” ile “dost ile dost olmayanlar” İslam dünyasında ne yazık ki evliya adıyla bir sınıf(Hıristiyanlıktaki ve Musevilikteki “ruhban sınıfı” benzeri) oluşturmuştur. Bu sınıfın, Batı’daki benzeri gibi, bir tür; tezkiye, vaftiz ve aforoz sınıfı olarak yetki kullandığı inkâr edilemez bir gerçektir. Bu yapay ve Kutsal Kelamın özüyle bağdaşmayan sınıf, kendine özgü çeşitli tevilleri ve bid’atleri devreye sokarak Kur’an’daki “indirilen din” yanında bir de “uydurulan din” oluşturmuştur. Günümüzde ne yazık ki, “İslam” denince ilk akla gelen ortalıktaki bu “uydurulan din” dir. Oysaki “indirilen din” olan ALLAH’ın dini İslam, Kur’an’daki özgün İslam’dır.
M. Celaleddin’in uyarısı ve öğüdüyle bağlantılı olarak, biz; derece derece “körler”; “bir gören” bulalım ama Kutsal Kelam’ın uyarısını da gözden uzak tutmayalım… Bu anlamdaki “körlük”ten kurtulmak ya da gerçek bir “gören” den(çünkü sahte ve ehliyetsiz “gören” çok…) yardım alabilmekte bedensel bene egemen olmakla olası. Bir biyolojik yapı olan bedensel benin asıl sahibi(yani “efendisi”) olarak ona gerçekten “sahip” olduğumuzu söyleyemiyoruz. Çünkü sahte benliklerimizi, onların karmaşasını, zihinsel gevezeliğimizi ve duygusallıklarımızı kontrol altına almış değiliz. Sahte benliklerimizin başıboşluğundan kaynaklanan ve elbette ki bireyden bireye değişen duygusal karmaşa içindeyiz. Çünkü bunların hepsinin temelinde “kendimizden(nefsaniyetten) geçmemişliğimiz” var. Neftsen geçmedikçe(M. Celaleddin’in ifadesiyle “kendinden geçmedikçe”), nefsin değişik veçheleri/yüzleri olan sahte benliklerin güdümünden/zulmünden kurtulunmaz.
Bedensel benin, asıl sahibinden kopuk bu durumu, doğu kökenli inisiyatik öğretilerde şöyle anlatılır(14): İnsan, içinde birçok hizmetkârın bulunduğu fakat efendinin ya da kâhyanın olmadığı bir eve benzetilir. Hizmetkârların hepsi de görevlerini unutmuşlardır; hiçbiri yapması gerekeni yapmayı istememekte, her biri bir an içinde olsa efendi olmaya çalışmaktadır. İşte böyle bir başıboşluk içindeyken; ev, elbette ki ciddi bir tehlike karşısında demektir. Tek kurtuluş şansı görece daha makul hizmetkârlar gurubunun toplanması ve geçici bir kâhya, yani “vekil kâhya” seçmeleridir. Bu “vekil kâhya” öteki hizmetkârları kendi yerlerine yerleştirebilir ve her birinin kendi işini yapmasını sağlar. Aşçıyı mutfağa, arabacıyı ahıra, bahçıvanı bahçeye vb. gibi… Bu şekilde ev, asıl kâhyanın gelişi için hazırlanabilir ki, asıl kâhya da evi efendinin gelişi için düzene koyacaktır.
Kısacası, ruh varlığı olarak bedensel benimize gerçek anlamda sahip olabilmemiz için, kendini tanıma çerçevesinde nefsaniyetten arınmak(“kendinden geçmek”) şart olmaktadır. M. Celaleddin bu durumu bir cümle(dize) içinde şöyle söyleyivermiş:
“Kendinden geçerek dolaşırsan,
Eve gelince ev sahibi olursun.”
Burada, besbelli ki; “kendinden geçerek dolaşmak” nefsaniyetten geçerek/kurtularak yaşamak oluyor. “Ev sahibi olmak” da, bedensel bene egemen olmak; yani, “yüksek benin, bedensel ben’de tecellisi…” O zaman, “ALLAH’ın bize şahdamarından da yakın oluşu” daha çok anlam kazanır. Bunun aksi durum; tam anlamıyla, “bedene hapsolmuşluk” tur. Dünya beşeri büyük ölçüde böyle bir tutsaklık durumunda olduğu için, inisiyatik öğretilerde bedensel ben “kuyu” ya, ya da “hapishane” ye benzetilmiştir. Oysaki enkarnasyonların amacı bu hapishaneden kurtulup, aydınlanmayla gelen gerçek özgürlüğe kavuşmaktır. Bununla birlikte pek çoğumuz sahte benliklerimizin başıboşluğunu özgürlük sanırız… Bu, beden olarak yaşamak, hatta M. Celaleddin’in ifadesiyle “bedene tapmak” tır:
“Yaşamı tatlı olanın, ölümü acı olur.
Tenine tapanın, ruhu için kurtuluş yoktur.”
Evet, gerçek kurtuluş, beden olarak değil, “beden içinde(yani bedenli haldeyken) ruh olarak yaşamaktır”. İnsanlaşmak da bununla olasıdır. Asıl kendimiz olarak enkarnasyon hedefimiz de bu ama bedene bağlanınca, şuur kararması/daralması ile ne hedef kalıyor ne amaç, ne de planımızla olan ahitleşmemiz… Ahde vefasızlık, bedensel ben olarak yaşayan kendini bilmez beşerin en belirgin özelliği. Kendimizden habersiz bir şekilde, ne kadar beden olarak yaşıyorsak, o kadar asıl kendimizden kopuk’uz demektir. Asıl kendinden kopukluk ise, onun rehberliğinden(ilhamından/sezgisinden) yoksunluk demektir. Sürekli “rahmet yağmuru” altındayız ama ne kadar kalın kabuklar içindeyiz ki, ıslanmıyoruz bile… Oysaki yağmur varken ıslanmak gerek… Yüce M. Celaleddin bu konuda da uyarısını esirgememiş:
“Gayb âleminden bu hitap ruha tekrar tekrar gelir:
Ten cihanından çık, azad ol!”
Evet, “azad olmak”, beden hapishanesinden, madde kuyusundan kurtulup özgürleşmek kendi elimizde… Bu özgürlük, dünyasal ve bedensel özdeşleşmelerden kurtulmayla gelen özgürlüktür:
“Dünyaya âşık olan; duvardaki güneşin ışığının nereden geldiğini araştırmayıp,
Duvara âşık olan gibidir…”
Dünyasal/maddesel değerlerle özdeşleşmek, kişiyi asıl değerlerden, enkarnasyon hedeflerinden, asıl beslendiği kaynaktan(öz kendisinden ve planından) uzaklaştırır. Dünyasal/maddesel ve bedensel değerler, özdeşleşilecek değil, asıl kendimize yönelmede ve şuurlanmada araç olarak kullanılıp terk edilecek malzemedir. Buna dikkat edilmezse; madde, kendisine benzetiverir bireyi…
Bedenine, tekâmül aracı olmasının ötesinde değer veren kimse, ağırlıklı bir şekilde beden olarak yaşıyor demektir. Bu şekilde yaşamak, nefsin(yani sahte benler topluluğunun)hizmetinde yaşamak demektir. Oysaki insanlaşmak bunun tam tersi; yani, nefsimizi terbiye edip(Hz. Muhammed’in ifadesiyle “Müslüman edip”) kendimize hizmetkâr kılmakla olasıdır.
M. Celaleddin, nefsinin(dolayısıyla bedeninin) hizmetkârı olarak yaşayan kimseye, “tenini besleyen kimse” diyor:
“Tenini besleyen kimse,
Düşmanını başkası sanan nefis sahibine benzer.”
Evet, bedensel ben ağırlıklı olarak yaşayan ve “dostun sırrından nasipsiz” kimsenin asıl ve en büyük düşmanı kendi nefsidir ama onun bundan haberi yoktur da; o, düşmanını hep dışarıda arar durur. İçteki bu düşman aslında simgesel anlamıyla şeytandır ve bedensel ben olarak yaşayan kendini bilmez birey Hakk’a hizmet yerine şeytana hizmet etmektedir. Kur’an’da bizleri bu sapmışlığa karşı uyarmış yüzyıllar öncesinden:
“…Şeytana ayak uydurmayın.
Çünkü o sizin için apaçık düşmandır.”- Bakara 168.
Şeytanla ilgili başka ayetlerin birçoğunda da, kendini bilmez nefsanî bireyin yapıp ettikleri ona şeytan(yani kendi nefsi) tarafından güzel gösterilir. Yani, M. Celaleddin’in ifadesiyle, “tenini besleyen” kimse sürekli olarak kendi nefsinin(yani şeytanın) aldatmalarının kurbanı durumundadır: “…Şeytan kendilerine, işlediklerini güzel gösterdi… Onları doğru yoldan alıkoydu…”- Ankebut 38 (15).
BÖLÜM II
MESNEVİ’de
“Kendini Bilmek” Kavramı
M. Celaleddin’in dünyaca ünlü eseri MESNEVİ’de ağırlıklı olarak “ruh-beden” ilişkisini ele aldığımız bundan önceki bölümde “kendini bilmek” kavramına ister istemez yer yer değinip geçmiştik. Çünkü ruh-beden ilişkisinin(bedensel ben-yüksek ben ilişkisinin) iletişiminin makbul düzeyde olması içsel gelişim, şuurlanmak ve aydınlanmak açısından çok önemli. Bedensel ben ile yüksek ben arasındaki “potansiyel farkı” nın(Sadıklar Planı’nın ifadesidir)(16) en aza indirilmesi de “kendini bilmek” kavramında anlamını bulan uygulamaların ve yaşam şeklinin gerçekleştirilmesiyle olası. Sadece tüm kadim inisiyasyonlarda değil, Muhammed Nebi’nin hadisinde ve uygulamalarında(sünnetinde) yer almış bulunan bu kavram; aydınlanmanın, insanlaşmanın ve kurtuluşun esasını oluşturur. Bu öneminden dolayı Mesnevi’nin bazı dizelerinde “kendini bilmek” kavramının ve kendini bilmenin/tanımanın önemini aşağıdaki paragraflarımızda izlemeye ve irdelemeye çalışacağız:
Kendini bilmek ifadesinde anlamını bulan gaflet ve dalalet ve hatta bu kusurla gelen nankörlük içinde bulunmak(17); enkarne varlığı, en büyük nimet olan ALLAH’ın rahmetinden mahrum eder. ALLAH’ın rahmeti, görüp gözeticiliği kuşkusuz tüm yaratılmışların üzerinedir ama kendini bilmez beşer “kabukların içinde sabitleşip” kaldığı için bu nimetten yararlanamaz/nasiplenemez. Bu nasipsizlikle gelen körlük(Enbiya 44, A’raf 179) içinde “davar sürüsü gibi”(A’raf 179) yaşamaya çalışırken, bu “tıkanıklıktan” ya da “çakılıp kalmışlık” tan kurtulmak için kaçınılmaz olarak ıstıraplı eprövlerle karşılaşmak zorundadır. Çünkü kendini bilmezliğin hemen hemen olmazsa olmaz sonucu, kendi kendine zulmetmek, kötülükleri üzerine çekmektir(Şura 30).
Bu talihsizlik her realitedeki beşer için geçerlidir. Çünkü her realitenin(derece derece) kendine özgü körlüğü, anlayışsızlığı, sapmışlığı ve kısaca “kendini bilmezliği” vardır. Bu nedenle, sürekli olarak böyle bir farkındalık/ titizlik ve duyarlılık içinde(hatta dua hali içinde) bulunmakta yarar var. “Kendini bilmezlik”, Mesnevi’nin bir dizesinde “terbiyeden/edepten noksanlık” olarak geçiyor ve “Hakk’ın bize edep ihsan etmesi” nin önemi vurgulanıyor:
“Hakk’ın bize edep ihsan etmesini isteyelim.
Çünkü terbiyeden noksan olan, O’nun lütfüne layık değildir.
Edepsizin kötülüğü yalnız kendisine de değildir,
Belki tüm dünyaya karışıklık ve ateş verir.”
Bu dizelerde, asıl terbiyenin/edepli olmanın “kendini bilir durumda olmak” ile özdeş olduğunu da görüyoruz; yoksa dikkat çekip kale alınmak için ve sosyetik olmak itilimiyle görgü kurallarını abartarak uygulamak terbiyeli/edepli olmak olmuyor. Asıl terbiye ve edeplilik, kendini/haddini bilme titizliği ve cehti içinde asıl kendi(yüksek beni) gibi olma yolunda liyakat artırma uygulamasıdır. Bu uygulamada, beşeri(toplumsal, moda ve reklamlarla gelen) koşullandırmalara değil, vicdani koşullandırmalara uymaktır esas olan. M. Celaleddin’in, yukarıdaki dizelerinde belirttiği, “O’nun lütfüne layık olabilmek” için, önce; “dost”un(yüksek benin, asıl kendimizin), planımızın ve sonsuz yüceliklerin lütfüne layık olmak gerek. Burada “dost ile dost olmanın gereği” ve yaşamsal önemi bir kez daha ortaya çıkıyor ki bununda gereği kendini bilmek kavramında anlamını bulan bir terbiye ve adap/edep içinde olmaktır.
Bireyi, kurtuluşa ve insanlaşmaya götüren bu edeplenme yolunda karşılaşacağımız/karşılaştığımız zorluklara karşı dayanma gücü ihsan etmesini Hakk’tan dilemek gerek ki bu da “teslimiyet” kavramında anlamını bulan “Hakk’ın lütfüne gönül bağlamışlık” ın güzel bir dışa vurumudur. Kendini bilmemekten kaynaklanan kusurlu ve içsel gelişim açısından olumsuz bir hal ve nitelik olan “edepsizlik” ten kurtulmak bu şekilde olasıdır.
Budizm’de kendini bilmez adap/edep özürlü kimseler için “akılsız” ya da “budala/aptal” anlamına gelen bir sözcük kullanılır. Bu durumla ilgili Budist özdeyişlerden birkaç örnek verelim(Kaynak: BUDİST VECİZELER, Gün Yayıncılık):
• “Bilge kişi inançlı ve gözlemci olmakla; kendine egemen ve kendisiyle uyumlu olan bir kişi olmakla, ruhunu pis suların ulaşamayacağı bir yere yükseltir. Aptal ve cahil kimseler, dikkatsiz ve hiçbir zaman gözlemci olmayan kişilerdir. Ancak gözlemci bir yaşam süren kimseler onun değerini bilebilir.”
• “Kendini akıllı sanan kişi aslında aptal bir kimsedir. Aptallığını görebilen kişi ise, hiç olmazsa o konuda akıllı olur.”
• “Aptal kişi, ‘Benim servetim şu kadardır, çocuklarım bu kadardır…’ diye övünüp durur. Fakat aslında, o; değil onların, kendisinin bile sahibi değildir.”
• “Gece, uyanık kişi için ne kadar uzundur ve yol, yorgun kimse için ne kadar bitmezdir. Ölümle son bulan yaşam yolculukları da, doğru yolu bulamayan aptal budala için ne kadar uzundur…”
• “Aptal kişi için, acılı sonuçlar ortaya çıkıncaya kadar, yanlış davranışlar tatlı görünür. Ama sonuçlar ortaya çıktığında, aptal budala yanlış davranışlarının acı meyvelerini yemek zorundadır.”
• “Eğer bir kimsenin aptallığı artarsa, bu gelişme onun zihnine zarar verir ve o budalanın kaderi öncekinden beter olur. Çünkü aptal kişi şöhrete düşkündür ve herkesten sevgi ve saygı görmek açlığı içindedir.”
Tarihi, Kur’an’dan yüzyıllar öncesine ait olmasına karşın; yukarıdaki Budist özdeyişinde geçen, “yanlış davranışları(kendini bilmez budalaya) tatlı görünün” ifadesi, Kutsal Kelam’da da var: Kendini bilmez “sapmışlar” kastedilerek, “…Şeytan onlara yapıp ettiklerini güzel gösterir…”(Enfal 48).
Görülüyor ki, kendini bilmezlikten, “budalalık” tan ve “sapmışlık” tan kurtulup, Yukarının işe yarar bir elemanı(tezahür uzantısı) olmak(Kur’anca ifadesiyle “Hakk’a gerçekten kul” olmak) büyük ölçüde, nefsi terbiye ederek(M. Celaleddin’in ifadesiyle) “dost ile dost olmak” la olasıdır. Bu sayede yüksek ben olan asıl kendimiz(ve onun aracılığıyla planımız ve sonsuz yücelikler) bedensel ben’de daha çok tezahür/tecelli eder. Böyle bir kimse(beşerlikten büyük ölçüde kurtulmuş olarak) söz konusu Yüceliklerin tesirliliğini hemen hemen sürekli olarak içinde bulunduğu enkarnasyon ortamına yansıtır durumdadır. Yüksek ben ve bağlı olduğu ruhsal plan onun aracılığıyla kolayca tecelli etme olanağına kavuşmuş, bu insan sanki Yukarı’nın(Kur’anca ifadesiyle) “gölgesi” durumundadır. Bu güzel durum İsevilikteki adıyla “diri olmak”(18) ve içteki şeytan olan nefsin terbiye edilmiş olmasının dışa vurumudur. Bu anlamdaki dirilik varlıksal anlamda dirilik ve gerçek anlamda canlılıktır. Asıl “ölü olmak” da ağırlıklı olarak bedensel ben halinde kendinden habersiz olarak yaşamaktır. Bu şekilde “diri” olanın hayrı sadece ve yüksek benine değil, çevresindeki varlıklara da yönelik bir hayırdır, çevresindeki insanlar içinde en güvenilir danışman ve rehberdir. Bu tür insanları bulup, onlarla arkadaş olmak birey için büyük avantajdır. Bu makbul durumun şiirsel ifadesini MESNEVİ dizelerinde şöyle görüyoruz:
“Hakk’a gerçekten kul olan, O’nun gölgesidir.
O, Tanrı ile diri, bu âlemde ölüdür.
Onun eteğini kuşkuya düşmeden yakala ki,
Ahir zaman afetinden kurtulasın.”
Hakk’a gerçekten kul olmak, kendini bilme titizliği içinde şuurlanmakla olasıdır. Özellikle devre sonunun şu bitiş günlerinde kendini bilmek, insanlaşmak ve Hakk’ın daha işe yarar elemanı/kulu olmak o kadar önemli ki… Daha geç olmadan, iş işten geçmeden; kendini bilme cehti içinde “Rabb’e daha çok yaklaşmak”, aradaki bağı giderek daha çok güçlendirmek gerek. Burada “Rabb’e daha çok yaklaşmak” tan kastımız, devre sonunun kıyam ettirici(şuurda uyandırıcı) etkisine giderek daha çok uyumlanmaktır. Bu kurtarıcı/erdirici durumun Kur’anca ifadesinin, “ALLAH yolunda olmak”, “ALLAH’ın ipine tutunmak”(19) olduğunu burada anımsıyoruz. Rabb’in şuurda uyandırıcı rahman ve rahim olan etkisine ters/uyumsuz düşmemenin yolu da kendini bilmekten geçiyor. O, erdirici ve diriltici tesire uyumlanmak; “Kendini bilen Rabbini bilir.” hadisinde anlamını bulan ve hepimiz için hedef durumunda olan ve tüm ibadet şekillerinin de amacı olan o en güzel durumdur… Dostun sırrına/ilhamına nail olmak, gönülleri bu anlamda temiz olanların hakkıdır sanıyoruz. “Aklı ve gönlü işleyenler”(Bakara 179) de bunlar olsa gerek…
Dünyada bulunmamızın nedeni; kendini bilmek ve insanlaşmak olduğuna göre; önce, esas olan bu amacı gerçekleştirmeden, dünyasal işlere girişmenin pek isabetli bir adım olmayacağı ortadadır. Kendini bilmez bir yönetici ya da bu durumda olan bir âlim ile erdemli bir yöneticinin/âlimin bir olmayacağı ortadadır. Geliştirdikleri “ruhsuz teknoloji” den aldıkları cesaretle AY’a gidenler, bilimsel araştırma gerekçesiyle oraya da bomba atmadan edemediler. İyi ki dış uzaydan dünyamızı ziyarete gelenler deprem araştırmaları çerçevesinde dünyanın orasına burasına bomba atmıyor…(20). Bilimin kendini bilmez erdemsiz âlimlerin elinde ne gibi sonuçlar doğurabileceği konusuna da değinmiş yüce M. Celaleddin:
“Gayret atını yıldızlara sürdün de,
Kendini meleklerin secde ettiği Âdem’i bilemedin!”
Yukarıdaki dizelerde “Âdem” den kasıt, besbelli ki insanın kendisidir. Dünya beşeri kendini tanımadan, yakın çevresinden( ama hep kendi dışından) başlayarak yıldızlara kadar hep dış ile/ dışta olan ile ilgilendi, kendini bilmez durumda, yani gelişmemiş olarak(dolayısıyla egosunun güdümünde) dışı keşfetmeye çalıştı ve gele gele dünyayı mahvedecek(kendi oturduğu dalı kesecek) bir teknolojiye sahip oldu sonunda… Bu son, iç uzayı ihmal ederek dış uzaya açılmanın isabetsizliğinden ve talihsizliğinden başka nedir ki…
Günümüz “ruhsuz teknoloji”sinin mimarları olan, ruh gerçeğini kabul etmeyen(dolayısıyla kendilerini “ruhsuz” sanan) madde bilim insanlarının genel niteliklerinden biri “enaniyet”tir. “Enaniyet”, kendi hakkındaki cahillikten kaynaklanan her şeyi biliyor olma sanısıdır. Enaniyet, gurur ve kibirle de bağlantılı, kendini bilmezlere özgü beşeri bir zaaftır. Enaniyet, gurur ve kibir(kendini beğenmişlik) bilimle ilgili konularda olduğu gibi, dinsel öğretiyle ilgili de olabilir. Genellikle varlık-bilgi dengesizliğinden kaynaklanan bu talihsizlik nedeniyle, birkaç satır bilgi elde edince kendini âlim, bilge, derviş, veli sananlar az değildir. Bunların, Kur’ansal öğretide “rahmanın evliyası” ve “şeytanın evliyası” olarak ayrıldığını anımsıyoruz. Bu kendini bilmezlerin ürünü olan “softa yobazlığı” nın sergiledikleri, ALLAH’ın dinini yozlaştırma etkinliklerini de üzülerek ve bu sapmışlar adına insanlığımızdan utanarak anımsıyoruz(21).
Yüce M. Celaleddin bu durumda olan kendini bilmezleri şöyle kınıyor MESNEVİ’sinde:
“Tutumundan, şeytan hayâ ederken;
O, kendini dervişlerden sayar.
Duyanlar derviş sansınlar diye,
Dervişlerin sözlerini çalıp çırpmıştır.
Gök sofrasından nasipsizdir,
Kemikten mahrum bir heves köpeği!”
Nefsinin heva-hevesi yönünde hareket etmek(yani, sahte benliklerinin güdümünde ve zulmü altında yaşamak) kendini bilmez beşerin çarpıcı niteliklerinden biridir. Ayrıca “nefs” in Sufizm’deki simgesi “köpek” tir(“kelp”). Kendini bilmezlikten kaynaklanan bir enaniyetle, söz konusu dinci yobazların, Kur’an’daki İslam ile taban tabana zıt uydurma ve eklemeleriyle(bid’atler ile) “indirilmiş”(vahy edilmiş) dinin yanında bir de “uydurulmuş din” türetmişlerdir. Bu sapmışlık, Ortaçağ Hıristiyanlığından, sözde Müslüman Emeviler’e bulaşmış, Emeviler’den de çeşitli kılıklara bürünerek ve siyasallaşarak günümüze kadar gelmiştir. Bu sapmışlık ile M. Celaleddin’in isabetle belirttiği gibi “şeytanı bile utandıracak” yobazlıklar ve zulüm sergilenmiştir. Tüm bunlar, şimdiki konumuz olan “kendini bilmezlik” ten kaynaklanan kaçınılmaz sonuçlardır. Hakk’ın lütfüne gönül bağlamak yerine, bedensel/maddesel(yani nefsin doyurulmasına yönelik) değerlere gönül bağlamanın dolayısıyla da “dost” tan kopukluğun ve gök sofrasından nasipsizliğin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bu arada, bu durum; kendini bilmenin önemini ve değerini de ortaya koyuyor elbette.
20 Y.Y’ın yetiştirdiği ünlü ilahiyatçı filozoflarından Prof. Muhammed İKBAL, M. Celaleddin hayranı, dolayısıyla MESNEVİ’yi en iyi inceleyen düşünürlerden olup, CAVİDNAME adlı eserinde, gök sofrasından nasipli, “aklı ve gönlü işleyen”(Bakara 179) gerçek dervişe hayranlığını belirttikten sonra, küfr ehli sahte dervişten de şöyle yakınıyor(22):
“Dervişçe yaşam sürene fedayım ben.
Acırım kim yaşarsa habersiz Rabbinden!”
……..
“Âlimler Kur’an ilminden uzaklaşmış,
Sufiler sakal uzatıp, kurt gibi yırtıcılaşmış!
Hay huy doluysa da dergâhlarında gerçi,
Nerede içlerinde şarap dağıtacak cömert kişi?”
Beden olarak yaşayan kendini bilmez beşerin gaflet ve delalet içinde olduğunu, bundan önceki bölümde ruh beden ilişkisini irdelerken görmüş ve MESNEVİ’den örnekler vermiştik. Ayrıca kendini bilmez beşerin aslında uyurgezer bir durumda(yani gaflet ve delalet içinde) olduğunu Gurdjieff’in derinlemesine incelemiş ve anlatmış olduğunu da biliyoruz. M. Celaleddin, bu durumda olan kendini bilmez kişiyi şöyle betimliyor:
“Gafil uyanık iken uykudadır.
Onda uyanıklık daha çok uykudur.
O can ki, Hakk ile uyanık değilse,
Onda uyanıklığın eseri olmaz.
Gafil odur ki, her hayale bağlanır,
Arzularının dedikodusunu eder.
Uykusunda şeytanı peri zanneder,
Şehvetle onun sevdasını çeker…”
M. Celaleddin’in bu dizelerinde “gafil”, kendinden habersiz ama her şeyden haberdar olduğunu, her şeyi bildiğini sanan(enaniyet) uyurgezerdir. Bu illüzyonel uyanıklık ve onun uyanıklık iddiası aslında uyumakta olduğunun kendi diliyle itirafıdır. Ama o bunu bilmez. Kendisini birileri uyarsa da aldırış etmez çünkü tam bir “aymazlık” (Enbiya 44, A’raf 179) içindedir. Onların bu aymazlığını ve bozgunculuğunu Kur’an şöyle ifadeye koymuş(Bakara 11): “Onlara, ‘Yeryüzünde bozgun çıkarmayın!’ dendiğinde, ‘Tam tersine, bizler barış ve esenlik getirenleriz.’ Demişlerdir.”. Günümüzde de, bir yerlere demokrasi götüreceğiz iddiasıyla, katliam ve kargaşa götürdüklerini de ibretle izliyoruz. Bu da, kendini bilmezliğin devletlerarası organize şekli oluyor...
Bunlar, rüyada gördüklerini/yapıp ettiklerini uyanıklık sanan kendini bilmezlerdir. Oysaki gerçek uyanıklık, M. Celaleddin’in yukarıda alıntıladığımız dizelerinde belirttiği gibi, “Hakk ile uyanıklık” tır. Muhammed İKBAL’in bunlara acımasına hak vermemek elde değil: “Acırım kim yaşarsa habersiz Rabb’inden…”
Kendinden habersizin uyanıklığı rüyasındaki uyanıklıktır ve bu gaflet içinde o elbette ki, “şeytanı peri zanneder”. Şeytan için oyuncak ve maşa olarak bu sapmışları kullanmak çok kolaydır, çünkü onlar asıl kendilerinden(“dost” dan) uzaklaşmış durumdadırlar ve esasen onlar “şeytan amelesi” durumunda “dünya ve beden uyanıklığına rağbet eder” haldedirler. “Şeytanın evliyası” da bunların arasından çıkmış ve bilmediği için, eksiklikleri olan ama dini çıkar amacı yapmadığı için samimiyeti tam olan birçok kimse de bunlar tarafından kandırılmış ve istismar edilmiştir. Tüm bu örnekler, kendini bilmenin faziletlerini ve kendini bilmemenin zulmetini ortaya koymak bakımından önemlidir sanıyoruz.
BÖLÜM III
MESNEVİ’de
“NEFS” Kavramı
Mesnevi’de “kendini bilmek” kavramını irdelediğimiz II. Bölümümüzün sonlarında Sufizm’de nefsin karşılığının köpek simgesi olduğunu belirtmiştik. Bilindiği gibi köpek, evcilleştirilmiş hayvanlardandır. “Köpekgiller” den olup da evcilleştirilemeyen hayvan kurttur ve en yırtıcı vahşilerdendir. Oysaki evcilleştirilebilenlerden olan köpek, evcilleştirilip, terbiye edildiği zaman iyi/sadık bir hizmetkâr olur. Bunun gibi, enkarnasyonlardan dolayı, dolaylı olarak edindiğimiz nefs, eğitilip edeplendirilmeye muhtaç, en ham yanımızdır. Kontrol altına alınıp, eğitilmemiş nefs; evcilleştirilip terbiye edilmemiş vahşi köpekten(hatta yırtıcı kuttan) farksızdır. Nefsin eğitilip edeplendirilmesi operasyonunun da, kendini bilme çalışması çerçevesinde bir iş olduğunu geçtiğimiz bölümde yer yer değinmiştik.
M. Celaleddin de “köpek” sembolizmini nefse karşılık olarak MESNEVİ’sinin birçok yerinde kullanmıştır. İşte onlardan biri:
“Alçak nefsin acıkınca köpekleşiyor;
Sert, asi ve kötü huylu oluyor.
Doyunca, murdar, leş ve hareketsiz duran bir duvar gibisin.
Bir an leş, bir an köpekler gibi oluyorsun.
Arslanlar yolunda gitmeye nasıl dayanacaksın!
Av köpeği av için bir vasıtadır.
Ona çok kemik verme, sonra iş görmez.
Köpek doydukça tembelleşir,
Av için bir isteği kalmaz…”
Kontrolden çıkmış kaba nefsin arzuları/istekleri (heva-hevesi) bitmez ve doymazlık/açgözlülük onun en belirgin niteliklerindendir. Nefsin arzuları karşılanmayınca, aç bırakılmış köpekten farksızlaşır. Bu nedenle birey, kendini tanıma cehti çerçevesinde, nefsine karşı muhalefet gücü kazanmalıdır. Nefse karşı muhalefet gücü kazanmak, onun eğitimi ve edeplendirilmesi yönünde önemli bir adımdır.
Nefsini kontrol altına alamamış birey, aynı zamanda aşırı duygusaldır. Duygusallığını kontrol altına alamamış bir kimse, duygusal karmaşa ve dengesizlik içindedir. Bu da, beşeri ilişkilerde güven sarsıcı bir kusurdur. M. Celaleddin, nefsanî bireyin bu duygusal dengesizliğini, “Bir an leş, bir an köpekler gibi oluyorsun.” Şeklinde ifadeye koymuş. Bir süre yerdeki “leş” gibi hareketsiz ama herhangi bir arzusu depreşince, aç bırakılmış köpekten farksız…
Edeplendirilmemiş nefsin, başka bir özelliği de, sahibini yoldan çıkarıcı etkisidir ki, bu onun en sinsi huyudur. Nefsaniyetin sıfırlanması, öldürülmesi, yok edilmesi enkarne varlık için söz konusu değildir. Nefs sahibi olmak enkarnasyonun gereğidir. Enkarne varlıklar olarak, onunla birlikte yaşamak durumunda ama insanlaşmak için onu eğitmek/edeplendirmek ve bize ayak bağı olmaktan çıkarmak durumundayız. Nefse hizmet eder durumdan çıkıp, nefsi kendimize hizmet eder duruma getirmek insanlaşmanın gereğidir. Bu nedenle, nefs yanımızı, nefsaniyetimizi hep gözetim ve denetim altında tutmak durumundayız; onun bitmek tükenmek bilmeyen isteklerini(heva-heves…) makulleştirmek gerek. Aksi takdirde serbest bırakılmış, başıboş kalmış bir nefs, insan için sadece bir bela değil, sinsi bir şeytandır. M. Celaleddin, bir dizesinde kontrolden çıkmış nefsi “eşek” e benzetmiş(23):
“Gel eşeğini serbest bırakma.
Çünkü o, yeşillik tarafına meyleder.
Bir an ondan gaflet edersen,
Önüne ardına bakmadan, fersahlarca uzaklaşır.
Yolda düşman var, eşek ise otun sarhoşu…
Düşman, nice eşeğe kul olanları mahvetmiştir.
Yol bilmiyorsan, senin için iyisi, eşeğin gittiği tarafın aksidir.”
Takdir etmek bize düşmez ama nefsin başıboşluğunun, bireye nelere mal olacağı bundan güzel ve ibret verici bir şekilde anlatılamaz… Eşek, nasıl; kontrol altında tutulduğu zaman, sahibinin birçok işine yarar ise, nefs de kontrol altında tutulduğu zaman, bireyin bir işine yaramasa da, içsel gelişimi engelleyici ve ketmedici etkisi giderilmiş olur ki, bu da Hakk Yolu’nda olması gereken insan için büyük avantajdır. Aydınlanma/insanlaşma gücü ve erdemler, insanda iç potansiyel olarak yaratılıştan vardır. Enkarne varlığın yapacağı, bu gücün önündeki engeli, “engel” olmaktan çıkarmaktır. Bunu yapmamak ve hele nefse(bedensel bene) hizmet eder durumda yaşamak, gaflet ve dalalet içinde olmaktan başka bir şey değildir. İçinde bulunduğumuz illüzyonel ortamın saptırıcı ve iğvaya düşürücü etkisinin kurbanı olmamak, şeytanın oyuncağı olmamak için; Yüce M. Celaleddin’in dediği gibi “eşeğe kul olmamak” gerek. Bu anlamda “eşeğe kul olmak”(nefsin/şeytanın güdümünde yaşamak) Kur’an ayetlerinde( Bakara 183 + 184, Casiye 23, A’raf 179, En’am 104) gördüğümüz “körlük” tür. M. Celaleddin, böyle bir körlük sergilemememiz için, en pratik çareyi de söylüyor: Nefsin, yap dediğini yapmamak, yapma dediğini yapmak…
Nefsi terbiye etmenin varlıksal avantajına MESNEVİ’nin çeşitli yerlerinde değinilmiştir. İşte bunlardan biri:
“Putperest nefsini kahredenin;
Güneş de, bulut da emrine mahkûm olur.
Varlığını terk edenlere;
Gök de, güneş de secde eder.
Varlığını Hakk’ın varlığı içinde yok et!
Vahdet’in esası bu yok olmadadır…”
Yukarıdaki paragraflarımızda “nefsin öldürülmesi” nin söz konusu olmadığını belirtmiştik. Söz konusu olan, nefsin isteklerinin kontrol altında tutulması; bu sayede, nefse karşı muhalefet gücü oluşturulmasıdır. Nefsin her isteğinin yerine getirilmemesi, onu açısından(M. Celaleddin’in belirttiği gibi) “kahredici” bir durumdur. Ama nefsin(sahte benliklerin) zaman zaman da olsa “kahrolması” içsel gelişim açısından, gerçek güçlülüğün ve özgürlüğün kazanılması açısından çok makbul bir durumdur. Bu, bir anlamda gerçek “terk”, gerçek “fedakârlık” ve en makbul “cihat” tır. Asıl cihat(yani, savaş), nefse yönelik cihattır. Hatta cihat’ın en büyüğü de budur(cihad-ı ekber). Çünkü insanın en büyük düşmanı kendi nefsidir. Kendi içindeki düşmanı bırakıp, başkalarını düşman bellemek ve onlara savaş açmak, kendini bilmezlikten kaynaklanan(Kur’an ifadesiyle) “sapmışlık” tır.
Nefse karşı açılan bu anlamdaki “cihat” ın erdirici ve kurtuluşa götürücü zaferini/müjdesini M. Celaleddin’in yukarıda alıntıladığımız dizelerinde görüyoruz. Aslında bu zafer, insanın yüceliğinde anlamını bulan bir başarıdır. İnsanın aslı esası olan ruh varlığı, “ALLAH’ın yeryüzündeki halifesi” olacak kadar yücedir(Bakara 30). İnsan, ALLAH’ın “onur ve üstünlük” le donattığını yemin ederek söylediği(İsra 70) yüce bir varlıktır. Aslı, ruh varlığı olan insan, potansiyel olarak yaratılıştan, “…göklere, yere ve dağlara teklif edilen emaneti”(Ahzab 72) üstlenecek güce sahiptir. Dünya insanı(beşer) bu potansiyel yüceliğine karşın niçin bugün “perişanları oynamaktadır”? Elbette ki kendi kendine(yani nefsine, içindeki şeytana) karşı zayıflığından ve zaaflarından dolayı. Bunca öğretiye, anımsatmaya ve uyarıya rağmen, hala beşeri kusurlar içinde olmak elbette ki bu yücelikle bağdaşmıyor ve bizlere yakışmıyor(Ali İmran 79). Bu nedenle, söz konusu potansiyel yüceliği ve gücü ortaya çıkarmak, bireyin kendi tanıma titizliği içinde nefsini eğitmesiyle olası. Bu yüceliği yavaş yavaş (ama yaşamlar boyu) bedende tezahür ettirmek(yani Kamil insana doğru gidiş) aynı zamanda sufice bir ifadeyle “Varlığını, Hakk’ın varlığı içinde yok etmek” oluyor. Buda daha teknik bir ifadeyle, içinde bulunulan zaman-mekân’ın en süptil tesirine uyumlanmaktır. Örneğin, bir devrenin en süptil tesirine(şuurda uyandırıcı rahman ve rahim olan etkisine) uyumlanmak, o devrenin kâmil insanı olmak demektir. Bu makbul durum, o devrede, “yok olmak” la özdeş ve İlahi Murada uygun bir durumdur ki, bu da bir üst devreye aday olmaktır. Bu varlıksal gidişin sürekliliği ise “vahdete gidiş” tir. M. Celaleddin’den alıntıladığımız yukarıdaki dizede belirtilen “Vahdetin esası da, bu yok olmadır” elbet…
MESNEVİ’de nefs kavramını ele aldığımız yazımızın buraya kadar olan bu bölümünde, şimdiye kadar nefsi genel olarak irdeledik ve genel anlamda; nefsaniyette ısrar etmekle, nefsi eğitmenin olası sonuçlarını gördük. Buradan itibaren de, nefsaniyetin çeşitli görünümlerini M. Celaleddin’in dizelerinde görelim; Nefsaniyetin çeşitli olumsuz görünümlerinden biri sabırsızlıktır. Kontrol altında tutularak eğitilecek yanımız olan nefs, isteklerinin hemen yerine getirilmesini ister. Aynen eğitimden yoksun, terbiye özürlü çocuk gibi, istek ve arzularının hemen karşılanmasını bekler. Bu nedenle, sabırsızlık, nefsin kabalık düzeyinin bir göstergesi olduğu gibi; sabır erdeminin kazanılmış olması da, nefsin eğitilmişliğinin belirtisi olarak kabul edilebilir. Sabırsızlık ile bağlantılı olan duygusallık da nefsanî bireyin belirgin özelliklerindendir. M. Celaleddin’in bir dizesinde bunların ikisini birlikte ele aldığını görüyoruz:
“His canı ekmeğe sabredemiyorsa,
Bakırına kimyayı müessir kıl.”
Yani, duygusallığından(duygularının kontrolsüzlüğünden) dolayı, canının(yani “nefsinin”) istediği bir şeyi elde etme konusunda yeterli sabrın yoksa bedensel benini değişime uğrat, bakırın altına dönüştürülmesi gibi. Kadim simya ilmindeki “bakırın, altına dönüştürülmesi”, bedensel benin(dolayısıyla nefsin) değişip-dönüşüp arındırılmasının simgesidir. Bu yapılmadıkça, duygular ve nefsaniyet kontrol altına alınıp, eğitilemez. Bilindiği gibi bakır metali iletkendir ama altın en iletken metaldir; yani, elektrik enerjisine karşı hemen hemen sıfır dirençlidir. Benzer şekilde, sıradan beşer bedeni de(canlı olduğu sürece) süptil tesirlere karşı geçirgendir ama nefsin kabalığının giderilmesiyle arındırılmış(“bakırın, altına dönüştürülmesi” gibi) bir beden süptil(latif, titreşimi yüksek) tesirlere karşı daha geçirgen, yani “dost” ile bağlantısı daha güçlüdür.
Bu anlamda gelişip, değişip, arınan varlığın durumunu “Hakk’ın varlığında yok olmak” ile bir tutuyor M. Celaleddin:
“Hakk’dan gayrı her şey yok olur.
Hakikat, Hakk’ın varlığında yok olmaktır.”
Bir ve Tek olan Bütünsel’in içinde; saflaşıp, arınarak erimenin(başka türlü ifadesiyle, “damlanın umman ile bir olması” nın) bundan güzel ifadesi olur mu? Yaratılmış olup da değişmemek/dönüşmemek söz konusu olmadığına göre, ruh varlığı da sürekli olarak değişip, dönüşerek şuurlanmaktadır. Bu değişimin/şuurlanmanın yönü ALLAH’a doğrudur(24). Evrenler(tezahürat ortamı), sürekli bir yaratılışa sahne olduğundan, her an yenilenerek değişmektedir. Hakikatte, değişmemek söz konusu değil. Bizler de ruhun tezahür uzantıları bedenliler olduğumuza göre değişmek zorundayız. Buna direnmek, varlıksal bir enayilikten ve enaniyetten başka bir şey olmasa gere ki, bu da kendini beğenmiş nefsanî kimsenin tavrından başka bir şey değildir. Beden için değişim ve dönüşüm, kendini tanıma çerçevesinde nefsin eğitilmesinden ve erdemlerin(yani “dostun” sıfatlarının) bedende tezahür ettirilmesinden(yani Yukarıya benzemekten) başka bir şey değildir. İşte böyle bir değişimle ortaya çıkan erdemlerden biri olan sabır, insanlaşmanın belirtilerinden biridir. Sabır erdemini bir nimet olarak nitelendiren M. Celaleddin; sabrı, arif kişinin emeği olarak göstermekten de çekinmiyor:
“Tatlı sözlü olmak istersen,
Bu helvaya hırs duyma, sabret!
Sabır nimeti ariflerin emeğidir;
Helva ise çocukların arzuladığı şey.
Sabredenler göklere erişir,
Helvaya meyledenler aşağılarda kalır.”
Burada “helva”; dünyasal değerler, bedensel/maddesel hazlar, geçici mutluluklar. Bunların peşinde olmak çocuklarda, çocuklukta doğal karşılanabilir; hatta bunlara karşı sabırsızlık bir dereceye kadar hoş görülebilir ama yetişkin bir kimsede sabırsızlık ve dünyasal tatlara düşkünlük hemen göze batar. Ama günümüzde ne yazık ki evde-işte, çarşıda-pazarda yaşı ilerlemiş ama gelişimi hala çocuklukta kalmış sabırsız ve saygısız pek çok yetişkin görüyoruz. Bu nedenle, sabır erdeminin bir insanda ortaya çıkmış olması, gerçekten bir nimettir o insan için… Sabır, ariflere özgü bir emeğin meyvesidir. Sabır, göksel bir değerdir; çünkü sabrın, “dost”un niteliklerinden biri olduğunu belirtmiştik. Ama nefsini terbiye edememiş kimselere özgü sabırsızlık, dünyasal ve bedensel cazibeye kapılmışlığın bir göstergesidir. Çocuklarımıza, gençlerimize kazandırılacak en güzel huylardan birisi de sabır olsa gerek. Çünkü sabırsızlık, eğitimden nasipsizliğin belirtisidir. Ne yazık ki okullarımızsa sunulan sözde eğitimde böyle bir şey yok… Çocuğa yapılabilecek en büyük yardım, onun bencillikten kurtulmasına yardım etmektir. Bencillikten kurtulmak, kendini bilme titizliği ve cehtiyle kazanılan bir zaferdir. Sözün geldiği bu noktada Yüce Yunus’u anımsamamak elde mi: “…Sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır!” Ne yaparsak yapalım(ne okursak okuyalım) esas olan nefsaniyetten kurtulmaktır. Çünkü insanlaşmanın önündeki en büyük engellerden biri nefsaniyettir. “Nefsaniyetten”(bencillikten) kurtulmak(onu tamamen “kontrol altına almak” anlamında kurtulmak) M. Celaleddin’e göre “arslanlık” sıfatına layık bir mertebedir. Diyor ki bir dizesinde, “Tanrı arslanı, nefsine galip gelendir.”
Nefislerini bu duruma getirmiş insanlardan oluşan birlik ile güçlü ortak alanlar oluşur. Bu tür alanlar titreşimi yüksek/süptil alanlardır ve Yukarı’nın “Eli + ayağı + gözü + kulağı” anlamında güç merkezleridir. Bunun tersi durumda, yani nefsi kaba bireylerden oluşan ortak alanlar, negatif işlere maşa(İblis’e amele) nitelikli birliklerdir. Bu nedenle, enkarne durumda toplumsal düzen için yaşarken “arkadaş edinme” konusu çok önemlidir. Bizler(özellikle çocuklarımız) yarı şuurlu varlıklarız ve arkadaşı insanı âlim de yapar, zalim de. Bir kimsenin “yakın” çevresini oluşturan arkadaşları ve dostları, onun gelişmişlik düzeyi değilse bile kişiliği ve karakteri hakkında ipucu verebilir. Bu nedenle, “Arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim…” denmiştir. “Sosyalleşiyorum…” diye, önüne gelen herkesi dost bellemektense, olabildiğince; az sayıda ama nitelikli(yani, insanlaşmayı kendine dert edinmiş kimselerle) arkadaşlık etmek bizlere çok şey kazandırır, erdemler yönünde ilerlememizi kolaylaştırır. Özellikle çocuklarımıza arkadaş ve arkadaş seçimi konusunda rehberlik etmeliyiz. M. Celaleddin, “Bir Tanrı erini dost edin!” diyor ve sürdürüyor:
“Böyle yaparsan Tanrı senin yardımcındır.
Nefs, başka bir nefs ile dost olursa,
Karanlık artar, yol gizlenir.”
Burada “Tanrı eri” ile(yani, daha yukarıda alıntıladığımız dizedeki “Tanrı arslanı” ile) dost olan kimse, hemen hemen ya da tamamen “Tanrı eri/arslanı” durumundadır(“Benzer benzeri çeker”, “Tencere yuvarlanır, kapağını bulur…”)(Sempatizasyon Yasası). Yukarıdaki alıntının son dizesinde gördüğümüz, “karanlık” oluşturan(yani, tesiri düşük/kaba ortak alan oluşturan) birliktelikler ise elbette ki kaba/edeplendirilmemiş nefslerin marifetidir. Bu durumda olan bireylerin oluşturacağı/oluşturduğu ortak alanın “tesir kuşağı” ve buna karşılık olan “tesir planı” nın titreşimi ne kadar düşük ise; nefslerini belli bir ölçüde inceltmiş(kabalığını gidermiş) kimselerden oluşan “tesir kuşağı “ ve “tesir planı” o derecede süptil/latif olacaktır. Burada, “tesir planı”, fizik mekânda oluşturulan ortak alanın rehberidir. Ortak alanın bir yansıması olan “tesir kuşağı” ne kadar süptil ve yüksek titreşimli ise, o tesir kuşağının karşılığı olan “tesir planı” da(yani, “ruhsal rehber”) o kadar yüce bir varlık olacaktır(Sempatizasyon Yasası). Hemen burada İsa Nebi’nin o güzel öğüdünü anımsamadan edemiyoruz: “Siz ikiniz bir olun, üçüncünüz benim.”
Son iki alıntılamamız nedeniyle değinip değinip geçtiğimiz, Sempatizasyon Yasası’nın beşeri ilişkilere yansımasını başka bir MESNEVİ dizesinde de açıkça görüyoruz:
“İyilerin nasibi iyilerdir,
Kötülere de kötülükyakın oldu.”
Toplumsal yaşamda bireyin bireye olan(ve elbette ki nefsaniyetten kaynaklanan) kötülüğünü M. Celaleddin şöyle betimliyor MESNEVİ’nin bir yerinde:
“İnsanların çoğu insan yiyicidir.
Onların selamına dikkat et;
Gönülleri şeytan evidir.
İnsanın şeytanından sakın!
O çok hilekârdır.”
Bu dizelerde gördüğümüz “insan” sözcükleri, elbette ki “dünya insanı”; yani, “beşer” dir. Yoksa elbette ki, beşeri zaaflardan kurtulmuş insan, “insan yiyicisi” değildir, “kötü” değildir; tam tersine, insanlaşmış beşer kötüye ve kötülüklere karşıdır. Kötü olan kaba nefstir ve kötülük, kaba nefsin ürettiği şeydir. Onun selam verişinde bile kötülük, çıkarcılık ve riyakârlık vardır. Çünkü onun, kontrolden çıkmış, başıboş bir nefsi(yani şeytanı) vardır. Bu kimseden, onun ürettiklerinden ve iğvasından(kandırmacalarından) elbette ki sakınmak gerek(25). Kur’an’da sapmışlıkla ilgili ayetleri incelediğimizde de görüyoruz ki, “sapmışlık” la ilgili beşeri kusurların hemen hepsi nefsin eğitilmemişliğinden kaynaklanan “olmaması gerekenler” dir.
MESNEVİ’nin başka bir yerinde de nefsanî kimsenin durumunun “kara yüzlü” ifadesiyle betimlendiğini görüyoruz:
“Baba sözüyle hilekâr yapan
O “kara yüzlü”, nice şahları mat eder.
Bu karga satranç içinde çeviktir.
Yarı uykulu göz, oyunun mağlubu olur.
O kadar hile yapar ki, çöp gibi boğazında kalır.
Çöpün ne olduğunu bildin mi?
O, makam ve mal sevgisidir.
Mal, çöp gibidir. Çünkü o, baki değildir.
O, boğazındaysa; Ab-ı Hayat’ı içmene engel olur.”
Burada “karga” da, “kara yüzlü” gibi şeytandır(yani, “nefs”). “Yarı uykulu” ifadesiyle, kendinden habersiz uyurgezer beşer kastediliyor. Bu durumda olan beşer, “Ab-ı Hayat” olarak ifadeye konmuş olan “bilgi” den yararlanamaz. Yani, bu durumda olan birey; bilgi uygulaması yapıp, bilgiden yararlanabilecek durumda değildir. Beşerin bu uyurgezer durumunu beklide en iyi şekilde ortaya koymuş olan inisiye Gurdjieff’tir. Gurdjieff’in bu konudaki açıklamalarını P. D. Ouspensky’nin aktarımlarından(İNSANIN GERÇEĞİ KENDİNİ BİLMEK- Ruh ve Madde Yayınları) öğreniyoruz: Uyurgezer beşer, nefsinin iğvası ve zulmü altında sanki afyonlanmış durumda yaşar. Başka türlü ifadesiyle, zaten yarım şuurlu nefsanî birey bir bakıma ipnotik uykudadır. Ayrıca bu ipnotik durum, beşeri koşullandırmalarla sürekli olarak beslenir ve derinleşir. “İnsanı, ipnotik durumda bulundurarak ve onun gerçeği görmesini, durumunu anlamasını önleyerek; kendileri için karlı sonuçlar elde eden kuvvetlerin bulunduğunu düşünenler bile olabilir.” Demişti Gurdjieff yıllar önce. Bugün bu olasılığın gerçekleştiğini, kurumsallaştığını ve sektörleştiğini üzülerek görüyoruz. İnsanları sürüleştirerek, yoksullaştırarak yönetmeye çalışan sömürgen zihniyetin etkilerini bugün endişeyle izliyoruz. Ama Kur’an da uyarısını çok çok önceleri yapmamışmıydı… “ ‘Raina!’ demeyin”(Bizi davar gibi güt! Demeyin) – Bakara 104 (26).
Dünya beşeri olarak uykuda yaşarız; uykuda doğar, uykuda ölürüz. Esas olan, bedenli haldeyken bu uykudan uyanmaktır ama bunu beceremediğimiz için tekrar(hatta tekrar tekrar) doğarız/bedenleniriz. Bu durumdaki beşerin yaşayışına yakından bakarsak, gece uykusundakinden çok farklı olmadığını görürüz; hatta daha da kötü/tehlikeli durumda olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü kendini bilmez beşer, gece uykusu sırasında pasiftir, her şey yapmaya etmeye muktedir değildir. Gündüz olup da “uyanınca”(aslında, ayakta uyumayı sürdürürken) sürekli olarak bir şeyler yapabilir/yapmaktadır ve kaçınılmaz bir şekilde bu yapıp ettiklerinin sonuçları ile karşılaşmak durumundadır ve bu yapıp ettikleri de çoğunlukla nefsinin güdümünde(erdemlerle bağdaşmayan), olmaması gereken kusurlu edimlerdir. Ama o, bunun farkında değildir çünkü kendinin farkında değildir, o bir “makine” dir(beden olarak yaşamaktadır), nefsi kanalıyla dıştan gelen koşullandırmaların güdümündedir. Böyle olmakla çağdaş ve modern olmak gibi illüzyonel bir yanılgı içindedir. Kendini bir şey zanneder, her şeyi bildiği zehabı içindedir. Toplumsal statüsü ve makamı ile özdeşleşmiş durumdadır. Zihin gevezeliği(27) içindedir, düşüncelerinin akışını durduramaz. Bu zihin, nefsin egemenliği altında olduğu için de, ağırlıklı olarak negatif nitelikli ve bireye vebal yükler durumdadır(28). Duygularını, dikkatini kontrol altında tutamaz. Seviyorum/sevmiyorum, istiyorum/istemiyorum subjektif(öznel) dünyasında yaşar durur. Bu yaşayış şekli, sevdiğini/sevmediğini, istediği/istemediği sandığı subjektif bir yaşamdır. Bu tür yaşayışın, inisiyatik/ezoterik literatürdeki karşılığı “ölü yaşamak” tır. Bunun tersi olan “diri yaşamak” ise, M. Celaleddin’in ifadesiyle “dost ile dost olmak” tır. Dünya uyanıklığına rağbet eden kendini bilmezler dost ile dost olamazlar elbette…
Bu durumda olan birey(yani “ölü olarak yaşayan” kimse) dünyaya yenik durumdadır, dünyasal cazibenin ve toplumsal koşullandırmaların güdümünde özgürlüğünü yitirmiştir. M. Celaleddin, beşerin bu durumunu yukarıda alıntıladığımız dizelerinde, “Yarı uykulu göz, oyunun mağlubudur.” şeklinde ifadeye koymuş. Burada “oyun” “dünya oyunu”(yani, dünyadaki bedenli, geçici ve) sanal bir yaşamdır. Oyunda ağlayıp/gülen, coşan/kahrolan.. çocuklar gibiyiz ama oyun, çocuk için bir gelişim aracıdır. Bedenli dünya yaşamı da ruh varlığı için, yaşam sınavlarıyla(“eprövler” le) dolu bir araçtan başka nedir ki…
Bu durumdaki nefsin Sufi öğretideki simgesinin “köpek”(kelp) olduğunu daha önce de belirtmiştik ve M. Celaleddin de, kendini bilmez bireyin nefsi için “köpek” benzetmesini(MESNEVİ’de) yer yer kullanmaktan geri kalmamıştır: “Köpek nefsinin dirilmesinden…”, “Köpek nefsini can avından…” ve “Köpek değilsen…”(29).
Nefs için “köpek” ten ayrı olarak, “eşek” simgesinin kullanıldığını da MESNEVİ’de görüyoruz. Gerçi eşek sembolizminin, “Peygamber bineği” olarak kutsallık içeren bir anlamı da vardır ama “eşek” sözcüğünün “nefsanî inatçılık” ve “nefsanî bilinç” olarak ifade edilebilecek sembolik anlamları da bulunuyor. M. Celaleddin “eşek” in bu anlamdaki sembolizmini, nefsanî çıkarlar için ALLAH’ın adını diline dolamış “dünya uyanıklığına rağbet eden” kendini bilmezler için kullanmıştır:
“Ekmek için Tanrı’nın adını diline vird eden,
Saman arzusuyla Mushaf taşıyan eşeğe benzer.
Şeytanın adı büyücüye yarar;
Senin de Hakk’ın adından muradın para elde etmek.”
Burada açıkça, bedensel(mide doyumuna yönelik) çıkarlar için ALLAH’ın adını diline dolayanın “eşek” ten farksız olduğunu, yani nefsinin güdümünde ALLAH’ı bile, çıkarlarına hizmet etsin diye andığının ifadesini görüyoruz ki elbette ki(yine M. Celaleddin’in ifadesiyle) “gönül sofrasından nasipsizlik” in belirtisidir bu… Bu dizelerde, “vird” sözcüğü, “belli aralıklarla okunması adet edinilmiş olan Kur’an cüzleri” anlamındadır. Ayrıca, “vird” in “zikir” anlamı olduğunu da biliyoruz. Yukarıdaki MESNEVİ dizelerinde “vird”, zikreder gibi; olur olmaz her şey için, hatta yeminlerimizde ALLAH adını yinelemek, ALLAH’ı nefsanî içerikli yeminlerimize tanık yapmak, ne dediğini bilmeyen nefsanî bir edepsizlikten başka nedir ki…
Sıkça vehim ve zan içinde kalanlar ve kendi vehimlerine tutkun olanlar da, ağırlıklı olarak bedensel ben halinde yaşayan, nefsanî tabiatlı kimselerdir. Bunlar, toplum içinde “kuruntulu” olarak bilinenlerdir. Bedenli, dolayısıyla derece derece nefsanî varlıklar olarak; evhamsız, dertsiz, tasasız yaşayamayız. Biraz tenha bir yolda yürürken, arkamızda ayak sesleri duysak, “acaba çantamı mı çarpacak, bana bir zarar mı verecek?” diye vehim içine düşer evhamlanırız. Büyük insan topluluklarının olduğu yerlere gitsek, aklımıza hemen bombalanma olasılığı gelebilir. Keza deprem, su baskını, 2012(Marduk) birçoğumuzun aklına yerleşip kalmış bir endişe nedenidir. Bu türden endişelere kapılmak için haklı nedenlerimiz yok değil. Ancak, bir tür “endişe bozukluğu” olarak kabul edilen(30) vehimlerimiz yaşamımızı baştan sona etkisi altına alıyorsa, ortada çözülmesi gereken bir problemin olduğunu düşünebiliriz. Vehim nitelikli olumsuz ve sürekli düşünceler “endişe bozukluğu” denen rahatsızlığın temelini oluşturuyor. Bu rahatsızlığın ileriki aşamalarında, kişi artık gündelik yaşamla ilgili sıradan(rutin) işleri yaparken bile zorlanır. Bu durumdan kaynaklanan huzursuzluk hissi, vücudun bazı sistemlerinde ve tansiyonda; düzensizlikler, irkilmeler, uykusuzluk, yorgunluk ve dikkat dağınıklığına neden olur.
Bireyin içine düştüğü bu durum, kendi nefsinin kabalık düzeyiyle yakından ilgilidir. Çünkü evhamlanan, kendi kendine bir şeylere vehmeden ve bunda ısrar eden, makul olamayan nefstir. Bu durumda olan kimse, yüksek benine, ondan gelecek yardımlara ve ihsana kapalıdır. M. Celaleddin bu durumda olan kimselerin halini dizelerine şöyle dökmüş:
“Kendi vehmine âşık olan,
İhsandan yararlanamaz.
Hakk âşıklarından uzaklaşmıştır.”
Kendi nefsine âşık olan kimse elbette ki vicdanına kapalıdır ve doğal olarak, vicdan kanalı açık olanlarla uyuşamaz, onlardan ayrılır. Çünkü arada titreşim farkı vardır, onlarla benzer durumda değildir. Vicdan kanalının nefs ile tıkanmış olmasından dolayı, korkak ve evhamlı nefsinin güdümü altında yukarıda kısaca değindiğimiz sıkıntılı halleri deneyimlemek durumundadır. O, Hakk’ın sırrından nasiplenecek durumda da değildir.
Nefsanî beşerin niteliklerinden olan evhamlılığın ileri aşaması vesvesedir. Nefsanî bireyin vesvese içine düşmesi, büyük olasılıkla onun zihinsel durumuyla(daha doğrusu, zihninin nefsinin egemenliği altında olmasıyla) ilgilidir. Çünkü bu durumda olan beşeri zihin asla gerçekle yüzleşmek ve vicdan uyarılarına kulak vermek istemez. Bunun nedeni; zihnin yolları ile gerçeğin(illüzyonel olmayanın) yollarının kesinlikle farklı oluşudur. Bu durumdan dolayı zihin, güvensizlik ve dolayısıyla gizli ama sürekli bir endişe(vesvesenin bir önceki aşaması) hali içindedir. Güvensizliğin ve endişeli olmanın(ileri aşamada, vesveseli olmanın) güdümü altında hemen hemen sürekli olarak sessiz konuşma durumundadır. Bu durumda olan “geveze zihin” sadece ibadet ve meditasyonlar için değil, günlük yaşamın gerekli kıldığı etkinlikler içinde önemli bir engel değil, vesveseye kapılmaya da elverişli bir durumdadır. Bu durumda, sadece vesvese ve endişenin önlenmesi bakımından değil, vicdan sesinin duyulması bakımından da zihnin sessizleştirilmesi gerekir. Korku, endişe ve vesvese içinde olmak geveze zihne özgü durumlardır. Böyle bir zihne sahip bireyin, aklını isabetli bir şekilde kullanması(yani, Kur’an’ın ifadesiyle “akıl etmesi”, aklını işletmesi) pek olası değildir. Bu nedenle sadece belli başlı inisiyatik öğretilerde değil, Kur’an’da da vesveseye düşülmemesi konusunda uyarılar vardır. Çünkü zihinde mevcut; önyargılarla, korkuyla, endişeyle, kuşkuyla ve çeşit çeşit vesveseyle yapılan algılamalar, gözlemler ve seçimler elbette ki kusurlu değilse bile noksandır.
Bu anlamda, vesvese olmasa bile; kuşku, önyargı, güvensizlik, evham/vehim içinde kaybolmuş beşeri bir zihin, örneğin Bakara 168 + 169’da dikkat çekilen, şeytan için de kolayca yutulacak bir lokmadan başka bir şey değildir. Böyle bir zihin ile şeytanın(yani nefsin) ve her türden toplumsal yozlaşmanın ve ahlaksızlaşmanın oyuncağı olmak hemen hemen kaçınılmazdır. İnsanın gerçek doğasına yönelik bir eğitim ile çocukları/gençleri bu tehlikeden korumak gerek. Aslına bakılırsa, simgesel anlamda şeytan da, üzerine düşen görevi yapmak üzere nefsanî bireyin peşindedir.
İçteki şeytan olan kaba nefsin görevi, vesveseyi araç olarak kullanarak; “kalbi bozmaya”, vicdanı karartmaya ve işe yaramaz hale getirmeye çalışmaktır. Esasen şeytanın hedefi(Kur’an ifadesiyle), “kalbi bozmak” tır. Çünkü “ALLAH, bireyin kalbine ondan daha yakındır.”(Enfal 24). ALLAH’ın nurunun/nazarının hedefi olan beşeri kalbin “temiz” olması şeytanın işini zorlaştırır. Bu nedenle şeytan, vesvese yoluyla zihni gevezeleştirerek “kalbi bozmaya” ve onu işe yaramaz hale getirmeye çalışır. Vesvese aşamasına gelmeden vehme düşmenin bile sakıncalı ve dolayısıyla önemli olması nedeniyle M. Celaleddin de bu kavramı çok doğal olarak MESNEVİ’sine almıştır.
Hayvanlar ehlileştirilseler de, belli amaçlara yönelik işleri yapamazlar; bu nedenle, bakıcıları, yönlendiricileri vs. vardır: Atların seyisi, develerin devecisi… M. Celaleddin bir dizesinde işlevsel akla sahip olmayan beşer için “deve” benzetmesini kullanmış:
“Aklın deveci, sen de bir deve gibisin.
Akıl ister istemez seni hükmünce çeker.
Veliler, aklın aklıdırlar,
Öteki akıllar sanki deve gibi…”
Yukarıda, “vehm” kavramıyla ilgili olarak açıklamaya çalıştığımız, nefsin egemenliği altında zihnin gevezeleşmesi gibi; yine nefsin güdümü altında akıl iyice beşerileşir. Nefse hizmet eden akıl,(M. Celaleddin’in benzetmesiyle) başıboş deveden farksızdır. Çünkü bu akıl, asıl sahibinin(yüksek benin) elinden çıkmış, içteki şeytan olan nefsin eline geçmiştir. Bu durum,
daha önceki paragraflarımızda belirttiğimiz gibi “beden olarak yaşayan birey” in halidir. Büyük inisiyelerden Gurdjieff bu talihsiz durumu “at-süvari” benzetmesiyle açıklar. MESNEVİ’den alıntıladığımız yukarıdaki dizelerde “aklın aklı”, yüksek bene(bireyin asıl kendisine) ait “üst akıl merkezi” dir(bkz. Şekil). Üst akıl merkezimiz, M. Celaleddin’in benzetmesindeki “deveci” dir. Devecinin kullanımı ve yönlendirmesi altında o
deve(bedensel ben) iyi işler yapılır. Ama başıboş ya da kontrolden çıkmış devenin ne kendisine ne de çevreye/ topluma bir yararı vardır. Böyle bir deve kendinden güçlü vahşilere yem olmasa bile, zaman içinde(kendi doğası gereği) giderek vahşileşir… Bu nedenle, en iyisi; “deve”nin “deveci” ile dostluğunu sürdürmesidir
(“Dost ile dost olmak gerek…”).
MESNEVİ’nin çeşitli dizelerinde “nefsaniyet” kavramını aramayı sürdürüyoruz. İnsanlaşmak anlamına da gelen “seyr-i süluk” ta, kendini bilme çerçevesinde giderek nefsin kontrol altına alınması, “nefsin fakirleşmesi” ya da “bireyin nefs bakımından fakirleşmesi” anlamında makbul bir durumdur. Çünkü nefs fakirleştikçe vicdan(vicdan zenginliği) ortaya çıkar. Vicdan ise, Rabb Planı’ndan gelen Rahman ve Rahim olan şuurda uyandırıcı(“kıyam” ettirici) tesirin enkarne varlıktaki en uç noktasıdır(31). Nefs egemenliğinin ortadan kaldırılmasıyla, vicdan kanalının açılmasından güzel bir “zenginlik” olur mu? M. Celaleddin bu zenginliği, “harabede/viranede gizli hazine” nin ortaya çıkarılması olarak şiir diline dökmüş:
“Bende viran olmak tasası var sanma.
Çünkü viranelerde sultanların hazinesi bulunur.”
Evet, bizler için en büyük zenginlik, potansiyel olarak, yaratılıştan içimizde bulunan bu “içsel hazine” dir. Şuurlanmayla gelen tekâmülün ve insanlaşmanın amacı “viranelikteki bu hazine” nin bulunup ortaya çıkarılmasıdır. Burada “viranelik” ten kasıt, maddesel ortamlarda bedenli yaşam(lar)dır. Bu hazinenin keşfiyle gelen aydınlanma; sadece “dost ile dost olmak” değil, aynı zamanda “gök sofrasından nasipsizlik” ten de kurtulmaktır. ALLAH, Peygamberler ve tüm büyük inisiyeler, kadim zamanlardan beri bu “hazineden” ve ona ulaşmanın yollarından söz edip duruyorlar. Bu içsel hazinenin ortaya çıkması, “nefsin viran olması” ile ters orantılıdır. Nefsin azametini ve üzerimizdeki egemenliğini ne kadar azaltırsak bu içsel(ama aynı zamanda “göksel”) hazineden giderek daha çok yararlanırız ve ALLAH bizden bunu bekliyor. Bu güzel durum, başka türlü ifadesiyle; nefsin zulmünden kurtulup, Hakk’ın lütfuna gönül bağlamaktır. Nefsin güdümü altında birey, dolaşsa dolaşsa hep “viranelikler” de dolaşır. Ama nefsini terbiye eden birey, “Dostun sırrına/ilhamına” ulaştığı/layık olduğu için, onun yeri artık daha yüksek titreşimli “viranelik” olmayan mekânlardır(şuur düzeyleridir). Burada ister istemez “Zümrüt-ü Anka Kuşu” sembolizmi geliyor aklımıza(32).
Yukarıda MESNEVİ’den alıntıladığımız dizelerin neden olduğu başka bir çağrışımla belki şöyle de düşünmek olasıdır: Burada “viranelik” i tüm tezahür ortamı, “hazine”yi de sonsuz yüceliklerdeki ışıklı
ortamların ruhsal(süptil) tesirleri olarak alırsak, “dostun sırrı” nın(bir bakıma “ALLAH’ın tecellisi” nin)
tezahür ortamında gizli olduğunu düşünebiliriz. Aslında bu durum İbn Arabî’ye göre de böyledir(33):
Tüm tezahürat ortamı Yaradan’ın tecelligahıdır(tecelli ettiği, ortaya çıktığı, algılanır hale geldiği yerdir/mekândır). “Aslında görünen, bizim subjektif bakışımıza uygun olarak çeşitli imkânlarda kendisini açığa vuran ve asli olarak Bir ve Tek Olan Hakk Teâlâ’dır.” Diyor İbn Arabî. Bu durumda âlem, Hakk’ın zahiri tecellisidir. Tezahürat ortamında(viranelikte) bilgi uygulaması yapan varlık, tekâmül düzeyinin süptilitesi oranında giderek bu “İlahi Tecelli” ye daha derinden nüfuz eder. Bu nedenle kısaca, “ALLAH her yerdedir.” Denmiştir. ALLAH’ın bilgisinin sonsuz suretleri elbette ki her yerdedir; bunları algılamak, “gören gözlere” sahip olmakla olasıdır. Kur’an da bunu söylüyor zaten(Mealen), gören gözler için çevreniz ayetlerle(belgeler, kanıtlar, işaretler) doludur(34). “Gören gözler”e sahip olmayan kimselerin bir kısmı( ki bunlar çoğunlukla nefsin güdümünde “dünya uyanıklığına rağbet edenlerdir”) gördükleriyle de yetinmekle kalmamış, gördüklerini de eğip bükerek saptırmışlardır. Bunlara bir örnek, bu durumda olan bazı sapmış Hıristiyanların, “ALLAH, Meryem oğlu Mesihtir.” Demeleri olmuştur. Bu basiretsizlik ve körlük, elbette ki; Hakk’ı ferdi bir suretle sınırlandırıp, Hakk’ın mutlaklığı görüşünü yitirmelerine ibretlik bir örnektir. Bu kimseleri Kur’an, “Küfre batmışlar” olarak kınıyor: “Yemin olsun ki; ‘ALLAH, Meryem’in oğlu Mesih’in ta kendisidir!’ diyenler küfre batmıştır. Mesih şöyle demişti: ‘Ey İsrail oğulları, hem sizin Rabbiniz, hem de benim Rabbim olan ALLAH’a ibadet edin!’ Gerçek olan şu ki, ALLAH’a ortak koşana ALLAH, cenneti haram kılmıştır. Varacağı yer ateştir onun. Zalimlerin yardımcıları olmayacaktır.”- Maide 72. Sadece bu değil, hangi konuda olursa olsun, gerçekleri(ALLAH’ın ayetlerini) saptırmak ya da ört-bas etmek küfr ehline özgü bir zulümdür.
Tüm tezahürat ortamının, ALLAH’ın(bilgisinin) tecelligahı olduğunu belirtmiştik. Enkarne bir varlıkta, ALLAH’ın tecelligahının da kalp olduğunu biliyoruz. Kalp ne kadar temiz olursa(daha Sufice bir ifadeyle “kalp gönül’e dönüşmüş” ise) onun tecellisi o kadar güçlü ve sürekli olur. Daha genel anlamda, bir mekânın titreşimi ne kadar latif(süptil) ise, ALLAH’ın tecellisi o mekânda o kadar güçlü olur. Bu durumu İbn Arabî, Fusus’un da şöyle ifadeye koymuş: “Zat’dan gelen tecelli ancak tecelligahın istidadının suretine göre olur.” Yani, birey, içinde bulunduğu mekânın en süptil tesirine uyumlanmaya ne kadar yatkın/istidatlı ise, ondan o kadar çok yararlanır. Bu nedenle, içsel zemini, yüksek titreşimli süptil tesirlerin enkarnasyonuna elverişli süptiliteye(latifliğe) getirmek gerek… Bu bir istidat işidir. Bu istidata da, kendini tanıma cehti içinde nefsin eğitilmesiyle ulaşılır.
Bu durumu M. Celaleddin “nefsin viran olması” şeklinde ifadeye koymuş. Evet, nefs; yukarıda birkaç paragrafta anlatmaya çalıştığımız anlamda(simgesel olarak), “viran edilmedikçe” bireyin İlahi Tecelliden yararlanması hemen hemen sıfıra yakın olsa gerek. “Dostun sırrından/ilhamından nasipsizlik” de bu olsa gerek; “Gök sofrasından nasipsizlik” de… Gök sofrasından nasiplenmek için dost ile dost olanlara ne mutlu…
Görülüyor ki, nefsini bir ölçüde “viran edememiş” nefsanî kimse bir bakıma, nefsiyle(yani içteki şeytan ile) yoldaş olmuş durumdadır. Aslında esas olan ve gerçek güçlülük, şeytan ile kol kola gitmek ama ona uymamaktır. M. Celaleddin, şeytana/nefse uymuşluğu “şeytan sütü emmeye” benzetmiş: “Can çocuğu şeytan sütünden kesilsin ki, meleklerle yoldaş olsun.” Diyor ve sürdürüyor: “Sen karanlık, mükedder ve bulanık oldukça; kuşkusuz şeytan ile sütkardeşsin…” Meleklerle yoldaş olmak gibi makbul bir durum elbette ki nefsin iğvasından(kandırmacalarından) sakınmakla olasıdır. Beşeri kusurlarımızın(Kur’an’ca ifadesiyle “günahlarımız” ın) nedeni, böyle bir sakınma duyarlılığı ve farkındalığı içinde olmamaktan kaynaklanıyor(35).
Böyle bir sakınma duyarlılığı ve farkındalık içinde, nefsin etkisi altında bulunan akla uymamak bireyi birçok beşeri kusurdan korur. Aklı, kaba nefsinin egemenliği altında bulunan birey, ağırlıklı olarak, alt akıl merkezleriyle(yani hareket ve duygu bedenlerinin aklıyla) yaşıyor demektir ki bu, sıradan dünya beşeri demektir. Bu durumda olan kimse büyük ölçüde kök ve karın çakralarıyla dünyaya bağlı(M. Celaleddin’in ifadesiyle) “dünya uyanıklığına rağbet edenler” dendir. Bu durumda olan kişi, çoğunlukla nefsin/şeytanın kurnazlıklarına hep yenik düşer. En akıllının kendisi olduğu zannı ile her şeyin en doğrusunu bildiğini sanır. Akıl/zihin- nefs ilişkisine geçtiğimiz paragraflarda değinmiştik. MESNEVİ’de bu durum şöylece ifadeye konmuş:
“ Bu akla ait bir konudur.
Hileci akıl, her zayıfa yol gösterici olmaz!”
Buradaki “zayıflık”, nefsin güdümünde(yani, şeytan ile yoldaş durumda) yaşamaktan kaynaklanan güçsüzlük ve köleliktir. Asıl güçlülük ve gerçek özgürlük, nefse karşı kazanılan ve sergilenen muhalefet ile gelir. Bu anlamda “akıllılık güneştir”(MESNEVİ); M. Celaleddin, böyle aklın sahibine “Kamil akıl sahibi”(akl-ı küll) de diyor, yani büyük ölçüde yüksek akıl merkeziyle(bkz. çizim: Varlıksal yapımız) ve “makul vicdan” ile(Sadıklar Planı Tebliğleri) hareket eden insan…
Kurnaz akla sahip nefsin belirgin özelliklerinden biri açgözlülük ve doymazlıktır. Nefsin bu özelliği, inisiyatik öğretilerde ve tasavvufta “şehvet” olarak ifade bulmuşsa da, “şehvet” sadece cinsel açlık ve doymazlıkla sınırlı bir sözcük olmayıp, genel anlamda açgözlülüktür. Cinsel açlık, birçok doymazlıklarımızdan sadece bir tanesidir. Nefsin bu anlamda açgözlülüğünün ve bu aç gözlüğü kontrol altına almanın MESNEVİ’de nasıl ifade bulduğuna bakacağız ama MESNEVİ’deki ifadesini daha iyi anlamak için, bu kavramın Kur’an da ve tasavvufta ele alınış şekline bakalım:
Mescid ve Mevla(cömertliğin kaynağı ve destek veren) ALLAH, nefsin açgözlülüğünden korunanlar için “kurtulmuşluk” müjdesi veriyor: “…Nefsinin cimrilik ve doymazlığından korunanlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”- Kur’an(Tegabün 16). Haşr 9’da da aynı İlahi müjde yineleniyor: “…Nefsinin cimriliğinden/doymazlığından korunanlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”.
Varlıkların, yapıp ettiklerinin(hatta düşüncelerinin bile) sonuçlarıyla karşılaşmamaları elbette olası değil. İlahi Adalet ve Sebep-Sonuç Yasası gereği, nefsin doymazlığından korunmak nasıl kurtuluş getiriyorsa; nefsin doymazlığına uymayı sürdürenler de ıstıraplı eprövlere davetiye çıkarmış oluyor: “…namazı/duayı yitirdiler, açgözlülüklerine uydular. Bunlar azgınlıklarının cezasını bulacaktır.” – Meryem 59.
Nefsanî kimsenin bir özelliği de haset duygusuna(kıskançlık) sahip olmasıdır. Nefsin heva-hevesi ile istek ve arzularını kontrol edemeyen açgözlülerin hasetlik ve kıskançlıkta ön planda yer aldıklarını da Nisa 27’de görüyoruz: “ALLAH sizin tövbenizi kabul etmek istiyor. Açgözlülüklerine uyanlarsa sizin büyük bir sapışla sapmanızı isterler.”
İçsel gelişimi engelleyen, hatta yavaşlatan her şeye karşı(dolayısıyla biz beşer varlıklarda açgözlülük şeklinde ortaya çıkan nefsin kandırmacasına karşı) belli bir sakınma titizliği içinde olanlar için İlahi müjdeyi de Ali İmran 14 ve 15’de görüyoruz. “Kadınlara/uzun yaşamaya/ertelemeye/veresiye alışverişe, oğullara/sabit mallara/güzel kokulara, altın ve gümüşten oluşturulmuş yığınlara, salma atlara, davarlara ve ekinlere tutkunlukların sevgisi, insanlar için süslenip püslenmiştir. Tüm bunlar geçici-iğreti hayatın nimetidir. ALLAH’a gelince, varılacak yerin en güzeli onun yanındadır.”(Ali İmran 14). “De ki, ‘Bu sayılanlardan daha iyisini size haber vereyim mi? Sakınıp korunanlar için, Rableri katında, altlarından nehirler akan, içinde sürekli kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve ALLAH’tan bir hoşnutluk olacaktır. ALLAH, kulları en iyi biçimde görmektedir’.”(Ali İmran 15).
Nefs, enkarne varlığın dünya malı olan beden kaynaklı özelliklerinin genel adı olduğu içindir ki, Kur’an’ın toprak yanımızdan söz eden ifadeleriyle, nefsin nitelikleri bağlantılandırılmıştır. Tam dört adet olan bu niteliklerden biri açgözlülük(36).
Tezahürat ortamında yersiz olan hiçbir şey olmayacağına/olmadığına göre, nefsin bu özelliğinin de elbette ki bir hikmeti vardır. Aslında menfaate(çıkarlara) koşmak, emel ve heves gibi itilimler, hep beşeri açgözlülükten kaynaklanır. Hatta açgözlülüğün görünümlerinden biri olan cinsel(duyumsuzluk/açlık değilse bile) itilim sayesinde insan ve hayvan türleri çoğalır gider. Bu şekilde enkarnasyon araçları olan bedenler oluşur. Eğer açgözlülük olmasaydı, yeryüzü harabe, beşeri ilişkiler hükümsüz ve nesil kesilmiş olurdu… Dolayısıyla açgözlülük, kontrol altında tutulduğu sürece; insanın iç/dış ahengini bozmadığı, toplumsal yaşamın düzenini bozmadığı sürece, ALLAH’ın kullarına bir lütuf ve ihsanıdır. Aksine insan haklarını, erdemleri ve kamu düzenini ihlal ettiği zaman, aklın güdücülüğünden(makul vicdan ölçülerinden) çıktığı zaman, çirkin bir hal alır ve o açgözlülük sahibini din ve yasalar önünde sadece mahcup değil, suçlu hale getirir. O halde insan, açgözlülükten, yapay icap ve ihtiyaçların güdümünden korunmak/sakınmak yolunda iradesini elden bırakmamalıdır. Bu anlamda açgözlülüğü yenmek, birey için küçümsenmeyecek zaferdir. Tasavvuf ehline göre, açgözlülüğü yenmek, sadece zafer değil, sülukun önemli hedeflerinden biridir.
Beşer için, doğru yoldan sapma nedenlerinden biri olma potansiyeline sahip açgözlülük için M. Celaleddin şöyle demiş: “Gazab ve açgözlülük kişiyi şaşı yapar. Çünkü onlar ruhu saptırırlar.” Tasavvuf tarihinde ünlü bilgelerden biri olan Malik b. Dinar(Ö. 743) diyor ki; “Dünya hayatına ait açgözlülüklere galip gelenin, şeytan, gölgesinden bile korkar.”
Bu derlememizin akışı içinde zaman zaman kullandığımız “heva” sözcüğü de açgözlülükle ilintilidir. Heva, benliğin açgözlülüğe meyli ve onu yeğlemesidir. Dilimizde bu sözcük(daha çok “heves”le birlikte “heva-heves” olarak) “boş ve zararlı arzular” anlamında da kullanılmaktadır. “Âlemler için bir öğüt”(Yusuf 104) olan Kur’an hevayı yıkıcı musibetlerden biri olarak görüyor ve birçok ayetinde tehlikelerine dikkat çekiyor. Çünkü kontrolden çıkmış hevanın varlığı; benliğin, açgözlülük tarafına geçtiğini “dost” a(yüksek ben’e) sırt çevirdiğini belgelemektedir. Boş ve zararlı(yani, içsel gelişime hizmet bir yana, bireyin başına negatif karma ören) arzuların adı olan hevanın varlığı bir “düşüş” göstergesidir. Hevanın yerleştiği bir kalp; başta şirk olmak üzere, her türlü körlük, kötülük ve azgınlığın beşiği olmaya adaydır. Karib ve Halim(şah damarından yakın ve şefkatli) ALLAH, peygambere hitaben bizlere şöyle sesleniyor: “Şimdi söyle bana ey peygamberim, hevasını tanrı edinmiş, ALLAH kendisini bir ilim üzere şaşırtmış, kulağını/kalbini mühürlemiş, gözüne bir perde gelmiş bir kimseye ALLAH’tan başka kim hidayet edebilir! Hala iyi düşünmeyecek misiniz?”- Casiye 23(37).
Şimdiki konumuz olan açgözlülüğün hemen hemen ikiz kardeşi cimriliktir. Eğitilmemiş beşeri nefs, güzel bir fazilet olan fedakârlıktan kaçmak için kurnazca yalanlar/bahaneler uydurmakta pek ustadır. Dünya uyanıklığı marifet sanan ve ona rağbet eden birey, bazen ancak maaş alınca yiyebileceği lüks bir tatlının yatırımını şimdiden yapar da, akşam yiyecek ekmek bulamayan çaresizleri göremez. Nedenini sorarsanız, yanıt hazırdır: “Ben de geçim sıkıntısı içindeyim.” Bu “geçim sıkıntısı” nın herkese göre ayrı bir anlamı vardır: Hasta yavrusuna ilaç alamayan babanın derdi de “geçim sıkıntısı” dır, oğluna yeni model araba almak için para arayan babanın derdi de “geçim sıkıntısı” dır. Bu ikisini ayırmak için zalim nefsi devreden çıkararak düşünmek gerek. Edeplendirilmemiş nefs, bu iki sıkıntı arasında hiçbir fark gözetmez.
“ALLAH’ın kılavuzu” (Zümer 23, Bakara 1) olan Kur’an, beşerin bu en aptal, belki de en zalim yanını şu ifade ile ortaya koymaktadır: “Rabbimin rahmet hazinelerine malik olsaydınız, o zaman da tükenir korkusuyla harcamaz, cimrilik ederdiniz. Beşer çok cimridir.”- İsra 100. Açgözlülüğün güdümünde biraz daha yesin diye kusmaya çalışanlara, “açlıktan midelerine taş bağlayanlara da verseniz…” dediğinizde, “Bize yetmiyor ki, niye verelim!” Diyeceklerdir. Şu hadis, böyle aç gözlülere çok açık bir yanıttır ama anlamazlar: “İki kişiye doyacak yemek, üç kişiye; üç kişiye doyacak yemek dört kişiye yeter.” Demek oluyor ki vermek, olanaklardan çok niyet meselesidir. Niyetlerin kalitesini de nefsaniyetin inceliği belirler.
Dünyanın genel görünümüne baktığımızda, genel anlamda; yokluk/ yoksulluk ve sıkıntı içinde olanlar çoğunluktadır. Bu da demektir ki yeryüzü olanakları(ALLAH’ın nimetleri ve rızık) eşit olarak paylaşılmıyor. Ulusal ve uluslar arası ölçekte, dünya sofrasından açgözlü azınlık daha çok nemalanıyor. Açgözlü kurnazların savurganlığına, sefil zevklerine, lüksüne, köpeğine, makyajına, atına, yatına, katına daha çok pay düşüyor. Dahası, yine; kurnaz açgözlülerin kurduğu sömürgen düzen ve aşırmacılığı sürdürmek için hukukun üstünlüğü bile baypas edilerek; sofranın bir kısım olanakları da öldürmek/boğmak ya da durdurmak için silaha harcanıyor. Sonuçta yeryüzünün 21. Y.Y.’daki sözde modern/çağdaş manzarası şu: Yemek için yaşayan ve daha da çok yiyebilmek ve sömürebilmek için çare arayanlarla, yaşayabilmek için yemek bulmak amacıyla çarpışanların doldurduğu bir gezegen… İçler acısı bu manzaranın yapımcısı ALLAH olabilir mi? Asla… Çünkü “Rabb’in kullarına asla zulmetmez. ALLAH insanlara zulmetmez; insanların kendileri kendilerine zulmediyor.”- Ali İmran 182, Enfal 51, Hacc 10, Bakara 57, Tevbe 70, Yunus 44, Rum 9(38).
Edeplendirilmemiş kaba nefsin neden olacağı/olduğu bireysel ve toplumsal düzeydeki olumsuzlukları böylece gördükten sonra yüce M. Celaleddin’in konuyu ele alış tarzını daha iyi anlayabileceğiz. Aşağıdaki MESNEVİ dizelerinde sadece nefsin açgözlülüğü değil, nefse karşı cihadın da asıl cihat olduğuna değiniliyor:
“Gerçi dışarıdaki hasmı mağlup ettik ama
İçimizdeki düşman ondan daha fenadır.
Onun öldürülmesini, aklın/idrakin yapacağı iş sanma!
Nefs canavarı tavşanın maskarası olmaz.
Nefs cehennemdir, cehennem ise bir ejderha…
Ona deryalar dökülse sönmez.
Yedi deryayı içse,
Bu yine onun hararetine tesir etmez.
Bu kadar gıda onu doyurup sakinleştirmez.
Cenab-ı Hakk sesleniyor: ‘Duydun mu söyle!’
O, ‘Hayır.’ Der. Doymak yok ve iştiha baki.
Bu kadar insan ve cinleri yutmuşken midesi,
‘Daha var mı!’ diye coşar…”
Bu dizelerde, nefsin açgözlülüğü doymak bilmez ejderhaya ve cehenneme benzetiyor ki bu da, nefsin açgözlüğünün giderilmesinin zorluğunu ve önemini açıkça ortaya koyuyor. Zaten bu iş bu kadar kolay olsaydı, bugünkü beşeriyetin genel görünümü bu kadar içler acısı olmazdı… Kaba nefsin cehenneme benzetilmesini MESNEVİ’nin başka bir dizesinde de görüyoruz: “Nefs kötüdür. Çünkü o, cehennemin bir parçasıdır.”
Beşeri nefs açgözlülükten soyutlanıp, kontrol edilmedikçe, onun ketmedici özelliği de sürüp gider. O, doymak bilmez açgözlülüğünü doyurmaya çalışırken, başka çarelerle birlikte(“gerçekleri örtbas etmek” anlamına gelen) ketmediciliği de devreye sokmadan edemez. Böyle bir “sapmışlık”(Kur’an ifadesidir) içinde işine gelmeyen gerçekleri görmemezlikten gelmekle de kalmaz, onları inkâr da eder. Çünkü bu durumda olan nefsin sahibi birey gerçekten de(Kur’an ifadesiyle) “kör” dür. MESNEVİ’de bu durum şöyle ifadeye konmuş:
“Gözüne parmaklarını koysan,
Cihanı görmen nasıl mümkün olur?
Sen görmesen de, cihanı yok zannetme.
Engel olan, uğursuz nefsinin parmağıdır.
Çünkü gözünden parmağını kaldırınca;
Kuşkusuz, her neye baksan görürsün.”
Dünya insanı beşerin nefsaniyeti, kadim zamanlardan günümüze kadar, tüm kadim öğretilerde ele alınmış, irdelenmiş ve betimlenmeye çalışılmıştır. Otomatizma realitesiyle, şeriat realitesine yeni geçmiş bireyin idraksiz yaşamı, Ezoterik ve inisiyatik öğretilerde “çölde dolaşmak” şeklinde simgelenmiştir. Zor doğa koşullarında, aç-susuz(ağırlıklı olarak da “susuz”, yani “bilgiden yoksunluk”) dolaşma/ yaşama(daha doğrusu hayatta
kalmaya çalışma) şeklinde… Bu, aynı zamanda verimsiz bir yaşam şeklidir. Çünkü birey bilgiden yoksun ve bilgi olsa bile; hatta kendisi bilgilendirilse bile, bunu idrak edecek anlayış düzeyinde değil. Beşerin bu durumu Kur’an’da “kulakların sağır, gözlerin kör halde olması” şeklinde simgelenmiştir. Bunun(“çölde dolaşmak” ın) Tevrat’taki karşılığı da İsrail oğulları’nın(ki o aynı zamanda dünya beşeriyetinin simgesidir)
Musa Nebi’nin önderliğinde ve Yehova’nın gözetiminde) çöldeki yolculuğudur. Bu sembolizmde anlamını
Bulan idraksiz ve nimetlere karşı da nankörce bir gidişin içler acısı serüvenini sadece Tevrat’ta değil, Kur’an’ın İsrail oğullarıyla ilgili ayetlerinde de(örneğin; Bakara 122 + 18 + 40 + 54 + 55 + 67 + 68 + 69 +83 + 93…) görüyoruz. Söz konusu sembolizmin MESNEVİ’de şöylece yer aldığını görüyoruz:
“Nefis tavşanın sahrada dolaşmada;
Sen de, hile ve dert kuyusunun dibinde erirsin.”
Burada, eğitilmemiş kaba nefsin; ürkek, korkak ve her zaman tedirgin, endişeli/vesveseli durumu “tavşan” benzetmesiyle verilmiş. Gerçekten de bu benzetme ve betimleme; içsel huzur ve sükûnetten yoksun, duygusal karmaşa içinde, “gözleri kör, kulakları sağır” beşerin biçare halidir. Bu durumda olan birinin çölde dolaşması, tehlike içinde tehlikeden başka nedir ki? Bu gibilerden oluşan bir sürüyü bir yerden bir yere(kilometrelerce uzaklara çöl ortamından götürmenin) zorluğu ortadadır. Şimdi Musa Nebi’nin ne kadar zor bir vazifeyi başardığını daha iyi anlamamak elde değil. Böyle zor bir misyonu elbette ki Musa Nebi gibi güçlü bir varlık başarabilirdi…
Beşeri realitelerin henüz alt basamaklarında olan ve bir bakıma “nefsaniyet kuyusu” nda olan bu gibilerin içsel gelişimleri için, sıkıntılı eprövlerden geçmeleri son derece doğaldır. Çünkü onlar kendi durumlarını anlayacak durumda olmadıkları gibi, öğütten anlayacak ve başına gelenlerden ibret alacak durumda da değildirler. Onların bu durumunu M. Celaleddin, yukarıdaki dizelerinde, “hile ve dert kuyusunda hapis…” olarak betimlemiştir. Zaten, daha önce de belirttiğimiz gibi, ruh varlığı için dünya, olduğu gibi bir “hapishane” dir. Bu “hapishane” nin en çileli köşeleri de bu “hile ve dert kuyuları” olsa gerek… Şuursuzluk sıfıra ne kadar yakınsa; kendinden habersizlik ve nefsaniyetle gelen(içine girilen yaşam sınavları/eprövler) o kadar zor ve sıkıntılı oluyor. M. Celaleddin’in ifadesiyle bu “hile ve dert kuyuları” da, “dünya hapishanesi” nin(bu gibi kimselere özgü) özel hücreler olsa gerek…
“Dünya hapishanesi” nde genel anlamda nefsaniyetten ve duygusallıklardan kurtulmayı deneyimliyoruz ama özellikle de deneyimlediğimiz nefsanî nitelik(sahte benlik) nefsin sinsice hilekârlığı, yani aldatıcılığı(iğvası). Nefsin hilelerine(ama daha doğru ifadeyle sinsice hilelerine) kurban gitmemeyi, içimizdeki nefs denen şeytan tarafından aldatılmamayı öğrenmek için dünya zindanında bulunuyoruz. Bunu, ruh varlığı olarak(devre başında) özgür irademizle istemişiz. Çünkü “beşerlik” ten kurtulup, insanlaşmak; nefsin ve maddenin efendisi olup yücelmek böyle olası. Bu kozmik ve varlıksal hedef yönünde ilerlemek ve “ALLAH’ın halifesi” unvanına layık olmak için, nefsin sinsiliğine ve hilelerine muhatap olmayı ve tüm zorlukları göğüsleye göğüsleye şuurlanmak için tekrar tekrar enkarne oluyoruz. Bu süreçte ilerlemenin önündeki en büyük engel yine bireyin(enkarne varlığın) kendi nefsaniyetidir; kendisi dışındaki her şey nefsin eğitilmesiyle gelen aydınlanma ve şuurlanma için sadece birer araçtır. Kendini bilmez bireyin nefsaniyetinin bu durumunu, M. Celaleddin bir dizesinde şöyle vermiş:
“İçimizdeki pusu kurmuş nefiste,
Kin ve hile herkesinkinden daha fazladır.”
Nefsin bu anlamda hilesine ve sinsiliğine karşı uyanık olmak, herhalde en güzel farkındalıktır. Kendini tanıma cehti içinde artırılacak bu farkındalığın ürünü de giderek artan özgürlük ve güçlülüktür. “ALLAH zulmetmez, insan kendi kendine zulmeder.” ayetinde yankılanan anımsatmanın gereğinin yerine getirilmesi de böyle bir uyanıklık ve cehit olsa gerek. “İçte pusu kurmuş nefsin kin ve hilesinden” kurtulmakla gelen “Akıl ve gönül işlevselliği” de(Bakara 179) bu olsa gerek… Ne mutlu bunu başarıp; “dost ile dost olup”, “Hakk’ın lütfuna gönül bağlamış” olanlara. Bizler için elbette ki bir ideal olan böyle bir temenni ile MESNEVİ’de nefsaniyet kavramı irdelememizi noktalayıp, başka bir temel kavrama geçiyoruz.
BÖLÜM IV
MESNEVİ’de
“Kalp ve Gönül” Kavramları
Bundan önceki bölümde irdelediğimiz nefsin iğvası ile toplumsal ve maddesel cazibe etkisinden kendilerini koruyabilmiş(“sakınanlar”) insanların belirgin özelliklerinden biri de “selim kalp” e sahip olmalarıdır. “Selim kalp” e sahip olmak, daha teknik ifadeyle, vicdan kanalının nefsanî tesirlerden arınmış olmasıdır. Bu, aynı zamanda “kalp temizliği” dir. “Kalp temizliği” nin ya da “selim kalp” e sahip olmanın sufice ifadesi “gönül ehli” olmaktır; yani “kalbin gönle dönüşmesi”. Birey/beşer ancak sakınma titizliği ve cehti içinde “gönül boşluğu” nda yükselebilir. Bu “yükseliş” doğru yolda olmaktır. İşte bu anlamda “gönül uluları” ancak ve elbette ki, Kur’an Vahyi’nin derinlerine daha çok nüfuz edebilir.
ALLAH’ın bizlere hitap şekillerinden biri olan Kur’an bizler için ne kadar önemli ise, o hitabı anlamak, hatta olabildiğince de derinlemesine anlamak o kadar önemlidir. Esasen Kur’an anlaşılsın, hatta derin anlamlarına nüfuz edilsin diye gönderilmiştir. Kur’an bilgisinin derinliği ve onun anlaşılması konusunda M. Celaleddin’in bizlere şöyle bir dikkat çekmesi olduğunu görüyoruz. M. Celaleddin’in bu ifadesi aslında “gönül ehli” insanlar içindir. ALLAH da, zaten; Kur’an’ın, “akıl-gönül sahipleri” ne yönelik bir hitap olduğunu bildiriyor. Evet, Kur’an tüm beşeriyet içindir ama onu en iyi değerlendirecek durumda olanlar akıl-gönül sahipleri ile âlimlerdir. Şimdi, M. Celaleddin’in; Kur’an’ın yüceliği ve mucizesi konusundaki hissiyatımızı bir kat daha arttırması olası ifadesini görelim:
“Kur’an’ın bir iç yüzü, bir de dış yüzü vardır.
İç yüzünün de yedi iç yüzüne dek iç yüzü vardır.
Bil ki, Kur’an kelamını bir dış anlamı vardır;
Dış anlamının altında da bir iç anlam vardır.
O için altında, üçüncü bir iç anlam vardır ki,
Onda tüm akıllar kaybolur.
Kur’an’ın dördüncü iç anlamıysa,
Benzersiz ve emsalsiz ALLAH’tan başka kimse göremedi.
Ey oğul, Sen Kur’an’dan dış anlamı görme!
Şeytan Âdemi topraktan başka bir şey görmez.
Kur’an’ın dışı, bir insanın şahsı gibidir;
Ama ruhu gizlidir, şekli görünür.”
Esasen beşeriyete rahmet ve insanlaşma yönünde bizlere eşsiz bir rehber olan Kur’an’ın söz konusu derinliklerine nüfuz için akıl-gönül sahibi olmanın önemini M. Celaleddin’in bu anımsatmasında gördükten sonra, bu bölümün ana teması olan gönül ve alp kavramlarını(elbette ki birbirine bağlantılı olarak) irdelemeyi sürdürüyoruz.
M. Celaleddin’in de dikkat çektiği bu öneminden dolayı “selim kalp” kavramında anlamını bulan “gönül” konusu Kur’an’da da yer yer ele alınmıştır. Kalbi, gönül haline getirmenin güzelliğini daha iyi anlamak için, günümüzdeki görünüme de bir göz atmakta yarar var. Maddenin cazibesi ve nefsin iğvası ile toplumsal/beşeri koşullandırmalara karşı sakınmak/korunmak bir yana; bu kaba etkilerin ve yozlaşmanın oyuncağı durumunda olan kendini bilmez “makine beşer” in kalp temizliğinden söz etmek olası değildir. Burada söz konusu olan, “gönül gözünün körleşmiş” olmasıdır. “Körleşmiş gönül gözü” ne sahip beşerin bağlantısı büyük ölçüde yere/toprağa(yer enerjisine) doğrudur. Bu yer enerjisi de, bedene kök ve karın şakralarından girer. Dünya beşeriyeti de büyük ölçüde dünyaya kök ve karın şakralarından bağlı enkarnasyonlardır. M. Celaleddin bu durumda olan beşeriyeti “dünya uyanıklığına rağbet edenler” şeklinde ifadeye koymuş.
Selim kalbe sahip olmanın gereği olan sakınma konusunda titizlik içinde bulunan bireyin gelişim düzeyi(Sadıklar Planı Tebliğleri’ndeki ifadesiyle)(39) “Öz idrakin, bağlı şuura giderek daha çok yansır hale gelmesi” tanımında anlamını bulan makbul durumdur. Esasen, genel anlamda beşeri tekâmülden de beklenen, bundan başkası değildir. “Öz idrakin, bağlı şuura(bedensel benin şuuruna) giderek daha çok yansır hale gelmesi”, yine Sadıklar Planı Tebliğlerindeki ifadesiyle “kuvvetlenmiş kullanma yeteneği” nin bir “ürperti” olarak insanda ortaya çıkmasını beraberinde getirir ki, bu da sakınanlara özgü bir durum olan(Bakara 45’teki ifadesiyle) “kalbin ürperti duyması” ndan başka bir şey olmasa gerek.
“Kalbin Ürperti duyması” nın başka türlü ifadesini MESNEVİ’nin bir dizesinde “Hakk için yanan gönül” olduğunu görüyoruz:
“Hakk için ağlayan göz ne güzel göz;
Hakk için yanan gönül ne güzel gönüldür.
Ağlamanın sonu gülmedir.
Nerede su olursa, orada yeşillik olur.
Gözyaşı, Hakk’ın rahmetine vesiledir.
Nemli gözle, bostan kuyusu gibi inle ki;
Can meydanın yeşersin, orada bahar olsun.”
Bu dizelerde gördüğümüz “ağlama” yı herhangi bir nedenle ya da dosta/sevgiliye hasret nedeniyle doğal bir tepki olarak alırsak; çekilen ıstırabın(sıkıntılı eprövlerini, nefsi eğitme cehtini vb.) sonunda(şaşmaz İlahi Adalet ve Sebep-Sonuç Yasası gereği) mutluluk/gülmek sembolizminde anlamını bulan makbul sonucun ortaya çıktığı ifade ediliyor. Yani, hiçbir şeyin karşılıksız, özellikle çekilen sıkıntıların(özellikle e maksatlı yani şuurlu olarak çekilen ıstırapların ve sergilenen tahammül gücünün) karşılıksız kalmayacağını MESNEVİ’de de görüyoruz. “Gönlün Hakk için yanması” aynı zamanda doğruluk, iyilik ve güzellikleri hedef kılma kararlılığının da ifadesi olarak alınabilir. İşte bu yolda, sakınma titizliği içinde “maksatlı ıstıraba katlanmak” yani, ne için ıstırap çektiğini bilmek ve doğru yolda kalma kararlılığını sürekli kılmak “Hakk için yanan gönlün” tavrı olmaktadır.
Bedenli halde çekilen ıstırapların nedeni, büyük ölçüde arınmamışlıktan kaynaklanan ve geçmişten getirdiğimiz negatif karmanın sonucu olan astral kirliliğimizdir. Astral kirliliğin giderilmesinin de sıkıntılı/ıstıraplı eprövlerden geçmekle olası olduğunu biliyoruz. Astral kirliliğe sahip olmak, “kirli ayna” sembolizmi ile ifade edilmiştir. Bu anlamda “aynamız”(M. Celaleddin’in ifadesiyle, “gönül aynamız”) ne kadar temiz olursa, yüksek benimizin ışığını o kadar güzel yansıtırız. Bunun başka türlü ifadesi de, bu anlamda “ayna” ne kadar temiz olursa, yüksek ben(“dost”) bedensel bede o kadar çok tecelli eder. M. Celaleddin, bu anlamdaki arınmışlığı yeterli düzeyde olmayan beşere, şiirsel bir ifadeyle şöyle sitem ediyor:
“Senin gönül aynan sırrını faş etmiyor.
Çünkü o, tozdan arınmış değil.”
Burada, elbetteki; astral kirlilik(“toz”) ve nefsaniyetten dolayı asıl kendimizden habersizlik de söz konusu. Belki daha teknik bir bakış açısıyla, bu dizelerdeki, “gönül aynasının tozlu oluşu” nu kalp çakrasının kapalılığı olarak da alabiliriz. Yani kalp henüz gönül niteliği/süptilitesi kazanmamış… Daha sufice bir ifadeyle belki, “Kalp, ALLAH’ın nuru ile aydınlanmadıkça, gönül haline dönüşmez.”. Kalbi, gönül kalitesine yükseltmek için onu, daha süptil(latif) tesirlerin enkarnasyonuna elverişli duruma getirmek gerek. Bu cümleden olmak üzere, M. Celaleddin MESNEVİ’sinin başka bir yerinde de, “Kalp, kirden ve süsten temizlenirse, Hakk güneşinin nuru orada parıldar.” diyor.
Kusurlarını kabullenip, onları yinelememe kararlılığı sergilemek, “Aklı ve gönlü işleyen”(Bakara 179) kâmil akıl sahibi erdemli kişinin harcıdır. Bu kararlılık içinde sergilenen her türden olumsuzluğa ve zorluğa rağmen dürüst kalma cehti içinde dökülen gözyaşlarını, “Tövbe edenin yüzünün suyu” olarak betimlemiş M. Celaleddin. M. Celaleddin’e göre bu aynı zamanda Adem Nebi’nin tavrıdır:
“Âdem’in gözyaşı günahlarından yıkadı.
Tövbe edenin yüzünün suyu taze gözyaşlarıdır.
Âdem yeryüzüne; ağlamak, inlemek ve
Mahzun olmak için geldi.
Âdem, cennetten suçunun bağışlanması için
Yere inmiştir. Eğer sende Âdem’in evladından isen,
Hakk’ı talepte ecdadını taklit et!
Gözyaşı ve gönül ateşi ile can ma’mur olur.”
Genel anlamda, tekâmül için maddesel ortamlarda, bizler için dünya ortamında tezahür edip, sayısız bedenli yaşamlarımızın bir tortusu olan karmik yüklerden kurtulup, hafifleyip “yükselmek ve yücelmek” gerek. Bu durum başka türlü ifadesiyle bedensel ben ile(asıl kendimiz olan) yüksek benimiz arasındaki potansiyel farkını giderek en aza indirmek. Bu da, dünya tekâmül okulunun eğitim şekli gereği büyük ölçüde ıstıraplı eprövler(yaşam sınavları) silsilesinden geçerek oluyor. Bundan amaç, olgunlaşmak/insanlaşmak, M. Celaleddin’in ifadesiyle “pişmek”, “hamlık” tan kurtulmak. Tasavvufta bu sürecin karşılığı, “ateşten geçmek” tir. “Cehennemden geçmeden cennete varılmaz…” bunun başka türlü ifadesidir.
“Ateşten geçmek” ya da “dünya zindanına/hapishanesine girmek” şeklinde sıkıntı/ıstırap çağrıştıran deyimlerle ifadeye konan bu durumları göze(Yunus Emre’nin ifadesiyle) alarak “Ete-kemiğe bürünüp” dünya ortamında tezahür ettik, bağlı olduğumuz ruhsal planların/planın birer uzantısı olarak. Bu durum “plandan/merkezden ayrılmışlık” tır. Bunun farkında olanın bu ayrılıktan üzüntü duyması ve ayrılıp geldiği titreşim düzeyinin(“dost”un) hasretiyle yanıp tutuşması doğaldır. Çünkü ruh varlığının maddeye bağlanıp, ömür dediğimiz çok kısa bir süre için bile sanki maddeleşmesi, nefsi aracılığıyla maddenin kahrını çekmesi, gerçekten büyük fedakârlıktır. Her enkarne varlık, ne kadar dar şuurlu olursa olsun, ayrılıp geldiği/tezahür uzantısı olduğu planının(vicdan kanalı aracılığıyla) cevherini taşır. Dolayısıyla her enkarne varlığın içinde bu yüksek titreşim bir gizli potansiyel olarak bulunur. İşte esas olan, kendini tanıma çerçevesinde, nefsi eğiterek, bu gizli potansiyeli bedende tecelli ettirmektir. Bunun için de, “pişip, hamlık” tan kurtulmak gerek diyor M. Celaleddin:
“Burada pişmiş gerek, ham gönül değil.
Çünkü sende varlıktan bir eser var.
Senin için ateşten daha iyi bir durak yoktur.
Nifak hamlığından kurtulması için hamın,
Ayrılık ateşinde yanması gerekir.”
Burada “ham gönül”, kalp çakrasının henüz açılmamış durumudur ya da daha önce de belirttiğimiz gibi; kalbin, henüz gönüle dönüşmemiş durumu. “Ayrılık” ise, plandan(“plane”) ayrılık… Söz konusu hamlığın dışa vurumlarından biri elbette ki “nifak” tır(geçimsizlik/bozgunculuk). “Gönlü ölü”(Mesnevi ifadesidir) olan beşerin belirgin kusurlarından biri olan nifak, bu öneminden dolayı Kur’an ayetlerinde de konu edilmiştir. Bozgunculuk yapanlar için Kur’an “beyinsizler” ifadesini de kullanmıştır: “…bozgunculuk yapan beyinsizlerin emirlerine itaat etmeyin!”- Şuara 142 + 152(40).
Sadece MESNEVİ dizelerine değil, Kur’an ayetlerine bile konu olmuş; çeşitli eylemler ve söz ile de yapılan bozgunculuk, elbette ki; “ham gönüllü olmak” tan ve daha yaygın ifadesiyle “kötü kalpli” olmaktan kaynaklanan ve elbette ki “dünya uyanıklığına rağbet eden”(MESNEVİ ifadesidir) “gönlü ölü” olanların eylemidir. Bu durumda olanlar, zekâlarını nefisleri/nefsaniyetleri yönünde kullanarak güzel güzel sözlerle sadece bozgunculuk yapmakla kalmayıp, dikkatsiz kimseleri kolayca kandırabilmektedirler. M. Celaleddin bu durumu şöyle anlatıyor:
“Her bir sözün güzelliğine aldanma;
Gözünü aç, onda çirkin bir anlam olabilir.
Kalbi kötü olanın sözleri de kötüdür.
Onun gönlü ölüdür.”
Sözün, yukarıdaki anlamda “güzel” nitelikli olması için, onun “sakinleştirilmiş bir zihin” in ürünü olması gerekir. “Sakinleştirilmiş zihin”, kaba nefsin(korkularından, endişelerinden/vesvesesinden ve dengesizliğinden) egemenliğinden kurtarılmış zihindir. Böyle bir zihne sahip insan kalbi büyük ölçüde “gönle dönüşmüş kalp” durumundadır. Bu insan, bu durumundan dolayı da yaşamı, “ibadet hali” içinde yaşar durumdadır; yani, çeşitli ibadet şekilleriyle hedeflenen amaca ulaşmış durumdadır. İbadet hali içinde yaşamaya çalışmak, yüksek benimiz aracılığıyla ALLAH’a teslimiyetimizin ve minnettarlığımızın uygulamaya dayalı(fiili) kanıtıdır. Bu durum aynı zamanda “gönül huzuru içinde olmanın” da işaretidir. Kalbini gönle dönüştürememiş birey, bu anlamda “gönül huzuru” içinde değildir. Gönül huzuru içinde olan insanın ibadeti de, her türlü gösterişten uzak, gizlilik içindedir. Esasen o insan gün boyu en doğal gizlilik içinde ibadet halinde yaşamaktadır. Birey, gönül huzuruna ve sakinleştirilmiş/susturulmuş bir zihne sahip değilse, iyi bir ibadet hali içine de giremez. M. Celaleddin’de, Hz. Muhammed’in bir hadisinden esinlenerek şunları söylüyor:
“O büyükler büyüğü(Hz. Muhammed) bak, bir sözüne ne der:
‘Gönül huzuru olmadıkça, namaz tam olmaz.’”
Ünlü ilahiyatçı Prof. Dr. Muhammed Hamidullah da, makbul bir ibadet halinin üç unsurundan birinin “kalbin huşu içinde olması” olduğunu ifade ediyor(41).
Prof. M. Hamidullah’ın ifadesiyle, “kalbin huşu içinde olması” nın Sadıklar Planı Tebliğleri’ndeki(Ruh ve Madde Yayınları) karşılığı “sürur”(içsel sevinç) dur. Derin sezgilerle deneyimlenen ve aydınlanmayla gelen bir sürur halidir bu. Sezginin, bağlı şuurda(bedensel bende) ortaya çıkmasıyla deneyimlenen ve elbette sözcüklere sığmayan bir mutluluk hali… Bu durum, aynı zamanda; bağlı şuurun,(vicdan kanalı aracılığıyla) yüksek bene(“dost” a) verdiği sinyallerin yerine ulaşmasının farkındalığından doğan bir içsel sevinç halidir. Kuşkusuz, böyle bir(parapsikolojideki ifadesiyle) “değiştirilmiş şuur hali” nin deneyimlenebilmesi; daha önceki yorumlarımızda değinip geçtiğimiz, kalp temizliğiyle gelen vicdan kanalının açıklığına bağlıdır.
Kalp temizliğiyle gelen vicdan kanalının açıklığına sahip insanlar için Kur’an “gönül ve akıl sahipleri” ifadesini kullanıyor(Ali İmran 7). Bu durumda olan, “dostun sırrına(ilhamına/sezgisine) açık” insanların arkadaşları ve yakınları da hemen hemen(Sempatizasyon Yasası Gereği) kendileri gibi, gönülleri temiz olan, gönül ehli insanlardır. Böyle değilse bile insanın böyle dostları arayıp bulmasında yarar var. Beşeri ilişkilerde arkadaşın ve arkadaşlığın önemini biliyoruz. M. Celaleddin de bir dizesinde bunu öğütlüyor:
“Gönül sana, gönül sahiplerinin semtini;
Ten ise, su ve çamur zindanını gösterir.
Kalp için, gönül sahibi arayıp bulmaya gayret et.
İkballi bir kişiden iklalin talibi ol.(42)
Ehl-i dilin eteğini sağlamca tut;
O kâmilin yüceliğinden sen de nasip al.”
Kalp, gönül kalitesine/düzeyine yükseltgenmiş ise, kaçınılmaz bir şekilde; kendi benzerine yönelecektir. Ama bunun tersi bir durum söz konusu ise yani kişi “beden olarak yaşıyor” ise, o kimse de kendi benzerine meyledecektir. Fizik/biyolojik bedenin hammaddeleri toprak olduğuna göre, kendinden habersiz beden olarak yaşayan biri de büyük oranda dünya maddesine ya da dünya maddesine benzer değerlere yönelik yaşayacaktır(“ dünya uyanıklığına rağbet edenler…”) . Bu gibiler elbette ki (M. Celaleddin’in ifadesiyle); “dost ile dostluk” kuracak durumda olmayan, yüksek benlerinden kopuk ve “gök sofrasından nasipsiz” kimselerdir. Bu durumu M. Celaleddin başka bir dizesinde de şöyle ifade etmiş: “İyilerin nasibi iyilerdir. Kötülere de kötüler yakın oldu.”
Birey kendini tanıma titizliği ve duyarlılığı içinde “gönül sahibi” ve “kâmil akıl” sahibi insanları arıyor, onlardan yararlanmaya çalışıyor olmalı. “Hakk için yanan gönül”e sahip olan insan aynı zamanda(birkaç paragraf yukarıda da belirttiğimiz gibi) söz güzelliğine sahip insandır. Çünkü bu gibiler nefsin egemenliğinden kurtulmuş duru ve sakin bir zihne sahiptirler; az konuşurlar ama çok şey söylerler. Hakk’ın lütfüne gönül bağlamış bu insanlara “Ehl-i dil” demiş M. Celaleddin. Bu erdemli insanların yakın çevresinde bulunmak ve onların, hemen hemen her zaman bilgi ve ibretlik yüklü sözlerinden yararlanmaya çalışmak, elbetteki kendini tanıma titizliği içinde şuurlanmaya ve insanlaşmaya çalışan akıllı insanın tavrıdır. “O kâmilin yüceliğinden sen de nasip al.” Diyor M. Celaleddin.
M. Celaleddin, başka bir dizesinde de bu “ehl-i dil” nitelikli insanlar için, “Tanrı erleri boş söz söylemezler!” diyor ve sürdürüyor: “Temiz kişilerin bedenleri de aynı can gibi saftır. Onların; nefisleri, suretleri ve sözleri de nişanı olmayan bir ruh olmuştur.”
MESNEVİ’nin, Kayser’in elçisi ile Halife Ömer karşılaşmasını içeren bölümünde “kalp-gönül” kavramlarının işlendiğini görüyoruz: “Elçi, ‘Halifenin köşkü nerededir?
Kaldığı yer hangi taraftadır?’ dedi.
Dediler ki, ‘Onun mülkü ve meskeni yoktur.
Ancak aydın can köşkü vardır.
Onun meşhur büyüklüğü adaletindendir.
Devlethanesi fakirlerinki gibidir.
Senin gönül gözünde kılın ıstırabı varken,
Onun köşkünü seyretmen olası mı?
Gönül gözünü önce kıldan temizle,
Sonra idrak gözüyle köşkünü görürsün…’”
Görüldüğü gibi, gönül ehli erdemli insanları görebilmek/anlayabilmek de, gönül ehli olmakla olası. Bu durum büyük ölçüde kalp temizliği ve kalp çakrasının açıklığı ile bağlantılı. Bunun tersi durumu, M. Celaleddin, “gönül gözünde kıl” ifadesiyle dizelerine almış. Kalp çakrasının atıl halde oluşu… Gönül temiz olmadıkça, gönül ehli insanları ne anlamak, ne de onlardan yararlanmak olasıdır. Çünkü bu iki tiplemeden birinin “gönlü ölü” durumdayken, ötekinin “gönlü Hakk için yanmakta” dır…
Gönül ehli insanlar için M. Celaleddin’in övgü ve bilgi dolu sözlerini MESNEVİ’nin başka dizelerinde de görüyoruz ve kalbin gönle dönüştürülmesinin önemini ve güzelliğini biraz daha anlıyoruz:
“Ancak onlar seçkin azizlerdir ki,
Nefesleri Sür’un sesine yakındır.
Gönülleri öyle bir gönül ki, kalpler ondan sarhoş;
Öyle bir yokluk ki, varlık onlara güzel.
Her fikir ve kehribarı(çekicisi)
İlhamın, vahyin ve sırrın kaynağı olanlardır.”
BÖLÜM V
MESNEVİ’de
“Akıl” Kavramı
Sözde akıllı varlıklar olarak akılsızlıktan kurtulup şuurlanmak ve insanlaşmak için bu dünya tekâmül okulunda bulunuyoruz. Eğer akılsız olmasaydık dünya insanlığı(daha doğru bir ifadeyle “beşeriyet”) olarak oturduğumuz dalı kesiyor olmazdık. Bugün dünya dediğimiz bu tekâmül okulu, beşeri akılsızlığın eseri olan çevre sorunlarıyla hemen hemen yaşanmaz hale gelmiştir. Daha önceki bölümlerde gördüğümüz nefsin güdümünde yaşıyor olmamızdan dolayı ıstıraplı eprövlere sürekli davetiye çıkarıyor durumdayız. Aynı nedenden dolayı içinde bulunduğumuz basiretsizliğinde sonucu ve ürünü olan “ruhsuz teknolojimiz” ile gezegeni patlatacak duruma gelmişiz. Sadece kutsal metinlerin değil, inisiyatik öğretilerin de erdemler yönünde yapmış olduğu uyarı ve anımsatmalara rağmen; hem bireysel, hem toplumsal düzeyde yüz kızartıcı kusurlar içindeyiz(hırsızlık, kaçakçılık, savaş, terör, uyuşturucu ticareti, insan hakları ihlali, sömürgecilik, Kutsal Kelam’ın siyasete ve ekonomik çıkarlara alet edilmesi vb.).
Akılsızlığın, bireyin başına açacağı musibetler “kâmil akıl(akl-ı küll) sahipleri”(yani gerçek anlamda “akıllı insanlar”) tarafından çok iyi bilindiği için, kadim zamanlardan günümüze kadar uyarılarını beşeriyetten esirgememişlerdir. Bu, “kâmil akıl sahipleri” nden biri de ebette ki yüce M. Celaleddin’dir. Bakın bir dizesinde bizleri nasıl uyarmış:
“…Belki konuyu genişletmek olasıdır.
Ama akıl ayağımın sürçmesinden korkuyorum.”
M. Celaleddin gibi bilge bir varlık akıl konusunda temkinli davranmayı yeğliyorsa, sıradan insanlar olan bizler daha da dikkatli olmalıyız. Ne kadar eğitilmiş olursa olsun, nefsi sıfırlamak söz konusu olmadığına göre, nefsin akla sinsice karışması her zaman olasıdır. Kaldı ki bizler yarı şuurlu ve bir bakıma(bu bölümün girişinde de belirttiğimiz gibi) aslında “akılsız” varlıklarız. Sadıklar Planı’ndaki ifadesiyle “inisiyasyonumuzun iğvası” nın kurbanı olma olasılığı her zaman geçerli. Evet, elimizdeki bilgiyi, içinde bulunduğumuz durumu, karşılaştığımız olayları derinlemesine(olabildiğince, küresel bir şekilde) irdelemeliyiz ama makul vicdan ölçülerinin de dışına çıkmamalıyız. Çünkü “kâmil akıl” sahibi değiliz. Bu bakımdan her konuda değilse bile, önemli konularda başkalarına danışmakta, görüş almakta ve “Her şeyin en doğrusunu ben bilirim…” hezeyanından ve enaniyetinden kurtulmakta yarar var(“Her şeyin en doğrusunu ALLAH’tan başka kimse bilemez!” gerçeğini akıldan çıkarmamak gerek…). M. Celaleddin bu konuda da bir çift laf etmiş ve diyor ki;
“Danışmak ileriyi görenlerin karıdır.
Akıl aklın sırdaşıdır; çünkü bu, Peygamberin sözüdür.
O, ‘danışılan kimse emin olmalıdır!’dedi.”
Yüksek benimizin külli aklı ile hareket eder durumda olmadığımıza göre, Peygamberin, Sadıklar Planı’nın ve M. Celaleddin’in öğüdüneuymak durumundayız. Peygamber’in öğüdündeki “emin kişiler” den öğüt almak, onlardan dostlar edinmek ya da daha özel ve inisiyatik anlamda kâmil mürşit edinmek bireye güvenli ve edepli bir gidiş sağlayacaktır. Burada mürşidin kâmil ve emin olması çok önemlidir. Çünkü tarihte(ve günümüzde de) pek çok sahte mürşit görülmüştür/görülmektedir. Bunlar Kur’an’da “şeytanın evliyası” olarak geçer(A’raf 27 + 30). Ne yazıktır ki, pek çok akılsız cahil bu gibi sahte mürşitler tarafından(Müslümanlıktan önceki zamanlardan beri) aldatılmış ve kullanılmıştır. Mürşit görünümündeki bu sapmışlar büyük ölçüde cahil kimselerin dini duygularını sömürerek ayakta ve hayatta kalmayı sürdürmüşlerdir. Bunları dost ve mürşit edinenler de elbette ki sonunda hüsrana uğramışlardır. Kur’an bu gibi aldatılmış akılsızlara “Arkadaşı şeytan olan(lar)” diyor(Nisa 38).
Görüldüğü gibi külli(kâmil) akıl yerine cüz’i akıl ile yaşamanın(ve daha da kötüsü, bunda ısrar etmenin ve bunu “akıllılık” saymanın faturası ağır oluyor. M. Celaleddin’in bu konudaki öğüdüne bakalım:
“Senin cüz’i acayip bir aklın var,
Cihanda kâmil akıl sahibini ara!
Cüz’i aklın, küll ile elbette ki küll olur.
Çünkü akl-ı küll, alçak nefsin boynuna geçirilen
Bir zincir gibidir.”
Özellikle bu ibret dolu dizelerin sonunda anlıyoruz ki; kâmil aklımız(yüksek benin aklı) bedene egemen olmadıkça, nefs tamamen kontrol altına alınmış olmuyor. Külli akıl, Gurdjieff öğretisinde “yüksek akıl merkezi” olarak geçer(bkz. İNSANIN GERÇEĞİ KENDİNİ BİLMEKİ, Ruh ve Madde Yayınları). Külli akıl(üst akıl merkezi) bedensel bene egemen olduğu zaman, nefs ona teslim oluyor. Bu güzel durum, beklide Muhammed Nebi’nin, “Ben şeytanımı/nefsimi Müslüman ettim.” Sözünde anlamını bulan ve bizler için elbette ki hedef ve ideal olan o makbul durumdur.
Derinliği olan, inisiyatik ve vahye dayalı bilgileri(doğruya en yakın şekilde)anlamak da külli akla sahip olmakla olasıdır. Çünkü Nebilerin ve bir bakıma da “Hakkın lütfüne gönül bağlamış, gök sofrasından nasipli” insanların aktardığı bilgiler “akıl üstü” niteliklidir. Burada “akıl üstü” derken, beşeri akıl üstünü kastediyoruz. Bu gibiler gibi insanlık ulularının aktardığı bilgiler akıl dışı değildir ama akıl üstüdür(43). Bu anlamda müteal(aşkın) bilgilere nüfuz etmek, idraklenme cehti içinde sakinleştirilmiş bir zihinle gelen sükût ve sükûnet hali içinde işletilen akıl ile olasıdır. Aksi taktirde beşeri akıl ile aşkın gerçeklere ulaşmak, bilgi ile derinlemesine haşır neşir olmak olası değildir. Bildiklerimiz, bilemediklerimizin yanında “devede kulak” denecek kadar azdır. Bizlerin, kendimizden bile haberimiz yokken, çok şey biliyoruz gibi tavırlanmak; beşeri bir enaniyet ve illüzyonel bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Sıradan beşer için birçok şey(kendi de dâhil) “gayb” durumndadır. Çünkü onun(kendini bilmez beşerin) “gözleri kör, kulakları sağır ve kalbi paslı/hastalıklı” dır(Kur’an). Kişi bu durumdan, idraklenme cehti içinde şuurlanarak kendini tanıma çerçevesinde nefsini eğittikçe kurtulur. Kişi bu anlamda “neftse fakirleştikçe” vicdanen ve şuursal olarak tedricen zenginleşir. Aynı zamanda, “insanlaşmak” demek olan bu güzel durum ortaya çıktıkça, birey için daha önceleri “gayb” olan birçok bilinmez, bilinir hale gelir. Bu bir aydınlanmadır; içten dışa doğru bir aydınlanma… Bu makbul durum, aynı zamanda; neftse fakirleşmeyle gelen bir zenginliktir. Bu konuda M. Celaleddin diyor ki;
“Akıl ile düşünce ile aşkın gerçeklere ulaşılmaz.
Kul için acz ve zayıflık gerek…”
Burada, “acizlik ve zayıflık” tan(yukarıda da belirttiğimiz gibi) neftse fakirleşmeyi, nefsin acizliğini ve zayıflığını anlıyoruz. Aksi takdirde, bunun tam tersi durum olan, “nefsanî başıboşluk ve azgınlık”, insanlaşma yolunda ve asıl “büyük cihad” olan kendini tanıma/bilme yolunda en büyük engeldir. İnsanlaşmak, akıllanmak ve Hakka yönelmek konusunda, her şeyden önce bu engeli ortadan kaldırmak gerek. Aksi takdirde,(M. Celaleddin’in ifadesiyle) “dünya uyanıklığına rağbet eden şeytan Âdemi” olmaktan kurtulamayız. Bu “şeytan Âdemi” dediği beşer tiplemesi için de,“topraktan başka bir şey görmez” diyor yüce M. Celaleddin.
Bu anlamda cahilin zulmünden değilse bile kandırmacalarından ve riyakârlığından korunmak zordur. Çünkü cahil ve sapmış birey riyakârlıkta ve bozgunculukta ustadır; merhametsizdir, hep alıcıdır, istismarcı ve tahakküm edicidir. Çünkü o, içindeki “şeytan” olan nefsinin güdümündedir. Nefsinin azgınlığını ve başıboşluğunu özgürlük ve güçlülük sanmak gibi bir illüzyonel yanılgı ve sapmışlık içindedir. Bu durumda olan bireyin edimlerini M. Celaleddin “hayvanlık” olarak ifadeye koymuş; MESNEVİ’den okuyoruz:
“Cahilin lütfü ve merhameti azdır.
Onların hayvanlıkları akıllarından üstündür.
Sevgi, merhamet insanlığın;
Hiddet ve açgözlülük ise hayvanlığın vasıflarıdır.”
Burada, “hayvanlığın akıldan üstün olması”; daha doğrusu “kendinden habersizlik” ten kaynaklanan beşeri perişanlığın bu şekilde ifadeye konmuş olması çok ilginçtir: Bu gerçek, tam anlamıyla; bu bölümün başında kullandığımız, “akılsızlık” sözcüğünde anlamını bulan güzel bir betimlemedir. Zaten yetersiz olan beşeri aklın(“alt akıl merkezi”nin) tamamen nefsin(yani içteki şeytanın) eline geçmiş olmasının bundan güzel ifadesi olamaz sanıyoruz. Bu durum hayvanlara özgü bir akıllılıktır ve hayvan için doğaldır ama bir sıfatı da “eşref-i mahlûkat” olan insan için elbette doğal olmayan, marazi bir durumdur. Bu durumda olan akılsızların ve bu akılsızlardan oluşan organizasyonların/yönetimlerin beşeriyetin başına ne belalar getirdiğini ve getirmekte olduğunu hepimiz biliyoruz.
MESNEVİ’den alıntıladığımız yukarıdaki dizelerin sonunda insanlaşmanın iki özelliğinden söz ediliyor: Merhamet ve sevgi. Bunarlın her ikisinin de ilahi isimlerden(Esma-ül Hüsna) olduğunu biliyoruz: ALLAH, “Rahim”(merhameti/şefkati sınırsız) ve “vedud” dur(sevginin kaynağı). Varlığı kendi suretinde yarattığını Kur’an’da söyleyen ALLAH, bizim giderek kendisine benzememizi, bunun için O’nun yolunda olmamızı(Ankebut 69) istiyor. Esasen ruh varlığı olan bizler için bundan güzel ve aşkın bir hedef ve davet olabilir mi! O halde, yapılacak şey; M. Celaleddin dizelerinde anlamını bulan “akılsızlık” tan kurtulup, insanlaşma cehti içinde ALLAH’a benzemeye çalışmaktır. Sufizm’de bunun karşılığı “Tanrı’nın boyasıyla boyanmak” tır. Seyr-i süluk halindeki müridin de hedefi budur.
Yukarıdan beri yer yer kullandığımız “akılsızlık”, beşeri(bedensel) aklın işlevsellik kazandırılmamış şeklidir. Akıl işlevsel değilse(işletilmiyorsa), pratik olarak yok sayılabilir. Çünkü işletilmeyen(işlevsellik kazanmamış) aklın, içsel gelişim ve insanlaşmak açısından bireye yararı yoktur. İşlevsel akla sahip olmak, alt akıl merkezinin(bedensel/hayvansal) aklın güdümünden kurtulmuşluğun işaretidir, bedenli haldeyken yüksek benin aklını(üst akıl merkezini) kullanmaya yönelik bir atılımdır. Aksi takdirde anlayışsızlık ve aymazlıkla gelen; zalimlik(Ahzab 72, Enbiya 46, Bakara 30), nankörlük(Şura 48, Adiyat 6, İbrahim 34), körlük(Enbiya 44, A’raf 179) ve azgınlık(Alak 6) kaçınılmaz olur. Bu durumlara düşmemek için ALLAH, Kur’an’ın birçok yerinde; “düşünmez misiniz, akletmez misiniz, görmez misiniz!” şeklinde uyarılarda bulunuyor(Yasin 68, Muhammed 24, Nur 61, Rum 8 + 9, Bakara 190, Haşr 21, Casiye 23, Kamer 15 + 17 +22 + 32 + 40, Rahman 51, Zümer 44, Enbiya 44 + 47). Tüm bunlara ek olarak Muhammed Nebi’de diyor ki; “ALLAH’ın nimetleri hakkında tefekküre dalın, fakat ALLAH’ın zatı hakkında fikir üretmeyin!”(Acluni, 1/311).
ALLAH’ın nimetleri de dâhil her şey ayet olduğuna göre elbette ki bunlar üzerinde(nimetler ve rızkımız öncelikli olmak üzere, her şey üzerinde) derin derin düşünüp şükretmekte yarar var. Zaten biraz düşünülürse, ardından şükür, kaçınılmaz olarak geliyor. Ama iyi şeyler düşünmek, nefsin egemenliğinden kurtarılmış, sakin bir zihinle olasıdır. Aksi takdirde nefs, kendi çıkarlarına, heva-hevesine yönelik olmayan şeyleri bireye düşündürmez. Bu durumda olmanın sakıncaları ve bireye getireceği yıkım ile bunun tersi olan “aklı işletebilmek” le gelen yararlar da Kur’an’da yer almış. Bu konudaki ayetleri(Hucurat 4, Maide 103, Ankebut 43, Mücadile 11, Furkan 44) incelediğimiz zaman görüyoruz ki; Peygamber’e yönelik saygısızlık da dâhil, kendini bilmezlikten kaynaklanan tüm beşeri zaaflar ve ilkellikler “akılsızlık”(yani aklı işletmemek, akletmemek) ile birlikte anılıyor. Hatta bu durumda olanlar için “hayvan” benzetmesi yapılıyor(Furkan 44). Ayrıca Ali İmran 7’de, “Gönül ve akıl sahiplerinden başkası gereğince düşünemez.” Dendiğini biliyoruz.
Elbette ki en ilkelinden en entelektüeline kadar herkesin aklı var ama akıl, içsel gelişim yönünde kullanılamayacak durumda ise, birey akıllı kabul edilmiyor. Çünkü öyle akıl hayvanda da var. Örneğin, tilki ve bazı maymun türleri oldukça akıllı(kurnaz) kabul edilir. Bu gibi “akılsızlar” için Kur’an’da “beyinsiz” sıfatı da kullanılmıştır(Bakara 142, Nisa 5, Cin 4, En’am 140, A’raf 66 + 67 + 155). Yine Kutsal Kelam’a göre bu “beyinsizler” in öteki iki adı da “arkadaşı şeytan olanlar”(Nisa 38) ve “rezil edici azap içinde olanlar” dır(Duhan 30). Bu durumda olan kimseler için, M. Celaleddin’in(yukarıda, en son alıntıladığımız dizelerinde); “Onların hayvanlıkları akıllarından üstündür” demesi hiç de abartı sayılmaz. Esasen, MESNEVİ’nin birçok dizesi Kur’an ayetlerine ve hadislere dayandırılmıştır ve MESNEVİ, Kutsal Kelam’ın anlaşılmasına yardımcı dev yapıtlardan biridir(44).
“Akılsızlık” tan kaynaklanan ve insan haklarını istismara yönelik kurnazlıkların kaynağını, M. Celaleddin “hileci akıl” olarak nitelemiştir. Günümüzde de bilinen nefsani çıkarlara(rant sağlamaya) ve sömürüye yönelik hile ve sahtecilik hem bireysel, hem de toplumsal(organize) düzeyde yaygın durumdadır. Yukarıdan beri irdelemeye ve anlamaya çalıştığımız “akılsızlık” tan başka bir şey olmayan bu durum MESNEVİ’ye şöyle yansımış:
“…bu akla ait bir konudur;
Hileci akıl, her zayıfa yol gösterici olamaz.”
“Akılsızlık” tan kaynaklanan “hileci aklın” rehberliği, kendisi gibi olanlardan başkasına(sempatizasyon yasası gereği) olamaz. Temelinde “akılsızlık” ve “sapmışlık”(Kur’an’a göre “beyinsizlik”) bulunan “hilekârlık” aynı zamanda(Kur’an’a göre) “körlük”(Bakara 183 + 184, En’am 104, Casiye 23, A’raf 179) olduğu için körün köre rehberliği, ikisinin birden uçuruma yuvarlanmasıyla sonuçlanacak bir talihsizliktir.
“Bu durumda akla sahip olmaktansa, ona sahip olmamak daha iyidir…” demiştik yukarıdaki paragraflardan birinde. Bu durumdaki akıl, daha doğrusu akılsızlık, nefsin/ “şeytanın” oyuncağı ve kölesi durumundaki “geveze zihin” tavrından başka bir şey değildir. Bu durumdaki zihin, akılsızlıktan akılsızlığa koşa koşa akıllanmak durumundadır ki bu da sürekli olarak ıstıraplı bir yaşam demektir. Çünkü böyle bir akıl, tekâmül etmek ve insanlaşmak/akıllanmak yolunda bireye “ayak bağı”dır. Bu gibiler, “rezil edici azap içindedirler”(Duhan 30). Bunlar, dış görünüş, beşeri ölçüler ve toplumsal statü olarak refah içinde olabilirler ama sürekli olarak kendi kendilerine telafisi çok zor negatif karma oluşturmakta olduklarından bile habersiz, bir gaflet ve dalalet içindedirler. Bu bakımdan, varlıksal açıdan, “rezil olmuş” durumdadırlar. Bireye “ayak bağı” olmuş akıl için M. Celaleddin, “yılan ve akrep” benzetmesi yapıyor:
“Akıl, kişiye ayak bağı olunca;
Onu akıl sanma, yılan ve akreptir.”
M. Celaleddin’in bu dizesiyle, MESNEVİ’de “akıl” kavramını irdelememizi noktalıyoruz ve yeni bir kavrama geçiyoruz.
BÖLÜM VI
MESNEVİ’de
“Realite” Kavramı
Değişik şuur düzeyindeki varlıklar maddesel ortamlara yayılmış durumdadır. Tüm tezahürat ortamı ruh varlığı için deney/uygulama ve deneyim ortamıdır. Bu uygulama ortamlarından(tekâmül okullarından) birisi de, üzerinde bulunduğumuz yerküredir. Yerküre üzerinde de, değişik şuur düzeylerinde(realitelerde) enkarne varlıklar bulunmaktadır.Bu varlıklar(dünya beşeriyeti), kendi yaşam planları ve içsel gelişim ihtiyaçlarıyla uyumlu realite basamaklarına dağılmış/kümelenmiş durumdadır. Ayrıca her bir realite basamağındaki varlıklar arasında ince realite farklılıkları bulunur. Başka türlü ifadesiyle her “basamak” da kendi içinde alt basamaklar içerir. Realiteler arası “basamaklanma”, aynı zamanda, realiteler arası hiyerarşinin ifadesidir. Beşeri
realiteler arası hiyerarşik yapılanma(ezoterik/inisiyatik öğretilerde), aşağıdan yukarı doğru; otomatizma, şeriat, duygu, sevgi vicdan ve vazife şeklinde ifade edilmiştir. Dünya tekâmül okulunun varlığa verebileceği içsel gelişim olanakları sınırlıdır. Bunlar, çeşitli realiteler halinde, varlık geliştikçe ortaya çıkar; daha doğrusu, varlık zaten var olanı algılar duruma gelir. Her varlık kendi realitesi içinde özgürdür ama bir üst realitenin himaye ve kontrolü altındadır. Bir üst reliteye bağlanmadan önce birey(içinde bulunduğu realitede olgunlaşma/ “pişme” adına), değişik yaşam sınavlarından(eprövlerden) geçer. Her realite basamağının bilgisi, o “basamağın” vicdan alt basamağında alınır. Bunu başaran varlık, artık bir üst realitenin liyakatini elde etmiştir. Bu liyakatini sonra bir üst realiteyi hak etmiş demektir. Bir realitede, bu anlamda tamamen “pişmedikçe”(yani o realitenin öz bilgisi, vicdan alt basamağında alınmadıkça), bir üst realiteye geçilmez. Çünkü eski realite bağlı kalındığı sürece, yeni bilginin/realitenin uygulaması yapılamaz(“Varlık - bilgi dengesizliği” ortaya çıkar). Daha ezoterik/inisiyatik ifadesiyle, “Eski realitede ölmeden, yeni realitede doğulmaz.” Dolayısıyla gerçek ölüm, “realitede ölmek” tir. Bu durum, “ölmeden ölmek” şeklinde de ifade edilmiştir. Biyolojik/klinik ölüm, gerçek ölüm değildir, sadece geçiştir. Varlık için, “yok olmak” anlamında ölüm yoktur, sürekli “doğumlar silsilesi” söz konusudur. Ruh varlığı bir kez maddesel/fizik ortama doğar, bir kez fizik ötesi ortama…
Realite değişmez; değişen, belli bir realitede bulunan varlığın şuurunun irdeleme ve inceleme becerisidir. “Benim realitem…” diye söze başladığımız zaman; kendi şuur içeriğimizi, yani bilgimizi kastediyoruz. Varlık, şuurunun irdeleme/inceleme becerisi arttıkça, içinde bulunduğu realitede(bir üst realiteye doğru) ilerler. Belli bir tekâmül ortamında, realiteden realiteye geçilerek gerçekleşen tekâmül gidişinin yönü, o tekâmül ortamının veritesine/hakikatine doğrudur(45).
Belli bir tekâmül ortamının(“vahidiyyet ummanı”- İbn ARABÎ) veritesine ulaşmış bir varlık “özel vazifeli” olarak, realiteler düzeyinde ilerlemeye çalışan varlıklara yardım için geri gelebilir. Realiteler düzeyindeki varlığa dıştan gelen bu yardım, ondaki kendi iç potansiyelini ortaya çıkarmasına yönelik bir rahmettir. Bu “geri geliş”, elbette ki tekâmülde gerilemek değildir. Esasen tekâmülde gerileme yoktur. Böyle yüce varlıklar(“arif” insanlar) “realite içinde olmalarına rağmen, veritenin huzurundadırlar”(Sadıklar Planı Tebliğleri, sayfa 186). Böyle bir yardım altında her varlık, ancak; realitesinin kendisine sağlamış olduğu kullanım gücü(tasarrufu) ya da tasavvuru ile belli bir bilgiyi irdeler.
Varlık ancak, “sadece içinde bulunduğu realitenin idrakine sahiptir”(Sadıklar Planı Tebliğleri, sayfa 204) ve bir üst realite onun için henüz “gayb” durumundadır. Varlığın bir üstü, yani onun idrakinin ulaşma cehti içinde bulunabildiği bir üst tesir mekânı henüz onun için “gayb” durumundadır. Varlık idraklenme cehtini sürekli kılabildiği ölçüde, bir üst realiteden tesir almaya başlar. Bir üst realiteden tesir almaya başlamakla; varlık, bir üst realiteye geçmiş sayılmaz. Bir üst realiteden gelen tesir, onun içinde bulunduğu realitenin hakkını vermesi, o realitede tamamen “pişmesi” için bir rahmettir(Sadıklar Planı Tebliğleri, sayfa 291). Varlık kendi realitesinin öz bilgisini(o realitenin vicdan alt basamağında) aldıktan sonra, bir üst realitenin tesirleri varlığın kendi iç mekânında daha çok yer bulmaya başlar. Demek ki, bir realitenin sonu ile bir sonraki realitenin başını, iki tespih tanesi gibi uç uca bitişik farz etmemiz doğru değildir.
Birbiri ardınca gelen iki realite arasında iç içe geçmiş ortak alanlar vardır. Her varlık, idraklenme cehti içinde, belli bir realitede doygunluğa ulaşıncaya kadar(bir üst realiteye tamamen layık hale gelinceye kadar) her türlü girişimde bulunmak özgürlüğüne de sahiptir. Bir realiteyi pekiştirmek ve o realiteyi tamamlamak için gereken her şey de, o realitenin icabıdır.
Realite kavramı konusunda bilgilerimizi böylece gözden geçirdikten sonra, M. Celaleddin’in MESNEVİ’sinde geçen realite kavramına bakabiliriz. Realiteden realiteye geçilerek sürüp giden tekâmül olgusu lineer(doğrusal) değil, kaotiktir. Birey belli bir realitede bulunurken sadece bir üst realitenin değil, bulunduğu ortamdaki tüm bireylerin realitelerinin etkisi altındadır. Çokluk ve çeşitlilik görünümündeki böyle bir ortam aslında bireye sınav ve sınanma bolluğu sağlaması bakımından bir rahmet zenginliğidir. Bunalıma ve teşevvüşe girmeden, herkesin kendi realitesinde pişmesinin esas olduğu bu durum devre sonlarında daha da çetin bir hal alır. Böyle bir ortamda her şeye rağmen realitenin gerektirdiği doğru yolda olma kararlılığını sergilemek; bireye içsel gelişim yönünde, artı puanlar kazandıracaktır/kazandırmaktadır. Herkesin, kendi realitesinin gereği olan bir uygulama içinde bulunması, herkesin en doğal hakkıdır. Bu nedenle karşılıklı saygı ve anlayışa hatta hoşgörüye dayalı ilişki ve iletişim örüntüsü içinde bulunmak, negatiften sakınmak, pozitife yönelik olmak durumundayız. Toplu halde yaşamanın ve yaşam kültürünün nimetlerinden yararlanmanın gereği; insan haklarına saygılı, özgürlüklere karşı hoşgörülü olmaktır. M. Celaleddin’in ifadesiyle “cennetliklerle cehennemlikler” in bir arada yaşadığı bu ortamda, çevremizdekilerin zaaflarından yararlanarak onları tahakküm altına almaya çalışmadan ve kendi çıkarlarımız yönünde onları sömürme eğilimine girmeden yaşamak erdemli olmanın gereğidir. M. Celaleddin diyor ki;
“Cehennem ehliyle cennetlikler bir dükkânda otururlar.
Aralarında bir engel vardır ki, birbirine karışmazlar.
Ateş ehli ile nur ehli karışmış gibidirler,
Ama aralarında Kaf Dağı vardır.”
Dünya beşeriyeti olarak elbette ki bir ortalamamız(ortalama gelişmişlik düzeyimiz) vardır ama aslında ufak tefek nüans farklarıyla dünya nüfusu kadar realitenin olduğunu söyleyebiliriz. İki birey birbirine ne kadar benzerse benzesin(ki bu benzeyiş zaten illüzyonel bir benzeyiştir…); varlıksal açıdan, ikisi arasında “Kaf Dağı” benzetmesi kadar farklılık vardır. Zaten bu durum, dünya okulundaki tekâmülü zorlaştıran nedenlerden biridir. Bu nedenle dünya, ezoterik ve inisiyatk öğretilerde, kadim Babil Kulesi halkına benzetile gelmiştir. Değişik titreşim düzeylerindeki/realitelerdeki kimseler bir arada bulunsa da(değişik yoğunluklardaki sıvılar gibi) aslında birbirine karışmazlar: görünüşte ve çoğunlukla nefsani çıkarlara dayalı yapay birlikler halinde bulunurlar ama gerçek anlamda birlik(entegrasyon) halinde değildirler. Mantal birliğe dayalı birlikler daha uzun ömürlüyken, ötekiler kısa ömürlü didişme ve çekişme ortamlarından başka bir şey değildir. Temelinde varlıksal ilkeler ve insani değerlere saygı bulunmayan birlik denemeleri, sadece kısa ömürlü olmakla kalmamış; bunlar, katılımcılarına/üyelerine telafisi zor karmalar da yüklemiştir. Kadim zamanlardaki mezhepler, tarikatlar, cemaatler ile günümüzdeki Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği bu konunun ibretlik örnekleridir. Tüm beşeri birlik denemeleri aslında, varlığın fıtratında bulunan “tevhit” hissiyatının ve varlıksal ilkelerden “Varlığın Birliği İlkesi”nin gereğidir. Enkarne varlık, derununda(içsel âleminde/meta biyolojik yanında) yaratılışından gelen bir şeyler hissediyor ama yeterli tekâmül düzeyinde olmadığı için kendince bir şeyler yapmaya çalışıyor. Genel görünüm büyük ölçüde(“alan tarama” da denilen) yatay tekâmül… Dikeye geçmek, idraklenme cehti içinde şuurlanmak ve insanlaşmakla olası.
Yukarıda sözünü ettiğimiz makbul durum, realiteden realiteye geçmekle olası; bu da, eski realitede ölmeye çalışmak ve hep “yeni” ye yönelik yaşamakla oluyor. “Ölmeden ölmek” şeklinde ifadeye konmuş bulunan bu durumu daha önceki paragraflarımızda açıklamıştık. M. Celaleddin bu durumu(MESNEVİ, Cilt 1, sayfa 467’de) güzel bir papağan öyküsü(“Ölmüş görünen papağanın öyküsü”) ile anlatmış. Beden “hapishanesi” nde esaretten kurtulmak için, eski realitede ölmenin gereği bu öyküde güzel bir şekilde işlenmiş. Yani, “kurtuluş” eski realitede ölmekle olası.
Bu durumun başka türlü ifadesi “hamlık” tan kurtulmaktır. Her realitede bulunan şahıs, bir üst realitedekilere göre “ham” dır. Bu durum aynı zamanda skalatik/ hiyerarşik bir durumun ifadesidir. Realitelerdeki hiyerarşik yapılanmayı sonraki paragraflarımıza bırakarak, bu anlamdaki “hamlık” durumunun MESNEVİ’de nasıl ifadeye konduğuna bakalım:
“Ham olan; hiç, pişmişin halinden anlar mı?
Bunun için sözü kısa kesmelidir vesselam…”
Gerçekten de, ne yaparsak yapalım, ne kadar güzel anlatmaya çalışırsak çalışalım; vermeye çalıştıklarımızın anlaşılması, karşımızdakilerin anlayış kapasitesi ile sınırlıdır. Bu nedenle, yeni olana; olumsuz eleştiri, red, alay hatta agresif tavırlanmalar normaldir. Enaniyet sahibi “ham” birey, her şeyi biliyor zannının verdiği illüzyonel yanılgı içinde kendi realitesinin üzerindeki gerçekleri kolay kolay kabullenemez, henüz yeni olanı kabullenecek olgunluk düzeyinde değildir. Bir gerçeği, hele yeni olan bir gerçeği kabullenip, onu anlayıp, uygulama ile özümlemek zordur/zahmetlidir; reddetmek, görmemezlikten gelmek, hatta alay konusu yapmak daha kolaydır.
Beşerin “hamlığı” ndan kaynaklanan bu durumundan dolayı, M. Celaleddin’in belirttiği gibi, “sözü kısa kesmek gerek”. Karşı taraf “yeni” ye karşı olalı değilse, hiç zorlamamak gerek. Esasen buna, “realiteye saygı”nın gereği olarak duyarlı olmalıyız. ALLAH’ın bize hitap şekillerinden biri olan Kur’anla gelen dinde bile zorlama olmadığına göre, sade haber vermekle, işaret etmekle yetinmeliyiz. Bununla birlikte, beşeri tarihe baktığımızda, birçok yeniliğin bağnazca boğulmuş, çoğunun da ertelenmiş olduğunu gördüğümüzde üzülmeden edemiyoruz. Beşerin bu “hamlığı” ndan kaynaklanan zaafından dolayı kadim zamanlardan günümüze kadar; anlayışlara anlayış katacak, şuursal gelişimimizin ivmesini artıracak birçok yenilik, devrim ve atılım çıktığı yerde bastırılmış ve pek çok insanlık ulusu bilge kişi(Giordane Bruno, Hallac-ı Mansur, İmam-ı Azam ve hatta pek çok Peygamber), “gerçeği örten inkârcılar”(Bakara 286) ile “batıla saplananlar”(Ankebut 48) tarafından katledilmişlerdi.
21. Y.Y.’ın sözde modern dünyasında da gerçekleri örtbas etme ya da saptırma(Kur’anca ifadesiyle “küfr”) illetinden tamamen kurtulmuş değiliz: Yasalarda haber alma özgürlüğü maddelerinin bulunmasına karşın, insanın gerçek doğası ve evrende zeki yaşamla ilgili gerçekler hala gizlenmekte ya da saptırılmaktadır. Bu, ne yazık ki böyle… Biz, M. Celaleddin’in dediği gibi bu konudaki sözümüzü kısa keselim ve yukarıda değinip geçtiğimiz “realiteler arası hiyerarşi” konusu MESNEVİ’de nasıl ifadeye konmuş, ona bakalım:
“Hakkın nurunda 70.000 perde vardır.
Onun ışığında, nur ve zulmet aydınlanır.
Veli de, ondan yanan bir kandildir.
Gerçi nur, o kandilden alınmıştır ama nurun içinde de kıyassız dereceler vardır.
Her perde bir kavmin makamıdır.
Orada cemaat ve imam saf saftır.
Son saftakiler gözlerinin zayıflığından, öndekilerin nuruna bakmaya dayanamaz.
İkinci saf da daha önceki safa, gözlerinin zayıflığından bakmaya dayanamaz.
İlk saftakilerin yaşamı olan aydınlık, şaşının can derdi ve felaketidir.
Yavaş yavaş şaşılık gider; o, 700 perdeden bakmaya başlar.”
Realiteler arası da dâhil tezahüratın(ALLAH’ın bilgisinin tecellisinin) her kademesinde skalatik bir yapılanma var. Görünen her şeyin görünmeyen bir yanı(idesi) ve her evrenin bir âlemi var(Sadıklar Planı Tebliğleri, celseler 40 ve 98). Her fizik ortamın bir fizik ötesi(spatyumu), her ruhsal planın bir üst planı(“plane” anlamında) var ve nihayet Rabb var, Rabbülâlemin var… Bu sonsuz skalatik yapılanma ve tekâmül gidişi içinde her varlığın(kendi şuurlanmışlık düzeyine göre) aydınlatacağı alan ve tesirlilik gücü başka başkadır. Yüce M. Celaleddin, söz konusu kademeleşmeyi niçin 70.000 ile sınırlamıştır bilinmez ama bu rakam bile bizler için sonsuzluğun/sınırsızlığın ifadesidir. Yaratılış nurunun(“merkez”den yayılan tesirin) kabalaşarak dışa doğru yayılışının ifadesini görüyoruz yukarıdaki alıntının ilk cümlesinde. Tezahüratın her bir birimi, söz konusu hiyerarşik yapılanma içinde hem etkileyen hem de etkilenen durumundadır. Bir tesirin(çıktığı enerji kaynağından) çevreye kabalaşarak yayılması onun(tesirin) uyum hareketidir. Bu şekilde “Yaratılış Nuru” dediğimi ALLAH’ın bilgisi(O’nun tecellisi) maddenin derinliklerine doğru nüfuz eder. Bu nüfuz edişim görevlisi ve maddeyi de geliştirmekten sorumlu olan ruh varlığının kendisidir. Bu durumda(ruh varlığı) enkarne durumda olan insan “ALLAH’ın halifesi” konumundadır(Bakara 30, Ahzab 72)(46).
Yukarıda alıntıladığımız dizelerde M. Celaleddin’in başka bir kozmik ve varlıksal bir gerçeğe değindiğini de görüyoruz: Herhangi bir realitede bulunan varlığın, bir üstün “aydınlığına”/ “aydınlatmasına”
dayanamaması. Karanlıklarda(titreşimi düşük/kaba tesirlerde) yaşamaya alışmış bir varlığın gözleri elbette ki aydınlığa dayanamaz; karanlıkların yaratığı olan yarasaların ışıktan kaçmaları gibi… Bu durumun deneysel ruhçulukta görülen örneği, trans durumunda derinleşen medyumun/süjenin, belli bir kademeden sonra içine girdiği ışıklı ortamı “dayanılmaz derecede aydınlık” olarak nitelemesidir. Bu durumun başka bir ifadesini de Sirius Tebliğleri külliyatında görmüştük: “Öyle süptil bedenler vardır ki, siz onları ‘ruh’ zannedersiniz…”.
BÖLÜM VII
MESNEVİ’de
“Tekâmül” Kavramı
Tüm inisiyatik öğretilerin ana temasının, tekâmül(içsel gelişim) konusunda, kendini tanımak isteyen beşere(müride) yardım olduğunu ve içinde bulunduğumuz(ve de tüm tezahürat ortamındaki) her şeyin tekâmül için birer araç olduğunu biliyoruz. Hatta tüm evrenlerin insan(ruh varlığı) için yaratılmış olduğunu Kur’an’dan öğreniyoruz. Gelişip, değişip, şuurlanarak tekâmül etmek de ruh varlığının evrenler boyu süren kozmik etkinliği.
Birçok temel kavramını bu dizimizde ele aldığımız MESNEVİ’nin tamamının doğrudan/dolaylı tekâmül olgusuyla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. MESNEVİ’de tekâmül kavramıyla ilgili birkaç dizeyi irdeleyerek yazımızı sürdürüyoruz. Tekâmülün tedrici gidişiyle ilgili gerçeği M. Celaleddin bir çift dizesinde şöyle ifadeye koymuş:
“Dama basamak basamak çıkırır.
Burada cebri olmak ancak sakınmamaktır.
Hakk’ın emrini kabul edici ol ki, öyle olasın.
Vuslatı ara ki, ona kavuşasın…”
Tekâmülün, realiteden realiteye geçilerek olduğunu, özellikle dünya tekâmül okulunda şuurlanarak insanlaşmanın çok çok zor olduğunu bundan önceki bölümde anlatmıştık. Evrensel Tedriç, ruhun uymak zorunda olduğu bir İlahi İrade Yasası’dır(Sünnetullah). Her şeyin tam zamanında olması, Tedriç Yasası gereği, Zaman Enerjisinin(Kronos Tanrı) olgunlaştırıcı etkisinin işleyişidir söz konusu olan… Tüm değişimler, Zaman Enerjisinin olgunlaştırıcı etkisi altında tedricen oluyor; 6-7000 yıllık koskoca bir devreyi, Zaman Enerjisi’nin olgunlaştırıcı etkisi altında tamamlamak üzereyiz.
Tüm bunlara rağmen, bu tedrici gidişi, idraklenme cehtini sürekli kılarak hızlandırmak varlığın elinde… Tekâmül, varlık şuurlandıkça ivme ve kapsam kazanan bir olgu. Tekâmülümüzü hızlandırmak olduğu gibi, yavaşlatıp(yatay tekâmüle geçip) maddeleşme özgürlüğümüz de var. Daha mistik bir ifadeyle; cennete girme özgürlüğümüz olduğu gibi, cehennemde kalma(ya da cehennem halini yeğleme) özgürlüğümüz de var. Tekâmül ederek insanlaşmanın yolları, Kutsal metinlerde ve MESNEVİ gibi inisiyatik öğretilerde apaçık belirtildiği gibi, insanlaşarak tekâmül etmenin, önündeki engellerde apaçık gösterilmiştir, devre boyunca… Ama öyle görünüyor ki bu devrenin kadrosu olan dünya beşeriyeti tekâmül ederek yeni devreye aday olma ödevini herhalde büyük ölçüde savsaklamış, hatta ihmal etmiş ki, günümüzde(21. Y.Y. dünyası olarak) hala pek çok insanlık dışı uygulama ve içler acısı bir görünümle karşı karşıyayız. Devre boyunca sahip olduğumuz/beyan ettiğimiz isteklerimizin/arzularımızın perişan manzarası olan bu durum ne yazık ki(bir yığın çevre sorunuyla) gezegenimizi yok etmenin eşiğine getirmiştir. Bu durumda “Yeni İnsanlık” besbelli ki şimdiki dünya nüfusuna göre çok az sayıdaki insandan oluşacak…
Kendini bilmez beşerin, “akılsızlığından” kaynaklanan bu durum, elbette ki; tüm uyarı ve anımsatmalara rağmen,(Yukarıdaki dizelerde de dile getirilen) beşerin, “sakınma” titizliği içinde yaşamayı(yani “insanca” yaşamayı) bir türlü becerememiş olmasından kaynaklanıyor. “Sakınma” kavramıyla ilgili Kur’an’da pek çok ayetin bulunduğunu bundan önceki bölümlerde de, MESNEVİ dizeleriyle bağlantılandırarak vermiştik.
“Sakınma” konusunda beceriksizlik/aymazlık ve umursamazlık, teslimiyet zaafıyla da ilgilidir. Teslimiyet(yukarıdaki dizelerdeki ifadesiyle) “Hakk’ın emrini kabul edici olmak” ile yakından ilişkilidir. Hakk’a teslim olmak yerine, beden/nefs aracılığıyla dünyaya teslim olmanın talihsizliğini dünya beşeriyeti olarak yaşıyoruz. Bu durum elbette ki(Sebep-Sonuç Yasası gereği) geçmişteki yapıp ettiklerimizin kaçınılmaz sonucudur. Başka bir deyiş ile kendi kendimize yaptığımız bir zulümdür. Yazı akışımızın bu noktasında “ALLAH zulmetmez, insan kendi kendine zulmeder…” mealindeki âyeti anımsamamak elde mi(Nahl 118, Ali İmran 108 + 117, Hud 101, Gafir 31, Enfal 51, Fusilet 46, Tur 18, Enbiya 44 + 47, Bakara 143).
Yukarıda ele aldığımız dizelerin sonunda görülen “vuslat”, “sevgiliye/dosta kavuşma” anlamında bir sözcük. Enkarne durumda olan bir varlığın asıl ve gerçek sevgilisinin “dost” sözcüğünde anlamını bulan yüksek beni(asıl kendisi, fizik/biyolojik bedenin idesi) olduğunu bu dizimizin ilk bölümünde ele almış ve MESNEVİ’den örnekler alıntılamıştık. M. Celaleddin’in öğüdü gereği “dosta kavuşmayı”; bireyin, onu aramak şöyle dursun, düşünmesi için, önce böyle bir gerçek dostu/sevgilisi olduğunu bilmesi gerekir. Yani kendinden, asıl benliğinden haberi olması gerekir. Başka türlü ifadesiyle, kendisinin esasen bir ruh varlığı olduğunu, onun bir tezahür uzantısı olduğunu ve ondan dolayı var olduğunu bilmesi gerekir. Bunu bilmeyen “kendini bilmez” beşerin, dünyada gelip geçici uyduruk sevgililer peşinde olması son derece doğaldır.
Kendini bilmezlikten kaynaklanan bu “şuursuzluğun” ve aymazlığın sonuçları o kadar berbat ki, insanın, “keşke tekâmül ve şuurlanma konusunda zorlama(dizelerdeki ifadesiyle “cebr”) olsaydı da biz bu hallere düşmeseydik…” diyesi geliyor. Ama ALLAH Yasaları gereği zulüm olmadığı gibi, zorlama bile yok. Ayet ayet söylenmiş; “Dinde zorlama yok.” Bu da yetmemiş, “Bu sadece bir öğüttür” denmiş(Kamer 40). Zorlama, tahakküm ve hatta sömürmek “sakınmayanlar” a özgü bir sapmışlıktan başka nedir ki: “Cebri olmak ancak sakınmamaktır.” Diyor M. Celaleddin.
Tekâmül etmemek diye bir şey yok bu varlıksal kaderimiz ama tekâmül yolunda ilerleme şeklimiz, bizlerin ihtiyacına bırakılmış. Seçme özgürlüğümüz var, irademiz var. Dolayısıyla tekâmül gidişimizi zorlaştırmak bizim elimizde ama biz genellikle dar şuurlu oluşumuzdan dolayı bu gidişi zorlaştırıyor ve ıstıraplı hale getiriyoruz. Tekâmül gidişinin ıstıraplı hale gelmemesi için, tekâmül yolunun sossuz sonunda olan yüce makam tüm kolaylıkları göstermiş, tüm tehlikeleri işaretlemiş. Özellikle gidişi zor yollarda, dağa tırmanışlarda ve hatta peygamberlerin elinde bir değnek(asa) vardır. Bizlerin de, ruh varlıkları olarak tekâmül yolundaki değneğimiz(M. Celaleddin’e göre) bedenimizdir. Evet, biz beden değiliz; esasen, beden aracını(“değneğini”) kullanarak gelişmeye(özümüzdeki bilginin uygulamasını yapmaya, bu şekilde şurlanmaya) çalışan ruh varlıklarıyız. Ama bu beden değneğinin birçok zaafları/eksiklikleri var. Bedeni eğitmekten de biz sorumluyuz. Beden değneği ne kadar düzgün ve sağlam(“sağlıklı”) olursa, bizim işimize o kadar çok yarıyor. Beden değneğinin fizyolojik zayıflıklarının yanı sıra, psikolojik zayıflık ve zaafları da var; kin, nefret, kıskançlık, çeşitli duygusallıklar, özdeşleşmeler, rahata/ tembelliğe düşkünlük vb. Bu durumda olan beşerin, mecazi anlamda “kör, sağır, dilsiz” olduğunu Kur’an da söylüyor: A’raf 179, Casiye 23, En’am 104, Bakara 183 + 184. M. Celaleddin de diyor ki;
“Mademki o değnek savaş ve kin aletidir; ey kör, onu kır!
Tanrı o değneği size ihsan etti de, yol buldunuz.
Sonra da onu bağışlayana asi oldunuz…”
Genel tekâmül düzeyimize ve şuur içeriğimize uygun bir tekâmül aracı olan beden(“değnek”) ile bu tekâmül ortamında bulunuyoruz. Yukarıda kısaca değindiğimiz beşeri zaaflarımızı giderme adına, bu yolda deneme yanılma uygulamaları içinde düşe kalka ilerlemeye çalışıyoruz. Beden değneğimiz henüz “kin ve savaş aleti” durumunda. Beşeri tarih boyunca sergilediğimiz ve halen de sergilemekte olduğumuz savaşlar ve terörün nedeni bu bedensel benin(yani beşerin) henüz insanlaşmamış/uygarlaşmamış olduğunun kanıtı… M. Celaleddin’in “onu kır!” demesinden, “onu(bedeni) öldür” anlamını çıkarmıyoruz. “Onu kır!” demek, bedeni, “kin ve savaş aleti” olmaktan kurtar, değiştir, onu değişime uğrat, onu asıl sahibi ile(“dost” ile) “dost kıl” olabilir.
Tüm öteki içsel gelişim olanakları ve araçları(“nimetler”) gibi, bedenimiz de bize “ihsan edilmiş” bir gelişim aracı. Şimdi içinde bulunduğumuz şuursal düzeye, tekrar tekrar doğuşlar boyunca edindiğimiz bedenler ile geldik. Bitki, hayvan âlemlerini geçerek insan âlemine geldik ve şimdi insanlık âleminin beşer düzeyindeyiz. Beşer düzeyinden insan-ı kâmil düzeyine çıkmaya çalışıyoruz ama henüz içimizdeki potansiyel yüceliğin farkında olmadığımız için(çünkü kendimizden habersiziz), cahillikten kaynaklanan cüretkârlık ve asilik içine de girebiliyoruz. İnsanlık âleminde bulunmanın gereği olan görgü kurallarını henüz öğrenmiş değiliz. zaman zaman edepsizlik, nankörlük ve riyakarlık düzeyine varan bu görgüsüzlük içinde, bizlere “insanlaşma” yönünde yardımcı olan Yüce Sistem’e asi duruma düşebiliyoruz. M. Celaleddin’in dizelerine de yansımış bu durumu Kur’an ayetlerinde de görüyoruz(47).
Genel görünümü bu olan beşer(o kendisini, gururlu kimselere özgü bir enaniyet içinde bir yerlere koysa da) aslında sürekli gözetime ve rehberliğe muhtaçtır. Beşerin(şuursal anlamda) “kapalılığından” dolayı, görünmeyen yanından gelen rehberliği alacak durumda olmadığı için, üç boyutlu ortamdan da rehbere/mürşide ihtiyacı vardır. M. Celaleddin de bunu söylüyor MESNEVİ’de:
“Ey körler! Çareniz, aranıza bir gören kimseyi almaktır.”
Burada “gören kimse”; “kör” durumda olan kendinden habersizlere(nefsinin zulmünden kurtulamamış olanlara) rehberlik edecek kadar aydınlanmış, kendine gelmiş, bir bakıma “körlükten kurtulmuş” kâmil akıl sahibi mürşittir. Bu anlamda mürşit seçiminde de titiz ve dikkatli davranmak gerektiğini bir kez daha anımsıyoruz. Çünkü mürşit görünümünde ve iddiasında olan pek çok “şeytan evliyası” beşeri tarih boyunca birçok kimseyi kandırmış, istismar etmiş, çıkmaz sokaklarda perişan olmalarına neden olmuştur. Kur’an’ın bu konuda uyarı ve dikkat çekmesi için bkz. A’raf 27 + 30.
Tekâmül yolunda güvenli bir gidiş için, kendini bilmez beşerin, bedenli bir rehbere(veli/mürşit/öğretmen) olan gereksiniminden dolayı; inisiyatik gelenekte, tarikatlarda; okul çalışmalarına ve mürşit-mürit ilişkisine önem verilmiştir(48). M. Celaleddin de, bedenli rehberin gereğine inananlardandır; MESNEVİ’de şöyle diyor:
“Sen yürü, bir ‘aklının” gölgesinde yer edin.
Gizli düşmandan en iyi sığınak orasıdır.
Yoldakileri geçmenin yolu da budur.
Bir pir eline geçince, teslim ol.
Musa gibi, Hızır’ın hükmüne gir.
Hızır’ın yaptıklarına sabır ile uy ki,
‘İşte ayrılık geldi…’ sözü olmasın.
Gemiyi kırarsa, sesini çıkarma;
Çocuğu öldürürse, saçını başını yolma!
Hızır’ın eli Hakk’ın emrindeydi…”
Elimizi Hakk’ın kullanımına layık hale getirene kadar; yani Hızır gibi olana kadar, iyi bir mürşidin(“akıllı” nın) yanında “Hakk için yanan gönüllerden” olana kadar iyice “pişmek” gerek. Yukarıdaki dizelerde “gizli düşman”, maddenin cazibesi, beşeri koşullandırmalar ve nefsin sinsiliğinin genel ifadesidir. Bu “gizli düşman” ın, beşeri nefsin simgesi şeytan olduğunu, daha önce de belirtmiştik. Mürşit-mürit ilişkisini sağlıksız, hatta zararlı hale getiren başka bir durum da, mürşide biat ile gelen “ilahlaştırma” illetidir. Gerçi iyi bir mürşit(Rahman’ın velisi) buna izin vermez ama tarikat ve mezhepler tarihinde, bu kusurlar ve sapmışlıklar hep işlenmiştir. Bu durum, bir ormanda kurttan kaçarken; bilmeden, ayı inine sığınmak gibi bir talihsizliğe benzer…
Tekâmülden amaç, Yukarı’nın(Planımız, Yüksek Benimiz aracılığıyla) işe yarar elemanı(“ eli-ayağı, gözü-kulağı”) olmak. Yüksek benimiz aracılığıyla sonsuz yüceliklerinin iradesini(İlahi Muradı), bedende ve enkarnasyon ortamımızda ne kadar çok tezahür ettirebiliyorsak o kadar “iyi kul”uz demektir. Burada “kul” sözcüğü(daha doğrusu Kur’andaki “kul” sözcüğü) beşeri anlayıştaki “kölelik” değildir. Yaratılıştan, bizlere seçme özgürlüğü verilmiş ise ve buna bağlı olarak irademizi kullanmak hakkımız varsa, kölelik anlamında kulluk söz konusu değildir.
Toplumdaki kulluk/kölelik anlayışı ile Kur’an’a göre kulluk/kölelik aynı değil, farklıdır: Kur’an’da “insana kölelik” ile “ALLAH’a kulluk” için aynı kök(a.b.d) kullanılmasına karşın, bunlar birbirinin aynısı değildir. “İnsana kölelik” kastedildiğinde, “memlük”(başkasının mülkü) sözcüğü ile sıfatlanmıştır. Oysaki Kur’an’da, “ALLAH’a kulluk” böyle bir nitelik ve anlam taşımaz. “ALLAH’a kulluk” ta, bireyin iradesi ve tasarruf(kullanım) gücü kendi elindedir, seçme özgürlüğünü kullanma hakkına sahiptir. Yani “ALLAH’a kulluk” ta, kişi bir “memlük” değil, bir yardımcı olarak görülmüştür. ALLAH, insana; kendisinin “yardımcısı” sıfatını vermekte ve insanı kendisine yardım etmeye çağırmaktadır. Dolayısıyla, “ALLAH’a kulluk” ta kölelik anlamı yoktur. “ALLAH’a kulluk” ta, özgür ve yaratıcı bir benlik söz konusudur. ALLAH, bir bakıma; bizlerin kendisine giderek daha iyi yardımcılar olmamızı istiyor ve bunun yollarını ayet ayet anlatmış bulunuyor. Bu duruma göre, varlıkların(özellikle zeki varlıkların) ALLAH’a karşı kulluk borçları; O’nun işe yarar yardımcıları olmak için, O’nun öğretisi(Kutsal Kelam) doğrultusunda şuurlanmaktır. Bize, O’nun gösterdiği bu hedef doğrultusunda ilerlerken, “O’nun ipi” ni, O’nun bu lütfü/rahmetini yine O’nun iradesi yönünde kullanmak, herhalde, ahlaksal olgunluğun ufkuna yükselişin de ifadesi olsa gerek… Bu gereklilik doğrultusunda, “ALLAH’a kulluk etmek”; elbette ki sürekli şükür hali içinde olmaya değer, varlıksal bir sorumluluktur(“Kulluk” konusunda ayrıca bkz. Nisa 172).
Yukarıdaki paragrafta “iyi kul” olmak durumunun MESNEVİ’de “doğru olmak” şeklinde ifade edildiğini görüyoruz. M. Celaleddin’in dizelerini birlikte okuyalım:
“Yay’a, ‘doğru ok’ olma gerek.
Eğri ok, kuşkusuz, yol almaz.
Ok gibi doğru ol da; yay, seni menzile ulaştırsın.”
Burada “yay”dan, varlığın mensubu olduğu(Yüksek beni aracılığıyla bağlı bulunduğu) Ruhsal plan ve sonsuz yücelikler; dünyasal bir benzetme ile devasa buzulun, su altındaki görünmeyen yanı… Bu devasa sistemin bireye yardım edebilmesi ve onun yardımından yararlanması için onun “düzgün bir ok” gibi olması gerek. Burada “düzgün ok” simgesinden de bedensel benin, yüksek bene teslimiyetinin kalitesini/safiyetini anlıyoruz. Sonsuz yüceliklerin tezahür uzantısı olan bedensel ben(yukarıdaki paragrafta anlatmaya çalıştığımız anlamda) ne kadar arınmış ve saf olursa(“düzgün ok” durumu…), o derece de “dost ile dost olmuş” demektir. Böyle bir dostluk da, elbette ki, İlahi Murat yönünde çok iş yapılır; Veli(en güvenilir dost) ve Mevla(destek veren) ALLAH, bizden bu konuda kendisine yardımcı olmamızı istiyor. Tüm Kutsal Kelam, ayet ayet bu duruma yükselmenin öğütleriyle dolu… ALLAH’ın bizlere hitap şekillerinden biri olan Kur’an’ı anlayarak ve anlamak amacıyla okumak gerek. Bu kutsal hitaptan nemalanmak ve bilgilenmek herkesin hakkıdır. ALLAH bizden bilgili olmamızı, bilgi uygulaması içinde şuurlanmamızı istiyor. MESNEVİ bilgi kavramı üzerinde en çok duran kitaplardan biridir. Bundan sonraki bölümde; bilgili irdelemenin ve uygulamanın önemi, üç temel kitabın(İnsan + Evren + Kur’an kitaplarının) okunması, caliliğin ve bilgisi gizlemenin/saptırmanın sakıncaları gibi konular ele alınacaktır.
BÖLÜM VIII
MESNEVİ’de
“Bilgi” Kavramı
Her şey ALLAH’ın bilgisinin tezahürü ve tüm tezahürat ortamı sonsuz sınırsız bir bilgi külliyatı. Dünya beşeri olan bizler için, bu dev bilgi külliyatını belki üç ana ciltte toplayabiliriz:
1- Ruh varlığı olarak kendimizle ilgili bilgiler,
2- Evrenle ilgili bilgiler,
3- Kur’an’la gelen bilgiler.
Aslında varlığın bilgi ile haşır neşir olması, onun evrenler ve enkarnasyonlar boyu kozmik görevi. Çünkü tekâmül etmemek ve şuurlanmamak söz konusu olmadığına göre, bilgi ile uğraşmamak da söz konusu değildir. Şimdi biz kendimize bakalım. Bu üç büyük ve temel kitaptan hangisiyle işe başlayacağız? Elbette ki kendimizle ilgili kitaptan. Önce, kendi kendimizi okumak ve öğrenmek durumundayız. İnsanın kendi kendisi hakkındaki cahilliği kadar kötü bir şey yok. Kendinden habersiz beşerin ne olmadık kusurlar sergilediğini, tüm devre boyunca gördük.
Dünya beşer tarihi, yokluğa ve tükenişe teslim olmuş kendini bilmez cahillerin riyakârlıklarıyla doludur. Bu gibiler, kendilerinden habersiz, beden olarak yaşadıkları için, hep görünenle yetinirler ve dünyayı yeğlerler. Oysaki arif insan görünenle(bedeni ve dünya) ile yetinmez; bunların ötesindeki gerçeklere doğru(görünenin de aslı esası olan) görünmeyene doğru şuur yayılımı halindedir. M. Celaleddin bu durumu dizelerine şöyle yansıtmış:
“Nebiler ahreti, cahiller dünyayı tercih eder.
Her kuş kendi cinsine meyleder,
Hemcinsleriyle uçup dolaşır.”
Burada, “ahiret” dünyanın görünmeyen(beş duyuyla algılanmayan) yanı; bir bakıma fizik dünyanın idesi, aslı ve esası… Varlık, sempatizasyon yasası gereği, titreşim olarak nereyle, neyle ve kimle uyumlanabiliyorsa, oranın malıdır/onun dostudur. Bu nedenle, kendini bilmez cahilin dünya uyanıklığı içinde ve hatta dünya gibi olması çok doğaldır.
Bilinen tüm kötülükler, bilginin cehalete, gerçeğin yalana yenik düşmesi sonucu doğmuştur. Çünkü, beşeri toplumsal yaşamda, riya ve menfaat(çıkar/rant) saltanatın en emin dayanağı cehalet ve aldatmalardır. Günümüzde, üç temel kitaptan biri olduğunu söylediğimiz Kutsal Kelam’ı; ego ve klik sadizmlerini tatmin için, araç olarak kullanan sömürü dinciliğine bulaşmış cahiller, içlerindeki şeytanın güdümünde beşeriyetin yüz karası eylemlerini sürdürmektedirler.
Konu bilgi olunca, bilgisizlik ve bilgisizlikten(cahillikten) kaynaklanan kötülüklerden ve olmaması gerekenlerden(günahlardan) söz etmeden geçmek olası değil elbet… Çünkü onların neden olduğu olumsuzluklardan herkes etkileniyor. Örneğin, bugün içinde bulunduğumuz çevresel/ekolojik olumsuzluklar: Kendini bilmezlikle gelen ve cahillikten kaynaklanan firavunlaşmış sanayi cellatlarının elinde, çevre sorunlarından geçilmez oldu. Bu durum, kendini bilmeyen beşerin egosunun ve sefil çıkar hesaplarının kaçınılmaz sonucudur. Bunun ekonomiye ve politikaya yansıması da, ayrıca dev beşeri sorunlarımızdan oluyor… Şirke yenik düşmüş cahil cüretkârların örfçü-hurafeci dinciliği de ayrı bir konu… Tüm bunlar, yani geçmiş istek ve arzularımızın perişan manzarası; insan görünümünde ama beden olarak yaşayan kendini bilmez cahillerin eseridir. Bu durum, MESNEVİ’nin bir dizesine şöyle yansımış:
“Tenini besleyen kimse, düşmanını başkası sanan nefis sahibine benzer…”
Burada “teni besleyen kimse”; bedeni için, beden olarak yaşayan, kendinin cahili beşer tiplemesidir. Bunlar, “yaşamak(ve insanlaşmak) için yiyenler” değil, “yemek için yaşayanlar” grubundandır. “Beden olarak yaşamak”, nefis için yaşamaktır; yani, nefsin(içteki şeytanın) güdümünde yaşamak. Beden(biyolojik yanımız) için M. Celaleddin “kemikle dolu ten” ifadesini de kullanmıştır(Cilt 2, Sayfa 111- MESNEVİ-İ ŞERİF, MEB Yayınları).
Kendinin cahili, dolayısıyla basiretsiz ve sığ kafalı yöneticiler devre boyunca halkın bilgisizliğini ve duygusallığını sömürerek iktidarda kalma talihsizliğinden kurtulamamışlardır. Bilgi, bilinç ve düşünce düşmanlığı içinde, toplumları da cahil bırakarak, sürüleştirmek bunların işi olmuştur. Yobazlık ve irtica, bu sapmış zihniyetin temsilcilerinin eseridir. Bu büyük beşeri kusurlar; egonun, aklın önüne geçmesinin(ya da başka türlü ifadesiyle; aklın, egonun egemenliğine girmesinin) kaçınılmaz sonucudur. MESNEVİ’ye bu durum şöyle yansımış:
“Peygamber demiş ki, ‘Kadınlar, arif olan kimselere galiptir.
Cahile ise kadın mağluptur.’
Cahilin lütfü ve merhameti azdır;
Onların hayvanlıkları akıllarından üstündür.”
Evet, “Dost acı söyler.” Demişler, doğrudur; çünkü dostta riyakârlık yoktur, apaçık, gerçeği olduğu gibi ortaya koyar o… Bize “acı” gelmesinin nedeni, egomuzu acıtmasındandır. Kaba ego/nefs gerçekle yüzleşemez ama bir şekilde gerçekle yüz yüze gelirse; ya kaçar, ya güler, ya inkâr eder ya da kaba tepkiler ve tavırlar içine girer.
21. Y.Y. beşeriyetinin baş belası ve yüz karası olan terör ve şiddet tuzaklarına düşerek “İslam için cihat” yaptığını sananlar, aldatılarak gaza getirilmiş cahil sapmışlardır. “İslam için cihat”, her şeyden önce; bilgi, düşünce ve hikmet yarışıdır. Peygamber ifadesiyle “Büyük cihat”(asıl cihat/savaş), içte verilen cihat/mücadele ile verilen içsel gelişim çilesidir/cehtidir. Başka türlü ifadesiyle, içsel gelişim(“insanlaşmak”), “içte verilen cihat” ile gerçekleşir ki, tüm ibadet şekillerinin hedefi de bu olmuştur. Bireyin, kendisi hakkındaki cahilliğini gidermesiyle gelen “içsel huzur ve dinginlik” elde edilmeden, içsel mücadele(“büyük cihat”) kazanılmaz. Kısaca, asıl cihat, nefse karşı sergilenen mücadeledir(49).
Kendisi hakkında(insanın gerçek doğası hakkında) cahillik içinde bulunan beşer, yukarıda değindiğimiz gerçek cihadı sergileyecek durumda ve güçte olmadığı için; sık sık, kabahat ve kabalıklarından daha çirkin özür sergilemekten de geri kalmaz. Bunlar, akıldan yoksun olanlar ve cehalet ile yoğrulanlardır. Bireyin/beşerin kendisi hakkındaki bilgisizliğinden kaynaklanan cahillik bu kadar önemli olduğu için, Kur’an bireyin; kendini, evreni ve vahy’in verilerini incelemesini ve yorumlamasını en kutsal ibadet sayar. Bu nedenle, kendini tanıma ve kendimiz hakkında cahillikten/bilgisizlikten kurtulma bağlamında Kur’an’ı anlayarak okumak ve irdelemek gerek. Çünkü Kur’an, öteki iki temel kitabı anlamak için kutsal/ilahi bir rehber kaynaktır. Işık ve aydınlığı evrenselleştiren tevhit mesajı olan Kutsal Kelam, aklamsınır koymmış, aksine; ayet ayet bizleri düşünmeye, akletmeye özendirmiş ve öğütlemiştir: “düşünmez misiniz, akletmez misiniz, hala düşünmeyecek misiniz…”(50).
Kur’an gibi derin bilgi içeren kaynakları anlamak amacıyla okumak ve irdelemeye çalışmak iyidir ama bu güzel çalışmayı uyumlu bir gurup içinde başkalarıyla hep birlikte yapmak, verimlilik ve idrak çağrışımları bakımından daha iyidir. Çünkü birden fazla kişinin böyle güzel bir amaç ile bir araya gelmeleriyle oluşan ortak alanın “tesir kuşağı” vardır. Böyle bir tesir kuşağına Yukarı’nın tepkisi hemen bir “tesir planı” ile yanıt vermektir. İsa Nebi, bu durumu, “ikiniz bir olun, üçüncünüz benim.” şeklinde ifadeye koymuştu. Bilgi ile haşır neşir olmak gibi güzel bir amaçla oluşturulan birlik ve birlikteliklerin karşılığı pozitif bir tepki ile o birlikteliğin(“ortak alanın”) üyelerine, bir bakıma, bir rahmet olarak döner. Aynı nedenden dolayı; toplu halde yapılan ibadet, tek tek yapılandan daha yararlıdır. Sadıklar Planı Tebliğlerinde de, “çalışmaların ikili, üçlü guruplar halinde yapılması” hep öğütlemiştir. Nihayet, işlerin şura ve istişare halinde yapılmasıöğüdünü Kur’an’da da görüyoruz. Alemere rahmet olan Kur’an’da, Peygamber’e ve dolayısıyla tüm beşeriyete hitaben, “İş ve yönetim konusunda onlarla şuraya git…” deniyor(Ali İmran 159). Aynı amaçla, benzer mantalitedeki bireylerin oluşturduğu bir ortak alan olan “Şura”, karşılıklı; danışma, görüşme, fikir alışverişinde bulunma ve kararları birlikte oluşturma gibi anlamlar taşır. “Şura” da, kişi hegemonyası ve kişi despotizmi, dolayısıyla şahıslara biat ve onları tabulaştırma/kutsallaştırma yoktur. Bu da, toplum yönetimi söz konusu olduğunda demokrasi ve cumhuriyet demektir. Bunun şekli(yani formel kısmı) Kur’an’da verilmemiş ve beşeriyete bırakılmıştır; “temsili” ya da “doğrudan” olup olmayacağı beşerin anlayışına bırakılmıştır.
Kur’an’daki İslam’da ve sünnette “şura” sözcüğüyle birlikte genellikle sıkça kullanılan sözcük “bey’at” tır. “Bey’at”ın anlamı, “el tutuşarak bir konuda ahdleşmek” tir. Böylece Kur’an, işlerin yapılmasını(toplum yönetimi de dâhil) şura ve bey’at’a dayandırmıştır ki bu da, 21. Y.Y.’ın beşeriyetinin hala doğru düzgün uygulayamadığı demokrasinin esasıdır. İnsan onuruna en uygun yönetim şekli olduğunu bildiğimiz, ama beşeri zaaflarımızdan dolayı bir türlü doğru düzgün uygulayamadığımız demokrasinin, cumhuriyetin ve hukuk devletinin esasları/ilkelerini ALLAH, Kur’an’ında vermiş ve bunların yaşama geçirilmesini, insanların sürüleştirilmemesini istemiştir: “Ey iman edenler! ‘Raina’ demeyin, ‘Unzurna’ deyin…”(Bakara 104). Kur’an, insanların “raina”(yani, “bizi davar sürüsü gibi güt” demeyin diyor. Çünkü “raiyye” olmayı kabul etmiş ve birilerinin kendilerini gütmesini/yönetmesini istemiş topluluklar İslamiyet’ten önce olmuştur. Toplumun “raiyyeleşmesi”(yani, davar sürüsüne dönmesi), yönetenlerin “ALLAH’ın vekili/gölgesi” sıfatıyla hareket etmeleri halinde vücut bulmuş bir belaydı. Ortaçağ Avrupa’sında ve papaz saltanatı döneminde bu utanç verici durum yaşanmıştı. Kutsal Vahye dayalı özgün İslam, Ortaçağ papaz saltanatını Kur’an’ın nuru ile sanki atom ışınları altında eritti ama ne yazık ki, beşerin cahilliğinden kaynaklanan aymazlığa dayalı o papaz engizisyonunu(bunca ilahi uyarıya rağmen) ALLAH’ın dininin içine sokmaya çalıştılar. Bu yozlaşmanın kurumsal düzeydeki ilk uygulamasını da sapmış Emevi yöneticileri sergilemiştir.
Görülüyor ki; bunlar, ortak alan kavramında anlamını bulan şura ve bey’at uygulamasına dayanmayan sapmalardır. ALLAH, elbette ki bizi bizden çok çok iyi bildiği için, sergilememiz olası kusurları açıkça ortaya koymuş; bunun yanı sıra insanca yaşamanın yollarını da göstermiştir apaçık ayetlerle. İşte bunlardan biri de işlerin şura ve bey’at(yani, “ortak alan” çalışması) şeklinde yapılmasıdır. Mevlana Celaleddin de MESNEVİ’sinde bunu öğütlemeden edememiş:
“Kuşkusuz, velilerin sohbetinden takva ve ebedi hayır yolu açılır.”
Bir bilge kişinin sohbetinden/irşadından(aydınlatmasından) yararlanmak amacıyla bir araya gelen kimseler bir ortak alan oluştururlar. Bu ortak alandan yayılan “tesir kuşağı” nın titreşim kalitesine göre de hemen bir “tesir planı”(yani, o ortak alanın rehberi) oluşur. Böyle bir ortak alanın sürekliliği ve titreşim kalitesinin giderek artırılması ve hele bu çalışmanın(monolog şeklinde değil de) şura esasına dayalı yapılması, Kur’an’da öğütlenen hedefe götürücü bir uygulama(M. Celaleddin bunu, “ebedi hayır yolu ve takva” olarak ifadeye koymuştur) olacaktır. Bu da güzel bir “bilgi çalışması” ndan başka bir şey değildir. Bu şekilde imgelenen bilgi,(bireysel çalışmaya göre) daha çok önemsenip benimseneceğinden, uygulamaya konması ve idraki de daha kolay olacaktır/olmaktadır, uygulamalarımızdan bunu biliyoruz.
MESNEVİ’de bilgi kavramının geçtiği başka bir dizede de M. Celaleddin “bilgi uygulaması” nı şöylece ifadeye koymuş:
“Hakk için ağlayan göz, ne güzel göz;
Hakk için yanan gönül, ne güzel gönüldür.
Nerede su olursa orada yeşillik olur.
Gözyaşı Hakk’ın rahmetine vesiledir.
Nemli gözle bostan kuyusu gibi inle ki,
Can meydanın yeşersin, orada bahar olsun.”
Bu dizelerse “su” rahmetin(yani, bu bölümde konumuz olan “bilgi”nin) simgesidir. Bilginin olduğu yerde, o bilginin idrakiyle gelen canlılık/ dirilik söz konusudur. Bunun tersi durum olan “susuzluk”/bilgisizlik ise kuraklık ve çöle karşılıktır. Bilgisizlik/idraksizlik, dolayısıyla şuursuzluk, “çölde yürümek” olarak ifadeye konmuştur Tevrat’ta. Bu durum, realite basamaklarından otomatizma(birazda şeriat) realitesi bireyinin halidir. Dizimizin realite kavramıyla ilgili bölümünde bu konunun ayrıntısına girmiştik. Bu durumdan kurtulmanın(yani “idraksizlik” denen ve makbul olmayan bu durumdan kurtulmanın) yolunun bilgi uygulaması olduğunu biliyoruz. M. Celaleddin’e göre, rahmet/bilgi ile sulanan içsel zeminin kuruluğu/çoraklığı, verimsizliği giderilebilir. Yani, birey bilgi uygulamasıyla idraklenip şuurlandıkça içsel zemininin verimliliği artar ve iç zemin; giderek daha süptil(latif/ince, titreşimi yüksek) tesirlerin enkarnasyonuna elverişli hale gelir. Bu güzel durum, bir bakıma, “kalbin gönül haline” dönüşmesidir ki, bunu daha önceki bölümlerimizde irdelemiştik.
Bu yolda dökülen gözyaşı, yani çekilen “maksatlı ıstırap”(nefse karşı sergilenen “cihat”) elbette ki Hakk’ın rahmetine vesiledir. Çünkü bu durumda liyakat artışı söz konusudur. Liyakat artışı, daha süptil bilgilerin alınışına(yani, daha çok “rahmet”e) davetiye çıkarma demektir. Kur’an başta olma üzere MESNEVİ’de dâhil tüm yetkin inisiyatik öğretiler bu anlamda liyakat artırmanın yollarını hep göstermiştir çünkü kurtuluşun ve insanlaşmanın yoludur bu. Liyakatin yitirilmesine neden olan idraksizlik, basiretin yitirilmesini de beraberinde getiren bir talihsizliktir. İdrak noksanlığına yenik düşmek, daha üstün/derin bilgilere yönelik liyakatin de yitirilmesi demek olduğundan bu konuda titizlik ve duyarlılık göstermek, aklı işletmenin de gereğidir. Bunun tersi olan durum ise, “fikir selametinden mahrumluk” tan başka nedir ki…
Kabaca, “bilgisizlik” de denebilecek bu durum MESNEVİ’de şöylece yerini bulmuş:
“Hislerin değişinceye kadar sabret;
O zaman onları görürsün ve müşkilin hallolur.
Kimlerin sözünden ayrıldığını, bilgisizlikle kimlere uyduğunu anlarsın.”
Biz, beşeri varlıkları yerinde saydıran değilse bile ilerlememizi yavaşlatan etmenlerden biri olan, özdeşleşmelerimizin farkına varmak, içinde bulunduğumuz realitede duygusallıktan ve bilgisizlikten kurtulmakla olasıdır. Şimdilik, dünya beşeriyeti için hedef olan sevgi realitesi de dâhil(bkz. realite basamakları şeması), daha önceki realitelerin hepsinde(hem de daha da kabalaşarak) duygusallık vardır. Esasen bizler(dünya beşeriyeti olarak) bu devrede duygular ve duygusallıklar üzerinde, bir bakıma mastır yapan varlıklarız. Bizler için önemli olan, duyguları kontrol altında tutup, duygusallıktan kurtulmaktır. Duygusallık, sağlıklı bilgi uygulamasının da önündeki engeldir. Birey, duygularını kontrol altında tutamadığı zaman “duygu sömürüsü” tuzağına düşebilmektedir. Beşeriyet tarihi, halkın bilgisizliğini ve duygusallığını sömürerek çıkar elde etmeye çalışmış ve bunda başarılı olmuş cahil cüretkârların zulümleriyle doludur. Duygu sömürüsüne dayalı haberlerle reyting artırmaya çalışan TV kanallarıyla, tiraj yükseltmeye çalışan gazete sayısı günümüzde de az değildir. Görülüyor ki, kurtuluş; duygu eksenli değil, bilgi eksenli hareketle olasıdır.
Yukarıda alıntıladığımız MESNEVİ dizelerinde geçen duygusallık, çeşitli şeylerle özdeşleşmemizi kolaylaştırıcı beşeri zaaflarımızdan biridir. Özdeşleşmelerimiz ise, içsel gelişim yolunda hız azaltıcı etmenlerden sayılır. Bir şeyleri/şahısları putlaştırmanın, yani putperestliğin bir önceki aşaması olan özdeşleşmelerimizin neftsen kaynaklandığını söylüyor M. Celaleddin;
“Put, testide saklı kirli su gibidir.
Aşağılık nefs ise, o kara suya pınardır.
O yontulmuş put siyah sel gibidir.
Putu yapanın nefsi, suyolundaki çeşmedir.”
“Aşağılık nefs”(ontrolden çıkmış nefs) sahibi kimse aynı zamanda çeşitli/irili ufaklı putları olan bireydir. Bu aynı zamanda(daha önceki bölümlerde irdelediğimiz) beden olarak yaşamanın dışa vurumudur. Sahte benlerin/benliklerin güdümünde olmak, varlıksal özgürlükten yoksunluktur. Yukarıdaki dizelerde “testi” fizik beden, onun içindeki “kirli su” da özdeşleşme ve tutkuların kaynağı olan duygusallıktır. Dizelerdeki “put” sözcüğünü, olduğu gibi nefsin kendisi olarak da alabiliriz. Özellikle nefsinin güdümünde(daha doğrusu, nefsinin zulmünde) yaşayan birey, kendi putunu içinde taşıyor ve ona tapınıyor demektir. M. Celaleddin’in burada “aşağılık nefs” dediği, edeplendirilmemiş kaba nefs sadece özdeşleşmelerin değil, duygusallıkların da(dolayısıyla, içsel dengesizliğin de) kaynağıdır. Böyle başıboş bir nefs “kara suyun” pınarı, yani kaynağıdır. Vicdan kanalından gelen tertemiz şifalı su ile beslenmek varken, nefs pınarından gelen kirli su ile beslenmek arasındaki fark apaçıktır. Beden testisindeki suyun temizlenmesi(daha doğrusu o kirli suyun atılması ve yerine temiz/şifalı su konulması) kendini tanıma duyarlılığı içinde arınmak ve sadeleşmekle olasıdır.
Bedeniyle/nefsiyle özdeşleşmiş olan biri için “suret(dış görünüş/kabuk) tutkunu” demek çok yanlış olmaz. Çünkü bu birey kendini bedenden ibaret sanan ve böyle yaşayan bir kendini bilmezdir. Kendinin ve her şeyin dış görünüşüyle yetinmenin “körlük” olduğunu daha önceki bölümlerde belirtmiştik. MESNEVİ’de bu gibilere, “topraktan başka bir şey görmez şeytan Âdemi” ve “gönlü ölü olanlar” dendiğini de biliyoruz. M. Celaleddin, bizleri bu gibi kimselerden uzak durma konusunda şöyle uyarıyor:
“Suret aşkından kurtul.
Mademki sen bir surete âşıksın,
Ölünce onun terk etmeye sebep ne?
Ey aklı ile aşk arasında bulunan,
Surete tapanlarla oturma!
İnsanın güzelliği altın kaplama gibi olmasa;
Güzeller, kart bir serseme dönmezdi…”
Burada “suret”, bedenin ve eşyanın görünen yanı, yani “kabuk”; “surete âşık olmak” da, kabuğa aşırı bağlılık ve bağımlılık ile özdeşleşme oluyor. Bedeniyle özdeşleşmiş olanların, kendilerini bedenden ibaret sananların, öte âleme geçişlerinin ve oradaki(ahretteki) teşevvüşlerinin de çok sıkıntılı olduğunu Spritizm’in deneysel çalışmalarından biliyoruz. Ayrıca, M. Celaleddin; özdeşleşerek aldandığımız/aldatıldığımız beşeri güzelliğin de(dış görünüşle ilgili güzelliğin de) altın değil, altın kaplama olduğunu belirtmeden edememiş.
Bu son birkaç paragrafta gördüğümüz özdeşleşme ve duygusallıklar konusuna “bilgisizlik” ten dolayı girmiştik: “…Kimlerin sözünden ayrıldığını ve ‘bilgisizlik’ le kimlere uyduğunu anlarsın.” Diyordu M. Celaleddin. Bunu da “hislerin(duyguların) sabırla değişmesine…” bağlamıştı. Evet, duyguları/duygusallıkları sabır ile kontrol altına almak bilgisizliği gideriyor ve bilgilenmenin, bilgi uygulaması yapmanın yolunu açıyor. Bu bölümde esas konumuz bilgi ve bilgilenmek, bilgi ile haşır neşir olmak, bu bağlamda üç temel kitabı okumaya çalışmak ama duygusallıklarımız ve özdeşleşmelerimiz kontrol altına alınmaz
ve en aza indirilemez ise, bilgiden nasiplenip idraklenmemiz de pek olası değil. Oysaki bizler, evrenlerle bilgi uygulaması yapmak durumunda olan ve bunun için bedenlenmiş bulunan varlıklarız. Bu varlıksal ve kozmik işlerimize ne adar uyumlu yaşarsak, o kadar insanlaşıyoruz demektir.
Bunlar, ilimin malzemesi olan bilginin ve bilgi ile haşır neşir olmanın önemini ortaya koyan ifadeler. Tüm tezahürat ortamının, ALLAH’ın bilgisinin görünen(duyulur) ve görünmeyen(akledilir, akılla kavranır) yanlarından oluştuğunu belirtmişti. Sadece bu durum bile bilginin önemini tartışılmaz şekilde ortaya koyan bir beyinedir. Özellikle de görünmeyen âlem, görünenin de nedeni, görüp-gözeticisi olması bakımından daha önemli. Varlık, bilgi uygulamasıyla idraklenip, tekâmül ettikçe, görünmeyen(“gayb”) görünür hale geliyor. ALAH, bizden bunu istediğini, ayetlerinde belirtmiş: Kutsal Kelam’ın bilgilenmeye ve bilime en çok vurgulama yaptığı kısmının Kur’an olduğunu biliyoruz. M. Celaleddin de MESNEVİ’sinin bir yerinde bilginin bu önemini, Süleyman Nebi(51) ile bağlantılı olarak şöyle ifade ediyor:
“Süleyman mülkünün yüzüğü ve mührü ilimdir.
Tüm âlem suret, ilim ise candır.”
Burada, görünenin ardındaki görünmeyenin esas olduğunun ve görünenin, görünmeyenden dolayı var olduğunun şiirleşmiş ifadesini görüyoruz. Her şeyin, ALLAH’ın bilgisinin tezahürü olduğunu daha önce de belirtmiştik. Bilginin/bilimin önemi burada gizli. Bu, aynı zamanda çevremizin ayetlerle dolu olduğunun ifadesi oluyor. Kur’an’da, gören gözler ve akledenler için çevremizin ayetlerle dolu olduğunu belirtiyor ve akletmemiz, düşünmemiz(yani, O’nun bilgisine daha çok nüfuz etmemiz) konusunda sanki bizleri zorluyor(52). Bu ilahi buyruğu yerine getirmenin yolu da, idraklenme cehti içinde şuurlanmaktır ki; bu da, kendini tanıma titizliği içinde doğru bildiğini uygulamak, görünenle yetinmemek, görünenin arkasındaki öz’e/asl’a nüfuz. Görünenle yetinmek, görüneni esas saymak, “körlük” ten ve basiretsizlikten kaynaklanan illüzyonel yanılgıdan başka bir şey değildir. Asl olanla ilgilenmeyip, surete(dış görünüşe, kopyaya) tapanlar için de M. Celaleddin’in bir çift dizesi var:
“Ey surete tapan!
Bu, surete aldanma ne vakte kadar!
Cansız suret manada alçalır.
İnsan dış görünüşüyle adam olsaydı, Ebu Cehil itibar kazanırdı.”
Burada da, dış görünüşe aldanmanın, maddeye aşırı değer vermenin abesliği ifade ediliyor. Dış görünüş ve tüm görünüşler de bilginin tezahürüdür ama esas olan, dıştan hareketle içe nüfuz etmektir, ayetlerin derin anlamlarına nüfuz etmektir. Bu konuda Kur’an ayetleriyle ilgili olarak da M. Celaleddin’in şöyle bir dikkat çekişi var:
“Kur’an’ın bir iç yüzü, bir de dış yüzü vardır.
İç yüzünde, yedi iç yüzüne dek iç yüzü vardır.
Bil ki, Kur’an Kelamının bir dış anlamı vardır;
Dış anlamın da altında çok azametli bir iç anlam vardır.
O için altında, üçüncü bir iç anlam vardır ki, onda tüm akıllar kaybolur.
Kur’an’ın dördüncü iç anlamınıysa, benzersiz ve emsalsiz ALLAH’tan başka kimse görmedi.
Ey oğul, sen Kur’an’dan dış anlamı görme.
‘Şeytan Âdemi’ topraktan başka bir şey görmez.
Kur’an’ın dışı; bir insanın şahsı gibidir, şekilleri görür ama ruhu gizlidir.”
Her şeyin, bilgiden başka bir şey olmadığını M. Celaleddin, başka bir dizesinde şöyle ifadeye koymuş:
“Ey oğul! Âlemi, ağzına kadar ilim ve güzellik dolu bir testi bil.
Bu ilim ve güzellik, cana ve tene sıkışmamış olan Tanrı’nın güzellik dünyasından bir damladır.”
Burada da, M. Celaleddin sanki bizleri; üç temel kitaptan ikincisi olan evren kitabını okumaya özendiriyor. Bu kitap okundukça, ilimle gelen güzellikler de ortaya çıkacaktır. Bu dizelerde, “cana ve tene sıkışmış olanlar”, biz enkarne varlıklar olmaktayız. Cana ve tene sıkışmış olduğumuz için, bilgi ve güzellik dolu bu testiden habersiziz. Şuurlanarak bu “habersiz” liğimizi ve cahilliğimizi gidermek durumundayız. Ruh varlığının kozmik ve evrensel işidir bu. Bu kozmik işimizin gereği, sürekli olarak ve ebediyen görünenin arkasındaki görünmeyene, yani her şeyin aslına/esasına(manasına) nüfuz etme(yani idraklenme ve şuurlanma) cehti sergilemektir. M. Celaleddin bu gerekliliği şöyle ifade etmiş:
“Mana kapısını çal ki açsınlar.
Fikir kanadını aç ki, seni doğan kuşu yapsınlar.
Fikir kanadın çamura bulanmış ve ağırdır ve senin gıdan çamurdur.
Sana ekmek, toprak oldu. Et ve ekmek, bunlar topraktır.
Az ye ki, çamur gibi, gam toprağına kalma.”
Tezahür etmiş olan bilginin kaba yanı olan madde ile yetinmek; madde tutkunluğu ve bağımlılığı içinde yaşamak, maddeyi esas almak, madde ile(“çamur” ile) beslenmek oluyor. Bu, daha teknik ifadesiyle “yataydan beslenmek” oluyor. Dünya beşeri olarak, büyük çoğunluk halinde kök ve karın çakralarından dünyaya bağlanmış durumdayız ki, bu da, yerkürenin enerjilerinden besleniyor olmanın bir başka ifadesidir. Oysaki asıl makbul olan ve insanlaşmanın gereği olan, giderek daha çok “düşeyden” besleniyor olmaktır. “Yataydan” çok “düşeyden” beslenmek; giderek “dost ile dostluğu artırmak” anlamına gelen makbul bir durumdur. “Düşey”den(asıl kendimizden) daha çok beslenmenin(yani, “dost ile dost olmanın” yolu da) “yataydan beslenmeyi” azaltmaktır. M. Celaleddin bunu, “Az ye ki, çamur gibi gam toprağına kalma.” şeklinde ifadeye koymuş.
“Düşeyden”(“Yukarı”dan) giderek daha çok besleniyor olmanın başka türlü(daha sufice) ifadesi de, “gönül aynasının temiz olması” dır. Bunun “kalp temizliği” anlamına geldiğini daha önceki kısımlarda da belirtmiştik. “ALLAH’ın nazarı(bakışı) mü’minin kalbinedir…” mealindeki ayeti de burada anımsamadan edemiyoruz. Ayrıca; “Kalp, ALLAH’ın evi(Beytullah)dir.”, “Mü’minin kalbi ALLAH’ın arşıdır.”, “Beni, yerlerim ve göklerim içine almamıştır, ama ben mü’min kulumun kalbine sığmışımdır(Yüce ALLAH buyurmuş).” şeklinde Hz. Muhammed’e izafe edilen üç söz bulunmaktadır(53). Kalp temizliğinin tersi durum Kur’an’da kalp körlüğü olarak ifadeye koyulmuştur(Hac 46). Bu durumda olan bireyin gıdası(Yukarı’ya kapalı olmasından dolayı) MESNEVİ ifadesiyle “çamur/toprak” dır. İnsanın “kalp aynası temiz” olunca, beslendiği tesir kaynağı da süptilleşir; daha doğrusu, daha süptil(ince, latif) tesirlerle rezone hale gelir. M. Celaleddin bu durumu şöylece dökmüş dizelerine:
“Gönül aynası temiz olunca, onda, sudan ve topraktan başka suretler de görünür.
Ben güzelsem, bunu O ihsan eyledi. Çirkinsem, şeytan bana güler.
Bunun çaresi kendime bakmaktır.
Çünkü şeytanın gülmesinden sakınmak gerek.”
Burada “çirkinlik”, kendimize karşı bilgisizlikten(cahillikten) kaynaklanan, “aynanın kirli oluşu” dur. Bu durum Kur’an’da “Kalp hastalığı/marazı”(Bakara 10, Maide 52, Enfal 49, Tevbe 125, Hac 53, Nur 50, Ahzab 12, 32, Muhammed 20, 29, Münafıkün 3), “kalp kasveti”(Zümer 22), “zeyğ”(denge noktasından sapma)(Ali İmran 7, Tevbe 117, Saff 5), “kalbin paslanması”(Hac 46, Mutaffifin 13+15) gibi değişik şekillerde ifade edilmiştir. Kalbin bu durumda olması elbette ki şeytanı memnun eder. Çünkü bu durumdaki birey, şeytan için, kolayca avlanabilecek bir hedeftir. Esasen kalbin bu durumda(yani “kalp aynasının kirli”) olması, nefsin(içteki şeytanın) başıboşluğundan, ehlileştirilmemiş olmasından kaynaklanan marazi bir durumdur. Böyle iki kaba nefsin dost olmalarının, son derece istenmeyen bir durum olduğunu da M. Celaleddin şöylece katmış dizelerine:
“…Çünkü bir akıl ile aklın dost olunca, kötü işe ve kötü söze engel olur.
Fakat nefis başka bir nefse dost olursa, cüz’i akıl atıl kalır ve bir işe yaramaz.
Bir Tanrı erini dost ve rehber edin; böyle yaparsan Tanrı senin yardımcındır.
Nefsin başka bir nefs ile dost olursa; karanlık artar, yol gizlenir.”
Bu bölümde ele aldığımız “bilgi” kavramının kapsamına, elbette ki kendimiz hakkındaki bilgi de girer ve biz bunu, bunun MESNEVİ dizelerine yansımasını bu dizimizin 2. bölümünde görmüştük. Kendini bilme duyarlılığı içinde, noksanını görüp(haddini bilip) anlayan kimse, kendisini kemale erdirmek için samimi bir gayret, hatta ceht içinde demektir. Varlığın noksanları(böyle bir cehti sürdürdüğü oranda) giderek azalır ama sıfırlanmaz. Varlık, bir üstüne göre noksanlar içindedir. Varlığın üstündeki varlık da, kendi üstündekine göre noksanlar/kusurlar içindedir ve tek kusursuz/noksanız, ALLAH’tır. Bu durumun MESNEVİ’deki ifadesi şöyle:
“Noksanını görüp anlayan kimse, kendisini kemale erdirmek için gayret eder.
Kendisinin kemalini iddia eden ise, Celal sahibi Hakk’a yakınlığa layık olamaz.”
Görülüyor ki, “insanlaşmak” sözcüğünde anlamını bulan “kemale ermek” i benimsemenin ve önemsemenin ilk aşaması; enaniyetten, gururdan/kibirden kurtulup, noksanlıklar içinde olduğunu kabul etmektir. Her şeyi çok iyi bilen ALLAH olduğuna göre(Bakara 29), varlık ne kadar bilgilenirse bilgilensin, hep noksanları olacaktır.
----o0o----
Dipnotlar
(1) Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. PLOTİNOS, Enneadlar- Ruh ve Madde Yayınları.
(2) “Beyinsizlik” sözcüğünün geçtiği ayetler: Bakara 142, Nisa 5, Cin 4, En’am 140, A’raf 66 + 67 + 155.
(3) ALLAH ile ALDATMAK, Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK(Baskı 16, Sayfa 261).
(4) “Dönüşümüz O’nadır…” konulu ayetler: Alak 8 + 9 + 19, Gaşiye 25, Maide 105 + 48, En’am 38, Nur 41 + 42, Kasas 88, Fatır 18, Zümer 44, Tagabun 3, Ali İmran 158 + 83, Rum 11, İnşikak 6, Yunus 4 + 23, Mü’minun 61, Bakara 28 + 203 + 223 + 245, Kalem 15, Lukman 14, Meryem 93, Hadid 3, Ankebut 8.
(5) “Ölüm ötesi ve spatyomun aşamaları” konusunda bkz. RUH ve KÂİNAT, Dr. Bedri RUHSELMAN.
(6) HALLAC-I MANSUR, Prof. Dr. Niyazi ÖKTEM.
(7) “ALLAH her an başka bir iştedir…” konulu ayet: Rahman 29.
(8) Külhan: eski hamamların ocak kısmı.
(9) Bu konuyla ilgili ayetler: Casiye 23, A’raf 179, En’am 104, Bakara 183, 184.
(10) Bu konuyla ilgili İsa Nebi’nin sözleri için bkz. THOMAS’ın İNCİLİ, Ruh ve Madde Yayınları.
(11) CAVİDNAME, Prof. Dr. Muhammed İKBAL, Kaknüs Yayınları.
(12) İNSANIN GERÇEĞİ, P. D. OUSPENSKY- Ruh ve Madde Yayınları.
(13) Şirkin, evliya kültü yoluyla yürüyen yıkımına karşı müminleri donatan temel beyineler de; Zümer 3- 44, Yunus 18, Kaf 16 gibi ayetlerde görülebilir.
(14) İNSANIN GERÇEĞİ KENDİNİ BİLMEK, P. D. OUSPENSKY- Ruh ve Madde Yayınları.
(15) Benzeri öteki ayetler için bkz. Enfal 48, Nahl 63, Hicr 39, 40.
(16) SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Ruh ve Madde Yayınları.
(17) Beşerin çok nankör ve zalim oluşuyla ilgili Kur’an ayetleri: Abese 17, Şura 48, İbrahim 34, Adiyat 6, Ahzab 72, Enbiya 46, Bakara 30.
(18) THOMAS’ın İNCİLİ, Ruh ve Madde Yayınları.
(19) “ALLAH’ın ipi” ve “Doğru yol” konulu ayetler: Ali İmran 103, Bakara 256, 143, Fetih 2, Maide 105.
(20) ABD astronotlarının AY yüzeyinde(sismik çalışma amacıyla) patlattıkları bombalar konusunda bkz. EVRENDE ZEKİ HAYAT, Ruh ve Madde Yayınları.
(21) Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI, Prof. Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK.
(22) CAVİDNAME, Prof. Muhammed İKBAL- Kaknüs Yayınları.
(23) Kendini bilmez nefsanî bireyin “eşek” e benzetilmesi, MESNEVi’nin birçok yerinde görülür.
(24) “Dönüşünüz banadır…” konulu ayetler: Zümer 44, Fatır 18, Rum 11, İnşikak 6, Mü’minun 61, Bakara 28, En’ am 38, Nur 41 + 42, Meryem 93.
(25) “Sakınmak” konulu Kur’an ayetleri: Kamer 47, Bakara 99, 257, Nahl 115, İbrahim 30, Ahkaf 32, Nisa 27, 116, Saff 5, Maide 60.
(26) Ayrıca, “Sürüleşmeyin” uyarısı için bkz. Mezmurlar 77/20, 78/52.
(27) “Zihin gevezeliği” : Sıradan Beşer zihni, normal halde hemen hemen sürekli olarak; dünün pusu, yarının pırıltılaırı ile meşguldür. “Şimdi”de (AN’da) olduğumuz zamanlar oldukça azdır. Beşeri zaaflarımızdan dolayı; duygusallıklarımız, tutkularımız, özdeşleşmelerimizden ve bunlara bağlı isteklerimizden dolayı, bunları yitirmekten, bedensel ve zihinsel konforumuzun bozulacağı olasılıklarından dolayı endişe ve hatta korku içindeyizdir. Uykularımız da dahil olmak üzere, sürekli bir zihinsel etkinlik içindeyizdir. Bu kontrolsuz düşünce akışı; yani, “zihinsel gevezelik” hali bizleri sürekli olarak “an” dan uzak tutar ki bu farkındasızlık halidir. Ancak şok anlarında “an” da olabildiğimiz saptanmıştır.Beşeri zihnin bu kotrolsuzluğundan dolayı sergilenen bencillikler ve kabalıklar à “ahmaklık” ve “bönlük” olarak geçer Budizm’ de. Örnekler:
• “Aptal kişi için, acıyı getiren sonuçlar ortaya çıkıncaya kadar yanlış davranışlar tatlı gibi görünür; ancak sonuçlar ortaya çıktığı zaman, aptal kişi yanlış davranışlarının acı meyvelerini yemek zorundadır.”
• Bir araya geldikleri zaman, koca bir şehri erle bir edebilecek bir sele benzeyen, “duygusal tutku çiçeklerini toplayan akılsız kişiler” sonunda ölümün ellerine düşerler.”
Budizm’ deki bu ifadeler Sadıkla Planı Tebliğleri’ nde de hemen hemen benzer şekilde ele alınmıştır (celse-66):
“Sizler, genel olarak tüm beşeriyet, hiçbir şey bilmiyorsunuz. Bu bir suç değil, bu bir aptallıktr. Zaten, amaç beşeriyetin bu aptallığından kurtulmasıdır ki bunun için idrake ve şuura sahip olması gerekir.” Bu durumun nedeni, kuşkusuz; büyük ölçüde, kendini bilmeyen beşere özgü zininsel kontrolsuzluktan başkası değildir. Nihayet Sufizm’de tüm bunların özet bir ifadesini görüyoruz: “Nefsini susturanın ruhu konuşur. Nefsi susturmak oruçtur.” Burada “nefsi susturmak” à zihinsel gevezeliği kontrol altına almaktır; zihni, nefsin elinden/hegemonyasından kurtarmaktır.
(28) İSA ve MUHAMMED Nebiler bu yüzden bizleri uyarmamış mıydı? “Düşüncelerinizden de sorumlusunuz!”.
(29) MESNEVİ, Cilt 2, Sayfa 117(MEB Yayınları).
(30) RUH HALİ, Kemal Sayar- Baskı 4, Sayfa 193.
(31) Sadıklar Planı Tebliğleri, Ruh ve Madde Yayınları.
(32) Zümrüt-ü Anka Kuşu sembolizmi: Efsaneye göre Anka Kuşu kuşların hükümdarı olarak Bilgi Ağacı nda yaşarmış ve doğal olarak da her şeyi bilirmiş. Kuşlar için Anka Kuşu nun önemi çok büyükmüş. Bazen çok büyük zorluklar atlatırlarmış ama Anka Kuşu nun onlara yardım edeceğinden ve onları kurtaracağından çok eminlermiş. Ancak birçok felaket yaşamalarına rağmen Anka Kuşu hiç yanlarına uğramamış ve kuşlar da ondan umudu kesmeye başlamışlar. Sonra kuşlardan biri uzak bir ülkede gezerken Anka Kuşu nun tüylerinden birini bulmuş ve bu herkeste Anka Kuşu nun yaşadığına dair düşünceler uyandırmış. Tüm kuşlar biraraya gelmişler ve Anka Kuşu nun yanına gitmeye karar vermişler. Ancak Anka Kuşu ta Kaf Dağının tepesindeki Bilgi Ağacında yaşarmış. Kaf Dağı da bulutların bile üzerinde bulunan bir dağmış. O dağa ulaşabilmek için yedi dipsiz vadiyi geçmek gerekirmiş.
Hep birlikte yola çıkmışlar. Belli bir süre sonra bazıları yorulmuş ve geri dönmüşler, bazıları da yorgunluktan yere düşmüş. Bazıları Anka Kuşu nu kendi zevklerine tercih etmiş. Bülbül, sevgilisi güle geri dönmek istemiş, papağan tüylerine zarar gelmesini istemediğinden geri dönmüş, kartallar şahinler dağlarını kimseye bırakmak istememiş, baykuşlar ağaç kovuklarını, balıkçıllar sazlıklarını korumak için geri dönmüşler. Beşinci vadiyi geçince sayıları bayağı azalmış. Altıncı vadi olan şaşkınlık ve yedinci vadi olan yok oluştan sonra geriye Anka nın huzuruna çıkabilecek sadece 30 kuş kalmış. Anka nın yuvasına gidince Anka nın aslında 30 kuş demek olduğunu öğrenmişler.
(33) FUSÜS’taki ANAHTAR KAVRAMLAR, T. İzutsu- Kaknüs Yayınları.
(34) Bu konudaki ayetler için bkz. Zariyat 20 + 21, Ra’d 4, Fussilet 53, Nahl 6 + 12, Secde 26, Casiye 13, Neml 52, Bakara 171, Naziat 26.
(35) Sakınanlardan olmak/olmamak konulu Kur’an ayetleri: Ali İmran 76 + 138 + 186, Yunus 63, Hakka 48, Naziat 40 + 41, Bakara 1 + 2 + 3 + 4 + 5 + 177 + 206, Nisa 77.
(36) Öteki üçü de şunlardır: Za’f: Bu, Kur’an’da geçen “türab”(toprak)ın bir gereğidir. Buhl(cimrilik): Bu da “tin”(çamur) in bir gereği olmaktadır. Karışıklık: Bu özellikle de Kur’an’daki “nutfe-i emşac”ın(karışık pıhtının) bir gereği olarak karşımıza çıkar(Kaynak: KUR’AN ve SÜNNETE GÖRE TASAVVUF, Yaşar N. ÖZTÜRK, Baskı 5, Sayfa 96).
(37) Nefsin açgözlülük dışındaki öteki özellik ve sıfatları için bkz. KUR’AN ve SÜNNETE GÖRE TASAVVUF, Yaşar N. ÖZTÜRK, Baskı 5, Sayfa 100.
(38) Açgözlülüğün ve sapmışlığın ulusal ve uluslar arası görünümü konulu derlememizi blokspot adresimizde bulabilirsiniz: http://selman/ gerceksever.blokspot.com.
(39) SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Ruh ve Madde Yayınları.
(40) “Bozgunculuk”(nifak) konulu öteki ayetler; Muhammed 22, Bakara 174 + 213, Rum 41, Nur 14.
(41) Öteki ikisi de şunlardır: “Bedenin bu ibadet halinin gerektirdiği şekle uydurulması” ve “ALLAH’ın yüksek üstünlüğünün ve bu büyüklüğün sonsuzluğu karşısında beşeri aczin hissedilmesi”(Kaynak: İSLAM’a GİRİŞ, Muhammed HAMİDULLAH- Milsan Basın Sanayi A.Ş. Topkapı-İstanbul (1984).
(42) İkballi kişi: bahtı/talihi açık kimse.
(43) Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. KUR’AN’IN TEMEL KAVRAMLARI(Baskı 15, Sayfa 603), Yaşar N. ÖZTÜRK.
(44) “Akılsızlık” ve “İşlevsel aklın önemi” konusunda daha ayrıntılı bilgi için bkz.: İSLAM’DA AKLIN ÖNEMİ ve SINIRLARI, Prof. Dr. Ahmet Yüksel ÖZEMRE, Kırkambar Yayınları.
(45) VERİTE : Verite ile realite arasında nasıl bir ilişki olabilir? Bu sorunun cevabı üzerinde şimdiye kadar uzun uzadıya durulmamıştır. Bu iki mefhumu karşılaştırmak için önce onları ayrı ayrı tarif etmek lazım gelir. Realiteyi tarif ettik. Şimdi de gene en iyi tatmi...nkar bulduğumuz Üstadın verite hakkındaki tarifini veriyoruz: “Verite düşüncenin nefsülemre tevafukudur. Buradaki nefsülemirden murat, Allah kanunları sonucundaki vaziyettir” Tarifi biraz genişleterek ifade edelim: Allahın kanunları sonucundaki duruma uygun, ruhun düşünme kabiliyetini kullandığı bütün mevzular veritedir. Buına göre, realite ile verite arasındaki farkı ve münasebeti şöyle düşünebiliriz. Önce her reel olan şey vire değildir. Yani insanın duyup inandığı bir mevcudiyet Allahın kanunları sonucundaki durumlardan birine ya uyar veya uymaz. Eğer uymuş ise o şey viredir. Uymamış ise hataya düşülmüş olur. İşte hatanın tarifinide buradan çıkartabiliriz. Bu sözümü bir örnek ile izah edeyim: A+B=S diyorum bu sonuca ve düstura ben müşahademle inanmışımdır. Bundan dolayı bu benim realitemdir. Fakat benim bu realitemin bir verite olup olmadığı ayrı bir meseledir. Yani bu realitenin verite olması için tabiat kanunlarının sonuçlandırdığı bir duruma uygun olması lazımdır. İnsanlar önce güneşin dünya etrafında döndüğüne inanıyorlardı. Bu onlar için bir realite idi, fakat bugün anlıyoruz ki bu bir verite değildir. Çünkü bu inanış tabiat kanunlarına uygun düşmüyor. Fakat acaba dünyanın güneş etrafında döndüğüne dair olan bizim buy günkü realitemiz bir veritemi dir? Belki evet,belki hayır. Fakat ileride bahsimize konu edeceğimiz gibi insanların yükseldikçe daha az hataya düşeceklerikabul ettiğimizden bizim bu günkü realitemizin geçmiş zamanlardakinden daha ziyade veriteye yakın olduğunu düşünebiliriz. Demek ki realitelerimizin veriteSS olup olmadığını kati bir lisanla iddia etmekten de aciziz . Şu halde dünyamızda kendimizi aldanmaktan hiçbir vakit kurtaramayacağız. Nitekim Üstat bunu şu kelimelerle ifade ediyor. “Hata ihtimali daima mevcuttur. Düşüncenin nefsülemre tevafuk edip etmediği noktası haddizatında ya bilfiil tahakkuk etmiştir veya etmemiştir. Etmiş ise viredir. Etmemiş ise herhangi hatadan birine düşmüş olursunuz.”
(46) (iptal,butlan)
(47) Bu konuda ayrıca bkz. İBN ARABİ’nin Füsus’undaki ANAHTAR KAVRAMLAR, Toshihiko IZUTSU- Kaknüs Yayınları(sayfalar: 323, 325, 332, 334, 376, 377,378).
(48) Beşerin zalimliği, nankörlüğü, riyakârlığı konulu ayetler: Ahzab 72, Bakara 30, Fatır 24, İbrahim 34, Furkan 30, Adiyat 6, Şura 48 + 30, Mearic 48, Fussilet 49, Nisa28.
(49) Bu konunun önemini vurgulayan inisiyelerden en popülerin Gurdjieff olduğunu biliyoruz. Ayrıntılar için bkz. İNSANIN GERÇEĞİ KENDİNİ BİLMEK, Ruh ve Madde Yayınları.
(50) Gerçek “cihat” konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. KUR’AN ve SÜNNETE GÖRE TASAVVUF(Baskı 5, Sayfa 236), Yaşar N. ÖZTÜRK.
(51) Bu konudaki ayetler; Yasin 68, Muhammed 24, Nur 61, Rum 8 + 9, Bakara 190, Haşr 21, Casiye 23, Enbiya 44 + 47, Rahma 51, Kamer 15+ 17 + 22 + 32 + 40, Zümer 44.
(52) Süleyman Peygamber hakkında kısa bilgi “Kur’an’daki UFO” dan.
(53) Akletmek ve düşünmekle ilgili Kur’an ayetleri: Rum 8, 9, Maide 103, Bakara 190, Haşr 21, Hucurat 4, Muhammed 24, Nur 61, Casiye 23, Kamer 15, 17, 22, 32, 40, Zümer 44, Rad 4, Nahl 6, 12, 17, Furkan 44, Ankebut 43, Mücadele 14, Enbiya 44, 47, Rahman 51.
(54) KUR’AN’IN TEMEL KAVRAMLARI(15. Baskı, Sayfa 269), Yaşar N. ÖZTÜRK.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder