Ö Z G Ü R L Ü K
Derleyen: Selman GERÇEKSEVER
G i r i ş :
Yunus
Emre, “Bir ben var bende, benden içeri.” demiş. Aziz Augustine
de, “İçimde benden daha ben olan birisi var.” Demiş, benzer
şekilde. Bu iki büyük insan “içteki ben” den; eğitilmeye muhtaç
bedensel beni(yani nefsi) mi kastettiler yoksa asıl kendimiz olan yüksek ben’i
mi, bilmiyoruz. Ama kastedilenin yüksek ben olması daha olası bizce… Belki
böyle olmasını istiyoruz da ondan; hem böyle olması, bu yazımızın ana temasına
daha yakın. Çünkü esas olan şuurlanmak ve tekâmülden amaç, bedensel ben’i de
yüksek ben’in(asıl kendimizin) özgürlüğüne kavuşturmak. Başka türlü bir deyiş
ile asıl kendimizin özgürlüğünü şu görünürde olan bedende tezahür ettirmek.
Kalıcı ve gerçek özgürlük, böyle bir değişim ve dönüşümle gelen özgürlüktür. Bu
da bedensel benin(
yani içteki, eğitime muhtaç çocuğun, nefsin) eğitilip ehlileştirilmesiyle
olası.
Görünen
benliğin, insanı kısıtladığı, asıl olana ulaşmak gerektiği ve bedenin cana
“kafes” olduğu hep dile getirilmiştir. Bu cümleden olmak üzere, görünen yanımız
için “beden hapishanesi” ifadesi bile türetilmiştir. Bu nedenle
ruh için bedenden kurtuluş(dezenkarnasyon), M. Celaleddin’in o güzel ifadesiyle
“düğün gecesi” dir ve “dosta kavuşmak” tır.
Ariflere özgü bir doğallık ve rahatlıkla bunu söyleyebilmek; asıl kendisinin
dünya bedeni olmadığının ve asıl özgürlüğün ruhsal nitelikli bir özgürlük
olduğunun bir işaretidir. Bu yazımızda bu anlamda gerçek özgürlüğün nasıl bir
hal ve değer olduğunu, bunun önündeki engelleri, nefsanî özgürlük ile farkını,
özgürlüğün sorumluluk, irade ve ilgili kavramlarla ilişkisini ve bu konuda
neler yazılıp söylendiğini gözden geçireceğiz.
Yüce
M. Celaleddin’in o ibretlik ve bilgi yüklü ifadesinde anlamını bulan doğallığın
teknik açıklamasını da, yine aynı doğallık içinde ve bir dua formunda en önemli
bilgi kaynaklarımızdan biri olan Sadıklar Planı Tebliğleri’ nde
görüyoruz:
“Eğer bugün öleceksem bunu kabul ediyorum.
Kuşkusuz, yöneticilerim benden çok fazla
bilirler.
Bedensel tutkularım ve bedensel enerjilerim,
bedensel câzibem ve direnişim ruhsal arzuma
karşı gelemeyecektir.
Kesinlikle, ruhum; asıl ben, bedeni gayet nâzikâne
bir şekilde kendi yerinde bırakacaktır.
Böyle olmasını diliyorum ve böyle olmasını
istiyorum.
Ölüm ötesi realiteye geçtiğim zaman,
bu
realiteyi çok kısa zaman aralıklarıyla,
yavaş yavaş kavrayacağım ve bedenimde
bulunmadığımı
derhal anlayacağım ve mutlu olacağım.”(1)
Ölüm
dediğimiz geçiş ile fizik bedenden kurtulmanın verdiği özgürlüğü böyle bir
rahatlıkla deneyimleyene ne mutlu.
Konunun
akışı bizi ölüm ötesi realitenin sınırlarına getiriverdi ama bu yazımızda
irdeleyeceğimiz özgürlük, enkarne durumdaki(bedenli haldeki, yani dünyadaki)
özgürlüktür. Enkarne varlıklar olarak toplu halde yaşadığımız için “toplumsal
sorumluluk” duygumuz da var ya da en azından, olması gerek. Özgür ve
uygar insan, içinde bulunduğu gurubun onayladığı kararlarına katılan ama
onaylamadıklarına katılmama cesaretini ifade edebilen kimsedir.
Onaylamadıklarına katılmama cesaretini sergilemek, sâdece vicdan özgürlüğünün
değil, aynı zamanda sağduyunun ve medeni cesaretin de gereğidir. Bu tutumuyla
özgür ve uygar insan “sürü zihniyeti” nin de kurbanı olmaktan
kendini korur; ilkeleri uğruna, bedensel/zihinsel konfor ve ataletten,
statüden, servet biriktirmekten feragat edebilir. Egosunun güdümünde ve
zulmünde özgürlüğünü yitirmiş kendini bilmez kişinin kolay kolay başaramayacağı
bu tutum, kendini bilen özgür insan için çok zor değildir.
Özgürlük,
seçim yapabilmek ve karar verebilmektir. Dahası, her “evet”, bir
başka şeye “hayır” demektir. Tesadüfen var olduğunu ve ölünce de
yok olacağını sanan birey, tutsaklığın zindanına hapsolmuş ve dünyasal “kabuklar”(2) içinde sâbitleşip kalmış, varlığını var edememiş, “ha
var, ha yok” durumda bir enkarnedir. Önemli olan atâlet ve rehâvet
çukuruna düşmeden(ya da düştü isek, hemen toparlanarak) medeni cesaret ve
vicdan özgürlüğü gereği zaman mekan koşullarına uygun bir şekilde tepki
vermektir. Hangi sâhile varacağımız; bizim değil, yüce bir kudretin iradesi
dâhilindedir. Bu tutumda gizemli bir belirsizlik söz konusu değildir. Çünkü
bedensel atâlet ve miskinlik içinde, nefsin uyutucu zulmüne kapılmadan hareket
etmek bizleri sürekli olarak aydınlık sahiller yönünde tutacaktır. Bu tutum,
İlahi İradeye ve O’nun yasalarına uyumlu hareket; dolayısıyla gerçek/varlıksal
özgürlüğe yaklaştırıcı bir tavırdır.
İrade(külli/cüzi):
Enkarne
varlığın böyle bir duyarlılık ve cehit içinde bulunması ve bunda başarısı;
kendi cüzi iradesinin, Külli İrade’ye doğru esneklik ve uyum hareketidir. İslam
düşünürleri iradeyi iki boyutta tanımlar; beşeri irade “cüz’i”
irade, Tanrı iradesine de “külli” irade demişlerdir. Enkarne bir
varlık, bütünün/bütünselin tezahür şekillerinden biri olduğuna göre, O’na
aittir ve ondan kopamaz. Dolayısıyla enkarne varlığın iradesinin(beşeri
iradenin) sınırlı ve eksik olması doğaldır. Parça, ancak bütün ile birleşmeye,
O’na uyum sağlamaya çalıştığı oranda sadece bütünün bilgisine yaklaşmakla
kalmaz, giderek özgürleşir de…
İşte
bu nedenle, kendini bilen ya da kendini bilme yolunda samimi cehit içinde
bulunan kişi; kendi eksikliğini bildiğinden, bireysel(cüz’i) iradesini Bütün’le
birleşen yönde kullanmaya çalışır. Esasen yukarıya îmanın ve teslimiyetin
gereği de budur. Enkarne varlığı özgürleştirici ve bilgeleştirici olan bu yol
aynı zamanda benlik katlarında yükselme başarısının da yoludur. Kendi cüz’i
iradesini bu yönde kullanan insanın amacı arif olmak ve bilgelik yolunda
ilerleyerek Külli İrade’yi(öncelikle kendi yüksek beninin iradesini) bedende
tezahür ettirmektir. Bu durumda, külli ve cüz’i iradeler arasındaki bağlantı,
fıtrata uygun ve olması gerektiği gibidir.
Külli
İrade ile olan bu bağın zayıflayıp incelmesi ve bunun yerine maddesel
bağlantıların artması, kişide yanıltıcı bir özgüven duygusu uyandırır. Böylece
kişi, kendi özgür iradesinin verdiği sarhoşlukla ve nefsinden kaynaklanan
aldatılmışlıkla(“şeytanın iğvası”…) egosunu şişirdikçe şişirir.
Bu anlamda “şişkin ego” onu bencil ve çıkarcı yaparken, öz
kendinden de(dolayısıyla Külli İrade’den de) “uzaklaşmış” olur.
Ama bereket versin ki, bu bağ(aynı zamanda “vicdan bağı”) hiçbir
zaman kopmaz; kişi her ne kadar kendisini bağımsız ve özgür sansa da, Yüksek
Beni ve Planı aracılığıyla Bütünsel’in(dolayısıyla Külli İrade’nin) yerel bir
yoğunluğundan(tezahür uzantısından ve tecellisinden) başka bir şey değildir ve
O’ndan dolayı vardır.
Varlıksal
ve kozmik hedefimiz “İnsan-ı Kamil” olduğuna göre, varlığa
tanınmış olan iradeyi kullanma hakkı bu hedefe ve İlahi Murad’a(Külli İrade’ye)
uyumlu şekilde kullanılma kaydıyla bir işe yarayacak ve varlığın varoluş
amacına hizmet edecektir. Bunun yolları da Kutsal Kelam ile beşeriyete
bildirilmiştir, İlâhi bir
lütuf olarak. “Bir yol gösterici ve rahmet”(A’raf 203)
olan Kur’an, “terbiye edip eğiten” ALLAH’ın vermiş olduğu akıl ve
irade gücünün bizlere insanlaşma yönünde yarar sağlayan her iyi alanda ve bu
amaçla kullanılması üzerinde ısrar eder. Çünkü önemli olan bu güçlere sahip
olmak değil(çünkü onlar fıtratımızda zaten var), onları içsel gelişim yönünde
ve hayra yönelik işlerde kullanmaktır.
İnsan
beyninin bir bölümü duygular ve arzular, öteki bölümü ise mantık ve kurallarla
ilgilidir. Bedensel beni(ve bir bakıma nefsi) üzerinde kontrol sağlayamamış
kimseler; yani kısaca beden olarak yaşayanlar, beyinlerinin “duygular ve
arzular” bölümüyle yaşayanlar olmaktadır. Bu durumda irade çok
zayıflamış, akıl da duyguların ve arzuların/zevklerin güdümüne girmiştir.
Bedenli yaşamda önemli olan, duyguların ve arzuların gösterdiği yöne aklı
kullanarak gitmek(ya da gerekirse gitmemek) tir. İşte bu seçimi yapma durumunda
devreye giren, iradedir. İrade yeterince güçlü ise(ki bu kendini tanıma
duyarlılığı içinde nefsin terbiyesi ile olasıdır), o zaman birey duygularını,
istek ve arzularını kontrol edebilir. Bedenli varlıklar olarak bizler için
duygusallık, istek ve arzu doğaldır ama önemli olan gerekli irade gücüyle
bunları makul düzeyde tutmak ve hatta olabildiğince azaltmaktır
Birey
isteklerini(ki bunların çoğu neftsen kaynaklanır) azaltabildiği oranda ve
duygularının/duygusallıklarının farkına varabildiği oranda iradesi özgür
demektir. Yüksek Ben’in iradesini(ruhsal/varlıksal iradeyi) bedende tezahür
ettirmek de böylece olasıdır. Bu aynı zamanda nefse ve dünyasal/maddesel
câzibeye(bağlı olarak beşeri/toplumsal koşullandırmalara) karşı koyma gücünün
ve dolayısıyla maddeye karşı özgürlüğün işaretidir.
Bu
durumda irade, bir şeyin mantal düzeyde doğru olduğuna inanmaktır. Herhangi bir
bilginin doğru olup olmadığını önce aklın yardımıyla biliriz; ona ikinci
aşamada belki biraz duygu katarız. Böylece o bildiğimiz şey inanç hâline gelir;
inancın, özellikle de idrak edilmiş inancın eyleme dönüşmesi, davranışı
doğurur. Belli bir davranış aynı şekilde sürerse alışkanlık oluşur. Bu aşamada,
alışkanlıkların kökleşmemesinde de yarar vardır. Çünkü alışkanlıkların
rahatlığı ataleti getirir. Atalet ve rehavet(zihinsel-bedensel konfor)
gelişimin ve değişimin önünde engeldir. Bunun olmaması için işlevsel akıl ile
biraz güçlü bir irade özgürlüğüne gerek vardır. Burada “işlevsel akıl”a(yani
nefsin egemenliğinden özgürleşmiş akla) sahip olmanın, aklı işletmenin önemi
bir kez daha ortaya çıkıyor. Şimdi, “ îman edenlere rehber ve rahmet”(Nahl
64) olan Kur’an’ın aklın işletilmesi konusu üzerinde niçin bu kadar ısrarla durduğunu
daha iyi anlıyoruz(3).
İradenin,
bir bakıma “seçme becerisi” olduğunu yukarıda da belirtmiştik. Bu
niteliğiyle iradeyi arabanın sürücüsüne, mantığı/aklı da arabanın direksiyonuna
benzetebiliriz. İnsanın varlıksal fıtratında “direksiyonu sağa / sola
kırma özgürlüğü / serbestiyeti” vardır. Ama hayvanlık düzeyinde bu
özgürlük / serbestiyet yoktur; onlar, sanki “otomatik pilot” a
bağlı yaşarlar, bu nedenle hayvansal bir sorumluluktan söz edemeyiz. Ama
insanın sorumluluğu vardır, irade özgürlüğünden dolayı.
İnsanda
otomasyonun yerini “cüz’i irade” de denen seçme becerisi
almıştır. İyi / kötü, doğru / yanlış vb. gibi konularda insana “direksiyonu”
sağa sola kırma özgürlüğü verilmiştir. İnsanın özgürlüğü elbette sınırsız
değildir. Toplu halde yaşadığımıza göre birinin özgürlüğü, başka birinin
özgürlük sınırına kadardır; ayrıca özgürlüğümüz beşeri, doğa ve İlahi İrade
Yasaları(Sünnetullah) ile sınırlanmıştır. Psikolojiye bakarsanız; kişi,
genlerinin izin verdiği kadar özgürdür çünkü duyguların sınırını genler
belirler(4).
“Otomatik
pilot” durumunda yapılacaklarla ilgili oynama olamaz. Bu,
bilgisayardaki “Windows Programı” na benzer: “Windows”
bir işletim sistemidir ve kimse, “Windows’u istediğim şekilde
kullanacağım…” diyemez. Ancak sistemin kurucuları programın geneline
sâdık kalarak içini istedikleri gibi doldurabilir ve değişik yapabilir. İşte
bizim genetik programımız da “Windows” a benzetilebilir.
Genlerimiz ile duygularımıza bir takım sınırlar çizilmiştir ve özgürlüğümüzde
böylece sınırlanmıştır. Bu nedenle bedensel benin genlerle belirlenmiş
biyolojik yapısına uygun davranmakta, onu sağlıklı tutmakta yarar vardır. Nasıl
bilgisayarın işletim sistemini en iyi bilen, onu kuran kişiyse, insan
bedeninin(gen sisteminin) yazılımını da en iyi bilen, onun yapımcısıdır..(5).
Görülüyor
ki seçme ve irade özgürlüklerimiz sınırsız değil; belirli şeyleri seçme iznimiz
var, cüz’i irademizi de belirli bir alan içinde kullanabiliriz. Bizler için
evrimin bu aşamasında bu kadarı yeterli. İrade özgürlüğümüzü bu sınırlar ve
alan içinde çıkabileceği en üst düzeye çıkarma serbestiyetimiz de var; hatta
buna Kutsal Kelam tarafından özendiriliyoruz da. Bizlere “şah
damarımızdan yakın” olan ALLAH bizden bunu istiyor / bekliyor. Bunun
yollarını da Kutsal Kelamında(Kur’an’daki İslam’da) gösteriyor. Göstermekle de
kalmıyor; uygulamasını da görelim diye yüzlerce peygamber görevlendirmiş. Bu
rahmetten ve rahmetle gelen nimetlerden yararlanmak için “işletilen akıl”
a sahip olmak gerektiğini geçtiğimiz paragraflarda belirtmiştik.
Bizden
beklenen performansın(yani, dünya tekâmül okulunun son sınıfına ulaşmanın)
ikinci olmazsa olmazı da, konumuz olan özgür iradenin(beşeri / cüz’i iradenin)
en üst düzeyde kapasitede kullanılmasıdır. Kutsal Kelam bizden, özgürleşerek
insanlaşmamızı istiyor; bunun yolunu göstermekle kalmamış,
özgürleşmenin/insanlaşmanın önündeki engellere de(bid’atler, ecdatperestlik,
örfçülük, Arapçılık, peygamberlerin ilahlaştırılması, şirk, zulüm, riya, kamu
hakkı talanı, riya bulaştırılmış ibadet, kâfirlik / küfr vb.) dikkat çekmiş. “Müjdeleyici
ve uyarıcı”(Fussilet 4, Bakara 119) olan Kur’an özgür birey ve özgür
ortam(toplum) istiyor. Kur’an’daki özgür dinin tamamını içine alan üç temel
unsurdan ikisi; işlevsel akıl ve özgür irade iken, üçüncüsü de “ilahilik”
tir(6). Dinin 3. unsuru olan “ilahilik”
elbette ki ilk iki unsura sahip olmakla ortaya çıkan üçüncü bir kazanımdır.
İnsandan beklenen “ilahilik” tir “ilahlık” değil,
yanlış anlaşılmasın…
Özgürlük(ve
bağlı olarak hoşgörü) kavramının büyük önemi, bunun doğrudan doğruya insan
onuru ile ilgili olmasıdır. Başka bir deyişle, insanı insan yapan değerler
ancak bir özgürlük ve hoşgörü ortamında gerçeklik kazanır. Özgürlük ile
bağlantılı olan hoşgörünün toplumdaki eksikliği ise akılcı ve aydınlatıcı
tutumun bireylerde eksik ya da yok oluşundan kaynaklanır. Söz konusu eksiklik
nedeniyle insan haklarının kolayca zedelenebileceği tehlikesinin ve ayıbının
ortada olduğunu bilmem belirtmeye gerek var mı…
Gerek
yasaların boşluklarından yararlanarak, gerekse basiretsizlik ve bencilce
çıkarlar uğruna, dini de siyasete alât ederek çeşitli kurnazlıklarla insan
haklarının ihlal edilmesi de yukarıda belirttiğimiz ortamlarda kaçınılmazdır.
Hele “kul hakkı” nın ihlalini şirk sayan bir dinin mü’minlerinin
ülkesinde bu sapmışlık sergileniyorsa, o ülke demokrasiyle yönetilse ne yazar!
Toplumbilim
alanının en büyük adlarından biri olan Prof. Dr. Emre Kongar, “DEMOKRASİ ve
KÜLTÜR” adlı kitabında(7), “Demokrasi,
ülke hakkında önerdikleri çözümler; azınlıkta kalanların, çoğunluk hâline
gelebilme hak ve olanağının bulunduğu bir çoğunluk yönetimidir.” Diyor.
Durum böyle olunca, demokrasi; başka bir ifadeyle, toplumsal sorunlar hakkında
yönetimle/iktidarla aynı düşüncede olmayanların, bu düşüncelerini açıklama ve
yayma hakkının bulunduğu bir çoğunluk yönetimidir.
Bu
durumun, günümüzde tamamen yerleşmiş olduğunu söyleyemesek de, beşeriyetin
düşünce özgürlüğüyle ilgili böyle bir anlayışa çok kan ve gözyaşı dökerek
gelindiğini biliyoruz. İnsani hak ve özgürlüklerin değerini ve önemini çok çok
zor kavramış beşeriyet. Bu anlayışın altında hiç kuşkusuz, bireyin temel hak ve
özgürlükleri yatmaktadır. Çünkü ancak bireyin temel hak ve özgürlükleri güvence
altında ise, yönetimlere ters düşen düşünceler savunulabilir. Buna izin
vermeyen ya da dolaylı yollarla bu hakkın kullanılmasının önü
kesmeye/karalamaya, tâciz ve tehdit etmeye çalışan yönetimler halka zulmediyor
demektir. Bu zulmün İslam ülkelerindeki kadim örneklerinden birini Emeviler
sergilemiştir. O kadîm zamanlarda elbette ki demokrasi yoktu ama günümüz sözde
demokrasi ile yönetilen ülkelerinde Emevi zulmünün örneklerini görmek çok zor
değil… Kadim Emevi zulmü ve bu zulmün günümüzdeki sözde modern görünümlü sinsi
uyarıcılarının, Kutsal Kelam’ı bile kendilerine göre yorumlayarak siyasetlerine
âlet etmeleri “nefsanî özgürlüğün”(nefsin azmışlığının ve
başıboşluğunun) yönetim/iktidar düzeyindeki görünümüdür.
Tüm
ilahi uyarılara ve tembihata rağmen bireysel hak ve özgürlükleri hiçe saymanın
ve bireyin bu temel hakları üzerinden rant sağlamanın, saltanat sürmenin;(
bizim kültürümüzle ilgili olması bakımından) İslam tarihindeki devlet
boyutundaki çirkinliğini ilk olarak Emeviler’de görmüştük. O zaman ki sapmış
Emevi yönetimi bu zulmü, çoğunluğu Müselman olan halkın din duygularını
sömürerek hâince ve şeytanca bir kurnazlıkla kutsal beyyineleri saptırarak,
çarpıtarak, bir kısmını örterek ve düzmece hadis yayınlayarak yapıyor, bunlara
tepki gösteren basiretli aydınları da(örneğin, İmamı Azam) izleyerek her
fırsatta rahatsız ediyordu. Günümüzde bireysel hak ve özgürlüklere yönelik zulüm,
sadece Kutsal Kelam’ın siyasete âlet edilmesiyle değil; demokrasinin
olanaklarından da yararlanılarak, sözde modern ama sinsice / riyakârca
yöntemlerle yapılıyor. Yahudi-Hıristiyan emperyalizmi ile dinci sektörün
işbirliğinin(“molla-papaz işbirliği”) bu uygulaması ile gerek
ülkeler düzeyinde ve gerekse kitlesel boyutta gelir dağılımındaki eşitsizlik,
terörizmdeki artış ile(özellikle gençler arasında) uyuşturucu bağımlılığı
günümüzde küçümsenemeyecek düzeye ulaşmıştır.
Maddeci
zihniyetin, ALLAH ve insanın üstünde bir kudret olarak gördüğü ve göstermeye
çalıştığı teknoloji, sonunda sahiplerini beşeriyetin yüzkarası bir hüsran ve
ayıpla yüz yüze bırakmıştır. Bu “ruhsuz teknoloji” nin ürünleriyle
çevre(su + toprak + atmosfer), gıdalar kirlenmiş, bu teknolojinin biyolojik ve
konvansiyonel silahları ile savaşlar daha tahripkâr hale gelmiştir. ALLAH’ı ve
ruhu inkâr eden maddeci emperyalizmin ürünü olan günümüz ruhsuz teknolojisiyle
gelen denge bozukluğu; insanı ve onun temel hak ve özgürlüklerini esas almayıp,
insanı teknolojiye ve piyasa ekonomisine âlet eden tutumuyla bir yığın ekonomik
sorunun da müsebbibidir(neden olanıdır).
1900’lü
yılların ilk çeyreğinde, o günlerin en modern silahlarıyla yurdumuza saldıran
sömürgen emperyalist güçlerin, Yüce Atatürk’ün önderliğinde geri püskürtülmüş
olmasına karşın, zâten yokluk içinde, Haçlı zihniyetine karşı kazandığımız o
kurtuluş savaşının ne büyük felakete neden olduğunu yakın tarihimizden
biliyoruz. Sömürgeci Batı’nın, emperyalizmi tepeleyen Mustafa Kemali
“deccal” ilan etmelerini anlamak zor değildir. Haçlı Emperyalizmi’nin
ruhâni liderliğini yapan Katolik Kilise de Hz. Muhammed’i “deccal” ilan
etmişti. Günümüz Haçlı Emperyalizminin borazanlığını yapan dinci zihniyetin
mensuplarının da Atatürk’ü, aynen Haçlı kodamanları gibi düşman bilmelerini
anlamak da zor değildir. Çünkü AB’nin ve ABD’nin emperyalist Haçlı zihniyeti
ile ancak, Kur’an’daki vahyedilmiş(indirilmiş) İslam’ı değil de(çeşitli
bid’atler, örfçülük ve ecdatperestlikle) politize ve ekonomize edilmiş, yani “uydurulmuş
İslam” ın dincileri özdeşleşebilir, işbirliğine girebilir, hatta söz
konusu zihniyetin taşeronluğunu yapabilir.
Tüm
bu sapmışlıklar sergilenirken elbette ki(asıl konumuz olan) insan hak ve
özgürlüklerinin hiçe sayılarak hebâ edilmesi elbette ki kaçınılmazdır. Bunun,
uluslararası boyuttaki örneği olarak, ABD’nin; teknolojik üstünlüğüne
dayanarak(fiyaskoyla sonuçlanan) Irak’ı işgalini gösterebiliriz. Beşeriyetin
ilkellik döneminden kalma kabile yaşamına özgü bir vahşilikle ve “demokrasi
getirme” yalanıyla bir ülkenin toprak bütünlüğüne tecavüz edilmiş oldu.
Biliyorsunuz, her şey 1991 Körfez’e saldırı ile başlamıştı. 1991 yılında ABD
saldırısı doğrudan Bağdat’a yönelmedi; bunun yerine, Kuzey Irak’taki Kürt
isyanını kışkırttı. Ayrımcılık ve insanları birbirine düşürerek bundan
siyasal(ya da her ne ise…) rant sağlamak hangi insani değer ile
bağdaştırılabilir… ABD yönetimi Irak’ın kuzeyindeki isyanı kışkırtıp, insanları
birbirine düşürdükten sonra, Irak ordusunun 36. enlemin kuzeyine geçmesini engelleyerek,
oradaki Kürt oluşumunu güvence altına aldı.
Günümüz emperyalizminin ağababası durumunda ve
dünyanın sözde en gelişmiş ülkesi olan ABD’nin yayılmacı planı şuydu: Günümüzde
Türkiye’ye yönelik teröründe kaynağı olan Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurmak
değilse bile, en azından böyle bir oluşumu desteklemek, sonra da “demokrasi
getireceğiz” yalanı ile Irak’ı tümüyle işgal etmek. Silah gücü ile bir
ülkeye/topluma demokrasi nasıl gelirmiş ve bu nerede görülmüş! (Not: ABD ve
onun çıkar ortağı İngiltere’nin, Birleşmiş Milletler kararlarını ve insan
haklarını hiçe sayarak ve riyakâr yönetimlere özgü bu kandırmaca ile
gerçekleştirdiği Irak işgali 6 trilyon dolara mal olmuştu (Kaynak: Pazar Sabah,
16 Mart 2008). Bu para, emperyalist sömürü yönünde değil de, insan hak ve
özgürlüklerinin gereği olan(sosyal hizmetler, sosyal sigortalar reformu, sağlık
ve eğitim hizmetleri, işsizliğin giderilmesi vb. gibi) yatırımlara
yöneltilseydi, daha uygarca bir toplum olmaz mıydı ! Herkes biliyor ki, Irak’ın
işgâli bölgeye özgürlük getirmek için yapılmadı, amaç petroldü. Peki, o zaman
bu savaş kime yarar sağladı? Elbette ki, silah ve petrol şirketlerine…
Bu
yazımızın konusu olan “insan hak ve özgürlükleri” ni ve de bir
devletin toprak bütünlüğüne saygıyı hiçe sayarak, Kuzey Irak’ta hayal ettiği
yeni devleti; Türkiye’nin güneydoğusundan ve İran’ın batısından koparacağı
parçalarla birleştirerek “Büyük Kürdistan” ı(yani 2. İsrail’i)
kurmak. Bu arada elbette ki bölgenin tüm petrol yataklarına el koymak, sahip
olmak.
ABD’nin
bu özgürlüklere kastedici, iğrenç ve
beşeriyetin yüzkarası projesinin adını bilmeyen yok artık: Büyük Ortadoğu
Projesi- BOP. Ayrıca, hepimiz yine üzülerek biliyoruz ki, temelinde vahşi
emperyalizmin sömürgeci emelleri bulunan bu iğrenç projenin eş başkanları da
Türk yöneticilerinden…(8) Kaba güç üstünlüğüne
dayanarak, insanın temel hak ve özgürlüklerini hiçe sayıp bencilce çıkarların
saltanatını sürdürmeye çalışmanın uluslararası boyutu olan Irak örneğini biraz
daha irdeleyelim, ibret almak için, özgürlüklere tecavüz etmenin çirkinliğini
daha iyi anlamak için…
Irak
gibi bir toplumun, Amerikancı emperyalist vahşilerin ve onların
işbirlikçilerinin tuzağına düşmesinde, elbette ki; Irak halkının da “ulusal
bilinçten yoksunluk” gibi bir kusuru vardı, hâlâ da yok sayılmaz…
Görünen o ki, Irak toplumunda kendi kutsal kitapları Kur’an’da da dikkat
çekilen ve önerilen özgürlüklere duyarlı bir “ulusal bilinç”
gelişmiş olsaydı; hâlâ sürmekte olan Sünni-Şii didişmesi ve buna bağlı
huzursuzluk / güvensizlik ortamı yerine, ulusal çıkarlara yönelik ulusal
birlik/beraberlik ve emperyalist sömürgenlere karşı direnişin itici gücü
oluşurdu. Türk ulusu da bu bilinçle(yüce Atatürk’ün önderliğinde) aynı
emperyalist vahşi zihniyete karşı kurtuluş savaşı kazanmadı mı…
Günümüz
Türk medyasının hâlâ en büyük adlarından olan İlhan Selçuk 4. Kasım, 2009’da
Cumhuriyet Gazetesi’nde ikinci kez yayınlanan köşe yazısında Irak halkının
başına gelen bu felaketi şöyle değerlendirmişti: “…burnumuzun dibinde
yaşanan bu olayın öyküsü okullarda belletilecek bir ders kitabı gibi…”(Söz
konusu makale ilk kez 04 Ocak 2007’de yayınlanmış.)
“Hâlâ düşünüp ibret almıyor musunuz!- Casiye 24
Yok mu araştırıp öğüt alacak!”- Kamer 15
Halkların
yoksulluğundan, câhilliğinden ve çâresizliğinden yararlanıp; onların
yaşadıkları toprakları ellerinden almayı politik zafer / başarı sanan
basiretsiz, sözde modern / medeni ama esasta ilkel olan yönetimler, sonunda
kendi kendilerini yaşam sahnesinden elbette ki sileceklerdir. Tarih boyunca hep
böyle olmadı mı… İnsana, insan hak ve özgürlüklerine duyarlı ve saygılı olmayan
bireyler ve kurumlar(yöneticiler/yönetimler) Kutsal Kelam Kur’an’a göre,
aslında varlıksal açıdan “rezil edici azap içindedirler”(Dühan
30). Bunların içinde; Müselman kimliği taşıyıp, ibâdetlerine riya bulaştırmış
olanlar ALLAH tarafından lanetlenmiş olanlardır(Mâûn Suresi). Elbette ki bu
“müşrikler” in(çünkü Kur’an’a göre riya, bir şirk türüdür)
işbirlikçileri ve taşeronları da… Bunlar, “şeytanın taraftarları”(Nisa
76) olarak “şeytan ameleliği”
görevini tamamladıktan sonra kendi kendilerini ayıklamış olacaklardır.
Günümüzde
bu zulmün başını çeken emperyalizm imparatorluğu ABD’nin durumunu, günümüz
medyasının seçkin adlarından Hüseyin BAŞ, bir köşe yazısında(Cumhuriyet
Gazetesi, 7 Eylül 2009) şöyle değerlendiriyor(9):
“(Şimdiki ABD Bşk. Obama’yı kastederek)W.
Bush’un
ekonomide ve dış ilişkilerde bıraktığı kötü
mirasın
enkazını
kaldırıp, ülkeyi yeniden rayına oturtması;
kuşkusuz, kolay değildi. Finansa lkrizin neden
olduğu
yıkımın önünün kesilmesi kısa sürede alınan devâsa
önlemlere karşın bütünüyle ortadan
kaldırılamamış
ve
yaşamın hemen her alanını kapsayan daralma
önlenememiştir. 2007 Aralık ayında 6,7 milyon
iş ‘buharlaşmıştır’. 14,5 milyon Amerikalı iş
bulma
peşindedir. Büyük bankaların hatırı sayılır kârlar
açıklamalarına karşın 01 Ocak’tan günümüze
(Eylül 2009)
84 küçük banka iflas etmiş, 416’sı da borca
batmış durumdadır.
Le Monde’un New York muhabiri Sylvain Cypel,
Obama’yı
bekleyen karmaşık olduğu kadar çözümü güç
sorunları,
özetle şöyle sıralıyor: Sağlık sigortası
reformunun gerçekleştirilmesi
için Başkan’ın israrı muhalefetin; dahası, bazı
demokratların
şimşeklerini üzerine çekiyor ve Beyaz Saray için
ciddi tehdit
oluşturuyor. Obama’nın söz konusu reformu
yasalaştırma
gücüne sahip olup olmadığı tartışılıyor.
Başkanın bu konuda
iki hedefi olduğu görülüyor: Hedeflerin ilki,
nüfusun tümünü
sağlık koruması altına almak(halen 48-50 milyon
Amerikalı
sağlık korumasından yoksun…). İkinci hedefi ise
reformun
maliyetini aşağı çekmek. % 80’i özel olan ABD
sağlık sistemi,
gelişmiş ülkeler arasında en pahalı ve en
etkisiz olanı.
Ancak, Obama’nın sağlık sigortası projesini
gerçekleştirmesi
kolay görünmüyor. Her şeye karşın bu konuda
ısrarlı olursa,
“ merkezci” olarak
nitelendirilen bazı demokrat vekillerin
muhalefetle birlikte karşı oy kullanma riski de
var. Öte yandan,
bundan vazgeçilmesi hâlinde; partinin ilerici
unsurlarının desteğini
yitirme tehlikesiyle karşı karşıya… Özetle,
Başkan; sağlık
sigortasını meclisten geçirmek için eylül
ayına(Eylül 2009’a)
kadar yeni bir strateji belirlemek zorunda.”
Kendini
bilmez birey(toplumsal statüsü ne olursa olsun) eğitemediği kaba nefsinin
başıboşluk ve azgınlık içeren özgürlüğü içinde, her şeyi olduğu gibi teknolojiyi
de bencilce çıkarlarına araç yapacaktır. Kendini bilmez basiretsiz yönetimler
elinde teknolojik üstünlüğün ne denli tehlikeli olduğunu ve bu tehlikenin ve
sapmışlığın uluslar arası boyutunu örneklemeye çalıştık son birkaç
paragrafımızda. Gördük ki, “nefsanî özgürlük”(daha doğrusu,
nefsin başıboşluğu ve azgınlığı) kişiyi, “rezil edici azaplara”
sürüklemektedir. Şimdi günümüzde, ne yazık ki, “özgürlük”
denince; anlaşılan, bu nefsanî özgürlük. Özellikle, terbiye özürlü ve içsel
gelişimleri ergenlik yaşlarında kalmış bir kısım gençlerin özgürlük anlayışı
bu… Bu durumda, yani eğitilmemiş nefsinin zulmü ve güdümü altında negatif
güçler tarafından kolayca kandırılabilecek durumdadır(10).
Özgürlük ve Gençlik:
Konunun
uzmanlarından Prof. Dr. Kemal AYDINALP(eski GATA öğretim üyelerinden), “Genel
olarak, toplumsal karışıklık ve huzursuzluklar; kültür karmaşası gibi nedenler
psikolojik rahatsızlıkların ve uyuşturucu kullanımının artmasına neden
olmaktadır.” diyor(11). Zamanında
kontrol altına alınamamış nefsin başıboşluğuna dayalı bir özgürlük(elbette ki
sahte bir özgürlük) anlayışına dayalı bir tutum ile uyuşturucu bağımlılığı genç
nüfus arasında giderek yaygınlaşmaktadır. Anayasa’nın bu felaketle ilgili 58.
Maddesine rağmen, devlet bu konudaki yükümlülüğünü yerine getirememiştir(12). Devlet (elbette ki tüm devlet olanaklarını elinde
bulunduran hükümet) bundan ayrı olarak, gençlere yönelik bir görevini daha
yerine getirememiştir. Bugün Türkiye’deki gençlerin sâdece üçte biri
öğrencidir. Öteki üçte biri çalışıyor, kalanı ise ne okuyor, ne de çalışıyor.
Yurdumuzda 2 milyonun üzerinde “ev kızı” var(13). Görüldüğü gibi, devletin tüm olanaklarına sahip
olan iktidardaki hükümetin çocuklarımıza/gençlerimize yönelik görevini tam
olarak yaptığı söylenemez.
Şimdi
bizim konumuz olan özgürlük kavramının nefsanî türünün çirkinliğini terbiye ve
görgü özürlü çocuklarda/gençlerde daha çok görüyoruz çünkü bu beşeri kusur
onlarda; yetişkinlere göre, daha kolayca ortaya çıkabiliyor. Yetişkinler, yaşam
deneyiminin verdiği ustalıkla, çeşitli maskeler kullanarak, drama uygulayarak
ve savunma mekanizmalarından da yararlanarak nefsanî özgürlüğün çirkinliğini
kolay kolay dışa vurmamayı ve bu yüzden toplum tarafından kınanmamayı
başarabilir. Ama bir çocuk ya da yetersizlik duyguları içinde kıvranan bir
ergen ya da delikanlı henüz bu konuda ustalaşmamıştır. Bunu görmek için
okulların ve özellikle de dershanelerin çıkışlarında kısa bir gözlem yapmak
yeterlidir. Gençlerimizin yüzde kaçı yüce Atatürk’ün Cumhuriyetimizi emânet
ettiği genç tipindendir, kolayca görülecektir. Böyle bir gözlem, bize okullarda
eğitim verilemediğini, sadece öğretim yapıldı konusunda da bir fikir
verecektir. Çocuğu bencillikten arındırmayan ve nefsinin zulmünden kurtarmayan
eğitim, eğitim olabilir mi? Kültürel ya
da mesleki bilgi ile donanmak, bunların sınavlarını verip sınıf geçmek
eğitilmiş “adam” olmak(hanımefendi / beyefendi) olmak değildir.
Bu anlamda eğitilmemiş olan genç kültürel / mesleki bilgilerle donanmış, akıllı
ve becerikli bir egoist olabilir ancak… Kendinden haberi olmayan zeki
egoistler… Burada şimdi gel de, yüce Yunus’un o ibret dolu özdeyişini anımsama:
“İlim ilim bilmektir.
Bilim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin,
Bu nice okumaktır !”
Görüldüğü
gibi okullarda “akıllı tahta”, her sınıfa bilgisayar, “4
+ 4 + 4”
vb. vitrin süslemekten, dış görünüşe prim ödemekten başka bir şey değil. Ne
yaparsanız, “irfanı hür, kendi hür…” (ATATÜRK) insanlar
yetiştirmedikçe, ne yaparsan boş… Ancak böyle gençlere ulusal ve kutsal
değerler ve geleceğimiz emânet edilebilir. Kendine hayrı olmayan, kendini
bilmez, terbiye ve görgü özürlü gencin topluma yarardan çok zararı olmaz mı !
Gençlerle ilgili medyatik saptamaları gözden geçirmeyi ve nefsanî özgürlüğün
yüz kızartıcı boyutlarını biraz daha görelim.
Egosu
yeterince eğitilmemiş çocukla / gençle ilgili üzücü ve güncel konulardan biri
internet bağımlılığıdır. Yurt çapında, Edirne’den Kars’a il ve ilçelerde
internet kafelerin müşterilerinin çoğunluğunu çocuklar ve gençler oluşturur.
Okuldan çıkar çıkmaz, eve dönmeden önce, daldıkları mekân… İnternet, “dünyaya
açılan pencere”… Ne güzel değil mi? Hayır değil. Çünkü bilgisayar
başına oturur oturmaz tek yaptıkları oyun dünyasının içine gömülmek. Bu
oyunların bir kısmı da(ya da bu çocuklarca yeğlenenlerin çoğu) savaş oyunları.
Örneğin, “Counter Strike” en yaygını. Eğitilmemiş kaba egonun
vahşiliğini duyurmaya yönelik bu oyunu, hemen; “Age of Empires”, “Age
of Mithology”, “War Craft” adlı strateji oyunları
liselilerin başlıca tercihi… Beşeri vahşiliği içeren ve yansıtan bu oyunlar
sanal dünya çocuklarını öyle bir sarıp sarmalıyor ki, başka hiçbir şey
umurlarında değil. Düşünelim; tek ilgi alanı(ya da en favori ilgi alanı)
bilgisayar olan bu “sanal dünya çocukları” nın sözde eğitimleri
bitip, sıra kendi yaşamlarını kurmaya geldiğinde, olacakları…
İnternet
bağımlılığı elbette yalnızca Türkiye’deki çocukların sorunu değil, birçok
ülkeyi yakından ilgilendiriyor: örneğin, Güney Kore, çocuk ve gençlerin
internet bağımlılığına karşı ciddi önlemler getiriyor(14).
Bu ülkede çevrimiçi oyun, artık profesyonel bir spora dönüşmüş. Koreli
gençlerin toplumsal yaşamı, hemen her köşe başında bulunan internet
salonlarında geçtiği ve bu tür yaşamın bedeli gençler için ağır olduğundan,
Seul hükümeti çareyi, internet bağımlıları için tedavi kampları açmakta bulmuş.
Psikologların araştırma sonuçlarına göre, 18 yaş altı olup; G. Kore nüfusunun
%30’unu oluşturan 2,4 milyon genç internet bağımlılığı riskini taşıyor.
Bunların en az 250.000’i bilgisayarın başından kalkamıyor, engellendiğinde de;
tutarsız, anlamsız ve saldırgan davranışlar sergiliyor. Araştırmalar, nefsanî
özgürlükleri doyurmaya yönelik bu bağımlılık türünün Çin ve Tayvan’da da
yaygınlaştığını gösteriyor.
Nefsin
zulmünden değilse bile, onun güdümünden / köleliğinden özgürleşememenin başka
bir görünümü de moda sektörünün empozisyonlarına dirençsizlik ve boyun eğme
şeklinde ortaya çıkıyor. Bunun en yaygın görünümü “marka tutkusu”
dur. Bu konuyu irdelemiş olan uzmanlar, marka takıntısının(gerçekten değerli
olan şeyin ne olduğunu bilememekten ve sürü zihniyetinden kaynaklanan bir) “özenti”
olduğunu, şahsiyetini bulamamış(kimlik arayışı içinde olan) gençlerin
kendilerini daha kolay ifade etme aracı olduğunu belirtiyor(15). “ Marka takıntısı aşırı noktada olduğu
durumlarda; ailede çatışma, yoğun borçlanma, hatta şiddete yol açabilecek ciddi
sorunlara neden olmaktadır.” diyor bu uzmanlar. Söz konusu tutkuya konu
olan bir markanın, şekilciliği ötesinde bir anlam taşımadığı çocuklara
anlatılmalıdır. Markaya gelene kadar, bir gencin kendini kanıtlamak ve kendini
değerli hissetmek için daha önemli ve hatta takıntı yapmaya değer şeyler olduğu
anlatılmalı onlara. Çocuk ruh
sağlığı doktorlarından Işık Karakaya, marka takıntısının; kendini daha
değerli hissetmek, bulunduğu çevrede kendini kanıtlamak ve kabul ettirmek için
kullanılan olumsuz bir davranış biçimi olduğunu belirtmiştir(15). Dr. Karakaya, marka takıntısının tüketim
toplumunun sonucu olduğunun altını çizerek; bu takıntı ve düşkünlüğün temelinde
gelir dağılımındaki eşitsizlik ve adaletsizlik, kişilerin kendilerini
tanımlayacak/kanıtlayacak sağlıklı değerlere sahip olmaktan uzaklaşması gibi
psiko-sosyaolojik nedenlerin bulunduğunu da değerlendirmelerine eklemiştir.
Konuyla
ilgili başka bir uzman kişi olan Prof. Dr. Peykan G. Gökalp ise, marka
takıntısının artışının; küresel pazarlama stratejilerine, gençlerin farklı ve
sosyal-düşünsel, politik aidiyetlerinin zayıflamasına bağlanabileceğini
kaydetmiştir. Dikkat edilirse, her iki bilim insanının değerlendirmelerinde;
küresel pazarlama, gelir dağılımındaki adaletsizlik, tüketim toplumu gibi
günümüz küresel kapitalizminin “marifetleri” olan kavramlar
bulunmaktadır. Kapitalizm bugünkü görünümüyle artık çöküşe geçmiş durumda(16) ise de, sömürgeci ve yayılmacı emperyalizm ile kol
kola, dünyayı fokur fokur kaynatan cadı kazanı durumuna getirilmiştir. Sadece
kapitalizm ile emperyalizm değil; reklam, moda ve marka üretimiyle ilgili
sektörlerde beşeri zaaflarımızdan yararlanarak ve özellikle kimlik arayışındaki
gençlerin zayıflıklarını istismar ederek ayakta durmaya çalışan ticari
kurumlardır. Küresel kapitalizmin maşaları olan bu kurumların aldatmacalarına
karşı güçlü olabilmek için nefsanî özgürlükten vicdani özgürlüğe geçmek,
çocukları bu yönde eğitmek gerek.
Marka
ve benzeri uyduruk değer ve objelere heves etmek, eğitilmemiş nefsin hevâ ve
hevesinin başıboşluğundan, sahte benliklerin azgınlığından kaynaklanan ve
özellikle gencin kendini ezik / değersiz(aşağılık kompleksi) görmesinin
belirtisidir. Buraya kadar, gençliğin asıl konumuz olan özgürlük kavramıyla
ilgili durumunu gözden geçirdik. Bu paylaştıklarımız, “neftsen
özgürleşmemiş olmanın” bireysel ve toplumsal, hatta uluslar arası
ölçeklerdeki perişan manzarasından karelerdi, yani “neftsen
özgürleşememiş olmanın” sonuçları. Yazı akışımızın şu noktasında “nefsten
özgürleşmek” üzerinde biraz durmakta yarar var.
Neftsen
Özgürleşmek:
İnsanlaşmanın gereği olan bu durum için
psikolog Dr. Kemal Sayar, “önyargı, haksızlık ve bölücülüğün tahripkâr
güçlerden özgürleşmek bu gelişim aşamasının son hedefidir.” diyor(17). Dr. Sayar’ın bu ifadesindeki “bu gelişim
aşaması” ndan kastı, “hayvani nefs” tir.Ünlü doktora göre
“nefs-i hayvâni” nefsin beşeri egonun en kaba düzeyi oluyor. “Yeniden
uyanma aşaması” adını da verdiği bu ilk aşama için, teknik açıdan şu
açıklamayı da yapıyor: “Yeniden uyanma aşaması, psikanaliz ve dinamik
psikoterapide, hastanın; kaygı, suçluluk ya da eksikliklerinin farkına vardığı
ilk aşamaya benzemektedir.” Böyle bir farkındalığın ve kendine gelmenin
gereği(Kur’an’daki) “tevbe” dir. Biz beşeri varlıkların kusurlar
/ eksiklikler içinde olması ve bundan dolayı da(bunların kaynağı olan) ham/kaba
egonun / nefsin egemenliği altında olmaları(yani gerçek özgürlükten yoksun)
aldatıcı/sahte bir özgürlükle avuntu hâli içinde olmaları doğaldır. Ama doğal
olmayan ve gelişimi özgürleşmeyi aksatan, bu eksikliklerin ve beşeri zaafların
farkına varmadan, onların güdümünde yaşamaktır. Bu istenmeyen ve dünyada
bulunuş amacımıza ters düşen durumun farkına varıp, nefsin bu veçhelerinden
özgürleşme adına pişmanlık / suçluluk duymak gerçek özgürlüğe, dolayısıyla
“insanlaşmaya” doğru atılmış ilk adım oluyor. ALLAH’ın da bizden
istediği budur: “Tevbe” etmek, yani beşeri koşulları
yinelememenin, nefs(içteki “şeytan”) tarafından aldatılmama
kararlılığı. ALLAH, tövbeleri kabul etmeye hazır olduğunu âyet âyet yinelemiş
Kur’an da.
İslam
düşüncesinin doruk adlarından biri olan Cüneyd-i Bağdadi, “tövbenin ilk
düzeyinin, kişinin suçluluk ve pişmanlık duygularına izin vermesidir.”
diyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz farkındalık ile beşeri / nefsânî bir
kusurumuzdan dolayı suçluluk ve pişmanlık duyduğumuz zaman, onu nefsânî
tavırlar içinde tevil yoluna gitmeden ya da geçiştirmeye/unutmaya
çalışmadan(yani, kendimizi kandırmaya çalışmadan) önce, “tövbe etmek”
sözcüğünde anlamını bulan bir samimiyetle/dürüstlükle o kusuru yinelememe
kararı almalıyız. Dr. Kemal SAYAR, dipnot 17’deki eserinde suçluluk ve
anksiyete(endişe/kaygı) duygusunun bu türüne ya da bu aşamasına “yapıcı
bir suçluluk duygusu ya da anksiyete” diyor. Beşeri kusurumuzun, nefse
yenik düşmemizin farkına varıp, onu yinelememe kararlılığı sergilemezsek, bu
suçluluk ve anksiyete marazi duruma dönüşüyor ve psikolojik ya da psikiyatrik
yardım gerektiriyor.
Yapıcı
suçluluk duygusunun gereği yerine getirilmeyip, tevil ve nefsi savunma
durumlarına girilmesi; vicdan sesine kulak tıkamak ve
aymazlığı/vurdumduymazlığı getiriyor ki, bu da bireyi telafisi zor yani
sıkıntılı hatta ıstıraplı eprövlere sokar(18).
Bu durumlara düşülmemesi ve psikolojik/psikiyatrik yardımlara(terapilere) gerek
kalmaması ve işin içsel gelişim yönünde sağlıklı bir
şekilde(neftsen/nefsaniyetten özgürleşmek adına) götürülmesi için bu içsel
gelişim yolu(süluk) kadim sufizm tarafından sistematize edilmiştir.
·
Nefs-i Emmare: Kötülük yapan, iyilikten kaçan
hoşgörüsüz nefs.
·
Nefs-i Levvame: Kınayan, pişmanlık duyabilen
nefs(kendini/başkalarını).
·
Nefs-i Mülhime: İlham almaya açık / uygun nefs.
·
Nefs-i Mutmainne: Doğrulayıcı ve ALLAH’a teslim
olmuş nefs.
·
Nefs-i Razıyye: Beşeri sıfatların kalmadığı
mertebe(evre, aşama).
·
Nefsi Marzıyye: ALLAH’ın kendisinden razı olduğu
nefs.
Aynı
zamanda “sülûk”un mertebeleri / evreleri de olan bu nefsaniyet
düzeyleri Tasavvuf’un değişik ekollerince farklı adlarla da anılmıştır. Söz
konusu mertebelerin hepsi değilse bile, çoğu Kur’an’da da yer almıştır(Fecr 27
+ 28 + 30, Kıyamet 1+ 2 + 3, Yusuf 53, Şems 1 + 10)(15). Nefsi tanımak ve seyri
sülûk halinde onun kusurlarını gidermek, ALLAH’a giden yolda ilerlemek ve O’nu
daha çok tanımaktır( “sezinlemek” anlamında…). Bu nedenle, “Nefsini
kendini bilen, ALLAH’ı bilir.” Denmiştir. Bu gidiş(süluk hali) aynı
zamanda giderek, gerçek anlamda özgürleşmektir. Çünkü ALLAH’a gidişte “nefs
engelini” aradan kaldırmış, onu da müselman(ALLAH’a teslim olmuş) hale
getiriyorsunuz.
Kendimize Dönelim:
Bizler
şimdi henüz bu yolun ve ebedi gidişin başında olan enkarneler olduğumuz için:
kendimize, şu durumumuza bakmakta yarar var. Aydınlanma ve insanlaşma anlamında
“kurtuluş”, nefsaniyetten arınmakla/özgürleşmekle olasıdır. Bu
durum “terk” olarak da ifadeye konmuştur. Bu anlamda “terk”;
eli-eteği dünyadan çekip inzivaya çekilmek değildir. Tam tersine dünyada,
toplumsal yaşamın içinde “dünyadan ve neftsen özgürleşmek” tir.
Şimdi içinde bulunduğumuz kıyamet dönemi de bunun için bol fırsatlar
içermektedir. Bu bakımdan, bire bin verimin alınabileceği çok özel bir dönemde
enkarne olmuşuz, bu fırsatı insanlaşma yönünde değerlendirelim.
Beşerin
fıtratı esâsen özgürleşmeye yatkındır. Çünkü onun aslı olan ruh esâsen
özgürdür. Bedensel beni ruhsal özgürlüğe kavuşturmak, bu yoldaki ve bünyedeki
engelleri ortadan kaldırmakla olasıdır. İlerleyen paragraflarımızda bu
engellerden(ve onların etkisiz hale getirilmesinden) söz ediyor olacağız. Söz
konusu engellerin bir kısmını nefsânî dürtüler oluşturuyor. Yakın geçmişin maddeci
biliminin modernist bakış açısı, özgürlüğü; dürtülerin serbest bırakılması
olarak tanımlarken, duygusal zekâ gerçeğinin(DUYGUSAL ZEKÂ, Daniel GOLEMAN)
keşfi ile gerçek özgürlüğün “dürtülerden özgürleşmek” olduğu
kabul görmeye başlamıştır(20). Bu “dürtüler”
elbette ki neftsen kaynaklanan ve “hayvansal doğamız” la ilgili
uyaranlardır. Nefsin simgesinin(Sufizm’de) ehlileştirilmesi gereken “köpek”(kelp)
oluşu, bundan olsa gerek…(21).
Başkalarını(çıkarı olmadıkça) önemsemeyen, sâdece kendi çıkarlarını ve
başarısını önceleyen, yaşamı mal-mülk biriktirmek(bu şekilde geleceği garanti
altına almak) için bir mücadele / savaş olarak algılayan sömürgeci emperyalist
zihniyetin özgürlüğüdür bu… Bu yaklaşımla, mesleki başarısı yüksek ama sosyal
engelli ve özürlü, yalnız, bencil ve(çoğu hedonist) zevkleri yaşam amacı
edinmiş bireyler ödüllendirildi.
Modernist
bakış açısı üzerine kurulan kapitalizm; tüketimi(ve bağlı olarak savurganlığı)
hızlandırmak için, “yardımlaşma, ürünün işlem mâliyetini artırır,
alçakgönüllü olmak zayıflık / şahsiyetsizlik belirtisidir” düşüncesini
temel aldığından, rekabetçiliği çatışma ve didişmeye dönüştürmüş durumdadır.
Modernist zihniyetin ürünü olan kapitalizmin kurbanı pek çok ülke(başta AB ve
ABD olmak üzere) ekonomik kriz içinde kıvranmaktadır. Dürtülerden
özgürleşememenin(ya da nefsanî özgürlüğün) yarattığı perişanlığın ulusal ve
uluslar arası görünümüne geçtiğimiz sayfalarda değinmiştik.
Son
yıllarda beşeri beyinde duyguları düzenleyen alanların bulunduğu ve aslında
sınırsız özgürlüğün, isteklerden/arzulardan arınmakla gerçekleştiği;
bağışlamanın insanlara hizmet ile onları sevindirmenin, iyilik yapmanın gerçek
varlıksal özgürlüğe yönelik önemli adımlar olduğu anlaşılmıştır. Evet, devre
bitti bitecek bizde(beşeriyette) “jeton yeni düştü…” deme de dur!
Siz değerli okuyucu isterseniz, İngilizce ifâdesiyle, “Good morning after
supper.”(Günaydın, geç yenen akşam yemeğinden sonra…) deyin, fark
etmez. Gerçek olan ruhsal(erdemli ve ârif insana özgü) özgürlüğün göstergesi,
kişinin kontrolünün kendi elinde olmasıdır; nefsinin, duygularının, beşeri
koşullandırmaların güdümünde değil. Özgürlüğün önündeki engelleri görmeyi
sürdürüyoruz. Önümüzdeki birkaç paragraf boyunca ele alacaklarımız; aynı
zamanda, kendimize dönmemizin önündeki engellerdir.
Alışkanlıklardan Özgürleşmek:
Alışkanlardan
özgürleşmek değişimi kolaylaştırır. Bilindiği gibi evrensel ve varlıksal bir
olgu olan tekâmül, değişmekle olası. Bu değişim, elbette ki şuurlanma yönünde
bir dönüşüm. Varlık, yozlaşma yönünde de bir değişime uğrayabilir. Tekâmülde
gerileme yoktur ama belli bir realite basamağında atalete düşüp, “kabuklar
içinde sabitleşip kalmak” olasılığı da yok değildir. Kur’anca
ifadesiyle, “… Hidâyete erdirdikten sonra, kalbin oradan sapması”(Ali
İmran 8). Bu talihsizliğin nedeni alışkanlıkların kökleşmesiyle oluşan zihinsel
ve bedensel konfor düşkünlüğü ve yeniye / yeniliğe kapalılıktır. Ego sâhibi
varlıklar olarak, eski alışkanlıkların ve eski düşünce kalıplarımızın(önyargı
vb.) yaşamımızı yönetmesine farkında bile olmadan yeşil ışık yakarız ve
özgürlüğümüzü engellemiş oluruz. O kadar ki, yarattığımız ve zaman içinde
rahatlığına alıştığımız bu kalıplar, acı çekmeyi beraberinde getirseler bile,
onları kaderci bir teslimiyetle kabul ederiz. Özgürlük idealimiz olabilir ama
iş; alışkanlıklarımıza geldiğinde, çoğunlukla onların kölesi oluvermişizdir.
Eğitilmemiş egonun işine gelen de budur, zihinsel ve bedensel konfor… Bu
nedenle “yeni” ye yönelmek, ön yargıların dışına çıkmak ham
egonun rahatını kaçırır.
Alışkanlıklardan
özgürleşmek, hiç değilse, alışkanlıkların otomatizmasına kapılmamak yeni ve
engin bir gücü doğurur. Böyle bir uyanıklık ve duyarlılık içinde,
alışkanlıklarınıza mahkûm olmamanızı anlamanın getirdiği kalıcı esinlenmeyi ve
güven duygusunu deneyimlersiniz. Gerçekten, alışkanlıklardan
özgürleşebileceğinizi fark etmekten, değişebileceğinizi fark etmekten
kaynaklanan bir keyiftir bu.
Zihin Gevezeliğinden Özgürleşmek:
“Gerçek
doğamız gökyüzüne, sıradan zihinlerimizdeki karmaşa da gökyüzündeki bulutlara
benzetilebilir.” Diyor Tibet Budizmi’nin bilge mürşidlerinden
Sogyal Rinpoche(22). Bu güzel benzetme
zihnimizde olduğu halde bir meditasyonla(sanki bir uçakla) gökyüzüne yükselip,
oradan aşağılara baktığımız zaman, her şey zannettiğimiz bulutların çok küçük
ve çok uzakta olduğunu görürüz. Unutmayalım ki bulutlar gökyüzü değildir. Ayrıca
onlar gökyüzüne âit de değildir. Onlar sâdece orada, bir süre asılı dururlar ve
sonra geçip giderler. Bulutlar asla ve hiçbir şekilde gökyüzünü lekeleyemezler
ya da üzerinde iz bırakmazlar. S. Rinpoche’nin gökyüzüne benzettiği insanın
gerçek doğası, tamamen; açık, özgür ve sonsuz, aslâ bozulamaz ya da
lekelenemez.
“Yazarlar
ve entelektüeller tarafından zihnin doğası hakkında neredeyse hiçbir şey
yazılmamıştır. Çağdaş filozoflar onun hakkında doğrudan konuşmaz. Çağdaş bilim
insanları, onun orada olabileceğini bile düşünmeden, varlığını reddeder.
Hepimizin aslında sıradan duyularımız yoluyla algılayıp görebileceğimiz
şeylerin dışında bir gerçek olmadığına inanmak üzere yetiştirilmiş durumdayız.”
(S.Rinpoche).
Oysaki söze gelmeyen, sözcüklere döküp kaleme alamadığımız ama
deneyimlerimizden bildiğimiz “zihnin doğasının saf farkındalığı içinde
kalmak” gibi bir hâletimiz var. Başka türlü ifâde edelim: Zihnin
doğasının varlığı hakkında maddeci modernist bilimin her tarafa yayılmış
inkârına karşın, zaman zaman hepimiz onun varlığına ilişkin kısa süreli de
olsa, farkındalıklar yaşamışızdır.
Zihin
hakkında konuşulduğu zamanlarda, sözü edilen şey, yalnızca duygular ve
düşüncelerdir. Araştırmacıların zihin zannettikleri şey üzerine çalışmalar
yaparken, sâdece zihin tasarılarıyla ilgilenirler. Zihnin(özellikle de “zihin
gevezeliği” nin) etkisi altındayız ama onun doğasından haberimiz yok(23). Daha çok sayıda birey kendi zihinlerinin doğasını
anladıklarında, içinde bulundukları yaşam koşullarının da gerçek yüzünü(nedenleriyle
ve nasıllarıyla birlikte) anlamış olacaklar ve onu korumak için cesaretle
mücadele edecekler.
“Budist”
sözcüğünün, Tibet dilindeki karşılığının “nangpa” olması
ilginçtir. “Nangpa”, “iç yüzünü bilen kişi”
demektir. Yani Budist, gerçeği ve huzuru/mutluluğu dışarıda değil, zihninin
gerçek doğası içinde arayan kişi demektir. Budizm’in tüm öğreti ve
çalışmalarının tek bir hedefi vardır, o da; zihnin gerçek doğasını araştırmak
ve böylece bireyi, zihin gevezeliğinden, çeşitli korkulardan(özellikle de ölüm korkusundan)
özgürleştirmek ve yaşamın gerçeğini kavramamıza yardım etmektir. Bu arada, “yaşamın
gerçeğini kavrama arzusu” İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in sıkça
yinelediği dualardan biri olduğunu anımsıyoruz. Hz. Muhammed söz konusu
olduğunda, elbette ki Kur’an’ı anımsamamak olası değil ve Kur’an’da da zihin ve
bağlı kavramlara değinildiğini biliyoruz. Kendi iç varlığımıza yönelmek ve
zihinlerimizin doğasını araştırmak, cesaret edebileceğimiz en son şeydir. Beşeri zihin doğasıyla ilgili
olarak; kuşku, endişe(ve bunların ileri durumu olan vesvese) sadece Kur’an
tarafından dikkat çekilmekle kalmamış, maddeci tıp biliminin de(psikolojinin
de) konuları arasına girmiştir.
Buna
rağmen, yukarıda da belirttiğimiz gibi, içe dönmekten( şöyle dursun, içe
yönelmekten bile) korkarız. Genel beşeri tavır olarak, dışa ve dış yapımız olan
bedene bakmaya o kadar alışmışız ki, kendi varlığımıza ulaşma yetimizi
kaybetmiş durumdayız. İçe yönelmeye ödümüz kopar. Çünkü günümüz maddeci
modernist bilimi içte ne bulacağımız konusunda bize hiçbir fikir
vermemiştir/vermez. Çünkü içe bakış / yöneliş gerçek özgürlüğe giden yöndür.
Gerçek anlamda özgür olmak ise, beşeri koşullandırmalarla gelen sömürgen
emperyalizmin tahakküm ve tasalludundan kurtulmak demektir. Bu sömürgeci
zihniyet, bireyi daha kolay etkilemek, gütmek ve onu sömürmek için özgürleşerek
uyanmasını istemez; tam tersine daha çok uyumasını ister. Günümüz vampir
kapitalizminin empozisyon ve tahakküm aracı olan reklam sektörünün yaptığı
budur: uyduruk ve çoğu gerçek gereksinim olmayan şeylerle dikkatleri hep
bedende ve dışta tutmak, uyanmayı erteleyerek tüketimi kamçılamak ve bu yolla
karına kar katmak. “Yaşamlarını çok hafife alan insanlar, genellikle,
kendileri için yaşamda en iyi maddesel şeyleri aceleyle arayan kimselerdir.
Bunlar kendi yaşamlarını sabırsızlıkları ve aşırı arayış(hırs) içinde
olmalarından dolayı kısa sürede tamamlama eğilimindedirler.” -TAO TEH CHING.
Bu
koşullandırmaya yenik düşmek, egoya yenik düşmektir. Bu, aynı zamanda(içteki “şeytan”
olan)kurnaz nefsin, gerçek doğamızı keşfetmemizi ve onun egemenliğinden
kurtulmamızı engellemek için yaptığı en becerikli manevralardan biridir.
Bağımsızlık, kişinin karakteri olmalıdır. Yüce Atatürk bunu bize, kendini örnek
göstererek yıllarca önce söylemiş ve cumhuriyeti bu anlamda bağımsız gençlere
emanet etmişti: “Bağımsızlık benim karakterimdir!”- Atatürk.
Hırslardan Özgürleşmek:
Kendinden
habersiz, nefsinin güdümünden / hegemonyasından / zulmünden kurtarılamamış ve
bu haldeki nefsinin başıboşluğunu özgürlük sanan bireyin özelliklerinden birisi
de hırs sahibi olmasıdır. Buna bağlı olarak, bu durumda olan birey öteki birkaç
özelliği de; aceleci, sabırsız ve tahammülsüz tabiatta olmasıdır. Nefsinin bu
özellikleri altındaki hak tanımazlığı ve hoşgörüsüzlüğü özgürlük anarak,
erdemlerle bağdaşmayan tavır ve davranışlar içinde yaşar. “Kendisine
kötülük / hoşnutsuzluk dokununca feryat eder; kendisine hayır ve nimet ulaşınca
ondan başkalarının yararlanmasına engel olur.”- Mearic 20,21. Beşerin
mal hırsı ile sınanması Peygamberin hadislerinde de yerini almıştır:
Hadislerdeki bu konu “fitne” kavramı içinde / kapsamında söz
konusu edilmiştir. Hadisler birkaç fitneden söz eder. Bunların en tehlikelisi “Muhammed
ümmetinin baş fitnesi”, mal fitnesi olarak verilir. Ümmeti kavgaya,
kine, nefrete ve nihayet can alıp kan dökmeye götürecek iç felaket budur.
Burada konumuz olan hırstan kaynaklanan mal fitnesi, hem bireyi mahveder, hem
de kozmik emaneti evrensel boyutlara yüceltecek olan toplumu. Buna dayanarak
diyebiliriz ki, Muhammed ümmetinin savaşacağı en büyük putlardan biri, beklide
birincisi, hırsla biriktirilen mal putu olmaktadır. Müselman nesillerin, bu
amansız put ile gereğince savaştıklarını söylemek bahtiyarlığından ne yazık ki
yoksunuz(MÂÛN SURESİ, Prof. Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK). Mal putu, hırs zeminine
oturduğu için, şöhret ve makam putları da onun uzantıları olarak düşünülebilir.
Çünkü onları tetikleyen ana etmen(bireyin maddeden ve nefsin açgözlülüğünden
özgürleşmemiş olmasından kaynaklanan) hırstır. Bu hırs zehiri, Hz. Muhammed’i
çok ürkütmüştür. Bir yerde Yüce Peygamber diyor ki, “ALLAH’a yemin ederim
ki, sizin için korktuğum şey, dünya nimetlerinin önünüze saçılması ve tıpkı
kadim toplumlar gibi bu nimetler yüzünden birbirinize düşmenizdir.” Hırslarından
özgürleşmemiş kişi, paylaşımcı bir zihniyetten yoksun olduğu için,
biriktiricilik / istifçilik tutkusuna da sahiptir. Doymak bilmez bir açlık ve
hırs içinde hep kendini ve kendi çıkarlarını düşünür; hatta bu gibilerden
bazıları, başkalarını düşünmenin, elindekileri başkalarıyla paylaşmanın “enâyilik”
olduğu yanılgısı içindedir. Oysaki nefsini kontrol altına alabilmiş ve
hırslarından özgürleşebilmiş bir insan; kendisinin gereksinimi olsa bile,
başkalarını kendi nefsine yeğler(Haşr 9). Bu gibiler için “Âlemler için
öğüt”(Yusuf 104) olan Kur’an şöyle diyor: “…Nefsinin
cimriliğinden ve doymazlığından korunanlar kurtuluşa erenlerin ta
kendileridir.”- Haşr 9. “İhtiyacımızdan fazla olan
şeylerin(eşyanın) gitmesine izin verdiğimiz takdirde, elimizde hiçbir şey
kalmayacağına inandırılmış olsak da, yaşam bize tekrar tekrar bunun, tersini
gösterir. Eşyanın(şeylerin) gitmesine izin vermek gerçek özgürlüğe ulaşmanın
tek yoludur.”-Sogyal RINPOCHE(27).
Hırslardan
özgürleşememenin bireysel düzeydeki görünümü böyle. Birazda konunun
toplumsal(ve hatta uluslar arası) düzeydeki görünümüne bakalım: Paraya
doymazlık(yani “kazanç hırsı”) bazılarını silah kaçakçılığına
kadar götürür ve bu yasadışı alış-veriş kazanç hırsını tatmin yollarından en
verimlisidir. Silah satılması için, kanın akmasına gerekçe hazırlamak, bunun
için de düşmanlıkları, ayrımcılıkları körüklemek gerek. Günümüzde terör de
düşmanlıkları körükleme yollarından biridir. Bugün dünyada terörü susturmak ve
bastırmak adına, kıyametler koparan “süper” güçler ve özellikle
de ABD, terörü yaratan ve besleyen ülkelerin ta kendileridir(24). Bu da kazanç hırsının ve özgürlük düşmanlığının
devlet boyutu olmaktadır. Dünya barışını koruması gereken ve kendisinden bu
beklenen BM Güvenlik Konseyi’nin beş büyük üyesi, dünya silah ticaretinin de en
büyük ağalarıdır. Nefsin özgürlüğü ve sapmışlığıyla gelen sapmışlık için başka
bir çelişki ve ikiyüzlülüğe işaret etmeye gerek var mı…
Hırs
takıntısının sarhoşluğu içinde hep “ben” diyen birey sahip
olduğumuz her şeyin esâsen “emânet” olduğunu bilecek ve kendisine
söylense de(ki bunu yüzyıllardır dinsel ve istatistik öğreti söylüyor)
anlayacak durumda değildir. Çünkü gözleri kör, kalbi paslı ve kulakları
mühürlüdür(25). Sâhip olduğumuz her şey içsel
gelişim ve sınanma aracından başka bir şey değildir. Bir şekilde bir
birikimimiz var ise, onu; doymaz bir açgözlülük ve hırs ile daha da çoğaltmak
yerine, fazlasını başkalarıyla paylaşmak durumundayız. Kişiyi, biriktirdikleri
batırır. Sâde yaşamak, dünyasallaşmamak; erdemli kişilere özgü, nefsaniyetten
ve maddeden özgürleşmiş olmanın tavrıdır. Hep “ben” diyenler ise,
“Gemiye bindikleri halde, sırtlarındaki yükü indirmeyen ahmaklara benzer.
Hırstan ve biriktiricilikten / istifçilikten kurtulup, paylaşımın tadına varmak,
bu aptallıktan kurtulmakla olasıdır.”(26).
Kazanç
hırsı ile inşaatta noksan ya da düşük kaliteli malzeme kullanarak dikilen
apartman ve binaların en ufak bir depremde yıkılarak can aldığını hepimiz
üzülerek anımsıyoruz. Aslında can alan, deprem değil elbette ki; kazanç hırsı
ile nefsanî özgürlükten kurtulamamış zavallı müteahhitlerin inşa ettikleri
yapılar… Bu da kazanç hırsının ya da “hırs tutsaklığı” nın inşaat
boyutu oluyor.
Günümüz
büyük irfan öncülerinden Tibetli bilge Sogyal RINPOCHE, meditasyonun bireysel
gelişim üzerindeki olumlu etkisini irdelerken, bizim şimdiki konumuz “hırslardan
özgürleşmeye” de şöyle değiniyor:
“Meditasyonun gerçek muhteşemliği, kullanılan
yöntemlerde değil; onun sürekli olarak içinde
bulunulan ‘an’ı, iç huzurunu, dinginliği ve
hepsinden
önemlisi, hırstan tamamen arınmış olma hâlini
kesintisiz olarak deneyimlemeye olanak
tanımasıdır.
İçinizdeki hırsın azalması, giderek nefsinizden
özgürleşmeye
başladığınızın işaretidir. Siz bu özgürlüğü daha
çok deneyimledikçe,
nefsinizin ve onu canlı tutan; endişe, korku ve
hırslarınızın giderek
azalmaya başladığını ve sonsuz cömertlikteki
‘egosuzluğun bilgeliği’ ne
giderek yaklaştığınızı göreceksiniz.”(27).
Meditasyon ve Egodan Özgürleşmek:
Kendi
özgürlüğü ve başıboşluğu içinde bulunan ham ego ruhsal yolda bireyi ne denli
sabote etmeyi ve kandırmayı denerse denesin, eğer gerçekten bu yolda birey ilerlemeyi
sürdürmeye gayret eder ve içsel gelişime yönelik uygulamaları üzerinde
derinlemesine ve kararlılıkla çalışırsa, o zamana dek, sinsi ve kurnaz egonun
vaadleriyle nasıl aldatılmış olduğunu yavaş yavaş fark etmeye başlayacaktır. İhmal edilmiş, eğitilmemiş ve daha da kötüsü
şımartılmış egonun işe yaramaz umutlarını ve yersiz korkularını birey, böyle
bir kararlılık içinde giderek anlamaya başlar. Egonun, daha doğrusu;
eğitilmemiş ego aracılığıyla reklam sektörünün empoze ettiği umutlar bireyi
aldatır ve hayal kırıklığına uğratır.
Egodan
ve sahte benliklerden özgürleşme kararlılığı içinde bulunan bireyin egosunun,
zihni üzerindeki egemenliğinin her yöne nasıl yayılmış olduğunu da yavaş yavaş
görmeye başlar ve içsel gelişime yönelik istikrarlı meditasyonları sâyesinde
önünde açılan özgürlük alanında hırslarından da an be an kurtuldukça, gerçek
doğasının enginliğini deneyimleyecektir. Bu durumda olan birey, egosunun;
yıllarca, aynen çılgın ve şımarık bir aktör gibi(bireyi) içsel iflasa
sürükleyecek olan ama asla gerçek olmayan planlar, entrikalar ve vaadlerle
dolandırdığını fark edecektir. Kişi meditasyon dinginliği içindeyken, bunları
fark ettiğinde; bu keşfini gizlemek için herhangi bir istek de duymayacaktır.
Egonun
görünmez hilekârlığının farkına varmak, içsel genişleme ve dinginlik hissi
geliştirmek, her şeyin birbiriyle ilişki içinde olduğuna(“ilişkinin ve
etkileşimin evrenselliği…”) ve sanki “egosuzluk” hakkında
bir bilgiye sahip olmak aynı zamanda içsel ve gerçek özgürlüğünde
işaretlerindendir. Erdemli kişilere özgü böyle bir içsel disiplin kararlılığı
içinde yaşamınızı sâdeleştirmek olasıdır. Böylelikle, egonuzun sizi kışkırtma
ve “çirkinlikleri güzel gösterme” kandırmacalarını(28) azaltma şansını yakalarsınız. Bu amaca yönelik
meditasyonlarla birey, bir bakıma farkındalık uygulamaları yapıyor demektir. Bu
sâyede, bir şeylere sıkıca(onları putlaştırırcasına) yapışmanın ve tüm
varlığımızı işgal eden olumsuz duyguların tuzağından da kurtulma şansını elde
etmiş oluruz(“duygulardan özgürleşmek” konusunu ileride ele
alacağız). Bu güzel gidişin doğal sonucu olarak, anlayışın bilgeliği de yavaş
yavaş kendini gösterecektir.
Son
birkaç paragraftır anlatmaya çalıştığımız şekilde nefsaniyetten / egodan
özgürleşmeye yönelik samimi bir niyet uygulaması olmaksızın, tâlihsizliklerden,
kötü koşullardan uzak kalmayı başarmak pek olası değildir. Bu durumda
meditasyon yapılsa bile, kızgınlık (öfke) ve arzu gibi güçlü duyguların daha
önceki kadar güçlü ve şahlanmış oldukları fark edilir.
Duygusallıktan özgürleşmek:
Çok
genel anlamda ama ağırlıklı olarak duyguları(ve bağlı olarak duygusallıkları)
kontrol altına alarak gelişmeye çalışan varlıklar olduğumuzu biliyoruz. En
azından dünya tekâmül okulunun müfredat programının esas teması bu… Nefsi
öldürmek nasıl söz konusu ve zaten olası da değilse, duygusuzluk da söz konusu
değildir ama bunların her ikisini de kontrol altında tutarak
gelişmek/insanlaşmak(şuurlanmak ve kıyam etmek) durumundayız. Esâsen
duygusallık ve duyguların güdümünde olmak, nefsâniyetten özgürleşmemiş olmanın
belirtisidir. Eğitilmemiş bir nefs, bunun egemenliği altındaki zihin ve
duygusallık “benlik üçgeni” nin üç köşesini oluşturur ve bu “üçgenin”
tepe noktası elbette ki nefstir. Böyle bir birey için, “tüm korkuların ve
tanımlanamaz üzüntülerin kaynağı zihindir.” diyor Marion L.
Matics(ENTERING The PATH of ENLIGHTENMENT)(27).
Herhangi
bir nedenle/etki ile duygusallaştığımız(29)
zaman, içinde bulunduğumuz duyguyu bastırmak ya da ona teslim olmaktansa; onu
gözlemlemek, bu sıradaki düşüncelerin farkına varmak ve içimizden o anda ne
yükselirse yükselsin, bunları olabildiğince büyük bir dürüstlükle kabullenmek
önemlidir. Gurdjieff öğretisindeki daha teknik ifadesiyle, içine girdiğimiz bu
ruh halini merkezler arasında sirküle ettirmek gerek. Bu uygulama, duyguları
kontrol altına almada, duygusal karmaşaya karşı bizi korumada, dolayısıyla
duygulara, duygusallıklara karşı özgürlük kazanmada yararlı olacaktır.
Böylece
duygularımızın “şiddetli rüzgarlarını” “tatlı meltemlere” dönüştürdüğümüzde,
zihnimizde sâkinleşecektir. Esâsen zihin, duygularımızın(hele,
duygusallıklarımızın) neden olduğu “rüzgârlarla”, bir mum alevi
gibi titrer durur. Evet, zihin genellikle bir mum alevi gibidir, sürekli
titreşir durur, hiç sönmeden… Duygularımızdan kaynaklanan rüzgârı(hattâ
duygusallaşmalarımızdan kaynaklanan fırtınaları) durdurduğumuzda, mum
benzetmesinde(Sogyal Rinpoche, bkz. Dipnot 27) anlamını bulan zihin de
sâkinleşecektir. Sâkinleştirilmiş bir zihin ile kendimizi daha huzurlu ve özgür
hissederiz. Sâkinleştirilmiş bir zihin ile birey yüksek beni olan asıl
kendisinin(rehberinin) ilhamlarına daha açıktır. Mevlana Celaleddin’in
deyişiyle “dost”, bu durumda; sizin için neyin en iyi olduğunu
her zaman zaten bilir ve alışkanlıkla verdiğimiz olur olmaz tepkilerden ve
tutkulardan/takıntılardan kurtulmamız için size daha kolay yardım etme
fırsatına kavuşur. Bu durum giderek berraklaşıp güçlendikçe de, “içteki
şeytan” diye simgelendirilen egonun çeşitli hilelerinin farkına
varırsınız.
Keder,
haz, umut, korku gibi duygular en büyük inisiyelerde(yoga ustalarında,
mürşidlerde) bile tıpkı sıradan kimselerde ortaya çıktığı gibi ortaya çıkar.
Sıradan bir kimse ile; örneğin, bir yoga ustası arasındaki fark, “duyguları
algılayış biçimi” ve onlara karşı verdiği tepkilerdir. Unutmayalım ki
aldığımız etkilere verdiğimiz tepkiler bizim genel tekâmül durumumuzla ilgili
ipuçları taşır. Sıradan bir kimse, duyguları; sanki içgüdüsel bir biçimde,
otomatik olarak ya kabul eder ya da reddeder / geçiştirir/tevil eder ve
böylelikle olumsuz karma kazanımıyla sonuçlanacak bir yük kazanır. Buna karşın
yoga ustası ya da iyi bir inisiye, her şeyi; olduğu gibi, doğal ve asıl hâliyle
algılar, hırslarını tahrik etmesine izin vermez. Bu konuda Tibetli bilge Dudjom
Rinpoche şöyle diyor:
“Algı sınırlarınız içine ne girerse girsin, çok
güzel
ve etkileyici bir tapınakta gezinen küçük bir
çocuk
gibi olmalısınız: Küçük çocuk çevresine bakar
ama;
hırs, sâhip olma isteği aklına bile gelmez. Yani
her
şeyin, oldukları gibi doğal, canlı ve bozulmamış
olarak
kalmalarına izin vermelisiniz. Her bir şeyi
olduğu gibi, kendi
halinde bırakırsanız; o şeyin şekli değişmez,
rengi solmaz ve
ışığı yok olmaz. Böylece algılarınız
hiçbir
hırs tarafından lekelenmemiş olur.”(27).
Görülüyor
ki bir bilge için,(özellikle istenmeyen / rahatsız edici) bir “duyguyu yenmek” ya da yenmek
için çaba göstermek demek; duygularımızla tümüyle ve dürüstçe yüzleşmek,
duygularımızı tam anlamıyla ifade edip serbest bırakmak ve bu “yaranın”
iyileşmesi ne kadar sürerse sürsün duygularımıza hoşgörüyle yaklaşıp onları
kabul etmek demektir. Duygulardan özgürleşmeyi başarmış bilgeler / inisiyeler
böyle öğütlüyor. Buna, “bilgelikle gelen özgürlük” diye
diyebilirsiniz ama bilgeliğin, böyle bir özgürlük ile geldiğini de biliyoruz.
Bilgelikle Gelen Özgürlük / “Egosuzluk” :
Bunda
başarılı olmanın insana sağlayacağı başka bir yarar da, tüm yaşamınız boyunca
konuşan zihnin kaba gevezeliğinden kurtulmaktır. Bu gevezeliği dinlemek yerine,
derin bilgiler içeren öğretilerin esin ve öğüt veren, rehberlik eden ve “doğru
yol” a yönlendiren seslerinin açık ve sâde önerilerini zihninizde
duyarsınız. Örneğin, “Âlemlerin Rabbinden bir indiriliş”(Hakka
43) olan Kur’an’ı, bu anlamda “susturulmuş” bir zihinle okumak
bireye çok şey kazandıracaktır ve esâsen Kur’an’ın sahibi alim(her şeyi bilen)
ve selam(esenliğin kaynağı) olan ALLAH; bizlerden onu böyle(“ağır ağır ve
düşünerek”-Müzemmil 4, Bakara 121, Nahl 98, Ankebut 45) okumamızı
istiyor. Kur’an’dan ve öteki kutsal metinlerden daha çok rehberlik almak,
onları böyle bir zihin ile okumakla olasıdır.
Bu
anlamda olmak üzere, zihin; egonun egemenliğinden kurtarılırsa ve bir bakıma “egosuzluk”
a kavuşulursa, gerçek kimliğimiz(asıl kendimizin kimliği) olan bilgelik ortaya
çıkacaktır. Bu makbul durum, Sâdıklar Planı Tebliğlerindeki ifadesiyle “asıl
şahsiyetin ortaya çıkması” dır. “Şahsiyetsizlik” ten
kurtulmak için, yüksek benimizin şahsiyetini bedensel ben de tezahür ettirmek
durumundayız ve “insanlaşmak” sözcüğünde anlamını bulan
erdemlilik de bu olsa gerek.(“Yeni insan…”). Gerçek özgürlük de
bu anlamda şahsiyetle ortaya çıkan özgürlük olsa gerek…
Mürşid ile Özgürleşmek:
Birkaç
paragraf önce iyi bir mürşidin duygularla / duygusallıklarla nasıl baş ettiğine
değinmiştik. Gerçek özgürlüğe yönelmek için elbette ki iyi bir mürşidin
bilgeliğinden(inisiyatik adap çerçevesinde) yararlanmak da olası. İçtenlikli
bir niyet ile kendi iç evrenini tanımak isteyen bireyin bu içsel
yolculuğu(Sufizm’de “Seyr-i Sülûk”) zor bir zihinsel ve ruhsal
yolculuktur. Çünkü her düşünme ve arınma uygulamasında yanılsamaya düşme
olasılığı ve tehlikesi vardır. Bu nedenle müridin bu yolculuğunda kendine bir
rehber(mürşit) edinmesinde yarar vardır. Mürşit, yolu bilen ve daha önce bu yaşantıdan
geçmiş bir bilgedir. İyi bir mürşit, kendine bu amaçla başvuran mürit adayını
hemen kabul etmez, ona; sabır, arınma ve iç gözlem salık verir. Mürid adayının;
kişiliğinin gücü, kendini adayışının yoğunluğu ve teslimiyetinin ne kadar
içtenlikli olduğu çeşitli vesilelerle sınanır. Bu anlamda mürşit, davranışsal
ve zihinsel değişim ve gelişim için; müride, durumunu gösterecek ve kendisini
aşmasına yardım edecek bir rehber ve yoldaştır(30).
Mürşid,
müridin(sâlikin) geçirdiği evrimi dikkatle gözler ve ona ayna olur.
Mürid-mürşid ilişki ve etkileşiminde, mürşit(usta) ile ilişki müride yeni bir
oluş duygusu verir ve bu duygu zamanla yeni bir bilinçliliğe ve güzelliğe
dönüşür. Bu gidişte, mürit; dünyanın karmaşasından çıkarılır ve
ustanın(mürşidin) mânevi varlığına ve rehberliğinin sağladığı huzura sığınır.
Mürşid(pir, usta) daha önce, benzeri yaşantılardan ve deneyimlerden geçmiş ve
aynı/benzer sıkıntılara göğüs germiştir. Bu konumuyla mürşit, müridin hem “ikizi”,
hem de idealleştirdiği bir imgedir; o, ileride kendisi gibi olabileceği
birisidir.
Usta,
kalbinizin derinliklerini size açtığında ve zihninizin doğasını görmenize
olanak sağladığında, size yardım eden bu kişiye karşı içinizde sevinç dolu bir
minnettarlık dalgası yükselir ve ustanın varlığında cisimlenmiş olan gerçeğin,
yani öğretilerin ve bilge zihnin farkına varırsınız. İşte, sadece bu doğal, saf
ve yadsınamaz içsel deneyim “ adanmışlık” tır(27). Adanmışlığın Tibet dilindeki karşılığı “mö
gü” olup, “özlem ve saygı” olarak dilimize çevrilebilir. Burada
“saygı”, giderek gerçekten kim olduğunu daha derinden anlamaya
başladığınız usta(mürşit) için; “özlem” de, ustanın içinizde
olanı size tanıtması için hissedilen duygudur. Çünkü ustanızın sizinle mutlak
gerçek arasındaki bağlantı ve zihninizin gerçek doğasının bedenlenmiş hâli
olduğunu bilirsiniz.
Usta
ile öğrenci(mürid) arasındaki bu çok yakın ilişki öğrenci için bir “ayna”:
onun, yaşam ve dünya ile olan ilişkisi için yaşayan bir benzerlik oluşturur.
Usta öğrencinin her şeyi doğruca ve kuşkularını geride bırakmış olarak görmeye
başlamasıyla sonuçlanacak olan sürekli “saf görüş” uygulamasının
ana figürü haline gelir. “Yaşayan buda” olan ustanın her sözcüğü
buda konuşması; zihni, tüm Budaların bilge zihni, her davranışı da buda
davranışlarının bir ifadesi, hatta çevresindeki insanlar da onun bilgeliğinin
parlak bir göstergesidir.
Ancak
sûfiler, mürşidin putlaştırılması tehlikesine karşı sürekli uyanık olunması
gerektiğini öğütlemişlerdir. Biat, yetersizlik duygusundan kaynaklanan olumsuz
bir zaafımızdır. Mânevi güçlere ve rehberliğinin benzersiz ve en kusursuz
olduğuna inanması bir mürşidi de aynı yönde etkileyebilir ve sonuçta, koruyucu
/ eşsiz / çok güçlü bir idole dönüşebilir. Bu durumda olan bir mürşid / veli,
müridlerinin / izdeşlerinin bağımlılık gereksinimlerini gideren bir araçtır. Bu
duruma düşmüş olan mürşitlerdir. Bunlar bir bakıma “şeytanın evliyası”
dır(evliya, “veli” nin çoğul şekli).
Bu
anlamda “şeytan ya da şeytanın evliyası”(evliyau’ş-şeytan) daha
çok, duygu sömürüsüne dayalı korku salarak iş görür. ALLAH’a vardırıcı
vasıtalar olarak birilerini ALLAH ile kul arasına sokmak şirktir ve şirk
konusunda en büyük tehlike de “evliya kültü” dür. Yaklaşık 50
kadar Kur’an ayeti, ALLAH’ın berisinden birilerinin velî edinilmesinin
yaratacağı kötü sonuçlara dikkat çeker. “Şeytanın evliyası”na
tabi olunma durumunda; hem ALLAH’a inanma söz konusudur, hem de O’nun yanında “veli
edinme”. Bu çarpık tutum elbette ki bir sapmışlık ve şirkin en yakıcı
görünümüdür. Bu aldanma elbette ki, özgürlük yerine kölelik getirir.
Kendilerine
güven duyulabilecek evliya Yunus 62-64. Ayetlerde tanıtılmaktadır: “Gözünüzü açın! ALLAH’ın
evliyası için korku yoktur… Onlar iman eden ve sakınan
kullardır. İçsel gelişim yolunda(seyr-i sülûk) ille de bir veli gereksinimi
duyuyorlarsa, en güçlü ve güvenilir velinin ALLAH olduğu unutulmamalıdır. Bunu
öneren Kur’an ayetleri; Hac 78, Enfal 40, Bakara 286, A’raf 155. Bu ve benzeri
âyetlerin ışığında diyebiliriz ki, gerçek özgürlüğe kavuşma yolunda,
birilerinin deneyimlerinden ve rehberliğinden yararlanmak gerekiyorsa, bu
rehberler; îman ve amelde sâdık, dürüst, insanlığa hizmeti(ALLAH rızası için)
öne çıkaran, fedakâr, hoşgörülü ve sevgi dolu insanlar olmalıdır. Kısaca
söylemek gerekirse, îman ve takva(ALLAH’ın iradesine ters düşmekten sakınmak)
dışında bir evliya işareti yoktur. Îman ve takvada savsaklama ve yozlaşma
işaretlerinin görüldüğü yerde “Rahman evliyâsı” yok, “şeytan
evliyâsı” vardır. Gerçek evliyâ tanımına uyanlar bile, bir “yardım
ve şefaat aracı” yapılmamalıdır. Unutmayalım ki, şefaat ve
hidâyet(doğru yola erdiricilik) sâdece ALLAH’ın tekelindedir. Kişilerin şefaat
ve hidâyet önderliği / rehberliği devri nübüvvetin tamamlanmasıyla(yani Hz.
Muhammed’in vefâtı ile) bitmiştir. Hidâyet yalnız ve sâdece ALLAH’tan gelir; hidayetten gelenlerin kaynağı
ise, kişiler değil, Kur’an dır. Bu beyyine unutularak, evliyadan hidayet
bekleyenlerin sonu hüsrandır. Bu hüsran, ALLAH’ın veliliğinin yitirilmesidir(İsra 97).
Görüldüğü
gibi, gerçek özgürlüğe gidiş yolunda yolculuğu biraz kolaylaştırmak adına “mürşit
ile özgürleşmek” pek güvenli değil. Çünkü zamanımızda gerçek(akıl-gönül
sâhibi ve takva ehli) mürşit bulmak zor. Herhalde en iyisi, ALLAH’ı velî bilmek
ve O’nun rehberliğine teslim olmak(Ali İmran 173, Tevbe 129).
Deneyimlerden Özgürleşmek:
Yaşarken,
iyi / kötü uygulamalarımız sürüp gittiği sürece; kimi iyi, kimisi kötü birçok
deneyim yaşarız. Havanın değişik yönlerden bol bol girebilmesi için birçok
kapısı ve penceresi olan bir oda gibi, zihnimiz de açık olduğu sürece birçok
farklı deneyimin(haletleriyle birlikte) yaşanması doğaldır. Örneğin, herhangi
bir nedenle / vesileyle mutluluğu deneyimlediğinizde; bu, arzuların bir
süreliğine kaybolduğunu gösteren bir işarettir. Düşüncelerinizin yok olduğu bir
durumu deneyimliyorsanız, bu da bilgisizliğinizin bir süre için kaybolduğunun
işaretidir. Bunlar kendi başlarına “iyi” deneyimlerdir, fakat
eğer onlara bağlanırsanız, onlar da(özgürlüğe giden yol da) engeller
oluşturmaya başlarlar. “Deneyimler kendi başlarına farkındalık
anlamı taşımazlar. Ama eğer onlara bağlanmadan kalabilirsek; her ne iseler o
olarak kalırlar. Bu demektir ki, farkındalığa erişmek için kullanılan araçlar
olarak…(Sogyal RINPOCHE)
Olumsuz(“iyi
olmayan”) deneyimler çok sık olarak yanlış anlaşılırlar, çünkü onları “kötü”
işaret olarak değerlendiririz. Bununla birlikte, aslında uygulamamızdaki
olumsuz deneyimler “kılık değiştirmiş lütuflar” dır. Başka türlü
ifadesiyle, içsel gelişim ve özgürleşmek açısından, “nimet”
kavramında anlamını bulan kusurlarımızı telâfi olanağıdır. Olumsuz
deneyimlerimize normalde yapacağımız gibi, hoşnutsuzlukla yaklaşmamayı deneyin.
Bunun yerine, onları; gerçekte ne iseler öyle algılayın, sadece deneyimler…
Deneyimlere böyle bir yaklaşımla, deneyimin gerçek doğasının farkına varmanız;
sizi, deneyimin kendisinin size verebileceği zarardan ve tehlikeden özgürleştirir.
Sonuç olarak, olumsuz bir deneyim bile büyük bir şükran duygusu ve başarının
kaynağı hâline gelebilir. Tibet’in inisiyatik/ezoterik kültür ortamında,
ustaların böyle olumsuz deneyimler üzerine çalışıp; onları farkındalığa ulaşma
yolunda katalizör gibi kullanmalarını konu alan pek çok yaşanmış öykü vardır.
Kısacası, bu konuda yapılacak olan şey, daha doğrusu öğrenmek zorunda olduğumuz
şey, yaşamda ve meditasyonda; “iyi” deneyimlere bağlanmaktan
özgürleşmek ve “olumsuz” olanlara da nefretle bakmamayı
başarmaktır.
Bütün
bunlar, bireyin kendini tanıma bağlamında gerçekleştireceği çalışma ve
uygulamalardır. Bunlarda başarılı oldukça, özgürlüğün yeni rotasına doğru olan
bu çıkıştan dolayı esinlenmiş ve canlanmış olarak içimizi dolduran derin bir;
barış, neşe ve güvenlik hissederiz. Ayrıca, içimizde giderek hiçbir şeyin
yıkamayacağı, değiştiremeyeceği ve ölümsüz olan “bir şey” in var
olduğuna “emin olma” duygusu gelişir.
Ölüm Ötesi ve Özgürlük:
Doğuyoruz,
ölmek için: ölüyoruz, tekrar doğmak için. Yaşam sürekli ve ruh varlıkları
olarak bizler hep varız. Her doğuşta, belirli amaçları / vazifeleri hedeflemiş
olarak geliyoruz dünyaya. Her gelişte “başarılı” sayılmak ve
verdiğimiz sözde(“ahde vefa”) durmuş olmak için en az % 50
başarılı olmak gerek; yani, enkarnasyonu, ömrü içsel gelişim yönünde, şuurlanma
ve insanlaşma yönünde değerlendirmek gerek. Maddesel / dünyasal olan her şey
buna yani “can hâlinde bulunan ruh varlığına”; yani kısaca,
insana araç, Kutsal Kelam olan din bile… Bu varlıksal amaçtan uzaklaşıp,
dünyasal olan değerlere(politikaya/ekonomiye) insanı araç kılmak ve
onu(haklarını) sömürmek, istismar etmek; “atın önüne et, itin önüne ot
koymak” kadar abes oluyor.
Dünya
beşerinin böyle bir trajikomik talihsizliğe düşmemesi için, devre başından
beri(yaklaşık Sümerlilerden günümüze) sadece dinsel öğretilerle değil,
inisiyatik öğretilerle de hep uyarıldık; maddeleşmemek / dünyasallaşmamak ve
özgürleşmek için… Şuurlanma ve aydınlanmayla gelen kurtuluşa ve yücelmeye(“ilahileşmeye”)
yönelik öğretiler bize, sonunda sınırsız özgürlük olasılığı bulunduğunu
şaşırtıcı bir açıklıkla göstermiştir. Eğer şimdi, burada ve yaşarken bunun için
çalışırsak; ölümümüzü ve doğumumuzu seçmemize olanak sağlayan o özgürlük
bizimdir. Bu yönde uygulama ve hazırlık yapan biri için ölüm denen geçiş bir
“yenilgi” olarak gelmez; aksine, o bir zaferdir ve tüm yaşamın/ömrün
taçlandırıcı ve parlak anıdır.
----- o0o -----
Dipnotlar:
(1)
SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Ruh ve
Madde Yayınları.
(2)
“Kabuklar”:
İnsanlaşabilmek için(tutkular, özdeşleşmeler, önyargılar, bağımlılıklar,
duygusallıklar vb.) gideremesek bile kontrol altına almamız gereken beşeri
zaaflarımızın genel simgesidir. Kabuklar, bir bakıma; yüksek benimizin(asıl
kendimizin) bedensel bende tezahürünü engelleyen, yapay, sahte, beşeri kişilik
örtileridir. Asıl(aşkın) şahsiyetimizin ortaya çıkması için kendini tanıma
cehti içinde, “kabuk” simgesinde anlamını bulan sahte kişilik
örtülerinden arınmakta yarar var.
(3)
Ra’d 4, Nahl 6, 12, 17, Kamer 40, Zümer 44, Rum
8, 9, Muhammed 24, Nur 61, Hucurat 4,Casiye 23, Bakara 190, Haşr 21, Maide 103,
Enbiya 44, 47, Rahman 51, Kamer 15, 17, 22, 32, 40, Ankebut 43, Mücadele 11,
Furkan 4.
(4)
DUYGULARIN DİLİ, Prof.
Dr. Nevzat TARHAN, Timaş Yayınları.
(5)
Bu konuda beşeri bedenle ilgili gen
mühendisliğine dayalı uygulamalar ve denemeler için bkz. “KOZMİK TOHUM”
ve “ONİKİNCİ GEZEGEN” adlı eserler(Ruh ve Madde Yayınları).
(6)
Yaşar N. ÖZTÜRK, SES BİRGİN YANKILANIR- Baskı 2,
Sayfa 124.
(7)
Remzi Kitabevi Yayınları- 3. Baskı, 1997.
(8)
Bu konuda belgelere dayalı ayrıntılı bilgi için
bkz. KÜRTÇÜLÜK, Gürbüz Evren.
(9)
Evet, kaynağımız / alıntımız 2,5 yıl öncesine
ait ama adı geçen ülkenin durumunda olumlu yönde bir gelişme gözlenmedi. Bazı
fikir yazıları güncelliğini birkaç haftada, ayda, hatta yılda yitirmez. Bundan
ayrı olarak ABD toplumundaki yozlaşmayla ilgili olarak bkz. HAŞHAŞ ve
EMPERYALİZM- Aytunç Altındal, İBLİSİN KIBLESİ- Cengiz Özakıncı.
(10)
Bu konuda belgelere ve güvenilir istatistiklere
dayalı bilgiler için; Gençlik psikolojisi profesörü Erdal ATABEK’in eserleri
ile Aytunç ALTINDAL’ın HAŞHAŞ ve EMPERYALİZM adlı kitabı incelenebilir.
(11)
BİLİM ve TEKNİK Dergisi, Ocak 1988.
(12)
Anayasa, madde 58: Devlet, geçleri alkol
düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar vb. kötü
alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli önlemleri alır.
(13)
Özlem YÜZAK, Cumhuriyet Gazetesi- 30 Mart 2011.
(14)
Cumhuriyet Gazatesi(Bilgi Toplumuna Doğru)- 20
Şubat 2008.
(15)
Cumhuriyet Gazetesi 11 Eylül 2009.
(16)
Kapitalizmin çöküşü
(17)
SUFİ PSİKOLOJİ, Kemal SAYAR- Timaş Yayınları.
(18)
Bu durumu, Kur’an ayetlerinin ışığında
“Uyarılara………….”.başlıklı yazımızda irdelemiştik bkz.: http//:………………..
(19)
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. KUR’AN ve
SÜNNETE GÖRE TASAVVUF, Yaşar N. ÖZTÜRK.
(20)
DUYGULARIN DİLİ(5. Baskı, Sayfa 23). Prof. Dr.
Nevzat TARHAN.
(21)
“Hayvansal Doğamız”
konusunda bkz. KUR’AN ve SÜNNETE GÖRE TASAVVUF(Baskı 5, Sayfalar 77, 78), Prof.
Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK.
(22)
TİBET’in YAŞAM ve ÖLÜM KİTABI, Sogyal
Rinpoche-Dharma Yayınları.
(23)
Zihin gevezeliği: Beşeri
akıl(bedensel bene ait olan akıl) nefsin kontrolundan kurtulamamışsa, (yani, “geveze
zihin” durumundaysa)görünenin ötesindeki görünmeyeni, yüksek
benini(asıl kendisini) ve giderek sonsuz sınırsız olan yücelikleri anlamanın /
kavramanın önündeki (dolayısıyla içsel gelişimin önündeki) en büyük engeldir.
Beşeri aklın, gelişimi engelleyici bu niteliğini gidermek, onu nefsin
hegemonyasından kurtarıp, vicdana teslim etmekle olasıdır. Her şeyin ayet
olduğu şuuru içinde yaşamak, beşeri akıl (geveze zihin) üzerinde oluşturulacak
böyle bir egemenlikle olasıdır. Bakara 242’de dile getirilen, “...ayetleri
düşünebilmek...” için; önce, beşeri aklın bu anlamda terbiye edilmesi,
onu nefsin tesirliliğinden kurtarılması gerekir. Ancak o zaman akıl, vicdan ile
kolkola yürüyebilecek bir hale gelebilir. Aklın vicdan ile kolkola gitmesi ise “makul
vicdan” ifadesinde anlamını bulan makbul bir durumdur ki bu aynı
zamanda, dinsel ifadesiyle “orta yol”dur. Aklın kontroldan çıkmışlığının “kalp”
kavramı ve kalbin durumuyla da bağlantısı vardır. Çünkü “esas körlük”
olarak da ifade edilen (Hacc 46) “kalbin körlenmesi” (kalp gözünün,
yani basiretin kör olması) kişinin kendi içeriğini ve sonra da çevresinin
içeriğini (gerçek ve görünmeyen anlamını) tanımasına götüren tüm fakülteleri dumura
uğratır ve içsel gelişimi büyük ölçüde aksatır ki, işte bu fakültelerden biri
de akıldır. Bu yüzden kalp ile akıl
arasında (iman ile akıl arasında olduğu gibi) yakın ilişki vardır. “Körlenmiş”/”paslanmış”
yani (manevi anlamda) iş görmek hale gelen bir kalp gözünün, akıl işlevini de icra
edemez duruma getirmesi söz konusudur(Hacc 46, Araf 179). İşte tüm bunlardan
dolayı “zihnin sessizleştirilemesi” gerekir(“içsel sükût ve
sükûnet hali” ve “içsel denge” de budur). Sessiz olmayan
zihin “geveze zihin”dir. Korku, endişe ve vesvese içinde olmak “geveze
zihin”e özgü durumlardır. Böyle bir zihne sahip bireyin; aklını
vicdanıyla birlikte kullanması, Kur’an’ın birçok ayetinde yankılanan “neden
akıl etmezsiniz!”, “düşünmez misiniz!” uyarılarının
gereğinin yerine getirilmesi ve böyle bir akıl ile çevremizin aslında ayetlerle
dolu olduğunun (Ali İmran 19o, Zariyat 20+21) görülmesi, bu şekilde terbiye
edilmiş ve sessizleştirilmiş bir zihin/akıl ile olasıdır. Önyargı, korku,
endişe ve vesveseden arındırılmış bir akıl ile sağlıklı bir algılama ve gözlem
ile ancak her şeyin ayet olduğu fark edilir ve bunlardan içsel gelişim yönünde
yararlanılır. Aksi takdirde; bakar ama görmez, duyar ama işitmez duruma
düşeriz. Zihnimizle / aklımızla ilgili böyle olumlu bir hal içine giremiyorsak,
orada (fiziksel olarak) varız ama aslında yokuz (yani, orada mevcut değiliz)
demektir.
(24)
KÜRESEL AFETLER(Baskı 2, Sayfa 76), Yaşar N.
ÖZTÜRK.
(25)
Bu durumla ilgili Kur’an ayetleri: Casiye 23,
A’raf 179, En’am 104, Bakara 183, 184.
(26)
Depremin gösterdikleri(Baskı 6, Sayfa 224),
Yaşar N. ÖZTÜRK.
(27)
TİBET’in Yaşam ve Ölüm Kitabı, Dharma yayınları.
(28)
Mü’min 36, 37
(29)
“Duygusallaşmak” ile “duygulanmak”
ayrı hallerdir. Duygulanmak normaldir ve iyidir ama duygusallaşmak; kaçınılması
gereken(en azından kontrol edimesi gereken) bir haldir.
(30)
SUFİ PSİKOLOJİSİ, Kemal SAYAR- Timaş Yayınları.
Yararlanılan
Eserler, dipnotlarda belirtilen kitaplardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder