Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

14 Haziran 2014 Cumartesi

MUCİZE NEDİR?

MUCİZE NEDİR?
Hazırlayan : SELMAN GERÇEKSEVER

İçinde yaşadığımız âlem, imkânlar âlemidir; eski dilde buna “âlem-i mümkünat” denir. Yani öyle bir ortam içindeyiz ki, burada akla gelen ya da gelmeyen her şey olabilir. Bir örnek, bir ibret olmak üzere; bir numune, bir deneme olsun diye her şey burada. Fakat kimi zaman öyle olaylar da olur ki, onları açıklamakta acze düşeriz, bir türlü akıl erdiremeyiz; ne aklımız alır, ne de mantığımız. Öyle bir olaydır ki bu görme, tatma, dokunma, işitme, koklama gibi beş duyumuza hitap etmez, cihazlarımızla da ölçüp, tartamayız. Aklımız gibi duyularımızda şaşkınlık ve acz içerisindedir. Bu acizlik duygusunu kimi zaman korku, imi zaman hayranlık ve kimi zaman da mistik heyecanlar da eşlik edebilir, en aymazlarımızda dudak büküp geçer.
 
Köşeye sıkıştığımızı hissederiz, olay bütün gerçekliğiyle karşımızdadır; ama öyle unsurlar içerir ki, bilgi dağarcımızda ki malzemelerle onu bir çerçeveye yerleştiremeyiz. Sıkıştığınız köşede etrafınıza baktığınızda, gördüğünüz şeylere de benzemez. Önceden tanıdığınız, bildiğiniz olaylarla ve şeylerle bir ortak yön ararsınız; bulamazsınız. Ne nispet, ne benzeyiş vardır. Ama bir şeyleri, olayları, eşyaları ve varlıkları, başka bir şeye benzeterek idrak etmeyi biliriz. Rölatiflik, nispilik, görecelik âlemidir bizimi. Güçlü heyecanın beraberinde bir telaş sarar her yanımızı ve aczimizi gizlemeye çalışırız çoğu zaman…
 
Biz, bir’den sonra iki’nin;A’dan sonra B’nin geldiğini biliriz;biz, iki kere ikinin dör ettiğini, demir’in pamuktan ağır olduğunu, görmek için fiziksel göze, duymak için fiziksel kulağa ihtiyaç olduğunu sanırız. Duyular dışı algılamalarımız(DDA) da olduğu öğretilmemiştir okullarda! Materyalist bilgiler dışında cereyan eden olaylar bizi acze ve şaşkınlığa düşürür.
 
Biz, olayların sebep-sonuç zincirleri ile birbirine bağlı olmasına alışmışızdır. Şunun sebebi şudur; bu sonuç şu sebepten dolayı ortaya çıkmıştır deriz. Her türlü olayı ve eşyayı deterministik yasalar ile kavrar ve normal kabul ederiz. Deterministik bir işleyişin, sebep-sonuç yasasının, kozalitenin(sebeplilik), illiyet prensibinin dışında cereyan eden her olay bizi acze düşürür ve ürkütü. Bunlara “mucize” deriz. O halde mucizeye, bizi acze düşeren olaylardır, diyebiliriz.

Bildiğimizin dışında olan ve içinde bulunduğumuz sistemin yasalarına uymayan fenomenleri bir mucize kabul ederiz. Mucize örnekleri sayılmayacak kadar çoktur. Peygamberler ve velilerle ilgili mucize ve keram örneklerini sonra vermek üzere, şimdi aşağıda belirtilen ve çok kimsenin tanık olduğu “olağanüstü” sayılan fenomenleri gözden geçirelim:

Sıra Dışı Düşündürücü Olaylar
  Günümüz ileri teknolojisi, ileri bilim, madde hudutlarının dışına taşamadığı için, mucizeleri çözmekten acizdir. Örneğin, ömründe hiç lisan bilmeyen bir medyumun, hem de orta çağ Fransızcasıyla, Eski Mısır dilini konuşmasını; keza başka bir medyumun, sağ elliyle ayrı, sol eliyle ayrı tebliğler yazmasını; hatta yazıyı, aynadan düzgün okunacak şekilde tersten, aşağıdan yukarıya yazmasını, bugünkü bilim çözemez. Kavrayamaz…

Deneysel Ruhçuluk literatüründe öylesine ruhsal olaylar vardır, bir türlü maddesel görüşün dışına çıkmak isteyen ilim, ya bunları inkârla yetinir. Yahut buna gücü yetmezse, “mucizevî bir olay”; daha da olmadı, “tesadüf” deyip geçer…
 
Deneysel Ruhçuluğu bilenler için, yüksek ruhların maddeye hükmederek, pek çok metaryalizasyon olayları oluşturduklarıyla ilgili örnekler konunun literatüründedir. Bunlarla ve demateryalizasyonla ilgili birkaç olayı, bu amaçla sunalım:
1937 yılı Fransa’sında, Loire’da, Parniére isimli, küçük bir kasaba vardır. Meşhur Marie Joséephe Olayı, bu kasabada cereyan etmiştir. Olayı birçok gazeteler La Revue Spirite Dergisi de yayınlamıştır.
Bu küçük kasabada Focher Ailesinin, 11 yaşındaki çocuğundan sonra, 8 yaşında ki küçük kızı Marie Joséphe, akçiğer iltihabından ölmüştü. Küçük kızın ölümü, ailesini üzdüğü kadar, çevresini de üzmüştü. Çünkü çok sevilirdi. Geriye, anne-babayla büyükanne ve baba, bir de iki aylık bir ikiz çocukları kalmıştı. Herkesin gözleri yaşlıydı…
Mucize olay, cesedin gömülmesinden sonra, hemen ertesi gün başlamıştı.
                                                         B12

Çocuk, hastalığı süresince bir kuş tüyü yastığında yatmıştı ve ailesinin bütün ısrarlarına rağmen, bu kuş tüyü yastıktan bir türlü ayrılmamıştı. Bu yastıkta yatarken de ölmüştü.
 
Defin töreninden sonra, bu kuş tüyü yastığın içini boşaltmak istediler. Bütün olağanüstülükler de bu boşaltma işleminden sonra başlamıştı: Önce yastığın çok ağırlaştığı ve yumuşaklığını kaybettiğini anladılar. Hemen yastığın bir köşesini söküp merakların gidermek istediler: yastıktan, tüy yerine, tüylerden yapılmış, taç şeklinde, harikulade bir gül demeti çıkıverdi. İnsan eliyle yapılmasına olanak olmayan bir gül demetiydi bu.
 
Haber çevreye hemen yayılmış ve kısa bir sürede bu güller, 20.000 kişi görmüştü. Her taraftan akın akın meraklı ziyaretçiler gelmişti! Kuş tüyünden yapılmış olmalarına rağmen, dalından yeni kopmuşçasına taze ve dipdiri duran bu gül demetini, tam 33 adet gül oluşturmuştu. Çocuk ta hastalığının 33. günü ölmüştü!
 
Focher Ailesinin çok yakın ve zengin iki dostu, bu güllerden birer tane alıp, ok sağlam kapalı birer camlı kutuya koymuşlardı. Bunlardan biri o yerin en büyük mülkiye amiriydi. Güllerin kutuya kapatıldıktan ertesi günü bu tek gül 8 adet oluvermişti! Öteki şahıs ise bir barondu. Bu tanınmış baron dostun kapalı camlı kutuya kapattığı tak gülü de, ertesi günü, tam 22 taneydi!
Bu harikulade güllerin incelenmesi, görülüp değerlendirilmesi için, büyük şehirlerden, en usta kişiler çağrılmıştı… Hepside bunları insan eliyle yapılmasına imkân olmadığını söylemişti.
Bu güzellerin güzeli güllerin şaşası yanında sönük kalmış diğer olay da şuydu: Salonda iki büyük duvar saati vardı. Çocuğun öldüğü saatte, bu iki duvar saati de durmuştu!
  
Marie Joséphel’in kendi kolların da öldüğü söylenen doktorunsa, bu mucizeli ölüm için şunları söylemişti: “Ben şimdiye kadar asla böyle bir ölüm görmedim. Marie Joséphe gülerek ve kendisini karşılamağa gelmiş, bizim görmediğimiz varlıklarla konuşarak, sanki sevinçle koşan bir çocuk gibi öldü. Ben burada, herkesin bildiği can çekişme halini hiç görmedim.”
İşte Marie Joséphe mucizesi, özet olarak budur.

    Tahta Heykel
İspanya’da, 1914 yılında olmuş bir başka mucize şudur:
İspanya’da Standander yöresinde, olaydan yaklaşık 200 yıl önce dikilmiş ve tahtadan yapılmış bir İsa heykeli vardı. Bu basit heykelin boyu 1.70m. dir. Heykel 1914 yılına kadar alelade tahtadan yapılmışlığını korumuştu. Fakat günün birinde, Antonie Lopez isminde bir rahip gelip heykelin karşısında durmuştu. Heykele bakarken, birdenbire büyük bir korkuya kapılmıştı. Çünkü tahta heykelin açık duran gözleri, yavaş yavaş kapanmıştı!
 
Haber hızla çevreye yayılmıştı; İspanya dışından da gelenler tam15.000 kişi, bu heykeli ziyaret etmişti! Bu ziyaretçiler arasında her meslekten, her çevreden kimseler vardı… Heykel, tamamıyla canlı bir insan gibi, herkesin gözleri önünde, gözlerini oynatıyor; göz kapaklarını açıp kapatıyor; dudaklarını hareket ettiriyor; adalelerini geriyor, gevşetiyor; nefes alıyordu! Bu mucize olay birkaç yıl sürdü… Hitler Almanyası zamanında, bu olaydan, bütün ayrıntılarıyla ve belgelerle, Zeitschrift für Seelenleben Dergisi, uzun uzun söz etmişti.
  
Bu olaydan ayrıca söz eden Profesör Leopold Guenther şyle diyordu: “Ne yazık ki, bu kadar garip ve şayanı hayret olan bu olayı, oraya giderek, onu gören bu kadar bilgin kişinin aklına, onu fotoğraf veya filmle saptamak ve onu bilimsel bir konu yapmak fikri gelmemiştir.”

“Bednsiz” Doktorun Ameliyatı
   Bir başka mucizevî olay, Sao Pablo’da geçen, bir ruhsal ameliyattır:
Büyük salonda bulunan 40 kişiden, çoğunluğu hekimdir. Her türlü hileye karşı, akla gelebilen her türlü önlem alınmış; kapılar, pencereler sıkı sıkıya kapatılmış, kilitlenmiş ve de mühürlenmiştir.

Ameliyat, bu büyük salonun içinde ayrıca yapılmış küçük bir odada yapılacaktı. Bedensiz varlığın isteğine göre, bu küçük odada, masanın üzerine bir şişe ispirto, bir boş leğen, flaster, birazcık küçük gazlı be parçaları ile Cope’sun “Had Kadın Hastalıkları” kitabı mevcuttu. Bir küçük şişe de birazcık iyot vardı. “Bedensiz” doktor, alkolle iyot’u karıştırıp tentürdiyot yapacaktı.
Hasta ameliyat sırasınca kendisini hiç kaybetmemiştir ve hasta izlenimlerini şöyle aktardı:
“ Karnıma bastığını hissettim. Bundan sonra karnıma çok soğuk bir şey sürüldü. Bunun bir dezenfeksiyon sıvısı olduğunu algıladım. Belki bu, ameliyat olacak yere sürülmekte olan alkoldü.” Ameliyat çok kısa sürmüştü. Bir alet hastanın karnını sadece tırmalamış ve hasta ancak “oh, doktor!” diye bağırmıştı. Ameliyat bitmişti. Bir burkulmadan sonra duyulan basit bir acıdan başka bir şey yoktu.

Ameliyattan sonra odaya girildiğinde, Cope’s’un kitabının “Apandisit” bölümü açılmış duruyordu. Ve bu sayfada doktorun elinin tentirdiyot izleri vardı ki, daha önce böyle izler, lekeler yoktu kitapta. Kitabın 114. sayfasında da taze kan ile biraz sarımtırak sıvı lekesi mevcuttu. Ameliyat, kesinlikle kansız yapılmıştı. Ameliyat yerinde 2cm’lik yara izi, ispirto şişesinde de henüz çıkarılmış, 8 cm boyunda iltihaplı apandisit bulunuyordu. Psyhic Observer Dergisinde Dr. Enid S.Smith imzasıyla yayınlanan bu olay, öncesinden ve sonrasından, seri halinde fotoğraflarıyla, radyolojikman hekimlerce dikkatlice incelenmiş ve izlenmiştir.

Rahip Brother Kapp doktorların bile kendisine zaman zaman başvurdukları, İsveçli bir şifacıdır. Pek çok mucizevî şifa olayları vardır… Yıllardır astımla boğuşan hastayı; 60 yaşında, felçli sol kolunu kıpırdatamayan kadının çocuk felciyle yıllardır sakat kolunu sağlına kavuşturmasını; uzaktan şifa ile karındaki tümörü, hiç yokuş gibi silişini ve benzeri bir sürü şifa olaylarını Kapp, kısa bir sürede;”Şimdi, Tanrı’nın yardımıyla kolunu artık oynatabileceksin.” Gibi basit dualarla başaran bir şifa mucizecisiydi! Nitekim tehlikeli bir akıl hastasını bile bir anda normal haline döndürmüştü! Oysaki akıl hastası kadın, gırtlak kanserinin etkisiyle intihar eden kocasını tasallutuna uğramış bir obsesyonluydu!

Başka İlginç Örnekler
  • 12 Haziran 1872 günü Iron Mountain römorkörü, 400 balya pamuk yüklü mavnalı çekerlerken, kaşla göz arasında, hiçbir iz bırakmadan, bütün personeliyle kaybolmuştu. Bütün aramalar da hiçbir sonuç vermedi!
  •  14 Aralık 1928 günü, Danimarka muhribi Koberhaven, Montevideo limanından, şarkı söyleyerek binen elli askeri öğrencileriyle, top sesleri arasında kalkar kalkmaz kaybolmuştu! Denizin altı, üstü, her yanı aranmış, yine bir iz bulunamadan koskoca muhrip kayıplara karışmıştı!
  • 18. yüzyıl başında, İspanya’ya doğru ilerleyen 4.000 kişilik Fransız birliği de, Pirenelerde, hiçbir iz bırakmadan yok olmuştu…
  • 1958’de, Saygon’da kamp kuran 650 kişilik Fransız birliği de aynı akıbete uğrayanlardandı.
  • 10 Aralık 1939’da, Nankin’inin kuzeyinde kamp kuran Çin kuvvetleri 2988 kişilik bir birlik de kampta karavana ateşleri yanar vaziyette, tüfekleri düzgün çatılmış bir halde bulunurken mevcut değillerdi!
  • 1947’de Tahoma buzuluna düşen 32 kişilik uçaktan da kimse bulunamamıştır. Sanki uçak bom boş düşüp paramparça olmuş gibiydi!
  • 1850’de Honduras’tan kahve getiren Sea Bird gemisi, Newport limanı açıklarında gözüküp, kuzeye kaymış ve karaya oturmuştu. Gemiye çıkan ilgililer, geminin ünlü kaptanı John Durham dâhil, kimseyi bulamamışlardı! Geminin mutfağında, ateş üzerinde kahve cezvesi kaynıyordu… Fakat kimseler yoktu! Bütün gemi mürettebatı, meçhul akıbetle kaybolmuştu! Hem de kaşla göz arasında!
Yerimizin elverdiği kadar, bazı mucizevî olayları, özet halinde sunmağa çalıştık. Bermuda Şeytan Üçgeni ve benzerini de bunlara eklersek, çözümü hayli güç olaylar içinde insanın idraklenmesi ve şuurlanmasıdır…

Mucize, Evrensel Yasaların İhlali Değildir
 Maddesel ve ruhsal boyutlarıyla beraber bir gerçek vardır ki, bunu görmek için çok kültürlü olmaya, bir bilim adamı ya da yüksek sezgilere sahip bir kimse olmaya hiç gerek yoktur: Gerek mikro âlemde, gerekse makro âlemde muhteşem bir düzen ve uyum egemendir. Her olay, her varlık, her eşya büyük bir hassasiyetle işleyen yasalarla ayaktadır. Âlemimizin içerisinde nereye yönelirsek yönelelim, işleyen yasaların tezahürünü görmekteyiz. Bir atom içerisinde elektronların hareketi, bir astronomik sistemdeki küreler çeşitli hareketleri tesadüfi ve kendiliğinden olabilir mi? Aksi takdirde korkunç bir düzensizlik ve kaos ortaya çıkarak maddesel evren yok olurdu.
 
Güneş ve Dünya arasında ki uzaklık, Dünya eksenindeki meyil, yörüngelerdeki hızları belli sırları değişse, yeryüzünde ki ısı dengesi, gravitasyonel çekim alt üst olur ve canlı sfer ortadan silinirdi.
 
Kendi bedenimizi ele alalım: Bu kapalı sistem içerisinde bildiğimiz-bilmediğimiz yüzlerce yasa hükmünü sürdürmektedir, hem de birçoğu bizim irademiz dışında… Dolaşım sistemimizdeki, solunum solunum sistemimizdeki ya da sindirim sistemimizdeki yasaların iş görmemesi; fizik bedenimizin çökmesine, dağılmasına, faaliyetinin kesin olarak durması sonucunu verir.
 
Evet. Evren kusursuz işleyen yasaların bir tezahürüdür. Bilgi yoksa yasa yoksa varlık oluşum ve aksiyon da yoktur. Bununla beraber, mucize dediğimiz öyle olaylarla da karşılaşıyoruz ki, onları bildiğimiz yasalarla açıklayamıyoruz. Peki, bu olay yasaların bozulması, ihlal edilmesi sonucu mu ortaya çıkmıştır? Yani, evrensel yasaları keyfi irade ve isteklerle ya da rasgele, kendiliğinden değişebilir mi? Yasalar kaos yaratmak için mi konmuştur? Elbette ki hayır. Ne genel yasaların dışında bir olay cereyan edebilir, ne de işleyen bir yasa keyfi olarak bozulabilir.
  O halde mucize nedir? Nasıl açıklayacağız olağandışı olayları?

Evrende Mucize Yoktur…
 
Öncelikle kabul etmemiz gereken bir konu var: Evrende mucize yoktur. Ne geçmişte olmuştur, ne şimdi olmaktadır, ne de gelecekte olacaktır. Böylece gizemli, anlaşılmayan ve İlahi İrade Yasalarının kapsamı dışında cereyan eden en ufak bir olay bile olamaz ve olmayacaktır. Ne olmuşsa, ne olacaksa her şey Yasa Koruyucuları emri ve gözetimi altında olur.
 
O halde “mucize” derken, akla yasa bozucu ya da yasalar dışı garip ve anlaşılmaz olaylar gelmemelidir. Her şeyin bir nedeni, bir anlamı ve hedefi vardır. Biliyoruz ki, evren “İlahi İrade Yasaları” dediğimiz kapsamı idrakimizin üstünde olan bir yasalar topluluğu ile yönetilmektedir. İlahi İrade Yasaları dediğimiz zaman, giderek çoğalan, kabalaşan yasalar bütününü anlıyoruz. Bizim fizik evrenimizi ele alacak olursak, galaksilerin oluşumu, güneş sistemleri, gezegenler vs. hep bu yasalarla işler. Dünya üzerindeki bitki, hayvan ve insanıyla canlı kürenin faaliyeti, bedenimizin ayakta kalışı, madenler, mevsimlerin dönüşü, çiçeğin açması, elektronların hareketi vs. hep İlahi İrade Yasaları çerçevesindedir. Bildiğimiz doğa yasaları, onun bir cüz’üdür.
 
Şimdi, nereye baksak dört başı mamur bir şekilde bu veren içerisinde sanki bir ur gibi peydahlanmış, ne olduğu bilinmeyen, ya da yasaların işleyişinden kaçıvermiş mucize dediğimiz olaylara yer verilebilinir mi? Elbette ki, hayır. Fakat mucizevî diye nitelendirdiğimiz olaylar yok mudur? Vardır, fakat o olaylarda İlahi İrade Yasaları kapsamındadır ve de asla rast gele ve kendiliğinden değildir. İlahi İrade Yasalarının en büyük özelliği, değişmemeleri, sapmamaları ve birbirini cürütmemeleridir. Yani onlar rotalarından şaşmaz. Her şey İlahi İrade Yasalarıyla işler. Bir İlahi İrade Yasasının icabından, bir başka ilahi İrade Yasasını kullanarak kurtuluruz. Örneğin, ateş yakar, ama su ile ateşi söndürebiliriz. Bu durum çelişki değil, yasaların birbiriyle uyumunu ve tamamlayıcılığını gösterir. O halde mucize diye bir şey yoktur; fakat mucizevî dediğimiz olay karşısındaki aczimiz, yetersizliğimiz ve bilgisizliğimiz vardır.

Mucize, Bizce Şimdilik Bilinmeyen Yasaların Tezahürü
Konuya mantıksal açıdan baktığımızda, yaşanmış örnekleri incelediğimizde açıkça gördüğümüz husus odur ki; mucize vardır ve henüz bilmediğimiz yasalara göre vuku bulur. “Ben nedenini bilmiyorum, o halde mucize yoktur, benim bildiğim yasalar dışında bir fenomen cereyan edemez.” Demek ne kadar hatalıysa, “Hikmetinden sual olunmaz, yasayı koyan da bozan da ALLAH’tır.” deyip; aklı işletmemek, düşünmemek ve ibret almamak o kadar eksik ve tembelcedir. Elbette, her şey ALLAH’ın yasalarıyla olur, ama olanlar karşısında acz içinde kalmayı kabul etmek; bu gibi olayların altında yatan bilgiyi elde etme çabası göstermeyip, atalet içinde kalmakta insana yakışmaz. Zaten insandan istenen de aklını ve vicdanını kullanarak hayattan ve olaylardan ders alması, araştırması, bilgi ve görgüsünü artırması değimlidir? O halde her şeyi gücümüz ölçüsünde anlamaya çalışmak zorundayız ve bu cehit, gelişimin gereğidir.
 
Görülmektedir ki, mucize, bizim henüz bilmediğimiz bazı yasaların sonucu olarak ortaya çıkan olaylardır. Mucizevî olaylar da, aslında, bildiğimiz, tanıdığımız ve alışagel iğimiz olaylar kadar doğaldır; onların işleyişi de bir bilgi ve Varlıksal İlkelere dayanır. Yani kendiliğinden ve rast gele değildir; şuurlu varlıkların kullandığı öğretici bir vasıtadır.
  Herhangi bir olayı “mucize” olarak nitelendirmemizin iki olası nedeni vardır:
1-       Nadir cereyan eden olaylar olmaları:  İnsan öyle ilginç ve gizemli bir yapıya sahiptir ki; nedenini bilmese, anlayamasa bile, eğer o olay sık sık vuku buluyorsa, hele kendisine bir zararı dokunmuyorsa, ona bir süre sonra alışıyor ve önce mucize diye kabul ettiği olayı doğal karşılamaya başlıyor. Öyle ki, ne olayın nedenini araştırma zahmetine katlanıyor, ne de mucize diye kabul ediyor. Çünkü olay sık sık tekrarlanmış, zararsız olduğu anlaşılmıştır.
  
Çok cahil bir insanın, ilkel bir kabile üyesinin yanında bir teyp, bir radyo ya da televizyon çalıştırırsanız; o, bu olayı bir mucize olarak karşılayacaktır. Böyle bir şey olmuştur. Avustralya ve Afrika’daki kabileler, beyazlara ilah gözüyle bakmışlardır. Ama aynı şeyi her gün görürse, aynı olay artık sıradan bir olay haline gelecek ve kimse için mucizevî bir anlam taşımayacaktır.
  
Benzer şekilde, insanların çoğu telepat olsaydı, görünmez hale gelebilseydi, havada uçsaydı, ruhsal âlemle temas birkaç yerde görünebilseydi, bedeni terk ederek astral seyahat yapılabilseydi, su üstünde yürüyüp, istediği şekle girseydi, maddenin yapısını değiştirseydi, caddenin ortasında her gün bir UFO görseydik ve bu olaylar sık sık olsaydı; bugün mucize denen ve nadiren vuku bulan olaylar artık mucizevi diye kabul edilmeyecekti. Görülmektedir ki, mucizevi olayın nadiren cereyan etmesi ve nadir kimseler tarafından yapılması, o olaya atfedilen “mucizevi” oluşu desteklemektedir.

2-       Bilgisizlik: Olaylara mucize diye bakmanın gerçek nedeni bilgisizliktir.
Her ne kadar maddeci beşer şu ana kadar elde ettiği, daha doğrusu Yukarısının izniyle elde ettiği bilgilerle kibirleniyorsa hatta onları nefsanî çıkarlarına araç yapıyorsa da, bunlar bilinmeyenler yanında hiç kalır.
Bilgi aslında bir bütündür. Ama gene de bilgiyi a) Maddesel evren bilgisi b)Ruhsal evren bilgisi diye ikiye ayıracak olursak, biz Dünya beşeri, özellikle ruhsal bilgiler konusunda çok cahiliz ve bu cahilliğimizdir ki, mucizelerin sayısını artırmaktadır.
 
Çağımızda atom fizikçileri ve astronomi uzmanları artık mikro âlemi ve makro âlemin enginliğini ve son noktadan ne kadar uzak olduklarını kabul ediyorlar. Madenin içine daldıkça, uzayın uçsuz bucaksızlığına açıldıkça yeni parçacıklarla ve yeni galaksilerle karşılaşıyor; ve bunlar beraberinde yeni yasalar gerektiriyor. Keşfedilen enerji türleri giderek artıyor ve süptilleşiyor. Kuantum fizikçileri insan zihnini de kapsayacak bir “ortak alandan” söz ediyor.(*)
 
Ama ne yazık ki, dikkatler ruhsal âleme ve ruhsal âlemin yasalarına yeterince çevrilmediğinden, madde evrenindeki gelişmeler de bir noktada kalıveriyor ve ilerleyemiyor. Ruh ve madde bütünlüğü; ve bunlar arsındaki ilişkiler bilinmedikçe de, gerçek gelişmeden, ilerlemeden söz etmemek gerekir.
  
Her şeyden önce ruhun maddeye olan üstünlüğü, maddeye şekil verenin ruh olduğu ve bu üstünlüğü şuurlu şekilde sürdürmek için insanın kendi üzerinde çalışması gerektiği bilinmelidir.
Mucize dediğimiz olaylar, bilgisizliğimiz yüzünden mucizedir. Parapsişik fenomenler, ruh gücünün etkisiyle, fizik alanda oluşan olaylardır ve ruh unsuru olmadan bu olaylar açıklanamaz.

Mucize, Bir Üst Boyutun Yasalarının Bir Altta Tezahürü…
Varlık âlemi denince akla, sadece Dünya küresi üzerinde yaşayan biz insanlar ve diğer canlılar elbette ki gelmez. Evren bizim havsalımızın alamayacağı kadar bir genişlik ve çeşitlilik arz eder: Evrenler içinde evrenler, madde içinde madde, zaman içinde zaman, boyut içinde boyut…
  
Henüz ruh ve medde beraberliğini fark edememiş olan bilim adamları, başka gezegenlerde varlıkların yaşadığını kabul etmese de, oraları meskûndur. Hatta yeryüzünde bile başka boyutta olmak üzere yaşayan varlıklar vardır. Fakat henüz farklı boyutları ve farklı zamanları, bizler beş duyumuzla bunları algılayamıyoruz. Sınırlı duyularımızla algılayamıyoruz diye onlar elbette ki yok değildir. Unutmayalım ki elektromanyetik skalanın çok büyük kısmını(5 duyumuzla) algılayamıyoruz ama bilim, bu skalanın bir kısmını cihazlarla saptayabiliyor.
İlahi Kudret, yukarıdan aşağıya doğru(inceden kabaya doğru) iner ve giderek tezahüründeki kudret azalır. Bu kudretin tezahürü varlıkların tekâmül düzeylerine bağlı olarak ortaya çıkar. İlahi Kudret; üst planlarda, yüksek boyutlarda daha güçlü ve etkin bir haldedir. Bu kademelerin yasa sayısı da bir aşağısına göre belki iki misli az ve kapsamlıdır. Daha alt varlık planlarında ise hem yasaların sayısı artmış ve hem de tesirliliği azalmıştır. Bu icap ve bir üst, bir altın görüp gözeticisi, eğiticisi, öğretmeni, Rabbidir. Üst, alttan sorumludur.
  
Mucize konusuna bu açıdan bakacak olursak, daha iyi kavrayabiliriz. Bir üst boyutun, bir üst planın yasası, geçici de olsa bir altta tezahür ederse, bu olay alt planın varlıklarınca mucize olarak algılanır/adlandırılır. Üst boyutlara ait bir yasanın gücü ve kapsamı 2 ise, alt boyuttaki 1’dir ve hiç kuşkusuz bu yasalar, alt boyuta egemen olacak ve şaşkınlık uyandıracaktır. Açıktır ki, bu tür tezahürler amaçlıdır ve büyük bir bilgiyi de beraberinde taşırlar; yeter ki bizler düşünelim, aklımızı işletelim yeni yeni şeyler keşfedelim.
    
Mucizelerin Amacı
Biliyoruz ki, evren abes üzere kurulmamıştır. Her şey anlamlıdır, planlıdır ve bir amaç taşır. Bizim herhangi bir olayı rast gele, tesadüfî, kendiliğinden ya da saçma bulmamız, cahilliğimizden ileri gelir. Her olay, her varlık bir plan ve program üzere tezahür eder. Üstelik her şeyin ve varlığın birbirleriyle ilgisi, bağlantısı vardır. Fark etsek de, fark etmesek de bu böyledir. Bütün mevcudat ve olaylar, işleyen bir cihazın, bir bütün oluşturan birimleri gibidir. Evrende her olay, şuurlu varlıkların kontrolü ile ve bir amaca hizmet etsin diye(İlahi İrade Yasaları Çerçevesinde) vukubulur; daha doğrusu vuku buldurulur.
 
Evrende olağanüstü bir olay da olmaz. Her şey olağandır. Ne var ki, bilgisizliğimizle o olayı olağanüstü görürüz. O olayın, başka olaylarla olan bağlantısını, taşıdığı mesajı fark edemeyiz. Ama bu, bizim eksikliğimizden ileri gelir. Olay olması gerektiği gibi, en kusursuz şekliyle olmuştur, ama biz olup biteni anlamakta yetersiz kalmışızdır. Evet. Mucizevî olaylar birer mizansendir ve aşağıdaki amaçlar doğrultusunda sahnelenirler:

1-Sahipsiz değiliz:  Mucize türünden olaylar, özelikle Peygamberlerin gösterdiği mucizeler, insanın sahipsiz olmadığını, görüp gözetici bir mekanizmanın üstün bazı yasaları, bizim planımızda tezahür ettirdiğini gösterir. Mucizenin olmasında arcılık yapan da peygamberlerin kendisidir. Yüksek bir mekanizma, insanları eğitsin diye gönderdiği peygamberlerin mucize göstermelerini sağlayarak, hem onları dolaylı olarak korumakta ve hem de insanlara, görüp gözetici bir ruhsal planın varlığına işaret etmektedir. Mucizeyi yapan değil, yaptıran önemlidir.
  
Burada bir noktayı vurgulamamız gerekir: İnsanları mucizelere bakarak, ruhsal bir yönetimi fark etmeleri, esasen düşük bir düzeydir. Üstün düzeyli, üstün anlayışlı içi böylesi fizik planda tezahür eden fenomenlerle bazı gerçekleri kavraması yakışı almaz.  Mucize ile belli bir anlayış kazandırma işi, çok maddeci kafaya hitap edebilir. Ama yüksek sezgilere sahip bir varlık için bir ufacık hareket, bir ilgi kırıntısı bile anlamlar ifade edebilir. Yani maddesel kanıtlar, çok yüksek düzeyli bazı gerçekleri kavramakta bir amaç olamaz. Fakat vuku bulan bu mucizeden sonra, derin bir düşünüşle bazı bilgiler elde ediliyorsa, bu yöntem ancak o zaman makul karşılanabilir.

2- Evrenin tek efendisi ve en büyüğü Dünya insanı(beşeri) değildir: bencil beşer, doğal olarak nefsini her türlü fenomende, her sistemde merkeze ve en yüksek köşeye yerleştirecektir. Bir zamanlar Dünyayı evrenin merkezi ve kendisini de yegâne canlı ve akıllı varlık zanneden insan, mucizevî olaylar vesilesiyle, en güçlü varlığın kendisi olamadığını, kendisinden çok üstün şuurlu varlıklar sisteminin mevcut olduğunu sezebilir, çünkü aciz kalmıştır.

3- Mucizevî olaylar insanı araştırmaya yönlendirir: Kuşkusuz önce korku ve şaşkınlık yaratan mucizevî olaylar, düşünen/aklını işleten insanı bu olayların altında yatan yasaları keşfetmek üzere araştırmaya zorlayacaktır. Bu araştırma ise önce zihin düzeyinde bir etkinliği getirecektir. Çaba gösteren insan da, er ya da geç, süregelen cehdi ve liyakati oranında sorularına yanıt bulabilecektir.
 
Peygamber Mucizeleri
Peygamberlerin mucizeleri, ilerde daha ayrıntılı açılanacağı gibi, çeşitli yönleriyle önem taşır. Bu tür mucizeler peygamberleri, dolaylı olarak koruma işlevini gördüğü gibi, imana davet ettiği kimseler üzerinde derin etki oluşturan bir araçtır. Ayrıca peygamberlik gibi ağır bir görevin yapılması için varlığın sıra dışı bazı algılama ve etkinlik araçlarına sahip olması gerektiği de açıktır.  Ne var ki, onlar bu olağan dışı denen DDA(Duyular Dışı Algılama) melekelerinin kendilerinden değil, ağır vazifelerini yürütebilmeleri için Yukarı’nın bire yardımı olduğunu bilen yüksek seviyeli varlıklardır.
1-       Musa Peygamber’in Mucizeleri:
Hz. Musa en fazla mucize gösteren peygamberdir. Çünkü o devirde Mısır majları, sihir konusunda çok ileriydiler ve peygamberin elinde karşısındakilerden çok daha güçlü bir silah olmalıydı. Hz. Musa peygamberliği boyunca, kendisine verilen mucize gösterme gücünden yararlanmıştır.

Tevrat ve din tarihleri Musa’nın dokuz büyük mucize gösterdiğini yazarlar. Bunlar asa, beyaz el (yed-i Beyza), tufan, çekirgeler, bit, kurbağalar, kan, karanlı, Kızıldeniz sularının yarılması:
  • Firavun ve adamları, onu büyücülükle, yalancılıkla suçlarlar ve ona inanmazlar. Firavun, Musa peygamber’in kendi büyücüleriyle bir yarışmaya girmesini ister. Peygamber önce çekinir, fakat, Rabbi kendisine hiçbir şeyden kaçınmamasını buyurur. Bunun üzerine Musa yarışmaya katılmayı kabul eder. Firavunun büyücüleri, ellerindeki değnekleri yere attılar. Değnekler birer yılana dönüştü. Rabbi Musa’ya da elindeki asayı yere atmasını buyurunca, asa iri bir yılana dönüşerek bütün yılanları yutar.

  • Gene bir gün firavun ve çevresindekiler, Musa Peygamber’in peygamberliğine inanabilmek için, ondan bir mucize göstermesini isterler. Bunun üzerine Musa, koynuna soktuğu elini dışarı çıkarır. Eli çevreye ışık saçmaktadır. Bu mucize dolayısıyla Musa Peygamber’in elini Yed-i Beyza (en beyaz el) denir. İman gelmeyen firavun ve ona tabi olanları yumuşatmak üzere, toplum olarak birçok felaketler ve musibetlerle karşı karşıya gelirler ve her defasında onları kurtaran Hz. Musa olur.

  • Bir defasında da, şiddetle yağan yağmurlar Nil nehrini taşırmış ve Mısır’ı sular altında bırakmıştı. Ne yapacaklarını şaşıran Mısırlılar firavunun da oluruyla perişan bir vaziyette Hz. Musa’ya giderek, bu afetin kalkmasını isterler ve eğer kalkarsa iman edeceklerini bildirirler. Hz. Musa ümitlenerek bu afetin kalkması için Rabbine dua eder. Dua üzerine sular çekilir ve afet de ortadan kalkmış olur. Fakat Mısırlılar imana gelmezler, üstelik Beni İsrail’e zulmetmeye devam ederler.

  • Bunun üzerine Mısır’a çekirgeler musallat olur. Bütün ekinleri yerler ve kıtlık baş gösterir. Mısırlılar yine Hz. Musa’ya başvurarak bu belanın da kalkmasını, kalkarsa iman edeceklerini söylerler. Hz. Musa gene dua eder ve çekirge afeti ortadan kalkar.

  • Daha sonra Mısırlılar bit istilasına uğrar. Sahne gene tekrarlanır, bitler telef olur, ama Mısırlılarda değişiklik yoktur.

  • Mısırlılar bu defa daha büyük bir belaya uğrarlar. Bu bela kurbağa istilasıdır. Bu kurbağalar evleri, sokakları, mutfakları, yatak odalarını kısaca her yeri istila edip gece gündüz Mısırlıları şaşkına çevirirler. Hz. Musa bu felaketi bir duasıyla ortadan kaldırır.

  • Bir seferine de Nil dahil tüm Mısır suları kana dönüşür. Mısırlılar bir damla içecek temiz su bulamazlar. Bu ise, belalarınnın en dehşetlisidir. Güneşin yakıp kavurduğu Mısır ülkesinde halk susuzluktan yanıp kavrulur. Susuzluk tahammül edilmez olunca, son çare olarak gene Hz. Musa’ya başvururlar. Her zamanki gibi müracaatları kabul olunur.

  • Bu kez Mısır üç gün karanlık içinde kalır. Kimse kimseyi göremez; yalnız İsrail Oğullarının evleri aydınlıktır. Tekrar aydınlığı getiren hiç şüphesiz Hz. Musa’nın mucize yaratan duasıdır.

  • Hz. Musa’nın en çok bilinen mucizesi Kızıldeniz’in yarılmasıdır.
 Firavun, Hz. Musa’yı ve İsrail Oğullarını Mısır’dan sürmüş ve öldürmek üzere peşlerine düşmüştür. İsrail Oğulları çoluk çocuk ve bütün ağırlıklarıyla gittikleri için hızlı ilerleyemezler. Firavun ise seçme askerleriyle aradaki mesafeyi hızla kapatmaya çalışmaktadır. Derken Hz. Musa ve İsrail Oğulları Kızıldeniz’in kenarına varırlar, ne var ki, Firavun da iyice yaklaşmıştır. Firavun ve askerleri silahlı, Hz. Musa ve aynındakiler silahsızdır.
  
İsrail Oğulları adım adım Kızıldeniz’e yaklaşırken, Firavunla aralarında ki mesafe de giderek kapanmaktadır. Sonunda, Hz. Musa asasını denize vurur ve Kızıldeniz yarılarak önlerinde geniş bir yol açılır. Onlar karşıya vardığı sırada Firavun ve askerleri deniz kıyısına varmışlardır. Hırsla ayrılan yoldan denize dolarlar, fakat İsrail Oğulları tamamen karşı kıyıya geçtiklerinde, sular tekrar birbirine kavuşur. Firavunla beraber bütün askerleri sulara gömülür.

2- İsa Peygamber’in mucizeleri:
Hz. İsa’nın mucizeleri doğumuyla başlar: Hz. Meryem’den babasız olarak doğmuştur.   Meryem, oğlunu doğurduktan sonra, Yahudiler’in sorularıyla karşılaşacağını bildiğinden üzüntüye kapılır. Meryem bu düşünceler içindeyken henüz küçük bir bebek olan Hz. İsa, annesiyle konuşmaya ve onu teselli etmeye başlar. Meryem, açıktır ki, toplum tarafından ayıplanır ve suçlanır. Fakat o sesini çıkarmaz ve beşikteki oğlu küçük İsa’ya işaret eder. Halk, Meryem’e çıkışır. “Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz? O bize cevap veremez ki!” Fakat ummadıkları bir şey olur ve beşikteki İsa konuşmaya başlar. Halk şaşkına döner.
 
Hz. İsa, çamurdan bir kuş yapar, ona nefes üfleyerek hayat verirdi. Körlerin gözünü açar, kötürümleri ayağa kaldırır, obsesyon tedavisi yapar; hatta ölüleri diriltirdi. Hz. İsa, görmediği halde insanların ne yediğini, ne içtiğini, ne yaptıklarını bilirdi. Zihinden geçenleri anlayabilirdi. Nitekim Son Yemek’te Havarileri’nden Yahuda’nın kendisini ele vereceğini söylemişti. Havari’leri yeni iman ettikten sırada Hz. İsa’dan gökten yiyecek dolu bir sofra indirmesini isterler. Ve istekleri olur.
 
Aslında mucize denen bu olaylar, kapsamı daha dar olmakla beraber zamanımızda da cereyan etmektedir. Parapsikoloji 1930’lardan beri Duyular Dışı Algılama(D.D.A) konusunda akademik ve deneysel çalışmalarla bu olayları açıklamaya çalışmaktadır. Ne var ki, parapsikoloji mucizenin maddesel yönünü ve ruhçuluk ise asıl yönü, ruhsal yönü inceler.
 
Hz. İsa mucizelerini D.D.A açısından yeniden inceleyelim:
a) Telepati:
İncillerde Hz. İsa’nın büyük bir D.D.A Medyumu, bir Hassas Kişi olduğunu gösteren birçok olaya rastlıyoruz. Telepati Durugörü ve Kehanet fenomenleri, birçok kez tezahür ettirmiştir. Hz. İsa’nın telepati yeteneğine ilişkin olarak, İncillerde, Yazıcıların ve Ferisilerin “düşüncelerini bilmesi”nden söz edilir.
  
“Ve işte, bazı kimseler yatak üzerine inmeli bir adamı gösteriyorlar; onu içeri sokup İsa’nın önüne koymağa uğraşıyorlardı. Kalabalıktan dolayı onu içeri sokmak için yol bulamıyarak, evin damına çıktılar; kiremitlerin arasından yatağı ile ortaya, İsa’nın önüne indiler. Onların imanını görerek, İsa: Ey adam, günahların sana bağışlandı, dedi. Yazıcılar ve Ferisiler: Küfür söyleyen bu kişi kimdir? ALLAH’tan başka kim günahları bağışlayabilir? diye düşünmeye başladılar.  Fakat İsa düşüncelerini bilerek, cevap verip onlara dedi: Niçin yüreklerinizden düşünüyorsunuz? Hangisi daha kolay: Günahların sana bağışlandı, demek mi; Kalk, yürü, demek mi?”(Luka 5/18–23) Hz. İsa’nın Yazıcılar ve Ferisiler’in “düşüncelerini bilmesi”ne ilişkin bir diğer olay da gene Luka İncilinde (6/6–10)geçer.

b) Durugörü:
G.Maurice Elliott, Two Worlds dergisinde yayınlanan ve aynı adı taşıyan kitabından derlenen, “Hz. İsa’nın Psişik Yaşamı”(The Psychic Life of Jesus)adlı yazı dizisinde, Hz. İsa’nın Durugörü yeteneğinden bahsederken şöyle demektedir: “ Hz. İsa, psişik yeteneklerinin yanı sıra, durgörü yeteneğine de sahipti. Bu, kendisine, insanların karakterlerine doğrudan vakıf olma kudreti veriyordu. Anlaşıldığına göre, insanların auralarını ve düşüncelerinin, çevrelerindeki ether’in üzerinde oluştuğu etkiyi görüyordu.”  Yuhanna İncili’de, bu konu açıkça belirtilmektedir: “ Ve Fısıh’ta, bayram günlerinde Yeruşalim’de iken, yapmış olduğu alametleri göstererek çokları onun ismine iman ettiler. Fakat İsa, bütün insanları bildiği için, kendisi onlara inanmazdı; çünkü insan için kimsenin şahadetine ihtiyacı yoktu; çünkü insanda ne olduğunu o kendisi bilirdi.”(Yuhanna 2/22–25)

G. Maurice Elliott, Hz. İsa’nın, böylece, havarilerini de aynı şekilde ‘bilerek’ şetçiğini belirtmekte ve onlardaki psişik yeteneği durugörüsel olarak algılamış olması gerektiğini söylemektedir. Elliott’un, Hz. İsa’nın insanların ‘auralarını okuması’ ile ilgili olarak verdiği bir örnek de, Yuhanna İncili’nde(1/43–49) bahsedilen, Hz. İsa’nın Natanael’in karakterini bilmesi olayıdır.

Hz. İsa’nın Durugörü Medyumluğu ile ilgili birçok olay mevcuttur. Bunların, “geçmişi bilme”(retrocognition) türünden olan bir örneği ise Yuhanna İncili’nde (4/13–19) geçer. Hz. İsa, insanların geçmişlerini ve karakterlerini ‘görmesinin’ yanı sıra, uzak ya da yakın çevresindeki her şeyi de tümüyle algılayan komple bir Durugörür’dü: “Ve Ferisiler dışarı çıkıp İsa’yı nasıl helak etsinler diye, ona karşı öğütleştiler.”
“İsa bunu bilerek oradan çekildi ve çokları onun ardınca gittiler. İsa onların hepsini iyi etti.”(Matta: 12/14–15)

Hz. İsa’nın aynı kusursuzlukta bir duruişiti medyumu olduğunu belirleyen olaylar, havarilerin arasındaki “söyleşmeleri bilmesi” şeklinde geçer: “Şakirtler karşı yakaya gelince, ekmek almağı unuttular. Ve İsa onlara dedi: Sakının da Ferisiler ile Sadukiler hamurundan kaçının. Ve onlar: Ekmek almadık, diye aralarında söyleşiyorlardı. İsa da bunu bilerek dedi: Ey aza imanlılar! Ekmeğiniz olmadığından dolayı aranızda neden söyleşiyorsunuz?”(Matta: 16/5-8)

Hz. İsa’nın havarilerin, kendisini yağla mesheden kadının aleyhindeki konuşmalarını bilmesi, Matta İncili’ndeki (26/6-10) yer alan bir diğer duruişiti olayıdır.

C- Kehanet:
Hz. İsa’nın D.D.A Medyumluğunun bir veçhesini oluşturan güçlü kehanet yeteneğine İnciller’den çeşitli örnekler verilebilir. Bu örnekler, Hz. İsa’nın, olacak olanları hep önceden bildiği görülmektedir. Bunların en ilginci, belki de, Hz. İsa’nın, ‘Petrus’un inkârına’ dair kehanetidir(prekohnisyon):

“Simun, simun, işte, işte buğday gibi kalburlamak için Şeytan sizi istedi; fakat senin imanın tükenmesin diye senin için ben dua ettim ve yine döndüğün zaman, kardeşlerine kuvvet ver. O da İsa’ya dedi: Ya Rab, seninle hem zindanda, hem ölüme gitmeye hazırım. İsa dedi: Petrus, sana diyorum: Beni tanıdığını sen üç kere inkâr etmeden, bugün horoz ötmeyecek.” (Luka:22/31–34)

“İsa’yı yakalayıp götürdüler ve baş kâhinin evine soktular. Petrus da uzaktan ardınca gidiyordu. Avlunun ortasında bir ateş yakıp birlikte oturdukları zaman, Petrus onların arasında oturdu. Ve bir hizmetçi kız, Petrus’un ateş ışığında oturduğunu görerek ona dikkatle bakıp dedi: Bu adam da onunla beraberdi. Fakat o: Kadın, onu tanımam, diye inkâr etti. Biraz sonra bir başkası onu görüp dedi: Sen de onlardan birisin. Fakat Petrus: Be adam, değilim, dedi. Bir saat sonra kadar başkası: Gerçekten bu adam onunla beraberdi, çünkü Galileli’dir, diye ısrar etti. Fakat Petrus: Be adam, senin ne dediğini bilmem, dedi. Henüz söz söylemekte iken, hemen horoz öttü. Ve Rab dönüp Petrus’a baktı. Petrus, Rabbin, kendisine: Bugün ötmeden önce beni üç kere inkâr edeceksin, diye söylediği sözü hatırladı. Ve dışarı çıkıp acı acı ağladı.”(Luka: 22/54–62)

Hz. İsa’nın kehanetlerine verilebilecek başka bazı örnekler de şunlardır:

  • Hz. İsa’nın, ‘kendisini mesheden kadının İnciller vasıtasıyla anılmasına’ dair kehaneti(Matta: 36/6–13)
  • Hz. İsa’nın, ‘ele verilip çarmıha gerilişine ve kıyam edişine’ dair kehaneti (Matta: 17/22–23)
  • Hz. İsa’nın ‘Kudüs’ün mahvına’ dair kehaneti(Matta: 17/22-23).
 G. Maurice Elliott, Hz. İsa’nın Kudüs’le ilgili bu kehaneti hakkında şunları söylemektedir:

“ Kırkı yıl sonra bu kehanet yerine gelmişti. Romalı General Titus, Kudüs’ü, çevresinde tahkimat yaparak kuşatmıştı. Kuşatmadan sonra, kent ve sakinleri dehşetli bir kırıma uğramışlardı”.


D- Psikokinezi:
Hz. İsa’nın Yüce bir Fiziki Medyum olarak gerçekleştirdiği tezahürler, fiziki medyumluğun kapsamına giren PK, levitasyon gibi fenomenlerin birer Görkemli Örneğidir:

Hz. İsa’nın PK Medyumluğu denildiğinde, sınırlı bir telekinezi tarzında(-yani, objelerin, temas edilmeden hareket geçirilmeleri şeklinde-)değil de, daha ziyade genel bir ’zihnin maddeye hakimiyeti’ tarzında oluşturulan PK olayları söz konusu olmaktadır. Bunların arasında, Hz. İsa’nın bir incir ağcını kurutması(Matta: 21/18–22); fırtınayı dindirmesi(Matta: 8/23–27); Barnabas İncili’nde(189) geçen “Güneşi durdurması” olaylarını sayabiliriz.

Hz. İsa’nın bir incir ağacını kurutması, Matta İncili’nde şu şekilde anlatılır:

“ Ve İsa sabahleyin şehre dönerken acıktı. Yol kenarında bir incir ağacı görüp ona geldi; ancak yapraktan başka onda bir şey bulmadı; ve İsa ona dedi: Artık senden ebediyen meyva çıkmasın. Ve incir ağacı hemen kurudu. Şakirtleri bunu görünce: İncir ağacı, hemen nasıl kurudu! Diyerek şaştılar. İsa cevap verip onlara dedi: Doğrusu size derim: Eğer imanınız olup şüphe etmezseniz, yalnız bu incir ağadına olanı yapacak değilsiniz, fakat bu dağa: Kalk, denize atıl, derseniz, olacaktır. Ve dua iman ederek her ne dilerseniz alacaksınız.”

“ Günümüzde, incir ağaçlarını “derhal kurutabilen” kurutabilen bir kimse var mıdır? Evet- hem de aynı psişik kuvveti(PK gücünü) kullanarak.”

Bu satırları yazan G. Maurice Elliott, ‘ağaç kurutma fenomeni’ hakkında şu açıklamaları yapmaktadır:

“Dr. Alexander Cannon, ‘Görünmeyen Tesir’ adlı kitabında, Hz. İsa’nın bir incir ağcını kurutmuş olduğuna gerçekten inanıp inanmadığını ve böyle bir fiili bugün için bir ‘mucize’ olarak mütalaa edip etmeyeceğini soran ünlü bir profesörden bahsetmektedir. Profesör, daha sonra, Dr. Cannon’u civardaki bir bağ götürür. Bağda bulunan yaşlı bir ağaca şöyle seslenir: ‘İyi yaşadın; hayatın fırtınalarına göğüs gerdin… Şimdi öl ve artık canlanma!’  Ağaç derhal kurur…

Dr. Cannon ve başkaları, ağacın kurumuş halini ve kurumayı kastetmiş olan fotoğrafları incelemişlerdir. Dr. Cannon, şöyle demektedir: ‘İncir ağacının sadece bir emirle kurumasına sebep olan, Hz. İsa’nın zihniyetiydi. Bu “mucize”, günümüzde, Hindistan ve Tibet’in, ücra yerlerinde, Tanık olduğum üzre, sık sık gerçekleşmektedir.”

“Bir insanın zihni, bir ağacın kurumasına nasıl sebep olmaktadır? Dr. Canon, Hz. İsa ile ilgili olarak, şunları yazıyor: ‘(Hz. İsa,)bedenin vibrasyonlarını incir ağacından neşrolan vibrasyonlara dikkatlice ayarlamak suretiyle, emir verebilmiş ve (ağacı) kendisine itaat attirmişti.’”

E- Levitasyon:
Hz. İsa, havarilerin gözleri önünde, suyun üzerinde yürüyerek, ‘levitasyon’ fenomeninin Yüksek bir Örneğini vermiştir:

“Ve İsa şakirtleri hemen kayığa binmeye ve halkı salıverinceye kadar kendisinden önce karşı kıyıya geçmeye zorladı. Ve halkı salıverdikten sonra, dua etmek için dağ ayrıca çıktı; akşam olunca, oraya yalnız başına idi. O sırada kayık denizin ortasında dalgalarla dövüşmekte id; çünkü yel onlara karşı idi. Ve gecenin dördüncü nöbetinde, İsa denizin üzerinde yürüyerek yanlarına geldi. Fakat şakirtler, onu denizin üzerinde yürürken görünce: Bu bir hayalettir, diye şaşırdılar ve korkudan bağırdılar. Fakat hemen İsa: Cesur olun, benim, korkmayın, diyerek onlara söyledi. Petrus ona cevap verip dedi: Ya Rab, eğer sen isen, suların üzerinde sana gelmemi emret. Ve İsa: Gel dedi. Petrus da kayıktan inip İsa’ya gelmek için suların üzerinde yürüdü. Fakat yeli görünce korktu ve batmaya başlayarak: Ya Rab, beni kurtar! Diye bağırdı. İsa hemen elini uzatıp onu tuttu ve kendisine dedi: Ey az imanlı, neden şüphe ettin? Onlar kayığa çıktıkları zaman, yel dindi. Kayıkta olanlar: Gerçekten sen ALLAH’ın Oğlu’sun, diye ona tapındılar.”(Matta: 14/22–23).

F- Apor:
Hz. İsa’nın da öteki peygamberler gibi, Apor Medyumluğu sayesinde ‘bolluk mucizeleri’ ve ‘apor olayları’ oluşturduğunu görüyoruz. İnciller’de geçen apor olayları şunlardır:

Beş bin erkeğin doyurulması” olayı(Markos: 6/36–44) (27)
Dört bin erkeğin doyurulması olayı”(Matta: 15/32–38) (27).
“Büyük balık avı” (Luka: 5/1-7).
Bir diğer büyük balık avı” olayı ise Yuhanna İncilin’de(21/1-6) şöyle geçer:

“Bu şeylerden sonra, İsa, Taberiye gölü kenarında yin şakirtlere(çamıha gerilişten sonra) kendisini gösterdi ve böylece gösterdi. Simun Petrus, Didimus denilen Tomas, Galile’nin Kana şehrinden Natanael, Zebedi’nin oğllları, ve onun şakirtlerinden başka ikisi birlikte idiler. Simun Petrus onlara: Balık avına gidiyorum, dedi. Ona: Bizde seninle geliriz dediler. Çıkıp kayığa bindiler; o gece bir şey tutmadılar. Artık gün doğarken, İsa kıyıda durdu; fakat şakirtler İsa olduğunu bilmediler. Ve İsa onlara dedi: Çocuklar, bir yiyeceğiniz var mı? Ona: Hayır, diye cevap verdiler. O da onlara dedi: Ağı kayığın sağ yanına atın, bulursunuz. Bunun üzerine attılar ve balıkların çokluğundan artık ağı çekmiyorlardı.”

Levi İncilin’de (1), bir başka Apor olayı olan ‘suyun şaraba çevrilmesi’, vakası yer alır:

“İsa, bir kenarda durup sessiz düşünürken, anası geldi ve ona: Şarap tükendi; ne yapacağız, dedi. Ve İsa ona dedi: Şarap nedir ki? Üzümlerin tad verdiği sudan ibarettir. Ve üzümler nedir? Üzümler, tezahür ettirilmiş olan belirli düşünce türlerinden ibarettir ve ben o düşünceyi tezahür ettirebilirim ve su, şarap olacaktır. İsa, hizmetçileri çağırdı ve onlara dedi: Müritlerim, taştan yapılma altı su küpü, bunların her biri için bir küp getirin ve onları ağızlarına kadar suyla doldurun hizmetçiler(her biri iki veya üç metriti(28) alan)su küplerini getirdiler ve onları ağızlarına kadar doldurdular. Ve İsa, kudretli bir düşünceyle, etheri, tezahür etmiş olanlara ulaşıncaya harekete geçirdi ve işte, su kızardı ve şaraba dönüştü.” (Levi: 70/8–13)

Yüzyıllar sonra, Hz. Mevlana da, suyu yiyeceğe dönüştürme şeklinde, aynı türden bir apor olayı oluşturacaktı…

G- Transfigürasyon:

Hz. İsa’nın fiziki Medyumluğu’nun bir tezahürü de, ‘materyalizasyon’ fenomeni kapsamına giren ‘Transfigürasyon’ olayıdır:

“ Ve vaki oldu ki, bu sözlerden sekiz gün kadar sonra, Petrus, Yuhanna ve Yakup’u beraberinde alıp dua etmek için dağa çıktı. Dua ederken yüzünün görünüşü başka oldu, ve esvabı ak ve çok parlak oldu. Ve işte, iki kişi onunla konuşuyorlardı; bunlar Musa ve İlya idiler ki, izzetle görüp, yakında Yeruşalim’de vaki olacak intikalini söylüyorlardı. Fakat Petrus ve onunla beraber olanlara uyku bastı. İyice uyandıkları vakit ise, İsa’nın cemalini ve kendisiyle beraber duran iki Kişiyi gördüler. Ve vaki oldu ki, onlar İsa’nın yanında ayrılırlarken, Petrus ne söylediğini bilmeyerek İsa’ya dedi: Üstat, bizim için burada bulunmak iyidir; biri sana biri Musa’ya ve biri İlya’ya üç çardak kuralım. Petrus bunları söylerken, bir bulut geldi, onlara gölge saldı ve buluta girerken şakirtler korktular, Buluttan: Seçtiğim oğlum budur, onu dinleyin, diye bir ses geldi. Ve ses geldiği vakit, İsa yalnız bulundu. V onlar sustular ve o günlerde kimseye gördüklerinden bir şey söylemediler.”(Luka: 9/28–36)

G. Maurice Elliott, ‘Trasfigürasyon’ olayının analizini şu şekilde yapmaktadır:

“(Transfigürasyon sırasında) Dört Medyum mevcuttu. Bunların En Yüce’si olan Hz. İsa, demateryalize olmuştu… Kendisini, Spritüel Beden’in ihtişamı içerisinde göstermişti: ‘… Yüzü güneş gibi parladı ve esvabı ışık gibi ak oldu…’ Kuşkusuz, üzerinden atmış olduğu bedenin unsurları, Hz. Musa ile İlya’nın materyalize olmalarına kısmen katkıda bulunmuştu.

“Üzerine uyku basmış olan ‘Petrus, Yuhanna ve Yakup, derin bir transa girmişlerdi ve onlardan ‘psişik güç’ alıyordu. Bu Üç Medyum, ‘iyice uyandıklarında’, yani transtan çıktıklarında, Üç Peygamberi, ihtişam içerisinde, bir arada dururken görmüşlerdi. Ne var ki, psişik güç, giderek etkisini yitiriyordu: ‘…Onlar Hz. İsa’nın yanından ayrılırken…’
…………………………………….
(*) Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. KUANTUM BİLGELİĞİ VE TASAVVUF, Doc.Dr.Haluk BERKMEN






   


 
   

  

  

 

           


7 Haziran 2014 Cumartesi

TEKÂMÜL- Bedri RUHSELMAN

TEKÂMÜL
Bedri RUHSELMAN
(RUH ve KÂİNAT, Cilt 2)

Konuya girmeden önce, fikirlerimizin daha açık olabilmesi için “kemal” ve “tekâmül” diye kullandığımız sözcüklerin, anladığımız anlamlarındaki karşılıkları üzerinde biraz durmak isteriz. Bizce bu şimdiye kadar görebildiğimiz kaynaklarda doyurucu bir şekilde açıklanmamış çok önemli bir konudur.

Kemal” nedir? Her düşünüş şekline göre bunun ayrı bir tanımı yapılabilir. Fakat ruh varlıklarının evrenlerdeki yerlerini olabildiğince ve kapsamlı ilişkiler içinde belirlediğimiz oranda “kemal”in anlamını geniş bir ölçüde kavramak olanağını elde etmiş oluruz. Çeşitli kaynaklardan toplanmış bilgilere dayanarak edinmiş olduğumuz kanata göre, biz; ruhun hayatının maddesel evrende başlamadığından eminiz. Bu bakımdan da ruhların yaratılışı ve başlangıcı bizim duygu ve düşünce alanımızın tamamen dışında kalır. Ruhta gizli tüm melekeler ancak kendilerine uygun zemin buldukça ortaya çıkarlar. Bu sonsuz sayıdaki ruhsal melekelerin ortaya çıkıp gelişmesine elverişli sonsuz tezahür zemini vardır. Bu alanlar evren içinde evrenlerdir ki biz bunlardan ancak bir tanesini yarım yamalak anlayabiliyoruz ve buna madde evreni diyoruz.

İçinde bulunduğumuz halde, madde evreni hakkındaki bilgimizin ne kadar noksan olduğunu da biliyoruz. O kadar ki, içinde bulunduğumuz maddesel evrenin kapsamı içinde elbette sınırlı olması gereken ruhsal hayatımızı bile sınırsız kabul etmekten kendimizi alamadık. Oysa ki bu evrenlerden daha tükenmez, daha kapsamlı ruhun melekelerinin ortaya çıkmasına zemin olacak başka evrenler içinde bizim bu evrenimiz, sonsuza oranla bir hiç durumunda kalır.

Ruhlar, kendilerini Yaradan’a yükseltecek, yani O’nun yasalarıyla kendi varlıklarını bir kılıp, her alanda onlarla işleyebilecek duruma kendilerini aday kılan ve yönlendiren melekelerini geliştirmek zorundadırlar. İşte “kemal” dediğimiz şey, bu zorunluluğun gerçekleşmesidir. Bu nasıl olur? Bunun nasıl olabileceğini düşünmezden önce, İlahi İrade Yasaları’nın kapsamının derecelenmesini düşünmek gerekir:

Madde evreninde “doğmuş” olan bir ruh, ondan önce daha birçok evrenlerden geçmiş bulunuyor. Nasıl ki sonsuz gördüğümüz evrenimizi tamamladıktan sonra, o, başka evrenlerde de sonsuzluk içinde doğup yaşamayı sürdürecektir. Ruhun ebedi hayatı hakkındaki sezişlerimiz bize bu kanaati veriyor. Bunlar hangi evrenlerdir? Kim bilir! Şimdilik bize bunların ne adları, ne de şekilleri gereklidir. Çünkü madde evrenimiz henüz bize daha çok zamanlar barınak olmayı sürdürecek ve bize zaman kavramımızla ölçülemeyecek bir sonsuzluk içinde sayısız gelişim aşamaları hazırlayacaktır. Görülüyor ki ruhların bu evrendeki kemal derecelerini; ne önceki evrenlerdeki ve ne de gelecek evrenlerdeki durumlarıyla karşılaştırmak olası ve gereklidir.

Ruhun kemali” deyince; aklımıza, onun melekelerinin maddesel evrenlerdeki melekelerinden ancak kavrayabildiğimiz kadarına ait kısımlarının ortaya çıkmış / görünen tarafları gelir. Ruhun bu evrenden önceki ve sonraki hayatı hakkında hiçbir bilgimiz ve tahminimiz de olmadığı için, ruhların oralardaki durumlarını “kemal” nicelik ve niteliğiyle oranlayamayız. Bu konuda üstad diyor ki;

“Ruhun maddelere bağlanmazdan önceki hayatında daha kâmil (olgun) durumda olup olmadığını soruyorsunuz. Bu sıfatlara gereklilik olmadığını söylemiştim. Daha önce de belirttiğim gibi ruhun maddelere bağlanması, görgüsünü arttırmak için tekamül aşamasına katlanmasıdır.” 

Bu açıklamadan iyice anlıyoruz ki, tekâmül gidişi de bir araçtır ve asıl amaç, ruhun görgüsünü artırmasıdır.

Bu amacı gerçekleştirmek için ruhlar değişik tekâmül aşamalarını tamamlamak üzere maddesel evrenlere girerler ve elbette ki buraya ilk girdikleri zaman, maddenin değişik şekilleri karşısında tamamıyla görgüsüz ve deneyimsiz durumdadırlar. Bu maddesel formları doğa yasalarına göre kullanabilecek durumda değildirler. Çünkü bu işler için gerekli olan melekeler henüz ortaya çıkmamıştır.

İşte söz konusu melekelerin gelişmesine yarayacak şekilde, maddesel ortamda uygulamalar yaparak kudret sahibi olmak için, ruhlar geçici olarak daha yoğun maddesel ortamlara bağlanırlar. Ruh varlığı için bu “bağlılık” bir esarettir. Çünkü ruhun birçok melekelerini kararttığından (bu durum) onun serbestliğine engeldir. Fakat geçici olan bu esaret, kuşkusuz, daha geniş bir ruh serbestliği kazanmak için bir araç olacaktır. Şu halde ruhlar, görgüsüzlükleri oranında maddelere bağlanmak zorundadırlar ki, bu da o oranda onların serbestliğini ortadan kaldırır.

Öte yandan, ruhların bu yoğun maddelere esir bir durumda bulunmaları, kendilerinde; o maddelerin tabi bulundukları İlahi İrade Yasaları’na uygun olarak bir takım eğilim ve tutkuların doğmasına neden olur. Demek ki, maddesel eğilim ve tutkular genellikle zannedildiği gibi, esasen ruhun bünyesinde var olan bir eksiklik değil, maddesel bağlantıdan doğma, kendiliğinden olmayıp sonradan olan bir sonuç ve aynı zamanda da tekâmül amacına yönelik bir araçtır. Bu noktayı gözden kaçırmamak, tekamül konusunda da bizi birçok hatalı yollara sapmaktan kurtarır. Tüm bu gerçeklere göre ruhların “geri” eğilimlerden kurtulması, maddelere ve maddesel olaylara esir olmayıp, onlara egemen girebilmeleri ile baş başa girer ve bu da onların tekamül amaçlarına bağlı bir sonuç olur. Üstad’ı aşağıdaki söylemi bu fikrimizi destekler durumdadır.    



“Ruh tüm maddesel etkinliklerini yerine getirmek ve bu etkinlikleri sayesinde tekâmülünü sağlayabilmek için maddesel ortamlarda bir süreç geçirir. Ruhun maddeye çekilmesini azaltıcı çareler, onun; maddesel bağlantını iradesiyle azaltabilmesi, yani takâmül edebilmesi için gerekli olan araçlardır.” 

Bu sözlerin anlamı şudur: Ruhun tekâmül ettirecek araçlar, onun maddesel bağlarının çözülmesini beraberinde getiren maddesel etkinliğidir. Ruh, bu etkinliği göstermek için maddeye bağlanır. 

Kısaca, tekâmül fikri; bugünkü anlayışımıza göre, ruhun maddesel evrelerdeki durumu ile ilgilidir. Maddeyi ve maddeyle ilgili tüm kavramları ortadan kaldırınca; ruhun, doğrudan doğruya kendi varlığı gibi, tekâmül fikri de ortadan kalkmış olur.

İçinde bulunduğumuz maddesel evrende hiçbir şeyi madde düşüncesinden ayıramazsınız. O kadar ki, en “maddesel olmayan” olarak tasavvur ettiğimiz saf ruhsal haller bile ancak maddesel kavramlarla idrak edilebilir. En saf ve en ilahi bir sevgi bile, asla unutulmasın ki, maddesel kavramla yaşayabilir. Bizi, maddeden ve maddesel bir kavramdan soyutlanmış bir ruhu sevemeyiz. Çünkü o bizim için bir yokluktur ve yoklu sevilemez. En saf sevdiğimiz şey, ruhun, hiçbir zaman değerlendiremediğimiz kendisi değildir; onun, çeşit çeşit maddeler arasındaki etkinliklerinin ortaya çıkışıdır. Biz bu gerçeği, hiçbir okulun hatırı için görmemezlikten gelemeyiz. Yalnız şunu takdir ederiz ki, ruh varlığının etkinliklerine zemin olan maddeler ne kadar seyyal (ince, latif, titreşimi yüksek) bir hal almış ise, onlara karşı gösterdiğimiz sevgi de o kadar yüksek bir karakter alır ve ilahileşir. “Maddesel olmayan” olarak kabul etmemize en uygun görünen sevgi hakkındaki bu düşüncemizi öteki duygularımı hakkında da belki daha kolaylıkla uygulayabiliriz.

Görülüyor ki, bizim bugünkü “yükseklik” derecemiz, ancak kendi evrenimizdeki görgü ve deneyimlerle elde edilmiş bir kazançtır ve tekâmülün halen geçerli olan klasik anlamı bu bakımdan genişletmek gerekir. Maddesel evrenlerde deneyimler geçirmekte olan ruhlar için, maddesel iletişim ve etkileşimden, maddesel bilgi ve görgüden ayrı bir “kemal” düşünülemez. Durum böyle olunca, bu evrenin dışındaki varlıklar hakkında bizim ulaşabildiğimiz en yüksek anlamdaki “kemal” (olgunluk) kavramının bile, asıl gerçekten ne kadar uzak kalacağını kabul etmekte gecikmeyiz. Çünkü bu kavram ancak ruhların madde evrenleriyle olan ilişkileri bakımından söz konusu olabilir.

Sık sık yinelediğimiz gibi, ruhun;  “kötü” ve “geri” eğilimlerden kurtulması, maddesel tutkulardan arınması, olgunluğun nedeni değil, sonucudur, amacı değil, aracıdır. Aslında ruhun, “olgunlaşmak” sözcüğüyle ifade olunan yüksek amacına ulaşması, maddeler arasında baş gösteren “kötü” niteliklerden kurtularak “güzel” nitelikleri kazanmasıyla beraber yürür. Fakat bu “güzel nitelikler”i kazanmak, maddesel esaretten kurtulmanın; daha doğrusu, maddelere egemen olmanın olmazsa olmaz bir sonucudur.

Her zaman söylendiği gibi, aslında ve yaratılış olarak “kötü” değildir. Bir “ilahi alev” de doğrudan doğruya “kötülük”ün bulunabileceğini düşünemeyiz. Bunun içindir ki, gerek filozoflar, gerek birçok ruhçuluk konusunun üstadı “kötülük”ün ancak madde ile bağlantıdan ileri geldiğini kabul etmiştir. Maddesel bağlantılar ruhları “geriletir”. Fakat bu anlamdaki “gerileme” , ruhların maddesel evrenlere inmekteki amaçları olan tekâmülün tam tersi gibi kabul edilmemelidir. Çünkü bu anlamdaki “gerileyiş”, “olgunluk” un tersi / zıddı değil, ama ona yardım eden bir tekâmül sürecidir. O halde, maddesel ortamlarda “geri” durumlar içinde yuvarlanan ruhları bu bakımdan çirkin görme değil, ululamak gerekir. Çünkü onlar bu halleriyle tekâmül yoluna girmiş bulunmaktadırlar. Hatasız ve günahsız, hakikatlere ulaşmak ve “yükselmek” olası değildir.

Tekâmülün Amacı
O halde ruhların maddesel evrenlere inmelerinde, bizi en çok doyurucu ve ruh bilgisindeki bilimsel kanaatlerimize uygun gelici içerikte bir amacın söz konusu edilmesine gereksinim vardır. Bu amaç nedir? Tekâmül fikri ancak, ruhun maddelerle olan ilişkisi bakımından değer kazanır demiştik. Şu halde, ruhun tekâmülündeki “maddesel” kavramı ne olabilir?

Buraya kadar ortaya koyduklarımızdan çıkan anlama göre, biz tekâmül olgusunu, ruhun maddelerden ve maddesel evrenlerden ilgisini keserek, maddesel oranları ebediyen terk etmesi şeklinde kabul etmiyoruz. Tam tersine tekâmül; ruhun bu evrende egemen olacak bir duruma geçmesi ve bu şekilde etkinliğinin, yani maddeler üzerindeki egemenliğinin ebedileşmesi demek oluyor. Henüz maddesel esaretin egemenliği altında bulunan ruhlar için bu amacın gerçekleşmiş olması söz konusu olamaz.

Ruhların maddeye bağlanmaları, bizim demek istediğimiz anlamda bir ilişki kurmuş olmaları demek değildir. Bu anlamdaki ilişki esasen, ruhların madde evrenlerine inmelerindeki amacı oluşturur. Yani bizim düşündüğümüz anlamdaki ilişkide, ruhun madde üzerindeki egemenliği fikri zaten vardır. Fakat ruhların böyle ideal bir gelişim düzeyine çıkabilmeleri, için her şeyden önce, evrenlerin içinde, onun elemanları arasında yoğrulmaları ve bazen pasif, bazen de görece aktif roller alarak birçok deneyimler geçirerek İlahi İrade Yasaları kapsamında evrenlere egemen bir duruma girmesini öğrenmeleri gerekir. İşte görgü ve deneyim devresi dediğimiz bu devre ruhun maddelere bağlı ve esir olarak kalması durumuna uyar.

Bu devrede, doğal olarak, ruhlarda ver olan yüksek melekeler kararacak ve maddesel tutsaklıkla ruhların maddesel gerekliliklere uygun bir takım maddesel eğilimleri ve ihtirasları elele yürüyecektir. Bundan dolayı, maddesel evrenin değişik dünyalarında ruhlarda görülen “geri” durumlar, onların madde ile bağlantılarının zorunlu bir sonucudur. Onların bu bağlardan kurtulmaları da maddelere karşı egemen durumlara girmelerinin; yani İlahi İrade Yasaları gereğince evrenlerde etkili roller almalarının bir sonucu olacaktır.
Fakat bir kez daha yineliyoruz: Maddesel bağları çözmek ya da tutsaklıktan kurtulmak, maddelerle olan ilişkileri kesmek değildir. Aksine, bu durum, daha önceleri ruhun tutsaklığıyla sonuçlanan bağların çözülmesiyle; onların yerine maddeler üzerindeki ruhsal tesirliliğin oluşması, ruh ile maddesel evren arasındaki gerçek ve ideal ilişkilerin ebedileşmesini ifade eder. Pek doğaldır ki evrenler boyunca, etkin ve egemen bir rol oynayabilecek yetkiyi kazanmış bir ruh varlığı bu devasa etkinliğiyle ilgili tüm yüksek melekelerini geliştirmiş bulunacaktır.

Görülüyor ki, “tekamülün amacı” konusundaki bizim davamız, ruh varlığının etkinlik olanakları üzerinde toplanmaktadır. Çünkü bildiğimize göre ruhun iyiyi  kötüyü, eğriyi / doğruyu ayırt edici özelliği olan tesirlilik kudreti evrenlerdeki en yüksek derecesini bu etkinlik alanında gösterir. Fakat şurasını da unutmamak gerek: Sözünü ettiğimiz etkinlik, ruhsal tesirliliğin İlahi İrade Yasaları’na uyumunun zorunlu bir sonucudur.     

Ruhlar tesirlik kudretlerini İlahi İrade Yasaları ile uyumlandırabildikleri oranda evrenlerde etkin durumlara zorunlu olarak girerler. Demek ki, ruh varlığının tekâmülü, evrenlerde İlahi İrade Yasaları’nı uygulamaya memur, doğal ve şuurlu bir yapıcı durumuna girmesi amacına yöneliktir. Bununla birlikte, böyle devâsa bir amaç hakkındaki bu söylemimiz ne kadar aciz ve noksandır! Bu noksanlığı belirginleştirmek için; yaratılmış olanların sayısızlığını ve uçsuz bucaksız evrenlerin her bir zerresinin bile bizler için gene sonsuz bir evren kadar anlaşılmaz bir büyüklüğü içerdiğini düşünmek yeterlidir.

Ruhsal olgunluğun maddesel ilişkilerle sürüp gittiğini kabul ettikten sonra; tekâmülün amacı konusunda maddesel elemanları göz önünde tutmak gerekir. Ruh varlığının evrenlerdeki kazançlarını maddeler dışında ve maddesel ilişkilerden uzak olarak düşünmek istersek onu bu evrene inmiş olmasının ne demek olduğunu anlayamayız. Eğer ruhların tekâmül amacı konusunda, maddesellik kavramını göz ardı edilirse, eğer ruhların bu evrende bir süre yaşadıktan sonra ayrılıp, onunla tüm ilgisini kestikleri varsayılırsa; yani daha doğrusu, tekâmülün amacı maddelerden ayrılmak, tüm maddesel ilişkileri ebediyen kesmek şeklinde kabul olunursa, o zaman ruh varlığının bu evrendeki kazançlarının yalnız kendi mânevi bünyesinde ortaya çıkmış bir değişimden ibaret olduğunu onaylamak zorunluluğu ortaya çıkar.  Fakat böyle bir değişimi hiçbir insanoğlunun zihninde canlandırabilmesi olanak yoktur. Dahası, maddeyle ilgisi bulunmayan böyle bir değişimin maddeler aracılığıyla oluşması zorunluluğunu anlamak güç olur.

Bir ruh varlığının dünyalarda deneyim geçirmesi; bu deneyimlerin amacıyla, ona araç olan maddesel olguların uyumlu düşmesine doğru cehitler sergilemesi demektir. Bu fikre göre “dünyadan olgunlaşarak ayrılmış bir ruh varlığı” demek; oradaki maddesel koşulların üzerine yükselmiş olan, yani onun üzerinde tüm tesirlilik olanaklarını kullanabilecek bir duruma gelmiş bir varlık demektir. Bunu böylece kabul etmedikten sonra; ruhun ne dünyalara girmesinin, ne de tekâmül etmesinin mantıklı ve akla uygun anlamını kavramak olası değildir. İşte aramızdaki tekâmül aşamalarını tamamlayıp yükselmiş bir ruh varlığı karşısında yerkürenin bu durumu ne ise, evrenimizin tüm tekamül aşamalarını tamamlamış yüksek bir ruh varlığı karşısında da evrenin durumu, elbette ki daha geniş ölçekte olur.

Ruhlar değişik maddesel tekâmül yollarında yürüyerek, üç boyutlu alemin tüm realitelerinin üstüne çıktıktan sonra, tekâmüllerini daha yüksek bir düzeyde sürdürmek üzere dört boyutlu alemde birleşirler. Bu düzeye kadar yükselmiş ruhlarda, artık bizim evrenimizde olduğu gibi bedenler, şekiller vb. kalmaz ve bunun sonucu olarak, oradaki varlıklar hakkında ; ne cinsiyet, ne insanlık- hayvanlık- bitkilik ya da bizim evrenimizin dünyalarına özgü herhangi bir maddesel varlık durumu söz konusu olamaz. Üstad’dan aldığımız bazı bilgiler bizleri bu konuda aydınlatmıştır:

“Ben de insan âleminden geldim. Bu bakımdan kendime ‘insanım’ diyorum. Fakat incelerseniz, her gün sizin âleminizde olmadığımı anlarsınız. Bugün kendime ‘insanım’ dememin nedeni, sizin dünyanızdan geldiğimi anlatmaktır. ”  

Ruhların, tekâmül ettikçe tesirliliklerinin artması da gene belki bizim tahmin bile edemeyeceğimiz büyük bir nedensellik ilkesine dayanmaktadır. Bu şekilde İlahi İrade Yasaları’nın gereklerinden olan, tüm yaratılmışların düzeni sağlanır. Daha önce de değindiğimiz gibi yaratma maddesel evrenlerin sayısız çeşitlerini meydana getiren oluşum durumlarından ayrı bir şeydir. Bizim evrenimizde; ne yoktan var olan, ne de yok olan bir şey vardır. bundan dolayı, “yoktan var olmak” anlamına gelen o mutlak yaratılış hakkında bizim hiçbir fikrimiz olamaz. Evrenimizdeki tüm olgular, maddenin durum ve şekil değiştirmesinden ibarettir. İşte bu durum da, İlahi İrade Yasaları’nın uygulanmasına memur ya da daha doğrusu; böyle bir etkinliğe bulunmayı hak etmiş yüksek varlıkların maddeler üzerindeki tesirlilik kudretlerini tüm kemaliyle kullanabilmeleri sayesinde olur.

Evrenlerin sonsuzluğu, ruh varlıklarının sonsuz alanlar içinde tekâmüllerini, sürdürmeleriyle büyük bir örtüşme ve uyum halindedir. Bu baş başa yürüyüşün sonunu görebilmek ve hatta bu konuda herhangi bir tahminde bulunabilmek, bizim gibiler için kolay olmayacaktır. O halde, ruhların tekâmüllerinin gerçek hedefleri hakkında kesin söz söylemek şöyle dursun, bir tahminde bile bulunmanın olanaklı olmadığını unutmayacağız. Bu konuda söyleyebildiklerimiz ancak, ruhların kendi âlemimizle olan ilişkilerine ait bilgi ve tahminden ileri gidemez. Ayrıca biz, kendi âleminizde cereyan eden, ruhların; yukarıda sözünü ettiğimiz etkinlikleri hakkında da ancak bazı gözlemlere sahip bulunuyor ve ona göre fikir yürütüyoruz.

Daha önce de söylemişti; bizlere ne kadar sonsuz ve kapsamlı görünürse görünsün yaratılmış olanlar, yalnız içinde yaşadığımız maddesel evrenden ibaret değildir. Dahası, ruhlar madde evreninin dışındaki bilmediğimiz başka varlıklar arasında, yine bilmediğimiz yollarla yaşamlarını sürdürürler.  Bu arada uzun cehitlerle sağlamış oldukları madde evreni üzerindeki tesirlilikleri ebediyen sürdürürler. Ruhların evrenimizdeki tekâmülü, yaratılmış olanlar arasında İlahi İrade Yasaları’nın buyruklarını uygulamaya koyacak yüksek yapıcılar arasına girebilmeleri hedefine yönelmiştir. Ruhlar maddesel evrenin varlıklarına esir olmamak, orasını doğa yasalarına uyarak yönetmek amacıyla maddelere bağlandıktan sonra, orada uzun bir süre görgü ve deneyim yaşamı geçirirler.  Bu durum onların yavaş yavaş madde evreni üzerindeki etkinlik ve tesirlilik bütünlüğünü geliştirir. Bu etkinliğin en üst düzeyine varmış varlıkların durumları bir insanın idrakine sığmaz.

Burada kolaylıkla söyleyiverdiğimiz, fakat gerçek ve yüksek içeriğinden haberdar olmadığımız bu idealin ne zaman ve nasıl gerçekleşeceğini bilemeyiz. Çünkü bizim bulunduğumuz tekâmül derecelerinden başlayarak, bu amacın gerçekleşmesi için bir ebediyet kabul etmemiz gerekir.

Karıncaya enkarne olmuş bir ruh varlığı karınca bedenini oluşturabilecek duruma gelmiştir. Fakat o, henüz bir insan bedenini oluşturamaz. Bir karınca kendi basit yuvasını yapabilir ama insanların kurdukları şehirleri kuramaz. Nasıl ki, bir gül ağacına enkarne ruh varlığı da, gül ağacını oluşturabilir; ama ne bir karınca bedenini, ne de karınca yuvasını oluşturabilir. Bir insan yoğun maddeleri bir araya getirerek ya da onları dağıtarak birçok eser ortaya koyar. Taşlardan ve öteki maddelerden heykeller, abideler vb. yapar. Perakende sesleri bir araya getirerek, onlardan bir senfoni ortaya koyabilir. Tüm bunlar sanat âleminin birer dünyasıdır. Bununla beraber insanın eseri ne kadar yüksek olursa olsun, sonsuz tekâmül basamaklarında yükselmiş olan ruhların devasa eserleri yanında pek az bir şey kalır. Dört buutlu âlemdeki varlıklarla aramızda bulunan uzaklığın, insan ile hayvan arasındaki uzaklıktan karşılaştırma kabul etmeyecek kadar büyük olduğu göz önünde tutulunca, oralardaki etkinliğin birdekinden ne kadar yüksek olduğu düşünülebilir. 

Dört buutlu ve ondan daha yüksek buutlu âlemdeki varlıklar, insanların yaptıkları gibi üzerinde işlenme kabiliyeti sıfır gibi olan yoğun taş parçalarından heykeller ya da sınırlı seslerden semfoniler yapmazlar. Onlar kozmik süptil (latif, titreşimi yüksek) maddeler üzerinde çalışarak bu maddelerden başkalarını ve onlardan da daha başkalarını oluşturarak âlemleri ve dünyaları kurup dağıtırlar. Fakat bu söz, ilk hamlede anlaşılabilecek kadar kolay değildir. Bu etkinlikler bizim idrak edemeyeceğimiz bir takım tesirlilik şekilleriyle ve idrakimiz içinde olan zaman – mekân kavramları dışında oluşur. Tüm bu işlerde yalnız Allah’a özgü “yoktan var edicilik” söz konusu olmayıp, O’nun yasalarına uyacak şekilde bir “kuruculuk durumu” vardr.

Özetle ruhlar “yükseliyor” ve “yükseldikçe” maddemin köleliğinden kurtularak İlahi İrade Yalarına uyum sağlıyor. Bu durum onların doğadaki tesirlilik kudretlerinin görece arttırılması zorunlu kılan bir yapıcıdır. Üstadlarımızın aşağıdaki tebligatı bu yolda bizleri aydınlatmaktadır:

“Doğa yasaları gereğince ruh varlığının tekâmülü, onun maddesel varlıklar içinde yaşamasına bağlıdır. Ruhun dünyada maddesel varlığı; az önce de belirttiğim gibi maddeye olan bağdan ibarettir. Maddesel etkinlikleriyle tekâmülünü sağlayabilmesi için; ruh, madde âleminde bir süre geçirir. Ruhun maddeye olan çekimini azaltıcı çareler, onun madde ile olan bu bağlantısını azaltabilmesine yardım eder. Bir ruh varlığının melekeleri başlangıçta kapalı değildir. Maddeye bağlılık melekeleri gölgelendirir. Bu bağlılık sürdükçe, bir yandan; ruh tekâmül eder, fakat maddeye bağlılık bu tekâmülün oluşmasına meydan vermez. Öte yandan, ruh maddeden kurtuldukça, bir gelişmişlik ortaya çıkar. ” 

Şu halde, bizim idrakimize göre, ruh olgunluğunun zirvesi ve sonu yoktur. Bu tekâmül ebediyet içinde ve bilmediğimiz bir geleceğe doğru uzayıp gidecektir; sonsuzluk içinde sonsuzluk! İşte evren hakkında olduğu gibi, ruhların tekâmülü konusunda da duygu ve düşüncelerimizin varabildiği son nokta budur.

Dünyadaki Varlıklar Arasında Görülen Tekâmül Farklılıkları (*)
Dünyadaki canlıları incelediğimiz zaman, onlar arasında bir takım tekâmül farklılıklarının bulunduğu göze çarpar. Canlıların birbirine göre olan bu ilerleyiş farkları; bitkilerde değişik türler arasında, hayvanlarda farklı türler ve fertler arasında, insanlarda ise ayrı ayrı türler ve bireyler arasında olduğu gibi, aynı bireyin değişik zamanlarda da kendini gösterir. Bitkilerde bir ot parçası bir küften daha tekâmül etmiş canlıyı oluşturan parçalara sahip olduğu gibi, bir gül ağacı da bu ot parçasından daha ileri durumdadır. Fakat bu güllerin, otların ve küflerin tüm bireyleri hiç olmazsa bizlerin takdirine göre hemen hemen aynı tekâmül derecesinde görünmektedir. Hayvanlarda bir köpek bir koyundan daha ileride görünmekle beraber, iki köpek de birbirine göre birçok noktalarda tekâmül farkı gösterir.

İnsanlara gelince, bunların hiçbiri ötekine benzemez. Bundan başka, insan yaşamının hemen her saatinde, bir önceki saatine göre az çok belirgin bir ilerleme vardır. En ileri olanlarından en yüksektekilerine kadar tüm insanlarda bir tekâmülün çabasını ve etkinliğini görmek olasıdır. Hatta şuursuzca ortaya çıkan tüm yaşamsal etkinliklerde bile tekâmül hedefi yolundaki tezahürleri görmemek olası değildir. Yaşam mücadelesi, dünyadaki varlığın sürüp gitmesi yolunda gösterilen içten gelen bir cehittir. Ayrıca bu da tekâmüle hizmet eder. Şahsın ve cinsin sürüp gitmesi için harcanan tüm emekler genel tekâmül yasasının zorunluluğudur.

Bir küften en tekâmül etmiş insana gelinceye kadar olan uzaklık, bir uçurum halinde değildir. Bu, belirsiz tatlı ve meyilli bir yol arz eder. Fakat bilgisizliğimiz bu yolu layıkıyla izlemeye olanak bırakmamaktadır. Ayrıca bu yol dünyamızda, bilmediğimiz bazı nedenlerden dolayı da bir iki yerinde kesilmiştir de… Örneğin, ileride de belirtileceği gibi, insanlarla hayvanlar arasındaki maddesel ve ruhsal bağlantıyı sağlayan varlıklar şimdilik bu dünyada yoktur.

Fakat ne olursa olsun, bu yolun iki ucundaki varlıklar arasında ortaya çıkan tekâmül farklılıklarını kimse görmemezlikten gelemez. Esasen dünyada eşit olmaksızın serpilmiş yaşam koşulları, bu tekâmül farklarının doğurduğu çokluk halinden ileri gelir. Dünyada ideal bir eşitliğin kurulabileceğini düşünmek hatadır. İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kaybolması, onların her noktada birbirinden farksız bir halde birleşmiş olması demektir. Bu olası olabilir mi? Özellikle şahsiyetini kazanmış hiçbir varlık bir başkasına benzemez. Bunların birbirine benzediğini kabul etmek, ideal bir olgunluğa vardıklarını kabullenmekle bir olur. Oysa ki, dünyadaki tüm varlıklar böyle bir olgunluk düzeyinden çok uzaktadır.

Çevremize biraz dikkatlice bakarsak, varlıkların birbirine göre çok farklı bir yükseliş yolu izlediklerini görürüz. Bitkilerde olan her özellik ya da onun benzeri, hayvanlarda bulunur. Bununla birlikte, hayvanlarda bulunan birçok görünümü bitkilerde göremeyiz. İnsanlarla hayvanlar arasında da aynı durum geçerlidir. Bitkilerde hemen hemen göremediğimiz şahsiyet hayvanlarda kendini göstermeye başlamıştır. Bir kediyi bir başka kediye yeğleyebiliriz. Fakat aynı güzellikte açmış iki çiçeğin seçiminde bu kadara titiz davranamayız. Bunun nedeni, hayvanlarda bulunan şahsiyet bağlanmış olmamızdır. Hele dünyada şahsiyetin en yüksek derecesini kazanmış olan insanlar hakkındaki bu seçim konusu daha derin duygu ve fikir elemanlarına dayanır. Bitkilerde gelişmemiş olan şahsiyetin hayvanlarda ortaya çıkmaya başlaması, insanlarda en yüksek derecesini alması ve bu işlerin; yavaş yavaş, derece derece ve birbiri ardınca yükselmesi dünyadaki canlılar arasında çok büyük bir yükselişin var olduğunu göstermeye yeterli kanıtlardan biridir. Üstad’ın aşağıdaki sözleri bu durumu doğrular:

“Dünya üzerindeki en ilkel ruhun maddesel varlığı ile en tekâmül etmiş bir insan arasında geçen tüm tekâmül gidişi düzgün yükselen bir ilerlemedir. Bitkiler hayvanlardan daha geridir. Tekâmülde düzgün ve birbiri ardınca gelen bir ilerleme olduğuna göre, bir hayvanın bir daha bitki olmasına olanak yoktur. ” 

Özellikle bu son ifadeden çıkan anlama göre, varlıklar arasında gerilemenin söz konusu olmadığını ve sürekli bir ilerleyişin bulunduğunu öğreniyoruz. Yalnız, burada konunun bazı yanlarını gözden uzak tutmamak gerek: Gerek dünyada geçirilecek deneyimlerin gereklerine, gerek bilmediğimiz bir takım nedenlere göre bir varlık kendi türünü değiştirmemek koşuluyla, bir öncekine göre biraz daha geri görünümlü bir durumda dünyaya gelebilir. Bu durumun, biraz önce sözünü ettiğimiz düzgün ve sürekli yükselişlerle zıtlık oluşturduğu hükmüne varılamaz. Çünkü, her şeyden önce bu ilerleyiş maddesel bakımdandır, ruhun yüksekliğinde bir alçalma anlamına gelmez. Ayrıca, bu maddesel ve görünüşteki gerileyişte de; gene, ruhun olgunlaşmasına, yükselmesine yardım edecek durum ve hareketler bulunur. Üstad’ın aşağıdaki ifadeleri bu fikri tamamlar:
“…Fakat belli bir tür arasında tekâmül etmiş olan bir bireyin, aynı türde daha az tekâmül etmiş olarak dünyaya gelmesi olasıdır. Çünkü belirli bir düzeye kadar yükselmiş olan bir ruh; gerek kendisinin maddeye bağlılık hissetmesi, gerek kötü ortamlarda buluna buluna oraların titreşimlerine uyması ile maddeye bağlılığını arttırabilir. Fakat bu, fazla bir aşağı iniş değildir ve yalnız ruh bakımından bir gerileme sayılmaz. Çünkü o, kendisi için kazanılmış bir yükseklik ve derecedir. Yani yükselmiş bir ruh için tam düşüş yoktur, ufak düşüşler vardır ki, o da madde âlemindedir. ” 



Canlılar ile Cansızlar Arasındaki Ayrılık
Madde ve ruh konumlarını okuyanlar, canlılarla cansızlar arasındaki ayrılıklar hakkında kitabımızda bazı şeyler söylenmiş olduğunu anımsarlar. İçinde bulunduğumuz konuyu bazı noktalardan ilgilendiren oradaki fikirlere yeniden ve kısaca döneceğiz.

Çevremizdeki varlıkların iki büyük gruba ayrıldığını görüyoruz. Bunlara “iki büyük grup” dememizin nedeni, çok belirgin özelliklerle birbirinden ayrılmış olmalarıdır. Birinci gruptakilerin belirgin özelliği tesirlilik kudretleridir. İkinci gruptakilerin belirgin özelliği ise etkilenme yatkınlığıdır. Yalnız şu var ki, bu tesirlilik ve yatkınlık özelliklerini ayırmak her zaman kolay ve hatta olası değildir. Bu durum da, olguların nedenleri hakkındaki bilgisizliğimizdendir.

Her olayda etkili görünen etmenlerin gerçekten etkin olup olmadıklarını kesinlikle belirleyebilmek için söz konusu bilgiye (bu konuda bilgili olmaya) kesinlikle gerek vardır. Bizler bu bilgisizliğimiz yüzünden, olaylara karışan etmenleri etkin etmenler gibi kabul etmek hatasına düşeriz. Bu gibi hatalardan sakınma bizler için pek olası değildir. Nasıl ki, bilgimiz arttıkça önce etkin gibi görünen bir etmenin başka bir etmen ile tahrik edilmekte olduğunu sonradan (iş işten geçtikten sonra) anlayabilmemiz sıkça ortaya çıkan durumlardandır.

Canlı varlık tesirlilik sahibidir. Buradaki “tesirlilik” sözcüğünün ifade ettiği anlamda; maksatlı bir takım sonuçlara doğru hareketleri tertipleyicilik bulunmaktadır. Cansız cisimlerde görülen atalet, bu özelliğin yokluğu ile ondan ayrılır.

İlmin öğrettiğine göre, maddenin en karakteristik özelliği, onun, ataleti ve oluş koşullarındaki kararlılığıdır. Bu özellik, daha ilk bakışta, tesirlilik fikrinden ayrılır. Çünkü kendi kendini değiştirmek kudretinden mahrum bir varlıkta, tesirlilik kudreti aranmaz. Madde ebedi varlığında kendiliğinden değişimler göstermez. Radyoaktif bazı maddelerde görülen değişimlerin bu sözünü ettiğimiz değişikliklerle benzerliği yoktur. Oradaki değişimlerde yine İlahi İrade Yasaları’nın çizmiş olduğu plan çerçevesinde ortaya çıkan atıl hareketlerdir ve o maddenin oluş koşullarına bağlı bir zorunluluk burada egemendir. Üstad ile aramızda geçen bir görüşmede; onun, ruh varlığına özgü bir tesirlilik melekesine ne kadar önem verdiğini anlıyoruz:
Soru: Maddenin, ruha göre en karakteristik özelliğine atâlet dersek, doğru olur mu?
Yanıt: 
“Ruhun tesirliliği olduğunu daha önce de belirtmiştim. En büyük ve ayırt edici özelliği budur. ” 

Maddecilik ve Ruhçuluk
Canlı varlıkların “etkileyicilik” cansızlarında “etkilenicilik” rollerini iyice kavradıktan sonra onların birbirlerini tamamlayan bu etken ve edilgen durumlarının evrenlerdeki büyük uyum içinde ne kadar yakışıklı bir yer tuttuklarını ve bunlardan birinin eksikliğinin kabul etmekle, bu uyumun ne kadar derin çöküntülere uğrayacağını anlamak koyla olur. Yaşam sahibi canlılar var olmadan cansızların varlığını, cansız cisimlere sahip olmayan canlı varlıkların bulunduğunu kabul etmek evrenimizin ve kendi varlığımızın var olma nedeni ortadan kaldırır. O zaman, “Evrenler ve biz niçin varız?” sorusunun yanıtı hakkında söylenecek bir söz kalmaz. Bundan dolayı, madde ve ruh konusunda da söylediğimiz gibi evrenimizde; maddeyi ruhtan, ruhu maddeden ayırmak olası değildir. Tek başına maddeci, tek başına ruhçu olmakla doğru yol bulunmaz.

İşte bu düşünce ile biz, fikirler ortamında ara sıra çarpışan maddecilik ve ruhçuluk kavramlarının birleşmeleri gerektiğini ve birinin ötekini tamamladığını söylüyoruz. Buradaki durum şudur: Madde evreninde sürekli olarak yükselmek zorunda bulunan yaşam sahibi varlıklar, gerek kendilerinin gerek başkalarının tekâmül amaçlarını gerçekleştirmek için; maddedeki etkilenme durumundan yararlanarak, onların sonsuz halleri üzerinde etkili olurlar. Bu tesirlilik ile o hallerin birinin ötekine dönüştürerek, hareketlerinin doğasını ve yönünü değiştirmek gibi bildiğimiz / bilmediğimiz sayısız maddesel oluşumlara neden olarak, sonuçta doğacak olaylardan kendi amaçları yolunda çeşit çeşit yararlar sağlarlar. Demek ki, tüm bu cansız cisimler, canlı varlıkların milyarlar ve milyarlarca oluşumlar içinde kullandıkları birer tekâmül aracından başka bir şey değildir. İşte maddesel hareketlerde görebildiğimiz / göremediğimiz zekâ belirtileri, canlı dediğimiz varlıkların, maddelerden hiçbir zaman eksik olmayan araya girmelerinden doğar.

Sonunda görüyoruz ki, doğa da cansız cisim olarak bildiğimiz azot, karbon, hidrojen, oksijen vb. bir araya toplanıyorlar ve insan bedenini oluşturuyorlar. Bazılarımıza öyle geliyor ki, ayrı ayrı oldukları zaman, kendi kendine hareket yönünü değiştirmeyen ve kendi kendine başkalarının üzerinde atalet özelliğinden başka değişiklikler oluşturamayan tüm bu cansız cisimler bir araya geldiklerinde söz konusu maddesel özelliklerini yitirerek, bildiğiniz maddesel niteliklerden hiçbirine benzemeyen yüksek insan dehasının yaratabilecek kudrette etkili ve şuurlu birer varlık haline giriveriyorlar.

Her noktasında kuvvetli ve yıkıcı itirazlarla karşılamaya aday bu çürük fikri uzun uzadıya eleştirme gerek görmüyoruz. Çünkü bu konu şimdiye kadar çok söylenmiş fakat asla kanıtlanamamış bir davanın saçmalığının açık öyküsüdür. Buna karşın yalnız şu kadar sözü yeterli görüyoruz. Dıştan gelen etkilerin yaptığı yüz binlerce değişik olumlu / olumsuz tesirlere karşı koyarak, yaşamı korumaya çalışan bu şuurlu varlık, amacı yolunda gereken tüm önlemleri almakta ve bu konuda büyük bir kavrayış ve akıllılık göstermektedir. Böyle yüksek bir kavrayışı ve akıllılık göstermektedir. Böyle yüksek bir kavrayışı ve akıllılığı cansız ve atıl maddelere uygun görmek için elimizde hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Eğer maddelere bu niteliği mâl edebilseydik, bugün ilimde kabul olunan maddesel nitelikleri tanımamamız gerekirdi.

Modern ilimde maddenin tanımı şudur: “Maddenin tanımlayıcı özelliği kütledir. Kütle kendisini iki şekilde gösterir: Birincisi atalet, ikincisi ağırlıktır.” Atâlet ile ağırlığın bilimsel anlamını göz önünde tutmak koşuluyla, maddelerin; böyle sekiz on tanesinin değil, milyarlarca tanesinin bir araya gelmesinden bile fizik ve kimyanın madde hakkındaki tanımında yeri olmayan sevgi, kin, intikam, haset, şuur, irade, imajinasyon, vicdan vb. birçok ruhsal nitelikleri içeren karmaşık bir atalet ile bir tutulması olanaksız, tesirliliği olan bir varlığın meydana getirebileceği şimdiye kadar hiçbir ilim kitabı kendi usulünce bize göstermiş olmadığı gibi, bunun bir teori olarak kabul etmek de maddenin bilimsel tanımına aykırı bir hareket olur. Bundan dolayı tüm bunlara karşın fizikoşimik maddelerin şu kadar miktarının şu ya da bu biçimde tesadüfi olarak bir araya gelivermesinden atalet fikriyle bir araya konamayan şuurlu bir varlığın (bir tesirliliğin) ortaya çıktığını olası saymak uydurma bir teoriden başka bir şey değildir.

Özet olarak; evrenlerde birbirini destekleyen, birbirinin yardımı ile ortaya çıkma olanağı bulan ve sonunda; birinin etken tesirlilik kudreti ile ötekinin edilgen etkileme yeteneği uyumlu bir şekilde birbirine bağlanmış bulunan bu iki gruptaki varlığın bulunduğunu kabul ettikten sonra, maddecilik – ruhçuluk (neo spiritualizm), ikilik kabul etmeyen bu tek yol üzerinde yürümektedir.

İnsanlık Düzeyinde Tekâmül (*)
Yeryüzündeki ruhsal tekâmülün, bitki ve hayvan aşamalarından sonra insan aşaması gelir. İnsanlık düzey, tahayyül melekesinin (imajinasyon) madde aleminde ilk ortaya çıktığı merhaledir.(ayrıntılı bilgi için “imajinasyon” bölümüne bakılmalıdır).

Hayvanlarla insanlar arasındaki geçit aşamaları halen dünyamızda bulunmamaktadır. Bundan dolayı biz, tekrar doğuş bilgisi sahipleri olarak, bir yandan Darwin’in teorilerini kendi açımıza göre kabul ederken; öte yandan, insanın hemen maymundan geldiğini sanmıyoruz. En ilkel bir insanla, en tekamül etmiş olarak gördüğümüz bir hayvan (örneğin, bir maymun) arasında derin tekamül farkları vardır. Evrenlerde tüm olguların ağır ağır ve derece derece değişimlerle ortaya çıktığını ve hiçbir yenileşmenin keskin sınırlarla, kendisini hazırlayan olaylardan ayrılmadığını kabul ettiğimizden, ilkel bir insan ile tekâmül etmiş bir hayvan arasında gördüğümüz keskin sınırlara bakarak, bunların hemen birbirini izlemediklerini düşünebiliriz.

İnsanla Maymun Arasındaki Farkı Niçin Keskin Bir Sınır Hâlinde Görüyoruz?
Tahayyül melekesi bir tekâmül aşamasını nitelendiren olağan üstü beceridir. Ne kadar yüksek görünürse görünsün, hiçbir hayvanda bu melekeyle ilgili bir belirti göremiyoruz. Belki maymunlarda imgeleri daha iyi zapetmek ve onları öteki hayvanlara oranla, daha büyük bir sadakatle yinelemek (taklitçilik) gibi beceriler vardır. fakat bu durum ile, insanlara özgü yapıcı tahayyül  kudretinin aynı şey olmadığını yinelemeye gerek görmüyorum ( Bu durumla ilgili ayrıntılar için “imajinasyon” bölümüne bakılabilir) Maymun yaşamında, bin yıl önceki zaman ile bugünkü zaman arasında hiçbir fark yoktur. Oysa ki insanlar arasında yıldan yıla belirginleşen tekamül farkları hepimizin bildiği bir şeydir. Bu farkı belirten etmeni “imajinasyon” bölümünde (RUH VE KÂİNAT, sayfa 368-398) uzun uzadıya anlatmıştık. Ruhun bu yüksek melekesi ancak insanlık düzeyinde ortaya çıkmıştır. Biz, insanlarda ortaya çıkan bu melekelerin dünyada birden bire doğduğunu görüyoruz ve kendisinde bu melekelerin daha ilkel aşamalarını geliştirmekte olan hiçbir hayvan tanımıyoruz. Fakat bu varlıkların (Tedric Yasası’na göre, evrenlerde bir yerlerde) kesinlikle var olması gerekir. O halde bunlar nerededir?  Bu sorumuza karşı Üstad şu yanıtı vermişti: 
“Tekâmül etmiş hayvanlarla insan arasında çok büyük uzaklıklar vardır. Bu uzaklık; insanın en tekamül etmişi ile, en az tekamül etmiş olanları arasındaki uzaklıktan çok daha fazladır. Hayvanlarla insanlar arasındaki geçit aşamaları bir zamanlar bu dünya da bulunuyordu, şimdi başka alemlerdedir.”

İmajinasyon insanlık düzeyinde başladığı gibi, bu düzeyde daha başka bazı önemli melekeler de ortaya çıkmaya başlar ki bunlar şuur ve vicdandır. Görülüyor ki, ne bitkilerde ne de hayvanlarda bulunmayan; bir takım, ruhun görece yüksek melekeleri insanlık düzeyinde birden beliriveriyor. Üstad, “Şuur ve vicdan, dünyanızda insanlık düzeyinde başar.” diyor.

Şuur ve vicdan nedir? Bu iki meleke hakkında Üstad’ın verdiği tanımı aktarırsak, okuyucularımızı tatmin etmiş oluruz:
“Şuur ile vicdan, ruhun melekesi olmak bakımından birdir / aynıdır. Ancak şuur, ruh varlığının genel bilgisidir. Vicdan ise, iyi ile kötüyü ayırt eden (ruhun) melekesidir.”

Acaba şuurun madde âleminde gelişimi ile ruhun tekâmülü arasında bir ilişki var mıdır? Evet, bu ilişki vardır, ama “taraflı”dır. Yani var olanın tekâmülünde şuurun bir rolü yoktur. Nasıl ki “şuursuz imajinasyonlar”ın var olduğunu daha önce de belirtmiştik. Örneğin, bitkilerde ve hayvanlarda şuur olmadığı halde tekamül etmektedirler. Bununla birlikte şuurun ortaya çıkışında ve gelişiminde tekâmülün rolü vardır. Ruh varlığı ne kadar tekamül etmiş bir durumda bulunursa, onun madde âlemindeki şuuru o oranda belirgin olur. Üstad bu konuda şunları söylüyor:
“Vicdan ve şuur, dünyamızda beşeri düzeyde başlar. Var olmanın tekâmülünde şuurun rolü yoktur. Ama şuurun gelişiminde var olanın tekâmülünün rolü söz konusudur.”

Bundan şu sonucu çıkarabiliriz: Şuur, tekamülün nedeni değil, sonucudur. Var olanın şuur alanındaki gelişimi, onun tekâmülü oranında gerçekleşir. Esasen ruhsal tekamülün amaçları üzerinde dururken ve ruh varlığının madde evrenindeki doğuşundan söz ederken, birçok ve hatta tüm melekeleri gibi şuurunda esasen ruhta var olduğundan ve ancak madde âlemindeki tekâmülü oranında ortaya çıkabildiğinden her zaman söz edilir. Nasıl ki ruh varlığının insanlık âleminde de kapalı kalmış daha nice yüksek melekeleri vardır ki, onların hiçbirinden haberimiz yoktur. Ama insan, madde âlemindeki sonsuz tekâmülü ile; onları, yolu üzerinde azar azar bulacaktır.

Bununla birlikte, insanlık âleminde gelişmiş olmasına karşın, insanlar arasında şuurun çeşitli derecelerde ortaya çıkışı söz konusudur. Hatta bu durum aynı insanın çeşitli zamanlarında bile görülür. Bunun insanlar arasındaki tekâmül farklılıklarından ileri geldiğini söylemeye gerek yoktur. Bununla birlikte, her zaman olduğu gibi, burada da kesin hükümlerden sakınmak gerekir. Çünkü tekâmül planı gereği olarak ilerlemiş bir ruh varlığında görece az şuurluluk durumunun ortaya çıkması da olasıdır.

Yeni doğmuş bir bebeğin durumunu buna örnek olarak gösterebiliriz. Birçok yerde egemen olan bilgisizliğimiz bu konuda da bizleri hatalı hükümlere yönlendirebilir. Üstad şunları söylüyor bu konuda:
“Ruh, maddeye bağlı olduğu oranda şuurunda eksiklik olur. Şuur hakkında verdiğim açıklamadan da anlaşılacağı gibi, ruh varlığının bu melekesi, bedenine bağlılığı dolayısıyla çeşitli aşamalar gösterir ki, insanlar bu aşamaların bazılarına bakarak: sübkonsiyans, enkonsiyans, konsiyans vb. varsayılan adlar vermişlerdir.”

Bitkilerden başlayarak insanlara gelinceye dek, yeni yeni eklemelerle ağır ağır ve derece derece arttığını gördüğümüz ruhsal melekeler bize; tüm varlıklar arasında, tekâmül olgusunun hiç şaşmaz yasalar altında cereyan ettiğini gösterir. İnsanlar arasında iyice belirginleşmiş olan şahsiyet, onları birbirinden birçok ince ve kaba nüanslarla ayırdettirir. Her insanın tesirlilik şekli ötekinden farklıdır. İnsanlar “yükseldikçe” bu farklılık belirginleşir; şahsiyetler de buna paralel olarak özel içerikler kazanır.

Şu halde biz, tekâmül ettikçe; ruh varlıklarının, şahsiyetlerini yitirip, birbiriyle kaynaşarak, bir tek trekâmül etmiş varlık içinde yok olacaklarını düşünenlerden değiliz. Böyle düşünmek, ruhsal tekâmül fikriyle taban tabana zıt sonuçlar verir. Çünkü dünya varlıklarında birbirinden daha yüksek olarak belirginleşen ruhsal araçlar bir “yükselme”nin kanıtıdır. Tüm bu yüksek melekelerle birlikte, insanlık âleminde en belirgin şeklini almış şahsiyet durumu ve ruh varlığının ileride gelecek daha “yüksek” melekeleri, eğer en son bir “yükselme” düzeyinde yok olup gidecekse; daha önce de söylendiği gibi, bu azar azar ve derece derece tekâmüle uygun bir olgunlaşma, bir şekilde âşikâr olan ruhsal melekelerin hiçbir anlamı kalmaz. Esasen tekâmül sırasında görülen her olgu, bu düşüncenin doğruluğunu kanıtlamaya yeterlidir. Ruhlar şahsi değerlerini yok etmek için değil, belki onu aklımızın alamayacağı, yüksek derecelerine ulaştırmak için tekâmül eder.

Tekâmülün Bir İnsanın Yaşamındaki Görünümleri
Bir insan yaşamının dünyadaki tarihçesi nedir? İnsanı bir günlük, bir aylık, bir yıllık, on yıllık, yaşam kesitlerini incelerseniz; dikkate değer birçok sonuçlara varırsınız. Özellikle çocukluk döneminden gençliğe doğru ilerlerken hafıza ve eşyanın iç yüzünü arama melekeleri, insanın ruhunun belirgin belirişleri arasında bulunur. Bu iki meleke bu konuda ilk bilgileri elde etmenin en iyi yoludur. Çocuk, anlamlı / anlamsız her şeyi sorup öğrenmek ister. Kendisine öğretilen şeyleri kolaylıkla aklında tutabilir. Acaba ilk bilgileri elde etmeye yarayan bu iki değerli meleke çocuk psikolojinsin niçin ağırlık merkezini oluşturur? Neden çocuklukta belirgin olan bu melekeler yaşlandıkça zayıflar?

Artık bilinmelidir ki, çocuklar yeni öğrendikleri şeyleri akıllarında kolayca tutup, olaylar üzerinde dikkatlerini iyice toplayabildikleri halde; yaşlılar, özellikle bu anlamda dikkatlerini toplayabilme ve yeni şeyleri akılda tutabilme becerilerini kısmen yitirmişler fakat buna karşılık eski anılarını canlandırma melekesine kavuşmuşlardır. İşte bu psikolojik durumda Tekâmül Yasası’nın güzel bir belirişini görüyoruz. Bu dünyayla ilgili olay ve olguları öğrenmeye başlamak ihtiyacında bulunan çocuğun, bu ihtiyacını karşılayacak melekelere sahip bulunması doğaldır. Bu, Tekâmül Yasası’nın birinci tezahürüdür. Fakat artık bu dünya olay ve olgularıyla ilgili şimdilik yeni bilgi ihtiyacından kurtulmuş olan ve bu alanda işini bitirmiş olup, sadece halihazırda kazanmış bulunduğu eski bilgileri üzerinde işleyerek / çalışarak ruhunun bir sonraki yaşamını kurmak yolunda bulunan yaşlı bir kimsenin bu gereksinimini karşılayacak melekelere sahip olması Tekâmül Yasası’nın başka bir görünümüdür.

İşte çocuk, bu iki melekesinin yardımıyla olgun yaşına gelinceye dek, geçireceği kısa zamanda birçok gerekli ilk bilgileri hızla öğrenir. Böylece, yeryüzündeki şahsiyetini ortaya çıkartacak özellikleri bu şekilde sağlar. Çocukluk, bu şekilde onun bir tekâmül aşaması olmuş olur.

Çocukluk ve gençlik yaşının realiteleri, olgunluk ve yaşlılık realitelerinden bambaşkadır ve ileri yaşlardakilere göre “çocukça” olarak yorumlanan yaşamın ilk zamanlarıyla ilgili bu realiteler anlamsız değildir. çocukluk yaşamına görmedikten sonra bu yaşamla ilgili kazanımları elde etmek kolay değildir. Elli yaşımızdaki düşünce ve duygularımızla, beş yaşındaki bir çocuğun yaşamına girseydik durumumuz nice olurdu? Her şeyden önce, bugünkü realitemizden doğmuş olan izzeti nefis hakkındaki kabullerimiz o yaşamı biz yetişkinler için dayanılmaz bir duruma sokardı.

Olgun yaş çağına girelim: Bu dönemde yapıcılık kabiliyetinin gelişimiyle birlikte, neslin sürüp gitmesine ve aile yaşamının iyi olmasına yönelik birçok meleke ortaya çıkar. Bu dönem, yaşamın en iyi uygulama olanaklarını sağlar bireye. Olgunluk / yetişkinlik döneminde bulunanlar, yeni şeyleri öğrenmekten çok, öğrenilmiş şeyleri belirli amaçlar yönünde kullanmaya ve uygulamaya eğilimlidirler. Bu da, sakin, dürüst ve uygulanan duygu ve düşünce ile gerçekleşir. İşte bu yaştakilerde belirgin olan ruhsal özellikler de bu merkez çevresinde toplanır.  

Nihayet yaşlılık/ ihtiyarlık döneminin ruhsal melekeleri de daha önce de belirttiğimiz gibi, bu dönemin gereksinimlerine göre kendini gösterir. Yaşlı kimse bu dünyada kendisinin varabileceği en yüksek tekâmül düzeyine ulaşmıştır. Yani o, burada yaşam planı gereğince öğrenmesi gereken şeyleri öğrenmiştir. Şimdi onun önünde yeni ufuklar açılmaktadır. O ufukların arkasında, yeni bir yaşamın gerekleri başlayacaktır. İşte o yaşlı kişi daha şimdiden bu yeni yaşama hazırlanmaya başlamıştır. Bunun için, onun bu dünya ile olan bağlarından yavaş yavaş kendini kurtarması gerekir. Daha parlak olan gelecek yaşamımızı görme konusunda acz içinde olan biz ölümlüler, o yaşlı kimsenin bu doğal hazırlığının farkına varamayız; sadece bu dünyada onun gitgide sıkıntıda yaşamaya dönüşen dış görünüşü gözümüze çarpar. Bu görünüşte olan manzara bizde, yerine göre ya anlamsız bir acıma ya da anlamsız bir beğenme duygusu uyandırır. Oysa ki insan ilk nefesini aldığı saniyeden, son nefesini vereceği ana kadar dünyada sürekli “yükselir ve onun doğal olan sıkıntılı yaşamı da “yükselişinin” başka bir görünümüdür.  

Tekâmülün Toplumsal Yaşamdaki Görünümü
Bireysel yaşamda olduğu gibi, toplumsal yaşamda da sürekli bir tekâmül söz konusudur. Benim yedi kuşak önce gelen dedem, yedi kuşak sonra gelecek torunlarım kadar olgun değildi. Bunun gibi uygar bir ulusun çocuklarındaki yetenekleri, bir ilke kabilenin çocuklarında göremeyiz. Hatta benzer uygar toplumlar arasında ve hatta aynı bir toplumun ayrı dönemlerinde belirgin olgunluk farkları görülür.

Dünyadaki tüm kötülükler; intiharlar, katliamlar, savaşlar, hırsızlıklar vb. kuşkusuz birer kusur ürünüdür / türüdür. Bu kusurlar da,  ruh varlığının maddesel âlemlerle olan şiddetli bağlantılarından doğmaktadır. (Bu konuda kitabın “realite” başlıklı bölümü incelenebilir). Bununla birlikte, dünyada bulunan tüm bu kötülüklere bakıp, insanların ilerlemelerine hükmetmek doğru olmaz. Çünkü daha önce de (“Hatâlar” bölümünde) belirttiğimiz gibi esasen sergilenen / işlenen bu kusurlar ruh varlığının geriletmeye değil, ilerletmeye yönelik etmenlerdir. Hiçbir kusur yoktur ki, varlığı uyanmaya / uyanıklığa davet edecek bir sonuç doğurmuş olmasın. O halde, bir toplumun tekâmül etmekte olup olmadığını anlamak için; onun genel görünümünü, kadîm zamanlardaki durumuyla karşılaştırmak daha doğru bir iş olur.

Örneğin, kadîm zamanlardaki savaşları göz önüne getirelim: Her şeyden önce, o zamanların savaş nedenleri bugünküne oranla daha basit duygu ve düşüncelere dayanıyordu. Kadîm zamanların insanları, genellikle; zalim hükümdarların kaprisleri uğrunda birbirlerine girere ve hayvan sürüleri gibi şuursuzca boğuşurlardı. Bir hükümdarın gelip geçici bir arzusu ya da bireysel tutkuları birçok insanın birbiriyle boğuşmasına yeterli bir neden olabilirdi. Tarihi bilenler, bize bu konuda birçok örnek verebilir.

Günümüz savaşlarında ise, ne bir şefin bir kadına karşı olan aşkı, ne de bir padişahın can sıkıntısı, ne de şuursuzca başkalarının yurtlarını işgal hırsı insanlar arasında kolay kolay bir savaş nedeni olamıyor. Böyle bir küstahlık sergilenmiş olsa bile, hızla ve etkili bir şekilde cezasını görüyor. Bugünkü savaşları nedenlerini daha derin ve kapsamlı konularda arayabiliriz. Bu konular, uluslar ve toplumlar arasındaki anlaşmazlıklardan doğan; toplumsal, ekonomik ya da ideolojik bir takım gerginlikler şeklinde ortaya çıkıyor. İşte önceki ve şimdiki savaş nedenleri arasında görülen bu fark, yeniler hesabına önemli bir ilerleme sayılır.

Savaş ayıbımızın şekline gelince; günümüz savaşlarının daha vahşice cereyan etmekte olduğu kanısı yüzeysel bir görüşe dayanır. İyice dikkat edilirse; daha bol olan ezici ve öldürücü silahlara karşın, bugünkü savaşlarda eski savaşlardaki vahşetin olmadığı görülür. Birden bire paradoksal bir iddia sayılabilecek bu sözüm üzerinde biraz durmak gerek: 

Ben şu kanıya sahibim ki, günümüzde; bulunduğumuz yerden uzaklardaki binlerce insanı öldürmek üzere kapalı gözle atılan bombalar ve mermiler ortadan kaldırılarak iş, geçmişteki süngü muharebelerine dökülmüş olsaydı, bugünkü savaşçı insanları savaş alanlarında eskiler kadar şiddet göstermezlerdi. Bugün karşısındakinin gözünü ve kalbini hiçbir ürperme hissi duymaksızın süngüsünün ucu ile delebilecek vahşilik ve ilkellikteki kimseler henüz tamamıyla ortadan kalkmış olmamakla beraber, eski zamanlardakine oranla bir hayli azalmıştır denebilir.

Kadîm zamanların insanları savaşlarda karşısındakinin kalbini elleriyle parçalardı ve o, bundan belki de zevk bile duvardı. Bunun en iyi (ama en ürpertici) örneğini o zamanların gladyatörlerinde görüyoruz. Birbirini, binlerce izleyicinin gözleri önünde ve duydukları heyecanlar içinde parçalamak üzere karşı karşıya gelen enkarne ruh varlıkları bugün çok yumuşamış bir durumdadır. Günümüz insanı, savaşta öncekinden daha çok inansın ölümüne neden olduğu halde, kurbanlarının çoğundan haberi yoktur. O, bir bomba savurur, bomba nereye gider, ne yapar? Tüm bunlar onun için ayrı bir konudur ve bu konu adam ölmesinden çok, belirli bir amaca ulaşma hırsıyla ilgilidir. Eğer önündeki bir kolu hareket ettirmekle, belki binlerce insanın ölümüne neden olan bir muharibe süngüyü verirseniz bir kişiyi öldürmek için bile onun bir hayli heyecan geçirdiğini görürsünüz.

Vahşet doğrudan doğruya olayların kendisinde değildir; vahşi görünen olaylara karşı insan ruhunda beslenen sevgide ve ihtiraslardadır. İstemeyerek ve bilmeyerek bin kişiyi öldürmekten, istemeyerek ama bilerek bir kişiyi öldürmek daha vahşicedir. İstemeyerek ama bin kişiyi öldürmekten de, isteyerek ama bilmeyerek bir kişiyi öldürmek daha vahşicedir. İsteyerek ama bilmeyerek bin kişiyi öldürmekten ise, hem isteyerek hem de bilerek bir kişiyi öldürmek daha vahşicedir.

Yeni savaşların askerleri arasında belki gözü kapalı, bilmeden ve hatta belki de istemeden bir çok adam öldüren kimseler vardı. Fakat eski savaşçıların biricik savaş amaçlarını isteyerek ve bilerek adam öldürmek zevki oluştururdur.

Bugünkü savaşlarda teknik ruhu egemendir. Bir mühendis maroken koltuğunda otururken uçak planlarını, infilak maddelerine ait planları hazırlar. Fabrikalar bu planlara göre uçakları ve bombalarını yaparlar ve bu işte onbinlerce işçi çalışır. Bakılırsa, bunların hiçbiri adam öldürmez. Nihayet başkumandan olan subay belli bir alanın işgalini emreder, birçok subay harekete geçer ve buna bağlı olarak pilotlar uçaklarıyla havalanırlar ve belirli alanlar üzerinde havadan bombalarını bırakırlar. İşte tüm bu işlerin sonunda binlerce insan ölür. Burada öldürmek isteyen kimdir? Herkes ya da hiç kimse.

Bir kimsenin gözlerini yavaş yavaş oymak, uzaktan ve görmeden bir taş parçası atarak onun kafasını parçalamaktan daha çok vahşice bir iştir. Kadîm zamanların insanları düşmanlarının gözlerini parmaklarıyla oyarlarmış. Şimdikiler ise attıkları taş parçalarıyla insanların kafalarını patlatıyorlar…

Savaş sonrası işler bakımından da kadîm zamanlarla günümüz arasında büyük tekâmül farklılıkları var: Kadîm zamanlarda, savaş esirlerine yapılan işlemlerle bugünkü medeni devletlerin savaş esirlerine karşı sergiledikleri işlemler arasındaki farkı herkes bilir. Artık kadim zamanlarda olduğu gibi esirlerin gözleri oyularak, piramitlerin devasa taş yığınlarını onların sırtlarıyla göğe yükseltmek ve esirlere hayvanca tutum sergileme âdetlerini bugün insan toplumları nefret hissi duymadan düşünemez. Daha önceleri olduğu gibi galip ulusların yenilmişlere karşı sergilediği vahşice zulümler / işkenceler bugün çok az yerde kalmıştır. Hatta galiplerin yenilmişlere karşı savaş sonrası az çok yardım etmek için gösterdikleri gayretler de göz önüne alınırsa; dünyanın, kadim zamanlardaki durumuna oranla oldukça ileride olduğu kabul edilmek gerekir.  

Bununla birlikte unutulmamalıdır ki, tekâmül çok ağır seyreder ve insan, ne de olsa gene insandır. Onları hemen tekâmülün zirvesinde görmek, ne yazık ki henüz olası değildir. Bundan dolayı, onun bugünkü tekâmülü de, her şey gibi görecelidir. Kadîm ve şimdiki zamanların savaşlarını karşılaştırırken, bugünkü savaşları bir olgunluk eseri gibi göstermek istemediğimi ayrıca açıklamaya gerek görmüyorum. İdeal olgunluk bakımından düşünülürse, bugünkü savaşlarında bir vahşet örneği olduğuna kolayca hükmedebiliriz. Bu durumumuz, âlemimizin daha yüksek dünyalarını dolduran bizden daha olgun varlıkları arasında bizlerin ne kadar “geri” olduğumuzu gösterir. Bundan dolayı, yukarıdaki sözlerimiz tamamen görecelidir.

Toplum yaşamına bakarsak, beşeriyetin önceki zamanlardakine oranla tekâmül farklarını daha iyi görürüz. Kadîm zamanlardakine oranla bugün kişin ve ailenin hakları ve korunmaları daha güven altındadır. İnsanlar arasındaki yardım hareketleri günümüzde daha genişlemiş ve daha genişlemiş ve daha kurumsallaşmıştır. Yetim ve yardım evleri, aile hekimlikleri, poliklinikler, eğitim kurumları vb. medeni organizasyonlar insanların ıstıraplarından bir kısmını hafifletmekte ve onlara yardım ve avundurma kucağını açmaktadır.

Teknik yaşamda atılan adımlardan – birçoklarının kötü yollarda kullanılmasını görmezsek – öteki birçoklarının beşeriyete yaptığı iyilikleri görmemezlikten gelmek ve onların tekâmül olgusunun birer ürünü olduğunu kabul etmemek doğru olmaz.

Kadîm zamanlarda insanları süpürüp götüren salgın hastalıkların hemen hemen kaybolması, dünyanın birbirinden uzak iki ucundaki insanları birbirine yaklaştıran birçok ulaşım ve haberleşme araçlarının işlemeye başlaması, duygu ve fikirleri birleştirecek basın yaşamının oluşmuş olması kadîm ve yeni dünyaları arasındaki tekâmülü göstermeye yeterli kanıtlardandır.

Birkaç yüz yıl önce, okunacak bir kitaba ulaşmak büyük özverilerin sergilenmesini gerektirirdi. Kadîm zamanlarda ilim, sayıları sınırlı üstatların doğrudan doğruya kendi ağızlarından alınırdı. Birçok ilimsever, beceri kazanmak aşkıyla uzun ve yorucu yolculuklar yaparak, zaman ve güçlerinden bir çoğunu bu yolda harcamak zorunda kalırdı. Bugün ise, bilgi edinmek için ufak bir irade ve az bir gayret yetmektedir. Öğrenme araçları o kadar bollaşmıştır ki, insan ne yana dönse, orada bir bilgi kaynağının bolluğuyla karşılaşabilir. Bu kazanç, tekâmül olgusunun ne büyük bir belirişidir!

Önceki zamanlarda ölüme mahkûm edilen bir şeker hastası, bir veremli, bir kanserli ve hatta kudurmaya aday bir kimse karşısında artık doktorlar kollarını kavuşturup izleyici olmuyorlar. Bu durumda olanlara, gelmesi kaçınılmaz olan bir felaketi önleyebilmek olasıdır artık. Evladının, ana ve babasının, eşinin ya da bir yakınının ölümünü bekleyen bir kimseye bu gibi felaketlerden kurtulabilmek umudunu vererek avunduran keşiflerin bulunması bugünkü dünyanın tekamülü lehine kaydedilecek durumlardandır.

Hâlâ birçok yerde olduğu gibi, hesapsız ve yersiz gelen bir sel ya da tufan felaketinin çok yerlerde önlenmiş ve bu yüzden kazazeleler kurtarılmış harabeler giderilmiştir. Benzer şekilde  fizik ve kimya ilimlerinde, özellikle de son yüzyılda görülen gelişmeler ve teknolojideki ilerlemeler kimsenin görmemezlikten gelemeyeceği gerçeklerdir.

Bazen denir ki, belki kadim zamanların insanları bilgi konusunda, bugünkünden daha ileride bulunuyordu. Bu iddiayı desteklemek için de o zamanlarla ilgili şurada, burada yer altından çıkarılan bakır teller ve pişmiş tuğlalar öne sürülebilir. Yeraltından çıkarılmış tüm buluntulara karşın, geçmiş insan zamanlarının maddesel bilgi hakkında bugünkü bizlerden ileride olduklarını iddia etmek esassız bir teori olur. Hatta maddesel bilgileri göz ardı ederek, fikir ve güzel sanatlar alanında da aynı şeyi düşünürsek, hata etmiş olmayız. İddia olunabilir ki, beşeri bilgi şimdiye kadar, hiçbir zaman bugünkü kadar kapsamlı bir hal almamıştır. Ne ilim, ne de sanat tarihinde bunun aksini gösterecek güçlü bir kanıt yoktur. Dünya şimdilik en olgun devrinde yaşıyor. O, bu olgunluğa yüzyıllardan beri süregelen; bazen maddi, bazen manevi yollardaki çalışmalarla gelebilmiştir. Bu arada, kuşku edilmemelidir ki; insanın bugünkü gelişmişlik düzeyini tutturmuş olmasında en esaslı etmen maddesel bilgi olmuştur.

Başka Dünyalarda Tekâmül
Camile Flammarion’un, eserlerinde Mars Gezegeni’nin ilerideki ve daha gelişmiş meskenimiz olduğuyla ilgili ileri sürdüğü fikirleri aynen kabul etmemekle birlikte, bir gerçeğin var olduğunu doğrularız. Tüm evrenlerde bir zerre bile olmayan dünyamız canlılarının biricik meskeni değildir. Bu fikirde olmayanların hiçbir tartışmaya gerek kalmadan, sadece evrenler hakkındaki görüşleri esas tutarak düşünmeleri, gerçeği görmelerine yeter. Evrenlerde her yer meskûndur, oturulabilir / yaşanabilir durumdadır. Tek başına ruh düşünülemeyeceği gibi, tek başına maddenin de düşünülemeyeceğiyle ilgili daha önce söylenmiş sözler bu iddianın en akla yakın açıklamasını yapmaya yeterlidir. Üstad, “Tüm evrenler varlıklarla doludur.” diyor. 

Sadece dünyanın yaşanabilir bir yer olabileceğiyle ilgili beşerde oluşan yanlış kanının çok çeşitli nedenleri vardır. Ayrıca bunları ayrı ayrı açık açık anlatmanın da bir yararı yoktur. Burada sadece şu noktaya açıklık getirmek yeterlidir: İnsanların kötü bir alışkanlığı vardır. Kötü olmakla birlikte doğal görünmesi gereken bu alışkanlık insanın, her olayı ancak kendi bakış açısından görmesi ve gördüğü gibi olmasını istemesidir. Bunun dışındaki realiteler insanın hoşuna gitmez ve sert, katı gelir. Bundan dolayı, başa dünyalarda varlıkların olup olmadığını düşünürken, insan; her şeyden önce, kendi dünyasındaki doğal koşullarla, kendi maddesel varlığının o koşullar karşısındaki durumunu göz önünde tutar. Ona göre canlı bir varlığın yaşaması için belirli bir sıcaklığa gerek vardır. Onun sınırını ne aşağıdan ne de yukarıdan aşmak gerek. Hava basıncı, ortamın ısısı, su ve hava gereksinimleri gibi konularda hep aynı düşünce egemendir. İnsan bu kabullenmeye o kadar sıkı sıkıya bağlanmıştır ki, bu kabullenmesi dışındaki herhangi bir gerçekliği aklına bile getirmek istemez. Örneğin, ayda su yoktur, bir varlık susuz nasıl yaşar? Onun bu hükmü vermesi çok kolay olur. Ayrıca bu yargının aynı kabullenişe aynı tutuculukla bağlı başka kimseler tarafından kabul edilmesi de o kadar kolay olur. Benzer şekilde de güneş hakkında da başka bir yandan aynı şekilde akıl yürütülür: güneş ateşten bir küredir ve ateşin içinde kim yaşayabilir? Elbette, böyle bir iddianın karşısında itiraz etmek kimsenin aklından geçmez.
Tek yanlı hükümlerden sakınmak her zaman iyidir. Bu güzel ve güvenli tutum ise, olayları etraflıca inceledikten sonra, iyice düşünmekle olasıdır. Bizim, dünyadaki maddesel yaşamımız nedir? bu sorunun yanıtı iyi verilirse “olamaz” gibi görünen yukarıdaki konuların doğal olanakları ortaya çıkar. İnsanın dünyadaki maddesel varlığı; ruhun, maddeleri kullanması şeklinde ortaya çıkar. Bedeni oluşturan elemanlar bu dünyanın maddelerindendir. Su, hava, gıda vb. doğal koşullara olan gereksinimimiz bundan dolayı ortadadır. Acaba dünyanın maddelerini beden olarak kullanan bir ruh varlığı ayın ya da güneşin maddelerini de aynı şekilde kullanamaz mı? eğer oradaki maddeleri kullanırsa, o maddelerin de dünyamızdaki doğal koşullar altında mı kendini ortaya çıkarmaları gerekir? Kaldı ki, ruhun bir araç olarak kullanabilmesine, dünyamızın maddeleri, başka dünyalarını maddelerinden daha az elverişlidir ve onun içindir ki dünyamıza “geri bir dünya” diyoruz. Bu kadar “geri” durumdaki maddeleri, kendi doğalarına uzak bulunmasına karşın, kullanmak olanağına sahip olan ruhlar, yüksek doğalarına görece yakın, daha “yüksek” maddeleri beden halinde birer araç yapmayı neden başaramasınlar?

Yalnız şu var ki, âdemci ve maddeci bir göz ile bu şekilde akıl yürütmek olası değildir. Ruhu (yani, aslında kendi aslını / özünü) tanımamazlıktan ya da görmemezlikten gelen, yaşamı sadece maddesel değerlerde arayan düşünce sahipleri, yaşamın yalnız bu dünya maddelerine özgü olduğunu iddia ederlerse, buna karşı bir diteceğimiz kalmaz. Ancak bu iddianın değer kazanabilmesi için âdemci maddeci okulun esas ilkelerinde davasını kazanmış olması gerekir ki, onun bunda asla başarılı olamayacağının nedenlerini daha önce yazmıştık. (*)

Isı, ateş, su vb. bizce değeri, bunların dünyadaki fizik bedenimizle olan ilişkisi bakımından söz konusu olabilir. Ruhun perispirisi (ayrıntı bilgi için bkz. RUH ve KÂİNAT, sayfalar 173,175,491) bu dünyanın maddelerinden tamamıyla soyutlanmış durumdayken; ne ateşten ne sudan ne de dünyanın herhangi bir maddesinden etkilenmez. Perispirinin bunlardan etkilenmesi, ancak dünya maddelerine bağlandığı oranda olası duruma gelir ki, bu da enkarnasyon ya da materyalizasyon olaylarında görülür (“materyalizasyon” konusunda ayrıntılar için bkz. RUH ve KÂİNAT sayfalar 618-634) Bundan başka burada etkili olan, doğrudan doğruya ruh varlığı değildir; ruhun doğal koşullar altında iradesini kullanarak dünya maddeleriyle ilişkilendirildiği perispirisiyle olan tavrıdır ki ruhta durgunluk uyandırır.

Dünyada ateş insanı yakarsa da, yanan ruh değildir, dünyanın maddelerinden kurulmuş olan bedendir ve bundan doğan duygular da maddelere bağlı perispiri titreşimlerinin ruha aksetmesinden ileri gelmiştir. Bu durum, ruhun enkarne olmak istediği her dünyadaki maddeler hakkında geçerlidir. Dünyada yanacak maddeler vardır ve ruhlar da bedenlerini bunlardan kurmuştur, bu nedenle yanarlar. Oysa ki güneşte, yanacak madde belki de hiç yoktur, ya da tüm maddeler yanar durumdadır. Orada ruhlar da bedenlerini bu maddelerle kurdukları için onlar hakkında yanmak bizdeki gibi söz konusu olamaz. Hatta belki de oradaki maddelerin doğaları ruhsal cevherlerinkine, görece daha yakın olduğundan, o dünyalarda bedenlenen ruhlar, bizimkilerde bulunan ruhlardan daha rahat ve uygun bir durumda yaşar. Bu fikri Üstad, açık bir şekilde doğruluyor: “Dünyanızdaki koşullarda değil, fakat tamamen başka koşullarda bedenli ruhlar bulunmaktadır.” Artık bunlara “bedenli” demek, elbette ki doğru olmaz.

Esasen, madde be spatyom (ahiret) konuları incelenirken (bkz. Ruh ve Kainat, sayfa 225) görülmüştür ki, kızgın güneşimizden çıkan enerji süper fizik maddelerden doğan enerjinin yanında pek sönük kalır. Eğer biz bugünkü maddesel durumumuzla, mümkün olsa da; spatyomun, hatta en alçak (titreşimli) bölgelerine girebilsek, bir anda eriyip gideriz. Dört buut konusunda medyomun uğradığı tehlikeli durumla ilgili yazılmış olan örnek, bu konuda da gözden geçirilebilir. Oysa ki sadece perisprileriyle kalan ve bu etkileme (tesir) araçlarını oradaki maddelerle ayarlanmış bulunan ruhlar sadece o maddelerden zarar görmekle kalmıyor, aynı zamanda; derecelerine göre, spatyomın yüksek titreşimli bölgelerinde büyük bir huzur ve mutluluk içinde yaşıyorlar. Bir kez daha yineliyorum ki, bu yerler bizim maddesel durumumuz karşısında korkunç olan en şiddetli güneşlerimiz bile barınamayacağı kadar yakıcıdır.

Her yerde olduğu gibi, burada da uyum konusu çıkıyor karşımıza: Güneşe doğrudan bakamamaklığımız, onu yaydığı titreşimlere, gözümüzün kabul edebileceği titreşimler arasındaki uygunsuzluktan ileri gelir. Eğer bu organımızın alabileceği titreşimlerin sınırını yeterli derecede genişletebilirsek, gözümüz kamaşmadan güneşe pekâla doğrudan bakabiliriz. Bu “kamaşma” durumu bir uyumsuzluğun ifadesidir ve ruhun bağlı bulunduğu araçlarla uygunsuzluk gösteren her titreşimin karşısında duyulur. Bizim spatyoma gönderdiğimiz medyomların, “Müthiş bir ışık tufanı içindeyim. Tüm vücudum kamaşıyor, dayanamıyorum. Beni buradan indiriniz.” gibi yalvarmalarına sık sık rasgeldik. Bununla birlikte, bu medyumların bedenleri dünyamızda ve kamaşma ile ilgisi bulunmayan doğa oda koşulları içinde bulunuyordu.

Bu demektir ki, ruhun kullandığı etkileme (tesir) aracı hangi koşullara uyum sağlamış bir bedene bağlı bulunuyorsa, ancak o bedenin bağlı olduğu dünyada onun yaşaması olasıdır. Üstad bu konuda “Her ortamda, o ortama uygun varlıklar yaşar.” Bu kuralın dışında çıkılınca, yerine göre; ya sırasıyla kamaşma ve yanma, ya da uyuşma ve donma duyguları şeklindeki doğanın uyarusu insana o ortam ile kaynaşmamış olduğunu bildirir.

Dünyamızda enkarne olacak ruhların önce perisprilerini spatyomda yoğunlaştırmak zorunda kaldıklarını daha önce belirtmiştik. (bkz. “enkarnasyon” bölümü: RUH ve KÂİNAT, sayfa 307) Her dünyada ruhlar enkarne durumdadır. Ruhların enkarne olduğu maddeler o dünyaların doğal koşullarına uygundur. Bu nedenden dolayı herhangi bir dünyada enkarne (doğmuş / bedenlenmiş) ruhların izleyecekleri tekâmül yollarını da o dünyadaki maddesel koşulların gerekliliklerine doğal olarak uygun olacaktır. Bu sözlerle demek istediğimiz şudur:

Dünyamızda bitki, hayvan ve insan sırasıyla ortaya çıkan tekamül olgusu, ruhların tamamlamaları / kat etmeleri için izleyecekleri biricik yol değildir. bu yol sayısız tekamül yollarından ancak bir tanesidir. Bunlardan herhangi bir tekâmül yolunu tutmuş olan ruhlar, artık hep o yolda gelişip giden tekâmül dizisini izlerler ve ancak bu dizideki maddesel varlıklara uygun durumlardaki dünyalarda enkarne olurlar.

Oysa ki üç buutlu âlemlerden söz ederken, söylenilen sözlere göre, bu alemlerdeki oluş olanaklarının bize oranla söz konusu yok gibidir. Her dünyanın kendine özgü doğal koşulları vardır. Aşağı yukarı ortak doğal koşullara sahip dünyalar olduğu gibi, bu konuda birbirinden tamamen ayrılanlar da vardır. Buna göre, aynı gruptaki dünyalarda ağır ağır tekâmül eden bir diziye, örneğin; bitki–hayvan-insan dizisi hâlindeki varlıklara karşılık, başka gruptaki dünyalarda bambaşka varlıklar dizisinde yükselişler olur. Tüm bu dizilerde tekâmüllerini sürdüren varlıklar belirli bir tekâmül aşamasında yeniden buluşmak üzere, üç buutlu alemde birbirinden ayrı yollarda yürürler.

Örneğin, yıldızlar arasında ortamda, doğal koşulları dünyamızdaki koşulları dünyamızdaki koşullara uyanlar vardır ki, bunlardan birisi Mars Gezegeni’dir. Bundan dolayı bu gezegende bulunan bulunan varlıkların bitki – hayvan – insan dizisinde tekâmül eden ruhlar olması doğaldır. Nasıl ki Üstad bu konuda şunları söylüyor:

“Mars’taki enkarne varlıkların sizlere kısmen benzerliği vardır. Oradaki varlıklar sizlere oranla biraz daha ileridedirler. Sizin bugünkü yürüyüşünüzle, oradaki varlıkların tekâmül düzeylerine varabilmemizi yıl ölçüsü ile göstermekte isabet olamaz. Oradaki varlıklar arasında yükseliş oranı koşullar arasındaki farkla ilgilidir. Orada maneviyat daha değerlidir. Onların şekline gelince; Mars’taki varlıklar da dünyadakileri andırırsa da oradaki koşulların başkalığı değişik noktalarda farklılıkları oluşturmuştur. Onların altı duyuları vardır. altıncı duyuları uzaktan birbiriyle görüşmeye yarar. Oradaki varlıkların da çevreye uyumlanmış yüce ve bayağı olanları vardır. Mars’ın koşulları ile sizin dünyanızdaki koşullar arasındaki az çok benzerlik dolayısıyla, oranın varlıkları arasında da sağlık ve hastalık durumları söz konusudur. Oradakilerin ömürleri konusunda ortalama ya da yaklaşık olarak bile konuşmanın bir yararı yoktur. Oradaki ortalama ömrün onların yılıyla 25-30 yıl olduğunu söyleyebilirim. Mars’taki varlıklar dünyamızdaki insanlar hakkında az çok bilgi edinmiş durumdadırlar.”

Bu sözlerden anlıyoruz ki, Mars’ın; dünyamızdakinden daha “yüksek” ya da uygun doğal koşullara sahip bulunması, orada bizdekilerden daha “yüksek” varlıkların yaşamasına olanak sağlamıştır.

Aydaki koşullar da aşağı yukarı dünyamızın grubundaki doğal koşullara uygundur. Bu nedenle, orada da bizlere benzer varlıklar yaşar. Fakat bu iki uzaysal obje arasında var olan doğal koşul farkları, orada yaşayan varlıkların bizlerden biraz daha “yüksek” bir durumda olmalarını kolaylaştırmıştır. Bu konuda Üstad diyor ki;
“Aydaki varlıkların, sizin dünyanızdakilere oranlar daha genç olmalarını zorunlu bir durummuş gibi betimlemeniz doğru olmaz (1) Fakat Ay’daki varlıkların dünyamızdakilerden daha genç olmadığını biliniz. Aydaki varlıkların izledikleri tekâmül yolları konusunda dünyamıza oranla çok büyük fark yoktur. Bununla birlikte, bugünkü durum sürdükçe, farklar ortaya çıkmaktadır (2).”

Fakat gene güneş sistemimize ait olduğu halde, doğal koşulları dünyamızdakilerden oldukça farklı dünyalar vardır ki, oralardaki varlıklar bizdekilerden bambaşka maddesel durumlarda ortaya çıkmış bulunmaktadırlar.  Bunların başında güneş gelir. Burada materyalizme olan ruhlarda; bitkilere, hayvanlara, insanlara özgü nitelikler yoktur. Fakat bunların insanlık aşamasından geçmediklerine bakarak, oradaki varlıkların bizlerden “geri” olduğuna hükmedemeyiz. Üstadımızın bu konuda verdiği şu bilgi ve yaklaşımımızı açıklar:
“Güneşte yaşayan bedenliler ; bitki, hayvan ve insanlardan hiçbirisi değildir. Bunların; bitki, hayvan ve insanlardan daha geri olması da söz konusu olamaz. İnsan ancak sizin âleminizde ve ona benzer âlemlerde en yüksek derecededir. Başka âlemlerdeki varlıklar insan olarak kabul edilmez.”

Bu bölümün başında Camille Flammarion’un sözüne her noktasına katılacağımızı belirtmiştik. Gerçekte, Mars’ın da öteki uzaysal objeler gibi yaşanabilir / oturulabilir olduğunu kabul etmekle beraber, oradakilerin; bitki, hayvan ve insan aşamalarında tekâmül ettiklerini de öğrenmiş bulunuyoruz. Gerek bu yıldızın, gerek Mars Gezegeni’nin doğal koşullardaki fazla değişiklik oralardaki ruhların beden oluşumlarında da bizimkilerden ayrı görünümlerin ortaya çıkması sonucu doğal olarak doğmuş olacaktır. Nasıl ki, Üstad’ın açıklamaları da bu yöndedir:

“Mars ve Venüs’teki varlıklar; bitki, hayvan, insan şeklinde değildir. Bunlardan başka bir şeydir. Bunların, dünyamızdaki varlıklara oranla olgunluk dereceleri biraz daha ileridir. Bundan dolayı dünyamızdaki olgunluk derecesini tamamladıktan sonra; Mars, ruhlar için bir sonraki maddesel ortam olamaz.”

Üç buutlu evrende ruhların tekâmül yolları başka başkadır ve her yolu hazırlayan maddesel ortamların özellikleri de çeşitlilik bu ayrılıkları ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte, tüm ruhların amacı/hedefi bir olduğu için, böyle farklı yollarda yürümekle beraber, ruhlar arasındaki ilişkiler ebedi olarak kesintiye uğramış değildir. Hatta maddesel dünyalarda bile onlar tekâmülleri oranında birbirinden haberdar olurlar. Üstad’ın aşağıdaki sözlerini bunu gösteriyor.

“Jüpiter ve Satürn’deki varlıkların sizin dünyanız hakkında, sizin onlar hakkındaki bilginizden daha çok bilgileri vardır. Onların bu konuda kullandıkları araçların bir kısmı ruhsal, bir kısmı fizikseldir.”

Bazı ruhu olmayan cisimler de vardır ki, oradaki varlıklar dünyamızdakilerden daha geri koşullar altında yaşarlar. Örneğin astronomların belirttiklerine göre, güneşten yaklaşık yüz milyon fersah(*) uzakta bulunan ve Mars ile Jüpiter arasındaki gezegenler bu durumdadır. Bunlar hakkında Üstad şunları söylüyor:
“Bu uzaysal objelerin tamamı gezegenlerin oluşumunda egemen olan yasalar kapsamında ortaya çıkmış binlerce küçük gök cismidir. Bu küçük cisimlerdeki varlıklar sizin dünyanızdaki koşullara oranla daha geri koşullar altındadır.”

Dünyamızdaki Zor Yaşam Koşulları Tekâmülün Bir Zorunluluğudur.
Günümüze kadarki beşeri yaşamı incelediğimizde; onun, doğru düzgün ve hep ileriye doğru tekamül etmiş olduğunu görürüz. Daha uzun yıllar sürüp gidecek olan bünyesindeki yırtıcılık hislerinin ortaya çıkmamalarına rağmen, bugünkü beşeriyeti 2000yıl önceki beşeriyetle karşılaştırınca, aradaki büyük tekâmül farkı görmemezlikten gelinemez. Bununla beraber yaşam çekişmecesi dünyamızda daha çok uzun zaman, belki en değerli bir tekâmül aracı olarak kalacaktır.
İnsanların sürekli tekâmül durumunda bulunduklarını kabul etmek için, bugün onları birer melek gibi görmek istemek; dünyanın belirli bir hedefe, tekâmül amacına doğru kurulmuş yaşam koşullarını tanımamak olur. Çünkü bu koşullar insanın yaşam çekişmecesine atılmasında özendirici, hatta zorlayıcı gereklilikleri içerir. Ruh varlığının buna olan gereksinimi kendisini bu dünyaya çekmiştir. O halde dünyamızda birçok bin yıl; örümsek sineği, eşek arısı, bal arısını ve büyük balık da küçük balığı yemeği sürdürecektir. Her ne kadar görece bir tekâmül düzeyine ulaşmış olsa bile, insanda bu yasanın buyruklarının dışında kalamaz. O da yaşamak için mutlaka koyunu boğazlayacak ve az çok sert tutumlarla hemcinsleri arasında birçok mücadelelerde bulunacaktır. Bunun aksini istemek, ideal olgunluğa ulaşmak arzusu bakımından; hiç kuşkusuz, ululamaya değer bir hareket olmakla beraber, dünyamızın realitelerinden uzaklaşmış bir hareket sayılır ve gerçekleşemez.

Sezgilerimize göre, genel tekâmül yasasının şu madde yazılıdır: Ruhlar yükselmek için görgü ve deneyim yaşamı geçirecektir. Görgü ve deneyim yaşamı uyuşukluk içinde geçmez. O, tam tersine; içinde her türden etkinliğin bulunduğu bir alanda cereyan eder. Bizim kafamızda doğan iyilik kötülük kavramları o alanda aynı değerde yer tutar. Istıraplar, sıkıntılar, ölümler ve tüm felaketler bu görgü ve deneyim yaşamının birimleri arasında, hoşumuza giden öteki olaylar kadar, hatta onlardan daha önemli ve gerekli birer tekâmül elemanıdır.

Dünyamızın kapıları her duyguyu taşıyan en yontulmaya muhtaç olan tüm yaratıklara açıktır. Kan, ölüm ve cinayetten ders almak gereksinimi içinde bulunan bir ruh varlığı bizim dünyamız gibi tekamül ortamlarını arar. Yaşam koşulları arasında bu işlere en çok yer ayıran dünyalardan biri de, ne yazık ki üzerinde bulunduğumuz bu gezegendir. Buraya enkarne olan bir ruh varlığının tüm bu gerekliliklerden yararlanmaya hakkı vardır. Bir örümcek bir sineği yemekten men edilemez. Örümcek türü dünyadan kalkıncaya kadar onun bu hakkını kimse ondan kaldıramaz. Örümcek âleminin bu hakları dünyanın öteki alemlerinde başka başka ortaya çıkar. Bu âlemler yükseldikçe, ideal hedefe yaklaşmak ve onlara yaklaştıkça da bu dünya ile olan sıkı bağları çözmek ruhlar için giderek kolaylaşır.

Dünyamız, başka dünyalar gibi, bir takım doğa yasalarıyla ortaya çıkmış maddesel bir varlıktır. Bu maddesel varlığın var oluşunun nedeni, belirli bir tekâmül merhalesinde bulunan ruhlara; bir süre için görgü ve deneyim alanı / aracı olmasındandır. Bundan dolayı burada ruh varlığının tekâmülü ancak olaylarla karşılaşarak, onlar içinde yoğrularak sürüp gider.  Bu olaylar içine girmek gereğini spatyomda görüp dünyaya “inmiş” bir ruh varlığı için onlardan kaçmak tekâmül yasasına uygun düşmez.

Özellikle maddelerden tiksinme duygusunu besleyen ifrada kaçmış ruhçu yaklaşımların tekamülü geciktirici olmaları bakımından oldukça tehlikeli bir yola sapmış bulundukları kanaatini taşıyoruz. Eğer tekâmülün amacı maddeden çekinme ve nefret olsaydı, bunun en iyi çaresi, ruh varlığının maddesel evrene girmemiş bulunması olurdu. Bu da ruhların yaratılışta yer tutmalarına bozukluk / alçaklık getirmezdi. O halde ruhların maddeler evrenine girmekle izledikleri daha yüksek ve daha derin amaçları bulunmaktadır.

-------------------------------------------------
(*) Ruh ve Kainat, Cilt 2, sayfalar 421-428 
(*) RUH ve KAİNAT, Cilt 2, sayfa 444     
(1)      Bu konuda Üstad’a şöyle sormuştuk: Aydaki enkarne varlıkların bize oranla daha genç olmaları gerekir mi, gerekirse, bizim onlardan daha tekamül etmiş olmamız gerekmez mi?
(2)      Üstad planındakilerden başka bir kaynaktan Ay’daki yaşamla ilgili bazı açıklamalar almıştık. bunların doğruluğu konusunda hiçbir garantiye sahip değiliz. Bununla birlikte bu açıklamalarda bazı ilginç noktalar gördüğümüz için ve aynı zamanda onların doğruluğu hakkında kesin kanıtlara sahip olmadığımız için, her türlü gelecekle ilgili kayda uyarak, onları metin dışı şekilde dipnot olarak sunmaya karar verdik. (Söz konusu “açıklamalar ve süjenin / medyomun izlenimleriyle ilgili olarak bkz. RUH ve KÂİNAT, sayfa 465+466).
(*) Fersah: yaklaşık 12000 adım





(*) Materyalizmin bu konudaki durumuyla ilgili olarak bkz. RUH VE KAİNAT, Dr. Bedri RUHSELMAN, sayfalar 29,426.