Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

7 Haziran 2014 Cumartesi

TEKÂMÜL- Bedri RUHSELMAN

TEKÂMÜL
Bedri RUHSELMAN
(RUH ve KÂİNAT, Cilt 2)

Konuya girmeden önce, fikirlerimizin daha açık olabilmesi için “kemal” ve “tekâmül” diye kullandığımız sözcüklerin, anladığımız anlamlarındaki karşılıkları üzerinde biraz durmak isteriz. Bizce bu şimdiye kadar görebildiğimiz kaynaklarda doyurucu bir şekilde açıklanmamış çok önemli bir konudur.

Kemal” nedir? Her düşünüş şekline göre bunun ayrı bir tanımı yapılabilir. Fakat ruh varlıklarının evrenlerdeki yerlerini olabildiğince ve kapsamlı ilişkiler içinde belirlediğimiz oranda “kemal”in anlamını geniş bir ölçüde kavramak olanağını elde etmiş oluruz. Çeşitli kaynaklardan toplanmış bilgilere dayanarak edinmiş olduğumuz kanata göre, biz; ruhun hayatının maddesel evrende başlamadığından eminiz. Bu bakımdan da ruhların yaratılışı ve başlangıcı bizim duygu ve düşünce alanımızın tamamen dışında kalır. Ruhta gizli tüm melekeler ancak kendilerine uygun zemin buldukça ortaya çıkarlar. Bu sonsuz sayıdaki ruhsal melekelerin ortaya çıkıp gelişmesine elverişli sonsuz tezahür zemini vardır. Bu alanlar evren içinde evrenlerdir ki biz bunlardan ancak bir tanesini yarım yamalak anlayabiliyoruz ve buna madde evreni diyoruz.

İçinde bulunduğumuz halde, madde evreni hakkındaki bilgimizin ne kadar noksan olduğunu da biliyoruz. O kadar ki, içinde bulunduğumuz maddesel evrenin kapsamı içinde elbette sınırlı olması gereken ruhsal hayatımızı bile sınırsız kabul etmekten kendimizi alamadık. Oysa ki bu evrenlerden daha tükenmez, daha kapsamlı ruhun melekelerinin ortaya çıkmasına zemin olacak başka evrenler içinde bizim bu evrenimiz, sonsuza oranla bir hiç durumunda kalır.

Ruhlar, kendilerini Yaradan’a yükseltecek, yani O’nun yasalarıyla kendi varlıklarını bir kılıp, her alanda onlarla işleyebilecek duruma kendilerini aday kılan ve yönlendiren melekelerini geliştirmek zorundadırlar. İşte “kemal” dediğimiz şey, bu zorunluluğun gerçekleşmesidir. Bu nasıl olur? Bunun nasıl olabileceğini düşünmezden önce, İlahi İrade Yasaları’nın kapsamının derecelenmesini düşünmek gerekir:

Madde evreninde “doğmuş” olan bir ruh, ondan önce daha birçok evrenlerden geçmiş bulunuyor. Nasıl ki sonsuz gördüğümüz evrenimizi tamamladıktan sonra, o, başka evrenlerde de sonsuzluk içinde doğup yaşamayı sürdürecektir. Ruhun ebedi hayatı hakkındaki sezişlerimiz bize bu kanaati veriyor. Bunlar hangi evrenlerdir? Kim bilir! Şimdilik bize bunların ne adları, ne de şekilleri gereklidir. Çünkü madde evrenimiz henüz bize daha çok zamanlar barınak olmayı sürdürecek ve bize zaman kavramımızla ölçülemeyecek bir sonsuzluk içinde sayısız gelişim aşamaları hazırlayacaktır. Görülüyor ki ruhların bu evrendeki kemal derecelerini; ne önceki evrenlerdeki ve ne de gelecek evrenlerdeki durumlarıyla karşılaştırmak olası ve gereklidir.

Ruhun kemali” deyince; aklımıza, onun melekelerinin maddesel evrenlerdeki melekelerinden ancak kavrayabildiğimiz kadarına ait kısımlarının ortaya çıkmış / görünen tarafları gelir. Ruhun bu evrenden önceki ve sonraki hayatı hakkında hiçbir bilgimiz ve tahminimiz de olmadığı için, ruhların oralardaki durumlarını “kemal” nicelik ve niteliğiyle oranlayamayız. Bu konuda üstad diyor ki;

“Ruhun maddelere bağlanmazdan önceki hayatında daha kâmil (olgun) durumda olup olmadığını soruyorsunuz. Bu sıfatlara gereklilik olmadığını söylemiştim. Daha önce de belirttiğim gibi ruhun maddelere bağlanması, görgüsünü arttırmak için tekamül aşamasına katlanmasıdır.” 

Bu açıklamadan iyice anlıyoruz ki, tekâmül gidişi de bir araçtır ve asıl amaç, ruhun görgüsünü artırmasıdır.

Bu amacı gerçekleştirmek için ruhlar değişik tekâmül aşamalarını tamamlamak üzere maddesel evrenlere girerler ve elbette ki buraya ilk girdikleri zaman, maddenin değişik şekilleri karşısında tamamıyla görgüsüz ve deneyimsiz durumdadırlar. Bu maddesel formları doğa yasalarına göre kullanabilecek durumda değildirler. Çünkü bu işler için gerekli olan melekeler henüz ortaya çıkmamıştır.

İşte söz konusu melekelerin gelişmesine yarayacak şekilde, maddesel ortamda uygulamalar yaparak kudret sahibi olmak için, ruhlar geçici olarak daha yoğun maddesel ortamlara bağlanırlar. Ruh varlığı için bu “bağlılık” bir esarettir. Çünkü ruhun birçok melekelerini kararttığından (bu durum) onun serbestliğine engeldir. Fakat geçici olan bu esaret, kuşkusuz, daha geniş bir ruh serbestliği kazanmak için bir araç olacaktır. Şu halde ruhlar, görgüsüzlükleri oranında maddelere bağlanmak zorundadırlar ki, bu da o oranda onların serbestliğini ortadan kaldırır.

Öte yandan, ruhların bu yoğun maddelere esir bir durumda bulunmaları, kendilerinde; o maddelerin tabi bulundukları İlahi İrade Yasaları’na uygun olarak bir takım eğilim ve tutkuların doğmasına neden olur. Demek ki, maddesel eğilim ve tutkular genellikle zannedildiği gibi, esasen ruhun bünyesinde var olan bir eksiklik değil, maddesel bağlantıdan doğma, kendiliğinden olmayıp sonradan olan bir sonuç ve aynı zamanda da tekâmül amacına yönelik bir araçtır. Bu noktayı gözden kaçırmamak, tekamül konusunda da bizi birçok hatalı yollara sapmaktan kurtarır. Tüm bu gerçeklere göre ruhların “geri” eğilimlerden kurtulması, maddelere ve maddesel olaylara esir olmayıp, onlara egemen girebilmeleri ile baş başa girer ve bu da onların tekamül amaçlarına bağlı bir sonuç olur. Üstad’ı aşağıdaki söylemi bu fikrimizi destekler durumdadır.    



“Ruh tüm maddesel etkinliklerini yerine getirmek ve bu etkinlikleri sayesinde tekâmülünü sağlayabilmek için maddesel ortamlarda bir süreç geçirir. Ruhun maddeye çekilmesini azaltıcı çareler, onun; maddesel bağlantını iradesiyle azaltabilmesi, yani takâmül edebilmesi için gerekli olan araçlardır.” 

Bu sözlerin anlamı şudur: Ruhun tekâmül ettirecek araçlar, onun maddesel bağlarının çözülmesini beraberinde getiren maddesel etkinliğidir. Ruh, bu etkinliği göstermek için maddeye bağlanır. 

Kısaca, tekâmül fikri; bugünkü anlayışımıza göre, ruhun maddesel evrelerdeki durumu ile ilgilidir. Maddeyi ve maddeyle ilgili tüm kavramları ortadan kaldırınca; ruhun, doğrudan doğruya kendi varlığı gibi, tekâmül fikri de ortadan kalkmış olur.

İçinde bulunduğumuz maddesel evrende hiçbir şeyi madde düşüncesinden ayıramazsınız. O kadar ki, en “maddesel olmayan” olarak tasavvur ettiğimiz saf ruhsal haller bile ancak maddesel kavramlarla idrak edilebilir. En saf ve en ilahi bir sevgi bile, asla unutulmasın ki, maddesel kavramla yaşayabilir. Bizi, maddeden ve maddesel bir kavramdan soyutlanmış bir ruhu sevemeyiz. Çünkü o bizim için bir yokluktur ve yoklu sevilemez. En saf sevdiğimiz şey, ruhun, hiçbir zaman değerlendiremediğimiz kendisi değildir; onun, çeşit çeşit maddeler arasındaki etkinliklerinin ortaya çıkışıdır. Biz bu gerçeği, hiçbir okulun hatırı için görmemezlikten gelemeyiz. Yalnız şunu takdir ederiz ki, ruh varlığının etkinliklerine zemin olan maddeler ne kadar seyyal (ince, latif, titreşimi yüksek) bir hal almış ise, onlara karşı gösterdiğimiz sevgi de o kadar yüksek bir karakter alır ve ilahileşir. “Maddesel olmayan” olarak kabul etmemize en uygun görünen sevgi hakkındaki bu düşüncemizi öteki duygularımı hakkında da belki daha kolaylıkla uygulayabiliriz.

Görülüyor ki, bizim bugünkü “yükseklik” derecemiz, ancak kendi evrenimizdeki görgü ve deneyimlerle elde edilmiş bir kazançtır ve tekâmülün halen geçerli olan klasik anlamı bu bakımdan genişletmek gerekir. Maddesel evrenlerde deneyimler geçirmekte olan ruhlar için, maddesel iletişim ve etkileşimden, maddesel bilgi ve görgüden ayrı bir “kemal” düşünülemez. Durum böyle olunca, bu evrenin dışındaki varlıklar hakkında bizim ulaşabildiğimiz en yüksek anlamdaki “kemal” (olgunluk) kavramının bile, asıl gerçekten ne kadar uzak kalacağını kabul etmekte gecikmeyiz. Çünkü bu kavram ancak ruhların madde evrenleriyle olan ilişkileri bakımından söz konusu olabilir.

Sık sık yinelediğimiz gibi, ruhun;  “kötü” ve “geri” eğilimlerden kurtulması, maddesel tutkulardan arınması, olgunluğun nedeni değil, sonucudur, amacı değil, aracıdır. Aslında ruhun, “olgunlaşmak” sözcüğüyle ifade olunan yüksek amacına ulaşması, maddeler arasında baş gösteren “kötü” niteliklerden kurtularak “güzel” nitelikleri kazanmasıyla beraber yürür. Fakat bu “güzel nitelikler”i kazanmak, maddesel esaretten kurtulmanın; daha doğrusu, maddelere egemen olmanın olmazsa olmaz bir sonucudur.

Her zaman söylendiği gibi, aslında ve yaratılış olarak “kötü” değildir. Bir “ilahi alev” de doğrudan doğruya “kötülük”ün bulunabileceğini düşünemeyiz. Bunun içindir ki, gerek filozoflar, gerek birçok ruhçuluk konusunun üstadı “kötülük”ün ancak madde ile bağlantıdan ileri geldiğini kabul etmiştir. Maddesel bağlantılar ruhları “geriletir”. Fakat bu anlamdaki “gerileme” , ruhların maddesel evrenlere inmekteki amaçları olan tekâmülün tam tersi gibi kabul edilmemelidir. Çünkü bu anlamdaki “gerileyiş”, “olgunluk” un tersi / zıddı değil, ama ona yardım eden bir tekâmül sürecidir. O halde, maddesel ortamlarda “geri” durumlar içinde yuvarlanan ruhları bu bakımdan çirkin görme değil, ululamak gerekir. Çünkü onlar bu halleriyle tekâmül yoluna girmiş bulunmaktadırlar. Hatasız ve günahsız, hakikatlere ulaşmak ve “yükselmek” olası değildir.

Tekâmülün Amacı
O halde ruhların maddesel evrenlere inmelerinde, bizi en çok doyurucu ve ruh bilgisindeki bilimsel kanaatlerimize uygun gelici içerikte bir amacın söz konusu edilmesine gereksinim vardır. Bu amaç nedir? Tekâmül fikri ancak, ruhun maddelerle olan ilişkisi bakımından değer kazanır demiştik. Şu halde, ruhun tekâmülündeki “maddesel” kavramı ne olabilir?

Buraya kadar ortaya koyduklarımızdan çıkan anlama göre, biz tekâmül olgusunu, ruhun maddelerden ve maddesel evrenlerden ilgisini keserek, maddesel oranları ebediyen terk etmesi şeklinde kabul etmiyoruz. Tam tersine tekâmül; ruhun bu evrende egemen olacak bir duruma geçmesi ve bu şekilde etkinliğinin, yani maddeler üzerindeki egemenliğinin ebedileşmesi demek oluyor. Henüz maddesel esaretin egemenliği altında bulunan ruhlar için bu amacın gerçekleşmiş olması söz konusu olamaz.

Ruhların maddeye bağlanmaları, bizim demek istediğimiz anlamda bir ilişki kurmuş olmaları demek değildir. Bu anlamdaki ilişki esasen, ruhların madde evrenlerine inmelerindeki amacı oluşturur. Yani bizim düşündüğümüz anlamdaki ilişkide, ruhun madde üzerindeki egemenliği fikri zaten vardır. Fakat ruhların böyle ideal bir gelişim düzeyine çıkabilmeleri, için her şeyden önce, evrenlerin içinde, onun elemanları arasında yoğrulmaları ve bazen pasif, bazen de görece aktif roller alarak birçok deneyimler geçirerek İlahi İrade Yasaları kapsamında evrenlere egemen bir duruma girmesini öğrenmeleri gerekir. İşte görgü ve deneyim devresi dediğimiz bu devre ruhun maddelere bağlı ve esir olarak kalması durumuna uyar.

Bu devrede, doğal olarak, ruhlarda ver olan yüksek melekeler kararacak ve maddesel tutsaklıkla ruhların maddesel gerekliliklere uygun bir takım maddesel eğilimleri ve ihtirasları elele yürüyecektir. Bundan dolayı, maddesel evrenin değişik dünyalarında ruhlarda görülen “geri” durumlar, onların madde ile bağlantılarının zorunlu bir sonucudur. Onların bu bağlardan kurtulmaları da maddelere karşı egemen durumlara girmelerinin; yani İlahi İrade Yasaları gereğince evrenlerde etkili roller almalarının bir sonucu olacaktır.
Fakat bir kez daha yineliyoruz: Maddesel bağları çözmek ya da tutsaklıktan kurtulmak, maddelerle olan ilişkileri kesmek değildir. Aksine, bu durum, daha önceleri ruhun tutsaklığıyla sonuçlanan bağların çözülmesiyle; onların yerine maddeler üzerindeki ruhsal tesirliliğin oluşması, ruh ile maddesel evren arasındaki gerçek ve ideal ilişkilerin ebedileşmesini ifade eder. Pek doğaldır ki evrenler boyunca, etkin ve egemen bir rol oynayabilecek yetkiyi kazanmış bir ruh varlığı bu devasa etkinliğiyle ilgili tüm yüksek melekelerini geliştirmiş bulunacaktır.

Görülüyor ki, “tekamülün amacı” konusundaki bizim davamız, ruh varlığının etkinlik olanakları üzerinde toplanmaktadır. Çünkü bildiğimize göre ruhun iyiyi  kötüyü, eğriyi / doğruyu ayırt edici özelliği olan tesirlilik kudreti evrenlerdeki en yüksek derecesini bu etkinlik alanında gösterir. Fakat şurasını da unutmamak gerek: Sözünü ettiğimiz etkinlik, ruhsal tesirliliğin İlahi İrade Yasaları’na uyumunun zorunlu bir sonucudur.     

Ruhlar tesirlik kudretlerini İlahi İrade Yasaları ile uyumlandırabildikleri oranda evrenlerde etkin durumlara zorunlu olarak girerler. Demek ki, ruh varlığının tekâmülü, evrenlerde İlahi İrade Yasaları’nı uygulamaya memur, doğal ve şuurlu bir yapıcı durumuna girmesi amacına yöneliktir. Bununla birlikte, böyle devâsa bir amaç hakkındaki bu söylemimiz ne kadar aciz ve noksandır! Bu noksanlığı belirginleştirmek için; yaratılmış olanların sayısızlığını ve uçsuz bucaksız evrenlerin her bir zerresinin bile bizler için gene sonsuz bir evren kadar anlaşılmaz bir büyüklüğü içerdiğini düşünmek yeterlidir.

Ruhsal olgunluğun maddesel ilişkilerle sürüp gittiğini kabul ettikten sonra; tekâmülün amacı konusunda maddesel elemanları göz önünde tutmak gerekir. Ruh varlığının evrenlerdeki kazançlarını maddeler dışında ve maddesel ilişkilerden uzak olarak düşünmek istersek onu bu evrene inmiş olmasının ne demek olduğunu anlayamayız. Eğer ruhların tekâmül amacı konusunda, maddesellik kavramını göz ardı edilirse, eğer ruhların bu evrende bir süre yaşadıktan sonra ayrılıp, onunla tüm ilgisini kestikleri varsayılırsa; yani daha doğrusu, tekâmülün amacı maddelerden ayrılmak, tüm maddesel ilişkileri ebediyen kesmek şeklinde kabul olunursa, o zaman ruh varlığının bu evrendeki kazançlarının yalnız kendi mânevi bünyesinde ortaya çıkmış bir değişimden ibaret olduğunu onaylamak zorunluluğu ortaya çıkar.  Fakat böyle bir değişimi hiçbir insanoğlunun zihninde canlandırabilmesi olanak yoktur. Dahası, maddeyle ilgisi bulunmayan böyle bir değişimin maddeler aracılığıyla oluşması zorunluluğunu anlamak güç olur.

Bir ruh varlığının dünyalarda deneyim geçirmesi; bu deneyimlerin amacıyla, ona araç olan maddesel olguların uyumlu düşmesine doğru cehitler sergilemesi demektir. Bu fikre göre “dünyadan olgunlaşarak ayrılmış bir ruh varlığı” demek; oradaki maddesel koşulların üzerine yükselmiş olan, yani onun üzerinde tüm tesirlilik olanaklarını kullanabilecek bir duruma gelmiş bir varlık demektir. Bunu böylece kabul etmedikten sonra; ruhun ne dünyalara girmesinin, ne de tekâmül etmesinin mantıklı ve akla uygun anlamını kavramak olası değildir. İşte aramızdaki tekâmül aşamalarını tamamlayıp yükselmiş bir ruh varlığı karşısında yerkürenin bu durumu ne ise, evrenimizin tüm tekamül aşamalarını tamamlamış yüksek bir ruh varlığı karşısında da evrenin durumu, elbette ki daha geniş ölçekte olur.

Ruhlar değişik maddesel tekâmül yollarında yürüyerek, üç boyutlu alemin tüm realitelerinin üstüne çıktıktan sonra, tekâmüllerini daha yüksek bir düzeyde sürdürmek üzere dört boyutlu alemde birleşirler. Bu düzeye kadar yükselmiş ruhlarda, artık bizim evrenimizde olduğu gibi bedenler, şekiller vb. kalmaz ve bunun sonucu olarak, oradaki varlıklar hakkında ; ne cinsiyet, ne insanlık- hayvanlık- bitkilik ya da bizim evrenimizin dünyalarına özgü herhangi bir maddesel varlık durumu söz konusu olamaz. Üstad’dan aldığımız bazı bilgiler bizleri bu konuda aydınlatmıştır:

“Ben de insan âleminden geldim. Bu bakımdan kendime ‘insanım’ diyorum. Fakat incelerseniz, her gün sizin âleminizde olmadığımı anlarsınız. Bugün kendime ‘insanım’ dememin nedeni, sizin dünyanızdan geldiğimi anlatmaktır. ”  

Ruhların, tekâmül ettikçe tesirliliklerinin artması da gene belki bizim tahmin bile edemeyeceğimiz büyük bir nedensellik ilkesine dayanmaktadır. Bu şekilde İlahi İrade Yasaları’nın gereklerinden olan, tüm yaratılmışların düzeni sağlanır. Daha önce de değindiğimiz gibi yaratma maddesel evrenlerin sayısız çeşitlerini meydana getiren oluşum durumlarından ayrı bir şeydir. Bizim evrenimizde; ne yoktan var olan, ne de yok olan bir şey vardır. bundan dolayı, “yoktan var olmak” anlamına gelen o mutlak yaratılış hakkında bizim hiçbir fikrimiz olamaz. Evrenimizdeki tüm olgular, maddenin durum ve şekil değiştirmesinden ibarettir. İşte bu durum da, İlahi İrade Yasaları’nın uygulanmasına memur ya da daha doğrusu; böyle bir etkinliğe bulunmayı hak etmiş yüksek varlıkların maddeler üzerindeki tesirlilik kudretlerini tüm kemaliyle kullanabilmeleri sayesinde olur.

Evrenlerin sonsuzluğu, ruh varlıklarının sonsuz alanlar içinde tekâmüllerini, sürdürmeleriyle büyük bir örtüşme ve uyum halindedir. Bu baş başa yürüyüşün sonunu görebilmek ve hatta bu konuda herhangi bir tahminde bulunabilmek, bizim gibiler için kolay olmayacaktır. O halde, ruhların tekâmüllerinin gerçek hedefleri hakkında kesin söz söylemek şöyle dursun, bir tahminde bile bulunmanın olanaklı olmadığını unutmayacağız. Bu konuda söyleyebildiklerimiz ancak, ruhların kendi âlemimizle olan ilişkilerine ait bilgi ve tahminden ileri gidemez. Ayrıca biz, kendi âleminizde cereyan eden, ruhların; yukarıda sözünü ettiğimiz etkinlikleri hakkında da ancak bazı gözlemlere sahip bulunuyor ve ona göre fikir yürütüyoruz.

Daha önce de söylemişti; bizlere ne kadar sonsuz ve kapsamlı görünürse görünsün yaratılmış olanlar, yalnız içinde yaşadığımız maddesel evrenden ibaret değildir. Dahası, ruhlar madde evreninin dışındaki bilmediğimiz başka varlıklar arasında, yine bilmediğimiz yollarla yaşamlarını sürdürürler.  Bu arada uzun cehitlerle sağlamış oldukları madde evreni üzerindeki tesirlilikleri ebediyen sürdürürler. Ruhların evrenimizdeki tekâmülü, yaratılmış olanlar arasında İlahi İrade Yasaları’nın buyruklarını uygulamaya koyacak yüksek yapıcılar arasına girebilmeleri hedefine yönelmiştir. Ruhlar maddesel evrenin varlıklarına esir olmamak, orasını doğa yasalarına uyarak yönetmek amacıyla maddelere bağlandıktan sonra, orada uzun bir süre görgü ve deneyim yaşamı geçirirler.  Bu durum onların yavaş yavaş madde evreni üzerindeki etkinlik ve tesirlilik bütünlüğünü geliştirir. Bu etkinliğin en üst düzeyine varmış varlıkların durumları bir insanın idrakine sığmaz.

Burada kolaylıkla söyleyiverdiğimiz, fakat gerçek ve yüksek içeriğinden haberdar olmadığımız bu idealin ne zaman ve nasıl gerçekleşeceğini bilemeyiz. Çünkü bizim bulunduğumuz tekâmül derecelerinden başlayarak, bu amacın gerçekleşmesi için bir ebediyet kabul etmemiz gerekir.

Karıncaya enkarne olmuş bir ruh varlığı karınca bedenini oluşturabilecek duruma gelmiştir. Fakat o, henüz bir insan bedenini oluşturamaz. Bir karınca kendi basit yuvasını yapabilir ama insanların kurdukları şehirleri kuramaz. Nasıl ki, bir gül ağacına enkarne ruh varlığı da, gül ağacını oluşturabilir; ama ne bir karınca bedenini, ne de karınca yuvasını oluşturabilir. Bir insan yoğun maddeleri bir araya getirerek ya da onları dağıtarak birçok eser ortaya koyar. Taşlardan ve öteki maddelerden heykeller, abideler vb. yapar. Perakende sesleri bir araya getirerek, onlardan bir senfoni ortaya koyabilir. Tüm bunlar sanat âleminin birer dünyasıdır. Bununla beraber insanın eseri ne kadar yüksek olursa olsun, sonsuz tekâmül basamaklarında yükselmiş olan ruhların devasa eserleri yanında pek az bir şey kalır. Dört buutlu âlemdeki varlıklarla aramızda bulunan uzaklığın, insan ile hayvan arasındaki uzaklıktan karşılaştırma kabul etmeyecek kadar büyük olduğu göz önünde tutulunca, oralardaki etkinliğin birdekinden ne kadar yüksek olduğu düşünülebilir. 

Dört buutlu ve ondan daha yüksek buutlu âlemdeki varlıklar, insanların yaptıkları gibi üzerinde işlenme kabiliyeti sıfır gibi olan yoğun taş parçalarından heykeller ya da sınırlı seslerden semfoniler yapmazlar. Onlar kozmik süptil (latif, titreşimi yüksek) maddeler üzerinde çalışarak bu maddelerden başkalarını ve onlardan da daha başkalarını oluşturarak âlemleri ve dünyaları kurup dağıtırlar. Fakat bu söz, ilk hamlede anlaşılabilecek kadar kolay değildir. Bu etkinlikler bizim idrak edemeyeceğimiz bir takım tesirlilik şekilleriyle ve idrakimiz içinde olan zaman – mekân kavramları dışında oluşur. Tüm bu işlerde yalnız Allah’a özgü “yoktan var edicilik” söz konusu olmayıp, O’nun yasalarına uyacak şekilde bir “kuruculuk durumu” vardr.

Özetle ruhlar “yükseliyor” ve “yükseldikçe” maddemin köleliğinden kurtularak İlahi İrade Yalarına uyum sağlıyor. Bu durum onların doğadaki tesirlilik kudretlerinin görece arttırılması zorunlu kılan bir yapıcıdır. Üstadlarımızın aşağıdaki tebligatı bu yolda bizleri aydınlatmaktadır:

“Doğa yasaları gereğince ruh varlığının tekâmülü, onun maddesel varlıklar içinde yaşamasına bağlıdır. Ruhun dünyada maddesel varlığı; az önce de belirttiğim gibi maddeye olan bağdan ibarettir. Maddesel etkinlikleriyle tekâmülünü sağlayabilmesi için; ruh, madde âleminde bir süre geçirir. Ruhun maddeye olan çekimini azaltıcı çareler, onun madde ile olan bu bağlantısını azaltabilmesine yardım eder. Bir ruh varlığının melekeleri başlangıçta kapalı değildir. Maddeye bağlılık melekeleri gölgelendirir. Bu bağlılık sürdükçe, bir yandan; ruh tekâmül eder, fakat maddeye bağlılık bu tekâmülün oluşmasına meydan vermez. Öte yandan, ruh maddeden kurtuldukça, bir gelişmişlik ortaya çıkar. ” 

Şu halde, bizim idrakimize göre, ruh olgunluğunun zirvesi ve sonu yoktur. Bu tekâmül ebediyet içinde ve bilmediğimiz bir geleceğe doğru uzayıp gidecektir; sonsuzluk içinde sonsuzluk! İşte evren hakkında olduğu gibi, ruhların tekâmülü konusunda da duygu ve düşüncelerimizin varabildiği son nokta budur.

Dünyadaki Varlıklar Arasında Görülen Tekâmül Farklılıkları (*)
Dünyadaki canlıları incelediğimiz zaman, onlar arasında bir takım tekâmül farklılıklarının bulunduğu göze çarpar. Canlıların birbirine göre olan bu ilerleyiş farkları; bitkilerde değişik türler arasında, hayvanlarda farklı türler ve fertler arasında, insanlarda ise ayrı ayrı türler ve bireyler arasında olduğu gibi, aynı bireyin değişik zamanlarda da kendini gösterir. Bitkilerde bir ot parçası bir küften daha tekâmül etmiş canlıyı oluşturan parçalara sahip olduğu gibi, bir gül ağacı da bu ot parçasından daha ileri durumdadır. Fakat bu güllerin, otların ve küflerin tüm bireyleri hiç olmazsa bizlerin takdirine göre hemen hemen aynı tekâmül derecesinde görünmektedir. Hayvanlarda bir köpek bir koyundan daha ileride görünmekle beraber, iki köpek de birbirine göre birçok noktalarda tekâmül farkı gösterir.

İnsanlara gelince, bunların hiçbiri ötekine benzemez. Bundan başka, insan yaşamının hemen her saatinde, bir önceki saatine göre az çok belirgin bir ilerleme vardır. En ileri olanlarından en yüksektekilerine kadar tüm insanlarda bir tekâmülün çabasını ve etkinliğini görmek olasıdır. Hatta şuursuzca ortaya çıkan tüm yaşamsal etkinliklerde bile tekâmül hedefi yolundaki tezahürleri görmemek olası değildir. Yaşam mücadelesi, dünyadaki varlığın sürüp gitmesi yolunda gösterilen içten gelen bir cehittir. Ayrıca bu da tekâmüle hizmet eder. Şahsın ve cinsin sürüp gitmesi için harcanan tüm emekler genel tekâmül yasasının zorunluluğudur.

Bir küften en tekâmül etmiş insana gelinceye kadar olan uzaklık, bir uçurum halinde değildir. Bu, belirsiz tatlı ve meyilli bir yol arz eder. Fakat bilgisizliğimiz bu yolu layıkıyla izlemeye olanak bırakmamaktadır. Ayrıca bu yol dünyamızda, bilmediğimiz bazı nedenlerden dolayı da bir iki yerinde kesilmiştir de… Örneğin, ileride de belirtileceği gibi, insanlarla hayvanlar arasındaki maddesel ve ruhsal bağlantıyı sağlayan varlıklar şimdilik bu dünyada yoktur.

Fakat ne olursa olsun, bu yolun iki ucundaki varlıklar arasında ortaya çıkan tekâmül farklılıklarını kimse görmemezlikten gelemez. Esasen dünyada eşit olmaksızın serpilmiş yaşam koşulları, bu tekâmül farklarının doğurduğu çokluk halinden ileri gelir. Dünyada ideal bir eşitliğin kurulabileceğini düşünmek hatadır. İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kaybolması, onların her noktada birbirinden farksız bir halde birleşmiş olması demektir. Bu olası olabilir mi? Özellikle şahsiyetini kazanmış hiçbir varlık bir başkasına benzemez. Bunların birbirine benzediğini kabul etmek, ideal bir olgunluğa vardıklarını kabullenmekle bir olur. Oysa ki, dünyadaki tüm varlıklar böyle bir olgunluk düzeyinden çok uzaktadır.

Çevremize biraz dikkatlice bakarsak, varlıkların birbirine göre çok farklı bir yükseliş yolu izlediklerini görürüz. Bitkilerde olan her özellik ya da onun benzeri, hayvanlarda bulunur. Bununla birlikte, hayvanlarda bulunan birçok görünümü bitkilerde göremeyiz. İnsanlarla hayvanlar arasında da aynı durum geçerlidir. Bitkilerde hemen hemen göremediğimiz şahsiyet hayvanlarda kendini göstermeye başlamıştır. Bir kediyi bir başka kediye yeğleyebiliriz. Fakat aynı güzellikte açmış iki çiçeğin seçiminde bu kadara titiz davranamayız. Bunun nedeni, hayvanlarda bulunan şahsiyet bağlanmış olmamızdır. Hele dünyada şahsiyetin en yüksek derecesini kazanmış olan insanlar hakkındaki bu seçim konusu daha derin duygu ve fikir elemanlarına dayanır. Bitkilerde gelişmemiş olan şahsiyetin hayvanlarda ortaya çıkmaya başlaması, insanlarda en yüksek derecesini alması ve bu işlerin; yavaş yavaş, derece derece ve birbiri ardınca yükselmesi dünyadaki canlılar arasında çok büyük bir yükselişin var olduğunu göstermeye yeterli kanıtlardan biridir. Üstad’ın aşağıdaki sözleri bu durumu doğrular:

“Dünya üzerindeki en ilkel ruhun maddesel varlığı ile en tekâmül etmiş bir insan arasında geçen tüm tekâmül gidişi düzgün yükselen bir ilerlemedir. Bitkiler hayvanlardan daha geridir. Tekâmülde düzgün ve birbiri ardınca gelen bir ilerleme olduğuna göre, bir hayvanın bir daha bitki olmasına olanak yoktur. ” 

Özellikle bu son ifadeden çıkan anlama göre, varlıklar arasında gerilemenin söz konusu olmadığını ve sürekli bir ilerleyişin bulunduğunu öğreniyoruz. Yalnız, burada konunun bazı yanlarını gözden uzak tutmamak gerek: Gerek dünyada geçirilecek deneyimlerin gereklerine, gerek bilmediğimiz bir takım nedenlere göre bir varlık kendi türünü değiştirmemek koşuluyla, bir öncekine göre biraz daha geri görünümlü bir durumda dünyaya gelebilir. Bu durumun, biraz önce sözünü ettiğimiz düzgün ve sürekli yükselişlerle zıtlık oluşturduğu hükmüne varılamaz. Çünkü, her şeyden önce bu ilerleyiş maddesel bakımdandır, ruhun yüksekliğinde bir alçalma anlamına gelmez. Ayrıca, bu maddesel ve görünüşteki gerileyişte de; gene, ruhun olgunlaşmasına, yükselmesine yardım edecek durum ve hareketler bulunur. Üstad’ın aşağıdaki ifadeleri bu fikri tamamlar:
“…Fakat belli bir tür arasında tekâmül etmiş olan bir bireyin, aynı türde daha az tekâmül etmiş olarak dünyaya gelmesi olasıdır. Çünkü belirli bir düzeye kadar yükselmiş olan bir ruh; gerek kendisinin maddeye bağlılık hissetmesi, gerek kötü ortamlarda buluna buluna oraların titreşimlerine uyması ile maddeye bağlılığını arttırabilir. Fakat bu, fazla bir aşağı iniş değildir ve yalnız ruh bakımından bir gerileme sayılmaz. Çünkü o, kendisi için kazanılmış bir yükseklik ve derecedir. Yani yükselmiş bir ruh için tam düşüş yoktur, ufak düşüşler vardır ki, o da madde âlemindedir. ” 



Canlılar ile Cansızlar Arasındaki Ayrılık
Madde ve ruh konumlarını okuyanlar, canlılarla cansızlar arasındaki ayrılıklar hakkında kitabımızda bazı şeyler söylenmiş olduğunu anımsarlar. İçinde bulunduğumuz konuyu bazı noktalardan ilgilendiren oradaki fikirlere yeniden ve kısaca döneceğiz.

Çevremizdeki varlıkların iki büyük gruba ayrıldığını görüyoruz. Bunlara “iki büyük grup” dememizin nedeni, çok belirgin özelliklerle birbirinden ayrılmış olmalarıdır. Birinci gruptakilerin belirgin özelliği tesirlilik kudretleridir. İkinci gruptakilerin belirgin özelliği ise etkilenme yatkınlığıdır. Yalnız şu var ki, bu tesirlilik ve yatkınlık özelliklerini ayırmak her zaman kolay ve hatta olası değildir. Bu durum da, olguların nedenleri hakkındaki bilgisizliğimizdendir.

Her olayda etkili görünen etmenlerin gerçekten etkin olup olmadıklarını kesinlikle belirleyebilmek için söz konusu bilgiye (bu konuda bilgili olmaya) kesinlikle gerek vardır. Bizler bu bilgisizliğimiz yüzünden, olaylara karışan etmenleri etkin etmenler gibi kabul etmek hatasına düşeriz. Bu gibi hatalardan sakınma bizler için pek olası değildir. Nasıl ki, bilgimiz arttıkça önce etkin gibi görünen bir etmenin başka bir etmen ile tahrik edilmekte olduğunu sonradan (iş işten geçtikten sonra) anlayabilmemiz sıkça ortaya çıkan durumlardandır.

Canlı varlık tesirlilik sahibidir. Buradaki “tesirlilik” sözcüğünün ifade ettiği anlamda; maksatlı bir takım sonuçlara doğru hareketleri tertipleyicilik bulunmaktadır. Cansız cisimlerde görülen atalet, bu özelliğin yokluğu ile ondan ayrılır.

İlmin öğrettiğine göre, maddenin en karakteristik özelliği, onun, ataleti ve oluş koşullarındaki kararlılığıdır. Bu özellik, daha ilk bakışta, tesirlilik fikrinden ayrılır. Çünkü kendi kendini değiştirmek kudretinden mahrum bir varlıkta, tesirlilik kudreti aranmaz. Madde ebedi varlığında kendiliğinden değişimler göstermez. Radyoaktif bazı maddelerde görülen değişimlerin bu sözünü ettiğimiz değişikliklerle benzerliği yoktur. Oradaki değişimlerde yine İlahi İrade Yasaları’nın çizmiş olduğu plan çerçevesinde ortaya çıkan atıl hareketlerdir ve o maddenin oluş koşullarına bağlı bir zorunluluk burada egemendir. Üstad ile aramızda geçen bir görüşmede; onun, ruh varlığına özgü bir tesirlilik melekesine ne kadar önem verdiğini anlıyoruz:
Soru: Maddenin, ruha göre en karakteristik özelliğine atâlet dersek, doğru olur mu?
Yanıt: 
“Ruhun tesirliliği olduğunu daha önce de belirtmiştim. En büyük ve ayırt edici özelliği budur. ” 

Maddecilik ve Ruhçuluk
Canlı varlıkların “etkileyicilik” cansızlarında “etkilenicilik” rollerini iyice kavradıktan sonra onların birbirlerini tamamlayan bu etken ve edilgen durumlarının evrenlerdeki büyük uyum içinde ne kadar yakışıklı bir yer tuttuklarını ve bunlardan birinin eksikliğinin kabul etmekle, bu uyumun ne kadar derin çöküntülere uğrayacağını anlamak koyla olur. Yaşam sahibi canlılar var olmadan cansızların varlığını, cansız cisimlere sahip olmayan canlı varlıkların bulunduğunu kabul etmek evrenimizin ve kendi varlığımızın var olma nedeni ortadan kaldırır. O zaman, “Evrenler ve biz niçin varız?” sorusunun yanıtı hakkında söylenecek bir söz kalmaz. Bundan dolayı, madde ve ruh konusunda da söylediğimiz gibi evrenimizde; maddeyi ruhtan, ruhu maddeden ayırmak olası değildir. Tek başına maddeci, tek başına ruhçu olmakla doğru yol bulunmaz.

İşte bu düşünce ile biz, fikirler ortamında ara sıra çarpışan maddecilik ve ruhçuluk kavramlarının birleşmeleri gerektiğini ve birinin ötekini tamamladığını söylüyoruz. Buradaki durum şudur: Madde evreninde sürekli olarak yükselmek zorunda bulunan yaşam sahibi varlıklar, gerek kendilerinin gerek başkalarının tekâmül amaçlarını gerçekleştirmek için; maddedeki etkilenme durumundan yararlanarak, onların sonsuz halleri üzerinde etkili olurlar. Bu tesirlilik ile o hallerin birinin ötekine dönüştürerek, hareketlerinin doğasını ve yönünü değiştirmek gibi bildiğimiz / bilmediğimiz sayısız maddesel oluşumlara neden olarak, sonuçta doğacak olaylardan kendi amaçları yolunda çeşit çeşit yararlar sağlarlar. Demek ki, tüm bu cansız cisimler, canlı varlıkların milyarlar ve milyarlarca oluşumlar içinde kullandıkları birer tekâmül aracından başka bir şey değildir. İşte maddesel hareketlerde görebildiğimiz / göremediğimiz zekâ belirtileri, canlı dediğimiz varlıkların, maddelerden hiçbir zaman eksik olmayan araya girmelerinden doğar.

Sonunda görüyoruz ki, doğa da cansız cisim olarak bildiğimiz azot, karbon, hidrojen, oksijen vb. bir araya toplanıyorlar ve insan bedenini oluşturuyorlar. Bazılarımıza öyle geliyor ki, ayrı ayrı oldukları zaman, kendi kendine hareket yönünü değiştirmeyen ve kendi kendine başkalarının üzerinde atalet özelliğinden başka değişiklikler oluşturamayan tüm bu cansız cisimler bir araya geldiklerinde söz konusu maddesel özelliklerini yitirerek, bildiğiniz maddesel niteliklerden hiçbirine benzemeyen yüksek insan dehasının yaratabilecek kudrette etkili ve şuurlu birer varlık haline giriveriyorlar.

Her noktasında kuvvetli ve yıkıcı itirazlarla karşılamaya aday bu çürük fikri uzun uzadıya eleştirme gerek görmüyoruz. Çünkü bu konu şimdiye kadar çok söylenmiş fakat asla kanıtlanamamış bir davanın saçmalığının açık öyküsüdür. Buna karşın yalnız şu kadar sözü yeterli görüyoruz. Dıştan gelen etkilerin yaptığı yüz binlerce değişik olumlu / olumsuz tesirlere karşı koyarak, yaşamı korumaya çalışan bu şuurlu varlık, amacı yolunda gereken tüm önlemleri almakta ve bu konuda büyük bir kavrayış ve akıllılık göstermektedir. Böyle yüksek bir kavrayışı ve akıllılık göstermektedir. Böyle yüksek bir kavrayışı ve akıllılığı cansız ve atıl maddelere uygun görmek için elimizde hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Eğer maddelere bu niteliği mâl edebilseydik, bugün ilimde kabul olunan maddesel nitelikleri tanımamamız gerekirdi.

Modern ilimde maddenin tanımı şudur: “Maddenin tanımlayıcı özelliği kütledir. Kütle kendisini iki şekilde gösterir: Birincisi atalet, ikincisi ağırlıktır.” Atâlet ile ağırlığın bilimsel anlamını göz önünde tutmak koşuluyla, maddelerin; böyle sekiz on tanesinin değil, milyarlarca tanesinin bir araya gelmesinden bile fizik ve kimyanın madde hakkındaki tanımında yeri olmayan sevgi, kin, intikam, haset, şuur, irade, imajinasyon, vicdan vb. birçok ruhsal nitelikleri içeren karmaşık bir atalet ile bir tutulması olanaksız, tesirliliği olan bir varlığın meydana getirebileceği şimdiye kadar hiçbir ilim kitabı kendi usulünce bize göstermiş olmadığı gibi, bunun bir teori olarak kabul etmek de maddenin bilimsel tanımına aykırı bir hareket olur. Bundan dolayı tüm bunlara karşın fizikoşimik maddelerin şu kadar miktarının şu ya da bu biçimde tesadüfi olarak bir araya gelivermesinden atalet fikriyle bir araya konamayan şuurlu bir varlığın (bir tesirliliğin) ortaya çıktığını olası saymak uydurma bir teoriden başka bir şey değildir.

Özet olarak; evrenlerde birbirini destekleyen, birbirinin yardımı ile ortaya çıkma olanağı bulan ve sonunda; birinin etken tesirlilik kudreti ile ötekinin edilgen etkileme yeteneği uyumlu bir şekilde birbirine bağlanmış bulunan bu iki gruptaki varlığın bulunduğunu kabul ettikten sonra, maddecilik – ruhçuluk (neo spiritualizm), ikilik kabul etmeyen bu tek yol üzerinde yürümektedir.

İnsanlık Düzeyinde Tekâmül (*)
Yeryüzündeki ruhsal tekâmülün, bitki ve hayvan aşamalarından sonra insan aşaması gelir. İnsanlık düzey, tahayyül melekesinin (imajinasyon) madde aleminde ilk ortaya çıktığı merhaledir.(ayrıntılı bilgi için “imajinasyon” bölümüne bakılmalıdır).

Hayvanlarla insanlar arasındaki geçit aşamaları halen dünyamızda bulunmamaktadır. Bundan dolayı biz, tekrar doğuş bilgisi sahipleri olarak, bir yandan Darwin’in teorilerini kendi açımıza göre kabul ederken; öte yandan, insanın hemen maymundan geldiğini sanmıyoruz. En ilkel bir insanla, en tekamül etmiş olarak gördüğümüz bir hayvan (örneğin, bir maymun) arasında derin tekamül farkları vardır. Evrenlerde tüm olguların ağır ağır ve derece derece değişimlerle ortaya çıktığını ve hiçbir yenileşmenin keskin sınırlarla, kendisini hazırlayan olaylardan ayrılmadığını kabul ettiğimizden, ilkel bir insan ile tekâmül etmiş bir hayvan arasında gördüğümüz keskin sınırlara bakarak, bunların hemen birbirini izlemediklerini düşünebiliriz.

İnsanla Maymun Arasındaki Farkı Niçin Keskin Bir Sınır Hâlinde Görüyoruz?
Tahayyül melekesi bir tekâmül aşamasını nitelendiren olağan üstü beceridir. Ne kadar yüksek görünürse görünsün, hiçbir hayvanda bu melekeyle ilgili bir belirti göremiyoruz. Belki maymunlarda imgeleri daha iyi zapetmek ve onları öteki hayvanlara oranla, daha büyük bir sadakatle yinelemek (taklitçilik) gibi beceriler vardır. fakat bu durum ile, insanlara özgü yapıcı tahayyül  kudretinin aynı şey olmadığını yinelemeye gerek görmüyorum ( Bu durumla ilgili ayrıntılar için “imajinasyon” bölümüne bakılabilir) Maymun yaşamında, bin yıl önceki zaman ile bugünkü zaman arasında hiçbir fark yoktur. Oysa ki insanlar arasında yıldan yıla belirginleşen tekamül farkları hepimizin bildiği bir şeydir. Bu farkı belirten etmeni “imajinasyon” bölümünde (RUH VE KÂİNAT, sayfa 368-398) uzun uzadıya anlatmıştık. Ruhun bu yüksek melekesi ancak insanlık düzeyinde ortaya çıkmıştır. Biz, insanlarda ortaya çıkan bu melekelerin dünyada birden bire doğduğunu görüyoruz ve kendisinde bu melekelerin daha ilkel aşamalarını geliştirmekte olan hiçbir hayvan tanımıyoruz. Fakat bu varlıkların (Tedric Yasası’na göre, evrenlerde bir yerlerde) kesinlikle var olması gerekir. O halde bunlar nerededir?  Bu sorumuza karşı Üstad şu yanıtı vermişti: 
“Tekâmül etmiş hayvanlarla insan arasında çok büyük uzaklıklar vardır. Bu uzaklık; insanın en tekamül etmişi ile, en az tekamül etmiş olanları arasındaki uzaklıktan çok daha fazladır. Hayvanlarla insanlar arasındaki geçit aşamaları bir zamanlar bu dünya da bulunuyordu, şimdi başka alemlerdedir.”

İmajinasyon insanlık düzeyinde başladığı gibi, bu düzeyde daha başka bazı önemli melekeler de ortaya çıkmaya başlar ki bunlar şuur ve vicdandır. Görülüyor ki, ne bitkilerde ne de hayvanlarda bulunmayan; bir takım, ruhun görece yüksek melekeleri insanlık düzeyinde birden beliriveriyor. Üstad, “Şuur ve vicdan, dünyanızda insanlık düzeyinde başar.” diyor.

Şuur ve vicdan nedir? Bu iki meleke hakkında Üstad’ın verdiği tanımı aktarırsak, okuyucularımızı tatmin etmiş oluruz:
“Şuur ile vicdan, ruhun melekesi olmak bakımından birdir / aynıdır. Ancak şuur, ruh varlığının genel bilgisidir. Vicdan ise, iyi ile kötüyü ayırt eden (ruhun) melekesidir.”

Acaba şuurun madde âleminde gelişimi ile ruhun tekâmülü arasında bir ilişki var mıdır? Evet, bu ilişki vardır, ama “taraflı”dır. Yani var olanın tekâmülünde şuurun bir rolü yoktur. Nasıl ki “şuursuz imajinasyonlar”ın var olduğunu daha önce de belirtmiştik. Örneğin, bitkilerde ve hayvanlarda şuur olmadığı halde tekamül etmektedirler. Bununla birlikte şuurun ortaya çıkışında ve gelişiminde tekâmülün rolü vardır. Ruh varlığı ne kadar tekamül etmiş bir durumda bulunursa, onun madde âlemindeki şuuru o oranda belirgin olur. Üstad bu konuda şunları söylüyor:
“Vicdan ve şuur, dünyamızda beşeri düzeyde başlar. Var olmanın tekâmülünde şuurun rolü yoktur. Ama şuurun gelişiminde var olanın tekâmülünün rolü söz konusudur.”

Bundan şu sonucu çıkarabiliriz: Şuur, tekamülün nedeni değil, sonucudur. Var olanın şuur alanındaki gelişimi, onun tekâmülü oranında gerçekleşir. Esasen ruhsal tekamülün amaçları üzerinde dururken ve ruh varlığının madde evrenindeki doğuşundan söz ederken, birçok ve hatta tüm melekeleri gibi şuurunda esasen ruhta var olduğundan ve ancak madde âlemindeki tekâmülü oranında ortaya çıkabildiğinden her zaman söz edilir. Nasıl ki ruh varlığının insanlık âleminde de kapalı kalmış daha nice yüksek melekeleri vardır ki, onların hiçbirinden haberimiz yoktur. Ama insan, madde âlemindeki sonsuz tekâmülü ile; onları, yolu üzerinde azar azar bulacaktır.

Bununla birlikte, insanlık âleminde gelişmiş olmasına karşın, insanlar arasında şuurun çeşitli derecelerde ortaya çıkışı söz konusudur. Hatta bu durum aynı insanın çeşitli zamanlarında bile görülür. Bunun insanlar arasındaki tekâmül farklılıklarından ileri geldiğini söylemeye gerek yoktur. Bununla birlikte, her zaman olduğu gibi, burada da kesin hükümlerden sakınmak gerekir. Çünkü tekâmül planı gereği olarak ilerlemiş bir ruh varlığında görece az şuurluluk durumunun ortaya çıkması da olasıdır.

Yeni doğmuş bir bebeğin durumunu buna örnek olarak gösterebiliriz. Birçok yerde egemen olan bilgisizliğimiz bu konuda da bizleri hatalı hükümlere yönlendirebilir. Üstad şunları söylüyor bu konuda:
“Ruh, maddeye bağlı olduğu oranda şuurunda eksiklik olur. Şuur hakkında verdiğim açıklamadan da anlaşılacağı gibi, ruh varlığının bu melekesi, bedenine bağlılığı dolayısıyla çeşitli aşamalar gösterir ki, insanlar bu aşamaların bazılarına bakarak: sübkonsiyans, enkonsiyans, konsiyans vb. varsayılan adlar vermişlerdir.”

Bitkilerden başlayarak insanlara gelinceye dek, yeni yeni eklemelerle ağır ağır ve derece derece arttığını gördüğümüz ruhsal melekeler bize; tüm varlıklar arasında, tekâmül olgusunun hiç şaşmaz yasalar altında cereyan ettiğini gösterir. İnsanlar arasında iyice belirginleşmiş olan şahsiyet, onları birbirinden birçok ince ve kaba nüanslarla ayırdettirir. Her insanın tesirlilik şekli ötekinden farklıdır. İnsanlar “yükseldikçe” bu farklılık belirginleşir; şahsiyetler de buna paralel olarak özel içerikler kazanır.

Şu halde biz, tekâmül ettikçe; ruh varlıklarının, şahsiyetlerini yitirip, birbiriyle kaynaşarak, bir tek trekâmül etmiş varlık içinde yok olacaklarını düşünenlerden değiliz. Böyle düşünmek, ruhsal tekâmül fikriyle taban tabana zıt sonuçlar verir. Çünkü dünya varlıklarında birbirinden daha yüksek olarak belirginleşen ruhsal araçlar bir “yükselme”nin kanıtıdır. Tüm bu yüksek melekelerle birlikte, insanlık âleminde en belirgin şeklini almış şahsiyet durumu ve ruh varlığının ileride gelecek daha “yüksek” melekeleri, eğer en son bir “yükselme” düzeyinde yok olup gidecekse; daha önce de söylendiği gibi, bu azar azar ve derece derece tekâmüle uygun bir olgunlaşma, bir şekilde âşikâr olan ruhsal melekelerin hiçbir anlamı kalmaz. Esasen tekâmül sırasında görülen her olgu, bu düşüncenin doğruluğunu kanıtlamaya yeterlidir. Ruhlar şahsi değerlerini yok etmek için değil, belki onu aklımızın alamayacağı, yüksek derecelerine ulaştırmak için tekâmül eder.

Tekâmülün Bir İnsanın Yaşamındaki Görünümleri
Bir insan yaşamının dünyadaki tarihçesi nedir? İnsanı bir günlük, bir aylık, bir yıllık, on yıllık, yaşam kesitlerini incelerseniz; dikkate değer birçok sonuçlara varırsınız. Özellikle çocukluk döneminden gençliğe doğru ilerlerken hafıza ve eşyanın iç yüzünü arama melekeleri, insanın ruhunun belirgin belirişleri arasında bulunur. Bu iki meleke bu konuda ilk bilgileri elde etmenin en iyi yoludur. Çocuk, anlamlı / anlamsız her şeyi sorup öğrenmek ister. Kendisine öğretilen şeyleri kolaylıkla aklında tutabilir. Acaba ilk bilgileri elde etmeye yarayan bu iki değerli meleke çocuk psikolojinsin niçin ağırlık merkezini oluşturur? Neden çocuklukta belirgin olan bu melekeler yaşlandıkça zayıflar?

Artık bilinmelidir ki, çocuklar yeni öğrendikleri şeyleri akıllarında kolayca tutup, olaylar üzerinde dikkatlerini iyice toplayabildikleri halde; yaşlılar, özellikle bu anlamda dikkatlerini toplayabilme ve yeni şeyleri akılda tutabilme becerilerini kısmen yitirmişler fakat buna karşılık eski anılarını canlandırma melekesine kavuşmuşlardır. İşte bu psikolojik durumda Tekâmül Yasası’nın güzel bir belirişini görüyoruz. Bu dünyayla ilgili olay ve olguları öğrenmeye başlamak ihtiyacında bulunan çocuğun, bu ihtiyacını karşılayacak melekelere sahip bulunması doğaldır. Bu, Tekâmül Yasası’nın birinci tezahürüdür. Fakat artık bu dünya olay ve olgularıyla ilgili şimdilik yeni bilgi ihtiyacından kurtulmuş olan ve bu alanda işini bitirmiş olup, sadece halihazırda kazanmış bulunduğu eski bilgileri üzerinde işleyerek / çalışarak ruhunun bir sonraki yaşamını kurmak yolunda bulunan yaşlı bir kimsenin bu gereksinimini karşılayacak melekelere sahip olması Tekâmül Yasası’nın başka bir görünümüdür.

İşte çocuk, bu iki melekesinin yardımıyla olgun yaşına gelinceye dek, geçireceği kısa zamanda birçok gerekli ilk bilgileri hızla öğrenir. Böylece, yeryüzündeki şahsiyetini ortaya çıkartacak özellikleri bu şekilde sağlar. Çocukluk, bu şekilde onun bir tekâmül aşaması olmuş olur.

Çocukluk ve gençlik yaşının realiteleri, olgunluk ve yaşlılık realitelerinden bambaşkadır ve ileri yaşlardakilere göre “çocukça” olarak yorumlanan yaşamın ilk zamanlarıyla ilgili bu realiteler anlamsız değildir. çocukluk yaşamına görmedikten sonra bu yaşamla ilgili kazanımları elde etmek kolay değildir. Elli yaşımızdaki düşünce ve duygularımızla, beş yaşındaki bir çocuğun yaşamına girseydik durumumuz nice olurdu? Her şeyden önce, bugünkü realitemizden doğmuş olan izzeti nefis hakkındaki kabullerimiz o yaşamı biz yetişkinler için dayanılmaz bir duruma sokardı.

Olgun yaş çağına girelim: Bu dönemde yapıcılık kabiliyetinin gelişimiyle birlikte, neslin sürüp gitmesine ve aile yaşamının iyi olmasına yönelik birçok meleke ortaya çıkar. Bu dönem, yaşamın en iyi uygulama olanaklarını sağlar bireye. Olgunluk / yetişkinlik döneminde bulunanlar, yeni şeyleri öğrenmekten çok, öğrenilmiş şeyleri belirli amaçlar yönünde kullanmaya ve uygulamaya eğilimlidirler. Bu da, sakin, dürüst ve uygulanan duygu ve düşünce ile gerçekleşir. İşte bu yaştakilerde belirgin olan ruhsal özellikler de bu merkez çevresinde toplanır.  

Nihayet yaşlılık/ ihtiyarlık döneminin ruhsal melekeleri de daha önce de belirttiğimiz gibi, bu dönemin gereksinimlerine göre kendini gösterir. Yaşlı kimse bu dünyada kendisinin varabileceği en yüksek tekâmül düzeyine ulaşmıştır. Yani o, burada yaşam planı gereğince öğrenmesi gereken şeyleri öğrenmiştir. Şimdi onun önünde yeni ufuklar açılmaktadır. O ufukların arkasında, yeni bir yaşamın gerekleri başlayacaktır. İşte o yaşlı kişi daha şimdiden bu yeni yaşama hazırlanmaya başlamıştır. Bunun için, onun bu dünya ile olan bağlarından yavaş yavaş kendini kurtarması gerekir. Daha parlak olan gelecek yaşamımızı görme konusunda acz içinde olan biz ölümlüler, o yaşlı kimsenin bu doğal hazırlığının farkına varamayız; sadece bu dünyada onun gitgide sıkıntıda yaşamaya dönüşen dış görünüşü gözümüze çarpar. Bu görünüşte olan manzara bizde, yerine göre ya anlamsız bir acıma ya da anlamsız bir beğenme duygusu uyandırır. Oysa ki insan ilk nefesini aldığı saniyeden, son nefesini vereceği ana kadar dünyada sürekli “yükselir ve onun doğal olan sıkıntılı yaşamı da “yükselişinin” başka bir görünümüdür.  

Tekâmülün Toplumsal Yaşamdaki Görünümü
Bireysel yaşamda olduğu gibi, toplumsal yaşamda da sürekli bir tekâmül söz konusudur. Benim yedi kuşak önce gelen dedem, yedi kuşak sonra gelecek torunlarım kadar olgun değildi. Bunun gibi uygar bir ulusun çocuklarındaki yetenekleri, bir ilke kabilenin çocuklarında göremeyiz. Hatta benzer uygar toplumlar arasında ve hatta aynı bir toplumun ayrı dönemlerinde belirgin olgunluk farkları görülür.

Dünyadaki tüm kötülükler; intiharlar, katliamlar, savaşlar, hırsızlıklar vb. kuşkusuz birer kusur ürünüdür / türüdür. Bu kusurlar da,  ruh varlığının maddesel âlemlerle olan şiddetli bağlantılarından doğmaktadır. (Bu konuda kitabın “realite” başlıklı bölümü incelenebilir). Bununla birlikte, dünyada bulunan tüm bu kötülüklere bakıp, insanların ilerlemelerine hükmetmek doğru olmaz. Çünkü daha önce de (“Hatâlar” bölümünde) belirttiğimiz gibi esasen sergilenen / işlenen bu kusurlar ruh varlığının geriletmeye değil, ilerletmeye yönelik etmenlerdir. Hiçbir kusur yoktur ki, varlığı uyanmaya / uyanıklığa davet edecek bir sonuç doğurmuş olmasın. O halde, bir toplumun tekâmül etmekte olup olmadığını anlamak için; onun genel görünümünü, kadîm zamanlardaki durumuyla karşılaştırmak daha doğru bir iş olur.

Örneğin, kadîm zamanlardaki savaşları göz önüne getirelim: Her şeyden önce, o zamanların savaş nedenleri bugünküne oranla daha basit duygu ve düşüncelere dayanıyordu. Kadîm zamanların insanları, genellikle; zalim hükümdarların kaprisleri uğrunda birbirlerine girere ve hayvan sürüleri gibi şuursuzca boğuşurlardı. Bir hükümdarın gelip geçici bir arzusu ya da bireysel tutkuları birçok insanın birbiriyle boğuşmasına yeterli bir neden olabilirdi. Tarihi bilenler, bize bu konuda birçok örnek verebilir.

Günümüz savaşlarında ise, ne bir şefin bir kadına karşı olan aşkı, ne de bir padişahın can sıkıntısı, ne de şuursuzca başkalarının yurtlarını işgal hırsı insanlar arasında kolay kolay bir savaş nedeni olamıyor. Böyle bir küstahlık sergilenmiş olsa bile, hızla ve etkili bir şekilde cezasını görüyor. Bugünkü savaşları nedenlerini daha derin ve kapsamlı konularda arayabiliriz. Bu konular, uluslar ve toplumlar arasındaki anlaşmazlıklardan doğan; toplumsal, ekonomik ya da ideolojik bir takım gerginlikler şeklinde ortaya çıkıyor. İşte önceki ve şimdiki savaş nedenleri arasında görülen bu fark, yeniler hesabına önemli bir ilerleme sayılır.

Savaş ayıbımızın şekline gelince; günümüz savaşlarının daha vahşice cereyan etmekte olduğu kanısı yüzeysel bir görüşe dayanır. İyice dikkat edilirse; daha bol olan ezici ve öldürücü silahlara karşın, bugünkü savaşlarda eski savaşlardaki vahşetin olmadığı görülür. Birden bire paradoksal bir iddia sayılabilecek bu sözüm üzerinde biraz durmak gerek: 

Ben şu kanıya sahibim ki, günümüzde; bulunduğumuz yerden uzaklardaki binlerce insanı öldürmek üzere kapalı gözle atılan bombalar ve mermiler ortadan kaldırılarak iş, geçmişteki süngü muharebelerine dökülmüş olsaydı, bugünkü savaşçı insanları savaş alanlarında eskiler kadar şiddet göstermezlerdi. Bugün karşısındakinin gözünü ve kalbini hiçbir ürperme hissi duymaksızın süngüsünün ucu ile delebilecek vahşilik ve ilkellikteki kimseler henüz tamamıyla ortadan kalkmış olmamakla beraber, eski zamanlardakine oranla bir hayli azalmıştır denebilir.

Kadîm zamanların insanları savaşlarda karşısındakinin kalbini elleriyle parçalardı ve o, bundan belki de zevk bile duvardı. Bunun en iyi (ama en ürpertici) örneğini o zamanların gladyatörlerinde görüyoruz. Birbirini, binlerce izleyicinin gözleri önünde ve duydukları heyecanlar içinde parçalamak üzere karşı karşıya gelen enkarne ruh varlıkları bugün çok yumuşamış bir durumdadır. Günümüz insanı, savaşta öncekinden daha çok inansın ölümüne neden olduğu halde, kurbanlarının çoğundan haberi yoktur. O, bir bomba savurur, bomba nereye gider, ne yapar? Tüm bunlar onun için ayrı bir konudur ve bu konu adam ölmesinden çok, belirli bir amaca ulaşma hırsıyla ilgilidir. Eğer önündeki bir kolu hareket ettirmekle, belki binlerce insanın ölümüne neden olan bir muharibe süngüyü verirseniz bir kişiyi öldürmek için bile onun bir hayli heyecan geçirdiğini görürsünüz.

Vahşet doğrudan doğruya olayların kendisinde değildir; vahşi görünen olaylara karşı insan ruhunda beslenen sevgide ve ihtiraslardadır. İstemeyerek ve bilmeyerek bin kişiyi öldürmekten, istemeyerek ama bilerek bir kişiyi öldürmek daha vahşicedir. İstemeyerek ama bin kişiyi öldürmekten de, isteyerek ama bilmeyerek bir kişiyi öldürmek daha vahşicedir. İsteyerek ama bilmeyerek bin kişiyi öldürmekten ise, hem isteyerek hem de bilerek bir kişiyi öldürmek daha vahşicedir.

Yeni savaşların askerleri arasında belki gözü kapalı, bilmeden ve hatta belki de istemeden bir çok adam öldüren kimseler vardı. Fakat eski savaşçıların biricik savaş amaçlarını isteyerek ve bilerek adam öldürmek zevki oluştururdur.

Bugünkü savaşlarda teknik ruhu egemendir. Bir mühendis maroken koltuğunda otururken uçak planlarını, infilak maddelerine ait planları hazırlar. Fabrikalar bu planlara göre uçakları ve bombalarını yaparlar ve bu işte onbinlerce işçi çalışır. Bakılırsa, bunların hiçbiri adam öldürmez. Nihayet başkumandan olan subay belli bir alanın işgalini emreder, birçok subay harekete geçer ve buna bağlı olarak pilotlar uçaklarıyla havalanırlar ve belirli alanlar üzerinde havadan bombalarını bırakırlar. İşte tüm bu işlerin sonunda binlerce insan ölür. Burada öldürmek isteyen kimdir? Herkes ya da hiç kimse.

Bir kimsenin gözlerini yavaş yavaş oymak, uzaktan ve görmeden bir taş parçası atarak onun kafasını parçalamaktan daha çok vahşice bir iştir. Kadîm zamanların insanları düşmanlarının gözlerini parmaklarıyla oyarlarmış. Şimdikiler ise attıkları taş parçalarıyla insanların kafalarını patlatıyorlar…

Savaş sonrası işler bakımından da kadîm zamanlarla günümüz arasında büyük tekâmül farklılıkları var: Kadîm zamanlarda, savaş esirlerine yapılan işlemlerle bugünkü medeni devletlerin savaş esirlerine karşı sergiledikleri işlemler arasındaki farkı herkes bilir. Artık kadim zamanlarda olduğu gibi esirlerin gözleri oyularak, piramitlerin devasa taş yığınlarını onların sırtlarıyla göğe yükseltmek ve esirlere hayvanca tutum sergileme âdetlerini bugün insan toplumları nefret hissi duymadan düşünemez. Daha önceleri olduğu gibi galip ulusların yenilmişlere karşı sergilediği vahşice zulümler / işkenceler bugün çok az yerde kalmıştır. Hatta galiplerin yenilmişlere karşı savaş sonrası az çok yardım etmek için gösterdikleri gayretler de göz önüne alınırsa; dünyanın, kadim zamanlardaki durumuna oranla oldukça ileride olduğu kabul edilmek gerekir.  

Bununla birlikte unutulmamalıdır ki, tekâmül çok ağır seyreder ve insan, ne de olsa gene insandır. Onları hemen tekâmülün zirvesinde görmek, ne yazık ki henüz olası değildir. Bundan dolayı, onun bugünkü tekâmülü de, her şey gibi görecelidir. Kadîm ve şimdiki zamanların savaşlarını karşılaştırırken, bugünkü savaşları bir olgunluk eseri gibi göstermek istemediğimi ayrıca açıklamaya gerek görmüyorum. İdeal olgunluk bakımından düşünülürse, bugünkü savaşlarında bir vahşet örneği olduğuna kolayca hükmedebiliriz. Bu durumumuz, âlemimizin daha yüksek dünyalarını dolduran bizden daha olgun varlıkları arasında bizlerin ne kadar “geri” olduğumuzu gösterir. Bundan dolayı, yukarıdaki sözlerimiz tamamen görecelidir.

Toplum yaşamına bakarsak, beşeriyetin önceki zamanlardakine oranla tekâmül farklarını daha iyi görürüz. Kadîm zamanlardakine oranla bugün kişin ve ailenin hakları ve korunmaları daha güven altındadır. İnsanlar arasındaki yardım hareketleri günümüzde daha genişlemiş ve daha genişlemiş ve daha kurumsallaşmıştır. Yetim ve yardım evleri, aile hekimlikleri, poliklinikler, eğitim kurumları vb. medeni organizasyonlar insanların ıstıraplarından bir kısmını hafifletmekte ve onlara yardım ve avundurma kucağını açmaktadır.

Teknik yaşamda atılan adımlardan – birçoklarının kötü yollarda kullanılmasını görmezsek – öteki birçoklarının beşeriyete yaptığı iyilikleri görmemezlikten gelmek ve onların tekâmül olgusunun birer ürünü olduğunu kabul etmemek doğru olmaz.

Kadîm zamanlarda insanları süpürüp götüren salgın hastalıkların hemen hemen kaybolması, dünyanın birbirinden uzak iki ucundaki insanları birbirine yaklaştıran birçok ulaşım ve haberleşme araçlarının işlemeye başlaması, duygu ve fikirleri birleştirecek basın yaşamının oluşmuş olması kadîm ve yeni dünyaları arasındaki tekâmülü göstermeye yeterli kanıtlardandır.

Birkaç yüz yıl önce, okunacak bir kitaba ulaşmak büyük özverilerin sergilenmesini gerektirirdi. Kadîm zamanlarda ilim, sayıları sınırlı üstatların doğrudan doğruya kendi ağızlarından alınırdı. Birçok ilimsever, beceri kazanmak aşkıyla uzun ve yorucu yolculuklar yaparak, zaman ve güçlerinden bir çoğunu bu yolda harcamak zorunda kalırdı. Bugün ise, bilgi edinmek için ufak bir irade ve az bir gayret yetmektedir. Öğrenme araçları o kadar bollaşmıştır ki, insan ne yana dönse, orada bir bilgi kaynağının bolluğuyla karşılaşabilir. Bu kazanç, tekâmül olgusunun ne büyük bir belirişidir!

Önceki zamanlarda ölüme mahkûm edilen bir şeker hastası, bir veremli, bir kanserli ve hatta kudurmaya aday bir kimse karşısında artık doktorlar kollarını kavuşturup izleyici olmuyorlar. Bu durumda olanlara, gelmesi kaçınılmaz olan bir felaketi önleyebilmek olasıdır artık. Evladının, ana ve babasının, eşinin ya da bir yakınının ölümünü bekleyen bir kimseye bu gibi felaketlerden kurtulabilmek umudunu vererek avunduran keşiflerin bulunması bugünkü dünyanın tekamülü lehine kaydedilecek durumlardandır.

Hâlâ birçok yerde olduğu gibi, hesapsız ve yersiz gelen bir sel ya da tufan felaketinin çok yerlerde önlenmiş ve bu yüzden kazazeleler kurtarılmış harabeler giderilmiştir. Benzer şekilde  fizik ve kimya ilimlerinde, özellikle de son yüzyılda görülen gelişmeler ve teknolojideki ilerlemeler kimsenin görmemezlikten gelemeyeceği gerçeklerdir.

Bazen denir ki, belki kadim zamanların insanları bilgi konusunda, bugünkünden daha ileride bulunuyordu. Bu iddiayı desteklemek için de o zamanlarla ilgili şurada, burada yer altından çıkarılan bakır teller ve pişmiş tuğlalar öne sürülebilir. Yeraltından çıkarılmış tüm buluntulara karşın, geçmiş insan zamanlarının maddesel bilgi hakkında bugünkü bizlerden ileride olduklarını iddia etmek esassız bir teori olur. Hatta maddesel bilgileri göz ardı ederek, fikir ve güzel sanatlar alanında da aynı şeyi düşünürsek, hata etmiş olmayız. İddia olunabilir ki, beşeri bilgi şimdiye kadar, hiçbir zaman bugünkü kadar kapsamlı bir hal almamıştır. Ne ilim, ne de sanat tarihinde bunun aksini gösterecek güçlü bir kanıt yoktur. Dünya şimdilik en olgun devrinde yaşıyor. O, bu olgunluğa yüzyıllardan beri süregelen; bazen maddi, bazen manevi yollardaki çalışmalarla gelebilmiştir. Bu arada, kuşku edilmemelidir ki; insanın bugünkü gelişmişlik düzeyini tutturmuş olmasında en esaslı etmen maddesel bilgi olmuştur.

Başka Dünyalarda Tekâmül
Camile Flammarion’un, eserlerinde Mars Gezegeni’nin ilerideki ve daha gelişmiş meskenimiz olduğuyla ilgili ileri sürdüğü fikirleri aynen kabul etmemekle birlikte, bir gerçeğin var olduğunu doğrularız. Tüm evrenlerde bir zerre bile olmayan dünyamız canlılarının biricik meskeni değildir. Bu fikirde olmayanların hiçbir tartışmaya gerek kalmadan, sadece evrenler hakkındaki görüşleri esas tutarak düşünmeleri, gerçeği görmelerine yeter. Evrenlerde her yer meskûndur, oturulabilir / yaşanabilir durumdadır. Tek başına ruh düşünülemeyeceği gibi, tek başına maddenin de düşünülemeyeceğiyle ilgili daha önce söylenmiş sözler bu iddianın en akla yakın açıklamasını yapmaya yeterlidir. Üstad, “Tüm evrenler varlıklarla doludur.” diyor. 

Sadece dünyanın yaşanabilir bir yer olabileceğiyle ilgili beşerde oluşan yanlış kanının çok çeşitli nedenleri vardır. Ayrıca bunları ayrı ayrı açık açık anlatmanın da bir yararı yoktur. Burada sadece şu noktaya açıklık getirmek yeterlidir: İnsanların kötü bir alışkanlığı vardır. Kötü olmakla birlikte doğal görünmesi gereken bu alışkanlık insanın, her olayı ancak kendi bakış açısından görmesi ve gördüğü gibi olmasını istemesidir. Bunun dışındaki realiteler insanın hoşuna gitmez ve sert, katı gelir. Bundan dolayı, başa dünyalarda varlıkların olup olmadığını düşünürken, insan; her şeyden önce, kendi dünyasındaki doğal koşullarla, kendi maddesel varlığının o koşullar karşısındaki durumunu göz önünde tutar. Ona göre canlı bir varlığın yaşaması için belirli bir sıcaklığa gerek vardır. Onun sınırını ne aşağıdan ne de yukarıdan aşmak gerek. Hava basıncı, ortamın ısısı, su ve hava gereksinimleri gibi konularda hep aynı düşünce egemendir. İnsan bu kabullenmeye o kadar sıkı sıkıya bağlanmıştır ki, bu kabullenmesi dışındaki herhangi bir gerçekliği aklına bile getirmek istemez. Örneğin, ayda su yoktur, bir varlık susuz nasıl yaşar? Onun bu hükmü vermesi çok kolay olur. Ayrıca bu yargının aynı kabullenişe aynı tutuculukla bağlı başka kimseler tarafından kabul edilmesi de o kadar kolay olur. Benzer şekilde de güneş hakkında da başka bir yandan aynı şekilde akıl yürütülür: güneş ateşten bir küredir ve ateşin içinde kim yaşayabilir? Elbette, böyle bir iddianın karşısında itiraz etmek kimsenin aklından geçmez.
Tek yanlı hükümlerden sakınmak her zaman iyidir. Bu güzel ve güvenli tutum ise, olayları etraflıca inceledikten sonra, iyice düşünmekle olasıdır. Bizim, dünyadaki maddesel yaşamımız nedir? bu sorunun yanıtı iyi verilirse “olamaz” gibi görünen yukarıdaki konuların doğal olanakları ortaya çıkar. İnsanın dünyadaki maddesel varlığı; ruhun, maddeleri kullanması şeklinde ortaya çıkar. Bedeni oluşturan elemanlar bu dünyanın maddelerindendir. Su, hava, gıda vb. doğal koşullara olan gereksinimimiz bundan dolayı ortadadır. Acaba dünyanın maddelerini beden olarak kullanan bir ruh varlığı ayın ya da güneşin maddelerini de aynı şekilde kullanamaz mı? eğer oradaki maddeleri kullanırsa, o maddelerin de dünyamızdaki doğal koşullar altında mı kendini ortaya çıkarmaları gerekir? Kaldı ki, ruhun bir araç olarak kullanabilmesine, dünyamızın maddeleri, başka dünyalarını maddelerinden daha az elverişlidir ve onun içindir ki dünyamıza “geri bir dünya” diyoruz. Bu kadar “geri” durumdaki maddeleri, kendi doğalarına uzak bulunmasına karşın, kullanmak olanağına sahip olan ruhlar, yüksek doğalarına görece yakın, daha “yüksek” maddeleri beden halinde birer araç yapmayı neden başaramasınlar?

Yalnız şu var ki, âdemci ve maddeci bir göz ile bu şekilde akıl yürütmek olası değildir. Ruhu (yani, aslında kendi aslını / özünü) tanımamazlıktan ya da görmemezlikten gelen, yaşamı sadece maddesel değerlerde arayan düşünce sahipleri, yaşamın yalnız bu dünya maddelerine özgü olduğunu iddia ederlerse, buna karşı bir diteceğimiz kalmaz. Ancak bu iddianın değer kazanabilmesi için âdemci maddeci okulun esas ilkelerinde davasını kazanmış olması gerekir ki, onun bunda asla başarılı olamayacağının nedenlerini daha önce yazmıştık. (*)

Isı, ateş, su vb. bizce değeri, bunların dünyadaki fizik bedenimizle olan ilişkisi bakımından söz konusu olabilir. Ruhun perispirisi (ayrıntı bilgi için bkz. RUH ve KÂİNAT, sayfalar 173,175,491) bu dünyanın maddelerinden tamamıyla soyutlanmış durumdayken; ne ateşten ne sudan ne de dünyanın herhangi bir maddesinden etkilenmez. Perispirinin bunlardan etkilenmesi, ancak dünya maddelerine bağlandığı oranda olası duruma gelir ki, bu da enkarnasyon ya da materyalizasyon olaylarında görülür (“materyalizasyon” konusunda ayrıntılar için bkz. RUH ve KÂİNAT sayfalar 618-634) Bundan başka burada etkili olan, doğrudan doğruya ruh varlığı değildir; ruhun doğal koşullar altında iradesini kullanarak dünya maddeleriyle ilişkilendirildiği perispirisiyle olan tavrıdır ki ruhta durgunluk uyandırır.

Dünyada ateş insanı yakarsa da, yanan ruh değildir, dünyanın maddelerinden kurulmuş olan bedendir ve bundan doğan duygular da maddelere bağlı perispiri titreşimlerinin ruha aksetmesinden ileri gelmiştir. Bu durum, ruhun enkarne olmak istediği her dünyadaki maddeler hakkında geçerlidir. Dünyada yanacak maddeler vardır ve ruhlar da bedenlerini bunlardan kurmuştur, bu nedenle yanarlar. Oysa ki güneşte, yanacak madde belki de hiç yoktur, ya da tüm maddeler yanar durumdadır. Orada ruhlar da bedenlerini bu maddelerle kurdukları için onlar hakkında yanmak bizdeki gibi söz konusu olamaz. Hatta belki de oradaki maddelerin doğaları ruhsal cevherlerinkine, görece daha yakın olduğundan, o dünyalarda bedenlenen ruhlar, bizimkilerde bulunan ruhlardan daha rahat ve uygun bir durumda yaşar. Bu fikri Üstad, açık bir şekilde doğruluyor: “Dünyanızdaki koşullarda değil, fakat tamamen başka koşullarda bedenli ruhlar bulunmaktadır.” Artık bunlara “bedenli” demek, elbette ki doğru olmaz.

Esasen, madde be spatyom (ahiret) konuları incelenirken (bkz. Ruh ve Kainat, sayfa 225) görülmüştür ki, kızgın güneşimizden çıkan enerji süper fizik maddelerden doğan enerjinin yanında pek sönük kalır. Eğer biz bugünkü maddesel durumumuzla, mümkün olsa da; spatyomun, hatta en alçak (titreşimli) bölgelerine girebilsek, bir anda eriyip gideriz. Dört buut konusunda medyomun uğradığı tehlikeli durumla ilgili yazılmış olan örnek, bu konuda da gözden geçirilebilir. Oysa ki sadece perisprileriyle kalan ve bu etkileme (tesir) araçlarını oradaki maddelerle ayarlanmış bulunan ruhlar sadece o maddelerden zarar görmekle kalmıyor, aynı zamanda; derecelerine göre, spatyomın yüksek titreşimli bölgelerinde büyük bir huzur ve mutluluk içinde yaşıyorlar. Bir kez daha yineliyorum ki, bu yerler bizim maddesel durumumuz karşısında korkunç olan en şiddetli güneşlerimiz bile barınamayacağı kadar yakıcıdır.

Her yerde olduğu gibi, burada da uyum konusu çıkıyor karşımıza: Güneşe doğrudan bakamamaklığımız, onu yaydığı titreşimlere, gözümüzün kabul edebileceği titreşimler arasındaki uygunsuzluktan ileri gelir. Eğer bu organımızın alabileceği titreşimlerin sınırını yeterli derecede genişletebilirsek, gözümüz kamaşmadan güneşe pekâla doğrudan bakabiliriz. Bu “kamaşma” durumu bir uyumsuzluğun ifadesidir ve ruhun bağlı bulunduğu araçlarla uygunsuzluk gösteren her titreşimin karşısında duyulur. Bizim spatyoma gönderdiğimiz medyomların, “Müthiş bir ışık tufanı içindeyim. Tüm vücudum kamaşıyor, dayanamıyorum. Beni buradan indiriniz.” gibi yalvarmalarına sık sık rasgeldik. Bununla birlikte, bu medyumların bedenleri dünyamızda ve kamaşma ile ilgisi bulunmayan doğa oda koşulları içinde bulunuyordu.

Bu demektir ki, ruhun kullandığı etkileme (tesir) aracı hangi koşullara uyum sağlamış bir bedene bağlı bulunuyorsa, ancak o bedenin bağlı olduğu dünyada onun yaşaması olasıdır. Üstad bu konuda “Her ortamda, o ortama uygun varlıklar yaşar.” Bu kuralın dışında çıkılınca, yerine göre; ya sırasıyla kamaşma ve yanma, ya da uyuşma ve donma duyguları şeklindeki doğanın uyarusu insana o ortam ile kaynaşmamış olduğunu bildirir.

Dünyamızda enkarne olacak ruhların önce perisprilerini spatyomda yoğunlaştırmak zorunda kaldıklarını daha önce belirtmiştik. (bkz. “enkarnasyon” bölümü: RUH ve KÂİNAT, sayfa 307) Her dünyada ruhlar enkarne durumdadır. Ruhların enkarne olduğu maddeler o dünyaların doğal koşullarına uygundur. Bu nedenden dolayı herhangi bir dünyada enkarne (doğmuş / bedenlenmiş) ruhların izleyecekleri tekâmül yollarını da o dünyadaki maddesel koşulların gerekliliklerine doğal olarak uygun olacaktır. Bu sözlerle demek istediğimiz şudur:

Dünyamızda bitki, hayvan ve insan sırasıyla ortaya çıkan tekamül olgusu, ruhların tamamlamaları / kat etmeleri için izleyecekleri biricik yol değildir. bu yol sayısız tekamül yollarından ancak bir tanesidir. Bunlardan herhangi bir tekâmül yolunu tutmuş olan ruhlar, artık hep o yolda gelişip giden tekâmül dizisini izlerler ve ancak bu dizideki maddesel varlıklara uygun durumlardaki dünyalarda enkarne olurlar.

Oysa ki üç buutlu âlemlerden söz ederken, söylenilen sözlere göre, bu alemlerdeki oluş olanaklarının bize oranla söz konusu yok gibidir. Her dünyanın kendine özgü doğal koşulları vardır. Aşağı yukarı ortak doğal koşullara sahip dünyalar olduğu gibi, bu konuda birbirinden tamamen ayrılanlar da vardır. Buna göre, aynı gruptaki dünyalarda ağır ağır tekâmül eden bir diziye, örneğin; bitki–hayvan-insan dizisi hâlindeki varlıklara karşılık, başka gruptaki dünyalarda bambaşka varlıklar dizisinde yükselişler olur. Tüm bu dizilerde tekâmüllerini sürdüren varlıklar belirli bir tekâmül aşamasında yeniden buluşmak üzere, üç buutlu alemde birbirinden ayrı yollarda yürürler.

Örneğin, yıldızlar arasında ortamda, doğal koşulları dünyamızdaki koşulları dünyamızdaki koşullara uyanlar vardır ki, bunlardan birisi Mars Gezegeni’dir. Bundan dolayı bu gezegende bulunan bulunan varlıkların bitki – hayvan – insan dizisinde tekâmül eden ruhlar olması doğaldır. Nasıl ki Üstad bu konuda şunları söylüyor:

“Mars’taki enkarne varlıkların sizlere kısmen benzerliği vardır. Oradaki varlıklar sizlere oranla biraz daha ileridedirler. Sizin bugünkü yürüyüşünüzle, oradaki varlıkların tekâmül düzeylerine varabilmemizi yıl ölçüsü ile göstermekte isabet olamaz. Oradaki varlıklar arasında yükseliş oranı koşullar arasındaki farkla ilgilidir. Orada maneviyat daha değerlidir. Onların şekline gelince; Mars’taki varlıklar da dünyadakileri andırırsa da oradaki koşulların başkalığı değişik noktalarda farklılıkları oluşturmuştur. Onların altı duyuları vardır. altıncı duyuları uzaktan birbiriyle görüşmeye yarar. Oradaki varlıkların da çevreye uyumlanmış yüce ve bayağı olanları vardır. Mars’ın koşulları ile sizin dünyanızdaki koşullar arasındaki az çok benzerlik dolayısıyla, oranın varlıkları arasında da sağlık ve hastalık durumları söz konusudur. Oradakilerin ömürleri konusunda ortalama ya da yaklaşık olarak bile konuşmanın bir yararı yoktur. Oradaki ortalama ömrün onların yılıyla 25-30 yıl olduğunu söyleyebilirim. Mars’taki varlıklar dünyamızdaki insanlar hakkında az çok bilgi edinmiş durumdadırlar.”

Bu sözlerden anlıyoruz ki, Mars’ın; dünyamızdakinden daha “yüksek” ya da uygun doğal koşullara sahip bulunması, orada bizdekilerden daha “yüksek” varlıkların yaşamasına olanak sağlamıştır.

Aydaki koşullar da aşağı yukarı dünyamızın grubundaki doğal koşullara uygundur. Bu nedenle, orada da bizlere benzer varlıklar yaşar. Fakat bu iki uzaysal obje arasında var olan doğal koşul farkları, orada yaşayan varlıkların bizlerden biraz daha “yüksek” bir durumda olmalarını kolaylaştırmıştır. Bu konuda Üstad diyor ki;
“Aydaki varlıkların, sizin dünyanızdakilere oranlar daha genç olmalarını zorunlu bir durummuş gibi betimlemeniz doğru olmaz (1) Fakat Ay’daki varlıkların dünyamızdakilerden daha genç olmadığını biliniz. Aydaki varlıkların izledikleri tekâmül yolları konusunda dünyamıza oranla çok büyük fark yoktur. Bununla birlikte, bugünkü durum sürdükçe, farklar ortaya çıkmaktadır (2).”

Fakat gene güneş sistemimize ait olduğu halde, doğal koşulları dünyamızdakilerden oldukça farklı dünyalar vardır ki, oralardaki varlıklar bizdekilerden bambaşka maddesel durumlarda ortaya çıkmış bulunmaktadırlar.  Bunların başında güneş gelir. Burada materyalizme olan ruhlarda; bitkilere, hayvanlara, insanlara özgü nitelikler yoktur. Fakat bunların insanlık aşamasından geçmediklerine bakarak, oradaki varlıkların bizlerden “geri” olduğuna hükmedemeyiz. Üstadımızın bu konuda verdiği şu bilgi ve yaklaşımımızı açıklar:
“Güneşte yaşayan bedenliler ; bitki, hayvan ve insanlardan hiçbirisi değildir. Bunların; bitki, hayvan ve insanlardan daha geri olması da söz konusu olamaz. İnsan ancak sizin âleminizde ve ona benzer âlemlerde en yüksek derecededir. Başka âlemlerdeki varlıklar insan olarak kabul edilmez.”

Bu bölümün başında Camille Flammarion’un sözüne her noktasına katılacağımızı belirtmiştik. Gerçekte, Mars’ın da öteki uzaysal objeler gibi yaşanabilir / oturulabilir olduğunu kabul etmekle beraber, oradakilerin; bitki, hayvan ve insan aşamalarında tekâmül ettiklerini de öğrenmiş bulunuyoruz. Gerek bu yıldızın, gerek Mars Gezegeni’nin doğal koşullardaki fazla değişiklik oralardaki ruhların beden oluşumlarında da bizimkilerden ayrı görünümlerin ortaya çıkması sonucu doğal olarak doğmuş olacaktır. Nasıl ki, Üstad’ın açıklamaları da bu yöndedir:

“Mars ve Venüs’teki varlıklar; bitki, hayvan, insan şeklinde değildir. Bunlardan başka bir şeydir. Bunların, dünyamızdaki varlıklara oranla olgunluk dereceleri biraz daha ileridir. Bundan dolayı dünyamızdaki olgunluk derecesini tamamladıktan sonra; Mars, ruhlar için bir sonraki maddesel ortam olamaz.”

Üç buutlu evrende ruhların tekâmül yolları başka başkadır ve her yolu hazırlayan maddesel ortamların özellikleri de çeşitlilik bu ayrılıkları ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte, tüm ruhların amacı/hedefi bir olduğu için, böyle farklı yollarda yürümekle beraber, ruhlar arasındaki ilişkiler ebedi olarak kesintiye uğramış değildir. Hatta maddesel dünyalarda bile onlar tekâmülleri oranında birbirinden haberdar olurlar. Üstad’ın aşağıdaki sözlerini bunu gösteriyor.

“Jüpiter ve Satürn’deki varlıkların sizin dünyanız hakkında, sizin onlar hakkındaki bilginizden daha çok bilgileri vardır. Onların bu konuda kullandıkları araçların bir kısmı ruhsal, bir kısmı fizikseldir.”

Bazı ruhu olmayan cisimler de vardır ki, oradaki varlıklar dünyamızdakilerden daha geri koşullar altında yaşarlar. Örneğin astronomların belirttiklerine göre, güneşten yaklaşık yüz milyon fersah(*) uzakta bulunan ve Mars ile Jüpiter arasındaki gezegenler bu durumdadır. Bunlar hakkında Üstad şunları söylüyor:
“Bu uzaysal objelerin tamamı gezegenlerin oluşumunda egemen olan yasalar kapsamında ortaya çıkmış binlerce küçük gök cismidir. Bu küçük cisimlerdeki varlıklar sizin dünyanızdaki koşullara oranla daha geri koşullar altındadır.”

Dünyamızdaki Zor Yaşam Koşulları Tekâmülün Bir Zorunluluğudur.
Günümüze kadarki beşeri yaşamı incelediğimizde; onun, doğru düzgün ve hep ileriye doğru tekamül etmiş olduğunu görürüz. Daha uzun yıllar sürüp gidecek olan bünyesindeki yırtıcılık hislerinin ortaya çıkmamalarına rağmen, bugünkü beşeriyeti 2000yıl önceki beşeriyetle karşılaştırınca, aradaki büyük tekâmül farkı görmemezlikten gelinemez. Bununla beraber yaşam çekişmecesi dünyamızda daha çok uzun zaman, belki en değerli bir tekâmül aracı olarak kalacaktır.
İnsanların sürekli tekâmül durumunda bulunduklarını kabul etmek için, bugün onları birer melek gibi görmek istemek; dünyanın belirli bir hedefe, tekâmül amacına doğru kurulmuş yaşam koşullarını tanımamak olur. Çünkü bu koşullar insanın yaşam çekişmecesine atılmasında özendirici, hatta zorlayıcı gereklilikleri içerir. Ruh varlığının buna olan gereksinimi kendisini bu dünyaya çekmiştir. O halde dünyamızda birçok bin yıl; örümsek sineği, eşek arısı, bal arısını ve büyük balık da küçük balığı yemeği sürdürecektir. Her ne kadar görece bir tekâmül düzeyine ulaşmış olsa bile, insanda bu yasanın buyruklarının dışında kalamaz. O da yaşamak için mutlaka koyunu boğazlayacak ve az çok sert tutumlarla hemcinsleri arasında birçok mücadelelerde bulunacaktır. Bunun aksini istemek, ideal olgunluğa ulaşmak arzusu bakımından; hiç kuşkusuz, ululamaya değer bir hareket olmakla beraber, dünyamızın realitelerinden uzaklaşmış bir hareket sayılır ve gerçekleşemez.

Sezgilerimize göre, genel tekâmül yasasının şu madde yazılıdır: Ruhlar yükselmek için görgü ve deneyim yaşamı geçirecektir. Görgü ve deneyim yaşamı uyuşukluk içinde geçmez. O, tam tersine; içinde her türden etkinliğin bulunduğu bir alanda cereyan eder. Bizim kafamızda doğan iyilik kötülük kavramları o alanda aynı değerde yer tutar. Istıraplar, sıkıntılar, ölümler ve tüm felaketler bu görgü ve deneyim yaşamının birimleri arasında, hoşumuza giden öteki olaylar kadar, hatta onlardan daha önemli ve gerekli birer tekâmül elemanıdır.

Dünyamızın kapıları her duyguyu taşıyan en yontulmaya muhtaç olan tüm yaratıklara açıktır. Kan, ölüm ve cinayetten ders almak gereksinimi içinde bulunan bir ruh varlığı bizim dünyamız gibi tekamül ortamlarını arar. Yaşam koşulları arasında bu işlere en çok yer ayıran dünyalardan biri de, ne yazık ki üzerinde bulunduğumuz bu gezegendir. Buraya enkarne olan bir ruh varlığının tüm bu gerekliliklerden yararlanmaya hakkı vardır. Bir örümcek bir sineği yemekten men edilemez. Örümcek türü dünyadan kalkıncaya kadar onun bu hakkını kimse ondan kaldıramaz. Örümcek âleminin bu hakları dünyanın öteki alemlerinde başka başka ortaya çıkar. Bu âlemler yükseldikçe, ideal hedefe yaklaşmak ve onlara yaklaştıkça da bu dünya ile olan sıkı bağları çözmek ruhlar için giderek kolaylaşır.

Dünyamız, başka dünyalar gibi, bir takım doğa yasalarıyla ortaya çıkmış maddesel bir varlıktır. Bu maddesel varlığın var oluşunun nedeni, belirli bir tekâmül merhalesinde bulunan ruhlara; bir süre için görgü ve deneyim alanı / aracı olmasındandır. Bundan dolayı burada ruh varlığının tekâmülü ancak olaylarla karşılaşarak, onlar içinde yoğrularak sürüp gider.  Bu olaylar içine girmek gereğini spatyomda görüp dünyaya “inmiş” bir ruh varlığı için onlardan kaçmak tekâmül yasasına uygun düşmez.

Özellikle maddelerden tiksinme duygusunu besleyen ifrada kaçmış ruhçu yaklaşımların tekamülü geciktirici olmaları bakımından oldukça tehlikeli bir yola sapmış bulundukları kanaatini taşıyoruz. Eğer tekâmülün amacı maddeden çekinme ve nefret olsaydı, bunun en iyi çaresi, ruh varlığının maddesel evrene girmemiş bulunması olurdu. Bu da ruhların yaratılışta yer tutmalarına bozukluk / alçaklık getirmezdi. O halde ruhların maddeler evrenine girmekle izledikleri daha yüksek ve daha derin amaçları bulunmaktadır.

-------------------------------------------------
(*) Ruh ve Kainat, Cilt 2, sayfalar 421-428 
(*) RUH ve KAİNAT, Cilt 2, sayfa 444     
(1)      Bu konuda Üstad’a şöyle sormuştuk: Aydaki enkarne varlıkların bize oranla daha genç olmaları gerekir mi, gerekirse, bizim onlardan daha tekamül etmiş olmamız gerekmez mi?
(2)      Üstad planındakilerden başka bir kaynaktan Ay’daki yaşamla ilgili bazı açıklamalar almıştık. bunların doğruluğu konusunda hiçbir garantiye sahip değiliz. Bununla birlikte bu açıklamalarda bazı ilginç noktalar gördüğümüz için ve aynı zamanda onların doğruluğu hakkında kesin kanıtlara sahip olmadığımız için, her türlü gelecekle ilgili kayda uyarak, onları metin dışı şekilde dipnot olarak sunmaya karar verdik. (Söz konusu “açıklamalar ve süjenin / medyomun izlenimleriyle ilgili olarak bkz. RUH ve KÂİNAT, sayfa 465+466).
(*) Fersah: yaklaşık 12000 adım





(*) Materyalizmin bu konudaki durumuyla ilgili olarak bkz. RUH VE KAİNAT, Dr. Bedri RUHSELMAN, sayfalar 29,426. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder