MUCİZE
NEDİR?
Hazırlayan : SELMAN GERÇEKSEVER
İçinde yaşadığımız âlem, imkânlar âlemidir; eski
dilde buna “âlem-i mümkünat” denir. Yani öyle bir ortam içindeyiz ki,
burada akla gelen ya da gelmeyen her şey olabilir. Bir örnek, bir ibret olmak
üzere; bir numune, bir deneme olsun diye her şey burada. Fakat kimi zaman öyle
olaylar da olur ki, onları açıklamakta acze düşeriz, bir türlü akıl
erdiremeyiz; ne aklımız alır, ne de mantığımız. Öyle bir olaydır ki bu görme,
tatma, dokunma, işitme, koklama gibi beş duyumuza hitap etmez, cihazlarımızla
da ölçüp, tartamayız. Aklımız gibi duyularımızda şaşkınlık ve acz
içerisindedir. Bu acizlik duygusunu kimi zaman korku, imi zaman hayranlık ve
kimi zaman da mistik heyecanlar da eşlik edebilir, en aymazlarımızda dudak büküp
geçer.
Köşeye sıkıştığımızı hissederiz, olay bütün
gerçekliğiyle karşımızdadır; ama öyle unsurlar içerir ki, bilgi dağarcımızda ki
malzemelerle onu bir çerçeveye yerleştiremeyiz. Sıkıştığınız köşede etrafınıza
baktığınızda, gördüğünüz şeylere de benzemez. Önceden tanıdığınız, bildiğiniz
olaylarla ve şeylerle bir ortak yön ararsınız; bulamazsınız. Ne nispet, ne
benzeyiş vardır. Ama bir şeyleri, olayları, eşyaları ve varlıkları, başka bir
şeye benzeterek idrak etmeyi biliriz. Rölatiflik, nispilik, görecelik âlemidir
bizimi. Güçlü heyecanın beraberinde bir telaş sarar her yanımızı ve aczimizi
gizlemeye çalışırız çoğu zaman…
Biz, bir’den sonra iki’nin;A’dan sonra B’nin
geldiğini biliriz;biz, iki kere ikinin dör ettiğini, demir’in pamuktan ağır
olduğunu, görmek için fiziksel göze, duymak için fiziksel kulağa ihtiyaç
olduğunu sanırız. Duyular dışı algılamalarımız(DDA) da olduğu öğretilmemiştir
okullarda! Materyalist bilgiler dışında cereyan eden olaylar bizi acze ve
şaşkınlığa düşürür.
Biz, olayların sebep-sonuç zincirleri ile
birbirine bağlı olmasına alışmışızdır. Şunun sebebi şudur; bu sonuç şu sebepten
dolayı ortaya çıkmıştır deriz. Her türlü olayı ve eşyayı deterministik yasalar
ile kavrar ve normal kabul ederiz. Deterministik bir işleyişin, sebep-sonuç
yasasının, kozalitenin(sebeplilik), illiyet prensibinin dışında cereyan eden
her olay bizi acze düşürür ve ürkütü. Bunlara “mucize” deriz. O halde
mucizeye, bizi acze düşeren olaylardır, diyebiliriz.
Bildiğimizin dışında olan ve içinde bulunduğumuz
sistemin yasalarına uymayan fenomenleri bir mucize kabul ederiz. Mucize
örnekleri sayılmayacak kadar çoktur. Peygamberler ve velilerle ilgili mucize ve
keram örneklerini sonra vermek üzere, şimdi aşağıda belirtilen ve çok kimsenin
tanık olduğu “olağanüstü” sayılan fenomenleri gözden geçirelim:
Sıra Dışı Düşündürücü
Olaylar
Günümüz
ileri teknolojisi, ileri bilim, madde hudutlarının dışına taşamadığı için,
mucizeleri çözmekten acizdir. Örneğin, ömründe hiç lisan bilmeyen bir medyumun,
hem de orta çağ Fransızcasıyla, Eski Mısır dilini konuşmasını; keza başka bir
medyumun, sağ elliyle ayrı, sol eliyle ayrı tebliğler yazmasını; hatta yazıyı,
aynadan düzgün okunacak şekilde tersten, aşağıdan yukarıya yazmasını, bugünkü
bilim çözemez. Kavrayamaz…
Deneysel Ruhçuluk literatüründe öylesine ruhsal
olaylar vardır, bir türlü maddesel görüşün dışına çıkmak isteyen ilim, ya
bunları inkârla yetinir. Yahut buna gücü yetmezse, “mucizevî bir olay”; daha
da olmadı, “tesadüf” deyip geçer…
Deneysel Ruhçuluğu bilenler için, yüksek
ruhların maddeye hükmederek, pek çok metaryalizasyon olayları oluşturduklarıyla
ilgili örnekler konunun literatüründedir. Bunlarla ve demateryalizasyonla
ilgili birkaç olayı, bu amaçla sunalım:
1937 yılı Fransa’sında, Loire’da, Parniére
isimli, küçük bir kasaba vardır. Meşhur Marie Joséephe Olayı, bu kasabada
cereyan etmiştir. Olayı birçok gazeteler La Revue Spirite Dergisi de
yayınlamıştır.
Bu küçük kasabada Focher
Ailesinin, 11 yaşındaki çocuğundan sonra, 8 yaşında ki küçük kızı Marie Joséphe,
akçiğer iltihabından ölmüştü. Küçük kızın ölümü, ailesini üzdüğü kadar,
çevresini de üzmüştü. Çünkü çok sevilirdi. Geriye, anne-babayla büyükanne ve
baba, bir de iki aylık bir ikiz çocukları kalmıştı. Herkesin gözleri yaşlıydı…
Mucize olay, cesedin
gömülmesinden sonra, hemen ertesi gün başlamıştı.
B12
Çocuk, hastalığı
süresince bir kuş tüyü yastığında yatmıştı ve ailesinin bütün ısrarlarına
rağmen, bu kuş tüyü yastıktan bir türlü ayrılmamıştı. Bu yastıkta yatarken de
ölmüştü.
Defin töreninden sonra,
bu kuş tüyü yastığın içini boşaltmak istediler. Bütün olağanüstülükler de bu
boşaltma işleminden sonra başlamıştı: Önce yastığın çok ağırlaştığı ve
yumuşaklığını kaybettiğini anladılar. Hemen yastığın bir köşesini söküp
merakların gidermek istediler: yastıktan, tüy yerine, tüylerden yapılmış, taç
şeklinde, harikulade bir gül demeti çıkıverdi. İnsan eliyle yapılmasına olanak
olmayan bir gül demetiydi bu.
Haber çevreye hemen
yayılmış ve kısa bir sürede bu güller, 20.000 kişi görmüştü. Her taraftan akın
akın meraklı ziyaretçiler gelmişti! Kuş tüyünden yapılmış olmalarına rağmen,
dalından yeni kopmuşçasına taze ve dipdiri duran bu gül demetini, tam 33 adet
gül oluşturmuştu. Çocuk ta hastalığının 33. günü ölmüştü!
Focher Ailesinin çok
yakın ve zengin iki dostu, bu güllerden birer tane alıp, ok sağlam kapalı birer
camlı kutuya koymuşlardı. Bunlardan biri o yerin en büyük mülkiye amiriydi.
Güllerin kutuya kapatıldıktan ertesi günü bu tek gül 8 adet oluvermişti! Öteki
şahıs ise bir barondu. Bu tanınmış baron dostun kapalı camlı kutuya kapattığı
tak gülü de, ertesi günü, tam 22 taneydi!
Bu harikulade güllerin
incelenmesi, görülüp değerlendirilmesi için, büyük şehirlerden, en usta kişiler
çağrılmıştı… Hepside bunları insan eliyle yapılmasına imkân olmadığını
söylemişti.
Bu güzellerin güzeli
güllerin şaşası yanında sönük kalmış diğer olay da şuydu: Salonda iki büyük
duvar saati vardı. Çocuğun öldüğü saatte, bu iki duvar saati de durmuştu!
Marie Joséphel’in kendi
kolların da öldüğü söylenen doktorunsa, bu mucizeli ölüm için şunları
söylemişti: “Ben şimdiye kadar asla böyle bir ölüm görmedim. Marie Joséphe
gülerek ve kendisini karşılamağa gelmiş, bizim görmediğimiz varlıklarla
konuşarak, sanki sevinçle koşan bir çocuk gibi öldü. Ben burada, herkesin
bildiği can çekişme halini hiç görmedim.”
İşte Marie Joséphe
mucizesi, özet olarak budur.
Tahta Heykel
İspanya’da, 1914 yılında
olmuş bir başka mucize şudur:
İspanya’da Standander
yöresinde, olaydan yaklaşık 200 yıl önce dikilmiş ve tahtadan yapılmış bir İsa
heykeli vardı. Bu basit heykelin boyu 1.70m. dir. Heykel 1914 yılına kadar
alelade tahtadan yapılmışlığını korumuştu. Fakat günün birinde, Antonie Lopez
isminde bir rahip gelip heykelin karşısında durmuştu. Heykele bakarken,
birdenbire büyük bir korkuya kapılmıştı. Çünkü tahta heykelin açık duran
gözleri, yavaş yavaş kapanmıştı!
Haber hızla çevreye
yayılmıştı; İspanya dışından da gelenler tam15.000 kişi, bu heykeli ziyaret
etmişti! Bu ziyaretçiler arasında her meslekten, her çevreden kimseler vardı…
Heykel, tamamıyla canlı bir insan gibi, herkesin gözleri önünde, gözlerini
oynatıyor; göz kapaklarını açıp kapatıyor; dudaklarını hareket ettiriyor;
adalelerini geriyor, gevşetiyor; nefes alıyordu! Bu mucize olay birkaç yıl
sürdü… Hitler Almanyası zamanında, bu olaydan, bütün ayrıntılarıyla ve
belgelerle, Zeitschrift für Seelenleben Dergisi, uzun uzun söz etmişti.
Bu olaydan ayrıca söz
eden Profesör Leopold Guenther şyle diyordu: “Ne yazık ki, bu kadar garip ve
şayanı hayret olan bu olayı, oraya giderek, onu gören bu kadar bilgin kişinin
aklına, onu fotoğraf veya filmle saptamak ve onu bilimsel bir konu yapmak fikri
gelmemiştir.”
“Bednsiz” Doktorun Ameliyatı
Bir başka mucizevî olay, Sao Pablo’da geçen,
bir ruhsal ameliyattır:
Büyük salonda bulunan 40
kişiden, çoğunluğu hekimdir. Her türlü hileye karşı, akla gelebilen her türlü
önlem alınmış; kapılar, pencereler sıkı sıkıya kapatılmış, kilitlenmiş ve de
mühürlenmiştir.
Ameliyat, bu büyük
salonun içinde ayrıca yapılmış küçük bir odada yapılacaktı. Bedensiz varlığın
isteğine göre, bu küçük odada, masanın üzerine bir şişe ispirto, bir boş leğen,
flaster, birazcık küçük gazlı be parçaları ile Cope’sun “Had Kadın
Hastalıkları” kitabı mevcuttu. Bir küçük şişe de birazcık iyot vardı. “Bedensiz”
doktor, alkolle iyot’u karıştırıp tentürdiyot yapacaktı.
Hasta ameliyat sırasınca
kendisini hiç kaybetmemiştir ve hasta izlenimlerini şöyle aktardı:
“ Karnıma bastığını
hissettim. Bundan sonra karnıma çok soğuk bir şey sürüldü. Bunun bir
dezenfeksiyon sıvısı olduğunu algıladım. Belki bu, ameliyat olacak yere
sürülmekte olan alkoldü.” Ameliyat çok kısa sürmüştü. Bir alet hastanın karnını
sadece tırmalamış ve hasta ancak “oh, doktor!” diye bağırmıştı. Ameliyat
bitmişti. Bir burkulmadan sonra duyulan basit bir acıdan başka bir şey yoktu.
Ameliyattan sonra odaya
girildiğinde, Cope’s’un kitabının “Apandisit” bölümü açılmış duruyordu.
Ve bu sayfada doktorun elinin tentirdiyot izleri vardı ki, daha önce böyle
izler, lekeler yoktu kitapta. Kitabın 114. sayfasında da taze kan ile biraz
sarımtırak sıvı lekesi mevcuttu. Ameliyat, kesinlikle kansız yapılmıştı.
Ameliyat yerinde 2cm’lik yara izi, ispirto şişesinde de henüz çıkarılmış, 8 cm boyunda iltihaplı
apandisit bulunuyordu. Psyhic Observer Dergisinde Dr. Enid S.Smith imzasıyla
yayınlanan bu olay, öncesinden ve sonrasından, seri halinde fotoğraflarıyla,
radyolojikman hekimlerce dikkatlice incelenmiş ve izlenmiştir.
Rahip Brother Kapp
doktorların bile kendisine zaman zaman başvurdukları, İsveçli bir şifacıdır.
Pek çok mucizevî şifa olayları vardır… Yıllardır astımla boğuşan hastayı; 60
yaşında, felçli sol kolunu kıpırdatamayan kadının çocuk felciyle yıllardır
sakat kolunu sağlına kavuşturmasını; uzaktan şifa ile karındaki tümörü, hiç
yokuş gibi silişini ve benzeri bir sürü şifa olaylarını Kapp, kısa bir
sürede;”Şimdi, Tanrı’nın yardımıyla kolunu artık oynatabileceksin.” Gibi basit
dualarla başaran bir şifa mucizecisiydi! Nitekim tehlikeli bir akıl hastasını
bile bir anda normal haline döndürmüştü! Oysaki akıl hastası kadın, gırtlak
kanserinin etkisiyle intihar eden kocasını tasallutuna uğramış bir
obsesyonluydu!
Başka İlginç Örnekler
- 12
Haziran 1872 günü Iron Mountain römorkörü, 400 balya pamuk yüklü mavnalı
çekerlerken, kaşla göz arasında, hiçbir iz bırakmadan, bütün personeliyle
kaybolmuştu. Bütün aramalar da hiçbir sonuç vermedi!
- 14 Aralık 1928 günü, Danimarka muhribi
Koberhaven, Montevideo limanından, şarkı söyleyerek binen elli askeri
öğrencileriyle, top sesleri arasında kalkar kalkmaz kaybolmuştu! Denizin
altı, üstü, her yanı aranmış, yine bir iz bulunamadan koskoca muhrip
kayıplara karışmıştı!
- 18.
yüzyıl başında, İspanya’ya doğru ilerleyen 4.000 kişilik Fransız birliği
de, Pirenelerde, hiçbir iz bırakmadan yok olmuştu…
- 1958’de,
Saygon’da kamp kuran 650 kişilik Fransız birliği de aynı akıbete
uğrayanlardandı.
- 10
Aralık 1939’da, Nankin’inin kuzeyinde kamp kuran Çin kuvvetleri 2988
kişilik bir birlik de kampta karavana ateşleri yanar vaziyette, tüfekleri
düzgün çatılmış bir halde bulunurken mevcut değillerdi!
- 1947’de
Tahoma buzuluna düşen 32 kişilik uçaktan da kimse bulunamamıştır. Sanki
uçak bom boş düşüp paramparça olmuş gibiydi!
- 1850’de
Honduras’tan kahve getiren Sea Bird gemisi, Newport limanı açıklarında
gözüküp, kuzeye kaymış ve karaya oturmuştu. Gemiye çıkan ilgililer,
geminin ünlü kaptanı John Durham dâhil, kimseyi bulamamışlardı! Geminin
mutfağında, ateş üzerinde kahve cezvesi kaynıyordu… Fakat kimseler yoktu!
Bütün gemi mürettebatı, meçhul akıbetle kaybolmuştu! Hem de kaşla göz
arasında!
Yerimizin elverdiği
kadar, bazı mucizevî olayları, özet halinde sunmağa çalıştık. Bermuda Şeytan
Üçgeni ve benzerini de bunlara eklersek, çözümü hayli güç olaylar içinde
insanın idraklenmesi ve şuurlanmasıdır…
Mucize, Evrensel Yasaların İhlali Değildir
Maddesel ve ruhsal boyutlarıyla beraber bir
gerçek vardır ki, bunu görmek için çok kültürlü olmaya, bir bilim adamı ya da
yüksek sezgilere sahip bir kimse olmaya hiç gerek yoktur: Gerek mikro âlemde,
gerekse makro âlemde muhteşem bir düzen ve uyum egemendir. Her olay, her
varlık, her eşya büyük bir hassasiyetle işleyen yasalarla ayaktadır. Âlemimizin
içerisinde nereye yönelirsek yönelelim, işleyen yasaların tezahürünü
görmekteyiz. Bir atom içerisinde elektronların hareketi, bir astronomik
sistemdeki küreler çeşitli hareketleri tesadüfi ve kendiliğinden olabilir mi?
Aksi takdirde korkunç bir düzensizlik ve kaos ortaya çıkarak maddesel evren yok
olurdu.
Güneş ve Dünya arasında
ki uzaklık, Dünya eksenindeki meyil, yörüngelerdeki hızları belli sırları değişse,
yeryüzünde ki ısı dengesi, gravitasyonel çekim alt üst olur ve canlı sfer
ortadan silinirdi.
Kendi bedenimizi ele
alalım: Bu kapalı sistem içerisinde bildiğimiz-bilmediğimiz yüzlerce yasa
hükmünü sürdürmektedir, hem de birçoğu bizim irademiz dışında… Dolaşım
sistemimizdeki, solunum solunum sistemimizdeki ya da sindirim sistemimizdeki
yasaların iş görmemesi; fizik bedenimizin çökmesine, dağılmasına, faaliyetinin
kesin olarak durması sonucunu verir.
Evet. Evren kusursuz
işleyen yasaların bir tezahürüdür. Bilgi yoksa yasa yoksa varlık oluşum ve
aksiyon da yoktur. Bununla beraber, mucize dediğimiz öyle olaylarla da
karşılaşıyoruz ki, onları bildiğimiz yasalarla açıklayamıyoruz. Peki, bu olay
yasaların bozulması, ihlal edilmesi sonucu mu ortaya çıkmıştır? Yani, evrensel
yasaları keyfi irade ve isteklerle ya da rasgele, kendiliğinden değişebilir mi?
Yasalar kaos yaratmak için mi konmuştur? Elbette ki hayır. Ne genel yasaların
dışında bir olay cereyan edebilir, ne de işleyen bir yasa keyfi olarak bozulabilir.
O halde mucize nedir? Nasıl açıklayacağız
olağandışı olayları?
Evrende Mucize Yoktur…
Öncelikle kabul etmemiz
gereken bir konu var: Evrende mucize yoktur. Ne geçmişte olmuştur, ne şimdi
olmaktadır, ne de gelecekte olacaktır. Böylece gizemli, anlaşılmayan ve İlahi
İrade Yasalarının kapsamı dışında cereyan eden en ufak bir olay bile olamaz ve
olmayacaktır. Ne olmuşsa, ne olacaksa her şey Yasa Koruyucuları emri ve
gözetimi altında olur.
O halde “mucize”
derken, akla yasa bozucu ya da yasalar dışı garip ve anlaşılmaz olaylar
gelmemelidir. Her şeyin bir nedeni, bir anlamı ve hedefi vardır. Biliyoruz ki,
evren “İlahi İrade Yasaları” dediğimiz kapsamı idrakimizin üstünde
olan bir yasalar topluluğu ile yönetilmektedir. İlahi İrade Yasaları dediğimiz
zaman, giderek çoğalan, kabalaşan yasalar bütününü anlıyoruz. Bizim fizik evrenimizi
ele alacak olursak, galaksilerin oluşumu, güneş sistemleri, gezegenler vs. hep
bu yasalarla işler. Dünya üzerindeki bitki, hayvan ve insanıyla canlı kürenin
faaliyeti, bedenimizin ayakta kalışı, madenler, mevsimlerin dönüşü, çiçeğin
açması, elektronların hareketi vs. hep İlahi İrade Yasaları çerçevesindedir.
Bildiğimiz doğa yasaları, onun bir cüz’üdür.
Şimdi, nereye baksak
dört başı mamur bir şekilde bu veren içerisinde sanki bir ur gibi peydahlanmış,
ne olduğu bilinmeyen, ya da yasaların işleyişinden kaçıvermiş mucize dediğimiz
olaylara yer verilebilinir mi? Elbette ki, hayır. Fakat mucizevî diye
nitelendirdiğimiz olaylar yok mudur? Vardır, fakat o olaylarda İlahi İrade Yasaları
kapsamındadır ve de asla rast gele ve kendiliğinden değildir. İlahi İrade
Yasalarının en büyük özelliği, değişmemeleri, sapmamaları ve birbirini cürütmemeleridir.
Yani onlar rotalarından şaşmaz. Her şey İlahi İrade Yasalarıyla işler. Bir
İlahi İrade Yasasının icabından, bir başka ilahi İrade Yasasını kullanarak
kurtuluruz. Örneğin, ateş yakar, ama su ile ateşi söndürebiliriz. Bu durum
çelişki değil, yasaların birbiriyle uyumunu ve tamamlayıcılığını gösterir. O
halde mucize diye bir şey yoktur; fakat mucizevî dediğimiz olay karşısındaki
aczimiz, yetersizliğimiz ve bilgisizliğimiz vardır.
Mucize, Bizce Şimdilik Bilinmeyen Yasaların Tezahürü
Konuya mantıksal açıdan
baktığımızda, yaşanmış örnekleri incelediğimizde açıkça gördüğümüz husus odur
ki; mucize vardır ve henüz bilmediğimiz yasalara göre vuku bulur. “Ben nedenini
bilmiyorum, o halde mucize yoktur, benim bildiğim yasalar dışında bir fenomen
cereyan edemez.” Demek ne kadar hatalıysa, “Hikmetinden sual olunmaz,
yasayı koyan da bozan da ALLAH’tır.” deyip; aklı işletmemek, düşünmemek ve
ibret almamak o kadar eksik ve tembelcedir. Elbette, her şey ALLAH’ın
yasalarıyla olur, ama olanlar karşısında acz içinde kalmayı kabul etmek; bu
gibi olayların altında yatan bilgiyi elde etme çabası göstermeyip, atalet içinde
kalmakta insana yakışmaz. Zaten insandan istenen de aklını ve vicdanını
kullanarak hayattan ve olaylardan ders alması, araştırması, bilgi ve görgüsünü
artırması değimlidir? O halde her şeyi gücümüz ölçüsünde anlamaya çalışmak
zorundayız ve bu cehit, gelişimin gereğidir.
Görülmektedir ki,
mucize, bizim henüz bilmediğimiz bazı yasaların sonucu olarak ortaya çıkan
olaylardır. Mucizevî olaylar da, aslında, bildiğimiz, tanıdığımız ve alışagel
iğimiz olaylar kadar doğaldır; onların işleyişi de bir bilgi ve Varlıksal
İlkelere dayanır. Yani kendiliğinden ve rast gele değildir; şuurlu varlıkların
kullandığı öğretici bir vasıtadır.
Herhangi bir olayı “mucize” olarak
nitelendirmemizin iki olası nedeni vardır:
1- Nadir cereyan eden olaylar olmaları: İnsan öyle ilginç ve gizemli bir yapıya
sahiptir ki; nedenini bilmese, anlayamasa bile, eğer o olay sık sık vuku
buluyorsa, hele kendisine bir zararı dokunmuyorsa, ona bir süre sonra alışıyor
ve önce mucize diye kabul ettiği olayı doğal karşılamaya başlıyor. Öyle ki, ne
olayın nedenini araştırma zahmetine katlanıyor, ne de mucize diye kabul ediyor.
Çünkü olay sık sık tekrarlanmış, zararsız olduğu anlaşılmıştır.
Çok cahil bir insanın,
ilkel bir kabile üyesinin yanında bir teyp, bir radyo ya da televizyon
çalıştırırsanız; o, bu olayı bir mucize olarak karşılayacaktır. Böyle bir şey
olmuştur. Avustralya ve Afrika’daki kabileler, beyazlara ilah gözüyle
bakmışlardır. Ama aynı şeyi her gün görürse, aynı olay artık sıradan bir olay
haline gelecek ve kimse için mucizevî bir anlam taşımayacaktır.
Benzer şekilde,
insanların çoğu telepat olsaydı, görünmez hale gelebilseydi, havada uçsaydı,
ruhsal âlemle temas birkaç yerde görünebilseydi, bedeni terk ederek astral
seyahat yapılabilseydi, su üstünde yürüyüp, istediği şekle girseydi, maddenin
yapısını değiştirseydi, caddenin ortasında her gün bir UFO görseydik ve bu
olaylar sık sık olsaydı; bugün mucize denen ve nadiren vuku bulan olaylar artık
mucizevi diye kabul edilmeyecekti. Görülmektedir ki, mucizevi olayın nadiren
cereyan etmesi ve nadir kimseler tarafından yapılması, o olaya atfedilen
“mucizevi” oluşu desteklemektedir.
2- Bilgisizlik: Olaylara mucize diye bakmanın gerçek nedeni
bilgisizliktir.
Her ne kadar maddeci
beşer şu ana kadar elde ettiği, daha doğrusu Yukarısının izniyle elde ettiği
bilgilerle kibirleniyorsa hatta onları nefsanî çıkarlarına araç yapıyorsa da,
bunlar bilinmeyenler yanında hiç kalır.
Bilgi aslında bir
bütündür. Ama gene de bilgiyi a) Maddesel evren bilgisi b)Ruhsal evren bilgisi
diye ikiye ayıracak olursak, biz Dünya beşeri, özellikle ruhsal bilgiler
konusunda çok cahiliz ve bu cahilliğimizdir ki, mucizelerin sayısını
artırmaktadır.
Çağımızda atom
fizikçileri ve astronomi uzmanları artık mikro âlemi ve makro âlemin
enginliğini ve son noktadan ne kadar uzak olduklarını kabul ediyorlar. Madenin
içine daldıkça, uzayın uçsuz bucaksızlığına açıldıkça yeni parçacıklarla ve
yeni galaksilerle karşılaşıyor; ve bunlar beraberinde yeni yasalar
gerektiriyor. Keşfedilen enerji türleri giderek artıyor ve süptilleşiyor.
Kuantum fizikçileri insan zihnini de kapsayacak bir “ortak alandan” söz ediyor.(*)
Ama ne yazık ki,
dikkatler ruhsal âleme ve ruhsal âlemin yasalarına yeterince çevrilmediğinden,
madde evrenindeki gelişmeler de bir noktada kalıveriyor ve ilerleyemiyor. Ruh
ve madde bütünlüğü; ve bunlar arsındaki ilişkiler bilinmedikçe de, gerçek
gelişmeden, ilerlemeden söz etmemek gerekir.
Her şeyden önce ruhun
maddeye olan üstünlüğü, maddeye şekil verenin ruh olduğu ve bu üstünlüğü şuurlu
şekilde sürdürmek için insanın kendi üzerinde çalışması gerektiği bilinmelidir.
Mucize dediğimiz
olaylar, bilgisizliğimiz yüzünden mucizedir. Parapsişik fenomenler, ruh gücünün
etkisiyle, fizik alanda oluşan olaylardır ve ruh unsuru olmadan bu olaylar
açıklanamaz.
Mucize, Bir Üst Boyutun Yasalarının Bir Altta Tezahürü…
Varlık âlemi denince
akla, sadece Dünya küresi üzerinde yaşayan biz insanlar ve diğer canlılar
elbette ki gelmez. Evren bizim havsalımızın alamayacağı kadar bir genişlik ve
çeşitlilik arz eder: Evrenler içinde evrenler, madde içinde madde, zaman içinde
zaman, boyut içinde boyut…
Henüz ruh ve medde
beraberliğini fark edememiş olan bilim adamları, başka gezegenlerde varlıkların
yaşadığını kabul etmese de, oraları meskûndur. Hatta yeryüzünde bile başka
boyutta olmak üzere yaşayan varlıklar vardır. Fakat henüz farklı boyutları ve
farklı zamanları, bizler beş duyumuzla bunları algılayamıyoruz. Sınırlı
duyularımızla algılayamıyoruz diye onlar elbette ki yok değildir. Unutmayalım
ki elektromanyetik skalanın çok büyük kısmını(5 duyumuzla) algılayamıyoruz ama
bilim, bu skalanın bir kısmını cihazlarla saptayabiliyor.
İlahi Kudret, yukarıdan
aşağıya doğru(inceden kabaya doğru) iner ve giderek tezahüründeki kudret
azalır. Bu kudretin tezahürü varlıkların tekâmül düzeylerine bağlı olarak
ortaya çıkar. İlahi Kudret; üst planlarda, yüksek boyutlarda daha güçlü ve
etkin bir haldedir. Bu kademelerin yasa sayısı da bir aşağısına göre belki iki
misli az ve kapsamlıdır. Daha alt varlık planlarında ise hem yasaların sayısı
artmış ve hem de tesirliliği azalmıştır. Bu icap ve bir üst, bir altın görüp
gözeticisi, eğiticisi, öğretmeni, Rabbidir. Üst, alttan sorumludur.
Mucize konusuna bu
açıdan bakacak olursak, daha iyi kavrayabiliriz. Bir üst boyutun, bir üst
planın yasası, geçici de olsa bir altta tezahür ederse, bu olay alt planın
varlıklarınca mucize olarak algılanır/adlandırılır. Üst boyutlara ait bir
yasanın gücü ve kapsamı 2 ise, alt boyuttaki 1’dir ve hiç kuşkusuz bu yasalar,
alt boyuta egemen olacak ve şaşkınlık uyandıracaktır. Açıktır ki, bu tür
tezahürler amaçlıdır ve büyük bir bilgiyi de beraberinde taşırlar; yeter ki
bizler düşünelim, aklımızı işletelim yeni yeni şeyler keşfedelim.
Mucizelerin Amacı
Biliyoruz ki, evren abes
üzere kurulmamıştır. Her şey anlamlıdır, planlıdır ve bir amaç taşır. Bizim
herhangi bir olayı rast gele, tesadüfî, kendiliğinden ya da saçma bulmamız,
cahilliğimizden ileri gelir. Her olay, her varlık bir plan ve program üzere
tezahür eder. Üstelik her şeyin ve varlığın birbirleriyle ilgisi, bağlantısı
vardır. Fark etsek de, fark etmesek de bu böyledir. Bütün mevcudat ve olaylar,
işleyen bir cihazın, bir bütün oluşturan birimleri gibidir. Evrende her olay,
şuurlu varlıkların kontrolü ile ve bir amaca hizmet etsin diye(İlahi İrade
Yasaları Çerçevesinde) vukubulur; daha doğrusu vuku buldurulur.
Evrende olağanüstü bir
olay da olmaz. Her şey olağandır. Ne var ki, bilgisizliğimizle o olayı
olağanüstü görürüz. O olayın, başka olaylarla olan bağlantısını, taşıdığı
mesajı fark edemeyiz. Ama bu, bizim eksikliğimizden ileri gelir. Olay olması
gerektiği gibi, en kusursuz şekliyle olmuştur, ama biz olup biteni anlamakta
yetersiz kalmışızdır. Evet. Mucizevî olaylar birer mizansendir ve aşağıdaki
amaçlar doğrultusunda sahnelenirler:
1-Sahipsiz değiliz: Mucize
türünden olaylar, özelikle Peygamberlerin gösterdiği mucizeler, insanın
sahipsiz olmadığını, görüp gözetici bir mekanizmanın üstün bazı yasaları, bizim
planımızda tezahür ettirdiğini gösterir. Mucizenin olmasında arcılık yapan da
peygamberlerin kendisidir. Yüksek bir mekanizma, insanları eğitsin diye
gönderdiği peygamberlerin mucize göstermelerini sağlayarak, hem onları dolaylı
olarak korumakta ve hem de insanlara, görüp gözetici bir ruhsal planın
varlığına işaret etmektedir. Mucizeyi yapan değil, yaptıran önemlidir.
Burada bir noktayı
vurgulamamız gerekir: İnsanları mucizelere bakarak, ruhsal bir yönetimi fark
etmeleri, esasen düşük bir düzeydir. Üstün düzeyli, üstün anlayışlı içi böylesi
fizik planda tezahür eden fenomenlerle bazı gerçekleri kavraması yakışı
almaz. Mucize ile belli bir anlayış
kazandırma işi, çok maddeci kafaya hitap edebilir. Ama yüksek sezgilere sahip
bir varlık için bir ufacık hareket, bir ilgi kırıntısı bile anlamlar ifade
edebilir. Yani maddesel kanıtlar, çok yüksek düzeyli bazı gerçekleri kavramakta
bir amaç olamaz. Fakat vuku bulan bu mucizeden sonra, derin bir düşünüşle bazı
bilgiler elde ediliyorsa, bu yöntem ancak o zaman makul karşılanabilir.
2- Evrenin tek efendisi ve en büyüğü Dünya insanı(beşeri) değildir:
bencil
beşer, doğal olarak nefsini her türlü fenomende, her sistemde merkeze ve en
yüksek köşeye yerleştirecektir. Bir zamanlar Dünyayı evrenin merkezi ve kendisini
de yegâne canlı ve akıllı varlık zanneden insan, mucizevî olaylar vesilesiyle,
en güçlü varlığın kendisi olamadığını, kendisinden çok üstün şuurlu varlıklar
sisteminin mevcut olduğunu sezebilir, çünkü aciz kalmıştır.
3- Mucizevî olaylar insanı araştırmaya yönlendirir: Kuşkusuz önce korku ve
şaşkınlık yaratan mucizevî olaylar, düşünen/aklını işleten insanı bu olayların
altında yatan yasaları keşfetmek üzere araştırmaya zorlayacaktır. Bu araştırma
ise önce zihin düzeyinde bir etkinliği getirecektir. Çaba gösteren insan da, er
ya da geç, süregelen cehdi ve liyakati oranında sorularına yanıt
bulabilecektir.
Peygamber Mucizeleri
Peygamberlerin mucizeleri, ilerde daha ayrıntılı
açılanacağı gibi, çeşitli yönleriyle önem taşır. Bu tür mucizeler
peygamberleri, dolaylı olarak koruma işlevini gördüğü gibi, imana davet ettiği
kimseler üzerinde derin etki oluşturan bir araçtır. Ayrıca peygamberlik gibi
ağır bir görevin yapılması için varlığın sıra dışı bazı algılama ve etkinlik
araçlarına sahip olması gerektiği de açıktır.
Ne var ki, onlar bu olağan dışı denen DDA(Duyular Dışı Algılama)
melekelerinin kendilerinden değil, ağır vazifelerini yürütebilmeleri için
Yukarı’nın bire yardımı olduğunu bilen yüksek seviyeli varlıklardır.
1- Musa Peygamber’in Mucizeleri:
Hz. Musa en fazla mucize gösteren peygamberdir.
Çünkü o devirde Mısır majları, sihir konusunda çok ileriydiler ve peygamberin
elinde karşısındakilerden çok daha güçlü bir silah olmalıydı. Hz. Musa
peygamberliği boyunca, kendisine verilen mucize gösterme gücünden
yararlanmıştır.
Tevrat ve din tarihleri Musa’nın dokuz büyük
mucize gösterdiğini yazarlar. Bunlar asa, beyaz el (yed-i Beyza), tufan,
çekirgeler, bit, kurbağalar, kan, karanlı, Kızıldeniz sularının yarılması:
- Firavun
ve adamları, onu büyücülükle, yalancılıkla suçlarlar ve ona inanmazlar.
Firavun, Musa peygamber’in kendi büyücüleriyle bir yarışmaya girmesini
ister. Peygamber önce çekinir, fakat, Rabbi kendisine hiçbir şeyden
kaçınmamasını buyurur. Bunun üzerine Musa yarışmaya katılmayı kabul eder.
Firavunun büyücüleri, ellerindeki değnekleri yere attılar. Değnekler birer
yılana dönüştü. Rabbi Musa’ya da elindeki asayı yere atmasını buyurunca,
asa iri bir yılana dönüşerek bütün yılanları yutar.
- Gene
bir gün firavun ve çevresindekiler, Musa Peygamber’in peygamberliğine
inanabilmek için, ondan bir mucize göstermesini isterler. Bunun üzerine
Musa, koynuna soktuğu elini dışarı çıkarır. Eli çevreye ışık saçmaktadır.
Bu mucize dolayısıyla Musa Peygamber’in elini Yed-i Beyza (en beyaz el)
denir. İman gelmeyen firavun ve ona tabi olanları yumuşatmak üzere, toplum
olarak birçok felaketler ve musibetlerle karşı karşıya gelirler ve her
defasında onları kurtaran Hz. Musa olur.
- Bir
defasında da, şiddetle yağan yağmurlar Nil nehrini taşırmış ve Mısır’ı
sular altında bırakmıştı. Ne yapacaklarını şaşıran Mısırlılar firavunun da
oluruyla perişan bir vaziyette Hz. Musa’ya giderek, bu afetin kalkmasını
isterler ve eğer kalkarsa iman edeceklerini bildirirler. Hz. Musa
ümitlenerek bu afetin kalkması için Rabbine dua eder. Dua üzerine sular
çekilir ve afet de ortadan kalkmış olur. Fakat Mısırlılar imana gelmezler,
üstelik Beni İsrail’e zulmetmeye devam ederler.
- Bunun
üzerine Mısır’a çekirgeler musallat olur. Bütün ekinleri yerler ve kıtlık
baş gösterir. Mısırlılar yine Hz. Musa’ya başvurarak bu belanın da
kalkmasını, kalkarsa iman edeceklerini söylerler. Hz. Musa gene dua eder
ve çekirge afeti ortadan kalkar.
- Daha
sonra Mısırlılar bit istilasına uğrar. Sahne gene tekrarlanır, bitler
telef olur, ama Mısırlılarda değişiklik yoktur.
- Mısırlılar
bu defa daha büyük bir belaya uğrarlar. Bu bela kurbağa istilasıdır. Bu kurbağalar
evleri, sokakları, mutfakları, yatak odalarını kısaca her yeri istila edip
gece gündüz Mısırlıları şaşkına çevirirler. Hz. Musa bu felaketi bir
duasıyla ortadan kaldırır.
- Bir
seferine de Nil dahil tüm Mısır suları kana dönüşür. Mısırlılar bir damla
içecek temiz su bulamazlar. Bu ise, belalarınnın en dehşetlisidir. Güneşin
yakıp kavurduğu Mısır ülkesinde halk susuzluktan yanıp kavrulur. Susuzluk
tahammül edilmez olunca, son çare olarak gene Hz. Musa’ya başvururlar. Her
zamanki gibi müracaatları kabul olunur.
- Bu
kez Mısır üç gün karanlık içinde kalır. Kimse kimseyi göremez; yalnız
İsrail Oğullarının evleri aydınlıktır. Tekrar aydınlığı getiren hiç
şüphesiz Hz. Musa’nın mucize yaratan duasıdır.
- Hz.
Musa’nın en çok bilinen mucizesi Kızıldeniz’in yarılmasıdır.
Firavun,
Hz. Musa’yı ve İsrail Oğullarını Mısır’dan sürmüş ve öldürmek üzere peşlerine
düşmüştür. İsrail Oğulları çoluk çocuk ve bütün ağırlıklarıyla gittikleri için
hızlı ilerleyemezler. Firavun ise seçme askerleriyle aradaki mesafeyi hızla
kapatmaya çalışmaktadır. Derken Hz. Musa ve İsrail Oğulları Kızıldeniz’in
kenarına varırlar, ne var ki, Firavun da iyice yaklaşmıştır. Firavun ve
askerleri silahlı, Hz. Musa ve aynındakiler silahsızdır.
İsrail Oğulları adım adım Kızıldeniz’e yaklaşırken,
Firavunla aralarında ki mesafe de giderek kapanmaktadır. Sonunda, Hz. Musa
asasını denize vurur ve Kızıldeniz yarılarak önlerinde geniş bir yol açılır.
Onlar karşıya vardığı sırada Firavun ve askerleri deniz kıyısına varmışlardır.
Hırsla ayrılan yoldan denize dolarlar, fakat İsrail Oğulları tamamen karşı
kıyıya geçtiklerinde, sular tekrar birbirine kavuşur. Firavunla beraber bütün
askerleri sulara gömülür.
2- İsa
Peygamber’in mucizeleri:
Hz. İsa’nın mucizeleri doğumuyla başlar: Hz.
Meryem’den babasız olarak doğmuştur.
Meryem, oğlunu doğurduktan sonra, Yahudiler’in sorularıyla
karşılaşacağını bildiğinden üzüntüye kapılır. Meryem bu düşünceler içindeyken
henüz küçük bir bebek olan Hz. İsa, annesiyle konuşmaya ve onu teselli etmeye
başlar. Meryem, açıktır ki, toplum tarafından ayıplanır ve suçlanır. Fakat o
sesini çıkarmaz ve beşikteki oğlu küçük İsa’ya işaret eder. Halk, Meryem’e
çıkışır. “Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz? O bize cevap veremez ki!”
Fakat ummadıkları bir şey olur ve beşikteki İsa konuşmaya başlar. Halk şaşkına
döner.
Hz. İsa, çamurdan bir kuş yapar, ona nefes
üfleyerek hayat verirdi. Körlerin gözünü açar, kötürümleri ayağa kaldırır,
obsesyon tedavisi yapar; hatta ölüleri diriltirdi. Hz. İsa, görmediği halde
insanların ne yediğini, ne içtiğini, ne yaptıklarını bilirdi. Zihinden
geçenleri anlayabilirdi. Nitekim Son Yemek’te Havarileri’nden Yahuda’nın
kendisini ele vereceğini söylemişti. Havari’leri yeni iman ettikten sırada Hz.
İsa’dan gökten yiyecek dolu bir sofra indirmesini isterler. Ve istekleri olur.
Aslında mucize denen bu olaylar, kapsamı daha
dar olmakla beraber zamanımızda da cereyan etmektedir. Parapsikoloji
1930’lardan beri Duyular Dışı Algılama(D.D.A) konusunda akademik ve deneysel
çalışmalarla bu olayları açıklamaya çalışmaktadır. Ne var ki, parapsikoloji
mucizenin maddesel yönünü ve ruhçuluk ise asıl yönü, ruhsal yönü inceler.
Hz. İsa mucizelerini D.D.A açısından yeniden
inceleyelim:
a)
Telepati:
İncillerde Hz. İsa’nın büyük bir D.D.A Medyumu,
bir Hassas Kişi olduğunu gösteren birçok olaya rastlıyoruz. Telepati Durugörü
ve Kehanet fenomenleri, birçok kez tezahür ettirmiştir. Hz. İsa’nın telepati
yeteneğine ilişkin olarak, İncillerde, Yazıcıların ve Ferisilerin “düşüncelerini
bilmesi”nden söz edilir.
“Ve işte, bazı kimseler yatak üzerine inmeli bir
adamı gösteriyorlar; onu içeri sokup İsa’nın önüne koymağa uğraşıyorlardı.
Kalabalıktan dolayı onu içeri sokmak için yol bulamıyarak, evin damına
çıktılar; kiremitlerin arasından yatağı ile ortaya, İsa’nın önüne indiler.
Onların imanını görerek, İsa: Ey adam, günahların sana bağışlandı, dedi.
Yazıcılar ve Ferisiler: Küfür söyleyen bu kişi kimdir? ALLAH’tan başka kim
günahları bağışlayabilir? diye düşünmeye başladılar. Fakat İsa düşüncelerini bilerek, cevap verip
onlara dedi: Niçin yüreklerinizden düşünüyorsunuz? Hangisi daha kolay:
Günahların sana bağışlandı, demek mi; Kalk, yürü, demek mi?”(Luka 5/18–23) Hz.
İsa’nın Yazıcılar ve Ferisiler’in “düşüncelerini bilmesi”ne ilişkin
bir diğer olay da gene Luka İncilinde (6/6–10)geçer.
b) Durugörü:
G.Maurice Elliott, Two Worlds dergisinde
yayınlanan ve aynı adı taşıyan kitabından derlenen, “Hz. İsa’nın Psişik Yaşamı”(The
Psychic Life of Jesus)adlı yazı dizisinde, Hz. İsa’nın Durugörü yeteneğinden
bahsederken şöyle demektedir: “ Hz. İsa, psişik yeteneklerinin yanı sıra,
durgörü yeteneğine de sahipti. Bu, kendisine, insanların karakterlerine
doğrudan vakıf olma kudreti veriyordu. Anlaşıldığına göre, insanların
auralarını ve düşüncelerinin, çevrelerindeki ether’in üzerinde oluştuğu etkiyi
görüyordu.” Yuhanna İncili’de,
bu konu açıkça belirtilmektedir: “ Ve Fısıh’ta, bayram günlerinde
Yeruşalim’de iken, yapmış olduğu alametleri göstererek çokları onun ismine iman
ettiler. Fakat İsa, bütün insanları bildiği için, kendisi onlara inanmazdı;
çünkü insan için kimsenin şahadetine ihtiyacı yoktu; çünkü insanda ne olduğunu
o kendisi bilirdi.”(Yuhanna 2/22–25)
G. Maurice Elliott, Hz. İsa’nın, böylece,
havarilerini de aynı şekilde ‘bilerek’ şetçiğini belirtmekte ve onlardaki
psişik yeteneği durugörüsel olarak algılamış olması gerektiğini söylemektedir.
Elliott’un, Hz. İsa’nın insanların ‘auralarını okuması’ ile ilgili olarak
verdiği bir örnek de, Yuhanna İncili’nde(1/43–49) bahsedilen, Hz. İsa’nın
Natanael’in karakterini bilmesi olayıdır.
Hz. İsa’nın Durugörü Medyumluğu ile ilgili
birçok olay mevcuttur. Bunların, “geçmişi bilme”(retrocognition)
türünden olan bir örneği ise Yuhanna İncili’nde (4/13–19) geçer. Hz. İsa,
insanların geçmişlerini ve karakterlerini ‘görmesinin’ yanı sıra, uzak ya da yakın
çevresindeki her şeyi de tümüyle algılayan komple bir Durugörür’dü: “Ve
Ferisiler dışarı çıkıp İsa’yı nasıl helak etsinler diye, ona karşı
öğütleştiler.”
“İsa bunu bilerek oradan çekildi ve çokları onun
ardınca gittiler. İsa onların hepsini iyi etti.”(Matta: 12/14–15)
Hz. İsa’nın aynı kusursuzlukta bir duruişiti medyumu
olduğunu belirleyen olaylar, havarilerin arasındaki “söyleşmeleri bilmesi”
şeklinde geçer: “Şakirtler karşı yakaya gelince, ekmek almağı unuttular. Ve İsa onlara
dedi: Sakının da Ferisiler ile Sadukiler hamurundan kaçının. Ve onlar: Ekmek
almadık, diye aralarında söyleşiyorlardı. İsa da bunu bilerek dedi: Ey aza
imanlılar! Ekmeğiniz olmadığından dolayı aranızda neden söyleşiyorsunuz?”(Matta:
16/5-8)
Hz. İsa’nın havarilerin, kendisini yağla
mesheden kadının aleyhindeki konuşmalarını bilmesi, Matta İncili’ndeki
(26/6-10) yer alan bir diğer duruişiti olayıdır.
C-
Kehanet:
Hz. İsa’nın D.D.A Medyumluğunun bir veçhesini
oluşturan güçlü kehanet yeteneğine İnciller’den çeşitli örnekler verilebilir.
Bu örnekler, Hz. İsa’nın, olacak olanları hep önceden bildiği görülmektedir.
Bunların en ilginci, belki de, Hz. İsa’nın, ‘Petrus’un inkârına’ dair
kehanetidir(prekohnisyon):
“Simun, simun, işte, işte buğday gibi
kalburlamak için Şeytan sizi istedi; fakat senin imanın tükenmesin diye senin
için ben dua ettim ve yine döndüğün zaman, kardeşlerine kuvvet ver. O da İsa’ya
dedi: Ya Rab, seninle hem zindanda, hem ölüme gitmeye hazırım. İsa dedi:
Petrus, sana diyorum: Beni tanıdığını sen üç kere inkâr etmeden, bugün horoz
ötmeyecek.” (Luka:22/31–34)
“İsa’yı yakalayıp götürdüler ve baş kâhinin
evine soktular. Petrus da uzaktan ardınca gidiyordu. Avlunun ortasında bir ateş
yakıp birlikte oturdukları zaman, Petrus onların arasında oturdu. Ve bir
hizmetçi kız, Petrus’un ateş ışığında oturduğunu görerek ona dikkatle bakıp
dedi: Bu adam da onunla beraberdi. Fakat o: Kadın, onu tanımam, diye inkâr
etti. Biraz sonra bir başkası onu görüp dedi: Sen de onlardan birisin. Fakat
Petrus: Be adam, değilim, dedi. Bir saat sonra kadar başkası: Gerçekten bu adam
onunla beraberdi, çünkü Galileli’dir, diye ısrar etti. Fakat Petrus: Be adam,
senin ne dediğini bilmem, dedi. Henüz söz söylemekte iken, hemen horoz öttü. Ve
Rab dönüp Petrus’a baktı. Petrus, Rabbin, kendisine: Bugün ötmeden önce beni üç
kere inkâr edeceksin, diye söylediği sözü hatırladı. Ve dışarı çıkıp acı acı
ağladı.”(Luka: 22/54–62)
Hz. İsa’nın kehanetlerine verilebilecek başka
bazı örnekler de şunlardır:
- Hz.
İsa’nın, ‘kendisini mesheden kadının İnciller vasıtasıyla anılmasına’ dair
kehaneti(Matta: 36/6–13)
- Hz.
İsa’nın, ‘ele verilip çarmıha gerilişine ve kıyam edişine’ dair kehaneti
(Matta: 17/22–23)
- Hz.
İsa’nın ‘Kudüs’ün mahvına’ dair kehaneti(Matta: 17/22-23).
G. Maurice Elliott, Hz. İsa’nın Kudüs’le
ilgili bu kehaneti hakkında şunları söylemektedir:
“ Kırkı yıl sonra bu
kehanet yerine gelmişti. Romalı General Titus, Kudüs’ü, çevresinde tahkimat
yaparak kuşatmıştı. Kuşatmadan sonra, kent ve sakinleri dehşetli bir kırıma
uğramışlardı”.
D-
Psikokinezi:
Hz. İsa’nın Yüce bir Fiziki Medyum olarak
gerçekleştirdiği tezahürler, fiziki medyumluğun kapsamına giren PK, levitasyon
gibi fenomenlerin birer Görkemli Örneğidir:
Hz. İsa’nın PK
Medyumluğu denildiğinde, sınırlı bir telekinezi tarzında(-yani, objelerin,
temas edilmeden hareket geçirilmeleri şeklinde-)değil de, daha ziyade genel bir
’zihnin maddeye hakimiyeti’ tarzında oluşturulan PK olayları söz konusu
olmaktadır. Bunların arasında, Hz. İsa’nın bir incir ağcını kurutması(Matta:
21/18–22); fırtınayı dindirmesi(Matta: 8/23–27); Barnabas İncili’nde(189) geçen
“Güneşi
durdurması” olaylarını sayabiliriz.
Hz. İsa’nın bir incir
ağacını kurutması, Matta İncili’nde şu şekilde anlatılır:
“ Ve İsa sabahleyin
şehre dönerken acıktı. Yol kenarında bir incir ağacı görüp ona geldi; ancak
yapraktan başka onda bir şey bulmadı; ve İsa ona dedi: Artık senden ebediyen
meyva çıkmasın. Ve incir ağacı hemen kurudu. Şakirtleri bunu görünce: İncir
ağacı, hemen nasıl kurudu! Diyerek şaştılar. İsa cevap verip onlara dedi:
Doğrusu size derim: Eğer imanınız olup şüphe etmezseniz, yalnız bu incir
ağadına olanı yapacak değilsiniz, fakat bu dağa: Kalk, denize atıl, derseniz,
olacaktır. Ve dua iman ederek her ne dilerseniz alacaksınız.”
“ Günümüzde, incir
ağaçlarını “derhal kurutabilen” kurutabilen bir kimse var mıdır? Evet- hem de
aynı psişik kuvveti(PK gücünü) kullanarak.”
Bu satırları yazan G.
Maurice Elliott, ‘ağaç kurutma fenomeni’ hakkında şu açıklamaları yapmaktadır:
“Dr. Alexander Cannon,
‘Görünmeyen Tesir’ adlı kitabında, Hz. İsa’nın bir incir ağcını kurutmuş
olduğuna gerçekten inanıp inanmadığını ve böyle bir fiili bugün için bir
‘mucize’ olarak mütalaa edip etmeyeceğini soran ünlü bir profesörden
bahsetmektedir. Profesör, daha sonra, Dr. Cannon’u civardaki bir bağ götürür.
Bağda bulunan yaşlı bir ağaca şöyle seslenir: ‘İyi yaşadın; hayatın
fırtınalarına göğüs gerdin… Şimdi öl ve artık canlanma!’ Ağaç derhal kurur…
Dr. Cannon ve başkaları,
ağacın kurumuş halini ve kurumayı kastetmiş olan fotoğrafları incelemişlerdir. Dr.
Cannon, şöyle demektedir: ‘İncir ağacının sadece bir emirle kurumasına sebep
olan, Hz. İsa’nın zihniyetiydi. Bu “mucize”, günümüzde, Hindistan ve Tibet’in,
ücra yerlerinde, Tanık olduğum üzre, sık sık gerçekleşmektedir.”
“Bir insanın zihni, bir
ağacın kurumasına nasıl sebep olmaktadır? Dr. Canon, Hz. İsa ile ilgili olarak,
şunları yazıyor: ‘(Hz. İsa,)bedenin vibrasyonlarını incir ağacından neşrolan
vibrasyonlara dikkatlice ayarlamak suretiyle, emir verebilmiş ve (ağacı)
kendisine itaat attirmişti.’”
E- Levitasyon:
Hz. İsa, havarilerin gözleri önünde, suyun
üzerinde yürüyerek, ‘levitasyon’ fenomeninin Yüksek bir Örneğini vermiştir:
“Ve İsa şakirtleri hemen
kayığa binmeye ve halkı salıverinceye kadar kendisinden önce karşı kıyıya
geçmeye zorladı. Ve halkı salıverdikten sonra, dua etmek için dağ ayrıca çıktı;
akşam olunca, oraya yalnız başına idi. O sırada kayık denizin ortasında
dalgalarla dövüşmekte id; çünkü yel onlara karşı idi. Ve gecenin dördüncü
nöbetinde, İsa denizin üzerinde yürüyerek yanlarına geldi. Fakat şakirtler, onu
denizin üzerinde yürürken görünce: Bu bir hayalettir, diye şaşırdılar ve
korkudan bağırdılar. Fakat hemen İsa: Cesur olun, benim, korkmayın, diyerek
onlara söyledi. Petrus ona cevap verip dedi: Ya Rab, eğer sen isen, suların
üzerinde sana gelmemi emret. Ve İsa: Gel dedi. Petrus da kayıktan inip İsa’ya
gelmek için suların üzerinde yürüdü. Fakat yeli görünce korktu ve batmaya
başlayarak: Ya Rab, beni kurtar! Diye bağırdı. İsa hemen elini uzatıp onu tuttu
ve kendisine dedi: Ey az imanlı, neden şüphe ettin? Onlar kayığa çıktıkları
zaman, yel dindi. Kayıkta olanlar: Gerçekten sen ALLAH’ın Oğlu’sun, diye ona
tapındılar.”(Matta: 14/22–23).
F- Apor:
Hz. İsa’nın da öteki peygamberler gibi, Apor
Medyumluğu sayesinde ‘bolluk mucizeleri’ ve ‘apor olayları’ oluşturduğunu
görüyoruz. İnciller’de geçen apor olayları şunlardır:
“Beş bin erkeğin doyurulması”
olayı(Markos: 6/36–44) (27)
“Dört bin erkeğin doyurulması
olayı”(Matta: 15/32–38) (27).
“Büyük balık avı” (Luka:
5/1-7).
“Bir diğer büyük balık avı”
olayı ise Yuhanna İncilin’de(21/1-6) şöyle geçer:
“Bu şeylerden sonra,
İsa, Taberiye gölü kenarında yin şakirtlere(çamıha gerilişten sonra) kendisini
gösterdi ve böylece gösterdi. Simun Petrus, Didimus denilen Tomas, Galile’nin
Kana şehrinden Natanael, Zebedi’nin oğllları, ve onun şakirtlerinden başka
ikisi birlikte idiler. Simun Petrus onlara: Balık avına gidiyorum, dedi. Ona:
Bizde seninle geliriz dediler. Çıkıp kayığa bindiler; o gece bir şey
tutmadılar. Artık gün doğarken, İsa kıyıda durdu; fakat şakirtler İsa olduğunu
bilmediler. Ve İsa onlara dedi: Çocuklar, bir yiyeceğiniz var mı? Ona: Hayır,
diye cevap verdiler. O da onlara dedi: Ağı kayığın sağ yanına atın, bulursunuz.
Bunun üzerine attılar ve balıkların çokluğundan artık ağı çekmiyorlardı.”
Levi İncilin’de (1), bir
başka Apor olayı olan ‘suyun şaraba çevrilmesi’, vakası yer alır:
“İsa, bir kenarda durup
sessiz düşünürken, anası geldi ve ona: Şarap tükendi; ne yapacağız, dedi. Ve
İsa ona dedi: Şarap nedir ki? Üzümlerin tad verdiği sudan ibarettir. Ve üzümler
nedir? Üzümler, tezahür ettirilmiş olan belirli düşünce türlerinden ibarettir
ve ben o düşünceyi tezahür ettirebilirim ve su, şarap olacaktır. İsa,
hizmetçileri çağırdı ve onlara dedi: Müritlerim, taştan yapılma altı su küpü,
bunların her biri için bir küp getirin ve onları ağızlarına kadar suyla
doldurun hizmetçiler(her biri iki veya üç metriti(28) alan)su küplerini
getirdiler ve onları ağızlarına kadar doldurdular. Ve İsa, kudretli bir
düşünceyle, etheri, tezahür etmiş olanlara ulaşıncaya harekete geçirdi ve işte,
su kızardı ve şaraba dönüştü.” (Levi: 70/8–13)
Yüzyıllar sonra, Hz.
Mevlana da, suyu yiyeceğe dönüştürme şeklinde, aynı türden bir apor olayı
oluşturacaktı…
G- Transfigürasyon:
Hz. İsa’nın fiziki
Medyumluğu’nun bir tezahürü de, ‘materyalizasyon’ fenomeni kapsamına giren
‘Transfigürasyon’ olayıdır:
“ Ve vaki oldu ki, bu
sözlerden sekiz gün kadar sonra, Petrus, Yuhanna ve Yakup’u beraberinde alıp
dua etmek için dağa çıktı. Dua ederken yüzünün görünüşü başka oldu, ve esvabı
ak ve çok parlak oldu. Ve işte, iki kişi onunla konuşuyorlardı; bunlar Musa ve
İlya idiler ki, izzetle görüp, yakında Yeruşalim’de vaki olacak intikalini
söylüyorlardı. Fakat Petrus ve onunla beraber olanlara uyku bastı. İyice
uyandıkları vakit ise, İsa’nın cemalini ve kendisiyle beraber duran iki Kişiyi
gördüler. Ve vaki oldu ki, onlar İsa’nın yanında ayrılırlarken, Petrus ne
söylediğini bilmeyerek İsa’ya dedi: Üstat, bizim için burada bulunmak iyidir;
biri sana biri Musa’ya ve biri İlya’ya üç çardak kuralım. Petrus bunları söylerken,
bir bulut geldi, onlara gölge saldı ve buluta girerken şakirtler korktular,
Buluttan: Seçtiğim oğlum budur, onu dinleyin, diye bir ses geldi. Ve ses
geldiği vakit, İsa yalnız bulundu. V onlar sustular ve o günlerde kimseye
gördüklerinden bir şey söylemediler.”(Luka: 9/28–36)
G. Maurice Elliott,
‘Trasfigürasyon’ olayının analizini şu şekilde yapmaktadır:
“(Transfigürasyon
sırasında) Dört Medyum mevcuttu. Bunların En Yüce’si olan Hz. İsa,
demateryalize olmuştu… Kendisini, Spritüel Beden’in ihtişamı içerisinde
göstermişti: ‘… Yüzü güneş gibi parladı ve esvabı ışık gibi ak oldu…’ Kuşkusuz,
üzerinden atmış olduğu bedenin unsurları, Hz. Musa ile İlya’nın materyalize
olmalarına kısmen katkıda bulunmuştu.
“Üzerine uyku basmış
olan ‘Petrus, Yuhanna ve Yakup, derin bir transa girmişlerdi ve onlardan
‘psişik güç’ alıyordu. Bu Üç Medyum, ‘iyice uyandıklarında’, yani transtan
çıktıklarında, Üç Peygamberi, ihtişam içerisinde, bir arada dururken
görmüşlerdi. Ne var ki, psişik güç, giderek etkisini yitiriyordu: ‘…Onlar Hz.
İsa’nın yanından ayrılırken…’
…………………………………….
(*) Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. KUANTUM BİLGELİĞİ VE
TASAVVUF, Doc.Dr.Haluk BERKMEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder