Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

21 Ocak 2015 Çarşamba

“SEYYAL MADDESEL OLANAKLAR”VE V E S V E S E

“SEYYAL MADDESEL OLANAKLAR”VE V E S V E S E

HAZIRLAYAN: Selman GERÇEKSEVER

G i r i ş:
“Zihinleri zorlamak” (34)(*) , zaman zaman da olsa fikir çilesi çekmek ve böyle bir anlama ve anlamlandırma gayreti içinde bilgiyi bilgi ile sınayarak, yüksek tesirlerin iç zeminde mekân bulmasına olanak hazırlamak içsel gelişim açısından yararlı olduğunu sanıyorum. Bilgi ile halleşmeye yönelik bu içtenlikli gayret, büyük ölçüde duygu ve düşüncelerle ilgili bir eylemdir. “Bunlar ise dünyanın en seyyal maddesel olanaklarının tezâhüründen başka bir şey değildir.”(34) Özellikle “aklın işletilmesi”, işlevsel akla sâhip olmanın gereği olan bu uygulama, nefse karşı muhalefet gücünün kazanılmışlığının da güzel bir belirtisidir. Dünya gelişim okulunda enkarne varlıklar olarak, içsel gelişim, idraklenmek, şuurlanmak bizler için önemli olmaktan öte, tüm yaşamın bilicik hedefi ise, Önder Plan’ın yukarıdaki söyleminde anlamını bulan “seyyal maddesel olanakları”nı bu yönde değerlendirmek durumundayız. İşte bunun onundeki en büyük engel nefsimizin durumudur. Çünkü edeplendirilmemiş / terbiye edilip kontrol altına alınmamış bir nefs yukarıda ifâde etmeye çalıştığımız fikir çilesi zahmetine katlanamaz. Bu durumda olan nefs sâhiplari, bir konunun derinlemesine irdeleme kapsamında onun felsefesi yapılmaya kalkıldığı zaman, “Felsefeye çok girme, pek de derin düşünme, kafayı üşütürsün…” söylemini uydurmuşlardır. Bu gibiler şakayla karışık bu yalanlarının arkasına sığınmakla da kalmaz, zihinsel konforlarının darbe almaması için akıllarının ermediği şeylere “Tesâdüf” damgasını vurmaktan da geri kalmazlar… Neyse, biz şimdi kendi durumumuza bakalım:
Madde üstü gibi görünen (daha doğrusu günümüz maddeci bilimi tarafından böyle algılanan) ama aslında, “…en saf, en hissî ve ideal duygu, düşünce ve fiiller; dünyanın en seyyal maddesel olanaklarının tezâhüründen başka bir şey değildir.”(34) Bu kapsamda, bu yazımızda ele alıp irdeleyeceğimiz kaydı, vesvese,ihtiras, korku, kin, hâinlik, zâlimlik gibi , negatif karma oluşturan olumsuz duygular da “…dünyada bulunan maddelerden yayılan türlü özellikteki enerj,lerin tezahürleridir.”(35) Bu olumsuz duygular bir yanlarıyla duyguların kontrolsuzluğuyla da ilgilidir ama, şimdi biz bu yazımızda konunun duygular yanını başka bir çalışmamıza bırakarak, aşağıda bunlardan vesvese üzerinde ağırlıklı olarak durmak istiyoruz.
“İdrak genişledikçe, ve arttıkça duygular ve realiteler de değişir ve kapsam kazanır.” diyor Önder Plan(106). Ama bu makbul durumun önündeki engellerden biri aşağıda ele alarak irdeleyeceğimiz “vesvese”dir. Vesveselerden zihnini kurtaramayan bir birey “bir yüksek gelişim mekanizması”(6) onan vicdan düalitesinin olumlu yanındaki değerlere değer katamaz. Bu arada vicdana da egemen olan etmenin idrak olduğunu yine Önder Plan’ın irşadından anlıyoruz(117). Ama vesveseli bir zihin, vesveselerini gelişim fırsatına çevirip, onları irdeleme zahmetine girmezse, idraklenme cehti sergileyemez. Vesvese / kaygı konusu olan durumları içsel gelişim fırsatına nasıl dönüştürebileceğimizi de aşağıda ele alacağız.
---ooo0ooo---
Zihnin Sessizleştirilmesi
Endişe duymanın, vesvese içinde olmanın ve kuşkuculuğun; eğitilmemiş beşerî zihnin niteliği (dolayısıyla aklı, içsel gelişim yönünde kullanamama durumumuzla ilgili beşerî bir zaaf olduğunu biliyoruz. Sâdece seçkin inisiyatik ve ezoterik öğretilerin değil, Kur’an’ın da önemle üzerinde durduğu konulardan biri olan “zihni bu olumsuz ve yetersiz performanstan kurtarmanın” (dolayısıyla “akla işlevsellik” kazandırmanın) yolu nedir? İzlediğimiz herhangi bir şeyin ihtişâmının ve de kutsallığının farkına varmak için “orada onunla olmak” gerek. Burada Osho’nun bir söylemini anımsamamak elde değil: “Bir ağaca bakıyorsanız, ağaç olmalısınız…” Bakmak başka, görmek başkadır… Âyetlerle dolu olduğu Kur’an’da belirtilen çevremizde, baktığımızı görebilmek için; yani böyle bir farkındalığı yakalamak için de “zihnin sessizleştirilmesi” gerekir. Sessizliğini yitirmiş zihin “geveze zihin”dir. Korkak, vesvese ve endişe içinde olmak, “geveze zihin”e özgü duygusallık türlerindendir. Böyle bir
zihne sâhip bireyin; aklını isâbetli bir şekilde kullanması(örneğin, Kur’an’a daha uygun ifâdesiyle, “aklını kullanması”, “akletmesi” olası ve olanaklı değildir.
Zihni bu durumdan (zihinsel gevezelikten) kurtarmak, yani onu “sessizleştirmek” için, olabildiğince; sorunlarımızı, tüm bilgi ve anılarımızı bir an olsun bir kenera bırakmak gerek. Çünkü zihinde mevcut; önyargılarla, korkuyla, endişeyle, bin bir türden vesveseyle yapılan gözlem ve algılama kusurlu değilse bile noksandır(**). Sağlıklı bir gözlem ve algılama için, bunları bir an olsun kenara bırakmamak gerek. Aksi taktirde; bakar ama görmez, duyar ama işitmez duruma düşeriz. Zihinle ilgili böyle bir olumlu (sağlıklı gözlem /algılama) içine giremiyorsak, orada( fiziksel) olarak varız ama aslında yoğuz (yani orada mevcut değiliz) demektir.
Kendinden habersiz, bedeni ve egosu tarafından (sahte benliklerinin zulmü altında) yönetilen bir kimsenin zihni, onun yaşamının tüm veçhelerini ele geçirdiğinde, korkunç / iğrenç bir asalak hâline gelir. Bu tâlihsizlik, konumuz olan vesvesenin ileri aşamasıdır. Böyle bir zihin sâdece hep alıcı ve biriktirici değil, aynı zamanda sürekli güvensizlik duygusu (bundan dolayı da korku) içindedir. Söz konusu zihnin sâhibi, ya geçmişte ya da gelecektedir ve şimdide bulunmayı kolay kolay akıl edemez, beceremez de… Bu nedenle o hep kayıptadır. Hattâ onun için “anda olmak” gereksiz ve anlamsızdır. “Anda olmak” nefsin işine gelmez. Çünkü edeplendirilmemiş nefs için “anda olmak” çok sıkıcıdır. Şimdide olmamak ve böyle bir kayıtsızlık / umursamazlık içinde olmak Yukarı ile (özkendimizle) olan bağlantının zayıflığı anlamına gelen varlıksal açıdan istenmeyen bir durumdur. Kendini bilmez birey, özkendisine olan bu ilgisizliği nedeniyle; gözlemlediği şeyi hep yargılar, hüküm verir, bunu da eskiden kalma önyargılarla yaptığı için, değerlendirmeleri noksandır / kusurludur. Vesvese kavramıyla olan doğal bağlantısından dolayı “anda olmak / olamamak” durumuna da değinmiş olduk.
Vesvese ve Güven Duygusu
Aynı zamanda “evham ve kuruntu” dan başka bir şey olmayan vesvese beşerî bir zaaf ve akılsal bir rahatsızlıktır. Çünkü nefsin egemenliğinden kurtarılamamış beşerî zihin sürekli güvensizlik duygusu içindedir. Böyle bir zihin sâhibi olan birey açlığını hissettiği güveni maddesel değerler ve bunları biriktirmekle karşılamaya çalışır ama bu açlığını bir türlü de gideremez. Çünkü gerçek güven duygusunun maddesel dayanaklarla elde edilemeyeceğini de akıl edecek durumda değildir.
Gerçek güven duygusu maddesel birikimle / güçle elde edilmez; bilgelik ile, içsel aydınlanma ile ve vicdan özgürlüğüyle gelen bir güçtür o. Bunlardan beklide en önemlisi olan vicdan özgürlüğü, vicdan birim dualitesinin(103) olumlu ve olumsuz zıtları arasındaki dengenin olumlu (üst) zıt lehine bozulmasıyla ortaya çıkan bilge insanlara özgü makbul bir durumdur. “Vicdan, olumlu ve olumsuz zıtlarıyla, tam bir birim dualite olarak, enkarne varlığın idrakini vazife bilgisine yaklaştıran kudretli bir mekanizmadır.”(103) Vicdanın bu önemi bizlere, vesvese, korku, kuruntu, evham vb. duygulardan kurtulmanın önemini de çağrıştırmaktadır. Bununla birlikte, kendini bilmeyen beşerin sâdec vicdanı değil, zihni de bu durumda değildir; o her şeyden kuşkulanır, yaşam içinde karşılaştığı eprövlerin(yaşam sınavlarının) aslını, “Öyle mi, böyle mi…” diye kestirememe teşevvüşü içindedir ve elbette genellikle kötümserdir. Seçimleri isâbetsizdir, içsel gelişim yönünde değildir. Öyle ya da böyle, bir seçimde bulunur ama o seçtiği, çok büyük oranda nefsinin doyumuna yöneliktir ya da başkalarının (özellikle de reklamların, yapay gereksinimlerin) empozisyonları yönündedir.
Tüm bunlardan dolayı, vesvese hâli; sağlıklı düşünmeyi ve aklı olumsuz yönde etkileyen bir rahatsızlık değilse bile, gelişimi ağırlaştıran beşerî bir zaaftır. Zihni bu zaaftan, ya da isterseniz rahatsızlıktan kurtarmak; yani bir bakıma Kur’an’daki(Bakara 242)(****) ifadesiyle “…aklı kullanmayı öğrenmek…”(***) aklı içsel gelişim ve hidâyet yönünde kullanılabilir duruma getirmek elbette ki (kendini tanıma cehti içinde) başarılabilinecek bir durumdur:
Şöyle ki, terbiye edilmemiş ve başıboş beşerî nefsin hedefi kalptir / vicdandır. Nefs (içimizdeki “şeytan”) vesveseyi araç olarak kullanarak kalbi “bozmaya”, vicdanı “karartmaya”, onu işe yaramaz duruma getirmeye çalışır. Kalp niçin nefsin hedef tahtasıdır? Çünkü “ALLAH, bireyin kalbine ondan daha yakındır.”(Enfal 24) Kalp, Dolayısıyla, kalp “temizliği”; hidâyetin, bireyin kalbine ulaşması, bireyin (nefsâni şeriat yerine) “vicdâni şeriat”e yönelmesi elbette ki nefsin işine gelmez ve nefs, vesvese yoluyla kalbi “bozmaya”, onu işe yaramaz duruma düşürmeye çalışır. Bu da, “dünyanın seyyal maddesel olanakları”ndan(34) birinin hebâ edilmiş değilse de gereği gibi kullanılmamış olmasıdır. Görülüyor ki, aynı konuya; değişik sözcükler kullanılarak Kur’an’da ve Önder Plan’ın bilgilerinde değinilmiştir. İrdelememizi sürdürüyoruz:
K u ş k u
Kuşku, vesvesenin değişik, beklide daha hafif bir versiyonudur ve zâten vesvese kalbe önce kuşku olarak girer. Vesveseye ve kuşkuya karşı uyanık olmakta yarar var. Zihni ve aklı kontrol altında tutmanın önemi buradada ortaya çıkıyor. Başı boş nefsâni zihin(yukarıda da değindiğimiz gibi) güvensizlik korkusu ve yetersizlik duygusu içinde hep kuşkuludur. Kuşku, vesvesenin başlangıcıdır. Kuşkunun ileri aşaması vesvesedir de diyebiliriz. Vesvese durumu, aynı zamanda “içsel dengesizlik”in göstergesidir. Makbul olan, yatay ve düşey tesirlerin bünyede dengelenmesidir. Enkarnasyon ortamımızdan (toplum, madde)kaynaklanan “yatay” tesirler ile metabiyolojik yanımızdan(özkendimiz, planımız ve sonsuz yücelikler…) kaynaklanan “düşey” tesirler.
Vesvese ve kuşku kalbe, edeplendirilmemiş beşerî zihin ürünlerinden olan hayaller şeklinde girer. Evet, dış görünüş olarak, bu hayallerin çevreye / insanlara bir zararı yoktur ama, bu durum bireysel düzeyde nefsâni zihnin başıboşluğunun ve kalbe/vicdâna uzanacak kadar edepsizleşmişliğinin işaretidir. Kendini tanıma ve idraklenme cehti çerçevesinde, nefsi edeplendirmeye yönelik önlem alınmazsa; kuşkular, giderek vesveseye ve o da marazî vesveseye doğru bir gidiş kazanır.
Nefsi Müslüman Etmek
Nefsin vesvesesi sâdece günlük yaşam sırasında değil, hiç olmadık zamanlarda da(örneğin, ibâdet hâlinde iken ya da meditasyon yaparken, okurken, yazarken de) içimizde belirebilir: “Bir düşüncenin başka bir düşünceyi akla getirmesi” demek olan bu durum ortaya çıktığında, telâşlanmadan / heyecanlanmadan; yani onu önemsemeden, ibâdetimizi / meditasyonumuzu sürdürmeliyiz. Çünkü vesvese önemsendikçe büyür ve güçlenir. Zaman zamaniçine düştüğümüz vesveseyi / kuşkuyu tanımak ve fark etmektir önemli olan. Vesvese önemsenmediği zaman gelip geçecektir. Kendini tanıma cehti içinde ve nefs terbiyesi kapsamında sergileyeceğimiz kararlılık, vesvese ve korkuyu giderek azaltacaktır. Aksi taktirde, vesvesenin ve kuşkunun kendileriyle (bunların neden oldukları hayal ürünleriyle) uğraşmak, telâşlanıp heyecanlanmak, nefsin iğvasının / zaferinin işareti demektir. Nefsin ürettiklerine değil, nefsin kendisine yönelmek, onu sevgi ve şefkatle ele alıp, edeplendirmek / ehlileştirmek ona daha isabetli bir yaklaşım olacaktır. Son olarak, şunu da akıldan hiç çıkarmamak gerekir ki, ne kadar incelirse incelsin iğvâ niteliği yok olmaz, o da incelir ve sinsileşir. Nefsin bu anlamda ehlileşiyor / edepleniyor olması, bireyin idraklenme ve şuurlanma yönünde ilerlediğinin işaretidir ve dolayısıyla endişe edilecek bir durum yoktur. Nefs sâhibi olmak bedenli olmanın gereğidir. Tüm olumsuz “seyyal maddesel olanakların”(34) kaynağı olan nefsi “öldürmek” söz konusu değildir ama içsel gelişim yolunda ikide birde kösteklenmeden yürüyebilmek için onu eğitmek ve hattâ Hz.Muhammed’ in yaptığı gibi onu “Müslüman etmek” durumundayız.”Müslüman edilmiş nefs vesvese üretmez… Hepimize başarılar…
……………………………………………..
(*) Bazı sözcüklerin sonlarındaki rakamlar İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT kitabından alıntıların sayfa numaralarıdır.
(**)“Sağlıklı gözlem” için bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, sayfalar 26,62,262,281.(sayfa numaraları kaynak eserin 1.baskısına âittr.)
(***) Kur’an’da “aklı kullanmamak”, “işlevsel akla sâhip olmamak” akılsızlık olarak geçer. Yoksa, herkesin iyi kötü bir aklı var. Katilerin, hırsızların, rüşvete ve yolsuzluğa bulaşmış olanların, dini ve yargıyı kendi çıkarları yönünde kullanmaya çalışanların da aklı var elbette. Ama aklın böyle olumsuzluklar ve hak ihlalleri yönünde kullanılması “akılsızlk” oluyor, Kur’an’a göre. Öder Planın söylemiyle de bu “akılsızlık”, “dünyanın en seyyal maddesel olanaklarını”(34) hebâ etmek oluyor…Bunun bedelinin elbette ki ağır olduğunu belirtmeye bile gerek yok.
(****) Aklın kullanılmasının önemiyle ilgili öteki âyetler; Enbiya 10+44,Nahl 17, Yunus 100, Haşr 21, Bakara 266, Nisa 82, Hakka 42, Casiye 23, Furkan 44,Kamer 17+22+32+40, Muhammed 24, Nûr 61, Rûm 8+9, Mâide 103, Zariyat 21+49. Hadis: “ALLAH ‘ ın nimetleri hakkında tefekküre dalın…”(Aclûnî 1/311)
İç Huzuru Ve Teslimiyet
Derleyen: Selman GERÇEKSEVER

Giriş:

Beşeri varlıklar olarak, dünyasal/maddesel yönlendirme ve yaptırımların etkisiyle, belli biçimlerde düşünmeye ve davranmaya koşullanmışızdır. Bu durum, içsel gelişim için sadece gidişi ağırlaştıran bir görünüm değil, aynı zamanda mutsuzluklarımızın/huzursuzluklarımızın nedenidir. Böyle bir içsel yapı ile; her şeyin, Bir ve Tek olan Bütün’ün hayrına değil de, kendi beklentilerimiz doğrultusunda olmasını isteriz, ısrar ederiz, hatta bu bilinçsizlik içinde, isteklerimizi ihtirasa/tutkuya dönüştürürüz.

Bu durumda olan birey, olmakta olanı kabul edemez; nefsinin güdümündeki beşeri zihni, kendisinin en haklı olduğunu ona empoze etmeye çalışır durur. Bu durum, eğitilmemiş ‘zihin ürünü benlik’e sahip olmanın sonucudur. Maddesel ve beşeri değerlerle özdeşleşmiş böyle bir zihin için, özdeşleştiği değerlerden başkası önemli değildir. Bu özdeşleşmeden dolayı; her şeyin, özdeşleşmeleri doğrultusunda gerçekleşmesini ister. Olmakta olanın, herkesin ve Bütün’ün hayrına olduğu gerçeğini, kabullenemez. Çünkü kendisinin düşündüğünün en doğru olduğu zehabındadır…

Oysaki o, beğense de beğenmese de, karşı karşıya olduğu durum ve içinde bulunduğu zaman-mekan koşulları, her şey; kendi elinin emeğinin sonucudur ve aslında, ruhsal varlık olarak(tekamül ve İlahi Murada hizmet gereği) nefsin/zihnin ürünü benliğin beğenmediği koşulların oluşmasını(belki uzun süreler) bekleyerek, sonra onlara uyum sağlayıp, plan yaparak enkarne olmuştur. Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz zaman-mekan koşulları, belli gelişim ihtiyaçları içinde olan(ve aynı zamanda devre sonu enkarnasyonları olan) bizler için, bu ihtiyaçlarımızı gidereceğimiz ve İlahi Murada hizmet edeceğimiz en uygun durumdur/ortamdır.

O halde, alınacak en uygun ve gerçekçi tavır; ‘olan’ a uyum sağlayarak, gerçek ihtiyaçlar doğrultusunda ilerlemek. Böyle bir ilerleyiş, bir bakıma ‘olmak’tır. Bu anlamda ‘olmak’, yukarıda; yoksunluğundan yakındığımız iç huzurunu deneyimlemek ve bunu sürekli kılarak, Yeni İnsanlık Dönemine geçişte; bir tür ayar programı uygulamak, sabır ve dayanıklılık ölçüsü sergilemektir.

Söz konusu ‘geçiş’ e Dünya beşeri olarak(bu son Adem Devri’nin enkarnasyonları olarak) yaklaşık 7000 yıldan beri hazırlanmaktayız. Bu nedenle, yukarıda değinip geçtiğimiz ‘olmak’ kavramında anlamını bulan bir ‘oluş hali’ içinde bulunduğumuzu da söyleyebiliriz. Bu ‘oluş hali’, ‘geçiş’ öncesi, tamamlamamız gereken son hazırlıklarımızın toplamıdır. Yani, devre sonunun şu bitiş günlerinde, aynı zamanda ‘oluş hali’nde olan bir Dünya beşeriyeti söz konusu… Oluşta yer almış, ‘geçiş’e hazırlanıyoruz. Bu nedenle en akıllıca ve makbul tutum, “Oluş düzeninde vicdani tesirlere uymak” tır. Bu “uyum”la ilgili en önemli iki kavramı da, bu makalemizin esas konusunu oluşturmaktadır: HUZUR ve TESLİMİYET…

Yukarıda da kısaca değinip geçtiğimiz ve besbelli ki son günlerini yaşadığımız şu ‘geçiş’ e hazırlık döneminde(aynı zamanda da son Adem Devri’nin bitiş günlerinde) her şeyden çok ihtiyacımız olan iki nitelik; iç huzuru ve teslimiyet. İç huzuru(gerçek mutluluk); çağlar boyunca tüm inisiyatik öğretilerin, müritlerine kazandırmaya çalıştıkları en belirgin nitelik… Teslimiyet; tüm kutsal öğretilerin, çağlar boyunca cemaatlerini oluşturan bireylere(mü’minlerine) işaret ettikleri en yücelerdeki ışıklı hedef… Bu iki kavram(ve aynı zamanda, erdemli/bilge kişilere özgü en belirgin nitelik); kıyamet enkarnasyonları(şuurda uyanmaya aday enkarnasyonlar) olan bizler için de, ‘geçiş’ için gerçek anlamda güçlenmemiz ve titreşimimizi yükseltmek için gerekli olan iki insani değer.

Bunların hangisi ötekinden önce gelir, bilmiyoruz ama herhalde, birbirlerini sanki tetiklediklerini düşünmek daha yerinde olacak. Yani iç huzuru için gerekli olan koşullar yerine getirildikçe teslimiyet artıyor; teslimiyet arttıkça da, birey gerçek ve kalıcı(maddesel ve beşeri koşullardan etkilenmeyen bir) iç huzuruna kavuşuyor. Bu ikisinin birlikteliği, bir üçüncü değeri de beraberinde getiriyor ki o da titreşimin yükselmesi. İşte bu önemlerinden dolayı; şimdiye kadar çeşitli vesilelerle ele aldığımız bu kavramlar üzerinde bir kez daha durmak istiyoruz.

Bunlardan iç huzurunu, şimdiye kadar, dünya beşeriyeti olan bizler hep dışımızdaki adreslerde aradık, ama hep aradık… Beşeri realitelerimizin en alt basamaklarından beri; rahatı aradık, maddesel birikimin/maddenin verdiği avuntuların peşinde kim bilir kaç yaşam geçirdik, yüksek makamlara/mevkilere göz diktik mutlu oluruz da rahat ederiz diye. Ama bunların hepsinin geçici olduğu hemen anlaşılıyor ve ardından biz,(aslı esası iç huzuru olan) mutluluk/haz arayışımızı başka dış adreslere yönelerek sürdürüyorduk. Bizi bu arayışta sürekli kılan, aslında(temelinde doymak bilmeyen açgözlülük değil), ta derinlerimizden bir yerlerden kaynaklanan içsel huzur idi. Aslımız esasımız ruh varlığı olduğu için, o kalıcı ve en süptil iç huzuru bedensel bende tezahür etmek istiyordu.


Görünmeyeni Tezahür Ettirmek:

Esasen, enkarnasyonlardan bir amaç da bu değil midir? İçte olanı(görünmeyeni) dışta(tezahürat ortamında) tezahür ettirmek. Ruhsal planların tezahür uzantıları olarak bizler, bu kalıcı huzuru bedende de arıyorduk. Ama gerekli koşulları yerine getiremediğimiz için(iç zeminimizi bu nitelikteki bir huzurun tezahürüne elverişli hale getiremediğimiz için) gerçek huzuru/ mutluluğu hep dışta(maddesel ve beşeri değerlerde) aradık durduk. Oysaki dışta olanın esası, içte olandır ve görünenin esası görünmeyendir. Ya da, Dışta aradığın huzur, içten gelendir. Bu durum daha küresel ve kapsamlı anlamda, enkarne varlığın asıl kendisini arayışıdır, asl’a yönelişidir.

Bize bu arayışta zaman kaybettiren başka bir aldanma da; huzuru, hep gelecekte aramak oldu. Kuşkusuz bu yönde onu bulamayınca, geçmişe yöneldik ve nostaljik avuntularla oyalanmaktan kendimizi alamadık. Oysaki kalıcı ve değişmeyen huzurun ne gelecekte, ne de geçmişte olmayıp, ‘AN’ da olduğu bize hep söylenmişti ama o zamanlar bunun ne anlama geldiğini bile anlayacak durumda değildik. Kurtuluşun ve asıl yapılması gerekenin; kendimizi plansal yanımıza bırakmak(*), olmakta olanı şükürle karşılamak ve hatta her AN şükür halinde(‘ibadet’ halinde) olmak olduğunu yeni yeni anlıyoruz. Olsun, bunda gecikmiş değiliz. Bu anlayışımızı idrake dönüştürerek, hemen yaşama geçirebilirsek, bu gecikmişliği telafi edebiliriz. Yeni boyutta, saf bilinçle huzur içinde yol almak ve Yeni Çağın yüksek titreşimine uyumlanmak, böyle bir idraklenmenin getireceği şuurlulukla olanaklıdır. Geçmiş yoktur, gelecek illüzyondur(ya da en fazla, bir olasılıktır) ama AN vardır  ve sadece huzur değil, teslimiyette  AN’dadır.



AN’da Kalabilmek:

Huzur gelecekte aranmaz; o, AN’dadır. O halde; huzurun, AN’da kalmanın ve teslimiyetin koşullarını yerine getirmek, hemen hemen aynı olmaktadır. Bu koşullar, sanki bireyi aynı hedefe götüren üç yol… O hedef de; Yeni Çağın koşullarına bizi uyumlu kılacak titreşim yüksekliği. Şu bitiş günlerinde; huzur içinde kalıp, enerjimizi yüksek düzeyde tutmaya o kadar gereksinimimiz var ki… Bizi her türlü düşük titreşimlerden koruyacak olan da bu titreşim yüksekliği. Her şeye rağmen, şu geçiş günlerinde ‘olmak’ gerek. ‘Olmak’ demek; huzuru deneyimlemek ve teslimiyet içinde ‘varlığını yeniden var etmek’ tir.

Ne mutlu; devre sonunun değişime zorlayıcı rahman ve rahim olan etkisi altında, erdemli insanlara özgü bir teslimiyet hali içinde, sakin ve endişesiz yol alabilenlere… ‘Geçiş’ ya da ‘sıçrayış’ denen o en kritik hareketi yapmaya hazırlanan bizler için teslimiyet içinde olmak, en az huzurda kalmak kadar önemli. Bu ‘oluş’ aşamasındaki tesimiyet niçin bu kadar önemlidir, birazda bunun üzerinde yoğunlaşarak yazımızı sürdürelim:



Teslimiyet, Ama Nereye?

Teslimiyet’ kuşkusuz, tüm öteki kavramlar gibi değişik açılardan ele alınarak irdelenebilir. Ama biz burada ‘teslimiyet’i, ‘birey-kutsal ilişkisi’ olarak ele almak istiyoruz. Kutsalın bireyle olan ilişkisi esasen hep vardır. Çünkü birey(ve tezahüratın her bir birimi) Kutsal’ın tezahüründen başka nedir ki? ... Dolayısıyla her şey O’ndandır ve tezahüratın her br zerresi O’nun izlerini/etkisini taşır(Hologram…). Her şey O’nun çeşitli titreşim düzeylerindeki tezahürleridir. Bir ve Tek olan O, çokluk ve çeşitlilik halinde tezahür etmiştir. Bu evrensel gerçeğin bir Kur’an ayetindeki yankılanışı şöyledir: “…Yeryüzünde ve kendi içinizde ALLAH’ın varlığına nice kanıtlar vardır, görmez misiniz?” (Zariyat: 20/ 21). Dolayısıyla “teslimiyet”, aslımız ve öz kendimiz olan yüksek benimiz ve onun aracılığıyla yücelikleredir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz ve devre sonu için yaşamsal önemi olduğunu bildiğimiz titreşimi yükseltmek açısından çok yararlı, gerekli ve bereketli olan söz konusu çokluk ve çeşitliliğe rağmen; ‘varlıksal birlik’ tir esas olan. O’nunla birlik(“ibadet halini” nin sürekliliği…). Her şey O’nun çeşitli titreşim düzeylerindeki tezahürleri olduğuna göre; varlık O’ndan kendi titreşim düzeyinin süptilitesine göre yararlanabilir. Titreşim düzeyinin bu anlamdaki yüksekliği, O’na teslimiyeti ve O’ndan giderek daha çok yararlanmayı da beraberinde getiren makbul bir durumdur. Esasen, tekâmül denilen olgu’da; yaratılmış olan her şeyin, kendisini bir üst titreşim düzeyine yükseltme cehti içinde(ki bu, idraklenme ve şuurlanma cehdidir, işte böyle bir ceht içinde) o düzeye uyumunu ve teslimiyetini artırmasıdır.


Yukarıdan Enerji Çekmek:

O’nun rahmetinden giderek daha çok yararlanabilir hale gelmek ve teslimiyeti giderek güçlendirmek ancak böyle bir ceht ile olasıdır. Ayrıca, “Yukarıdan enerji çekmek” deyimiyle anlamını bulan makbul durum da bundan başkası değildir. Yani, esas olan, Yüksek Benimiz(asıl kendimiz) aracılığıyla, sonsuz ve sınırsız yüceliklerle olan ilişkimizin giderek ve sürekli bir şekilde derinleştirilip, süptilleştirilmesidir. Bireyi kurtuluşa götürecek olan da bundan başkası değildir. Bu anlamda bir ‘kurtuluş’ u birey kendinde ne kadar tezahür ettirebilirse; Bir ve Tek olan Kutsal da, bireyde o kadar çok(yine de onun kaldırabileceği kadar) tezahür eder. Bu tezahür ediş, elbette ki; bireyin süptilitesi/safiyeti/sadeliği(yani, onun gücü) kadardır(Sufizm’deki ifadesiyle, “Kalbinin temizliği kadar…”dır.). Takdir edersiniz ki, bu da; yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız ‘teslimiyet’le olanaklıdır.

Dolayısıyla, yüksek/süptil tesirlere nail olmak Kutsal ile olan ilişkiyi/iletişimi giderek artırmak(ya da dilerseniz ona Sufi ağzı ile simgesel olarak, ‘kalp temizliği’ diyelim) bireyin kendi elindedir. “Kalbin ALLAH’ın ilhamına konak olsun!” şeklinde dile getirilen Sufi özdeyişinde anlamını bulan güzelliğe kavuşmak; idraklenme cehti içinde, nefs terbiyesiyle oluşacak vicdan kanalının açılışına bağlıdır.



Kalp Çakrasının Önemi:

Teslimiyet ve iç huzuru söz konusu olduğunda, kalbin(daha doğrusu kalp çakrasının) gündeme gelişi nedendir? Çünkü kalp/kalp çakrası(simgesel anlamda) ALLAH’ın beşere nazar yeridir. Yani, birey artık kendisini(yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız anlamda) ‘kurtuluş’ a erdirecek süptilitedeki tesirlere bağlamış, bu liyakate kavuşmuş demektir. Dilerseniz, daha teknik ifadesiyle, şöyle söylemek de mümkün: ‘Kalp temizliği’yle kastedilen, göğüs çakrasının açıklığı/temizliği ve göğüs çakrasından besleniyor olmak çok önemli bir merhaledir dünya tekâmül okulunda. Bu durumun devre sonunun bitiş günlerindeki önemini, sağduyu sahibi değerli okurlarımızın takdirine bırakıyoruz. Onun için, esas olan; ‘kalp çakrası insanı’ olmaktır. Böyle bir kalp, Kutsal’ın nuru ile aydınlanmış bir kalptir ve artık o kalp değil, ‘gönül’ dür. Kalbin, gönül haline getirilmesi de, tüm kutsal ve inisiyatik öğretilerin ana konusu olmuştur.

Kalp temizliği’ ve ‘gönül’ kavramlarıyla ifade edilmeye çalışılmış olan bu durum, şimdilik bizler için ulaşılması gereken ilk ve hem de burnumuzun dibinde olan bir merhaledir. Birey- Kutsal ilişkisinin güçlendirilmesiyle kat edilecek bu merhale, hızla değişmekte olan gezegenimizin ufuklarında ışımaya başladı bile… Kıyam etmek(yani, şuurda dirilmek) kavramında anlamını bulan bu merhale, simgesel olarak ‘diri olmayı’ da beraberinde getiren bir değişimdir. ‘Diri olmak’, ALLAH ile olmaktır; daha açık ifadesiyle, bulunduğu tekâmül düzeyinin ulaşabildiği en süptil noktasıyla bağlantılı olmaktır. Ama unutmayalım ki, bu bağlantı en son değildir; o sadece bireyin içinde bulunduğu tekâmül düzeyinin bir üstündeki ve ulaşabildiği/ uzanabildiği(belki tutunabildiği) en üst noktadır, beslenebildiği/ nemalandığı en süptil kaynaktır. Ama ne kadar ‘yüksek) olursa olsun, uzanılan her noktanın üzerinde de daha pırıltılı(süptil) noktaların(sonsuz uzaklıktaki ışıklı ortamların) bulunduğunu hatırdan çıkarmamak ve idraklenme cehtini hiçbir zaman elden bırakmamak gerek.

İşte tüm bunlardan dolayı, içinde bulunduğumuz bu ‘oluş’ dönemindeki akışta ‘teslimiyet’(hatta bu teslimiyeti giderek güçlendirmek) esastır. Hepimize başarılar…
…………………………………………….
(*) Ama bu gün ne yazık ki, genel görünüm olarak dünya beşeri, kök ve karın çakralarından(dünyadan) beslenir durumdadır…













19 Ocak 2015 Pazartesi

İç Huzuru Ve Teslimiyet

İç Huzuru Ve Teslimiyet
Derleyen: Selman GERÇEKSEVER

Giriş:

Beşeri varlıklar olarak, sâdece dünyasal/maddesel ve toplumsal yönlendirme ve yaptırımların etkisiyle, belli biçimlerde düşünmeye ve davranmaya koşullanmışızdır. Bu durum, içsel gelişim için gidişi ağırlaştıran bir görünüm olmaktan öte, mutsuzluklarımızın/huzursuzluklarımızın da nedenidir. Böyle bir içsel yapı ile; her şeyin, Bir ve Tek olan Bütün’ün hayrına değil de, çoğu bencilik içeren kendi beklentilerimiz doğrultusunda olmasını isteriz, ısrar ederiz, hatta bu bilinçsizlik içinde, isteklerimizi ihtirasa/tutkuya dönüştürürüz.

Bu durumda olan birey, olmakta olanı kabul edemez; nefsinin güdümündeki beşeri zihni, kendisinin en haklı olduğunu ona empoze etmeye çalışır durur. Bu durum, eğitilmemiş ‘zihin ürünü benlik’e sahip olmanın sonucudur. Maddesel ve beşeri değerlerle özdeşleşmiş böyle bir zihin için, özdeşleştiği değerlerden başkası önemli değildir. Bu özdeşleşmeden dolayı; her şeyin, özdeşleşmeleri doğrultusunda gerçekleşmesini ister. Olmakta olanın, herkesin ve Bütün’ün hayrına olduğu gerçeğini, kabullenemez. Çünkü kendisinin düşündüğünün en doğru olduğu zehâbındadır…

Oysa o, beğense de beğenmese de, karşı karşıya olduğu durum ve içinde bulunduğu zaman-mekan koşulları, her şey; kendi elinin emeğinin sonucudur ve aslında, ruhsal varlık olarak(tekamül ve İlâhi Murad’a hizmet gereği) nefsin/zihnin ürünü benliğin beğenmediği koşulların oluşmasını(belki uzun süreler) bekleyerek, sonra onlara uyum sağlayıp, plan yaparak enkarne olmuştur. Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz zaman-mekân koşulları, belli gelişim ihtiyaçları içinde olan(ve aynı zamanda devre sonu enkarnasyonları olan) bizler için, bu ihtiyaçlarımızı gidereceğimiz ve İlâhi Murad’a hizmet edeceğimiz en uygun durumdur/ortamdır.

O halde, alınacak en uygun ve gerçekçi tavır; ‘olan’ a uyum sağlayarak, gerçek ihtiyaçlar doğrultusunda ilerlemek. Bu anlamda “uyum”, doğru bildiğini uygulama duyarlılığı içinde, niçin sabrettiğini bilerek, gerektiğinde hak ihlallerine tepki vererek yaşamaya cçalışmaktır. Böyle bir ilerleyiş, bir bakıma ‘olmak’ tır. Bu anlamda ‘olmak’, yukarıda belirttiğimiz; yoksunluğundan yakındığımız iç huzurunu deneyimlemek ve bunu sürekli kılarak, devre sonunun şuurda uyanmaya zorlayıcı koşulları altında; bir tür “ayar programı” uygulamak, sabır ve dayanıklılık ölçüsü sergilemektir.

Söz konusu ‘zaman-mekân koşulları” na dünya beşeriyeti olarak(bu son Adem Devri’nin enkarnasyonları olarak) yaklaşık 7000 yıldan beri hazırlanmaktayız. Bu nedenle, yukarıda değinip geçtiğimiz ‘olmak’ kavramında anlamını bulan bir ‘oluş hâli’ içinde bulunduğumuzu da söyleyebiliriz. Bu ‘oluş hali’, yeni bir devre geçiş öncesi, tamamlamamız gereken son hazırlıklarımızın toplamıdır. Yani, devre sonunun şu bitiş günlerinde, aynı zamanda ‘oluş hâli’ içinde olan bir Dünya beşeriyeti söz konusu… Oluşta yer almış, ‘geçiş’e hazırlanıyoruz. Bu nedenle en akıllıca ve makbul tutum, her şeye karşın, “Oluş düzeninde vicdanî tesirlere uymak” tır. Bu “uyum”la ilgili en önemli iki kavramı da, bu makalemizin esas konusunu oluşturmaktadır: HUZUR ve TESLİMİYET…

Yukarıda da kısaca değinip geçtiğimiz ve besbelli ki son günlerini yaşadığımız şu ‘geçiş’ e hazırlık döneminde(aynı zamanda da son Adem Devri’nin bitiş günlerinde) her şeyden çok ihtiyacımız olan iki nitelik; iç huzuru ve teslimiyet. İç huzuru(gerçek mutluluk); çağlar boyunca tüm inisiyatik öğretilerin, müritlerine kazandırmaya çalıştıkları en belirgin nitelik… Teslimiyet; tüm kutsal öğretilerin, çağlar boyunca cemaatlerini oluşturan bireylere(mü’minlerine) işaret ettikleri en yücelerdeki ışıklı hedef… Bu iki kavram(ve aynı zamanda, erdemli/bilge kişilere özgü en belirgin nitelik); kıyamet enkarnasyonları(şuurda uyanmaya aday enkarnasyonlar) olan bizler için de, ‘geçiş’ için gerçek anlamda güçlenmemiz ve titreşimimizi yükseltmek için gerekli olan iki insâni değer.

Bunların hangisi ötekinden önce gelir, bilmiyoruz ama herhalde, birbirlerini sanki tetiklediklerini düşünmek daha yerinde olacak. Yani iç huzuru için gerekli olan koşullar yerine getirildikçe teslimiyet artıyor; teslimiyet arttıkça da, birey gerçek ve kalıcı(maddesel ve beşeri koşullardan etkilenmeyen bir) iç huzuruna kavuşuyor. Bu ikisinin birlikteliği, bir üçüncü değeri de beraberinde getiriyor ki o da titreşimin yükselmesi. İşte bu önemlerinden dolayı; şimdiye kadar çeşitli vesilelerle ele aldığımız bu kavramlar üzerinde bir kez daha durmak istiyoruz.

Bunlardan iç huzurunu, şimdiye kadar, dünya beşeriyeti olan bizler hep dışımızdaki adreslerde aradık, ama hep aradık… Beşeri realitelerimizin en alt basamaklarından beri; rahatı aradık, maddesel birikimin/maddenin verdiği avuntuların peşinde kim bilir kaç yaşam geçirdik, yüksek makamlara/mevkilere göz diktik mutlu oluruz da rahat ederiz diye. Ama bunların hepsinin geçici olduğu hemen anlaşıldı ve ardından biz,(aslı esası iç huzuru olan) mutluluk/haz arayışımızı başka dış adreslere yönelerek sürdürüyorduk. Bizi bu arayışta sürekli kılan, aslında(temelinde doymak bilmeyen açgözlülük değil), ta derinlerimizden bir yerlerden kaynaklanan içsel huzur idi. Aslımız esasımız ruh varlığı olduğu için; o, kalıcı ve en süptil iç huzuru bedensel bende tezahür etmek istiyordu.


Görünmeyeni Tezâhür Ettirmek:

Esasen, enkarnasyonlardan bir amaç da bu değil midir? İçte olanı(görünmeyeni) dışta(tezâhürat ortamında,düşünce, niyet ve davranışlarda) tezâhür ettirmek. Ruhsal planların tezâhür uzantıları olarak bizler, bu kalıcı huzuru bedende de arıyorduk. Ama gerekli koşulları yerine getiremediğimiz için(iç zeminimizi bu nitelikteki bir huzurun tezahürüne elverişli hale getiremediğimiz için) gerçek huzuru/ mutluluğu hep dışta(maddesel ve beşeri değerlerde) aradık durduk. Oysaki dışta olanın esası, içte olandır ve görünenin esası görünmeyendir. Ya da, dışta aradığın huzur, içten gelendir. Bu durum daha küresel ve kapsamlı anlamda, enkarne varlığın, asıl kendisini (özbenliğini)arayışıdır, asl’a yönelişidir.

Bize bu arayışta zaman kaybettiren başka bir aldanma da; huzuru, hep gelecekte aramak oldu. Kuşkusuz bu yönde onu bulamayınca, geçmişe yöneldik ve nostaljik avuntularla oyalanmaktan kendimizi alamadık. Oysa, kalıcı ve değişmeyen huzurun ne gelecekte, ne de geçmişte olmayıp, ‘AN’ da olduğu bize hep söylenmişti ama o zamanlar bunun ne anlama geldiğini bile anlayacak durumda değildik. Kurtuluşun ve asıl yapılması gerekenin; kendimizi plansal yanımıza bırakmak(2), olmakta olanı şükürle karşılamak ve hatta her AN şükür hâlinde(‘ibâdet’ halinde) olmak olduğunu yeni yeni anlıyoruz. Olsun, bunda çok da gecikmiş sayılmayız. Bu anlayışımızı idrake dönüştürerek, hemen yaşama geçirebilirsek, bu gecikmişliği telâfi edebiliriz. Yeni boyutta, saf bilinçle huzur içinde yol almak ve Yeni Çağın yüksek titreşimine uyumlanmak, böyle bir idraklenmenin getireceği şuurlulukla olanaklıdır. Geçmiş yoktur, gelecek illüzyondur(ya da en fazla, bir olasılıktır) ama AN vardır  ve sâdece huzur değil, teslimiyette  AN’dadır.



AN’da Kalabilmek:

Huzur gelecekte aranmaz; o, AN’dadır. O halde; huzurun, AN’da kalmanın ve teslimiyetin koşullarını yerine getirmek, hemen hemen aynı olmaktadır. Bu koşullar, sanki bireyi aynı hedefe götüren üç yol… O hedef de; devre sonunun şuurda uyandırıcı tesirlerine / koşullarına bizi uyumlu kılacak titreşim yüksekliği. Rahman ve rahim olan bu etki ile olabildiğince uymly duruma gelmek. Başka bir söylem ile, iç zemini bu tesirlerin enkarnasyonuna elverişli düzeye çıkartmak…Şu bitiş günlerinde; huzur içinde kalıp, enerjimizi yüksek düzeyde tutmaya o kadar gereksinimimiz var ki… Bizi her türlü düşük titreşimlerden koruyacak olan da bu titreşim yüksekliği. Her şeye karşın, şu geçiş günlerinde ‘olmak’ gerek. ‘Olmak’ demek; huzuru deneyimlemek ve teslimiyet içinde ‘varlığını yeniden var etmek’ tir.

Ne mutlu; devre sonunun değişime zorlayıcı rahman ve rahim olan etkisi altında, erdemli insanlara özgü bir teslimiyet hâli içinde, sâkin ve endişesiz yol alabilenlere… ‘Geçiş’ ya da ‘sıçrayış’ denen o en kritik hareketi yapmaya hazırlanan bizler için teslimiyet içinde olmak, en az, huzurda kalmak kadar önemli. Bu ‘oluş’ aşamasındaki tesimiyet niçin bu kadar önemlidir, birazda bunun üzerinde yoğunlaşarak yazımızı sürdürelim:



Teslimiyet, Ama Nereye?

Teslimiyet’ kuşkusuz, tüm öteki kavramlar gibi değişik açılardan ele alınarak irdelenebilir. Ama biz burada ‘teslimiyet’i, ‘birey-kutsal ilişkisi’ olarak ele almak istiyoruz. Kutsalın bireyle olan ilişkisi esâsen hep vardır. Çünkü birey(ve tezâhüratın her bir birimi) Kutsal’ın tezâhüründen başka nedir ki? ... Dolayısıyla her şey O’ndandır ve tezahüratın her bir zerresi O’nun izlerini/etkisini taşır(hologram…). Her şey O’nun çeşitli titreşim düzeylerindeki tezâhürleridir. Bir ve Tek olan O, çokluk ve çeşitlilik halinde tezâhür etmiştir. Bu evrensel gerçeğin bir Kur’an âyetindeki yankılanışı şöyledir: “…Yeryüzünde ve kendi içinizde ALLAH’ın varlığına nice kanıtlar vardır, görmez misiniz?” (Zariyat: 20/ 21). Dolayısıyla “teslimiyet”, aslımız ve öz kendimiz olan özbenliğimiz ve onun aracılığıyla yücelikleredir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz ve devre sonu için yaşamsal önemi olduğunu bildiğimiz titreşimi yükseltmek açısından çok yararlı, gerekli ve bereketli olan söz konusu çokluk ve çeşitliliğe rağmen; ‘varlıksal birlik’ tir esas olan. O’nunla birlik(“ibâdet hâlini” nin sürekliliği…). Her şey O’nun çeşitli titreşim düzeylerindeki tezâhürleri olduğuna göre; varlık O’ndan kendi titreşim düzeyinin süptilitesine göre yararlanabilir. Titreşim düzeyinin bu anlamdaki yüksekliği, O’na teslimiyeti ve O’ndan giderek daha çok yararlanmayı da beraberinde getiren makbul bir durumdur. Esasen, içsel gelişim denilen olgu’da; yaratılmış olan her şeyin, kendisini bir üst titreşim düzeyine yükseltme cehti içinde(ki bu, idraklenme ve şuurlanma cehdidir, işte böyle bir ceht içinde) o düzeye uyumunu ve teslimiyetini artırmasıdır.


Yukarıdan Enerji Çekmek:

O’nun rahmetinden giderek daha çok yararlanabilir liyâkate gelmek ve teslimiyeti giderek güçlendirmek ancak böyle bir ceht ile olasıdır. Ayrıca, “Yukarıdan enerji çekmek” deyiminde anlamını bulan makbul durum da bundan başkası değildir. Yani, esas olan, Yüksek Benimiz(özbenliğimiz) aracılığıyla, sonsuz ve sınırsız yüceliklerle olan ilişkimizin giderek ve sürekli bir şekilde derinleştirilip, süptilleştirilmesidir. Bireyi kurtuluşa(maddeden özgürleşmeye) götürecek olan da bundan başkası değildir. Bu anlamda bir ‘kurtuluş’ u birey kendinde ne kadar tezâhür ettirebilirse; Bir ve Tek olan Kutsal da, bireyde o kadar çok(yine de onun kaldırabileceği kadar) tezâhür eder. Bu tezâhür ediş, elbette ki; bireyin süptilitesi/safiyeti/sadeliği(yani, onun gücü ve titreşim düzeyi) kadardır(Sufizm’deki ifadesiyle, “Kalbinin temizliği kadar…”dır.). Takdir edersiniz ki, bu da; yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız ‘teslimiyet’ le olasıdır.

Dolayısıyla, yüksek/süptil tesirlere nâil olmak Kutsal ile olan ilişkiyi/iletişimi giderek artırmak(ya da dilerseniz ona Sufi ağzı ile simgesel olarak, ‘kalp temizliği’ diyelim) bireyin kendi elindedir. “Kalbin ALLAH’ın ilhamına konak olsun şeklinde dile getirilen Sufi özdeyişinde anlamını bulan güzelliğe kavuşmak; idraklenme cehti içinde, nefs terbiyesiyle oluşacak vicdan kanalının açılışına bağlıdır.(İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT kitabındaki söylemi ile, “vicdan mekanizmasının üst değerlerinin artması”, sayfalar 181,117…)



Kalp Çakrasının Önemi:

Teslimiyet ve iç huzuru söz konusu olduğunda, kalbin(daha doğrusu kalp çakrasının) gündeme gelişi nedendir? Çünkü kalp/kalp çakrası(simgesel anlamda) ALLAH’ın beşere nazar yeridir. Yani, birey artık kendisini(yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız anlamda) ‘kurtuluş’ a erdirecek süptilitedeki tesirlere bağlamış, bu liyakate kavuşmuş demektir. Dilerseniz, daha teknik ifadesiyle, şöyle söylemek de mümkün: ‘Kalp temizliği’yle kastedilen, göğüs çakrasının açıklığı/temizliği ve göğüs çakrasından besleniyor olmak çok önemli bir merhaledir dünya gelişim okulunda. Bu durumun devre sonunun bitiş günlerindeki önemini, sağduyu sâhibi değerli okurlarımızın takdirine bırakıyoruz. Onun için, esas olan; ‘kalp çakrası insanı’ olmaktır. Böyle bir kalp, Kutsal’ın nuru ile aydınlanmış bir kalptir ve artık o kalp değil, ‘gönül’ dür. Kalbin, gönül hâline getirilmesi de, tüm kutsal ve inisiyatik öğretilerin ana konusu olmuştur, tüm ibâdet şekillerinin amacı da bundan başkası değildir…

Kalp temizliği’ ve ‘gönül’ kavramlarıyla ifade edilmeye çalışılmış olan bu durum, şimdilik bizler için ulaşılması gereken ilk ve hem de burnumuzun dibinde olan bir merhaledir. Birey- Kutsal ilişkisinin güçlendirilmesiyle kat edilecek bu merhale, hızla değişmekte olan gezegenimizin ufuklarında ışımaya başladı bile… Kıyam etmek(yani, şuurda dirilmek) kavramında anlamını bulan bu merhale, simgesel olarak ‘diri’ olmayı da beraberinde getiren bir değişimdir. ‘Diri olmak’, simgesel anlamda, ALLAH ile olmaktır; daha açık ifadesiyle, bulunduğu tekâmül düzeyinin ulaşabildiği en süptil noktasıyla(ki orası da enkarne varlığın özbenliğidir) bağlantılı olmaktır. Ama unutmayalım ki, bu bağlantı en son değildir; o sadece bireyin içinde bulunduğu gelişim düzeyinin bir üstündeki ve ulaşabildiği/ uzanabildiği(belki tutunabildiği) en üst noktadır, beslenebildiği/ nemalandığı en süptil kaynaktır. Ama ne kadar ‘yüksek’ olursa olsun, uzanılan her noktanın üzerinde de daha pırıltılı(süptil) noktaların(sonsuz uzaklıklardaki ışıklı ortamların) bulunduğunu hatırdan çıkarmamak ve idraklenme cehtini hiçbir zaman elden bırakmamak gerek.

İşte tüm bunlardan dolayı, içinde bulunduğumuz bu ‘oluş’ dönemindeki akışta ‘teslimiyet’(hatta bu teslimiyeti giderek güçlendirmek) esastır. Hepimize başarılar…
…………………………………………….
(1) Söz konusu “bitiş”in ve “geçiş”in ayrıntıları konusunda bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, Ruh ve Madde yayınları
(2) Ama bu gün ne yazık ki, genel görünüm olarak dünya beşeri, kök ve karın çakralarından(dünyadan) beslenir durumdadır…













6 Ocak 2015 Salı

Yeni Çağın Birleyici Enerjisi S E V G İ

Yeni Çağın Birleyici Enerjisi
S E V G İ

Hazırlayan : Selman GERÇEKSEVER


G i r i ş :
Sevgi, kaynağı sonsuzluklar olan ve bilgiyle birlikte tüm evrenleri dolduran “evrensel ilâhi bir güçtür. Makbul olan, “Tanrı’nın sıfatlarıyla sıfatlanmak” ya da “Allah’ın renklerine bürünmek…”(1) ise; sevgi enerjisinin kaynağı olmasak bile, sevgi adını verdiğimiz bu “evrensel / ilahi çekim gücü”nü bünyemizden geçirip,  çevremize yansıtabilir duruma (sâfiyete / arınmışlığa) gelmek gelişimin devre sonu insanına özgü bir göstergesi olsa gerek. O halde, bir bakıma, “gelişmek; sevgi enerjisini aktarabilecek sâfiyete / seyyâliyete ulaşmak demektir. Muhammed Peygamber, sevginin önemini vurgulamak için onu, îmandan sonra ifâde etmiş: “Allah’a imandan sonra, amellerin faziletlisi insanlara sevgi duymaktır.” Sevginin önemini, İsa Peygamber başta olmak üzere, tüm öteki peygamber ve inisiyeler de vurgulamıştır(2). Yani yüzyıllardan beri, beşerin içsel gelişimi ve toplumun kurtuluşu bakımından üzerinde çok durulan konulardan biri olmuştur sevgi.

Peki uygulama ne durumda, bunu arzu ettiğimiz şekilde  yapabiliyor muyuz? Bu soruyu gönül rahatlığıyla “Evet.” diye yanıtlayamıyoruz. Çünkü, içinde bulunduğumuz devre sonunun şu bitiş yıllarında; hâla sevgisizliğin örneklerini (sadece bireysel düzeyde değil, toplumsal düzeyde de) zaman zaman  yaşıyoruz.Yaptığımız her şeyi, ne yazık ki  “sevgi ile yapamıyoruz”, eylemlerimize / etkinliklerimize sevgiyi katamıyoruz. Herkesi aynı derecede sevemiyoruz. Belki herkesi (aynı derecede) sevmek mecburiyetinde de değiliz ama; hiç değilse, nötr bile kalamıyoruz. Evet, ne yazık ki hâla genel görünüm olarak sevgisizliği deneyimliyoruz; başka türlü ifadesiyle, sevgisizliği deneyimleye deneyimleye sevgiyi öğrenmeye, onun önemini kavramaya çalışıyoruz. Dünya beşerine özgü bir gariplik: Kendini bilmeyen kişilere özgü bu tututum içinde koskoca bir devrenin sonuna geldik. Genellikle hemen hemen her şeyi ters uygulamayla öreniyoruz. Yani önce olmaması gerekeni deneyimleyerek idrak ediyor, ondan sonra olması gerekene yöneliyoruz. Oysa kestirme ve insana yaraşır yol yüzyıllardır öğütlenmekte….
---ooo0ooo---

Konumuz olan sevgiyi, sevgisizliği yaşayarak; herkesi / her şeyi sevmeyi, sevgi odağı olmayı, aramızdaki sevgi sirkülasyonunu artırmayı öğrenmeye, böyle bir sâfiyete ulaşmaya çalışıyoruz. Peki, bunca ilâhî ve inisiyatik tembihat ve öğüde rağmen, kestirme yol dururken, niçin sarp yollarda, çıkmaz sokaklarda itişip duruyoruz? Doğru ve kestirme yolda bulunmanın önündeki engel nedir? Yani; sevgi enerjisini işlerimize / ilişkilerimize niçin katamıyoruz, sevgi enerjisini bünyemizden niçin geçiremiyoruz, bu enerjinin akışını engelleyen unsurlar (elemanlar / etmenler) nelerdir? Bu “elemanlar”, genel bilgilerimiz çerçevesinde; kendimizi tanıyamamış ve içsel bütünlüğe ve belirli bir sâfiyete ulaşamamış olmamızdan dolayı tutkularımız, özdeşleşmelerimiz, benliklerimiz, gururumuz / kibrimiz, ön yargılarımız, otomatik yaşayışımız ve bunlarla bağlantılı olarak, sahip olduğumuz astral tortular ve dirençlerimizdir. Burada “astral tortular ve dirençler”den kasıt; aşkın yanımızdan gelen sevgi enerjisinin akışını ve çevremizdekilerden yansıyarak içimizde kaynamasını engelleyen maddesel ve beşeri birikimlerdir.

O halde, biz her şeyden önce; kendi kendimizin eğitimini tamamlamak zorundayız. Okullardaki eğitim bu amaca, yani, insanın / çocuğun kendi kendisini tanımasına, yukarıda sıraladığımız, sevgi enerjisinin akışını engelleyen bünyemizdeki bu negatif birikimleri tanıyarak, onları kontrol altına almaya, ortadan kaldırmaya yönelik olmalıdır. Asında eğitim, ruh varlığının evrensel işlevidir. Çünkü varlık varlığın gelişiminden sorumludur. Bilen, bildiğinden sorumludur. Dolayısıyla elbette ki, Hiç bilen ile ilmeyen bir olur mu!” (3) Söz konusu sorumluluğun gereği, bildiğini paylaşmaktır. Aynı zamanda, paylaşırken / öğretirken öğrenmek ve yeni yeni idraklenmelere ulaşmaktır. Bu durum, aynı zamanda varlığın evrensel işlevidir: Evrensel yardımlaşma ve dayanışma olgusu, evrensel ilişki ve etkileşim… İşte bu evrensel olgunun temelinde değişik süptilitedeki sevgi enerjisi bulunmaktadır. O halde, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz sanıyorum: Sevgi sonsuz bir enerji, eğitim de ruh varlığının sonsuz ve kozmik bir işlevi, ilâhî bir vazifesidir. Bu durumu ve önemini Önder Plan’ın bilgilerinden sonra daha iyi anladık…Böylesine, temelde ortak niteliklere sahip olan bu iki kavramın birlikte ele alınmasında yarar vardır: Sevgi ve eğitim, sevginin eğitimdeki rolü…

Sevgi ve Eğitim
Sevginin, sâdece eğitimde değil, her şeydeki rolü pozitiftir kuşkusuz; yeter ki o, duygusallıkla, bencillikle, çıkarcılıkla kirletilmiş olmasın: Bunların, sevgi enerjisi için “direnç” oluşturan ve engel nitelikli elemanlar olduğunu, girişteki paragraflarda belirtmiştik. Kuşkusuz, bu engellerin arasından süzülüp çıkmaya çalışan sevgi enerjisi;  yaralanmış / berelenmiş, bu elemanlarla kirlenmiş ve sâfiyetini etkisini  yitirdiği için, beklenen yararı sağlayamayacaktır. O halde kabahat, sevgide değil; sevgiyi o duruma getiren bireyde olmaktadır. İşte onun için diyoruz ki, birey sâdece sevgi etkisini  değil, aşkın (müteal) yanından kaynayıp gelen, rehber varlıklardan gönderilen, vicdandan kaynaklanan tüm düşey tesirlere aracılık edebilmesi için; kendi kendini tanıma cehti ve zamanın değişime zorlayıcı şuurda uyandırıcı etkisine uyum sağlama cehti içinde bulunmalıdır. Bu uğraş ve cehit de, kişinin kendi kendini eğitmesinden (ve hatta, “gerçek eğitim”den) başka nedir ki…

Demek ki, birey kendini bu anlamda eğittikçe, daha da önemlisi, çocuklar bu anlamda eğitildikçe, sevgi enerjisinin daha iyi bir aktarıcısı oluyor. Böyle bir “yeni insanlık dönemi adayı”nın başkalarını eğitmesi de herhalde; sevgi dolu, her hâliyle pozitif etki dolu olacaktır. Bu şekilde sorumluluğunu yerine getirdikçe de daha fazla sevgiye, daha fazla pozitif etkiye ve yardıma lâyık olacaktır. Sevginin eğitimdeki rolünün derecesi ruhsal gelişim düzeyiyle yakından ilgilidir. Bu nedenle, bu yazımızda eğitimi; beşeri açıdan çok, ruhsal gelişim açısından ve yeniçağ insanı olmaya adaylık açısından ele alacağız.  Söz konusu “içsel gelişim”, İsa Peygamber’in özdeyişindeki “çocuk safiyeti” kavramında anlamını bulan bir durumdur. “Çocuk safiyeti”nde anlamını bulan bir içsel gelişim düzeyi; karşılıksız sevgi dolu, herkese bir gözle bakan, çevresinde önyargısız yaklaşan bir çocuğun sâfiyeti…

Gönül” Olmuş Kalp
Söz konusu “çocuk safiyeti”nin veciz şekilde vurgulanışını, hatta yetişkinlere hedef / örnek olarak gösterilişini, İsa Peygamber’in sözlerinde buluyoruz; Aziz Hipoyte (/Hipoyit/) tarafından aktarılan bir İsa kelâmı şöyleydi: “Beni arayan herkes, çocukları kalbinde bulabilir, çünkü ben oradayım.” İsa Peygamber’in bu veciz ifadesi bizlere şimdi ister istemez bir Kur’an ayetini de anımsatıyor: (Mealen) “Ben hiçbir yere sığmam, ama mü’min kulumun kalbine girebilirim…” Kuşkusuz, böyle bir kalbin; çocuk kalbi gibi, saf ve tertemiz olması gerek. Yani, yukarıda belirttiğimiz anlamdaki eğitimle ve terbiye ile  bu duruma getirilmiş olması, sanki sevgi enerjisiyle yıkanmış bir kalp… Böyle bir kalp, zaten artık kalp olmaktan çıkmış ve (Sufizm’deki ifadesiyle) “gönül” olmuştur.

İsa Peygamber’in çocuk sâfiyetine verdiği önemle ilgili olarak Markos İncili’nde de (10,13-16) güzel bir olay anlatılır: “Bir gün, onlara dokunsun diye kendisine çocuk getiriyorlardı. Fakat şakirtler, çocukları getirenleri azarladılar. İsa bunu görünce, gücenip dedi;Bırakın çocuklar bana gelsin, onlara engel olmayın; çünkü Tanrı’nın melekutu bu gibilerdir. ‘Doğrusu size derim ki, kim Tanrı’nın melekûtunu çocuk gibi kabul etmezse, ona asla giremez.’” Ve onları (çocukları) kucaklayıp, ellerini üzerlerine koyarak, hayır dua etti.
Ayrıca, başka bir yerde de, şöyle diyor: “Melekûta giren kimselere benzer şu süt emen çocuklar….” Evet, tüm bunları niçin aktarıyoruz? Çünkü, yukarıdaki satırlarımızda “eğitim”i, beşeri açıdan çok, ruhsal gelişim açısından ele alacağımızı belirtmiştik. Bizim için, şimdilik; ruhsal gelişimin hedefi de “çocuk sâfiyeti ve masumiyeti”yle simgelenen içsel gelişim düzeyidir. Bu aynı zamanda, “yeni insan”ın en belirgin niteliği olacaktır. Büyük uyanıştan sonraki “yeni çağın insanı”nın genel görünümü tüm öteki kutsal ve inisiyatik öğretilerde de ortaya konmuştur. Hatta İsa Peygamber’den asırlarca önce yaşamış Fisagor’un öğretisinde bile bunun imalarını görüyoruz.

Çocuk Sâfiyeti
Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, “yeni insan”nın en belirgin niteliği “çocuk safiyeti”dir. İnsanların, evrensel sevgi enerjisinin kendi paylarına düşen miktarını; olduğu gibi değilse bile, aslına oldukça yakın bir şekilde bünyelerinden geçirip, çevreye yayacak şekilde saflaşmaları… O halde, ruhsal / içsel gelişim çerçevesinde, eğitimin amacı bu olmalıdır: Çocuğun, ergenlik yıllarına kadar sahip olduğu saflığı  ve mâsumiyeti ömür boyunca sürdürmesini sağlamak. Bu eğitim aynı zamanda ve pedagojik anlamda olmak üzere; “otonom şahsiyet”i geliştirici bir eğitim anlayışıdır.  Sevgi ile ve “gerçek sevgi”ye yönelik yapılan bu eğitimin başarısızlık şansı hemen hemen yok gibidir. Çünkü sâdece hemcinslerimize değil, tüm tezahürata sevgi ile yönelişimiz, bizdeki öteki erdemleri ortaya çıkaracağından; bizler öğüt vermekten çok,onlara “örnek olarak yardım eden” yetişkinler olacağız.

Başka bir ifadeyle; eğitirken eğitilmiş, öğretirken biraz daha öğrenmiş olacağız. Bu süreç sonsuzdur; elbette ki hiçbir varlığın eğitiminin sonu yoktur. Ruh varlığı olarak, enkarne olduğumuz andan itibaren, bedenimizi terk ettiğimiz ana kadar ve hatta ondan da sonra, gerçek amacımız ve ihtiyacımız kendini bilme cehti içinde eğitmek ve eğitilmektir. Tezahüratın her birimi hem etkileyen ve hem de etkilenen durumdadır(4).

Eğitim beşikten mezara kadardır…” diye bir atalar sözümüz var, ama biz bunu ölüm ötesine doğru, tekrar tekrar doğuşları kapsayacak şekilde  sonsuzluğa doğru uzatıyoruz. Çünkü yaşam, beşik ile mezar arasına sıkışmış değildir; ölüm yok, sürekli doğuşlar var: Bir kez dünyaya, bir kez dünya ötesine (ahirete / spatyoma) doğuyoruz. Dolayısıyla hep varız, yok olmak anlamında ölüm yok. Ölüm sadece bir geçiş olmaktadır. Bu sürekli doğuşlar boyunca, varlığın evrensel işi, eğitmek ve eğitilmek, ya da başka türlü söylemiyle hep değişip, dönüşüp gelişmek. Bu sonsuz gelişim olgusu içinde, olup duran nedir? Sevgi enerjisini giderek bünyeden daha fazla geçirip, çevreye dağıtabilecek arılığa ve duruluğa gelmektir. Bu durumun ve oluşumun ayrıntıları İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT (Run ve Madde Yayınları) adlı eserde, elimizde bulunan en son şeklini almıştır.

Ayrıca, “varlıksal ilkeler”le(5) ilgili bilgilerimizden de biliyoruz ki; varlık, bu sözünü ettiğimiz olgu içine, seçme özgürlüğünü ve özgür irâdesini kullanmaya başladığı andan başlayarak girmiş ve sürmektedir. Seçme özgürlüğü doğrultusunda, bu şekilde maddeyle bağlantı kuran varlık, yaratılışının gereği, özsel olarak sâhip olduğu(fıtratında bulunan) bilgiyi (özündeki bilgiyi)  uygulama fırsatı bulur. Ruh varlığının evrensel / kozmik görevi gereği bu fırsat; maddenin eğitimi, yani geliştirilmesi amacıyla başlasa da, aslında o; ruh varlığının , sonsuzluk içinde, Yaradan’ını tanıma doğrultusunda kendini eğitmesidir.

Evrende her şey kaotik ve anlaşılmaz bir düzen içinde işler gibi görünüyorsa da, aslında olup biten her şey İlâhî İrâde Yasaları’na tam bir uygunluk hâlinde tezâhür etmektedir(6). Bizlerin bu “yarım idrakli”(söylem Önder Plan’a âittir, sayfalar 50+58)  anlayamadığımız için, “kaotik” olarak nitelendirdiğimiz bu düzen, varlığın eğitiminde esas rolü oynamaktadır. Yani bu kaotik düzen; varlığın kendini bilmesinde, kendini tanımasında ve başkalarının da kendilerini tanımalarına yardım etmesinde, ihtiyacı olan tüm olanakları içerir ki, bu “içsel gelişim olanakları”nın Kur’an terminolojisindeki karşılığı “nimetler”dir(7).

Durum böyle olunca, şimdi diyebilir miyiz; bu “yarım idrak” düzeyiyle ele alınan eğitim, insanın gerçek doğasına en uygun olan eğitim midir? Elbette evet. Bu eğitim ile, evrensel sevgi enerjisiyle de şuurlu olarak destekleyebilirsek;  bizler farkında olalım ya da olmayalım, gerçek kimliklerimizi bu zaman ve mekânda tezâhür ettirmeye aday varlıklar niteliğini kazanabiliriz. Burada “gerçek kimlik” derken, “iç potansiyelimiz”i kastediyoruz.Yani, iç potansiyelin, “öz benliğimiz”(söylem Önder Plan’ın bilgilerinden alınmıştır) olduğu gibi, ya da  %100’e yakın bir şekilde bedende tezâhür etmesi…

A i l e
Görüldüğü gibi; “eğitim” ile “sevgi” arasında önemli ve doğal bir ilişki var. İşte bu anlamda “gerçek eğitim”; evrensel sevgi enerjisinin bedende daha çok tezâhürüne olanak sağlayacaktır. Daha öncede belirttiğimiz gibi, ruh varlığının eğitici işlevi,  maddesel ortamlarda ve onların doğal uzantısı olan (onların) spatyomlarında geçer. Bunun için, maddeye enkarne olmak söz konusudur. Dünya ortamındaki insanlık (beşeriyet) düzeyinde varlıkların enkarne oldukları yer âiledir. Unutmayalım ki; evrensel bir ortak alan olan ailenin kuruluşunda da  önemli unsurlardan (elemanlardan) biri sevgidir.(Erkek-kadın enkarnasyonları ve aile konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. RUH ve KÂİNAT, Cilt 3, sayfa 800+805)

Ailenin kurucu üyeleri olan “ana-baba”nın da bu bilinçte oldukları ölçüde, çocukların eğitimine basiretli bir şekilde katkıda bulunmaları  söz konusudur sanıyorum. Bunun tersi olduğu durumlarda, çocukların  yanlış eğitimle aile içinde şımartılarak dejenere olduklarını görüyoruz. Yapay, çıkarcı ve bilinçsiz olarak aile bireylerinden  yayılan sevgi  enerjisi, ailenin temel görevi olan ; kendine yararlı, çevresine yararlı, güvenilir ve kısaca, “şuurlu çocuk yetiştirme” işlevini yerine getirmesini engellemektedir.

Çocuk Eğitimi = Ego Eğitimi
Çocuk eğitimi, bir bakıma; egonun eğitiminden başka nedir ki? Ya da başka türlü bir söylemle, eğitilmemiş bir çocuk, “eğitilmemiş ego demektir. Çocuğun bu anlamda eğitilmesi için, hiç kuşkusuz önce yetişkin kendisini bu şuurla eğitmiş, egosunu edeplendirmiş  olması gerekir. Ego eğitimiyle, sevgi enerjisine karşı geçirgenlik kazanmak; yani sevgi enerjisinin bireyden bireye olan sirkülasyonu arasında yakın ilişki olduğunu daha önce söylemiştik.

Ego eğitiminin, dolayısıyla egonun isteklerine muhalefet edebilme gücünün, ruhsal gelişim çerçevesinde “ihtiyaçlar”la da bağlantısı var. İhtiyaçlar konusu ve onlara karşı tavırlanmamız oldukça önemli. Çünkü ihtiyaçlar, bir bakıma “içsel gelişim araçlarımız”dır. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız anlamda terbiye edilmemiş bir çocuk ve genç, çok büyük ölçüde “yapay gereksinimler” ve “geçici mutluluklar” peşindedir. Ayrıca, kişilerin ihtiyaç (gereksinim) duydukları şeylerle, içsel gelişim düzeyleri arasında da  bir bağlantı kurulabilir. Bu nedenle, biraz da “ihtiyaçlar” konusu üzerinde durduktan sonra, tekrardan sevgi ve eğitime dönmemizde yarar görüyorum.

İ h t i y a ç l a r
Zâten ihtiyaçlar; belirli bir yaşam içinde, yaşam planımızın gerçekleştirilmesiyle ilgili bir konudur. Yalnız, biz beşerî varlıklar olarak, ve çoğu zaman da egomuzun eğitilmemişliğinden dolayı, yapay ihtiyaçlar içinde  kaybolur, gerçek  (içsel gelişim) ihtiyaçlarımızdan uzaklaşırız. Bu durum aynı zamanda, yaşam planının doğru düzgün uygulanmaması anlamına gelen bir tâlihsizliktir. Bildiğimiz gibi, yaşam planınımız kapsamında olmak üzere, her enkarnasyonumuzla belirlenen ihtiyaçlarımız başka başkadır. Neden bu böyle? Çünkü her tekrardoğuşta gelişimimizin başka bir yanını ele alırız ruh varlığı olarak… Aslında (tezahür uzantısı olduğumuz) asıl özkendimiz ve ruhsal planımız açısından gerçek gelişim ihtiyaçlarımız belli bir yaşamda sayı olarak çok fazla değildir. Ama yukarıda değinip geçtiğimiz gibi, dünya koşullarında bu ihtiyaçlar, yine dünyasal icaplara ve toplumsal koşullandırmalarla saçaklanarak çoğalır, hatta enkarne varlık bu yapay icaplar ve ihtiyaşlar içinde kaybolup gider. Beşerî yanımızın (bedensel benimizin) arzu ettiği her şey gerçek (içsel gelişim) ihtiyacımız değildir. Bu nedenle, gerçek ihtiyaçların karşılanması ile şuurlanma arasında ve de egonun eğitilmişliği arasında (dolayısıyla sevgi sirkülasyonu arasında) yakın ilişki vardır.

Buradan da anlaşılıyor ki; gerçek eğitim, aynı zanda, kişiyi gerçek ihtiyaçlarına yöneltebilen eğitimdir. Bu anlamda “gerçek eğitim” bireyi (özellikle de çocukları ve gençleri), en kötü beşerî zaaflarımızdan biri olan savurganlıktan, anlamsız tüketicilikten korur. Bu arada, gerçek eğitimcinin görevi de; önce kendisini bu seçimi  yapabilecek duruma getirmek, sonra da eğitim süreci içinde karşısındakinin gerçek ihtiyaçlarını belirleyerek, ihtiyacı olanı ona sevgi ile vermektir. Demek ki, bu anlamda sevmek; karşısındakinin egosunu okşamak, sokak başlarında krize girmiş pozlarında sevgi şovları sergilemek, dolayısıyla yapay / egoistik ihtiyaçların doyurulmasına yönelik eylemlere yönelmek değildir. Tam tersine, sevmek; karşımızdakinin gerçek ihtiyaçlarını görebilme / sezinleyebilme kapasitesidir. Karşımızdakini her türlü kusuruyla kabullenip, onu yüreğine sığdırmak ve içsel gelişimine katkıda bulunmak adına onun doğru yolda kalmasına yardımcı olabilmektir. Bu bakımdan, bu şuurda olmayan birinin, olayların dış görünüşüne bakarak, eğitimci hakkında karar vermesi hiç de sağlıklı bir tutum değildir. Çünkü bilinçli bir eğitimcinin  ne yaptığı ve nasıl yaptığı önemli değil,  niçin ve ne niyetle yaptığı önemlidir.

Tam bu noktada, belki şu durumu da göz önüne almakta yarar var: Burada “eğitimci” derken; toplumda belli bir yeri olan, birkaç fakülte bitirmiş, sâdece bu işin eğitimini gören kişileri  kastetmiyoruz. Öğretimin / öğrenimin bile doğru dürüst gerçekleşmediği okullarımızda bu anlamda eğitimden söz etmek zâten olası değildir. Sigara ve uyuşturucu bağımlılığı ile şiddetin (ABD okullarından ülkemize doğru) sızmakta olduğu ve bununla mücadeleye çalışılan okullarımızda ego eğitimi çerçevesinde idraklenme ve şuurlanmadan ve bunlara bağlı olarak sevgi sirkülasyonundan söz etmek elbette olası değildir.  Hele, dinin eğitime âlet edilerek ayrımcılığı körükleyen eğitim hiç değildir. Bizim burada “eğitimci”den kastımız, kendisinin ve çevresindekilerin gelişimini hep pozitif  yönde destekleyen, varlık sevgisi yüklü bilge eğitimciyi kastediyoruz. İşte böyle bir eğitimcinin belirgin özellikleri nelerdir, birlikte görelim:

Gerçek / Bilge Eğitimci
O her şeyden önce “esnek ve uyumlu” bir insandır; karşısındakine hatâ yapma şansı tanır, çünkü bilir ki başarı kadar başarısızlık da gelişim açısından önemlidir. Hatta, hatâ ve  başarısızlıklar çok daha önemlidir çünkü kişiyi daha çok gayrete, gelişmeye zorlar, uyanık tutar. Başarı ise, bir kez elde edildi mi, bazılarını atâlete itebilir; ya da aynı başarı düzeyini sürdürmenin rahatlığının rehâvetine itebilir. Bu nedenle, iyi bir eğitimci, karşısındakine hatâ yapma şansı tanır, kusurlarına, hattâ densizliklerine sabır gösterebilir. Bu, kendisi için de bir hoşgörü ve esneklik uygulamasıdır.  Evet, hoşgörü de, herhalde bir eğitimcinin sâhip olması gereken belirgin niteliklerinden  bir tanesi olsa gerek… Hoşgörülü olmak; hatâyı / noksanı anlayışla karşılamak ve karşıdakine yeni bir deneme şansı tanımaktır.

Ayrıca, iyi bir eğitimci, aynı zamanda “koruyucu ve kollayıcı”dır da… Kendilerinden sorumlu olduğu kimseleri görüp gözetir; onların dertleriyle dertlenir, sevinçleriyle sevinir. Bunlara “anlayışlılığı ve vericiliği” de ekleyebiliriz elbette. İyi bir eğitimci sâdece anlayışlı değil, fedakârdır da… Kuşkusuz, tüm bu meziyetleri bir arada bulundurabilmesi için duygularını kontrol altında bulunduruyor olması gerekir. “Duyguları kontrol altına almışlık zâten “yeni insan”ın en belirgin niteliklerinden biridir.

Demek ki, olgun / bilge bir eğitimcinin hedefi; karşısındakinin gerçek ihtiyacını objektif olarak belirlemek ve onu bu doğrultuda yönlendirmektir. İşte tüm bunlardan dolayı, her öğretim, eğitim değildir. İyi bir eğitimci; öğretimi de, eğitim amacıyla kullanır. Öğrendiğimiz şeyler de gerçek anlamda eğitim için(içsel gelişim için) birer araçtan başka bir şey değildir. Öğrendiklerimizle ne yaptığımız, nasıl ve ne niyetle yaptığımız önemlidir…Doğaldır ki; bu anlamda eğitilmemiş bireyin(özellikle de çocukları ve gençlerin) öğrendiklerinden; ne kendine, ne de çevresindekilere bir yayarı vardır. Çünkü gerçek anlamda eğitilmemiş birey, bildiklerini de egoistçe amaçlar doğrultusunda kullanacaktır, doğru bildiklerini yaşamına geçirmekten çok, eline geçen olanakları egosunu güçlendirme yönünde kullanacaktır. Daha da kötüsü; olumsuz çevrelerin çıkarcılığa yönelik aldatmacalarına kolayca kanacak, kötü yollara saparak, telâfisi güç karmik birikim oluşturacaktır…Öğretimi ve her şeyi eğitim amacıyla (beşerî zaaflardan kurtulup, insanlaşma amacıyla) kullanmamanın getirdiği olumsuz sonuçlardır bunlar. Ne yazıktır ki, günümüz gençliğinin büyük çoğunluğunun bu üzücü durumda olduğunu görüyoruz.

Anne – Çocuk İlişkisi
Bu son belirttiğimiz durumun en doğal şeklini anne-çocuk ilişkisinde görürüz: Anne, bu anlamda iyi bir eğitimci değilse; duygusal bir analık içgüdüsüyle çocuğun her istediğini yapacaktır. Eğitimden nasibini alamamış bir çocuğun beklentilerinin hemen hemen hepside egoistçe (hep kendine yönelik) isteklerdir. Her istediği yapılan çocuk ise bunu, annesinin ona olan sevgisinin bir kanıtı zanneder. Bu yanılgı da çocuğu dejenerasyona sürükleyen etmenlerden biri olabilir. Çocuğuna gerçek anlamda  yararlı bir annenin görevi, yavrunun bencillikten kurtulmasına yardım duyarlılığı içinde; dikkatli bir gözlem ile sâdelik içinde çocuğun gerçek gelişim ihtiyaçlarını keşfedip, onları ölçülü bir şekilde karşılamak; büyük ölçüde söyledikleriyle değil, hareketleriyle çocuğa örnek olup, yerli yerinde öğütlerle onu gelişimine katkı sağlamaktır. Yoksa, çocuğun egosal ihtiyaçlarını sürekli bir şekilde karşılamak değildir. Çünkü, unutmayalım, az yukarıda da belirttiğimiz gibi; eğitilmemiş çocuk, “eğitilmemiş kaba bir ego” demektir. Bu anlayışla, sözüm ona eğitilen çocukların; bencilce arzular içinde davranış bozuklukları göstermesi, uyumsuzluktan uyumsuzluğa düşerek, dejenerasyon alanları içinde  doyumsuz bir kişi olarak yaşamaları (daha doğrusu, “sürünmeleri”) doğaldır. Bu gidişin vahşice örneklerini zaman zaman Amerikan okullarında görüyoruz. Eğitilmemiş kaba ego, ne kadar (maddesel, ekonomik) varsıllık içinde bulunursa bulunsun, yine de doyumsuzluk içinde kıvranmaktan kendini alamaz.

Kaale Alınma açlığı
Bu doyumsuzluğun ve eksiklik duygusunun  neden olduğu itilimle bazı kimseler sanki “kaale alınmak” açlığı içinde görünüyor. Çevredeki bireyler tarafından kaale alınmak, ilgi odağı olmak için gerek dış görünüş, gerekse davranış şekilleri olarak göze batıcı uygulamalar sergiliyorlar. Az yukarıda “ailede eğitim” konusuna değinmiştik ama, bu son geldiğimiz noktayla bağlantılı olarak bir duruma daha açıklık getirmekte yarar var: Anne-baba sevgisi ve bu sevginin niteliği. Bu sevginin bir ayrıcalığı vardır. Kaale alınmakla da bağlantılı olarak “anne-baba sevgisi”nin öteki sevgilerden ayrıcalığı; onun kökeninin, doğmadan önceki “bedensiz” hayatımıza kadar uzanmasıdır. Doğmadan önce varlık, yaşam planına göre; annesi olacak “olası / aday” varlıkla iletişime girer. Annenin rızası, o zamandan başlayarak (anne rahmine düşmeden çok önce) alınmış olur. Bu “rızalaşma”; varlıksal anlayışadayalı sevgi ve sempatizasyondur. Bu şekilde, anne sevgisinin tohumları  doğmadan çok önce fizik ötesinde atılmış olur. İşte bu şekilde tohumları spatyomda atılan sevgiye dayalı bir iletişim, annenin çocuğa vereceği eğitim için gerekli ortak alanı da sağlamış olur. Bu ortak alan içinde, anne rolünde görülen varlığın, çocuk rolünü üstlenen varlığa uygulayacağı eğitimin şekli ve kalitesi, her iki varlığın; yaşam planlarına, ruhsal gelişim ihtiyaçlarına, annenin varlık anlayışına ve kendini tanımadaki derinliğine / kararlılığına bağlıdır.  Sevginin temelleri bu kadar eskilere, doğumdan önceki zamanlara dayanmasına rağmen; yine de her türüyle sevgisizlikler yaşanıyor. Bunun  nedeni, büyük ölçüde, kendini tanımakla / tanımamakla ilgilidir. Kendini tanıma kapsamında doğru bildiklerini uygulama süreci içinde birey; dirençlerinden (“kabuklarından”, sahte benliklerinden) kurtulabildiği ölçüde, evrensel sevgi enerjisini giderek kendinde daha çok tezâhür ettirebilir. Konumuz olan “eğitim” söz konusu olduğunda da, anne aya da baba olarak çocuğun gelişimine o derecede önemli katkıları olur.

Ne tuhaf, ama o derecede de ne yazıktır ki; dünyada oluşturduğumuz bu “kabuklar, sahte benlikler” yüzünden, doğmadan önce ruhsal ailemize (planımıza) verdiğimiz sözü bile tutamıyoruz.(8) Yukarılarda bir yerde de değinip geçtiğimiz gibi, anne-baba kendilerini tanıyabildikleri ölçüde çocuklarını da gerçek benlikleriyle algılarlar.Yani çocuklarına, “çocuk” olarak değil de,  sâdece kendisinden sonra “enkarne olmuş bir ruh varlığı” gözüyle bakar ve bu şekilde yaklaşırlar. Gerçekte, yeni enkarne olmuş varlık, annesinden çok daha fazla bir oranda Yukarı’ya, ruhsal planına (kendi özüne) bağlıdır. Böyle bir anlayışa sâhip olmayan bir anne-baba tarafından yetiştirilen çocuğun kendi özüyle olan bağlantısı, çocuğun varlıksal yapısıyla pek ilişkili olmayan ve dolayısıyla da  kısır bir eğitimden dolayı gitgide unutulur. Çocuk, aklı kıt, idraki dar, büyüklerinin himayesine  her zaman muhtaç, sâdece biyolojik ihtiyaçları olan bir yapı olarak ele alınır ve bu zihniyetle yetiştirilir. Sonunda, bakarsınız karşımızda, yetersizlik ve kendine güvensizlik  içinde kıvranan, davranış bozuklukları sergilemekten başka bir becerisi olmayan, kandırılmaya ve dejenerasyona açık, ayrıca insana güven vermeyen verimsiz bir nesil. (“Bir genç, her şeyden önce insana güven vermelidir.” –Atatürk)

İşte bu bakımdan çocuğu, “çocuk” olarak ele almayıp ta, ruh varlığı olarak ona yaklaşırsak, onun  öz kendisiyle olan farkındalığını canlı tutmuş oluruz. Çünkü, bizim “çocuk” dediğimiz o birey, enkarnasyon hedefini gerçekleştirmek üzere doğmuş ve olgun bir ruh varlığının tüm niteliklerini taşıyan sanki bir “tohum” gibidir. Bu anlamda “tohum” kavramı İncil’de “hardal tanesi olarak simgelenmiştir. Hardal tanesi, tohumların en küçüğüdür ama, verimli toprağa düştüğü zaman, dev bir ağaç olur.  Burada ister istemez, şu güzel özdeyiş de geliveriyor aklımıza: “Anne-babaların kendilerini yetiştirmekle başlayacakları bir eğitimden daha doğru bir eğitim olamaz. Bizler hepimiz her zaman öğrenci olarak kalacağız…” Halil Cibran’ın da çocuklar ve eğitim üzerine güzel bir şiiri vardır:

“Onlar, doğrudan doğruya kendileri yaşamın çağrısının kızları ve oğullarıdır. Elinizden geçerler, sizden gelmezler. Eğer sizlerle birlikteyseler bu, ‘onlar sizindir’ anlamına gelmez. Onlara sevginizi verin, fikirlerinizi değil. Çünkü onların kendi fikirleri var. Bedenlerini barındırın, ruhlarını değil. Çünkü onların ruhları, bizlere ve hayallerimize yasaklanan yarınlardadır. Sizler onlara benzemeye çalışın, onları kendinize benzetmeye değil. Çünkü yaşam kaynağına doğru çıkmaz ve geçmişe takılmaz. Sizler yay; onlar çocuklarınız ise, yaydan fırlayıp gidecek olan cıvıl cıvıl oklardır.”
  ……………………………..
(1)     Ayet (“Tanrının rengiyle renklenmek…” –Kur’an, Bakara 138)
(2)     Sevgi kavramıyla ilgili birkaç Kur’an ayeti ve özdeyiş:
·          Kur’an, Bakara 165,
·          her şeyin başı sevgi: “Nerede sevgi ve saygı varsa, orada itimat ve itaat vardır. İtimat ve itaatın olduğu yerde disiplin vardır. Disiplinin olduğu yerde huzur, huzurun olduğu yerde de başarı vardır.” –Atatürk
·          İşidin ey yarenler; aşk bir güneşe benzer, aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer…” – Yunus Emre
·          Nazik ve sevgi dolu bir eylem kendi başına bir ödüldür.” – William J.Bennet
·          Sevgi ve ilginin gücü dünyayı yerinden oynatabilir.” – James Autry
·          Dostlarla olunca, acı yemiş bile hoştur.” – M.Celaleddin (Mesnevi 2835)
·          Aşk şeraiti, tüm dinlerden ayrıdır; aşıkların şeraiti de ALLAH’tır, mezhebi de…” – M.Celaleddin (Mesnevi 1770)
(3)     Kur’an-Zümer 8+9+15.
(4)     Allah her an etkinlik durumundadır….” meâlindeki ayet: Rahman 29
(5)     VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Medde Yayınları
(6)     Sünnetullah, ALLAH yasaları (Âyetler: Furkan 52, En’am 95, Fatır 43, İsra 77, Azhab 62, Fetih 23, Yasin 38, Fussilet 12)
(7)     nimetler”le ilgili âyetler: Tevbe 72, Mearic 19+21, Araf 31+32

(8)     Ahde vefâ konulu âyetler: Nahl 91, Bakara 177.