İç Huzuru Ve Teslimiyet
Derleyen: Selman GERÇEKSEVER
Giriş:
Beşeri varlıklar olarak, sâdece dünyasal/maddesel
ve toplumsal yönlendirme ve yaptırımların etkisiyle, belli biçimlerde düşünmeye
ve davranmaya koşullanmışızdır. Bu durum, içsel gelişim için gidişi
ağırlaştıran bir görünüm olmaktan öte, mutsuzluklarımızın/huzursuzluklarımızın da
nedenidir. Böyle bir içsel yapı ile; her şeyin, Bir ve Tek olan Bütün’ün
hayrına değil de, çoğu bencilik içeren kendi beklentilerimiz doğrultusunda
olmasını isteriz, ısrar ederiz, hatta bu bilinçsizlik içinde, isteklerimizi
ihtirasa/tutkuya dönüştürürüz.
Bu durumda olan birey, olmakta
olanı kabul edemez; nefsinin güdümündeki beşeri zihni, kendisinin en haklı
olduğunu ona empoze etmeye çalışır durur. Bu durum, eğitilmemiş ‘zihin ürünü
benlik’e sahip olmanın sonucudur. Maddesel ve beşeri değerlerle özdeşleşmiş
böyle bir zihin için, özdeşleştiği değerlerden başkası önemli değildir. Bu
özdeşleşmeden dolayı; her şeyin, özdeşleşmeleri doğrultusunda gerçekleşmesini
ister. Olmakta olanın, herkesin ve Bütün’ün hayrına olduğu gerçeğini,
kabullenemez. Çünkü kendisinin düşündüğünün en doğru olduğu zehâbındadır…
Oysa o, beğense de beğenmese de,
karşı karşıya olduğu durum ve içinde bulunduğu zaman-mekan koşulları, her şey;
kendi elinin emeğinin sonucudur ve aslında, ruhsal varlık olarak(tekamül ve İlâhi
Murad’a hizmet gereği) nefsin/zihnin ürünü benliğin beğenmediği koşulların
oluşmasını(belki uzun süreler) bekleyerek, sonra onlara uyum sağlayıp, plan
yaparak enkarne olmuştur. Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz zaman-mekân
koşulları, belli gelişim ihtiyaçları içinde olan(ve aynı zamanda devre sonu
enkarnasyonları olan) bizler için, bu ihtiyaçlarımızı gidereceğimiz ve İlâhi
Murad’a hizmet edeceğimiz en uygun durumdur/ortamdır.
O halde, alınacak en uygun ve
gerçekçi tavır; ‘olan’ a uyum sağlayarak, gerçek ihtiyaçlar doğrultusunda
ilerlemek. Bu anlamda “uyum”, doğru bildiğini uygulama duyarlılığı içinde,
niçin sabrettiğini bilerek, gerektiğinde hak ihlallerine tepki vererek yaşamaya
cçalışmaktır. Böyle bir ilerleyiş, bir bakıma ‘olmak’ tır. Bu anlamda ‘olmak’,
yukarıda belirttiğimiz; yoksunluğundan yakındığımız iç huzurunu deneyimlemek ve
bunu sürekli kılarak, devre sonunun şuurda uyanmaya zorlayıcı koşulları altında;
bir tür “ayar programı” uygulamak, sabır ve dayanıklılık ölçüsü
sergilemektir.
Söz konusu ‘zaman-mekân koşulları” na dünya
beşeriyeti olarak(bu son Adem Devri’nin enkarnasyonları olarak) yaklaşık 7000
yıldan beri hazırlanmaktayız. Bu nedenle, yukarıda değinip geçtiğimiz ‘olmak’
kavramında anlamını bulan bir ‘oluş hâli’ içinde bulunduğumuzu da
söyleyebiliriz. Bu ‘oluş hali’, yeni bir devre geçiş öncesi, tamamlamamız gereken
son hazırlıklarımızın toplamıdır. Yani, devre sonunun şu bitiş günlerinde, aynı
zamanda ‘oluş hâli’ içinde olan bir Dünya
beşeriyeti söz konusu… Oluşta yer almış, ‘geçiş’e hazırlanıyoruz. Bu nedenle
en akıllıca ve makbul tutum, her şeye karşın, “Oluş düzeninde vicdanî tesirlere
uymak” tır. Bu “uyum”la ilgili en önemli iki kavramı
da, bu makalemizin esas konusunu oluşturmaktadır: HUZUR ve TESLİMİYET…
Yukarıda da kısaca değinip
geçtiğimiz ve besbelli ki son günlerini yaşadığımız şu ‘geçiş’ e hazırlık
döneminde(aynı zamanda da son Adem Devri’nin bitiş günlerinde) her şeyden çok
ihtiyacımız olan iki nitelik; iç huzuru ve teslimiyet. İç huzuru(gerçek
mutluluk); çağlar boyunca tüm inisiyatik öğretilerin, müritlerine kazandırmaya
çalıştıkları en belirgin nitelik… Teslimiyet; tüm kutsal öğretilerin, çağlar
boyunca cemaatlerini oluşturan bireylere(mü’minlerine) işaret ettikleri en
yücelerdeki ışıklı hedef… Bu iki kavram(ve aynı zamanda, erdemli/bilge kişilere
özgü en belirgin nitelik); kıyamet enkarnasyonları(şuurda uyanmaya aday
enkarnasyonlar) olan bizler için de, ‘geçiş’ için gerçek anlamda
güçlenmemiz ve titreşimimizi yükseltmek için gerekli olan iki insâni değer.
Bunların hangisi ötekinden önce
gelir, bilmiyoruz ama herhalde, birbirlerini sanki tetiklediklerini düşünmek
daha yerinde olacak. Yani iç huzuru için gerekli olan koşullar yerine
getirildikçe teslimiyet artıyor; teslimiyet arttıkça da, birey gerçek ve
kalıcı(maddesel ve beşeri koşullardan etkilenmeyen bir) iç huzuruna kavuşuyor.
Bu ikisinin birlikteliği, bir üçüncü değeri de beraberinde getiriyor ki o da
titreşimin yükselmesi. İşte bu önemlerinden dolayı; şimdiye kadar çeşitli
vesilelerle ele aldığımız bu kavramlar üzerinde bir kez daha durmak istiyoruz.
Bunlardan iç huzurunu, şimdiye
kadar, dünya beşeriyeti olan bizler hep dışımızdaki adreslerde aradık, ama hep
aradık… Beşeri realitelerimizin en alt basamaklarından beri; rahatı aradık,
maddesel birikimin/maddenin verdiği avuntuların peşinde kim bilir kaç yaşam
geçirdik, yüksek makamlara/mevkilere göz diktik mutlu oluruz da rahat ederiz
diye. Ama bunların hepsinin geçici olduğu hemen anlaşıldı ve ardından biz,(aslı
esası iç huzuru olan) mutluluk/haz arayışımızı başka dış adreslere yönelerek
sürdürüyorduk. Bizi bu arayışta sürekli kılan, aslında(temelinde doymak
bilmeyen açgözlülük değil), ta derinlerimizden bir yerlerden kaynaklanan içsel
huzur idi. Aslımız esasımız ruh varlığı olduğu için; o, kalıcı ve en süptil iç
huzuru bedensel bende tezahür etmek istiyordu.
Görünmeyeni Tezâhür Ettirmek:
Esasen, enkarnasyonlardan bir
amaç da bu değil midir? İçte olanı(görünmeyeni) dışta(tezâhürat
ortamında,düşünce, niyet ve davranışlarda) tezâhür ettirmek. Ruhsal planların
tezâhür uzantıları olarak bizler, bu kalıcı huzuru bedende de arıyorduk. Ama
gerekli koşulları yerine getiremediğimiz için(iç zeminimizi bu nitelikteki bir
huzurun tezahürüne elverişli hale getiremediğimiz için) gerçek huzuru/
mutluluğu hep dışta(maddesel ve beşeri değerlerde) aradık durduk. Oysaki dışta
olanın esası, içte olandır ve görünenin esası görünmeyendir. Ya da, dışta
aradığın huzur, içten gelendir. Bu durum daha küresel ve kapsamlı anlamda,
enkarne varlığın, asıl kendisini (özbenliğini)arayışıdır, asl’a yönelişidir.
Bize bu arayışta zaman
kaybettiren başka bir aldanma da; huzuru, hep gelecekte aramak oldu. Kuşkusuz
bu yönde onu bulamayınca, geçmişe yöneldik ve nostaljik avuntularla oyalanmaktan
kendimizi alamadık. Oysa, kalıcı ve değişmeyen huzurun ne gelecekte, ne de
geçmişte olmayıp, ‘AN’ da olduğu bize hep söylenmişti ama o zamanlar bunun ne
anlama geldiğini bile anlayacak durumda değildik. Kurtuluşun ve asıl yapılması
gerekenin; kendimizi plansal yanımıza bırakmak(2), olmakta olanı şükürle karşılamak
ve hatta her AN şükür hâlinde(‘ibâdet’ halinde) olmak olduğunu yeni yeni
anlıyoruz. Olsun, bunda çok da gecikmiş sayılmayız. Bu anlayışımızı idrake
dönüştürerek, hemen yaşama geçirebilirsek, bu gecikmişliği telâfi edebiliriz.
Yeni boyutta, saf bilinçle huzur içinde yol almak ve Yeni Çağın yüksek
titreşimine uyumlanmak, böyle bir idraklenmenin getireceği şuurlulukla
olanaklıdır. Geçmiş yoktur, gelecek illüzyondur(ya da en fazla, bir olasılıktır)
ama AN vardır ve sâdece huzur değil,
teslimiyette AN’dadır.
AN’da Kalabilmek:
Huzur gelecekte aranmaz; o,
AN’dadır. O halde; huzurun, AN’da kalmanın ve teslimiyetin koşullarını yerine
getirmek, hemen hemen aynı olmaktadır. Bu koşullar, sanki bireyi aynı hedefe
götüren üç yol… O hedef de; devre sonunun şuurda uyandırıcı tesirlerine /
koşullarına bizi uyumlu kılacak titreşim yüksekliği. Rahman ve rahim olan bu
etki ile olabildiğince uymly duruma gelmek. Başka bir söylem ile, iç zemini bu
tesirlerin enkarnasyonuna elverişli düzeye çıkartmak…Şu bitiş günlerinde; huzur
içinde kalıp, enerjimizi yüksek düzeyde tutmaya o kadar gereksinimimiz var ki…
Bizi her türlü düşük titreşimlerden koruyacak olan da bu titreşim yüksekliği.
Her şeye karşın, şu geçiş günlerinde ‘olmak’ gerek. ‘Olmak’ demek; huzuru
deneyimlemek ve teslimiyet içinde ‘varlığını yeniden var etmek’ tir.
Ne mutlu; devre sonunun değişime
zorlayıcı rahman ve rahim olan etkisi altında, erdemli insanlara özgü bir
teslimiyet hâli içinde, sâkin ve endişesiz yol alabilenlere… ‘Geçiş’
ya da ‘sıçrayış’ denen o en kritik hareketi yapmaya hazırlanan bizler
için teslimiyet içinde olmak, en az, huzurda kalmak kadar önemli. Bu ‘oluş’
aşamasındaki tesimiyet niçin bu kadar önemlidir, birazda bunun üzerinde
yoğunlaşarak yazımızı sürdürelim:
Teslimiyet, Ama Nereye?
‘Teslimiyet’ kuşkusuz, tüm
öteki kavramlar gibi değişik açılardan ele alınarak irdelenebilir. Ama biz
burada ‘teslimiyet’i, ‘birey-kutsal ilişkisi’ olarak ele
almak istiyoruz. Kutsalın bireyle olan ilişkisi esâsen hep vardır. Çünkü
birey(ve tezâhüratın her bir birimi) Kutsal’ın tezâhüründen başka nedir ki? ...
Dolayısıyla her şey O’ndandır ve tezahüratın her bir zerresi O’nun
izlerini/etkisini taşır(hologram…). Her şey O’nun çeşitli titreşim
düzeylerindeki tezâhürleridir. Bir ve Tek olan O, çokluk ve çeşitlilik halinde
tezâhür etmiştir. Bu evrensel gerçeğin bir Kur’an âyetindeki yankılanışı
şöyledir: “…Yeryüzünde ve kendi içinizde ALLAH’ın varlığına nice kanıtlar vardır,
görmez misiniz?” (Zariyat: 20/ 21). Dolayısıyla “teslimiyet”, aslımız ve
öz kendimiz olan özbenliğimiz ve onun aracılığıyla yücelikleredir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz ve
devre sonu için yaşamsal önemi olduğunu bildiğimiz titreşimi yükseltmek
açısından çok yararlı, gerekli ve bereketli olan söz konusu çokluk ve
çeşitliliğe rağmen; ‘varlıksal birlik’ tir esas olan. O’nunla birlik(“ibâdet
hâlini” nin sürekliliği…). Her şey O’nun çeşitli titreşim
düzeylerindeki tezâhürleri olduğuna göre; varlık O’ndan kendi titreşim
düzeyinin süptilitesine göre yararlanabilir. Titreşim düzeyinin bu anlamdaki
yüksekliği, O’na teslimiyeti ve O’ndan giderek daha çok yararlanmayı da
beraberinde getiren makbul bir durumdur. Esasen, içsel gelişim denilen olgu’da;
yaratılmış olan her şeyin, kendisini bir üst titreşim düzeyine yükseltme cehti
içinde(ki bu, idraklenme ve şuurlanma cehdidir, işte böyle bir ceht içinde) o
düzeye uyumunu ve teslimiyetini artırmasıdır.
Yukarıdan Enerji Çekmek:
O’nun rahmetinden giderek daha
çok yararlanabilir liyâkate gelmek ve teslimiyeti giderek güçlendirmek ancak
böyle bir ceht ile olasıdır. Ayrıca, “Yukarıdan enerji çekmek” deyiminde
anlamını bulan makbul durum da bundan başkası değildir. Yani, esas olan, Yüksek
Benimiz(özbenliğimiz) aracılığıyla, sonsuz ve sınırsız yüceliklerle olan
ilişkimizin giderek ve sürekli bir şekilde derinleştirilip,
süptilleştirilmesidir. Bireyi kurtuluşa(maddeden özgürleşmeye) götürecek olan
da bundan başkası değildir. Bu anlamda bir ‘kurtuluş’ u birey kendinde
ne kadar tezâhür ettirebilirse; Bir ve Tek olan Kutsal da, bireyde o kadar
çok(yine de onun kaldırabileceği kadar) tezâhür eder. Bu tezâhür ediş, elbette
ki; bireyin süptilitesi/safiyeti/sadeliği(yani, onun gücü ve titreşim düzeyi)
kadardır(Sufizm’deki ifadesiyle, “Kalbinin temizliği kadar…”dır.).
Takdir edersiniz ki, bu da; yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız ‘teslimiyet’
le olasıdır.
Dolayısıyla, yüksek/süptil
tesirlere nâil olmak Kutsal ile olan ilişkiyi/iletişimi giderek artırmak(ya da
dilerseniz ona Sufi ağzı ile simgesel olarak, ‘kalp temizliği’ diyelim)
bireyin kendi elindedir. “Kalbin ALLAH’ın ilhamına konak olsun şeklinde
dile getirilen Sufi özdeyişinde anlamını bulan güzelliğe kavuşmak; idraklenme
cehti içinde, nefs terbiyesiyle oluşacak vicdan kanalının açılışına bağlıdır.(İLÂHÎ
NİZAM ve KÂİNAT kitabındaki söylemi ile, “vicdan mekanizmasının üst değerlerinin
artması”, sayfalar 181,117…)
Kalp Çakrasının Önemi:
Teslimiyet ve iç huzuru söz
konusu olduğunda, kalbin(daha doğrusu kalp çakrasının) gündeme gelişi nedendir?
Çünkü kalp/kalp çakrası(simgesel anlamda) ALLAH’ın beşere nazar yeridir. Yani,
birey artık kendisini(yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız anlamda) ‘kurtuluş’
a erdirecek süptilitedeki tesirlere bağlamış, bu liyakate kavuşmuş demektir.
Dilerseniz, daha teknik ifadesiyle, şöyle söylemek de mümkün: ‘Kalp
temizliği’yle kastedilen, göğüs çakrasının açıklığı/temizliği ve göğüs
çakrasından besleniyor olmak çok önemli bir merhaledir dünya gelişim okulunda.
Bu durumun devre sonunun bitiş günlerindeki önemini, sağduyu sâhibi değerli
okurlarımızın takdirine bırakıyoruz. Onun için, esas olan; ‘kalp
çakrası insanı’ olmaktır. Böyle bir kalp, Kutsal’ın nuru ile
aydınlanmış bir kalptir ve artık o kalp değil, ‘gönül’ dür. Kalbin, gönül
hâline getirilmesi de, tüm kutsal ve inisiyatik öğretilerin ana konusu
olmuştur, tüm ibâdet şekillerinin amacı da bundan başkası değildir…
‘Kalp temizliği’ ve ‘gönül’
kavramlarıyla ifade edilmeye çalışılmış olan bu durum, şimdilik bizler için
ulaşılması gereken ilk ve hem de burnumuzun dibinde olan bir merhaledir. Birey-
Kutsal ilişkisinin güçlendirilmesiyle kat edilecek bu merhale, hızla değişmekte
olan gezegenimizin ufuklarında ışımaya başladı bile… Kıyam etmek(yani, şuurda
dirilmek) kavramında anlamını bulan bu merhale, simgesel olarak ‘diri’
olmayı da beraberinde getiren bir değişimdir. ‘Diri olmak’, simgesel
anlamda, ALLAH ile olmaktır; daha açık ifadesiyle, bulunduğu tekâmül düzeyinin
ulaşabildiği en süptil noktasıyla(ki orası da enkarne varlığın özbenliğidir)
bağlantılı olmaktır. Ama unutmayalım ki, bu bağlantı en son değildir; o sadece
bireyin içinde bulunduğu gelişim düzeyinin bir üstündeki ve ulaşabildiği/
uzanabildiği(belki tutunabildiği) en üst noktadır, beslenebildiği/ nemalandığı
en süptil kaynaktır. Ama ne kadar ‘yüksek’ olursa olsun, uzanılan her
noktanın üzerinde de daha pırıltılı(süptil) noktaların(sonsuz uzaklıklardaki
ışıklı ortamların) bulunduğunu hatırdan çıkarmamak ve idraklenme cehtini hiçbir
zaman elden bırakmamak gerek.
İşte tüm bunlardan dolayı, içinde
bulunduğumuz bu ‘oluş’ dönemindeki akışta ‘teslimiyet’(hatta bu teslimiyeti
giderek güçlendirmek) esastır. Hepimize başarılar…
…………………………………………….
(1) Söz konusu “bitiş”in ve “geçiş”in
ayrıntıları konusunda bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, Ruh ve Madde yayınları
(2) Ama bu gün ne yazık ki, genel görünüm
olarak dünya beşeri, kök ve karın çakralarından(dünyadan) beslenir durumdadır…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder