Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

29 Mayıs 2015 Cuma

YAŞAM KÜLTÜRÜ KOŞULLARI ve İRADEMİZ

YAŞAM KÜLTÜRÜ
KOŞULLARI ve İRADEMİZ
DERLEYEN Selman GERÇEKSEVER

Seçme ve irâde özgürlüğünün bir tanımı da; bağlanmamış ağız, körelmemiş göz ve tıkanmamış kulaktır. Ağzımız bağlanmış değil ama, nelerle koşullanmış ve bizce neler doğru ise onları o şekilde konuşuyoruz. Gözlerimiz köreltilmiş değil ama, fehim ve ferâset yeteneğimiz oranında görebiliyoruz.(1)
Kulaklarımız tıkanmamış ama nelerle koşullanmış ve özdeşleşmiş ya da takıntı düzeyine getirmiş isek, onları yani “işimize gelenler, realitemize uygun olanları) işitiyoruz. O halde, konuşmamızı, görmemizi ve işitmemizi engelleyen etmenler, öz kişisel özgürlüğün önündeki engeller olmaktadır.

Bu engeller genel anlamda; sâdece hilkatin (yaratılışın) gerekliliklerinden değil, yaşam kültürünün koşulları ve koşullandırmalarından da oluşur. Bireyin doğum öncesi ve ölüm sonrası yaşamını da kapsayan öz kişisel yaşamıyla ilgili seçimlerinin ve irâdesinin özgürleşmesi ile, içinde bulunduğu koşullar arasında sıkı ilişki vardır. Bir bakıma, bu koşullardan etkilenmeyecek düzeye gelmek öz kişisel yaşamın  özgürleşmesi olmaktadır. Vicdâni ölçülerin günlük yaşama uygulanması demek olan vicdan özgürlüğü de, içinde bulunduğumuz koşullar ile kendi aramızdaki etkileşimle yakından ilintilidir.

İçine enkarne olduğumuz koşulları doğmadan önce biz oluşturmuş değiliz. İçinde bulunduğumuz yaşam kültürüne enkarne olmadan önce, herkes için zâten var olan koşulları yeğledik ve onların içine doğduk. Dünya gelişim okulu tüm beşeriyet içindir. Gelişim ihtiyaçlarımızı gidermek için belli zaman – mekân koşullarına(astrolojik durumlar da dâhil) ihtiyacımız vardı. Dolayısıyla, bedensel ben olarak, şimdi bizim elimizde olmayan pek çok şeye (koşula) bağlıyız; hattâ bunların bazılarıyla özdeşleşerek, onları bağımlılık hâline getirmişiz. Bu cümleden olmak üzere, yaşam planımıza göre; doğuştan sahip olduğumuz becerilerimiz bile elimizde değil. Bazı becerilere yatkın doğuyoruz, yaşam planımız ve vazifemiz gereği. Ama (Yüksek ben / asıl kendimiz olarak) yaşam planımızı da kendimiz belirledik ve belli vazifelere tâlip olduk. Aslında yaşam planımızı kendimiz yaptık ama, bunda da tamamen özgür değildik; çünkü her yaşam planı geçmiş yaşamların ve karmik birikimin zorunlu ama doğal bir sonucudur.

Her neyse, öyle ya da böyle; yukarıda sözünü ettiğimiz belirli beceri ve özelliklere göre yaşamak zorundayız. Bunun gibi, kalıtımla gelen genetik yapı da (bedensel ben olarak)bizim elimizde değil. Tüm bunlar bizi (enkarne durumumuzu) belirleyen, seçimlerimizi ve davranışlarımızı sâdece etkileyen değil, aynı zamanda yönlendiren etmenlerdir. Bunun gibi, sayılamayacak kadar çok beşerî koşulun sonucu ve bu koşullar tarafından, bir bakıma güdümlenir durumdayız. Bu koşullar kararlarımızı, seçimlerimizi belirliyor ve elbette ki, irâdemizi de yönlendiriyor. Bu nedenle, “Ben bunu kendi özgür irademle seçtim.” demek biraz abes olmuyor mu?

Seçimlerimizi belirleyen ve dolayısıyla bizleri yönlendiren koşullara biraz daha yakından bakalım ve pek çok sayıdaki koşuldan sâdece 3 ‘ünü ele alarak bir örnek verelim: Aynı iş yerinde çalıştığınız ama fazla tanımadığınız biri olsun. Sâdece biliyorsunuz ki, sizin şirkette çalışıyor. İş günlerinden bir gün; örneğin, Cuma... Şunu da biliyorsunuz ki, o kimsenin mesâi bitiminde binadan ayrılmasını engelleyecek bir neden yok ortada. O kimse, o gün iş bitiminde binadan ayrılacak mı? Elbette ki, bu üç nedenden dolayı ayrılacak. Sâdece üç koşulu ya da doneyi bilmekle o kimsenin o gün de, mesai bitiminde işyerini terk edeceğini öngörebiliriz. Hattâ o çalışanın özgür irâdesini de işin içine katarak, “İster gider, ister gitmez…” olasılığı da aklımıza gelebilir ama, onun o gün işten çıkıp gideceğini %95 kesinlikle söyleyebilirsiniz. O kimse hakkında pek çok şey bilmediğimiz (yani, onun etkisi altında olduğu pek çok koşulu bilmediğimiz) halde, sâdece üç koşula dayanarak onun o gün %95 olasılıkla mesai bitiminde işten çıkıp gideceğini düşünebiliriz. Ama o kişinin,  etkisi altında olduğu 3 değil de; örneğin, 3oo koşulunu bilseydik, onun ne yapacağını daha kuvvetli / isabetli tahmin edebilirdik.

Bunun gibi, kişinin biraz sonra neye karar vereceğini ve ne yapacağını; kendi “özgür” irâdesinden çok, dış koşullar belirliyor. Birkaç koşul bile bizi yönlendirmeye yeterli. Şöyle bir örnek ile konuyu biraz daha açmaya çalışalım: Bir kimsenin 1oo milyar koşulunu bilgisayara yüklesek, bu koşullar içinde (ya da belli koşullarda)  o kişinin biraz sonra ne yapacağını bilgisayardan alabiliriz. Bu durumda, bireyin etkisi etkisi altında olduğu koşullar değişmedikçe ve mevcut koşullara bir başkası eklenmedikçe, bireyin verdiği / vereceği tepki, yani seçimi değişmez. Eğer bir koşul değişirse, olması gereken olguyu da değiştirebilir. Bir ve Tek Olan Bütünsel’ in çokluk ve çeşitlilik hâlinde tezâhür ettiği bu illüzyonel dualite ortamında bizler, her an bizi etkileyen koşulların tamamının etkisi altında seçimimizi yaparız. Bu, özgür bir seçim midir? Örneğin, yorulmuş isem ve biraz dinlenmeyi seçmiş isem; beni yoran koşulların zorlayıcı etkisinin sonucudur bu seçimim. Dolayısıyla, benim dinlenmemi belirleyen de, kendi özgür seçimim değil, etkisi altında olduğum koşullardır. Her şeyi yapmak elimde iken, bana dinlenmeyi yeğleten, içinde bulunduğum yorucu koşullardır. Bir şeye karar vermeden önce, o kararı verme aşamasındaki koşullar beni belli bir kararı vermeye zorlar. İçinde bulunduğum koşullar bizi belli bir kararı veremeye zorlar. Yani, yukarıdaki örnekte bana, içinde bulunduğum koşullar dinlenmeyi istetiyor. Gerçek bu olmasına karşın; egomuz bize, “Onu ben kendi özgür irademle istedim / seçtim.” dedirtir. İşte, yaşam kültürü içinde bize bir çok şey bu şekilde “istetiliyor”, “ister duruma” getiriliyoruz.

Elbette ki, asıl kendimiz (Yüksek ben) olarak, enkarne olacağımız ortamı (belli koşullardaki ortamı, yaşam planımıza en uygun koşulları, hatta kişilik özelliklerimizi(*) seçiyoruz ama enkarnasyondan sonra (bedensel ben olarak) o koşulların etkisi altına hareket etmekten (hattâ bir ömür boyu öyle yaşamaktan) başka çâremiz de kalmıyor. Daha da kötüsü, söz konusu koşulların tesirliliği altında ve güdümünde, onlarla özdeşleşmemiz durumunda, yaşam planımızı gereği gibi uygulayamadan, geldiğimiz yere dönmek gibi bir tâlihsizlik de ortaya çıkabiliyor. Bu talihsizliğin ortaya çıkmaması, bedenli yaşam nimetinin hebâ edilmemesi bağlamında; sâdece kutsal vahy tarafından değil, seçkin inisiyatik öğretiler tarafından da pek çok uyarının, öğüdün ve anımsatmanın yazılı metinler olarak beşeriyete verilmiş olduğunu biliyoruz.

Durum bu olduğuna göre, hiç kimse; içinde bulunduğu (içinde bulunduğu yaşam kültürüyle ve kendi özkişisel özelikleriyle ilgili) koşulların  gerektirdiğinden başka bir şey yapamaz ve seçmekte olduklarından  başka bir şey seçemez. Bu nedenle, bir kimse için; “O bunu böyle yaptı ama daha iyisini yapabilirdi.” demek çok isâbetli bir değerlendirme ve yargılama değildir. Hattâ, “Ben onun yerinde olsam şöyle yapardım…” demek de abestir. Bu ancak, o kimsenin o anda etkisi altında olduğu tüm koşulların aynen etkisi altında olsaydık, onun gibi hareket etme / seçme olasılığını yakalayabilirdik ki bu olasılık bile çok kuvvetli değildir. Zaten, o durumda; bir bakıma o olmuş olurduk ki bu da olanaklı değildir…Kişi aynı koşullar altında hep aynı şeyi yapar ama koşullar değiştiği ve biz de tekamül olgusu içinde gelişip değişip farklılaştığımız için, aynı etki altında hep aynı şeyi yapmayız. Bu nedenle, “Şimdiki aklım olsaydı, 10 yıl önceki o seçimi yapar mıydım…” demek de abestir. O zamanki koşullar şimdikilerle aynı değildi ki…

Tüm bunlardan dolayı, aslında özgür olmamak doğaldır ve içinde bulunduğumuz tekâmül düzeyinin gereğidir. Çünkü en genel anlamda hilkat(yaratılış) yasaları(Sünnetullah) ve koşullarıyla sınırlıyız. Örneğin, belli bir galaksinin içinde bulunan (“güneş” adını verdiğimiz) sıradan bir yıldızın çevresinde belli bir hızda dönen ve belli astrofizik özelliklere sâhip (“dünya” adını verdiğimiz) şu uzaysal objenin üzerinde yaşamak ve onun belli oranlardaki gazlardan oluşan atmosferini solumak zorundayız. Üzerinde yaşamak zorunda olduğumuz bu yer kürenin tüm fizik ve jeofizik özelliklerine uymak ve onun sunduğu yaşam olanaklarıyla yetinmek zorundayız. İçinde bulunduğumuz toplumun yaptırımlarını da bunlara eklersek, ne kadar az özgür olduğumuz açıkça ortaya çıkar. Hareketlerimizde, yaşayışımızda ve düşünce / tasavvur kapasitemizde daha pek çok hilkat koşuluyla sınırlı olduğumuzu da aklımızdan çıkarmayalım, irâdemizin bunlarla da sınırlı olduğunu unutmayalım. İrâdemizin dışında olan, sayılamayacak kadar çok koşulun güdümündeyiz. Burada özgür irâde nerede?

İçinde bulunduğumuz; sâdece yaşam kültürünün koşulları değil, öz kişisel özelliklerimiz de bizleri belirli şeyleri istemeye zorlar. Daha kısa bir söylem ile, belirli şeyleri istemeye bizi, içinde bulunduğumuz koşullar zorlar. Bu koşullar bize belirli şeyleri istetir, onları etkisiyle belirli şeyleri ister hale geliriz ama onları yeğlediğimiz zaman (sözüm ona) “özgür” irâdemizle hareket ettiğimizi sanırız. Kıkarcı emperyalizmin bir maşası durumunda olan reklam sektörü de bu beşerî özelliğimizden/zaafımızdan yararlanarak kârına kâr katarak palazlanmaktadır, bu da ayrı bir konu… Yanlış ya da kusurlu da olsa, yaptıklarımızı, eğilimlerimizi bizim; görgümüz, bilgimiz, terbiyemiz, realitemiz, sabır ve dayanma gücümüz belirlemektedir. Özgür irâdemizle herhangi bir şeyi yapmış ya da istemiş gibi görünsek de, onu yapmamak / istememek zâten ve hemen hemen elimizde değildir. Ama Yüksek Benimiz (asıl  kendimiz) bizim burada (bu maddesel ortamda) zâten başka bir şey yapamayacağımızı, (gelişip, değişip, değer kazanmadıkça) bu koşulların ve koşullandırmaların etkisinden kurtulamayacağımızı elbette ki çok iyi bilir. Hattâ bu koşullar içinde (değişmediğimiz sürece) biraz sonra ve daha sonra ne yapacağımızı da çok iyi bilir. TANRI o ki, tüm varlıkların içinde bulundukları tüm koşulları biliyor ve her an, bir an sonraki (kendi “özgür” iradeleriyle) neyi seçeceklerini biliyor.(2)

Bu durumda, şu soru gelebilir akla: Madem ki irâdemiz var ama kullanamıyoruz, hiç olmasaydı daha iyi olmaz mıydı? Koşulların güdümünde birer kukla mıyız? Elbette ki değiliz. Dikkat edilirse, koşullar belirlenmiş ama seçim bize bırakılmış. Dolayısıyla irâdemizi kullanmamız söz konusu ve hattâ irademizi (iyi yönde, içsel gelişim yönünde, Bütün’ ün hayrı ve kendi hayrımız için) kullanmamız önerilmiş tüm inisiyatik ve kutsal öğretilerde. Bu durum elbette ki bir kuklalık değildir. Özgür irâdemizle, “Bir şeyi ister yaparım, ister yapmam…” duygusu bizde olduğu sürece bizler kukla değiliz. Ama bu duyguyu kullanış şeklimiz, içsel gelişim yolunda ilerleyişimizi (hatta karmik yükümüzü) belirlemektedir. Dolayısıyla, seçimlerimizin (yani, irâdemizi kullanma şeklimizin) sorumluluğu bize aittir. Koşullar belirlenmiş ama seçim bize bırakılmıştır. Elbette ki, aynı koşullar içinde olmak üzere; erdemli bir kişinin irâdesini kullanma şekli ile, kendini bilmeyen nefsâni/hodkâm bir kişinin irâdesini kullanma şekli farklıdır. Dolayısıyla bir kişinin gelişmişlik düzeyi ile, içinde bulunduğu koşullara karşı tavrı arasında sıkı ilişki bulunmaktadır.

Evet, her şey İlâhi Murad yönünde planlanmış ve Bir ve Tek Olan Bütünsel; çokluk ve çeşitlilik hâlinde tezâhür etmiştir ama varlıklara da seçme özgürlüğü verilmiştir. O halde, kukla değiliz. Kukla olsaydık, hareketlerimizden (hatta düşüncelerimizden bile) sorumlu olur muyduk? Dolayısıyla, “Her davranışımız belirlenmiştir ve biz buna uymak zorundayız.” söylemi yanlıştır. Bunun doğrusu ise şöyle olabilir: “Davranışlarımız bizim tarafımızdan seçilir. Ama başkasını da seçme olanağı yoktur, içinde bulunduğumuz koşullardan ve o sıradaki tekâmül düzeyimizden dolayı…” Başka türlü bir deyişle, “Önümde / çevremde bulunan bir çok seçenek içinden ben istediğimi seçerim ama o andaki isteğim ve arzum da başka türlüsünü bana seçtirmez.”  Dolayısıyla ve besbelli ki, içsel gelişim yönünde isâbetli seçimler yapmak, isteklerimin inceliğine ya da kabalığına bağlıdır. Bu nedenle, isteklerin ve arzuların içsel gelişim yönünde iyileştirilmesi, onların olabildiğince sâdeleştirilmesi ve arındırılması; başta Budizm olmak üzere, tüm inisiyatik öğretilerde ve kutsal metinlerde hep vurgulanmıştır.(3)

Hilkatin ve İlâhi İrade Yasları’nın(Sünnetullah) sınırlayıcı ve koşullandırıcı etkilerinden (ki onların hepsi aslında şuurda uyandırıcı rahmetler topluluğudur, bu etkilerden) elbetteki kurtulamayız ama içinde bulunduğumuz zaman mekân koşullarıyla, yaşam kültürünün koşullandırmaları ile nefsin iğvasından ve beşerî koşullandırmalardan idraklenme cehti içinde kurtulabilir, bu şekilde özgür irâdemizin daha çok tezâhürüne olanak sağlamış olabiliriz.

………………………….
(*) Kişilik özellikleri konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. KENDİNİ TANIMA REHBERİ, Akaşa Yayınları
(1) Fehim ve feraset= Anlayış keskinliği, görüş derinliği
(2) ALLAH’ın her şeyi bilici oluşu isim sıfatı à el-Basir
(3) Arzularla / isteklerle ilgili; kutsal ve inisiyatik öğretilerden alıntılar:
* “Kibir ve kinin başlangıcı aç gözlülüktür.” (aç gözlülük= kontroldan çıkmış ve doymak bilmeyen arzular) – Mevlana Celaleddin, Mesnevi, 3458.
*  “Sizden hiç biriniz kendi nefsiniz için istediğini mü’min kardeşi için de istemedikçe, müslüman olamazsınız.”-Hadis (Kaynak: İSLAM’ a GİRİŞ, Prof.Dr. Muhammed HAMİDULLAH)
*  “İnsanların en iyisi, başkalarına iyilik edendir.” –Kur’an, 59/9 (Yani, istekleri, başkalarına iyilik yönünde ve Bütün’ ün hayrı için olan birey kastediyor.
*  “Mutlu olmanın iki yolu vardır: Ya isteklerimizi azaltmak, ya da  olanaklarımızı çoğaltmaktır.”-Benjamin Franklin.
*  “Sahip olmadığı şeylere üzülmeyen (yani, onları istemeyen) ve sahibolduklarına sevinen kimse akıllı bir kişidir.”
                                                                                                                                                                                   -Epikteos.
*  Eğer tüm arzularımız gerçekleşseydi, sıkıntılarımız iki kat artardı.” –Amerikan Atalar Sözü
*  “Nefsin isteklerini ayaklar altına almak…” –Sufi deyimi
*  “Nefsini susturanın (istekleri en aza indirenin) ruhu  konuşur. ‘Nefsi susturmak’ oruçtur.” –Sufizm
*  “Dünyada(n) oruç tutmazsanız (istekleri / arzuları kontrol altıana alamazsanız), Melekutu bulamayacaksınız.”    
                                                                                                                                                                                   -Barnba İncili
*  Boş arzularla özdeşleşmek, ALLAH’ın nimetlerine nankörlük, azgınlık / zulüm ve bilgisizlik; “kalbin mühürlenmesi” ne yol açan yanlış tutum ve eğilimlerdir. –Kur’an öğretisi (Burada; isteklerin / arzuların kontrolsüzlüğü, “kalbin mühürlenmesi” nin nedenlerinden biri olmaktadır.
*  Kur’an’ daki; “kalbin mühürlenmesi / kalp körlüğü” (Bakara 7 ve 1o) à İncil’ de “kulakları olan işitsin” ifadesinin karşılığı olmaktadır. (Burada da, “kulakların işitmez halde olması” ile, “kalp körlüğü” hemen hemen aynı ifadelerdir.
YARARLANILAN ESERLER:
  • Kur’an’ı Kerim
  • Barnaba İncili
  • KURGU Dergisi, Yaşambimin İşlevleri, Prof.İnal Cem AŞKUN
  • Konferans Notları, Işık YAZAN
  • KENDİNİ TANIMA REHBERİ, Akaşa Yayınları


27 Mayıs 2015 Çarşamba

H İ D R O J E N

H İ D R O J E N
Derleyen: Selman GERÇEKSEVER
İçinde bulunduğumuz evren, âlemlerden oluşmuş maddesel bir yapıdır. Üzerinde bulunduğumuz dünya, bu âlemlerden biri olan hidrojen âleminde yer almış bir uzaysal objedir. Dünya gibi gezegenler, güneş (yıldız) sistemleri galaksiler, nebülözler ve kara delikler gibi uzaysal objelerden oluşan hidrojen âleminin yapı taşı hidrojen atomudur. Günümüzde astronominin elinde bulunan araç-gereçlerle âlemin neresine bakılırsa bakılsın hidrojen atomu “H” saptanmıştır. Bilinen uzaysal objeler de, bilinen “H” atomunun bileşenlerinden oluşmuş yapılardır. Bu bileşimlerin (elementler tablosu) bilinenlerin yanı sıra daha pek çok bilinecek (keşfedilecek) olanı vardır (1).

Ancak, âlemimizin sonsuz geçmişindeki asıl yapı taşı, bugün bilinen “H” den çok farklı bir yapıdır ve bugün kimyanın bildiği “H” onun oldukça gelişmiş, bilinen fizik âlemi oluşturacak şekle gelmiş görünümüdür. Başka bir söylemle, âlemimizin asıl yapı taşı bugün bilinen “H”den çok farklıdır. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT adlı eserin içerdiği bilgileri esas alarak yaptığımız bu derlemenin konusunu                                           Şekil-1
da, bilinen “H” in de alt yapısını (kökenini) oluşturan, âlemimizin sonsuz geçmişindeki bu ilk atom oluşturmaktadır. Madde cevheri olan hidrojen atomunun kimya bilimince henüz tanınmayan öyle bir yanı vardır ki, bu; insanların atomdan yayılan tüm enerji tezâhürleriyle ilgili bilgilerin üstünde ve bambaşka kudretlerde cevher durumlarını arz eder. Beşerî bilim tarafından henüz bilinmeyen bu hidrojen atomu kademelerinden yayılan ve beşeri idraki zorlayacak kadar seyyal ve kudretli olan maddesel olanaklar insanların şimdiye dek asla kavrayamadıkları birçok hadisenin oluşumuna olanak hazırlamakta ve neden olmaktadır (35).  
şekil 2.jpg
Âlemimizin ilk maddesinin ilk atomu, bugün temel element olarak bilinen “H” atomunun çok ilkel / kaba şeklidir. Bu ilk atom bugünkü dünya biliminin tanıyamayacağı / bilemediği kadar basit bir madde formudur. Bu durumda o “hareketsiz”  ve “karanlık” amorfa (2) en yakın bir madde hâlidir / formudur. “Mekanik gelişim ilkesi” nin egemen olduğu sonsuz geçmişteki bu aşama , “H” atomunun alt aşaması olan; sonsuz , “karanlık”, “hareketsiz”, “dağınık” ve amorf bir vasattır (41). (3) Evrenin (ve dolayısıyla alemin) ilk ve en kaba aşaması, bilinen “H” atomunun ortaya çıkışından önceki aşamadır. Bu, bize göre en kadîm aşamadaki tüm olup bitenler Asli İlke’nin (4) gereklerine göre ama Ünite’nin (5) kurduğu “evren kapsamlı yönetim mekanizması”  içinde ve bilmediğimiz yollarla yürütülür.                                                                                                                      Şekil-2

Görülüyor ki, evrenin ilk madde durumundan astronomik âlemimize doğru yürüyen madde gelişimi yolunda, dünya insanı (beşer) için anlaşılması olanaklı olmayan “karanlık” bir alan vardır. Bu alan “kaba”, “dağınık”, “hareketsiz” ve amorf bir madde bütününden ibarettir. Bu kaba vasatta oluşmuş bir madde formasyonları yoktur. İşte bu vasattan / alandan sonra bir menzil gelir ki; bu menzil, hidrojen âleminin başlangıcını oluşturan ilk atom olmuştur. Bu atom beşeri bilim tarafından, temel element olarak bilinen “H” atomu değildir. Beşeriyet tarafından bilinen temel element “H” söz konusu bu ilk atomun çok gelişmiş ve karmaşık bir şeklidir. Dünya bilimi bu ilk atomu henüz tanımamaktadır. Dünyamız da dâhil, tüm uzaysal objeleri (güneş sistemleri, galaksileri, nebülözleri vb.) ile tüm astronomik alemin maddesi (spatyomlarıyla birlikte) bu ilk atomun gelişmiş durumlarının çeşitli bileşimlerinden oluşmuştur (10).

şekil 3.JPGHidrojen âleminde “karanlık ve dağınık” (41) olan ilk aşamasında ortaya çıkan ilk hareketlenme, tekâmüllerinden (bu dağınık maddeyi toplayabilecek kadar) ilerlemiş olan “acemi” / “talebe” (38, 39, 40, 50) ruhları etkilemesiyle olur. “Karanlık ve dağınık” olan amorf maddeyi etkileyebilecek duruma gelmiş olan ruhun tekâmülüne katkı sağlayıcı tesir Ünite’den gelen bu tesir; birisi, o maddeyi “yakalayabilecek” duruma gelmiş olan ruhla ilgili, diğeri ise oluşum aşamasında bulunan maddenin bünyesiyle ilgili olmak üzere birbirini destekleyen ve tamamlayan iki tesirden oluşur. Elbette bunların (Şekil-3) ikisi de Asli Tesir’in evrende tezahür etmiş iki cephesidir. Yani Asli Tesir’in evrendeki bu tezahürü / görünümü, birbirine zıt karakterde birleşmiş unsurlardan oluşmuş “ikili madde vahdeti” dir (41). Bu unsurlar amorf maddenin bir kısmının, gelen tesirler altında hareketlendirilerek bir araya toplanmış şekilleridir(42).
                                                                                                                                                                                                                                 Şekil -3
Amorf maddenin o noktasındaki hareketlenmeyle oluşan manyetik alan, dağınık amorfun o noktasını bir araya toplar. Bunlar amorftaki ilk hareketlenmedir. Bu hareketler bir ruhun, bildiğimiz “H” öncesi ilk atoma bağlanması kapsamında Asli tesirler tarafından ayarlanmıştır. Ruhun tekâmül ihtiyaçlarıyla ilgili gereklilikleri taşıyarak amorf vasata inen Asli Tesir, onun bir atomla bağlantısını sağlamıştır (42).

Görülüyor ki, ilk hidrojen atomları, böyle bir birine zıt ama durumunda olan ikişer unsurdan oluşmuş alemimizin en basit hallerdeki Asli Maddelerini oluşturmaktadır. Bu Aslî Madde, âlemin (bildiğimiz “H” atomu öncesi) ilk maddesidir. Bu ilk / Aslî Madde de o aleme özgü tüm durum ve şekillerin özü bulunur (13). Âlemin ilk atomuna bağlanmış olan bir ruh, artık o atomun varlık aşamasına kadar onu bırakmayacaktır. Bu aşama ruhun “mekanik / otomatik tekâmül”  aşamasıdır. Ruh bu aşamada da yukarıda belirttiğimiz şekilde yakaladığı ilk atomun gelişim sürecine tabi olarak kendi mekanik / otomatik tekâmülünü sürdürür. Bu aşamada henüz ruh, atoma egemen değildir. Çünkü henüz ruhun; sezgi, idrak ve seçme özgürlüğü yoktur. Bundan dolayı ruh henüz kendisine bir tekâmül aracı (yani “varlık”) oluşturacak durumda da değildir. Ruh darmadağınık amorf vasatın yapısı içinde ilk oluşan atomlardan birinden ötekine ve tamamen onlara bağımlı bir şekilde sıçrar durumdadır (42).

Tüm bu hareketlilik Aslî Tesirler’in gereklerine bağlı olarak, maddeden maddeye atlayarak yapılan mekanik / otomatik uygulamalardır (42+43). Amorf vasatta ilk atomun ortaya çıkışından, ilk varlık oluşuncaya dek, atomun bünyesinde egemen olan tesir esasi (yani Aslî İlke’den gelen) tesirdir. Bu esâsi tesirin bir cephesi de, o atoma bağlanmış ruhla ilgilidir (şekil 3). Başka türlü bir söylemle, atoma inen Aslî Tesir’de; bir atomun bünyesiyle ilgili maddesel cephe, bir de o atoma bağlı ruhla ilgili olarak ruhsal bir cephe vardır. Bu atom, bugün kimyanın bildiği ve günümüzde bilinen / bilinmeyen tüm uzaysal objeleri içinde bulunduran maddesel alemimizin yapı taşı “H” olmayıp, âlemimizin “anası” olan bir madde bileşimidir (“Aslî Madde”). Bugün kimyanın bildiği “H” bu Aslî Madde’nin (amorftan oluşan bir atomun) çok ileri ve gelişmiş şeklidir (44).

Amorftan oluşan bu ilk atom (bilinen “H” atomuna dönüşünceye dek) var oluşunu ve gelişimini dualite ilkesini ve değer farklanmasını mekanizma kapsamında sürdürmüştür (6). Elbette ki söz konusu ilke de Aslî tesirlerin egemenliği altındadır. “H” atomunun var oluş sahnesine çıkıncaya kadar aradan geçen süreç, sonsuz bir mekanik gelişim vasatında olmuştur. Bu vasat Asli Madde olan amorfa yakın, dağınık bir yapı olan “karanlık” bir alandır. Aslî Tesirler bir “karanlık” ve dağınık yapıda olan bu alanda ilk çekirdeği (“ilk atomu”) oluşturduktan sonra, onun çevresinde başka cüzüleri de (parçacıkları da) toplayarak, giderek daha karmaşık oluşumları meydana getirirler. Böylece ortaya çıkmış yeni ve amorftan sonraki ilk oluşumun ortasındaki Aslî Tesir bu yeni oluşumdan geçtikten (“kullanıldıktan”) sonra içeriği / niteliği değişmiş ve dolayısıyla asli durumunu yitirmiş olarak bu yeni oluşumdan (madde) yeniden dışarı doğru yayılmaya başlar. Bu yayılım (yansıma, ışıma, emisyon) bu yeni oluşumun manyetik alanıdır. İşte içinde bulunduğumuz hidrojen âleminin en küçüğünden (bilinen “H” çekirdeği) en büyüğüne dek tüm parçacıkları (cüzüleri) şu şekilde ortaya çıkmıştır (44).

Böylece Asli Tesirin tesirliliği (ve dolayısıyla egemenliği) altında kurulan bilinen “H” öncesi ilk çekirdek (Asli Madde) en son gelişim aşamasına dek (yani varlık hâline gelinceye dek) Aslî Tesir ile, o çekirdeğe bağlı ruhun tesirliliği altındadır. Çekirdeğe (Aslî Madde’ye) yönelik bu iki tür tesir, başka bir söylemle; Aslî Tesirler’in ruhlarla ilgili “tekâmül değerleri” ile, maddelerle ilgili esasi tesirlerdir. Ruhun çekirdeğe bağımlı bu durumu, onun tekamülünün bir tür “pasif adaptasyon(uyum) aşaması” dır. Bu aşamada çekirdeklere yönelik yatay tesirler (yani evrenin başka varlıklarıyla ilgili tesirler) gelmez (45). Bu tesirler altında atom, giderek karmaşıklaşarak, bildiğimiz “H” aşamasına doğru sürekli ilerler.

Bugün bildiğimiz “H” atomu evrenin bir âleminde oluştuktan sonra bu durumla ilgili vazifeli varlıklardan tesirler gelmeye başlar. Tüm bu olup bitenler Ünite’nin yüksek kontrolü altındadır. Vazifeli varlıklardan atoma yönelik bu tesirler tali tesirlerdir (yataydan). Yataydan, varlıklardan; düşeyden, Ünite’den atoma gelen bu tesirler altında önce bildiğimiz “H” ve daha sonra da daha karmaşık atomlar ve bunlardan da çeşitli cisimler oluşur. Bu cisimler varlıkların gelişimi için çok gereklidir. Cisim oluşumundan sonra, onların atomlarına artık esasi tesirler inmez olur, onların yerine tali tesirler geçmiştir. Artık cisimler tamamen varlıkların elindedir.

Görülüyor ki, amorftan oluşan, bildiğimiz “H” öncesi atomun, bildiğimiz “H” atomu haline gelene kadar, asli tesirlerin tesirliliği altındadır. Bilinen “H” atomu ortaya çıktıktan sonra, asli tesirlerin yerini evren varlıklarından gelen tali tesirler alır ve çeşitli cisimler (elementler) bundan sonra oluşur (45+46). Bu arada ruh, amorftan (esasi maddeden) başlayarak bağlanmış olduğu atomu etkisi altında tutmayı sürdürmektedir. Ruhun bu etkisi atoma doğrudan değil, asli tesirin ruhla ilgili olan kısmından (tekâmül değerler olarak) gelir. Kısacası, artık bildiğimiz “H” atomu oluşmuştur ve bu atom iki tür tesir altındadır; Aslî Tesirler’in bünyesinde (ruhtan gelme) tekîmül değerleri (düşeyden) ve vazife varlıklardan gelen tali (yataydan) tesirler. Tâlî tesirler atomun bünyesine müdahale edecek durumda değildir. Atomun bünyesi tâli tesirlerin tesirliliği altındadır. “H” atomunun her türlü bileşimleri (yani öteki elementlerin / cisimlerin oluşumu) değişik gelişim düzeylerindeki varlıkların tesirliliği (tâlî tesirler) altında ortaya çıkar.

Aslî Tesirler’in tesirliliği / egemenliği altında, atoma biriken değerler (?); birbirileriyle birleşmeden, tam bir uyum ve denge içinde kaynaşarak (?) hidrojen atomunun o andaki içeriğini karakterize eden bünyesini oluştururlar (47). Hidrojen çekirdekleri (?) bileşenlerinden oluşan “H” atomunun bünyesinde birçok partikül (parçacık) olduğu ve her partikülünde bir manyetik alanı bulunduğu için, bu yeni ortaya çıkmış atomun manyetik alanı da onu oluşturan parçacıkların manyetik alanlarının sentezidir. Atomların birbirleriyle ve varlıklarla olan tüm ilişkisi ve etkileşimleri bu manyetik alanlar aracılığıyla sağlanır. Bu alanlara gelen tali tesirler; şiddetlerine, kudretlerine ve yönlerine göre, onların tabi bulundukları maddelerin bünyelerinde (dualite ilkesi ve değer farklanmasının kuralları altında); çeşitli değişimler, dağılmalar ve toplanmalar yapabilirler (47). Benzer şekilde varlıkların, maddelerden yararlanmaları, onları halden hale sokabilmeleri de bu rolle olur (48).

Henüz varlık aşamasına girmemiş “ilk hidrojen” kademelerinde uygulama gören ruhlar, maddenin bu aşamasında pasif ve mekanik olarak, maddeyi (atomu) egemenlik altına almaya hazırlanırlar. Maddenin gelişiminin bu aşamasındaki atomlar (“ilk hidrojen”) uygulama görecek ruhların (“acemi / talebe ruhlar”-38,39,40) egemenliği ve yönetimi altında değildir. Bu atomlar yüksek ilkelerin gereklerine (şekil 2)  göre, Ünite’den gelen tesirlerle evrendeki ilk “talebe / acemi” ruhların madde hareketlerine alıştırılmaları sağlayacak birer zemin olmak üzere kurulmuşlardır. “Acemi / talebe” ruhlar maddenin (amorftan sonraki aşaması olan) “ilk hidrojen” aşamasında maddenin gelişiminin bu aşamasında onun gelişimine mekanik / otomatik bir yürüyüşle tabidir (50).

Madde amorf aşamasından sonra, Aslî Tesirler’in belirlediği yönde ilerleyerek “ilk hidrojen” aşamasını da kat ederek, bugün kimya bilimince bilinen aşamaya gelir. Maddenin bu gelişim süresince, onunla birlikte ve tamamen ona tabi olarak (atomdan atoma atlayarak) onları sanki yakalamaya çalışan “acemi / talebe” durumunda olan ruh varlıkları vardır. Bu süreç boyunca ; madde gelişir, ruh tekamül eder. “İlk hidrojen” atomu böyle geliştikçe, ona bağlı olan ve onun hareketlerine uyumlanmaya çalışan ruh da mekanik / otomatik bir şekilde son derece yavaş olarak (tedric) tekâmül etmektedir. “İlk hidrojen” atomu (bilinen “H”den önceki) Aslî Tesirler’in belirlenmiş olduğu yönde gelişip değişerek bugün bilinen “H” atomuna dönüştükten sonra da gelişimini sürdürerek, manyetik alan sentezleri ve bünyesi daha karmaşık, nitelik kazanır (51).

Bu şekilde “H” birçok kademelerden geçe geçe; oksijen, fosfor, bakır, gümüş vb. bilinen / bilinmeyen (henüz keşfedilmemiş olan) elementlere dönüşür. Bugünün beşeriyeti tarafından bilinen hidrojen atomu sayısız nitelik ve durumlarla sınıflandırılmış bir madde halidir. Bilinen hidrojen atomunun daha karmaşık şekli olan uranyum atomu bunun birçok misli kere fazla ve karmaşık hareketleri bünyesinde taşır (12). Tüm bu olup bitenler hep, Aslî Tesirler’in (sürekli olarak ruhların tekâmüllerini hedef alan) büyük uyumu içinde cereyan eder. Bu olgunun; amorf vasatın (aslî madde) ilkel maddelerini etkileyen Asli Tesirler’le başlatıldığını ve “ilk hidrojen” ve “bilinen hidrojen” aşamaları boyunca, yine bu tesirlerle sürdüğünü daha önce belirtmiştik. Bu arada, ruhun tekâmül gereksinimleri sürekli olarak, gelişme halinde olan atoma aksettirilmiştir. Hidrojenin bu gelişim aşamasında, atom bünyesine yönelik (varlıklardan kaynaklanan) tali tesirler söz konusu değildir. Bu arada atom doğrudan doğruya Aslî Tesirler iner. Aslî Tesirler, Ünite’den süzülen ve maddelerle ruhlara ait etkiyi / tesirliliği içeren tesirlerdir. Bu durum “ilk hidrojen” in varlık (yani bilinen “H” ) durumuna gelene dek sürer (51).

Hidrojen atomu ilk oluşumundan başlayarak, sonunda öyle bir aşamaya gelir ki, orada çok suptil ve karmaşık madde bileşimleri halinde, günümüzde henüz keşfedilmemiş bir takım enerjileri yaymaya başlar. Atom, bu yüksek titreşimli karmaşık enerjileri yayabilecek gelişim düzeyine geldiği zaman; zaten onun bu düzeye gelmesine Aslî İlke yönünde neden olan ruh da artık maddeler arasındaki ilişkilerin ve hareketlerin içgüdüsel davranışlarına, uzun bir uygulama döneminden sonra, sahip olabilecek bir tekâmül düzeyine ulaşmış bulunur. Hidrojen atomu, dünyanın da içinde bulunduğu hidrojen âlemindeki gelişimiyle öyle kudretli ve karmaşık enerjiler yaymaya başlar ki, artık bunlar dünya maddesinin malı olmaz.

Yarı Suptil Âlem
İşte dünya maddesinin en üst sınırındaki yüksek hidrojen atomu öyle kudretli ve karmaşık enerjiler yaymaya başlar ki artık bunlar dünya maddesinin malı olamaz. Bununla beraber, bu enerjiler de toplu değil, darmadağınık durumdadır. Fakat onların bu dağınıklığı ile, daha önce sözünü ettiğimiz ilkel vasatlardaki amorf maddelerin dağınıklığı arasında çok büyük fark vardır. Öncekileri şekilsiz, basit, hareketleri çok ilkel ve atalete yakın kaba maddelerdi. Bunlar ise çok karmaşık hareketli, bünyeleri karmaşık, zengin madde bileşimlerinden oluşmuş üstün değerli enerjiler halinde bulunan kudretli ve değerli maddelerdir. Bunların bulunduğu yere “Yarı Süptil” deriz. Bu yarı süptil vasat hem hidrojen atomu altındaki amorf vasattan, hem de ilk hidrojen atomlarının oluşturduğu astronomik nebülözlerden daha çok yüksek ve yepyeni bir âlemin basamağını oluşturan yüksek enerjilerden müteşekkil bir tür nebülözdür ki, dünyanın üstünde bulunan böyle bir Yarı Süptil Vasat’ın oluşumu, başka bir deyişle, hidrojen âleminin yavaş yavaş (tedric) üst aleme kayış anlamına gelir (52). Yarı Süptil Âlem, dünyanın içinde bulunduğu alemin yapı taşı olan hidrojen atomunun en yüksek bileşimleriyle ilgili enerjiden oluşmuş bir âlemdir. Yarı Süptil Âlem, dünyanın (hidrojen aleminin) en üstün ve gelişmiş hidrojen bileşimlerinin yüksek vazifeli varlıkların kontrolleri altında yaydıkları ince enerji parçacıklarından oluşmuş bir madde halidir (315).

“İlk hidrojen” kademesinden başlayarak, gelişip varlık aşamasına geldiği an da (yani bildiğimiz “H” olduğu anda), Aslî Tesir’in maddelerle ilgili esâsi tesir kısmı, yerini tâli tesirlere terk eder (Şekil 3). Evrende ruhun temsilcisi ve hizmetkârı (hademesi) durumunda bulunan varlığın yapı taşı da hidrojendir. Bu varlık aslında atıl görünen ilk hidrojen atom maddesinin “yüksek” bir aşamasından başka bir şey değildir. Bu durumda hidrojen; ruhun hizmetine ayrılacak / verilecek kadar gelişmiş bir enerjidir artık (53).

Beşeriyetin henüz tanımadığı, “H” atomunun “ilk çekirdek / nüve”  hâli, yani astronomik araç gereçlerimizle gözlemleyebildiğimiz; güneş sistemlerini, nebülözlerin ve tüm uzaysal objelerin ana maddesini ( yapı taşını) oluşturur. Yarı Süptil Arasat’ın ana maddesi hidrojenin (dünyada belirli bir tezahür göstermeyen) “yüksek” enerjileri oluşturur. Başka türlü bir söylemle; hidrojen atomunun, dünyada belirli bir tezâhür göstermeyen “yüksek” enerjilerinden hidrojen âleminin bir üstündeki Yarı Süptil Vasat oluşmuştur (54).
“Acemi / talebe” ruhlar hidrojen aleminin varlık aşamasına henüz girmemiş “kaba” atomları ve onların “kaba” bileşimleri arasında aktif olarak uygulama yapmak durumundadır (55).

Vazife Planı
şekil 4.jpgDünyamız, tüm hidrojen âleminin en karmaşık ve ileri madde oluşumlarına sahip uzaysal objelerinden biridir. Esasen, dünyamızın tüm olanaklarını kullanarak ve oradaki uygulamalarını bitirerek, onu (dünyanın) tamamen terk eden bir varlığın aynı zamanda hidrojen âleminin de terk etmiş duruma gelmesi söz konusudur(59). Milyarlarca güneş sisteminin oluşturduğu bir galaksiye ve sayısız galaksilerle nebülözlerin oluşturduğu bir âleme ve nihâyet, hidrojen realitesi dışında ve gene sayısız âlemlerden oluşmuş evrenin bütününe gelen tesirler karışımının bir zerresini bile insan idraki layıkıyla kavramaktan âcizdir (91). Böyle bir evrenin Ünitesi’ne bağlı yönetim mekanizmaları da vazife almak için tam idrake varmış olmak ve insan üstü düzeye gelmiş bulunmak gerekir. Esasen Vazife Planı da, ancak hidrojen aşamasının bitirilişinden sonra başlar (74).     
                                                                                                          Şekil -4   
İnsanlık aşamasının (yani hidrojen atomu devresinin) sonrasında başlayan vazife organizasyonlarına varlıklar birden bire sokulmazlar. Bunun için; uzun hazırlıklardan sonra, Vazife Planı’nın gereklerine uygun bir idrak düzeyine (“tam idrak” 74) ulaşmış olmak gerek. Bu yüzden de ancak, hidrojen âleminin en ilkel kademelerinden en üst kademelerine dek geçecek uzun, hem de çok uzun bir hazırlık devresinden sonra olur (77).

Vazife Planı’nın Varlıkları
İleri gelişim düzeyine varmış bedenlerin gelişimleriyle ilgili her türlü olanakları yönetmekten sorumlu Vazife Planı’nın kudretli varlıklarının bedenleri, hidrojen âlemine ait olmayan daha yüksek madde vasatlarından toplanmış materyallerle yapılmıştır. Bunlar sistemlerinin çeşitli düzeylerinin uygulamalarında vazife gören, Vazife Planı’na mensup varlıklardır. Vazife Planı’nın söz konusu kudretli varlıkları uzaysal objelerdeki sıradan (oralara ait) bedenlilerin gelişimlerine çeşitli yardımlarda bulunurlar.

Nihayet belki bir sistemin en ileri düzey uzaysal objesini de (örneğin bizim sistemde dünyamızı) tamamlamış bedenli varlıklar hidrojen âlemini bitirmiş, üst âleme liyakat kazanmış duruma girerler. Şu halde evrenin üst vazife âlemine, hidrojen âleminin sayısız nebülözünün, milyarlarca sisteminin, milyarlarca gelişmiş küresinden, milyarlarca varlık geçmektedir. Güneş sistemimizde hidrojen âleminin gelişim mertebelerini tamamlayarak üst aleme terfi edecek varlıkların toplandıkları yer dünyadır (262+263).

Hidrojen Aleminin “Çıkış Kapısı”
Hidrojen âleminin son olgunluk noktalarına kadar ulaşmış olan beşeri varlıklar aleminin “çıkış kapısına” gelmişlerdir. Ancak bu kapının eşiği idrak ve bilgi olgunluğuyla aşılır. Ruhlar için hidrojen aşaması onların tekâmüllerinde ilk madde aşamasıyla ilgili “karanlık” muazzam ve ebediyet kadar uzun mekanik bir tekâmül aşamasını izleyen varlıklar âleminin başlangıcıdır. Ruhların (“acemi / talebe” ruhların) burada; yeni hidrojenin dağınık halde yaydıkları enerjileri bir araya toplayarak, kendilerine hizmet edecek varlık oluşturduklarını (116) geçtiğimiz paragraflarda belirtmiştik (260+261).

Âlemin söz konusu başlangıcı insanların mensubu bulundukları ve içinde yaşadıkları hidrojen âlemidir. Dünya insanı (beşer) için bu âlem, her ne  kadar sonsuz görünse de, gerçekte madde cevherinin sayısız / sınırsız gelişim aşamalarını içeren evrenin, sâdece hidrojen atomu olanaklarıyla sınırlı ve küçük bir kısmından ibarettir ki; buna, “hidrojen aşaması âlemi” diyoruz. Dünya, “hidrojen aşaması” denilen bu çok uzun ve “yarı idrakli”(50+58) madde âleminin en son duraklarından biridir (260+261). Hidrojenin gelişiminin beşeriyet kademesinde yarı idarkli sübjektif bir gelişim yaşanır (193). Hidrojen âlemindeki “yüzeysel zaman mekânı” da (211) kaderin bu âleme özgü tezâhürüdür (7) (231). Hidrojen âleminin muazzam bir madde varlığı içinde , bir nokta kadar değeri olmayan dünya, gerçekte hidrojen alemi içinde o kadar küçük ve önemsiz değildir (261).

-------------------------------------------------------
(1)     HİDROJEN, John S. Rigden – ODTÜ Yayınları
(2)     Amorf: Madde öncesi “karanlık”, “hareketsizlik” bir vasat olan asli maddedir (Kaynak eser sayfalar 39,41,52,191)
(3)     Yazımızın akışı içinde genellikle paragraf sonlarında ve bazen de satır aralarında görülecek rakamlar kaynak eser İLÂHÎ NİZAM VE KÂİNAT ’ tan yapılan alıntılamanın sayfa numaralarıdır.      
(4)     Asli İlke: Evren ve ruhlar üstü , her şeyi çepeçevre kuşatmış yaratıcı kudret. Asli İlke’nin “gerçekleştirici kudretine” gereklilikler deniyor Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Kaynak eser sayfalar 38,190,191,237,240,232,294.
(5)     Ünite: Evrenin en üst sınırlarındaki (39) varlıklar ve gereklilikler birliğidir. Bu durumuyla Ünite aynı zamanda bir “idrak birliği” olmaktadır (195).
(6)     Dualite ilkesi ve değer farklanması: Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Kaynak eser sayfalar 21, 23, 25, 36, 40, 44, 48, 61, 62, 82, 97, 98 ,99, 101, 103, 104, 139.

(7)     Kaynak eserimizde kaderkavramı için bkz. Sayfalar 230, 240, 252, 277, 294. 

7 Mayıs 2015 Perşembe

GELECEĞİMİZDEN DOLAYI VARIZ…

GELECEĞİMİZDEN DOLAYI VARIZ…
Selman GERÇEKSEVER
Yukarıdaki başlığımıza “plan” açısından yaklaştığımız zaman; bir tezahür uzantısı olduğumuz geleceğimizle(planımızla) bütünleşmek söz konusu olduğunu düşünebiliriz.. Şimdi bunun ne demek olduğuna girişmeden önce, plan ve plansal yapılar hakkındaki bilgimizi kısaca gözden geçirelim:
Ruh varlıkları evrenlerde tek tek bulunmazlar. Seçme özgürlükleri ve irâde uygunluğu doğrultusunda plansal topluluklar (“organizasyonlar” ve “kadrolar”)oluştururlar(ayrınıtılı bilgi için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfa 240). Bu plansal yapılar içinde Yardımlaşma ve Dayanışma Yasasıyla öteki kozmik yasalar çerçevesinde kozmik vazifelerini gerçekleştirirler. Bu Vazife, Planın (Merkez’in) Kozmik Vazifesine hizmet çerçevesinde; maddenin gelişimine hizmet ve maddesel  planlar arasında iletişimi daha açık ve seçik olarak gerçekleştirmektir. Plansal bir organizasyon olan Plan, tümüyle otonom bir yapıya sahiptir. Yani her bakımdan ( kuşkusuz Kozmik İrâde Yasaları çerçevesinde ve öteki planlarla bağlantılı olarak) kendi kendine yeterlidir. Bunun için de merkez olarak, devreler boyunca katedeceği  merhaleleri belirler, ona göre tezahüratını gerçekleştirerek bu amaca ulaşır. Dolayısı ile bir planın (özellikle Merkezi için) geleceği meçhul değildir. Her devrenin başlangıcı da o devrenin sonu da (Merkez için) bellidir. Bunun en özlü söylemi İsa Peygamber tarafından, “Baş ve son benim” şeklinde ortaya konmuştur. İşte taa baştan itibaren, başta belirlenmiş olan geleceğe (Hedefe) göre her şey belirlenir. Dolayısıyla gelecek her şeyi yaratmış oluyor. Bu “yaratma”, oluşturma / organize etme ve düzenleme anlamındadır.
Aslında merkez itibarıyla geçmiş diye bir şey yoktur. Geçmiş ve geleceğin “bir”liği söz konusudur. Geçmiş-gelecek ayrımı, tezâhür âleminde bulunan biz “yarı idrakli” beşerî varlıkların, maddenin karartmasından kaynaklanan bir yanılgıdır.(“yarı idrak” kavramı için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar 50,58)
PLANSAL YAPI
Konumuza giriş olmak üzere Plan kavramımızla ilgili olarak yaptığımız açıklamadan sonra makale başlığımızda anlamını bulan “geleceğimizin bizi yaratmış olması”yla(yani, geleceğimizden dolayı var olmamızla) ilgili konumuz üzerinde birlikte düşünerek devam edebiliriz.
Sözlerimizin başında, bizim geleceğimizin planımızla bütünleşmek(“plan bünyesinde erimek”, “damlanın okyanusa yarışması”) olduğunu belirtmiştik. Aslında “Biz” diye bir şey yok; “Planımız” dediğimiz varlığın geçici plansal uzantılarıyız. Dolayısı ile “Biz”, “Planımız”ız. Yani inisiyatik öğretilerdeki ifadesiyle “Biz”, “O” ndanız. Kendi gelişimimizi, belli bir siklus içindeki değişimimizi gerçekleştirmek üzere bu zaman ve mekân kesitinde (yani şu andaki dünya) “Plansal bir yapı” olarak tezâhür etmiş bir varlığız (insan). Bedenli ruh varlığı insan olarak planımıza hizmet gereği olarak gelişimimizi gerçekleştirme çerçevesinde plansal uzantılar (ki bunların içine bitkiler ve hayvanlar âlemi de dâhildir) hâlinde, değişik var oluş ortamlarında tezahür etmiş bulunuyoruz. Şu anda bu var oluş ortamı dünya gelişim  okuludur. Burada belli bir hiyerarşik yapılanma içinde ve doğal olarak, farklı şuur düzeylerinde bulunuyoruz.
Aslında Bütünsel varlığın tümü söz konusu olduğunda, hiyerarşi söz konusu olmayıp, tam bir BİRLİK ve BÜTÜNLÜK vardır. Plan, maddenin değişik mekânlarında yapacağı uygulamaya göre ve o uygulamanın gerektirdiği şuur düzeyine göre belli bir hiyerarşik görünüm içinde tezâhür eder. Dolayısıyla hiyerarşi madde âlemindedir. Bundan dolayı, doğal olarak; bir üstte olan, bir alttakinin var oluş nedenidir. Bir alttaki, bir üsttekinden dolayı vardır. Bu satırları yazan ben, öz benliğimden ve planımdan dolayı varım. Okuyucu olarak siz de, asıl kendiniz olan, öz benliğinizden dolayı varsınız, onun tezâhür uzantısısınız.
Varlık bedenlenirken, bedenleneceği ortamdaki fraksiyonuna ve vazifesine göre şuur tezâhür ettirir. Dolayısı ile şuur, mekân ve varlık arasındaki ilişkiden doğan bir haldir. Şuurun yayıldığı, kapsadığı bir alan yani şuur alanı söz konusudur. Bu  alanın şiddeti varlığın yapacağı işe uygun miktardadır. Bu nedenle, hiçbir varlık şuursuz değildir. Bitkilerde de bizim anlayamayacağımız kadar şuur vardır. Yani onlar da kendi düzeylerinin şuuruna sahiptirler. Öyle varlıklar da vardır ki, bizim şuurumuz onlara göre bitki düzeyindedir.(Bitkiler âleminde şuur / şuurluluk için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar 77,131,193,197)
İşte, “Bütünsel Varlık” dediğimiz plan, maddenin değişik mekânlarında ve değişik şuur düzeyinde “Plansal Uzantılar” olarak tezâhür ederek, geleceğini oluşturan hedefine ulaşmaya çalışır. Dolayısıyla yazımızın başında da değindiğimiz gibi, tüm tezâhürat, geleceğiyle bütünleşmek içindir. Söz konusu tezâhürat yani bugünkü bizler “gelecekten” dolayıdır. Yani başka bir ifadeyle “Gelecek”, sanki bugün var olan her şeyi yaratmıştır. İşte bu nedenle diyoruz ki plansal bir uzantı olan “Ben”i yani şu biyolojik yapıyı, elbette ki, bağlı olduğum plan oluşturdu.(“Hedefledi” anlamında oluşturdu) Başka bir ifadeyle, şu andaki beni (bedensel beni, bu organizmayı) öz kendim olan “Gerçek Ben” oluşturdu. Tezâhür uzantısı olan bu biyolojik yapı asıl “Ben” değilim. Asıl “Ben” bütün tezâhüratın özünü oluşturan Merkez’dir. Yani planın bütünüdür. O plan da, gelecekte kendisiyle bütünleşeceğimiz realitemizdir.
İDRAKLENME SİLSİLESİ
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, aslında varlığın yaptığı; özündeki bilginin maddesel mekânlarda uygulanması ve onun kullanılabilirliğinin artırılması için realiteler boyunca ilerlerken, İdraklenme Silsilesi içinde devamlı olarak anlayışını artırmasıdır. Yapılan iş, özdeki bilginin, planın Merkez’den en uzak noktalarına kadar emilmesi ve gereğinin yapılmasıdır.
Özdeki bilginin maddeye uygulanması, varlığın maddesel mekânlardaki tezâhür uzantıları vasıtasıyla olur. Bu çerçevede bedenli varlık, özündeki bilgiyi ortaya çıkarmak ve şuurlu olarak maddeyi incelemek için çok değişik eprövler içine girer. Dünya için bunların çoğu ıstıraptır. Bunun da amacı insan olarak bizim özümüzden daha çok bilgiyi çeker duruma gelmektir. Bu şekilde, özdeki bilgi, planın en ücra köşelerine kadar iletilmiş, bu bilgiyle madde incelenmiş, maddenin gelişimi sağlanmış ve sonuç olarak “Plansal bütünlük” planın her tarafına yaygınlaştırılmıştır.
Az önce sözünü ettiğimiz; bilgi akışı, belli  bir siklus içinde, bir dizi realitenin tamamlanmasından ve idraklenme silsilesinden sonra gerçekleştirilmiş olur. Sikluslar; planın, merhaleden merhaleye ulaşırken, katettiği zaman dilimleridir. Bir siklus boyunca, plansal uzantılar realiteden realiteye geçerek en sonunda planıyla tümüyle bütünleşecek duruma(süptiliteye) gelene kadar değişip, farklılaşarak değer kazanırlar. Bu değer kazanışın, planın tümüne yaygınlaşmasıyla; plansal gelişim, toplu halde “sıçrama” şeklinde ve hep birlikte noktalanır. Bu şekilde plan olarak, öz kendimiz olarak başlangıçta seçme özgürlüğümüz doğrultusunda oluşturduğumuz geleceğimize (hedefimize) ulaşmış oluruz. Ama bu bir merhalenin bitirilmesidir, son değildir. Bu ulaşılan hedef, sonsuzluk okyanusu içinde uğrayacağımız limanlardan sâdece biridir. Bu ulaşma süreci içinde sözünü ettiğimiz realitelerden şu kritik noktalar teşevvüş halleridir. Bunlar iki realite arasındaki girişim alanlarıdır. Bir üst realiteye adaptasyon bölgeleridir. Adaptasyon ise bir üste ve dolayısı ile geleceğe uyum hazırlıkları bakımından çok önemlidir. Konumuzla bu açıdan ilgili olduğu için teşevvüş üzerinde biraz durmak istiyoruz.
TEŞEVVÜŞ VE DEJENERASYON
Varlık bir realiteden ötekine geçerken içine girdiği teşevvüş dönemini genellikle kendi isteği doğrultusunda uzatma eğilimindedir. Bu eğilim büyük ölçüde maddenin câzibesinden ve insanda oluşturduğu daralma ve kararmadan dolayıdır. Bu nedenle insanın teşevvüş döneminden çıkması (uyumamız yanı olan nefsâniyet) çok yakından ilgilidir. Varlık bu şekilde oluşan atâletle eski realitesinin rahatlığının dengesi içinde bulunmayı ve bunun süresini uzatmayı yeğler. Teşevvüş içine girmiş olan insanda ise bu denge ve rahatlık tehdit edilmiş, hattâ boğulmuş durumdadır. Bu aslında, insanın gelişimi bakımından iyi bir durum olmasına karşın, yukarıda sözünü ettiğimiz uyumsuz yanından dolayı bireyin işine gelmez. Söz konusu denge ruh varlığının madde üzerindeki egemenliğinin azalması veya çoğalması şeklinde bir dengesizliktir.
Özellikle devre sonunun teşevvüşlerinin en belirgin özelliği onların belirgin dejenerasyonlarla süslenmesidir. Dejenerasyon; değişim sürecinin normal ve en doğal bir olgusudur. Özellikle hedefe yaklaşıldığı şu bitiş günlerinde ruhsal planlar bunu doğrudan doğruya kendileri kasten yaparlar. Özellikle büyük değişimlerde dejenerasyon dediğimiz yozlaşmalar ortaya çıkar. Çünkü zemin olarak basmış olduğumuz yerin (ki o bizler için realitedir) artık bizler için bir şey ifâde etmemiş olması gerekir ki, bir üst realiteye yönelelim. Başka bir söylem ile, hedefimiz olan geleceğe bir adım daha yaklaşmış olalım. Bu nedenle eski realitenin bozulması, dejenere edilmesi, yozlaştırılması gereklidir ve bu, plansal uzantılar olan bizlerin şuurlanması için yararımıza olan bir gidiştir. Eski realite dağıtılmalıdır ki; bir üste geçmek için ondan kopulabilsin. İşte bu kopuşu genellikle bedenliler olarak beceremeyiz ve teşevvüş dönemimizi çeşitli bahânelerle kendi isteğimiz doğrultusunda uzatma eğilimi içine gireriz. Bu bakımdan söz konusu “kopuş”un iyi bir şekilde becerilmesi lazımdır. “Kopuş” becerilemezse, bu sefer “Helak” dediğimiz “toptan ortadan kaldırma” süreci içine girilir. Bunun başlangıcı “ayıklama”dır.
HELÂK ETKİSİ
Görüldüğü gibi bu durumda devre sonunda bir “helâk etkisi ” söz konusu. Bu tesir “Biz onları helâk ederiz…” diyenin, yâni çok yüksek planların işidir. “Helâk etkisi” kıyam edebilecek duruma gelenleri ötekilerden ayıran etkidir. Çünkü değişim ve başkalaşım olduğu kadar, şimdi içinde bulunduğu etki de giderek değişecektir. Çok daha yüksek frekansa bağlı olarak yaşanacak çok yüksek titreşimli(süptil) bir etki alanının yavaş yavaş dünyayı kapsaması sonunda, onun yaydığı enerjiye bizim uyum sağlamamız kaçınılmaz olacaktır. Bu uyumlanma, zamanında kendini hazırlamamışlar için ister istemez ıstıraplı oluyor.
Büyük değişimlerde dejenerasyonun bir kısmı enkarne varlıklar tarafından oluşturulur ki, bu kimseler de zâten “gemiyi terk etmek” üzere olan varlıklardır. Bu işin bir kısmı da Yukarısı tarafından yapılır. Kasten bozulur; değişimi, gelişimi hızlandırmak, planın tümünü “tekâmül sıçraması” yapacak duruma(performansa) getirmek için... Bu çerçevede günümüzde örneklerini gördüğümüz gibi, dejenerasyon çeşitli şekillerde özendirilir. Bu bir “Plan Baskısı”dır, realite atlamak için şuurlanmaya zorlayıcı (“rahman ve rahîm” olan) tesir... Aynı zamanda planlarımızın birer tezâhür uzantısı olan bizler için bu son bir olanak ve ilâhi rahmettir.. Planımızla, öz benliğimizle bütünleşmek ve toplu olarak “tekâmül sıçraması” yapabilmek için son fırsattır. Bu bakımdan bu etkiye, genel olarak “Planın, uyandırıcı, kıyama hazırlayıcı baskısı” diyoruz. Başka bir söylemle, bu planın “realite atlatıcı baskısı”dır. “Hızla eksiklerini tamamla ve aş onu !” der gibi bi rşeydir bu. Bu bakımdan, “SON YÜZYILIN BEŞERİ GİDEREK DAHA DA BİR ÇIKMAZ İÇERİSİNE, YANİ KENDİNİ BUNALIMA TERKETMİŞTİR”. Evet, “BUNALIM”da, genel teşevvüşün içinde dejenerasyonun doğal sonucu olarak karşımızda bulunmaktadır. Bakın, yıllarca süren Sadıklar Planı bu durumu gayet özlü bir şekilde nasıl sözcüklere dökmüş:  
”Menfiliğin ve şerrin zincirleri gevşetilmiştir; Sınanmak için. Menfiliğin ve şerrin ipleri uzatılmıştır; Sınanmak için
Bunun karşısında sizi kösteklenmekten ve sizi köstek olmaktan kurtarmak için müspet tesirlerin, müspet düşüncelerin hazinesi açılmıştır. İşte siz, yer ve gök arasında sürekli olarak darbelenen bir varlık olarak göğü seçmelisiniz. Çünkü biliyorsunuz ve sorumluluğunuz var…”
RUHSAL TEBLİĞLER, Sadıklar Planı, Sayfa 508 (Ruh ve Madde Yayınları)


 
Bu durumlar bir toplum için “İniş” olarak kabul edilebilir. Zaten bir “düşüş”ten başka bir şey değildir. Ama unutulmamalıdır ki, bu inişler, çıkışlara ivme vermek için mevcuttur. Bunların hepsi de planın hedefi olan gerçeğe hızlandırma, geleceği oluşturma gayretinden başka bir şey değildir. O geleceğe göre her şey ayarlanmış ve oluşturulmuştur bizler de dahil olmak üzere… Dolayısıyla “Bizi geleceğimiz yaratmıştır” diyoruz.










HEDEFİMİZ OLAN GELECEĞİMİZ….
Bu bilgilerimizin ışığında; sözlerimizin giriş kısmında hep birlikte hatırladığımız “BAŞ VE SON BENİM” söylemi “SON”, plansal uzantılar olan bizler için şimdi içinde bulunduğumuz dönemin/merhalenin sonu, yâni hedefimiz olan geleceğimizdir. “BAŞ” ve “SON” ile bunların arasındakiler; ruh varlığının (yani “BİR”.. olanın) tezâhüründen, başka bir ifadeyle “merkez, yada koninin tepesi” tarafından oluşturulan plansal uzantılardan başka bir şey değildir.
Dolayısıyla, geleceğimiz olan değişmiş+gelişmiş ve farklılaşmış+değer kazanmış ruh varlığı, yâni kendimiz, şimdiki plansal uzantılar (halının saçakları/püskülleri) olan bizleri ve tüm tezahüratı yaratmıştır. Bunu, baştaki (ezeldeki) muradını gerçekleştirmek üzere yapmıştır. Aslında bunu yapan yüce varlık (planın bütünü) için “baş” ve “son” ayrımı yoktur. “Baş” ve “Son”un “BİR” liği söz konusudur. “Baş” ve “Son” arasında (bize göre) geçen zamana egemen olan O’dur. İşte bu zaman içinde mekân kaplayan tezâhürat olarak bizler ve her şey bu murâda, yani ezelde aldığımız karara hizmet ediyor, o ezelde kullanıma/uygulamaya koyduğumuz Seçme Özgürlüğü’müzün gereğini yerine getiriyoruz. Başka bir deyişle, söz konusu Seçme Özgürlüğü’müzü kullanarak ve bir seçimle oluşmuş bulunan “geleceğimizi” oluşturma süreci içindeyiz. Seçme Özgürlüğümüze göre oluşmuş bulunan geleceğimiz (hedefimiz), ona giden yol üzerindeki her şeyin oluşmasına neden olmuştur. O geleceğe giden yol üzerindeki her şey ve şimdiki bizler O’ndan dolayı varız. Burada “O” dediğimizde “Baş ve son benim!” diyenin ta kendisidir. Yâni öz kendimiz (öz benliğimiz)…
SEÇME ÖZGÜRLÜĞÜMÜZ GELECEĞİMİZİ YARATTI
Konunun daha iyi anlaşılması ve öneminin vurgulanması bakımında bu son söylemlerimizdeki “Seçme Özgürlüğü” ve “Geleceğimizin Oluşturulması” kavramlarımızı biraz daha açmak istiyoruz:
Bildiğiniz gibi, “Seçme Özgürlüğü” Varlıksal ilkelerden birisidir. Varlıkların özünde bulunan temel ilkelerden biridir ve başka bir ilke olan “Varlıksal Eşitlik” ilkesinin doğal bir sonucudur(VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları). Seçme Özgürlüğüne sâhip varlıklar yaradan karşısında eşitseler, Seçme Özgürlüğü ve Seçme Özgürlüğünü kullanımı bakımından da eşittirler. Yani varlıklar, “Plansal Organizasyonlar” şeklinde en müteal (aşkın) vazifelerini gerçekleştirmek üzere, her gelişim merhalesinin sonu için değişik gelecek (hedefler) seçmekte serbesttirler. İşte bu merhale için seçtikleri hedefe (geleceğe) göre, o hedefe giden yol üzerindeki araç – gereci oluştururlar. Tüm bunlar o merhalenin sonundaki hedefe (geleceğe) göre oluşturduğu için “gelecek onları oluşturmuş” oluyor ya da “gelecek”ten dolayı onlar vardır, diyoruz.
Dolayısıyla şimdiki bizleri oluşturmuş olan, geleceğimizdir (aşkın hedefimizdir). Ama bu geleceğimizi de oluşturan, ezeldeki seçimimizdir. Seçme özgürlükleri ve irâde benzerliği çerçevesinde aynı planı oluşturan varlıkların seçtikleri merhale ve hedef aynı olduğu için, bunların irâdeleri de birbirine benzer demektir. Yani bir plan içinde irâde uygunluğu/benzerliği söz konusudur. Başka bir söylem ise; “Seçme” ile “İrâde” arasında oldukça yakın bir ilgi ve bağlantı var. Çünkü seçtiğimiz şey, irâde beyanında bulunduğumuz şeydir(ahdimiz). Ya da irâdemizi yönettiğimiz obje/hedef seçimimizi oluşturur.
Varlık bu şekilde, kendi irâdesiyle dilediği merheleyi, dolayısıyla o merhele sonundaki hedefi (geleceği) seçer. O gelecek yönünde ilerlerken, karşısına çıkan koşullara uyum sağlama gayreti içinde anlayışını ve şuur alanını sürekli olarak geliştirerek/etkinleştirerek “gelecek” ten “gelecek”e, “hedef” ten “hedef” e doğru ilerler durur. Bu ilerleyiş sırasında, seçimi yönünde (gelecek) herşey onun için “olanak” hâlinde oluşur. Yani varlık seçtiği geleceğe (merhaleye) göre olanakları da kendi oluşturur: hem giden hem de kendi demiryolunu oluşturan tren gibi. Bu, dönüşü olmayan ve ebedîyen müteal (aşkın) ve hiçbir zaman ulaşılamayacak olan MERKEZ’e doğru giden yoldur.
Plansal bir yapı hâlinde ve ezeldeki seçme özgürlüğümüz doğrultusunda “geleceğimizi oluşturma süreci” içinde olduğumuzu söylemiştik. Bu süreç; devamlı olarak değişik aşamalara uyum sağlama  ve bunun paralelinde olmak üzere devamlı bir şekilde anlayışın artması olarak sürer gider. Bu süreç içinde varlık tüm kozmik yasaların etkisi altında, ama özellikle konumuz olan “gelecek” bakımından Sebep-Sonuç Yasası’nın etkisi altındadır. Varlık hiç durmadan işleyip durmakta olan bu yasanın sürekli olarak uymak zorundadır, ezelde seçtiği hedefe/“geleceğe” isabetli vuruş yapmak için.
İşte bu çerçevede; tezâhür uzantısı varlıklar olarak, realiteye geçerken, “şimde” de geleceği yaşarız. Derneğimiz vasıtasıyla yayınlanan bilgilerin bir kısmı bizim gelecek yaşamımızla ilgili bilgilerdir. Bu bilgilerle, şimdiden geleceği imajinatif, hattâ mantal olarak yaşayarak onu, şimdiden oluşturmaya çalışıyoruz. Ezeldeki seçimimize göre belirlediğimiz geleceğin (hedefin) tezahüratı olan bizler bugünkü yaşamımızla O’nu oluşturuyoruz. Bizim geleceğimiz ezelde mantal olarak vardı. Yakın gelecekte fizik olarak realize edilecek. Zaten ilke olarak her şey önce mentalde oluşur, sonra fiziğe yansır ve fizikte realize/materyalize olur. Bu bir “geleceği oluşturma süreci”dir. “Gelecek”teki halimiz, o zamanki duruma yani devre sonundaki durumuna ulaşmak üzere şimdiki bizleri (Plansal uzantılar) yaratmış/oluşturmuş vaziyettedir. Bu bakımdan; geleceğimiz “şimdiyi”/”anı” yaratmış durumdadır. Hedef yoksa (ki bu olanaksız) tezahür de yoktur.
GELECEĞİN KOŞULLANDIRILMASI
Taa ezeldeki başlangıçtan itibâren gelecek (HEDEF) bize olan görünmeyen etkisiyle bizi sürekli olarak koşullandırmaktadır. Düşüncelerimizi, işlerimizi, teknolojimizi hattâ toplumsal düzenlemelerimizi geleceğe göre yapmıyor muyuz? Araştırmalar ve bilimsel incelemeler hep gelecek için değil mi? Çocuklarımız, “Geleceğin güvencesidir” diye yetiştirmiyor muyuz? Görüldüğü gibi her şeyimizle sanki geleceğe kilitlenmiş durumdayız.. Gelecekten sürekli olarak etkilenir durumdayız. Bu etkilenişte sanki gelecekle koşullandırılmış durumdayız. Gelecek taa baştan itibaren bizi kendisine koşullandırmış ve bağlamış bulunuyor. Geleceğe göre koşullanıyoruz. Sanki o bizi yönetiyor. Her şey bunun için bahâneden/araçtan başka bir şey değil. Muhteşem tekâmül kervanı bedenli insanın tüm atâletine rağmen, sanki gelecek (hedef) tarafından çekilircesine o yönde ilerlemektedir.
Plansal bir yapılanma içinde son hedeften hedefe(hakikatten hakikate…) etap etap (tedrîcen) ya da “ara hedef”lere uğrayarak ilerliyoruz. Bunların hepsi bizi son hedefe ulaştıracak olan “ara alanlar”dır. Aslında sonsuz gelişim ve tekâmül gidişinde “son hedef” diye bir şey olmaz ama belli bi merhalenin sonu olabilir ki, o gelişim düzeyi varlık için “son” hedeftir. İşte dünyada da ara alanlardan hareketle dünyadaki son hedefe doğru ilerlenir. Ara alanlar/hedefler, ana alana uyum sağlayacak şekilde tanzim edilmişlerdir. Ara alanlardan geçiş; uyum ve esenlik gerektirir.
HEDEF ALANI
Her ara alan kendisinden öncekinden daha düzeyli ve daha kapasite artırıcıdır. Planların tezâhür uzantıları kürenin çeperinden Merkez’e doğru olan ilerleyişlerinde sürekli olarak, birinden ötekine uyum sağlayarak geçerler. Uyum sağlamak, zaten varlığın ezeli ve ebedî evrensel işidir. Bu gidiş ve uyum süreci sonunda düşünülen “Hedef Alanına” ulaşılması için ara hedefler oluşturmuşuzdur. Söz konusu “ara hedefler” bizi en son hedefe hazırlayan ara alanlardır. Bunlar hedeften dolayı vardır. Dolayısıyla geleceğimiz olan hedef yaratmıştır onları.
Enkarne varlıklar “LİDER BİLGİ”nin, notere bırakıldığı günden başlayarak, 2013 baharında gün yüzüne çıkana kadar, “kıyam ettirici etkisi”ni yayıp durmuştu. Bu etki altında bir kısım enkarne varlıklar her türlü esnekliği ve büzülüp dürülmeyi hızla yaşamadılar. Bundan amaç, bu bilginin ayan beyan ortaya çıkmasına elverişli şuursal ve mantal, hem de fiziksel zeminin hazırlanmasıdır ve bir uyum hareketidir. Devre sonunda, söz konusu kutsalların kutsalı olan “LİDER BİLGİ”nin asıl sâhibinin, yani dünya “RAB PLANI”nın en tepesinin/tam merkezinin sözü geçerlidir. O’nun taa ezelde saptadığı “SON ”a hızla yaklaşıyoruz dünya beşeriyeti olarak. Dolayısıyla, devre sonunda O’nun realitesi geçerlidir. Bu realiteye uyum sağlamak ve hep birlikte “tekamül sıçraması”nı gerçekleştirmekten başka seçeneğimiz yoktur. Taa ezelde bunu kendimize hedeflemiş varlıklar olarak O’nunla bütünleşeceğiz. YÜCE IŞIK BİLGİ, LİDER BİLGİ O’nun bilgisidir. Taa başından beri, ezelden beri en arkada/ en tepede/ tam merkezde duran gerçek liderin/”Asıl Sâhip” in bilgisidir. O’nun verdiği bilgi ile insanlık en son ve (bu devre için) en aşkın olan yaşamsal hamlesini yapacaktır. Bu şekilde Gerçek LİDER’in / “asıl sahip” in İlâhî Muradı gerçekleşmiş olacaktır.
Plansal tezâhürler için söz konusu ara alanlar geleceğe/hedefe doğru adım tırmanan basamaklardır. Bu yapıda her basamağın talebi bir aşağı sızar, bir sonraki de bir altı yaratmış olur. Planlar ezelde yapıldığına göre; en “son hedefe ” varmak için, bizi en son hedefe hazırlayan ara alanlar/basamaklar oluştururlar. Bu basamakların mevcudiyetleri hedeften/”geleceğimiz ”den dolayıdır. Bu yapılanma içinde dünya insanlığı bütün içtenliğiyle gayret etmek zorundadır. Devre sonunun şuurda uyanmaya zorlayıcı etkisine uyum sağlamak zorundadır, kıyam etmek ve gelecekle yani öz-kendisiyle bütünleşmek için. Bu şekilde varlık geleceği, gelecek de O’nu hazırlıyor.
Şu andaki bizler (yani tüm insanlık) için YÜCE IŞIK BİLGİ ile kıyam etmek söz konusuysa, kıyam ile belirlenen hedef (gelecek) YÜCE IŞIK BİLGİ’yi oluşturmuş olmaktadır. Bu bakımdan ruh varlığı için ne YÜCE IŞIK BİLGİ, nede onun hemen ardında bulunan hedef (bu merhale için “gelecek”) en son ve en aşkın hedef değildir; Sadece bir merhalenin sonu, ama yeni ve daha üstün olan başka bir merhalenin başlangıcıdır. Ama şu anda bu merhale “LİDER IŞIK BİLGİ”nin(İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT Kitabının içerdiği bilgi külliyatı) ve kuşkusuz onun sâhibinin hükmü altındadır.

KAYNAK ESER: DEĞİŞİME DOĞRU, Ergün Arıkdal (Ruh ve Madde Yayınları)