Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

30 Ağustos 2016 Salı

FEDEKÂRLIK
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

“Dünya zamanı idraki” ne (210+211)(*) mensup beşeri varlıklar olarak gelişip insanlaştıkça ortaya çıkan erdemlerden birisi fedakârlık (özveri) olmaktadır. Fedakârlık insanlaşma yolunda o kadar önemli ve erdemli bilge insanlara özgü bir erdemdir ki, Horace Mann adlı düşünür biraz da abartarak, “Başkaları için hiçbir şey yapmamak bizi bir hiçe dönüştürür.” diyebilmiştir. Mann’a göre sanki, kişi başkaları için bir şeyler yapılıyorsa, fedakarlıkta bulunmuyorsa yoktur ya da var olmamız, başkalarına hizmet ile, sürekli vericilikle kadimdir / olasıdır.

Fedakârlık başkalarını düşünmekle onları en az kendin kadar düşünmekle ve başkalarını kendinden çok / önce düşünmekle şeklinde derecelendirilebilir ama burada em makbulü, karşılıksız olan fedakârlık olsa gerek yani en az kendin kadar başkalarını düşünmek ve elbette daha da iyisi kendinden önce başkalarını düşünmek ve onların iyiliğine bir şeyler yapmak. Bu sonuncu fedakârlık türünde “terk” vardır.  Temelinde diğerkâmlık ve varlık sevgisi bulunan bir fedakârlıktır. Çıkarcılığa / beklentiye dayalı bir alışverişten çok uzak olan bu fedakârlık türünde yardımlaşma ve dayanışma bilincinin ortaya çıkışı da vardır. Bunların hepsi erdemli bile kişilerin belirgin özelliklerinden olmak üzere, tüm seçkin inisiyatik öğretilerle dinlerin öğretilerinin hedefinde yer almıştır.

Burada zaten varlık sebebimiz olan vazifelerle, fedakârlık erdemini karıştırmamak gerek: Yapılan bir sözleşme ya da mutabakat gereği ve elbette para karşılığında bir hizmet canla başla ve en iyi şekilde yapılıyorsa, bu zâten böyle olması gereken bir iştir, fedakârlık değildir. Bir siyasal parti ülkeye hizmet için ve halkın parasıyla icraatta bulunuyorsa, bunu fedakârlık olarak gösterip zâten mecburen vermesi gereken hizmetle övünmesi, daha da ileri giderek bunu propaganda konusu yapması basiretli devlet yönetimi ile bağdaşmayan beşeri bir zaaftır. Daha bilimsel düzeyde; bir annenin, bebeğinin bakımını ve yetiştirmesi bağlamında içine girdiği zahmetler ile babanın ailesine karşı sorumluluğu kapsamındaki zorluklara göğüs germesi zâten ananın, babanın vazifelerindendir, fedakârlık değildir. Hele bu hizmetler, egolar incildiği zaman ya da duyusallık kontrolden çıktığı zaman, “saçımı süpürge ettim de sana baktım, bir gecede on kez uyandım emzirdim, altını değiştirdim” vb. şeklinde dillendirilmesi zaten fedakârlıktan uzaklığın sözle beyanı olmaktadır. Aynı şekilde, babanın da Alın terimi helal etmiyorum, ben sizi okutmak, yedirip doyurmak için ne zorluklar/ bâdireler atlattım” vb. şeklinde konuşması beşeri zaafların seslendirilmesi ve itîraflarından başka bir şey değildir.

Feda etmekle “karşılıksızlık” öğesi ve niteliği vardır. Yüksek bir ideal uğruna özveride bulunmak. Burada “yüksek bir ideal” derken, kişinin kendi bireysel çıkarlarından yükseği, kastediyoruz. Tanıdık/ tanımadık insanlar uğruna, toplum uğruna, insanlık idealleri uğruna. Beşeriyete hizmet etmede önder ve örnek olmuş kişiler bu işi, sâhip oldukları bu fedakârlık erdemi ile yapmışlardır.( Ulusal kahramanlar, inisiyatörler, peygamberler)

Demek ki fedakârlık erdeminin gereği; kendi zihinsel ve bedensel konforundan kendi huzurundan, kendi çıkarlarından özveride bulunmak, bunları geçici ya da sürekli olarak terk etmek. Bunlar, dikkat edilirse tamamen uygulamaya dayalı edimlerdir. Yani fedakârlık imajinatif olarak yapılan bir uygulama değildir; tamamen fiziksel ve bireysel bir uygulamadır.  Bunun bir yardımlaşma ve dayanışma bilinci hâline gelene kadar ki aşaması bireysellikten kurtulma tâlimleri olarak düşünülebilir. Esâsen uygulamayla kazanılan bir erdemdir ve birkaç yaşama mâl olabilir.

O halde, genel anlamda kurtuluş için, değişim için, sürdürülebilir bir gelişim temposu yakalamak için gerekli ve kaçınılmaz bir eylem olmaktadır fedakârlık uygulamaları. Bunun ötesi hizmettir, başka varlıkların gelişimine hizmet. Bu nedenle “Halka hizmet Hakk’a hizmettir” Her vesileyle belirttiğimiz gibi, varlık varlığın gelişim aracıdır. İnsanların gelişimine köstek değil, destek olmak gerek. Hakk’ın bizlerden gelecek bir hizmete elbette gereksinimi yok ama başkalarına ve birbirimize yardım etmemizi hayra ve barışa yönelik işler yapmamızı, yani vicdan birim dualitesinin artı (+) yanına değerler yüklememizi istiyor, gelişmemizi ve hatta kendisinin yardımcısı olmamızı istiyor. (***) Bu konuda duyarlılık, aynı zamanda Allah’a yakın olmaktır. (Ali İmran 14) Hak ve barışı  sevenler ve bunun için çalışanlar O’nun sevgili kullarındandır (Enbiya 86, Şuara 83).

Yeniden konumuza dönerek, beşeriyet tarihine baktığımızda görüyoruz ki, tarihte büyük insanların yaşamları fedakârlık örnekleriyle doludur. Bu insanlık uluları yüce varlıklar çevrelerindekilere gerçekleri göstermek, doğru yolu işaret etmek ve onları gaflet ve dalâlet uykusundan uyandırmak için rahatlarını ve hatta hayatlarını fedâ etmişlerdir. Bu yolda pek çok peygamber Yahudi bağnazlar tarafından katledilmiştir. Buna rağmen İsa Peygamber yine o bağnaz ve (Musa Peygamber’in deyişiyle) “Kalın enseli” toplumda doğmuş ve gerçekleri anlatma bahasına eziyet ve işkence ile öldürülmüştür. Hz. Muhammed câhil ve müşrik Araplar tarafından öldürülememiş ama hem kendisi hem de ailesi (özellikle kızları) çok çile çekmiştir. Ortaçağ Avrupa’sının aydın bilim insanı Galileo, dünyanın güneş çevresinde ve kendi ekseni çevresinde döndüğünü kanıtladığı ve bu gerçeği söylediği için enginizasyon mahkemesinde yargılandı. Bruno, Galileo’dan daha az şanslıydı: “Evrende yalnız olamayız, dünya dışında da canlılar olmalı…” dediği için yakılarak şehit edilmişti bağnaz Katolik Kilise tarafından. Bu yüce varlıklar “şehit” sözcüğüne (sıfatına fazlasıyla lâyık) bilim ve bilgi şehitleridir. Demek ki fedakârlık erdemi bir tür yardımlaşma ve dayanışma bilincine dönüşünce, insan tüm rahatı ve yaşamı bahasına onu sergilemekten çekinmiyor.

Besbelli ki, insan varlığındaki potansiyel kutsallık; kanla, terle ve gözyaşıyla ortaya çıkıyor. Ya da isterseniz daha başka şekilde kuralım cümlemizi: İnsanın ilâhi yanı, yaşamlar boyu deneyimlenen ıstıraplar silsilesi içinde filizlenip yeşerebiliyor. “Dünya zamanı idraki”nin (210+211)(*) üzerine çıkıp, “yüksek zaman idraki”ne (210) kapağı atmak hiç de kolay değil. Bunu başarmak kim bilir kaç yaşama mâl olur… Bu nedenle iyi ki tekrardoğuş, hatta tekrar tekrar doğuş var, Yaradan’ın varlıklara sunduğu en büyük nimetlerden biri… Bazıları hâlâ “var mı” “yok mu” ya da olmaz öyle şey” diyedursun, bizler bu konuların öğrencileri olarak bu ilâhi lûtfun değerini bilelim ve ondan içsel gelişim yönünde yararlanalım.

Özbenlikler olarak, bedenlenerek “indiğimiz” madde âlemini bu dipsiz derinliklerinden ancak böyle bir duyarlılık ve farkındalık ile çıkabilir ve içimizde gizli ilâhi yanımızı bedende tezâhür ettirebiliriz. Varlığın bu durumunu yüce Hermes (İdris Peyg.) şu özdeyişiyle binlerce yıl önce sözcüklere dökülmüştü: "Ruh varlığı küreden küreye düşerken, gitgide ağırlaşan bedenlere bürünür. Bu düşüş dünya zindanına kadar sürer.Gitgide maddeye daha çok bağlanmanın verdiği sarhoşlukla mânevî kökenlerinin anısını unutur."

Hermes ve benzerleri, TANRI’yı kalbin tââ derinliklerinde bulmanın sevincinin; ancak böyle bir uygulama ile yaşanacağını, olgun insanlara özgü bir sükûnetle ve çeşitli simgeler kullanarak sözcüklere dökmeye çalışmışlardır. Eğer bizce de bu değerler önemliyse ve kazanılması gereken nitelikler ise, buna samimiyetle inanıyorsak, fedakârlık eylemini / uygulamalarını ciddiyetle ele almalı, nefsin muhalefetine rağmen her fırsatta tâlimlerini yapmalıyız.

Elbette sor ve ıstırap verici bir uygulama. Biraz da neden zor olduğuna bakalım: Aslında fedâ edilen, terk edilen nedir ki bize bu kadar zor geliyor? Bu zorluğun bir kısmı nefsin muhâlefetinden de kaynaklanır ama sâdece o değil; nefs bu kadar terbiye edilmiş yani vicdan birim dualitelerinde ne kadar az değer birikimi varsa, vericilik o kadar doğal ve kolay olur. Ruh varlığı için;  zorluk / kolaylık, kazanılacak / terk edilecek bir şey olmadığına göre, fedakârlık eylemi / uygulaması, tamamen ruhun maddeye bağlanması, maddenin derinliklerine doğru “düşüşü” (Hermes) yani envolüsyonu ile ilgilidir. Bir bakıma yukarıya çıkma / yükselme / merkeze yönelme evolüsyon (tekâmül) kararlılığının bir gereğidir.

Hafifleyerek” yükselişin başarılması için, maddeye bağlanmakla oluşan; tortulardan, bağlantılardan, dünya çamuru”ndan kısaca “kabuklar” dan kurtulmaktır. Burada “hafifleyerek yükselmek” ten kastımız; “kuyudan” (maddenin derinliklerinden) çıkış tezâhürat âleminin “dış halkaları” ndan (maddenin derinliklerinden) merkeze, bir olana, ünite denen idrak birliğine yöneliştir. Demek ki, fedakârlık eylemi; bir bakıma dünyaya bağımlılıklardan kurtulma uygulamasıdır. Bu anlamda “bağımlılıklardan kurtulma uygulaması” tüm dinlerin (yani TANRI Kelâmı’nın) ezoterik özünde önemli ve gizemli yerini almış seçkin inisiyatik öğretilerinde esâsını oluşturmuştur. Dinlerin ve inisiyasyonların içerdiği sırların yüce mürşidleri (büyük inisiyeler ve peygamberler) ile beşeriyetin ulu önderleri tüm yaşamlarını; bir bakıma, “fedakârlık silsilesi” olarak geçirmişlerdir. Bu konuda BÜYÜK İNİSİYELER adlı eser (Ruh ve Madde Yayınları) ibretlik örneklerle doludur.

Bu büyük inisiyelerden biri ve aynı zamanda peygamber olduğu bilinen Hermes bu konuda şunları söylemiş: “Ruh, maddeye karşı olan aşkıyla kökeninin anısını yitirebilir. Fakat onda bulunan ilahı kıvılcım bir gün mutlaka parlaklaşabilme şansına sahiptir.” Burada, “ruhun maddeye karşı olan aşkı”, SADIKLAR PLANI Tebliğleri’ndeki üç bilgiye ve Varlıksal İlkeleri çağrıştırıyor. Ruhun maddeye doğru hem böyle bir çekilimi var ama tekâmül etmesi de gerekiyor ve tekâmül etmek için, maddeyi egemenliği altına alıp ona bağımlılıktan kurtulması gerekiyor. İşte bu noktada, bir bakıma maddenin yapışkanlığından kurtulma çabası ile, önceleri bilmeyerek, daha sonraları bilerek fedakârlık uygulamaları yapmaya başlıyor, fedakârlık tâlimleri ve uygulamaları önceleri karşılıklı, sonraları karşılıksız hizmete dönüşüyor.

Ruhun fıtratında bulunan “ilâhi kıvılcım”ın (Hermes) alev alev yanar hâle gelmesi; yani “beden içinde ruhsal hayatın yaşanması” fedakârlık uygulamalarının varlığın temel karakteri haline gelmesiyle olacaktır. Burada, “beden içinde ruhsak hayatın yaşanması”, öz benliğin çok büyük ölçüde bedende tezâhürü olmanın yanı sıra, maddenin “efendisi” olmak anlamında makbul bir durumdur. Bu aşamadaki fedakârlıkların eşliğinde tevâzu erdemi olmazsa olmazlardandır. Tevâzu (alçak gönüllülük)  gerçek bilgeliğin anasıdır. Alçak gönüllüğü karakterinin belirgin özelliği hâline getirmiş olanlara Kur’an “Rahman’ın kulları” diyor (Furkan 63). Yani alçak gönüllülük (tevâzu) ALLAH’ın sevdiği insanların (takva ehli)   temel özelliklerinden olmaktadır. Bu gibiler elbette “hak ve barış için çalışanlar” dandır. (Şuara 83, Enbiya 68). Bu alçakgönüllü bilgiler “kendini sevmeyeni de seven” (Ali İmran 119+120) insanlardır çünkü sevmeyeni sevmek bir tür fedakârlıktır ve ego bedeli ile bir düzeyde eğitmedikçe buna izin vermez. Egoya rağmen sevmeyeni de sevmek fedakârlıktır. Hz. İsa “Düşmanını da sev!” demişti. Burada fedâ edilen egodur; hepsi değilse bile bir parçasıdır. Ego sizi sevmeyeni sevmenizi istemez ama siz erdemli, ilkeli olmak ve maksatlı ıstırap uğruna sanki egonuzun sizin iradenize karşı çıkan o parçasını koparıp atıyorsunuz.

Benzer şekilde tüm; tutkular, özdeşleşmeler, hobiler, yapay ihtiyaçlar, gurur, kibir, kin, hırs ve olumsuz alışkanlıklar fedâ edilerek beşerî zaaflarımızdır. Bunlar simgesel olarak “kabuklar” ve ayaklarımızdaki “zincirler” olarak da ifâdeye konmuştur. Özdeşleştiğimiz her şey ve kişi gelişim yolumuzda birer ağırlıktır. Bunların hepsi gelişim yolunda kullanılıp bırakılacak araç gereçtir. Bunlar bir bakıma arınmanın da, sâdeleşmeninin de objeleridir. Bu anlamda iyi bir özne olmak istiyorsak, bu nesneleri gözden çıkarıp fedâ etmeliyiz. Bu çok zor bir uygulamadır ve gelişmenin zorluğu da buradadır. Gelişmenin ve değişmenin zorluğunu belirten en güzel özdeyişlerden biri Einstein’e aittir : “Kişinin değişmesi, atomun parçalanmasından daha zordur.” Ama tüm zorluğuna karşın olanaksız değildir değişmek ve gelişmek. Birkaç paragraf yukarıda değinip geçtiğimiz peygamberler ve büyük inisiyeler bunun olanaksız olmadığını ve onlar bunu nasıl başardıklarını bizlere anlatmış ve yaşayarak da göstermişlerdir.

Bu konuda Yeni Ruhçuluk’un ilklerinde de (20 ilke) Bedri Ruhselman’ın bu konuya değindiğini görüyoruz: “İnsanlar her zaman doğru yolu ve gerçeği bulma olanağına sâhiptir. Beşeriyeti ancak ve ancak davranış, düşünce ve niyetlerinin; fedakarlık, diğerkâmlık, sabır hoşgörü, sevgi, merhamet ve şefkat gibi erdemlerle dolu olması geliştirecek ve yükseltecektir. Görülüyor ki, kendimize fedakârlık ya da öteki erdemlerin herhangi birinden doğru yaklaşsak da, iş gene dönüp dolaşıp, kişinin kendisinin eğitilmesine, bunun içinde kişinin kendi kendini tanıma kararlılığına ve cehtine girmesine gelmektedir ve her şey buna araçtır, vesiledir. Burada “kendinden” kastımız, kişinin uyumsuz ve huysuz, doğaya, ilahi irade yasalarına ve kendi gerçek doğasına uymasını engelleyen nefsidir. Kişiyi aşağı çeken, yükselmesini engelleyen, işine gelmeyen gerçekleri ört-bas eden, gerçek bağımsızlığına kavuşmasını engelleyen, dünya kuyusunun derinliklerinde rahatı arayan uyumsuz ve huysuz nefsidir. Eğitilmemiş bir nefs; içimizde bir puttan, her fırsatta bizi doğru yoldan saptırmaya çalışan bir şeytandır. Nefsini belli ölçüde eğitememiş biri, bu puta (içindeki şeytana)tapmıyorsa bile, onun güdümünde ve egemenliği altında demektir.” (Not: A.Nesefi’nin İNSAN-I KÂMİL adlı eserinde (s.46) bu konuyla ilgili güzel örnekler vardır.)

Bedenli olmaktan dolayı varlığın içine girdiği “daralma ve kararma” aslında kaçınılmaz bir durumdur. Ama ruh varlığı her enkarnasyonda bunun üstesinden gelmek için, yaşamlar boyu oluşan deneyim ve görgü birikimiyle bedenli haldeyken de sanki bedensizmiş gibi yaşamının uygulamasını yapabilir. Bu makbul durum, “beden içinde ruh olarak yaşamak” tır. Özbenliğin bedensel bende %100’e yakın bir şekilde tezâhürü demek olan bu durumu Hz. İsa, “Babam ve ben biriz.” şeklinde sözcüklere dökebilmiştir. (Bkz. THOMAS’ın İNCİLİ, Ruh ve Madde Yayınları) Varlık böyle bir uygulama içinde mensubu bulunduğu planın “kalifiye bir işçisi”; başka bir deyişle; ALLAH’ın daha şuurlu, O’na daha çok benzeyen bir kulu (“has kulu”) durumundadır.

Konumuz olan fedakârlık bu gibi varlıklar için artık bir karakter niteliğindedir. Kendilerini, öteki varlıkların gelişimleri için fedâ edercesine enkarne olurlar, her türlü ezâyı cefayı göze alarak. Bunlar bizler için ideal ve taklid edilmeye değer varlıklardır. Beşeriyet olarak gelişim yolunda pek çok kazanımlarımızı bu yüce varlıklara borçluyuz.

Bu varlıkların düzeyine yükselmek için yapılacak ve her an akıldan çıkarılmayacak olan, insanın;
v  esâsen ruh varlığı olduğu,
v  ruh varlığının bir tezâhürü olduğu,
v  ruh varlığının bedenli uygulamaları kapsamında dünyada bulunduğu,
v  yaşayarak İlahi İrade Yasalarına hizmet etmekte olduğu,
v  gelişim yolunda, giderek farklılaşmaya ve değişim içinde olduğu,
v  tüm yapıp ettiklerinin, mensubu olduğu plana ve dolayısıyla İlahi Murad’ın gerçekleşmesine hizmetten ibaret etkinlikler olduğudur. Bunlar, kuşkusuz kolay kolay başarılacak şeyler değil; hele İblis Planı’nın ve onun amellerinin son derece aktif olduğu şu devre sonunda kolay olması bir yana, açıkça ıstırabı gerektiren, bedensel / zihinsel konforumuzu bozan uygulamalardır bunlar.

Bu neden böyledir? Çünkü, fedakârlık ve ferâgat da dâhil olmak üzere; olgunlaşmak, yaşamda “pişmek”, âriflik, değişim / farklılaşma, anlayışın, şuur gelişmesi, esneklik ve uyum ve genel olarak erdemler (insâni değerler) hep “ıstırap” adını verdiğimiz türden deneyim ve hâletlerin yaşanmasından sonra geliyor. Hattâ bazı ıstıraplarımızı da fedakârlık yapamamak oluşturur. Bu konuda başarılı olan büyük inisiyelerin yaşamlarını incelediğimiz zaman (Bkz. BÜYÜK İNİSİYELER, Ruh ve Madde Yayınları), bu büyük insanların gerçekten çevrelerindeki öteki insanlar yüzünden büyük ıstıraplara dayanma gücü sergiledikleri görülür. Hattâ vefâkâr ve cefakâr bu insanlık uluları, dıştan gelen ıstıraplar kesildiği zaman; ya da gelecek olanlara karşı dayanma güçlerini artırmak için, kendilerini maksatlı ıstıraba sokmuşlardır(*) Daha doğrusu maksatlı ıstırabı bizim anladığımı anlamda; kaçınılacak, korunulacak, zararlı bir uyaran olarak değil de; gelişim yönünde yararlanılması gereken bir fırsat ve liyakat sınavı olarak kabul etmişlerdir.

İçtenlikli olarak, kendi kendisini kandırmadan, fedakârlık eylemi sergileyen bir kişi aslında verimli bir uygulama içindedir. Zâten dünya uygulama yeridir ve olabildiğince ve her şeye rağmen vicdâni yönde uygulama yaparak vicdan birim dualitesinin vazifeye yönelik üst kısmına değerler biriktirmek gerekir. Bu makbul durum Kur’an’da “Benliğini arındıranlar, barış ve hayra yönelik iş yaparlar” şeklinde ifadeye konulmuştur. (Ala 14, Enbiya 94) ve bu gibiler aynı zamanda “güzel düşünüp güzel davrananlardır”  (Enam 84).

Az yukarıda değinip geçtiğimiz “uygulama” aynı zamanda yaşamı etkin olarak değerlendirmektir. “Nasıl etkin?” diyecek olursak; duygularını arzularını kontrol altında tutarak, uyumsuz yanımız olan nefsi arındırmaya, sahte benliklerden arınmaya çalışarak yaşamaktadır. Yaşamı etkin olarak değerlendirmek, her karşılaştığımız olayı liyâkat sınavı olarak kabul edip doğru bildiğini yapmakta ısrarcı olmaktır. Yaşamı etkin olarak yaşamak; dünyanın cezp edici ve kendine bağlayıcı etkilerine karşı belli bir duyarlılık ve sakınma içinde, “kapasite artırma gayreti” içinde bulunmaktır. Burada “kapasite arttırmak” tan kastımız, gözlerin, kulakların keskinleşmesini, yâni fehim ve ferâsetin artması ve sürekliliğidir. Yaşamı etkin olarak değerlendirmek, aynı zamanda planın tesirlerine geribildirimde bulunmaktır. Bu tavır aynı zamanda “Yukarı” doğru esnemek de demek olan vicdan şerâitine(koşullarına) uymaktır. Bunun tersi tutum olan, nefsin şeraitine  uymak, içsel gelişim açısından zararda olmaktır. Bu duyarlılık da, devre sonunun rahmân ve rahîm olan şuurda uyandırıcı (kıyam ettirici) tesirine uyum kolaylığı sağlaması bakımından önemlidir. Bu makbul durum aynı zamanda “Yukarı”  doğru esnemektir ki; fedakârlık, ferâgat ve terkten sonra kazanılacak önemli bir meziyettir. Bu güzel durum, “Ne yapıyor olursanız olun, bir eliniz sürekli gökte olsun…” şeklinde sözcüklere dökülmüştür.

Hızla değişmekte olan dünyada, giderek “yoğunlaşmakta” olan zamana, aynı hızda yaklaşmakta olan yeni çağa/bilgi çağına (buna “Altın Çağ” da deniyor) uyum sağlamak zorundayız, savrulmamak için. Bunda başarılı olmanın yolu güçlü olmaktır. Bu güçlülük ise maddesel birikime gelen geçici güçlülük değil, temelinde idraklenme cehti bulunan şuurlanma donanımlı gerçek ve kalıcı güçlülüktür. İşte bunun uygulamalarından birisi de bu yazımızın konusu olan nefsâniyetten ferâgat ve (temelinde yardımlaşma ve dayanışma bilinci bulunan başkaları için) fedakârlık ve hizmettir.

Işıkları dünyanın aşkın (müteal) ufkunda belirmiş olan yeni döneme uyum için ve dolayısıyla daha az ıstırapla “uyanmak” (“dirilmek” / kıyam etmek ) için; bünyemizde “kabuk” durumunda olan her şeyin en aza indirilmesi şarttır. Bunun da gereği, sâdeleşmek, “kabuksuzlaşmak” , fedakârlık, ferâgat ve terktir. Çünkü, “merkez”e yönelebilmek başka türlü olmuyor. Buna aynı zamanda; “planlaşmak” (planda bütünleşmek), kolektiflik şuuru da demek olası… Sevgi, şefkati fedakârlık sergileme çabası içinde ve yaşamın zorluklarına bilinçli bir dayanma gücü (sabır) sergileyerek, “kabukların” pul pul dökülmesi ve yeni kabuklaşmaların önlenmesi kendini tanıma kararlılığının akıllı kişilere özgü tavrıdır. Bunu sürekli kılmak, yaşam planı uygulamasında başarılı olmanın gereğidir. Bunda kararlılık şarttır.

Sebat anlamına da gelen bu kararlılık olmaksızın dünyevî ve uhrevî (göksel, ruhsal, içsel, mânevi) hiçbir iş güzel olmaz, biliyoruz: Beşerî tarih boyunca kadîm zamanlardan günümüze dek dinlerde ve seçkin inisiyasyonlarda üzerinde en çok durulan konu bu olmuştur. Örneğin, bunun Sufizm’deki adı “sülûk” tur. Sülûk, kendi içindeki sonsuzluğu keşfede keşfede vahdete doğru gidiştir. Bedensel ben bakımından yaşamlar boyu olup durmakta olan bu olduğu gibi, varlıksal ve evrensel açıdan da durum farklı değildir: Hidrojen atomundan başlayarak, ruh varlığının “idrak vahdeti” (187) denen Ünite’ye doğru “ilerlemesi” de varlığın kendi içindeki sonsuzluğunu ve yüceliğini keşfede keşfede vahdete doğru gidişidir. (**)  Bu gidiş daha mistik bir yaklaşımla “ALLAH’ın halifesi” olma liyakatine doğru gidiştir. Varlığın, ALLAH’ın halifesi olma liyakatini kanıtlaması cehti, şimdiki gelişmişlik düzeyimize  göre, kıyam etme (şuurda uyanma) cehtidir ki; bu, tarih boyunca tasavvufun en büyük uğraşısı olmuştur. Tasavvuf gibi tüm geçkin inisiyasyonlar fedakârlık eyleminin sistemli bir şekilde öğretildiği ve uygulandığı okullar olmuştur.

Şimdi bizlerin, devresonu enkarnasyonları ve “kıyâmet işçileri” olarak bu uygulamayı olduğu gibi yaşam tarzı yapmamız gerekiyor; gelişmek, şuurlanmak ve insanlaşmak bizler için önemli ise…Bunun için yaşam, olduğu gibi bir inisiyasyon alanıdır aslında. Ayrıca, tüm yerkürenin mâbet (ibâdet yeri) olduğunu Kur’a’dan biliyoruz. Gelişmek için inisiyasyon okulu / kurumu aramaya da gerek yok; yaşamın değerini bilelim ve bu enkarnasyon olanağını idraklenme ve şuurlanma yönünde kullanalım. İçinde bulunduğumuz gelişim ortamında yaşamlar boyu yaptığımız; maddenin esâretinden kurtulup idraklenip şuurlanarak, Hakk’a ulaşmak / planımızla bütünleşmektir. Bunun adı Tasavvuf’taki “fen’a” dır ve esâsı da “terk”e , yâni “fedakârlık” a  dayanır.

Burada “terk” derken neyi kastettiğimizi daha önce de belirtmiştik ama bir kez daha yinelemekte yarar var çünkü “terk” deyince bazı çevrelerce, “terk” kavramı yanlış yorumlanır: “Terk”; evi barkı, çoluk çocuğu bırakıp; inzivaya çekilip, günleri meditasyonla, sürekli, namazla, zikirler geçirmek değil. Bu, bir zamanların uygulamasıydı. O zamanlarda bile bu uygulamayı doğru yapanlar zaman zaman halkın içine karışıp, çarşıda, pazarda bir şeylerle uğraşırlardı. İçinde bulunduğumuz devre sonunda iş daha da zorlaşmıştır, artık tüm dünya inisiyasyon alanı durumundadır ve bu ortamda; maddenin her türlü cazibesine, toplumsal koşullandırmaların, kişinin içinden çok dışa yönlendirici ve uyutucu etkisine karşın, arınmak, “temiz” kalmak, idraklenmeyi sürdürmek ve şuurlanmak durumundayız. Bunun için “terk” kapsamında eşkoşmalarımızı / tutkularımızı, duygusallıklarımızı, arzularımızı ustaca yönetip en aza indirgemek durumundayız.

Hattâ “modern” zamanların enkarneleri olarak, terk etmemiz gerekenler arasında; bu ana kadar kullandığımız gelişim araç-gerecimiz ve donanımlarımız da bulunmaktadır. Uzaya fırlatılan roketin, ilerleyebilmesi için, işi / işlevi biten bölmelerini belirli yüksekliklerde atılması gibi, biz de gelişim yolunda istikrarlı bir ilerleyiş sergileyebilmek için, kullanım süresi dolmuş gelişim araçlarımızı terk etmeliyiz. Bunlar bizleri bir üst realiteye hazırlayıcı bilgiler ve çeşitli dünyasal olanaklardı, onları zamanında bırakmazsak, zaman içinde “yürümemizi”  ağırlaştıran, hattâ yürüyemez hâle getiren köstek olurlar. Kullanım süreleri içinde oluşan alışkanlıktan ve bu alışkanlığın verdiği rahatlıktan dolayı bu “araç – gereci ve donanımı” bırakmak istemeyiz ama bunu istemeyen, onların rahatlığına ve kolaylığına alışmış olan nefsimizdir. Bu nedenle nefsin muhalefetine karşın son kullanım tarihi geçmiş olan araç – gerecimizi biraz zorlansak da “terk” etmemizde yarar vardır ki işte bu da fedakârlıktır, gelişim adına, şuurlanma ve insanlaşma adına bir şeyleri fedâ etmektir. Bu anlamda fedâ edilmesi gerekenler arasında; bir zamanlar kullanıp yararlandığımız, bilimsel ve kutsal bilgilerle inançlarımız da vardır. Bunları özümsedikten sonra; gelişim adına, şuurlanma adına fedâ etmek, “hafiflemek” ve sâdeleşmek / arınmak durumundayız.  

Tüm bunlardan dolayı şunu diyebilir miyiz: Terk edemediklerimiz; realiteden realiteye geçişimizi, zaman zaman sıçramalar yapmamızı “Yukarıya” doğru esneklik kazanmamızı engelleyen “tortulardan” , “ağırlıklardan” başka nedir ki? Söz konusu “tortular ve ağırlıklar” da; yapay ihtiyaçlar, yapay gereklikler, çıkarcılığa dayalı bencilce arzular, doymaz bir açgözlülükle toplayıp biriktirdiklerimiz ve hep kendimiz için sakladıklarımız, bu şekilde “kabuklar” oluşturup, bu “kabuklar” içinde sabitleştirip kıpırdamayacak hâle gelmemize neden olan kir, pasa, tortu ve dirençlerdir.

İşte bunlar “feda edemediklerimiz” i oluşturan durum ve ağırlıklar ile gelişim engellerimizdir. Şuurlanmamızı, “kıyam etmemizi”, yeni döneme daha üst bir realiteyle uyumlanmamızı zorlaştıran “dirençler” de bunlardır. Bu “dirençler” evrensel sevgi enerjisinin bünyemize nüfuz etmesine engel olmasının yanı sıra, tezâhür uzantıları olduğumuz planlarımızdan gelen rahmân ve rahîm olan tesire gereken tepkiyi (geribildirim) vermemizi de engeller.

Fedakârlık kapsamında birlikte gözden geçirdiğimiz tüm bu konular; duygusallık, sadeleşmek, “kabuklar” vb. vb. içinde bulunduğumuz devre sonunun şu son günlerinde daha da özel bir önemi haizdir. Çünkü hızla değişmekte olan dünya, hızla değişmekte olan zaman, hızla yaklaşmakta olan yeni döneme uyum sağlamak zorundayız, devre sonu artıklarından olmamak için… Fedakârlık ve öteki erdemlerin en doğal şekilde yaşanacağı zamanlar (binlerce yıllık devreye göre çok uzak değil. Bu nedenler, “yeni dönemin arifesindeyiz” diyoruz. Dünya beşeriyetinin tüm ilgi planlarıyla birlikte top yekûn / hep birlikte yapacağı “sıçrama hareketi” ile, yani top yekûn kıyam sürecinin tamamlanmasıyla bu yeni döneme geçilecektir. Bu “sıçrama hareketi” nden kasıt, her realite mensubunun bir üst realiteye sıçramasıdır. Bu nedenle yeni dönemde sıçrayacak olanlar, halen dünya beşerî realitelerinin en üst basamağında olanlardır ve bunların sayısı da çok az olsa gerek.

Sonuç
Fedakârlık, tamâmiyle doğru bildiğini uygulamaya dayalı bir erdemdir. Bunun, kişinin kendini tanımasıyla, nefsini eğitmiş olmasıyla ya da uyumsuz yanıyla yakından ilgisi vardır. Fedakârlık, bireysellik gelişim sürecinin tamamlanması sonucunda elde edilecek, yâni bireysellikten kurtulmasıyla ortaya çıkan bir erdemdir. Bu bakımdan seçkin inisiyasyonlar ve dinler tarih boyunca buna önem vermişlerdir. Büyük inisiyelerin, din ulularının ve ulusal kahramanların yaşamları bizler için ibretlik ve taklit edilmeye değer örneklerle doludur. Toplumsal yaşamda yardımlaşma ve dayanışma bilinci içinde bulunmada ve dolayısıyla örnek bir toplumda fedakârlığın önemi büyüktür. Fedâ edilen ve edilecek olan şeyin aslında özellikle ve öncelikle kendi; alışkanlıklarımız, hırslarımız, kinlerimiz, eş koşmalarımız, tutkulara dönüşmüş hobilerimiz, yapay ihtiyaçlarımız, gururumuz, duygusallıklarımız vb. gibi “uyumsuz yanımız” la ilgili özelliklerimiz olduğunu bilmekte yarar var.     



-------------------------------------
(***) Bu konudaki ayetler: Bakara 221, Fecr Suresi, Al-i İmran 68, sâf 14, Muhammed 7+11 
(**) Bu konularla ilgili olarak bkz. İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT sayfalar 191,187,120,121,123,146.

(*) Yazımızın akışı içinde görülecek bu rakamlar İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT kitabından yaptığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder