ANİMİZM
& SPRİTÜALİZM İLİŞKİSİ
HAZIRLAYANLAR:
Hakan Altan Özen, Selman Nuri Gerçeksever
İnsanın gerçek doğasıyla ilgili ruhçuluk kültürümüz
bizlere, evrenlerin ruhun eseri olduğunu söylüyor. Evrenler üstü olan ruh da,
her şey gibi; Yaradan’ın bilgisinin (“seçkin” diyebileceğimiz) bir
tezâhürü olarak, İlâhî İrade Yasaları’ndan yararlanarak evrenlerde ve onların
âlemlerinde pek çok olgunun; sâdece başlatıcısı değil, aynı zamanda, görüp
gözeticisi durumundadır. Evren üstü ruhun evrendeki temsilcisi ruh varlığıdır(öz
benlik) ve ruh varlığının da uzaysal objelerdeki tezâhürü bildiğimiz insan,
hayvan ve bitki bedenleridir. Yâni ruhun tesirliliği(müessiriyeti) maddesel
ortamların derinliklerine kadar “kabalaşarak” inmektedir. Dolayısıyla
doğada ruhun varlığından söz etmek yanlış olmaz. Ama “Doğada ruh yoktur.”
Şeklinde düşünenlere de hak vermek olasıdır. Yani, kuantumdaki “hem
hem mantığı”yla(1); ruh, doğada hem
vardır, hem yoktur. Yukarıdaki anlamda ruh doğada ve her yerde vardır ama aynı
zamanda yoktur çünkü ruh ve madde iki ayrı cevherdir, bu nedenle ruh ve madde
doğrudan doğruya bir arada bulunamaz.
Genel animizm kapsamında olduğunu bildiğimiz kadîm
şâman bilgeliğinde, “Doğada insan ruhuna az çok benzeyen ruhlar vardır.”(2) söylemini burada
anımsamamak ve bu söyleme katılmamak olası değildir. Yukarıda da anlattığımız
gibi, Yeni ruhçuluk anlayışına
göre, ruh fizik evrenin içinde(dolayısıyla dünyada) değildir. Bununla birlikte
ruhun evrendeki temsilcisi öz benliktir; öz benliğin de uzaysal
objelerdeki(dünya gibi) temsilcisi; bizler, hayvanlar ve bitkiler gibi enkarne
varlıklardır. Animizmde belirtildiği gibi “Doğada ruhlar vardır.” ama yukarıda
belirttiğimiz anlamda… Bu durumla bağlantılı olarak, kökenlerini kadîm MU
bilgeliğinden alan şâmanizmde “ongun geleneği” bulunmaktadır.
Ongun, kâdim Asya’nın şâman Türkleri’nde “Tanrı’nın yeryüzündeki var oluş biçimi”dir
ve Tanrı sâdece ongunda tezâhür eder ya
da kendini gösterir. Bu söylem, tersinden de insanın gerçek doğası hakkındaki
bilgilerimize ters değildir: Her şey Tanrı’nın(daha doğrusu, Tanrı’nın
bilgisinin) tezâhürüdür, dolayısıyla; insan, hayvan, bitki ve tüm tezâhürat
O’nun tezahürüdür. “Ongun geleneği” Asya’nın kadîm toplumlarında o kadar
kökleşmiştir ki, örneğin; günümüz
Azarbeycan topraklarında bulunan İslâmiyet sonrası Türk mezar
taşlarında(16.Y.Y.) bile ölen kişinin hangi boydan olduğunu gösteren “ongun
işareti” bulunur.
Bilindiği gibi totemler, sâdece Asya’nın
kadîm toplumlarında ve şaman geleneklerinde değil, Amerika Kıtası’nın kadîm
yerli halklarında da yaygındır. Bunlardan kadîm Asya Türkleri’ndeki “Tengricilik İnancı”nda totem, içinde
bir ruhun barındığına inanılan bir cisimdir. Totem denen bu cisme böyle bir
inanç yöneltilince(atfedilince), bu inançla ve elbette belli bir ruh hâli
içinde onun karşısında bulunuldukça ya da çevresinde bir takım ritüeller
gerçekleştirildikçe, totem denen o cisme o inanç sâhipleri tarafından da tesir
yüklenir ve o totem bir süre sonra, kendisine yüklenen bu beşerî tesirden
dolayı gerçekten, çevresine tesir yayan bir obje hâline gelir. Günümüzdeki
türbe ziyaretlerinde de durum aynıdır. Belli bir ruh hâli içinde, hattâ
türbeperestlik düzeyinde yapılan türbe
ziyaretleri ile türbe yataydan gelen beşeri tesirlerle sürekli şarj olur. Türbe
kimin adına inşa edilmişse, yâni o türbede defnedilmiş durumda bulunan her kim
ise, 100 hattâ 1000 yıllar boyunca, o kimsenin kendi tesirinden çok, türbeye
yapılan ziyaretler boyunca birikmiş olan tesir vardır. Gelip gidenler
tarafından algılanan bu tesirden dolayı türbeye bir kutsiyet yöneltilir ki bu çok yanlıştır çünkü kutsal
olan ALLAH’tır ve türbeperestlik şirk düzeyinde bir beşerî kusurdur. Geçerli
olan ilkenin aynı olmasından dolayı türbelere de değindikten sonra, yeniden
konumuza dönerek irdelememizi sürdürelim.
Genel animizm
kapsamında olduğunu bildiğimiz kadîm şâman bilgeliğinde “doğada ruhların bulunduğu” inancının
olduğunu, hattâ bunlara “doğa ruhları” dendiğini yukarıda
belirtmiştik. Animizmdeki bu inancın ruhçu kültürdeki karşılığının da, “her
şey ruhun tezahürüdür, canlı/cansız olarak bilnen her şey ruhun
tesirliliği(müessiriyeti)altındadır ve aslında ‘cansızlık, şuursuzluk ‘diye bir
şey söz konusu değildir…” bilgisi olabileceğini önermiştik. “Her
şey ruhun tezâhürü” demenin kadîm Yunan bilgeliğindeki karşılığı da “evrendeki
görünür / duyulur her şeyin bir ideası olduğu” bilgisidir(Platon,
Parmenides). Yine, insanın gerçek doğasıyla ilgili bilgilerimizden biliyoruz
ki, Enkarne durumda bir varlık “canlı”dır ve bu, onun “can
hâli”dir; ölüm dediğimiz geçişle de “can hâli” sona erer, o
artık “cansız”dır, ya da zaman zaman kullandığımız yaygın söylemle “canı
çıkmış”tır. Bu gerçek olgu, kadîm şaman bilgeliğinde de anlamını
bulmuştur: “Can insanın dışına çıkabilir….” Bu durum sürekli , yâni bedene
dönmemek üzere bir “çıkış” ise, bu ölümdür ama geçici bir “çıkış”(yâni beden dışı
bir durum) ise, bunun deneysel ruhçuluk ve parapsikolojideki karşılığı “astral
seyahat”, “şuur projeksiyonu”, hattâ “teleportasyon”dur.
Şamanizm, astral “seyahat”denilen paranormal deneyim(3) konusunda en zengin
din ya da inanç sistemlerinden biridir. Şamanizmde astral seyahat ritüeli sâdece
Şaman aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Astral seyahatte, bir yerden bir yere
gitmekten çok, bir “şuur projeksiyonu” söz konusudur. Transta en üst düzeye
ulaşabilen bir Şaman, yıldızların düzeyine kadar “yükselebilir”. Diğer
doğaüstü yetenekleri, büyü, şifacılık, dedublümandır(teleportasyon). Şamanizmdeki
paranormal deneyimler kapsamında sayılabilecek “can çalınabilir / yenebilir”
inancının da bulunduğunu biliyoruz. Bu durumun da ruhçuluk penceresinden açıklaması
obsesyon konusuyla ilgili olabilir, yâni; iki varlıktan birinin(elbette ortak
yaşam planları gereği) ötekisine musallat olması, bu şekilde onun iradesini ve
aklını sanki “çalması”… “canın yenmesi” durumu ise belki,
(obsesyonun daha ileri ve yoğun aşaması olan) posesyon durumuyla ilgili
olabilir.
Şamanik inançlardaki, “Can
bedeni terk edince, insan ölür; ancak, ruhun bedende kaldığı ve yaşayanlardan
öc alabildiği…” konusuna gelince; bu
durumlara da, ruhçuluk açısından obsesyon ve tekinsizlik başlıkları altında açıklanabilir(3).
Yukarıda alıntıladığımız şamanik inançtaki “ölüm” kavramıyla
bağlantılı olarak burada “ölülerin de ölmesi” şaman inancını
da ele alabiliriz. Bu inanç, bir açıdan obsesyon ve daha çok da tekinsizlik vak’alarını
çağrıştırıyor. Şöyle ki, ruh-beden ilişkisinin ve ölenin dünya ile de
ilişkisinin tamâmen kesilmesi tam ölümdür ama görünüşte ölen varlık dünya
maddesi ve dünyasal koşullandırmalara gereğinden fazla gömülmüş ve bu
bağımlılıklardan kendini bir ömür boyunca biraz olsun kurtaramamışsa, dünyanın
kaba titreşimiyle özdeşleşmişliğini ve bağımlılığını sürdürür. Yâni bedenen
ölmüş görünse de “bedensiz” yanıyla astralin “alt” tabakalarından öte
yükselemez. Bu durumdaki varlığa tam olarak öldü denemez. Çünkü bu varlık
“ölüm” dediğimiz geçişi tam olarak yapamamıştır, dünya ile spatyom arasında ve
dünyaya daha yakın bir yerlerdedir. Bu durumdaki bir “bedensiz”in obsesyon ve daha
çok da tekinsizlik vak’alarına neden olması çok doğaldır. İşte böyle bir varlık
belki ruhsal rehberlerin yardımıyla ya da başka bir şekilde ve elbette uzunca
bir süreden sonra astralin söz konusu “alt” tabakalarından kurtulup
“yükselmeye” başlar ve dünya ile bağlantısını sıfıra yakın bir dereceye
indirebilirse, o zaman ona “tam öldü”
denebilir. İşte bu durum, şamanizmdeki “ölünün ölmesi” söylemine karşılık
olabilir.
Yukarıdaki
durumla ilgili olarak başka bir olasılık da “ölüm” olgusunun
kendisiyle ilgili olabilir. Şöyle ki; enkarne bir varlık dünya da öldüğü zaman,
spatyom da doğar; spatyomda ölen dünya da ya da başka bir uzaysal objede doğar.
Bu yaklaşımla, dünyadan bakıldığında, spatyomdaki durumumuza “ölü”
dersek, oradan dünyaya enkarne olan bir varlık için “ölünün ölmesi” denebilir
ama bu mecazî anlamda bir ölmedir. Esâsen “yok olmak” anlamında ölmek söz
konusu değildir, ruh varlığı olarak hep varız; bir süre için dünyada, bir süre
için dünya ötesinde… Bunlardan ayrı olarak “ölünün de ölmesi” inancı
söz konusu olduğunda, açıklama bağlamında, “realitede ölmek” durumu
da önerilebilir: “Realitede ölmek” deyimi, daha çok, enkarne bir varlığın
içinde bulunduğu realitede olgunlaşarak, o realiteden ayrılıp(“ölüp”)
bir üst realiteye geçmesi olarak ele alınır. Bu durum elbette gelişim açısında
olumlu bir hamledir ama varlık içinde bulunduğu realitede gelişim yönünde
yeterli cehit ve irade ortaya koyamıyorsa(ki bunlara “ölü yaşayanlar” denir), o
realitede bir bakıma “çakılıp kalmış”, yâni zaten ölü
iken, bir daha ölmüş denebilir. Şamanlardaki, “ölülerin de ölmesi” bu şekilde
de açıklanabilir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, derinlikli kadîm
bilgilerin ortak yanları çoktur, aynı kavramlar farklı şekillerde ve değişik
sembollerle ifâdeye konmuştur. Kaldı ki, yukarıda ele aldığımız ruhçuluk ve
şamanizmin, kadim geçmişte MU Bilgeliği’nde birleşen ortak bir kökenleri
olduğunu biliyoruz.
……………………………………………
(1) KUANTUM BİLGELİĞİ ve TASAVVUF, Haluk
Berkmen
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder