Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

10 Eylül 2022 Cumartesi

NEFSİN GELİŞİM AŞAMALARI SÜRECİNDE İNSANLAŞMAK

 NEFSİN GELİŞİM AŞAMALARI SÜRECİNDE İNSANLAŞMAK

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Âlemlerden oluşan evren varlıklar için bir gelişim ortamıdır. İçinde bulunduğumuz hidrojen âlemi de biz ve bizler gibi varlıkların gelişim ortamıdır. Hidrojen âlemi, çok yüce varlıklardan oluşan bir organizasyon sisteminin(*)(rabbül âlemîn) gözetimi ve yönetimi altında olduğu gibi, hidrojen âlemindeki her bir uzaysal objenin de(gezegen, güneş sistemi, galaksi, nebülöz, galaksi kümeleri vb.) bir yönetici sistemi/planı(Ruhsal İdare Mekanizması - RİM) vardır. O yönetici sistem, gözetimi altında bulunan uzaysal objeye enkarne olmuş, onu beden edinmiş durumdadır (Bkz. Çizim 1). Kendi uzaysal objemiz dünyaya gelecek olursak, dünyanın rabbi durumunda olan RİM de, gezegenimizin rabbi olarak (tüm gelişim kademeleri/realiteleriyle birlikte) dünyaya enkarne durumdadır. Bu yapılanma içinde, en basit gelişim düzeyinden başlayarak, beşerî realite basamaklarının en yükseğine kadar O'nun rahman ve rahim olan geliştirici/yetiştirici tesirliliği(müessiriyeti) altındayız.

Böyle bir enkarnasyon/gelişim ortamındaki enkarne varlıklar idraklenme cehti içinde kazandıkları gelişim düzeyine göre kendiliğinden öbek öbek tesir kuşakları içindedirler ve bunların şuur kalite ve kapasiteleriyle ilgili gelişim ihtiyaçları da ortaktır. Her varlık kendi şuur birikimine ve kapasitesine göre belli bir tesir kuşağı içinde konuşlanmış durumdadır. Kabaca diyebiliriz ki, bir tesir kuşağı; "Benzer titreşimdeki ve gelişim düzeyindeki varlıkların içten dışa tesir yayınlarının birbirine kenetlenmesiyle oluşmuş bir ortak alandır.” Böyle bir tesir kuşağı, gerektiğinde dıştan bir tesir kuşağıyla sarılıp sarmalanır, bir bakıma koruma altına alınır ve belli bir vazife için kullanılır. Bu “dıştan sarış” ruhsal bir halkadır ki, SADIKLAR PLANI buna “vazife merkezleşmesi”diyor. Belli bir tesir kuşağı içindeki varlıklardan yayılan tesirlerin ortak uyumu o tesir kuşağının süptilitesini belirler. (Celse 28,31,67,75,77,79).

7/8’lik bir konsantrasyonla bedene bağlanan öz benlik(ruh varlığı) kendi durumunun farkındadır ama bedensel ben, aslından kopmuşçasına, tam bir yabancılaşma, aymazlık ve uyurgezerlik içinde manevî kökeninin anısını unutmuş durumdadır. Yani, enkarnasyon ile bedensel ben, öz benliğine/asıl kendine hemen hemen tamamen yabancılaşır ve kendini bedenden ibaret bir varlık sanır. Bu durumun en güzel söylemlerinden birini Hermes(İdris Peygamber) öğretisinde görüyoruz: “Ruh varlığı küreden küreye düşerken, gitgide ağırlaşan bedenlere bürünür. Bu düşüş dünya zindanına varıncaya kadar sürer. Gitgide, maddeye daha çok bağlanmanın verdiği sarhoşlukla manevi kökenlerinin anısını unutur.” Tasavvuf literatüründe ve M.Celaleddin öğretisinde bu duruma, “ayrılık” deniyor. Bu “ayrılık” enkarnasyonlar boyunca süren bir ayrılıktır ama varlık gelişim süreci içinde; kendini tanıdıkça, bedenden ibaret olmadığını, esâsen ruh varlığı olduğunu fark ettikçe, neden ve niçin “ayrıldığını” sezinlemeye başlar.

Bedensel benin, asıl kendisinden(öz benliğinden) “kopuk”luk duygusunun nedeni, bedenlenmeyle ortaya çıkan nefsaniyeti ve nefsinin kabalığıdır. İşte bu kabalık, gelişim süreci içinde giderildikçe; bedensel ben, kendisinin, ruh varlığının bir tezahürü olduğunu önce sezinlemeye ve zaman içinde de(belki yüzlerce enlarnasyonlar sürecinde) idrak etmeye başlar. Nefsin kabalığının giderilmesi sürecine tasavvufta “seyr-i sülûk” denmiştir. “sülûk”, yola koyulmak, yol yürümek anlamında bir sözcüktür. Sülûk, varlığın ebedî gelişim etkinliğidir, bir ömür içinde ölüm ile bitmez. Bu ebedî seyr durumu tüm varlıklar için geçerlidir; yani, tüm varlıklar seyr-i sülûk hâlinde, sürekli gelişmek ve değişmek durumundadır. Yaratılmış olan her şeyin sülûk hâlinde oluşunun geçtiği âyetler; Nahl 68+69, Müdessir 40+62. Ayrıca sülûk, (gelişimle ve değişimle gelen) bir aydınlanma sürecidir(İşrakî felsefe).

Seyr-i sülûk süreci aşamalı bir gelişim yoculuğudur. Bu aşamalar; kötülüğü emreden nefs(nefs-i emare), kınayan(levvame) nefs, ilham alan(mülhime) nefs, nefs-i mutmaine(ALLAH’a teslim olmuş nefs)’tir. Bazı sufiler bu dört aşamaya iki aşama daha eklemişlerdir ki, bunlar; ALLAH’tan razı olmuş nefs(nefs-i râzıyye) ve ALLAH’ın rızasını kazanmış nefs(nefs-i marzıyye). Aslında gelişim aşamaları böyle sayılarla da sınırlı değildir çünkü gelişim ebedîdir. Bu aşamalar silsilesi aynı zamanda bir arınma sürecidir. Bu arınma ve nefsin inceltilmesi(edeplendirilmesi) sürecinde varlık bir tesir kuşağından öteki tesir(daha süptil tesir) kuşağına yükselerek ilerler. Tasavvuftaki seyr-i sülûkun aşamaları ile, (SADIKLAR PLANI Tebliğleri, Celse 106’da gördüğümüz) “tesir kuşakları” kavramı arasında benzerliğe değinmekte yarar olabilir:

İlk tesir kuşağında beşerî varlık, tam bir otomatizma içinde, hayvanlarınkine çok benzer şekilde, idrakten yoksun olarak ve tamamen bedenden ibâret bir robotmuş gibi yaşar. Bu aşamada bireyler, içinde bulundukları enkarnasyon ortamı ile (yeryüzündeki öteki canlılar gibi) tam bir uyuşma içinde, onlardan biriymiş gibi yaşarlar. İlk insanların idrakleri yok denecek kadar az ya da ortaya çıkmaya yeni yeni yüz tutmuş durumdadır. “İdrakleri,

henüz otomatik sezgi düzeyinde bulunan ilk insanlar daha çok ferî yaşam geçiriyorlardı. O zamanın gelip geçici toplulukları; açlık endişesi, korku, cinsiyet ihtiyaçları gibi çok basit birkaç içgüdüsel sezgiden mütevellit ihtiyaçlar altında ortaya çıkar.” (**) Gelişim düzeylerinin doğal sonucu olan bu durumlarıyla bağlantılı olarak o insanlar, yukarıda da değindiğimiz gibi, içinde bulundukları enkarnasyon ortamı ile (yeryüzündeki öteki canlılar gibi) tam bir uyuşma içinde, onlardan biriymiş gibi, hemen hemen onlardan farksız yaşar durumdadırlar.

Tasavvuftaki seyr-i sülûkun ilk aşaması olan kötülüğü emreden(emmare) nefs aşamasında da birey bedensel hazlara eğilimli olup; cimrilik, hırs, haset, gazap niteliklerine sahiptir ki; bunlar kendini bedenden ibaret sanan, kendinden(aslından, özünden) habersiz kimsenin nitelikleridir. Kontrol altına alınmamış, eğitilmemiş kaba nefsin doğal özellikleridir bunlar. Bu durumdaki nefs; iyilik, fedakârlık dışında her şeyi(her türden kötülükleri, erdemsizlikleri) yapa yapa ve yapıp ettiklerinin acı sonuçlarıyla karşılaşa karşılaşa hırpalanarak biraz incelecek ve iyi olmanın, iyilik yapmanın daha akıllıca bir tutum olduğunu anlamaya başlayacaktır ki, bu onun için görece iyi bir noktadır. Bu durumdaki enkarne varlık, insanlaşma yolunda, (SADIKLAR PLANI bilgilerine göre) “birinci/ilk tesir kuşağı” ndadır.(Celse 106) Bu, tam bir otomatizmanın egemen olduğu, beşerî gelişimin) ilk aşamasıdır. Varlık birinci tesir kuşağında(kötülüğü emreden nefsinin egemenliği altında) otomatik olarak yaşama sürecinde edindiği “kıyas bilgileri” sayesinde, zaman zaman aklını kullanarak otomatizmanın dışına çıkmayı, nefsinin her istediğini yapmamayı da denemeye başlar. Bu başlangıç, varlığın ikinci tesir kuşağından “esintiler” aldığının işaretidir.

İkinci tesir kuşağı, otomatizma ile mantıklılık arasındaki ortak alandır.(***) İkinci tesir kuşağında varlık; otomatik olarak yaptıklarının sonuçlarıyla, aklını kullanarak yaptıklarının sonuçları arasındaki farkı duyumsamaya başlamıştır. Kusurlarının/yanlışlarının sonucunda ortaya çıkan olumsuzluklardan/zarardan/ziyandan dolayı pişmanlık duymaya, her zaman uygulayamasa da kusurları yinelemek istememeye karar vermeye ve hatta kendi kendisini kınamaya başlamıştır. Tasavvufta seyr-i sülûkun bu aşamasına “kınayan(levvame) nefs” deniyor. Bu tesir kuşağında enkarne varlık artık yapıp ettiklerinin bir determinizmaya bağlı olduğunu sezinlemeye başlamış, kötülüklerin, körü kürüne otomatizmanın olumsuz sonuçlarından sakınmaya yani aklını kullanmaya başlamıştır.

Nefsin eğitiminin bu ikinci aşamasında kötülüklere, açgözlülüğe eğilim elbette ki sıfırlanmış değildir ama varlık kötülüklerden sakınır, daha az kötülük yapmaya çalışır, kötülüklerinin kabalığı/vahşiliği azalmıştır. Bunun için aklını kullanır, kötülük ya da herhangi bir erdemsizlik yaptığı zaman bundan pişmanlık duyar ve kendi kendini kınar ve hatta işine gelmese de laf anlar/söz dinler duruma gelmiştir. Bu iyileşmenin bir yan ürünü de, kendini en büyük ve kusursuz görme zaafından biraz olsun kurtulmuş olmasıdır. Birinci tesir aşamasında(kötülüğü emreden nefs aşamasında) birey kendinin üstünde “ilah” tanımazken, kendi üstünde kudret olduğunu kabulden çekinmez. Çünkü birinci aşamada nefs kendine tapar(kendi heva ve hevesine hizmet eder) durumdayken, ikinci aşamada bu böbürlenmeden epeyce arınmıştır.

Üçüncü aşama(tesir kuşağı), aklın ve determinizmin egemen olduğu gelişim düzeyidir. Varlık bu gelişim düzeyinde özgürlüğünün farkına varmış ve sorumluluğunu duyumsar duruma gelmiştir. Cömertlik, kanaatkârlık, alçak gönüllülük, sabır bu tesir kuşağına bağlanmış varlığın özelliklerindendir. Aç gözlülükten ve kötülüklerden olabildiğince arınmış olan bu bireyde nefs epeyce incelmiş, vicdan üzerindeki baskısı azalmış ve ilham almaya elverişli düzeye yükselmiştir. Tasavvufta bu aşamanın karşılığı “mülhime” yani “ilham alan nefs”tir. Bu kalitedeki nefsiyle birey, kötü olan her şeyden tiksinti duyarak sakınır ve iyi ile, iyilik ile gelen mutluluk duygusuna kucak açar. (****)

Nefsin eğitilmesinde ve inceltilmesinde dördüncü tesir kuşağı(aşama), yüksek sezgilerin yönetiminde, determinizma farkındalığı içinde ve vazife bilinci duyarlılığıyla yaşama düzeyidir. Bu gelişmişlik düzeyi, ancak devre sonlarında bazı varlıkların ulaşabildiği noktadır. Bundan önceki aşamalar; çok yöresel olarak ve çoğunlukla da üçüncü aşama olarak yaygındır. İnsanlaşma yolunda gelişim(seyr-i sülûk) elbette bu aşamada bitmez çünkü, yukarıda da belirttiğimiz gibi, o ebedî bir yolculuk ve varlıksal bir uğraştır. Simgesel olarak “ALLAH’a gidiş” olarak da adlandırılan bu yolculukta ilerlendikçe, sanki ALLAH ile varlık arasında bir takım “perdeler”in birer birer ortadan kalkmasıdır. Bunlar elbette

bedenin “karanlığı”ndan(zulmetinden) kaynaklanan, dolayısıyla varlıkla ilgili “perdeler”dir. Varlık, ebedî gelişim yolculuğunda ilerledikçe daha süptil bedenlere enkarne olur. Hatta öyle süptil bedenler vardır ki, biz onları(elbette yanlış olarak) ruh sanabiliriz.

...............................................

(*) “Organizasyon sistemi” için bkz. İLAHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf.70,74,79,168,173,245.

(**) İLAHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 164,165.

(***) SADIKLAR PLANI Tebliğleri, Celse 106

(****) KUR’AN ve SÜNNETE GÖRE TASAVVUF, Prof. Yaşar N. Öztürk

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder