Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Ö Z G Ü R L Ü K


Ö Z G Ü R L Ü K
Derleyen: Selman GERÇEKSEVER

G i r i ş :
Yunus Emre, “Bir ben var bende, benden içeri.” demiş. Aziz Augustine de, “İçimde benden daha ben olan birisi var.” Demiş, benzer şekilde. Bu iki büyük insan “içteki ben” den; eğitilmeye muhtaç bedensel beni(yani nefsi) mi kastettiler yoksa asıl kendimiz olan yüksek ben’i mi, bilmiyoruz. Ama kastedilenin yüksek ben olması daha olası bizce… Belki böyle olmasını istiyoruz da ondan; hem böyle olması, bu yazımızın ana temasına daha yakın. Çünkü esas olan şuurlanmak ve tekâmülden amaç, bedensel ben’i de yüksek ben’in(asıl kendimizin) özgürlüğüne kavuşturmak. Başka türlü bir deyiş ile asıl kendimizin özgürlüğünü şu görünürde olan bedende tezahür ettirmek. Kalıcı ve gerçek özgürlük, böyle bir değişim ve dönüşümle gelen özgürlüktür. Bu da bedensel benin( yani içteki, eğitime muhtaç çocuğun, nefsin) eğitilip ehlileştirilmesiyle olası.

Görünen benliğin, insanı kısıtladığı, asıl olana ulaşmak gerektiği ve bedenin cana “kafes” olduğu hep dile getirilmiştir. Bu cümleden olmak üzere, görünen yanımız için “beden hapishanesi” ifadesi bile türetilmiştir. Bu nedenle ruh için bedenden kurtuluş(dezenkarnasyon), M. Celaleddin’in o güzel ifadesiyle “düğün gecesi” dir ve “dosta kavuşmak” tır. Ariflere özgü bir doğallık ve rahatlıkla bunu söyleyebilmek; asıl kendisinin dünya bedeni olmadığının ve asıl özgürlüğün ruhsal nitelikli bir özgürlük olduğunun bir işaretidir. Bu yazımızda bu anlamda gerçek özgürlüğün nasıl bir hal ve değer olduğunu, bunun önündeki engelleri, nefsanî özgürlük ile farkını, özgürlüğün sorumluluk, irade ve ilgili kavramlarla ilişkisini ve bu konuda neler yazılıp söylendiğini gözden geçireceğiz.

Yüce M. Celaleddin’in o ibretlik ve bilgi yüklü ifadesinde anlamını bulan doğallığın teknik açıklamasını da, yine aynı doğallık içinde ve bir dua formunda en önemli bilgi kaynaklarımızdan biri olan Sadıklar Planı Tebliğleri’ nde görüyoruz:
“Eğer bugün öleceksem bunu kabul ediyorum.
Kuşkusuz, yöneticilerim benden çok fazla bilirler.
Bedensel tutkularım ve bedensel enerjilerim,
bedensel câzibem ve direnişim ruhsal arzuma karşı gelemeyecektir.
Kesinlikle, ruhum; asıl ben, bedeni gayet nâzikâne bir şekilde kendi yerinde bırakacaktır.
Böyle olmasını diliyorum ve böyle olmasını istiyorum.
Ölüm ötesi realiteye geçtiğim zaman,
 bu realiteyi çok kısa zaman aralıklarıyla,
yavaş yavaş kavrayacağım ve bedenimde bulunmadığımı
derhal anlayacağım ve mutlu olacağım.”(1)
Ölüm dediğimiz geçiş ile fizik bedenden kurtulmanın verdiği özgürlüğü böyle bir rahatlıkla deneyimleyene ne mutlu.

Konunun akışı bizi ölüm ötesi realitenin sınırlarına getiriverdi ama bu yazımızda irdeleyeceğimiz özgürlük, enkarne durumdaki(bedenli haldeki, yani dünyadaki) özgürlüktür. Enkarne varlıklar olarak toplu halde yaşadığımız için “toplumsal sorumluluk” duygumuz da var ya da en azından, olması gerek. Özgür ve uygar insan, içinde bulunduğu gurubun onayladığı kararlarına katılan ama onaylamadıklarına katılmama cesaretini ifade edebilen kimsedir. Onaylamadıklarına katılmama cesaretini sergilemek, sâdece vicdan özgürlüğünün değil, aynı zamanda sağduyunun ve medeni cesaretin de gereğidir. Bu tutumuyla özgür ve uygar insan “sürü zihniyeti” nin de kurbanı olmaktan kendini korur; ilkeleri uğruna, bedensel/zihinsel konfor ve ataletten, statüden, servet biriktirmekten feragat edebilir. Egosunun güdümünde ve zulmünde özgürlüğünü yitirmiş kendini bilmez kişinin kolay kolay başaramayacağı bu tutum, kendini bilen özgür insan için çok zor değildir.

Özgürlük, seçim yapabilmek ve karar verebilmektir. Dahası, her “evet”, bir başka şeye “hayır” demektir. Tesadüfen var olduğunu ve ölünce de yok olacağını sanan birey, tutsaklığın zindanına hapsolmuş ve dünyasal “kabuklar”(2) içinde sâbitleşip kalmış, varlığını var edememiş, “ha var, ha yok” durumda bir enkarnedir. Önemli olan atâlet ve rehâvet çukuruna düşmeden(ya da düştü isek, hemen toparlanarak) medeni cesaret ve vicdan özgürlüğü gereği zaman mekan koşullarına uygun bir şekilde tepki vermektir. Hangi sâhile varacağımız; bizim değil, yüce bir kudretin iradesi dâhilindedir. Bu tutumda gizemli bir belirsizlik söz konusu değildir. Çünkü bedensel atâlet ve miskinlik içinde, nefsin uyutucu zulmüne kapılmadan hareket etmek bizleri sürekli olarak aydınlık sahiller yönünde tutacaktır. Bu tutum, İlahi İradeye ve O’nun yasalarına uyumlu hareket; dolayısıyla gerçek/varlıksal özgürlüğe yaklaştırıcı bir tavırdır.

İrade(külli/cüzi):
Enkarne varlığın böyle bir duyarlılık ve cehit içinde bulunması ve bunda başarısı; kendi cüzi iradesinin, Külli İrade’ye doğru esneklik ve uyum hareketidir. İslam düşünürleri iradeyi iki boyutta tanımlar; beşeri irade “cüz’i” irade, Tanrı iradesine de “külli” irade demişlerdir. Enkarne bir varlık, bütünün/bütünselin tezahür şekillerinden biri olduğuna göre, O’na aittir ve ondan kopamaz. Dolayısıyla enkarne varlığın iradesinin(beşeri iradenin) sınırlı ve eksik olması doğaldır. Parça, ancak bütün ile birleşmeye, O’na uyum sağlamaya çalıştığı oranda sadece bütünün bilgisine yaklaşmakla kalmaz, giderek özgürleşir de…

İşte bu nedenle, kendini bilen ya da kendini bilme yolunda samimi cehit içinde bulunan kişi; kendi eksikliğini bildiğinden, bireysel(cüz’i) iradesini Bütün’le birleşen yönde kullanmaya çalışır. Esasen yukarıya îmanın ve teslimiyetin gereği de budur. Enkarne varlığı özgürleştirici ve bilgeleştirici olan bu yol aynı zamanda benlik katlarında yükselme başarısının da yoludur. Kendi cüz’i iradesini bu yönde kullanan insanın amacı arif olmak ve bilgelik yolunda ilerleyerek Külli İrade’yi(öncelikle kendi yüksek beninin iradesini) bedende tezahür ettirmektir. Bu durumda, külli ve cüz’i iradeler arasındaki bağlantı, fıtrata uygun ve olması gerektiği gibidir.

Külli İrade ile olan bu bağın zayıflayıp incelmesi ve bunun yerine maddesel bağlantıların artması, kişide yanıltıcı bir özgüven duygusu uyandırır. Böylece kişi, kendi özgür iradesinin verdiği sarhoşlukla ve nefsinden kaynaklanan aldatılmışlıkla(“şeytanın iğvası”…) egosunu şişirdikçe şişirir. Bu anlamda “şişkin ego” onu bencil ve çıkarcı yaparken, öz kendinden de(dolayısıyla Külli İrade’den de) “uzaklaşmış” olur. Ama bereket versin ki, bu bağ(aynı zamanda “vicdan bağı”) hiçbir zaman kopmaz; kişi her ne kadar kendisini bağımsız ve özgür sansa da, Yüksek Beni ve Planı aracılığıyla Bütünsel’in(dolayısıyla Külli İrade’nin) yerel bir yoğunluğundan(tezahür uzantısından ve tecellisinden) başka bir şey değildir ve O’ndan dolayı vardır.

Varlıksal ve kozmik hedefimiz “İnsan-ı Kamil” olduğuna göre, varlığa tanınmış olan iradeyi kullanma hakkı bu hedefe ve İlahi Murad’a(Külli İrade’ye) uyumlu şekilde kullanılma kaydıyla bir işe yarayacak ve varlığın varoluş amacına hizmet edecektir. Bunun yolları da Kutsal Kelam ile beşeriyete bildirilmiştir, İlâhi bir lütuf olarak. “Bir yol gösterici ve rahmet”(A’raf 203) olan Kur’an, “terbiye edip eğiten” ALLAH’ın vermiş olduğu akıl ve irade gücünün bizlere insanlaşma yönünde yarar sağlayan her iyi alanda ve bu amaçla kullanılması üzerinde ısrar eder. Çünkü önemli olan bu güçlere sahip olmak değil(çünkü onlar fıtratımızda zaten var), onları içsel gelişim yönünde ve hayra yönelik işlerde kullanmaktır.

İnsan beyninin bir bölümü duygular ve arzular, öteki bölümü ise mantık ve kurallarla ilgilidir. Bedensel beni(ve bir bakıma nefsi) üzerinde kontrol sağlayamamış kimseler; yani kısaca beden olarak yaşayanlar, beyinlerinin “duygular ve arzular” bölümüyle yaşayanlar olmaktadır. Bu durumda irade çok zayıflamış, akıl da duyguların ve arzuların/zevklerin güdümüne girmiştir. Bedenli yaşamda önemli olan, duyguların ve arzuların gösterdiği yöne aklı kullanarak gitmek(ya da gerekirse gitmemek) tir. İşte bu seçimi yapma durumunda devreye giren, iradedir. İrade yeterince güçlü ise(ki bu kendini tanıma duyarlılığı içinde nefsin terbiyesi ile olasıdır), o zaman birey duygularını, istek ve arzularını kontrol edebilir. Bedenli varlıklar olarak bizler için duygusallık, istek ve arzu doğaldır ama önemli olan gerekli irade gücüyle bunları makul düzeyde tutmak ve hatta olabildiğince azaltmaktır

Birey isteklerini(ki bunların çoğu neftsen kaynaklanır) azaltabildiği oranda ve duygularının/duygusallıklarının farkına varabildiği oranda iradesi özgür demektir. Yüksek Ben’in iradesini(ruhsal/varlıksal iradeyi) bedende tezahür ettirmek de böylece olasıdır. Bu aynı zamanda nefse ve dünyasal/maddesel câzibeye(bağlı olarak beşeri/toplumsal koşullandırmalara) karşı koyma gücünün ve dolayısıyla maddeye karşı özgürlüğün işaretidir.

Bu durumda irade, bir şeyin mantal düzeyde doğru olduğuna inanmaktır. Herhangi bir bilginin doğru olup olmadığını önce aklın yardımıyla biliriz; ona ikinci aşamada belki biraz duygu katarız. Böylece o bildiğimiz şey inanç hâline gelir; inancın, özellikle de idrak edilmiş inancın eyleme dönüşmesi, davranışı doğurur. Belli bir davranış aynı şekilde sürerse alışkanlık oluşur. Bu aşamada, alışkanlıkların kökleşmemesinde de yarar vardır. Çünkü alışkanlıkların rahatlığı ataleti getirir. Atalet ve rehavet(zihinsel-bedensel konfor) gelişimin ve değişimin önünde engeldir. Bunun olmaması için işlevsel akıl ile biraz güçlü bir irade özgürlüğüne gerek vardır. Burada “işlevsel akıl”a(yani nefsin egemenliğinden özgürleşmiş akla) sahip olmanın, aklı işletmenin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Şimdi, “ îman edenlere rehber ve rahmet”(Nahl 64) olan Kur’an’ın aklın işletilmesi konusu üzerinde niçin bu kadar ısrarla durduğunu daha iyi anlıyoruz(3).

İradenin, bir bakıma “seçme becerisi” olduğunu yukarıda da belirtmiştik. Bu niteliğiyle iradeyi arabanın sürücüsüne, mantığı/aklı da arabanın direksiyonuna benzetebiliriz. İnsanın varlıksal fıtratında “direksiyonu sağa / sola kırma özgürlüğü / serbestiyeti” vardır. Ama hayvanlık düzeyinde bu özgürlük / serbestiyet yoktur; onlar, sanki “otomatik pilot” a bağlı yaşarlar, bu nedenle hayvansal bir sorumluluktan söz edemeyiz. Ama insanın sorumluluğu vardır, irade özgürlüğünden dolayı.

İnsanda otomasyonun yerini “cüz’i irade” de denen seçme becerisi almıştır. İyi / kötü, doğru / yanlış vb. gibi konularda insana “direksiyonu” sağa sola kırma özgürlüğü verilmiştir. İnsanın özgürlüğü elbette sınırsız değildir. Toplu halde yaşadığımıza göre birinin özgürlüğü, başka birinin özgürlük sınırına kadardır; ayrıca özgürlüğümüz beşeri, doğa ve İlahi İrade Yasaları(Sünnetullah) ile sınırlanmıştır. Psikolojiye bakarsanız; kişi, genlerinin izin verdiği kadar özgürdür çünkü duyguların sınırını genler belirler(4).

“Otomatik pilot” durumunda yapılacaklarla ilgili oynama olamaz. Bu, bilgisayardaki “Windows Programı” na benzer: “Windows” bir işletim sistemidir ve kimse, “Windows’u istediğim şekilde kullanacağım…” diyemez. Ancak sistemin kurucuları programın geneline sâdık kalarak içini istedikleri gibi doldurabilir ve değişik yapabilir. İşte bizim genetik programımız da “Windows” a benzetilebilir. Genlerimiz ile duygularımıza bir takım sınırlar çizilmiştir ve özgürlüğümüzde böylece sınırlanmıştır. Bu nedenle bedensel benin genlerle belirlenmiş biyolojik yapısına uygun davranmakta, onu sağlıklı tutmakta yarar vardır. Nasıl bilgisayarın işletim sistemini en iyi bilen, onu kuran kişiyse, insan bedeninin(gen sisteminin) yazılımını da en iyi bilen, onun yapımcısıdır..(5).
Görülüyor ki seçme ve irade özgürlüklerimiz sınırsız değil; belirli şeyleri seçme iznimiz var, cüz’i irademizi de belirli bir alan içinde kullanabiliriz. Bizler için evrimin bu aşamasında bu kadarı yeterli. İrade özgürlüğümüzü bu sınırlar ve alan içinde çıkabileceği en üst düzeye çıkarma serbestiyetimiz de var; hatta buna Kutsal Kelam tarafından özendiriliyoruz da. Bizlere “şah damarımızdan yakın” olan ALLAH bizden bunu istiyor / bekliyor. Bunun yollarını da Kutsal Kelamında(Kur’an’daki İslam’da) gösteriyor. Göstermekle de kalmıyor; uygulamasını da görelim diye yüzlerce peygamber görevlendirmiş. Bu rahmetten ve rahmetle gelen nimetlerden yararlanmak için “işletilen akıl” a sahip olmak gerektiğini geçtiğimiz paragraflarda belirtmiştik.

Bizden beklenen performansın(yani, dünya tekâmül okulunun son sınıfına ulaşmanın) ikinci olmazsa olmazı da, konumuz olan özgür iradenin(beşeri / cüz’i iradenin) en üst düzeyde kapasitede kullanılmasıdır. Kutsal Kelam bizden, özgürleşerek insanlaşmamızı istiyor; bunun yolunu göstermekle kalmamış, özgürleşmenin/insanlaşmanın önündeki engellere de(bid’atler, ecdatperestlik, örfçülük, Arapçılık, peygamberlerin ilahlaştırılması, şirk, zulüm, riya, kamu hakkı talanı, riya bulaştırılmış ibadet, kâfirlik / küfr vb.) dikkat çekmiş. “Müjdeleyici ve uyarıcı”(Fussilet 4, Bakara 119) olan Kur’an özgür birey ve özgür ortam(toplum) istiyor. Kur’an’daki özgür dinin tamamını içine alan üç temel unsurdan ikisi; işlevsel akıl ve özgür irade iken, üçüncüsü de “ilahilik” tir(6). Dinin 3. unsuru olan “ilahilik” elbette ki ilk iki unsura sahip olmakla ortaya çıkan üçüncü bir kazanımdır. İnsandan beklenen “ilahilik” tir “ilahlık” değil, yanlış anlaşılmasın…

Özgürlük(ve bağlı olarak hoşgörü) kavramının büyük önemi, bunun doğrudan doğruya insan onuru ile ilgili olmasıdır. Başka bir deyişle, insanı insan yapan değerler ancak bir özgürlük ve hoşgörü ortamında gerçeklik kazanır. Özgürlük ile bağlantılı olan hoşgörünün toplumdaki eksikliği ise akılcı ve aydınlatıcı tutumun bireylerde eksik ya da yok oluşundan kaynaklanır. Söz konusu eksiklik nedeniyle insan haklarının kolayca zedelenebileceği tehlikesinin ve ayıbının ortada olduğunu bilmem belirtmeye gerek var mı…

Gerek yasaların boşluklarından yararlanarak, gerekse basiretsizlik ve bencilce çıkarlar uğruna, dini de siyasete alât ederek çeşitli kurnazlıklarla insan haklarının ihlal edilmesi de yukarıda belirttiğimiz ortamlarda kaçınılmazdır. Hele “kul hakkı” nın ihlalini şirk sayan bir dinin mü’minlerinin ülkesinde bu sapmışlık sergileniyorsa, o ülke demokrasiyle yönetilse ne yazar!

Toplumbilim alanının en büyük adlarından biri olan Prof. Dr. Emre Kongar, “DEMOKRASİ ve KÜLTÜR” adlı kitabında(7), “Demokrasi, ülke hakkında önerdikleri çözümler; azınlıkta kalanların, çoğunluk hâline gelebilme hak ve olanağının bulunduğu bir çoğunluk yönetimidir.” Diyor. Durum böyle olunca, demokrasi; başka bir ifadeyle, toplumsal sorunlar hakkında yönetimle/iktidarla aynı düşüncede olmayanların, bu düşüncelerini açıklama ve yayma hakkının bulunduğu bir çoğunluk yönetimidir.

Bu durumun, günümüzde tamamen yerleşmiş olduğunu söyleyemesek de, beşeriyetin düşünce özgürlüğüyle ilgili böyle bir anlayışa çok kan ve gözyaşı dökerek gelindiğini biliyoruz. İnsani hak ve özgürlüklerin değerini ve önemini çok çok zor kavramış beşeriyet. Bu anlayışın altında hiç kuşkusuz, bireyin temel hak ve özgürlükleri yatmaktadır. Çünkü ancak bireyin temel hak ve özgürlükleri güvence altında ise, yönetimlere ters düşen düşünceler savunulabilir. Buna izin vermeyen ya da dolaylı yollarla bu hakkın kullanılmasının önü kesmeye/karalamaya, tâciz ve tehdit etmeye çalışan yönetimler halka zulmediyor demektir. Bu zulmün İslam ülkelerindeki kadim örneklerinden birini Emeviler sergilemiştir. O kadîm zamanlarda elbette ki demokrasi yoktu ama günümüz sözde demokrasi ile yönetilen ülkelerinde Emevi zulmünün örneklerini görmek çok zor değil… Kadim Emevi zulmü ve bu zulmün günümüzdeki sözde modern görünümlü sinsi uyarıcılarının, Kutsal Kelam’ı bile kendilerine göre yorumlayarak siyasetlerine âlet etmeleri “nefsanî özgürlüğün”(nefsin azmışlığının ve başıboşluğunun) yönetim/iktidar düzeyindeki görünümüdür.

Tüm ilahi uyarılara ve tembihata rağmen bireysel hak ve özgürlükleri hiçe saymanın ve bireyin bu temel hakları üzerinden rant sağlamanın, saltanat sürmenin;( bizim kültürümüzle ilgili olması bakımından) İslam tarihindeki devlet boyutundaki çirkinliğini ilk olarak Emeviler’de görmüştük. O zaman ki sapmış Emevi yönetimi bu zulmü, çoğunluğu Müselman olan halkın din duygularını sömürerek hâince ve şeytanca bir kurnazlıkla kutsal beyyineleri saptırarak, çarpıtarak, bir kısmını örterek ve düzmece hadis yayınlayarak yapıyor, bunlara tepki gösteren basiretli aydınları da(örneğin, İmamı Azam) izleyerek her fırsatta rahatsız ediyordu. Günümüzde bireysel hak ve özgürlüklere yönelik zulüm, sadece Kutsal Kelam’ın siyasete âlet edilmesiyle değil; demokrasinin olanaklarından da yararlanılarak, sözde modern ama sinsice / riyakârca yöntemlerle yapılıyor. Yahudi-Hıristiyan emperyalizmi ile dinci sektörün işbirliğinin(“molla-papaz işbirliği”) bu uygulaması ile gerek ülkeler düzeyinde ve gerekse kitlesel boyutta gelir dağılımındaki eşitsizlik, terörizmdeki artış ile(özellikle gençler arasında) uyuşturucu bağımlılığı günümüzde küçümsenemeyecek düzeye ulaşmıştır.

Maddeci zihniyetin, ALLAH ve insanın üstünde bir kudret olarak gördüğü ve göstermeye çalıştığı teknoloji, sonunda sahiplerini beşeriyetin yüzkarası bir hüsran ve ayıpla yüz yüze bırakmıştır. Bu “ruhsuz teknoloji” nin ürünleriyle çevre(su + toprak + atmosfer), gıdalar kirlenmiş, bu teknolojinin biyolojik ve konvansiyonel silahları ile savaşlar daha tahripkâr hale gelmiştir. ALLAH’ı ve ruhu inkâr eden maddeci emperyalizmin ürünü olan günümüz ruhsuz teknolojisiyle gelen denge bozukluğu; insanı ve onun temel hak ve özgürlüklerini esas almayıp, insanı teknolojiye ve piyasa ekonomisine âlet eden tutumuyla bir yığın ekonomik sorunun da müsebbibidir(neden olanıdır).

1900’lü yılların ilk çeyreğinde, o günlerin en modern silahlarıyla yurdumuza saldıran sömürgen emperyalist güçlerin, Yüce Atatürk’ün önderliğinde geri püskürtülmüş olmasına karşın, zâten yokluk içinde, Haçlı zihniyetine karşı kazandığımız o kurtuluş savaşının ne büyük felakete neden olduğunu yakın tarihimizden biliyoruz. Sömürgeci Batı’nın, emperyalizmi tepeleyen Mustafa Kemali “deccal” ilan etmelerini anlamak zor değildir. Haçlı Emperyalizmi’nin ruhâni liderliğini yapan Katolik Kilise de Hz. Muhammed’i “deccal” ilan etmişti. Günümüz Haçlı Emperyalizminin borazanlığını yapan dinci zihniyetin mensuplarının da Atatürk’ü, aynen Haçlı kodamanları gibi düşman bilmelerini anlamak da zor değildir. Çünkü AB’nin ve ABD’nin emperyalist Haçlı zihniyeti ile ancak, Kur’an’daki vahyedilmiş(indirilmiş) İslam’ı değil de(çeşitli bid’atler, örfçülük ve ecdatperestlikle) politize ve ekonomize edilmiş, yani “uydurulmuş İslam” ın dincileri özdeşleşebilir, işbirliğine girebilir, hatta söz konusu zihniyetin taşeronluğunu yapabilir.

Tüm bu sapmışlıklar sergilenirken elbette ki(asıl konumuz olan) insan hak ve özgürlüklerinin hiçe sayılarak hebâ edilmesi elbette ki kaçınılmazdır. Bunun, uluslararası boyuttaki örneği olarak, ABD’nin; teknolojik üstünlüğüne dayanarak(fiyaskoyla sonuçlanan) Irak’ı işgalini gösterebiliriz. Beşeriyetin ilkellik döneminden kalma kabile yaşamına özgü bir vahşilikle ve “demokrasi getirme” yalanıyla bir ülkenin toprak bütünlüğüne tecavüz edilmiş oldu. Biliyorsunuz, her şey 1991 Körfez’e saldırı ile başlamıştı. 1991 yılında ABD saldırısı doğrudan Bağdat’a yönelmedi; bunun yerine, Kuzey Irak’taki Kürt isyanını kışkırttı. Ayrımcılık ve insanları birbirine düşürerek bundan siyasal(ya da her ne ise…) rant sağlamak hangi insani değer ile bağdaştırılabilir… ABD yönetimi Irak’ın kuzeyindeki isyanı kışkırtıp, insanları birbirine düşürdükten sonra, Irak ordusunun 36. enlemin kuzeyine geçmesini engelleyerek, oradaki Kürt oluşumunu güvence altına aldı.

 Günümüz emperyalizminin ağababası durumunda ve dünyanın sözde en gelişmiş ülkesi olan ABD’nin yayılmacı planı şuydu: Günümüzde Türkiye’ye yönelik teröründe kaynağı olan Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurmak değilse bile, en azından böyle bir oluşumu desteklemek, sonra da “demokrasi getireceğiz” yalanı ile Irak’ı tümüyle işgal etmek. Silah gücü ile bir ülkeye/topluma demokrasi nasıl gelirmiş ve bu nerede görülmüş! (Not: ABD ve onun çıkar ortağı İngiltere’nin, Birleşmiş Milletler kararlarını ve insan haklarını hiçe sayarak ve riyakâr yönetimlere özgü bu kandırmaca ile gerçekleştirdiği Irak işgali 6 trilyon dolara mal olmuştu (Kaynak: Pazar Sabah, 16 Mart 2008). Bu para, emperyalist sömürü yönünde değil de, insan hak ve özgürlüklerinin gereği olan(sosyal hizmetler, sosyal sigortalar reformu, sağlık ve eğitim hizmetleri, işsizliğin giderilmesi vb. gibi) yatırımlara yöneltilseydi, daha uygarca bir toplum olmaz mıydı ! Herkes biliyor ki, Irak’ın işgâli bölgeye özgürlük getirmek için yapılmadı, amaç petroldü. Peki, o zaman bu savaş kime yarar sağladı? Elbette ki, silah ve petrol şirketlerine…

Bu yazımızın konusu olan “insan hak ve özgürlükleri” ni ve de bir devletin toprak bütünlüğüne saygıyı hiçe sayarak, Kuzey Irak’ta hayal ettiği yeni devleti; Türkiye’nin güneydoğusundan ve İran’ın batısından koparacağı parçalarla birleştirerek “Büyük Kürdistan” ı(yani 2. İsrail’i) kurmak. Bu arada elbette ki bölgenin tüm petrol yataklarına el koymak, sahip olmak.

ABD’nin bu  özgürlüklere kastedici, iğrenç ve beşeriyetin yüzkarası projesinin adını bilmeyen yok artık: Büyük Ortadoğu Projesi- BOP. Ayrıca, hepimiz yine üzülerek biliyoruz ki, temelinde vahşi emperyalizmin sömürgeci emelleri bulunan bu iğrenç projenin eş başkanları da Türk yöneticilerinden…(8) Kaba güç üstünlüğüne dayanarak, insanın temel hak ve özgürlüklerini hiçe sayıp bencilce çıkarların saltanatını sürdürmeye çalışmanın uluslararası boyutu olan Irak örneğini biraz daha irdeleyelim, ibret almak için, özgürlüklere tecavüz etmenin çirkinliğini daha iyi anlamak için…

Irak gibi bir toplumun, Amerikancı emperyalist vahşilerin ve onların işbirlikçilerinin tuzağına düşmesinde, elbette ki; Irak halkının da “ulusal bilinçten yoksunluk” gibi bir kusuru vardı, hâlâ da yok sayılmaz… Görünen o ki, Irak toplumunda kendi kutsal kitapları Kur’an’da da dikkat çekilen ve önerilen özgürlüklere duyarlı bir “ulusal bilinç” gelişmiş olsaydı; hâlâ sürmekte olan Sünni-Şii didişmesi ve buna bağlı huzursuzluk / güvensizlik ortamı yerine, ulusal çıkarlara yönelik ulusal birlik/beraberlik ve emperyalist sömürgenlere karşı direnişin itici gücü oluşurdu. Türk ulusu da bu bilinçle(yüce Atatürk’ün önderliğinde) aynı emperyalist vahşi zihniyete karşı kurtuluş savaşı kazanmadı mı…

Günümüz Türk medyasının hâlâ en büyük adlarından olan İlhan Selçuk 4. Kasım, 2009’da Cumhuriyet Gazetesi’nde ikinci kez yayınlanan köşe yazısında Irak halkının başına gelen bu felaketi şöyle değerlendirmişti: “…burnumuzun dibinde yaşanan bu olayın öyküsü okullarda belletilecek bir ders kitabı gibi…”(Söz konusu makale ilk kez 04 Ocak 2007’de yayınlanmış.)

“Hâlâ  düşünüp ibret almıyor musunuz!- Casiye 24
Yok mu araştırıp öğüt alacak!”- Kamer 15
Halkların yoksulluğundan, câhilliğinden ve çâresizliğinden yararlanıp; onların yaşadıkları toprakları ellerinden almayı politik zafer / başarı sanan basiretsiz, sözde modern / medeni ama esasta ilkel olan yönetimler, sonunda kendi kendilerini yaşam sahnesinden elbette ki sileceklerdir. Tarih boyunca hep böyle olmadı mı… İnsana, insan hak ve özgürlüklerine duyarlı ve saygılı olmayan bireyler ve kurumlar(yöneticiler/yönetimler) Kutsal Kelam Kur’an’a göre, aslında varlıksal açıdan “rezil edici azap içindedirler”(Dühan 30). Bunların içinde; Müselman kimliği taşıyıp, ibâdetlerine riya bulaştırmış olanlar ALLAH tarafından lanetlenmiş olanlardır(Mâûn Suresi). Elbette ki bu “müşrikler” in(çünkü Kur’an’a göre riya, bir şirk türüdür) işbirlikçileri ve taşeronları da… Bunlar, “şeytanın taraftarları”(Nisa 76)  olarak “şeytan ameleliği” görevini tamamladıktan sonra kendi kendilerini ayıklamış olacaklardır.

Günümüzde bu zulmün başını çeken emperyalizm imparatorluğu ABD’nin durumunu, günümüz medyasının seçkin adlarından Hüseyin BAŞ, bir köşe yazısında(Cumhuriyet Gazetesi, 7 Eylül 2009) şöyle değerlendiriyor(9):
“(Şimdiki ABD Bşk. Obama’yı kastederek)W. Bush’un
ekonomide ve dış ilişkilerde bıraktığı kötü mirasın
 enkazını kaldırıp, ülkeyi yeniden rayına oturtması;
kuşkusuz, kolay değildi. Finansa lkrizin neden olduğu
yıkımın önünün kesilmesi kısa sürede alınan devâsa
önlemlere karşın bütünüyle ortadan kaldırılamamış
 ve yaşamın hemen her alanını kapsayan daralma
 önlenememiştir. 2007 Aralık ayında 6,7 milyon
iş ‘buharlaşmıştır’. 14,5 milyon Amerikalı iş bulma
peşindedir. Büyük  bankaların hatırı sayılır kârlar
açıklamalarına karşın 01 Ocak’tan günümüze (Eylül 2009)
84 küçük banka iflas etmiş, 416’sı da borca batmış durumdadır.

Le Monde’un New York muhabiri Sylvain Cypel, Obama’yı
bekleyen karmaşık olduğu kadar çözümü güç sorunları,
özetle şöyle sıralıyor: Sağlık sigortası reformunun gerçekleştirilmesi
için Başkan’ın israrı muhalefetin; dahası, bazı demokratların
şimşeklerini üzerine çekiyor ve Beyaz Saray için ciddi tehdit
oluşturuyor. Obama’nın söz konusu reformu yasalaştırma
gücüne sahip olup olmadığı tartışılıyor. Başkanın bu konuda
iki hedefi olduğu görülüyor: Hedeflerin ilki, nüfusun tümünü
sağlık koruması altına almak(halen 48-50 milyon Amerikalı
sağlık korumasından yoksun…). İkinci hedefi ise reformun
maliyetini aşağı çekmek. % 80’i özel olan ABD sağlık sistemi,
gelişmiş ülkeler arasında en pahalı ve en etkisiz olanı.
Ancak, Obama’nın sağlık sigortası projesini gerçekleştirmesi
kolay görünmüyor. Her şeye karşın bu konuda ısrarlı olursa,
merkezci” olarak nitelendirilen bazı demokrat vekillerin
muhalefetle birlikte karşı oy kullanma riski de var. Öte yandan,
bundan vazgeçilmesi hâlinde; partinin ilerici unsurlarının desteğini
yitirme tehlikesiyle karşı karşıya… Özetle, Başkan; sağlık
sigortasını meclisten geçirmek için eylül ayına(Eylül 2009’a)
kadar yeni bir strateji belirlemek zorunda.”

Kendini bilmez birey(toplumsal statüsü ne olursa olsun) eğitemediği kaba nefsinin başıboşluk ve azgınlık içeren özgürlüğü içinde, her şeyi olduğu gibi teknolojiyi de bencilce çıkarlarına araç yapacaktır. Kendini bilmez basiretsiz yönetimler elinde teknolojik üstünlüğün ne denli tehlikeli olduğunu ve bu tehlikenin ve sapmışlığın uluslar arası boyutunu örneklemeye çalıştık son birkaç paragrafımızda. Gördük ki, “nefsanî özgürlük”(daha doğrusu, nefsin başıboşluğu ve azgınlığı) kişiyi, “rezil edici azaplara” sürüklemektedir. Şimdi günümüzde, ne yazık ki, “özgürlük” denince; anlaşılan, bu nefsanî özgürlük. Özellikle, terbiye özürlü ve içsel gelişimleri ergenlik yaşlarında kalmış bir kısım gençlerin özgürlük anlayışı bu… Bu durumda, yani eğitilmemiş nefsinin zulmü ve güdümü altında negatif güçler tarafından kolayca kandırılabilecek durumdadır(10).

Özgürlük ve Gençlik:
Konunun uzmanlarından Prof. Dr. Kemal AYDINALP(eski GATA öğretim üyelerinden), “Genel olarak, toplumsal karışıklık ve huzursuzluklar; kültür karmaşası gibi nedenler psikolojik rahatsızlıkların ve uyuşturucu kullanımının artmasına neden olmaktadır.” diyor(11). Zamanında kontrol altına alınamamış nefsin başıboşluğuna dayalı bir özgürlük(elbette ki sahte bir özgürlük) anlayışına dayalı bir tutum ile uyuşturucu bağımlılığı genç nüfus arasında giderek yaygınlaşmaktadır. Anayasa’nın bu felaketle ilgili 58. Maddesine rağmen, devlet bu konudaki yükümlülüğünü yerine getirememiştir(12). Devlet (elbette ki tüm devlet olanaklarını elinde bulunduran hükümet) bundan ayrı olarak, gençlere yönelik bir görevini daha yerine getirememiştir. Bugün Türkiye’deki gençlerin sâdece üçte biri öğrencidir. Öteki üçte biri çalışıyor, kalanı ise ne okuyor, ne de çalışıyor. Yurdumuzda 2 milyonun üzerinde “ev kızı” var(13). Görüldüğü gibi, devletin tüm olanaklarına sahip olan iktidardaki hükümetin çocuklarımıza/gençlerimize yönelik görevini tam olarak yaptığı söylenemez.

Şimdi bizim konumuz olan özgürlük kavramının nefsanî türünün çirkinliğini terbiye ve görgü özürlü çocuklarda/gençlerde daha çok görüyoruz çünkü bu beşeri kusur onlarda; yetişkinlere göre, daha kolayca ortaya çıkabiliyor. Yetişkinler, yaşam deneyiminin verdiği ustalıkla, çeşitli maskeler kullanarak, drama uygulayarak ve savunma mekanizmalarından da yararlanarak nefsanî özgürlüğün çirkinliğini kolay kolay dışa vurmamayı ve bu yüzden toplum tarafından kınanmamayı başarabilir. Ama bir çocuk ya da yetersizlik duyguları içinde kıvranan bir ergen ya da delikanlı henüz bu konuda ustalaşmamıştır. Bunu görmek için okulların ve özellikle de dershanelerin çıkışlarında kısa bir gözlem yapmak yeterlidir. Gençlerimizin yüzde kaçı yüce Atatürk’ün Cumhuriyetimizi emânet ettiği genç tipindendir, kolayca görülecektir. Böyle bir gözlem, bize okullarda eğitim verilemediğini, sadece öğretim yapıldı konusunda da bir fikir verecektir. Çocuğu bencillikten arındırmayan ve nefsinin zulmünden kurtarmayan eğitim, eğitim olabilir mi?  Kültürel ya da mesleki bilgi ile donanmak, bunların sınavlarını verip sınıf geçmek eğitilmiş “adam” olmak(hanımefendi / beyefendi) olmak değildir. Bu anlamda eğitilmemiş olan genç kültürel / mesleki bilgilerle donanmış, akıllı ve becerikli bir egoist olabilir ancak… Kendinden haberi olmayan zeki egoistler… Burada şimdi gel de, yüce Yunus’un o ibret dolu özdeyişini anımsama:
“İlim ilim bilmektir.
Bilim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin,
Bu nice okumaktır !”
Görüldüğü gibi okullarda “akıllı tahta”, her sınıfa bilgisayar, 4 + 4 + 4 vb. vitrin süslemekten, dış görünüşe prim ödemekten başka bir şey değil. Ne yaparsanız, “irfanı hür, kendi hür…” (ATATÜRK) insanlar yetiştirmedikçe, ne yaparsan boş… Ancak böyle gençlere ulusal ve kutsal değerler ve geleceğimiz emânet edilebilir. Kendine hayrı olmayan, kendini bilmez, terbiye ve görgü özürlü gencin topluma yarardan çok zararı olmaz mı ! Gençlerle ilgili medyatik saptamaları gözden geçirmeyi ve nefsanî özgürlüğün yüz kızartıcı boyutlarını biraz daha görelim.

Egosu yeterince eğitilmemiş çocukla / gençle ilgili üzücü ve güncel konulardan biri internet bağımlılığıdır. Yurt çapında, Edirne’den Kars’a il ve ilçelerde internet kafelerin müşterilerinin çoğunluğunu çocuklar ve gençler oluşturur. Okuldan çıkar çıkmaz, eve dönmeden önce, daldıkları mekân… İnternet, “dünyaya açılan pencere”… Ne güzel değil mi? Hayır değil. Çünkü bilgisayar başına oturur oturmaz tek yaptıkları oyun dünyasının içine gömülmek. Bu oyunların bir kısmı da(ya da bu çocuklarca yeğlenenlerin çoğu) savaş oyunları. Örneğin, “Counter Strike” en yaygını. Eğitilmemiş kaba egonun vahşiliğini duyurmaya yönelik bu oyunu, hemen; “Age of Empires”, “Age of Mithology”, “War Craft” adlı strateji oyunları liselilerin başlıca tercihi… Beşeri vahşiliği içeren ve yansıtan bu oyunlar sanal dünya çocuklarını öyle bir sarıp sarmalıyor ki, başka hiçbir şey umurlarında değil. Düşünelim; tek ilgi alanı(ya da en favori ilgi alanı) bilgisayar olan bu “sanal dünya çocukları” nın sözde eğitimleri bitip, sıra kendi yaşamlarını kurmaya geldiğinde, olacakları…

İnternet bağımlılığı elbette yalnızca Türkiye’deki çocukların sorunu değil, birçok ülkeyi yakından ilgilendiriyor: örneğin, Güney Kore, çocuk ve gençlerin internet bağımlılığına karşı ciddi önlemler getiriyor(14). Bu ülkede çevrimiçi oyun, artık profesyonel bir spora dönüşmüş. Koreli gençlerin toplumsal yaşamı, hemen her köşe başında bulunan internet salonlarında geçtiği ve bu tür yaşamın bedeli gençler için ağır olduğundan, Seul hükümeti çareyi, internet bağımlıları için tedavi kampları açmakta bulmuş. Psikologların araştırma sonuçlarına göre, 18 yaş altı olup; G. Kore nüfusunun %30’unu oluşturan 2,4 milyon genç internet bağımlılığı riskini taşıyor. Bunların en az 250.000’i bilgisayarın başından kalkamıyor, engellendiğinde de; tutarsız, anlamsız ve saldırgan davranışlar sergiliyor. Araştırmalar, nefsanî özgürlükleri doyurmaya yönelik bu bağımlılık türünün Çin ve Tayvan’da da yaygınlaştığını gösteriyor.

Nefsin zulmünden değilse bile, onun güdümünden / köleliğinden özgürleşememenin başka bir görünümü de moda sektörünün empozisyonlarına dirençsizlik ve boyun eğme şeklinde ortaya çıkıyor. Bunun en yaygın görünümü “marka tutkusu” dur. Bu konuyu irdelemiş olan uzmanlar, marka takıntısının(gerçekten değerli olan şeyin ne olduğunu bilememekten ve sürü zihniyetinden kaynaklanan bir) “özenti” olduğunu, şahsiyetini bulamamış(kimlik arayışı içinde olan) gençlerin kendilerini daha kolay ifade etme aracı olduğunu belirtiyor(15). “ Marka takıntısı aşırı noktada olduğu durumlarda; ailede çatışma, yoğun borçlanma, hatta şiddete yol açabilecek ciddi sorunlara neden olmaktadır.” diyor bu uzmanlar. Söz konusu tutkuya konu olan bir markanın, şekilciliği ötesinde bir anlam taşımadığı çocuklara anlatılmalıdır. Markaya gelene kadar, bir gencin kendini kanıtlamak ve kendini değerli hissetmek için daha önemli ve hatta takıntı yapmaya değer şeyler olduğu anlatılmalı onlara. Çocuk ruh sağlığı doktorlarından Işık Karakaya, marka takıntısının; kendini daha değerli hissetmek, bulunduğu çevrede kendini kanıtlamak ve kabul ettirmek için kullanılan olumsuz bir davranış biçimi olduğunu belirtmiştir(15). Dr. Karakaya, marka takıntısının tüketim toplumunun sonucu olduğunun altını çizerek; bu takıntı ve düşkünlüğün temelinde gelir dağılımındaki eşitsizlik ve adaletsizlik, kişilerin kendilerini tanımlayacak/kanıtlayacak sağlıklı değerlere sahip olmaktan uzaklaşması gibi psiko-sosyaolojik nedenlerin bulunduğunu da değerlendirmelerine eklemiştir.

Konuyla ilgili başka bir uzman kişi olan Prof. Dr. Peykan G. Gökalp ise, marka takıntısının artışının; küresel pazarlama stratejilerine, gençlerin farklı ve sosyal-düşünsel, politik aidiyetlerinin zayıflamasına bağlanabileceğini kaydetmiştir. Dikkat edilirse, her iki bilim insanının değerlendirmelerinde; küresel pazarlama, gelir dağılımındaki adaletsizlik, tüketim toplumu gibi günümüz küresel kapitalizminin “marifetleri” olan kavramlar bulunmaktadır. Kapitalizm bugünkü görünümüyle artık çöküşe geçmiş durumda(16) ise de, sömürgeci ve yayılmacı emperyalizm ile kol kola, dünyayı fokur fokur kaynatan cadı kazanı durumuna getirilmiştir. Sadece kapitalizm ile emperyalizm değil; reklam, moda ve marka üretimiyle ilgili sektörlerde beşeri zaaflarımızdan yararlanarak ve özellikle kimlik arayışındaki gençlerin zayıflıklarını istismar ederek ayakta durmaya çalışan ticari kurumlardır. Küresel kapitalizmin maşaları olan bu kurumların aldatmacalarına karşı güçlü olabilmek için nefsanî özgürlükten vicdani özgürlüğe geçmek, çocukları bu yönde eğitmek gerek.

Marka ve benzeri uyduruk değer ve objelere heves etmek, eğitilmemiş nefsin hevâ ve hevesinin başıboşluğundan, sahte benliklerin azgınlığından kaynaklanan ve özellikle gencin kendini ezik / değersiz(aşağılık kompleksi) görmesinin belirtisidir. Buraya kadar, gençliğin asıl konumuz olan özgürlük kavramıyla ilgili durumunu gözden geçirdik. Bu paylaştıklarımız, “neftsen özgürleşmemiş olmanın” bireysel ve toplumsal, hatta uluslar arası ölçeklerdeki perişan manzarasından karelerdi, yani “neftsen özgürleşememiş olmanın” sonuçları. Yazı akışımızın şu noktasında “nefsten özgürleşmek” üzerinde biraz durmakta yarar var.

Neftsen Özgürleşmek:
İnsanlaşmanın gereği olan bu durum için psikolog Dr. Kemal Sayar, “önyargı, haksızlık ve bölücülüğün tahripkâr güçlerden özgürleşmek bu gelişim aşamasının son hedefidir.” diyor(17). Dr. Sayar’ın bu ifadesindeki “bu gelişim aşaması” ndan kastı, “hayvani nefs” tir.Ünlü doktora göre “nefs-i hayvâni” nefsin beşeri egonun en kaba düzeyi oluyor. “Yeniden uyanma aşaması” adını da verdiği bu ilk aşama için, teknik açıdan şu açıklamayı da yapıyor: “Yeniden uyanma aşaması, psikanaliz ve dinamik psikoterapide, hastanın; kaygı, suçluluk ya da eksikliklerinin farkına vardığı ilk aşamaya benzemektedir.” Böyle bir farkındalığın ve kendine gelmenin gereği(Kur’an’daki) “tevbe” dir. Biz beşeri varlıkların kusurlar / eksiklikler içinde olması ve bundan dolayı da(bunların kaynağı olan) ham/kaba egonun / nefsin egemenliği altında olmaları(yani gerçek özgürlükten yoksun) aldatıcı/sahte bir özgürlükle avuntu hâli içinde olmaları doğaldır. Ama doğal olmayan ve gelişimi özgürleşmeyi aksatan, bu eksikliklerin ve beşeri zaafların farkına varmadan, onların güdümünde yaşamaktır. Bu istenmeyen ve dünyada bulunuş amacımıza ters düşen durumun farkına varıp, nefsin bu veçhelerinden özgürleşme adına pişmanlık / suçluluk duymak gerçek özgürlüğe, dolayısıyla “insanlaşmaya” doğru atılmış ilk adım oluyor. ALLAH’ın da bizden istediği budur: “Tevbe” etmek, yani beşeri koşulları yinelememenin, nefs(içteki “şeytan”) tarafından aldatılmama kararlılığı. ALLAH, tövbeleri kabul etmeye hazır olduğunu âyet âyet yinelemiş Kur’an da.

İslam düşüncesinin doruk adlarından biri olan Cüneyd-i Bağdadi, “tövbenin ilk düzeyinin, kişinin suçluluk ve pişmanlık duygularına izin vermesidir.” diyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz farkındalık ile beşeri / nefsânî bir kusurumuzdan dolayı suçluluk ve pişmanlık duyduğumuz zaman, onu nefsânî tavırlar içinde tevil yoluna gitmeden ya da geçiştirmeye/unutmaya çalışmadan(yani, kendimizi kandırmaya çalışmadan) önce, “tövbe etmek” sözcüğünde anlamını bulan bir samimiyetle/dürüstlükle o kusuru yinelememe kararı almalıyız. Dr. Kemal SAYAR, dipnot 17’deki eserinde suçluluk ve anksiyete(endişe/kaygı) duygusunun bu türüne ya da bu aşamasına “yapıcı bir suçluluk duygusu ya da anksiyete” diyor. Beşeri kusurumuzun, nefse yenik düşmemizin farkına varıp, onu yinelememe kararlılığı sergilemezsek, bu suçluluk ve anksiyete marazi duruma dönüşüyor ve psikolojik ya da psikiyatrik yardım gerektiriyor.

Yapıcı suçluluk duygusunun gereği yerine getirilmeyip, tevil ve nefsi savunma durumlarına girilmesi; vicdan sesine kulak tıkamak ve aymazlığı/vurdumduymazlığı getiriyor ki, bu da bireyi telafisi zor yani sıkıntılı hatta ıstıraplı eprövlere sokar(18). Bu durumlara düşülmemesi ve psikolojik/psikiyatrik yardımlara(terapilere) gerek kalmaması ve işin içsel gelişim yönünde sağlıklı bir şekilde(neftsen/nefsaniyetten özgürleşmek adına) götürülmesi için bu içsel gelişim yolu(süluk) kadim sufizm tarafından sistematize edilmiştir.
·         Nefs-i Emmare: Kötülük yapan, iyilikten kaçan hoşgörüsüz nefs.
·         Nefs-i Levvame: Kınayan, pişmanlık duyabilen nefs(kendini/başkalarını).
·         Nefs-i Mülhime: İlham almaya açık / uygun nefs.
·         Nefs-i Mutmainne: Doğrulayıcı ve ALLAH’a teslim olmuş nefs.
·         Nefs-i Razıyye: Beşeri sıfatların kalmadığı mertebe(evre, aşama).
·         Nefsi Marzıyye: ALLAH’ın kendisinden razı olduğu nefs.

Aynı zamanda “sülûk”un mertebeleri / evreleri de olan bu nefsaniyet düzeyleri Tasavvuf’un değişik ekollerince farklı adlarla da anılmıştır. Söz konusu mertebelerin hepsi değilse bile, çoğu Kur’an’da da yer almıştır(Fecr 27 + 28 + 30, Kıyamet 1+ 2 + 3, Yusuf 53, Şems 1 + 10)(15). Nefsi tanımak ve seyri sülûk halinde onun kusurlarını gidermek, ALLAH’a giden yolda ilerlemek ve O’nu daha çok tanımaktır( “sezinlemek” anlamında…). Bu nedenle, “Nefsini kendini bilen, ALLAH’ı bilir.” Denmiştir. Bu gidiş(süluk hali) aynı zamanda giderek, gerçek anlamda özgürleşmektir. Çünkü ALLAH’a gidişte “nefs engelini” aradan kaldırmış, onu da müselman(ALLAH’a teslim olmuş) hale getiriyorsunuz.


Kendimize Dönelim:
Bizler şimdi henüz bu yolun ve ebedi gidişin başında olan enkarneler olduğumuz için: kendimize, şu durumumuza bakmakta yarar var. Aydınlanma ve insanlaşma anlamında “kurtuluş”, nefsaniyetten arınmakla/özgürleşmekle olasıdır. Bu durum “terk” olarak da ifadeye konmuştur. Bu anlamda “terk”; eli-eteği dünyadan çekip inzivaya çekilmek değildir. Tam tersine dünyada, toplumsal yaşamın içinde “dünyadan ve neftsen özgürleşmek” tir. Şimdi içinde bulunduğumuz kıyamet dönemi de bunun için bol fırsatlar içermektedir. Bu bakımdan, bire bin verimin alınabileceği çok özel bir dönemde enkarne olmuşuz, bu fırsatı insanlaşma yönünde değerlendirelim.

Beşerin fıtratı esâsen özgürleşmeye yatkındır. Çünkü onun aslı olan ruh esâsen özgürdür. Bedensel beni ruhsal özgürlüğe kavuşturmak, bu yoldaki ve bünyedeki engelleri ortadan kaldırmakla olasıdır. İlerleyen paragraflarımızda bu engellerden(ve onların etkisiz hale getirilmesinden) söz ediyor olacağız. Söz konusu engellerin bir kısmını nefsânî dürtüler oluşturuyor. Yakın geçmişin maddeci biliminin modernist bakış açısı, özgürlüğü; dürtülerin serbest bırakılması olarak tanımlarken, duygusal zekâ gerçeğinin(DUYGUSAL ZEKÂ, Daniel GOLEMAN) keşfi ile gerçek özgürlüğün “dürtülerden özgürleşmek” olduğu kabul görmeye başlamıştır(20). Bu “dürtüler” elbette ki neftsen kaynaklanan ve “hayvansal doğamız” la ilgili uyaranlardır. Nefsin simgesinin(Sufizm’de) ehlileştirilmesi gereken “köpek”(kelp) oluşu, bundan olsa gerek…(21). Başkalarını(çıkarı olmadıkça) önemsemeyen, sâdece kendi çıkarlarını ve başarısını önceleyen, yaşamı mal-mülk biriktirmek(bu şekilde geleceği garanti altına almak) için bir mücadele / savaş olarak algılayan sömürgeci emperyalist zihniyetin özgürlüğüdür bu… Bu yaklaşımla, mesleki başarısı yüksek ama sosyal engelli ve özürlü, yalnız, bencil ve(çoğu hedonist) zevkleri yaşam amacı edinmiş bireyler ödüllendirildi.

Modernist bakış açısı üzerine kurulan kapitalizm; tüketimi(ve bağlı olarak savurganlığı) hızlandırmak için, “yardımlaşma, ürünün işlem mâliyetini artırır, alçakgönüllü olmak zayıflık / şahsiyetsizlik belirtisidir” düşüncesini temel aldığından, rekabetçiliği çatışma ve didişmeye dönüştürmüş durumdadır. Modernist zihniyetin ürünü olan kapitalizmin kurbanı pek çok ülke(başta AB ve ABD olmak üzere) ekonomik kriz içinde kıvranmaktadır. Dürtülerden özgürleşememenin(ya da nefsanî özgürlüğün) yarattığı perişanlığın ulusal ve uluslar arası görünümüne geçtiğimiz sayfalarda değinmiştik.

Son yıllarda beşeri beyinde duyguları düzenleyen alanların bulunduğu ve aslında sınırsız özgürlüğün, isteklerden/arzulardan arınmakla gerçekleştiği; bağışlamanın insanlara hizmet ile onları sevindirmenin, iyilik yapmanın gerçek varlıksal özgürlüğe yönelik önemli adımlar olduğu anlaşılmıştır. Evet, devre bitti bitecek bizde(beşeriyette) “jeton yeni düştü…” deme de dur! Siz değerli okuyucu isterseniz, İngilizce ifâdesiyle, “Good morning after supper.”(Günaydın, geç yenen akşam yemeğinden sonra…) deyin, fark etmez. Gerçek olan ruhsal(erdemli ve ârif insana özgü) özgürlüğün göstergesi, kişinin kontrolünün kendi elinde olmasıdır; nefsinin, duygularının, beşeri koşullandırmaların güdümünde değil. Özgürlüğün önündeki engelleri görmeyi sürdürüyoruz. Önümüzdeki birkaç paragraf boyunca ele alacaklarımız; aynı zamanda, kendimize dönmemizin önündeki engellerdir.

Alışkanlıklardan Özgürleşmek:
Alışkanlardan özgürleşmek değişimi kolaylaştırır. Bilindiği gibi evrensel ve varlıksal bir olgu olan tekâmül, değişmekle olası. Bu değişim, elbette ki şuurlanma yönünde bir dönüşüm. Varlık, yozlaşma yönünde de bir değişime uğrayabilir. Tekâmülde gerileme yoktur ama belli bir realite basamağında atalete düşüp, “kabuklar içinde sabitleşip kalmak” olasılığı da yok değildir. Kur’anca ifadesiyle, “… Hidâyete erdirdikten sonra, kalbin oradan sapması”(Ali İmran 8). Bu talihsizliğin nedeni alışkanlıkların kökleşmesiyle oluşan zihinsel ve bedensel konfor düşkünlüğü ve yeniye / yeniliğe kapalılıktır. Ego sâhibi varlıklar olarak, eski alışkanlıkların ve eski düşünce kalıplarımızın(önyargı vb.) yaşamımızı yönetmesine farkında bile olmadan yeşil ışık yakarız ve özgürlüğümüzü engellemiş oluruz. O kadar ki, yarattığımız ve zaman içinde rahatlığına alıştığımız bu kalıplar, acı çekmeyi beraberinde getirseler bile, onları kaderci bir teslimiyetle kabul ederiz. Özgürlük idealimiz olabilir ama iş; alışkanlıklarımıza geldiğinde, çoğunlukla onların kölesi oluvermişizdir. Eğitilmemiş egonun işine gelen de budur, zihinsel ve bedensel konfor… Bu nedenle “yeni” ye yönelmek, ön yargıların dışına çıkmak ham egonun rahatını kaçırır.

Alışkanlıklardan özgürleşmek, hiç değilse, alışkanlıkların otomatizmasına kapılmamak yeni ve engin bir gücü doğurur. Böyle bir uyanıklık ve duyarlılık içinde, alışkanlıklarınıza mahkûm olmamanızı anlamanın getirdiği kalıcı esinlenmeyi ve güven duygusunu deneyimlersiniz. Gerçekten, alışkanlıklardan özgürleşebileceğinizi fark etmekten, değişebileceğinizi fark etmekten kaynaklanan bir keyiftir bu.

Zihin Gevezeliğinden Özgürleşmek:
“Gerçek doğamız gökyüzüne, sıradan zihinlerimizdeki karmaşa da gökyüzündeki bulutlara benzetilebilir.” Diyor Tibet Budizmi’nin bilge mürşidlerinden Sogyal Rinpoche(22). Bu güzel benzetme zihnimizde olduğu halde bir meditasyonla(sanki bir uçakla) gökyüzüne yükselip, oradan aşağılara baktığımız zaman, her şey zannettiğimiz bulutların çok küçük ve çok uzakta olduğunu görürüz. Unutmayalım ki bulutlar gökyüzü değildir. Ayrıca onlar gökyüzüne âit de değildir. Onlar sâdece orada, bir süre asılı dururlar ve sonra geçip giderler. Bulutlar asla ve hiçbir şekilde gökyüzünü lekeleyemezler ya da üzerinde iz bırakmazlar. S. Rinpoche’nin gökyüzüne benzettiği insanın gerçek doğası, tamamen; açık, özgür ve sonsuz, aslâ bozulamaz ya da lekelenemez.

“Yazarlar ve entelektüeller tarafından zihnin doğası hakkında neredeyse hiçbir şey yazılmamıştır. Çağdaş filozoflar onun hakkında doğrudan konuşmaz. Çağdaş bilim insanları, onun orada olabileceğini bile düşünmeden, varlığını reddeder. Hepimizin aslında sıradan duyularımız yoluyla algılayıp görebileceğimiz şeylerin dışında bir gerçek olmadığına inanmak üzere yetiştirilmiş durumdayız.” (S.Rinpoche). Oysaki söze gelmeyen, sözcüklere döküp kaleme alamadığımız ama deneyimlerimizden bildiğimiz “zihnin doğasının saf farkındalığı içinde kalmak” gibi bir hâletimiz var. Başka türlü ifâde edelim: Zihnin doğasının varlığı hakkında maddeci modernist bilimin her tarafa yayılmış inkârına karşın, zaman zaman hepimiz onun varlığına ilişkin kısa süreli de olsa, farkındalıklar yaşamışızdır.

Zihin hakkında konuşulduğu zamanlarda, sözü edilen şey, yalnızca duygular ve düşüncelerdir. Araştırmacıların zihin zannettikleri şey üzerine çalışmalar yaparken, sâdece zihin tasarılarıyla ilgilenirler. Zihnin(özellikle de “zihin gevezeliği” nin) etkisi altındayız ama onun doğasından haberimiz yok(23). Daha çok sayıda birey kendi zihinlerinin doğasını anladıklarında, içinde bulundukları yaşam koşullarının da gerçek yüzünü(nedenleriyle ve nasıllarıyla birlikte) anlamış olacaklar ve onu korumak için cesaretle mücadele edecekler.

“Budist” sözcüğünün, Tibet dilindeki karşılığının “nangpa” olması ilginçtir. “Nangpa”, “iç yüzünü bilen kişi” demektir. Yani Budist, gerçeği ve huzuru/mutluluğu dışarıda değil, zihninin gerçek doğası içinde arayan kişi demektir. Budizm’in tüm öğreti ve çalışmalarının tek bir hedefi vardır, o da; zihnin gerçek doğasını araştırmak ve böylece bireyi, zihin gevezeliğinden, çeşitli korkulardan(özellikle de ölüm korkusundan) özgürleştirmek ve yaşamın gerçeğini kavramamıza yardım etmektir. Bu arada, “yaşamın gerçeğini kavrama arzusu” İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in sıkça yinelediği dualardan biri olduğunu anımsıyoruz. Hz. Muhammed söz konusu olduğunda, elbette ki Kur’an’ı anımsamamak olası değil ve Kur’an’da da zihin ve bağlı kavramlara değinildiğini biliyoruz. Kendi iç varlığımıza yönelmek ve zihinlerimizin doğasını araştırmak, cesaret edebileceğimiz en  son şeydir. Beşeri zihin doğasıyla ilgili olarak; kuşku, endişe(ve bunların ileri durumu olan vesvese) sadece Kur’an tarafından dikkat çekilmekle kalmamış, maddeci tıp biliminin de(psikolojinin de) konuları arasına girmiştir.

Buna rağmen, yukarıda da belirttiğimiz gibi, içe dönmekten( şöyle dursun, içe yönelmekten bile) korkarız. Genel beşeri tavır olarak, dışa ve dış yapımız olan bedene bakmaya o kadar alışmışız ki, kendi varlığımıza ulaşma yetimizi kaybetmiş durumdayız. İçe yönelmeye ödümüz kopar. Çünkü günümüz maddeci modernist bilimi içte ne bulacağımız konusunda bize hiçbir fikir vermemiştir/vermez. Çünkü içe bakış / yöneliş gerçek özgürlüğe giden yöndür. Gerçek anlamda özgür olmak ise, beşeri koşullandırmalarla gelen sömürgen emperyalizmin tahakküm ve tasalludundan kurtulmak demektir. Bu sömürgeci zihniyet, bireyi daha kolay etkilemek, gütmek ve onu sömürmek için özgürleşerek uyanmasını istemez; tam tersine daha çok uyumasını ister. Günümüz vampir kapitalizminin empozisyon ve tahakküm aracı olan reklam sektörünün yaptığı budur: uyduruk ve çoğu gerçek gereksinim olmayan şeylerle dikkatleri hep bedende ve dışta tutmak, uyanmayı erteleyerek tüketimi kamçılamak ve bu yolla karına kar katmak. “Yaşamlarını çok hafife alan insanlar, genellikle, kendileri için yaşamda en iyi maddesel şeyleri aceleyle arayan kimselerdir. Bunlar kendi yaşamlarını sabırsızlıkları ve aşırı arayış(hırs) içinde olmalarından dolayı kısa sürede tamamlama eğilimindedirler.”  -TAO TEH CHING.

Bu koşullandırmaya yenik düşmek, egoya yenik düşmektir. Bu, aynı zamanda(içteki “şeytan” olan)kurnaz nefsin, gerçek doğamızı keşfetmemizi ve onun egemenliğinden kurtulmamızı engellemek için yaptığı en becerikli manevralardan biridir. Bağımsızlık, kişinin karakteri olmalıdır. Yüce Atatürk bunu bize, kendini örnek göstererek yıllarca önce söylemiş ve cumhuriyeti bu anlamda bağımsız gençlere emanet etmişti: “Bağımsızlık benim karakterimdir!”- Atatürk.

Hırslardan Özgürleşmek:
Kendinden habersiz, nefsinin güdümünden / hegemonyasından / zulmünden kurtarılamamış ve bu haldeki nefsinin başıboşluğunu özgürlük sanan bireyin özelliklerinden birisi de hırs sahibi olmasıdır. Buna bağlı olarak, bu durumda olan birey öteki birkaç özelliği de; aceleci, sabırsız ve tahammülsüz tabiatta olmasıdır. Nefsinin bu özellikleri altındaki hak tanımazlığı ve hoşgörüsüzlüğü özgürlük anarak, erdemlerle bağdaşmayan tavır ve davranışlar içinde yaşar. “Kendisine kötülük / hoşnutsuzluk dokununca feryat eder; kendisine hayır ve nimet ulaşınca ondan başkalarının yararlanmasına engel olur.”- Mearic 20,21. Beşerin mal hırsı ile sınanması Peygamberin hadislerinde de yerini almıştır: Hadislerdeki bu konu “fitne” kavramı içinde / kapsamında söz konusu edilmiştir. Hadisler birkaç fitneden söz eder. Bunların en tehlikelisi “Muhammed ümmetinin baş fitnesi”, mal fitnesi olarak verilir. Ümmeti kavgaya, kine, nefrete ve nihayet can alıp kan dökmeye götürecek iç felaket budur. Burada konumuz olan hırstan kaynaklanan mal fitnesi, hem bireyi mahveder, hem de kozmik emaneti evrensel boyutlara yüceltecek olan toplumu. Buna dayanarak diyebiliriz ki, Muhammed ümmetinin savaşacağı en büyük putlardan biri, beklide birincisi, hırsla biriktirilen mal putu olmaktadır. Müselman nesillerin, bu amansız put ile gereğince savaştıklarını söylemek bahtiyarlığından ne yazık ki yoksunuz(MÂÛN SURESİ, Prof. Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK). Mal putu, hırs zeminine oturduğu için, şöhret ve makam putları da onun uzantıları olarak düşünülebilir. Çünkü onları tetikleyen ana etmen(bireyin maddeden ve nefsin açgözlülüğünden özgürleşmemiş olmasından kaynaklanan) hırstır. Bu hırs zehiri, Hz. Muhammed’i çok ürkütmüştür. Bir yerde Yüce Peygamber diyor ki, “ALLAH’a yemin ederim ki, sizin için korktuğum şey, dünya nimetlerinin önünüze saçılması ve tıpkı kadim toplumlar gibi bu nimetler yüzünden birbirinize düşmenizdir.” Hırslarından özgürleşmemiş kişi, paylaşımcı bir zihniyetten yoksun olduğu için, biriktiricilik / istifçilik tutkusuna da sahiptir. Doymak bilmez bir açlık ve hırs içinde hep kendini ve kendi çıkarlarını düşünür; hatta bu gibilerden bazıları, başkalarını düşünmenin, elindekileri başkalarıyla paylaşmanın “enâyilik” olduğu yanılgısı içindedir. Oysaki nefsini kontrol altına alabilmiş ve hırslarından özgürleşebilmiş bir insan; kendisinin gereksinimi olsa bile, başkalarını kendi nefsine yeğler(Haşr 9). Bu gibiler için “Âlemler için öğüt”(Yusuf 104) olan Kur’an şöyle diyor: “…Nefsinin cimriliğinden ve doymazlığından korunanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”- Haşr 9. “İhtiyacımızdan fazla olan şeylerin(eşyanın) gitmesine izin verdiğimiz takdirde, elimizde hiçbir şey kalmayacağına inandırılmış olsak da, yaşam bize tekrar tekrar bunun, tersini gösterir. Eşyanın(şeylerin) gitmesine izin vermek gerçek özgürlüğe ulaşmanın tek yoludur.”-Sogyal RINPOCHE(27).

Hırslardan özgürleşememenin bireysel düzeydeki görünümü böyle. Birazda konunun toplumsal(ve hatta uluslar arası) düzeydeki görünümüne bakalım: Paraya doymazlık(yani “kazanç hırsı”) bazılarını silah kaçakçılığına kadar götürür ve bu yasadışı alış-veriş kazanç hırsını tatmin yollarından en verimlisidir. Silah satılması için, kanın akmasına gerekçe hazırlamak, bunun için de düşmanlıkları, ayrımcılıkları körüklemek gerek. Günümüzde terör de düşmanlıkları körükleme yollarından biridir. Bugün dünyada terörü susturmak ve bastırmak adına, kıyametler koparan “süper” güçler ve özellikle de ABD, terörü yaratan ve besleyen ülkelerin ta kendileridir(24). Bu da kazanç hırsının ve özgürlük düşmanlığının devlet boyutu olmaktadır. Dünya barışını koruması gereken ve kendisinden bu beklenen BM Güvenlik Konseyi’nin beş büyük üyesi, dünya silah ticaretinin de en büyük ağalarıdır. Nefsin özgürlüğü ve sapmışlığıyla gelen sapmışlık için başka bir çelişki ve ikiyüzlülüğe işaret etmeye gerek var mı…

Hırs takıntısının sarhoşluğu içinde hep “ben” diyen birey sahip olduğumuz her şeyin esâsen “emânet” olduğunu bilecek ve kendisine söylense de(ki bunu yüzyıllardır dinsel ve istatistik öğreti söylüyor) anlayacak durumda değildir. Çünkü gözleri kör, kalbi paslı ve kulakları mühürlüdür(25). Sâhip olduğumuz her şey içsel gelişim ve sınanma aracından başka bir şey değildir. Bir şekilde bir birikimimiz var ise, onu; doymaz bir açgözlülük ve hırs ile daha da çoğaltmak yerine, fazlasını başkalarıyla paylaşmak durumundayız. Kişiyi, biriktirdikleri batırır. Sâde yaşamak, dünyasallaşmamak; erdemli kişilere özgü, nefsaniyetten ve maddeden özgürleşmiş olmanın tavrıdır. Hep “ben” diyenler ise, “Gemiye bindikleri halde, sırtlarındaki yükü indirmeyen ahmaklara benzer. Hırstan ve biriktiricilikten / istifçilikten kurtulup, paylaşımın tadına varmak, bu aptallıktan kurtulmakla olasıdır.”(26).

Kazanç hırsı ile inşaatta noksan ya da düşük kaliteli malzeme kullanarak dikilen apartman ve binaların en ufak bir depremde yıkılarak can aldığını hepimiz üzülerek anımsıyoruz. Aslında can alan, deprem değil elbette ki; kazanç hırsı ile nefsanî özgürlükten kurtulamamış zavallı müteahhitlerin inşa ettikleri yapılar… Bu da kazanç hırsının ya da “hırs tutsaklığı” nın inşaat boyutu oluyor.

Günümüz büyük irfan öncülerinden Tibetli bilge Sogyal RINPOCHE, meditasyonun bireysel gelişim üzerindeki olumlu etkisini irdelerken, bizim şimdiki konumuz “hırslardan özgürleşmeye” de şöyle değiniyor:
“Meditasyonun gerçek muhteşemliği, kullanılan
yöntemlerde değil; onun sürekli olarak içinde
bulunulan ‘an’ı, iç huzurunu, dinginliği ve hepsinden
önemlisi, hırstan tamamen arınmış olma hâlini
kesintisiz olarak deneyimlemeye olanak tanımasıdır.
İçinizdeki hırsın azalması, giderek nefsinizden özgürleşmeye
başladığınızın işaretidir. Siz bu özgürlüğü daha çok deneyimledikçe,
nefsinizin ve onu canlı tutan; endişe, korku ve hırslarınızın giderek
azalmaya başladığını ve sonsuz cömertlikteki ‘egosuzluğun bilgeliği’ ne
giderek yaklaştığınızı göreceksiniz.”(27).

Meditasyon ve Egodan Özgürleşmek:
Kendi özgürlüğü ve başıboşluğu içinde bulunan ham ego ruhsal yolda bireyi ne denli sabote etmeyi ve kandırmayı denerse denesin, eğer gerçekten bu yolda birey ilerlemeyi sürdürmeye gayret eder ve içsel gelişime yönelik uygulamaları üzerinde derinlemesine ve kararlılıkla çalışırsa, o zamana dek, sinsi ve kurnaz egonun vaadleriyle nasıl aldatılmış olduğunu yavaş yavaş fark etmeye başlayacaktır.  İhmal edilmiş, eğitilmemiş ve daha da kötüsü şımartılmış egonun işe yaramaz umutlarını ve yersiz korkularını birey, böyle bir kararlılık içinde giderek anlamaya başlar. Egonun, daha doğrusu; eğitilmemiş ego aracılığıyla reklam sektörünün empoze ettiği umutlar bireyi aldatır ve hayal kırıklığına uğratır.

Egodan ve sahte benliklerden özgürleşme kararlılığı içinde bulunan bireyin egosunun, zihni üzerindeki egemenliğinin her yöne nasıl yayılmış olduğunu da yavaş yavaş görmeye başlar ve içsel gelişime yönelik istikrarlı meditasyonları sâyesinde önünde açılan özgürlük alanında hırslarından da an be an kurtuldukça, gerçek doğasının enginliğini deneyimleyecektir. Bu durumda olan birey, egosunun; yıllarca, aynen çılgın ve şımarık bir aktör gibi(bireyi) içsel iflasa sürükleyecek olan ama asla gerçek olmayan planlar, entrikalar ve vaadlerle dolandırdığını fark edecektir. Kişi meditasyon dinginliği içindeyken, bunları fark ettiğinde; bu keşfini gizlemek için herhangi bir istek de duymayacaktır.

Egonun görünmez hilekârlığının farkına varmak, içsel genişleme ve dinginlik hissi geliştirmek, her şeyin birbiriyle ilişki içinde olduğuna(“ilişkinin ve etkileşimin evrenselliği…”) ve sanki “egosuzluk” hakkında bir bilgiye sahip olmak aynı zamanda içsel ve gerçek özgürlüğünde işaretlerindendir. Erdemli kişilere özgü böyle bir içsel disiplin kararlılığı içinde yaşamınızı sâdeleştirmek olasıdır. Böylelikle, egonuzun sizi kışkırtma ve “çirkinlikleri güzel gösterme” kandırmacalarını(28) azaltma şansını yakalarsınız. Bu amaca yönelik meditasyonlarla birey, bir bakıma farkındalık uygulamaları yapıyor demektir. Bu sâyede, bir şeylere sıkıca(onları putlaştırırcasına) yapışmanın ve tüm varlığımızı işgal eden olumsuz duyguların tuzağından da kurtulma şansını elde etmiş oluruz(“duygulardan özgürleşmek” konusunu ileride ele alacağız). Bu güzel gidişin doğal sonucu olarak, anlayışın bilgeliği de yavaş yavaş kendini gösterecektir.

Son birkaç paragraftır anlatmaya çalıştığımız şekilde nefsaniyetten / egodan özgürleşmeye yönelik samimi bir niyet uygulaması olmaksızın, tâlihsizliklerden, kötü koşullardan uzak kalmayı başarmak pek olası değildir. Bu durumda meditasyon yapılsa bile, kızgınlık (öfke) ve arzu gibi güçlü duyguların daha önceki kadar güçlü ve şahlanmış oldukları fark edilir.

Duygusallıktan özgürleşmek:
Çok genel anlamda ama ağırlıklı olarak duyguları(ve bağlı olarak duygusallıkları) kontrol altına alarak gelişmeye çalışan varlıklar olduğumuzu biliyoruz. En azından dünya tekâmül okulunun müfredat programının esas teması bu… Nefsi öldürmek nasıl söz konusu ve zaten olası da değilse, duygusuzluk da söz konusu değildir ama bunların her ikisini de kontrol altında tutarak gelişmek/insanlaşmak(şuurlanmak ve kıyam etmek) durumundayız. Esâsen duygusallık ve duyguların güdümünde olmak, nefsâniyetten özgürleşmemiş olmanın belirtisidir. Eğitilmemiş bir nefs, bunun egemenliği altındaki zihin ve duygusallık “benlik üçgeni” nin üç köşesini oluşturur ve bu “üçgenin” tepe noktası elbette ki nefstir. Böyle bir birey için, “tüm korkuların ve tanımlanamaz üzüntülerin kaynağı zihindir.” diyor Marion L. Matics(ENTERING The PATH of ENLIGHTENMENT)(27).

Herhangi bir nedenle/etki ile duygusallaştığımız(29) zaman, içinde bulunduğumuz duyguyu bastırmak ya da ona teslim olmaktansa; onu gözlemlemek, bu sıradaki düşüncelerin farkına varmak ve içimizden o anda ne yükselirse yükselsin, bunları olabildiğince büyük bir dürüstlükle kabullenmek önemlidir. Gurdjieff öğretisindeki daha teknik ifadesiyle, içine girdiğimiz bu ruh halini merkezler arasında sirküle ettirmek gerek. Bu uygulama, duyguları kontrol altına almada, duygusal karmaşaya karşı bizi korumada, dolayısıyla duygulara, duygusallıklara karşı özgürlük kazanmada yararlı olacaktır.

Böylece duygularımızın “şiddetli rüzgarlarını” “tatlı meltemlere” dönüştürdüğümüzde, zihnimizde sâkinleşecektir. Esâsen zihin, duygularımızın(hele, duygusallıklarımızın) neden olduğu “rüzgârlarla”, bir mum alevi gibi titrer durur. Evet, zihin genellikle bir mum alevi gibidir, sürekli titreşir durur, hiç sönmeden… Duygularımızdan kaynaklanan rüzgârı(hattâ duygusallaşmalarımızdan kaynaklanan fırtınaları) durdurduğumuzda, mum benzetmesinde(Sogyal Rinpoche, bkz. Dipnot 27) anlamını bulan zihin de sâkinleşecektir. Sâkinleştirilmiş bir zihin ile kendimizi daha huzurlu ve özgür hissederiz. Sâkinleştirilmiş bir zihin ile birey yüksek beni olan asıl kendisinin(rehberinin) ilhamlarına daha açıktır. Mevlana Celaleddin’in deyişiyle “dost”, bu durumda; sizin için neyin en iyi olduğunu her zaman zaten bilir ve alışkanlıkla verdiğimiz olur olmaz tepkilerden ve tutkulardan/takıntılardan kurtulmamız için size daha kolay yardım etme fırsatına kavuşur. Bu durum giderek berraklaşıp güçlendikçe de, “içteki şeytan” diye simgelendirilen egonun çeşitli hilelerinin farkına varırsınız.

Keder, haz, umut, korku gibi duygular en büyük inisiyelerde(yoga ustalarında, mürşidlerde) bile tıpkı sıradan kimselerde ortaya çıktığı gibi ortaya çıkar. Sıradan bir kimse ile; örneğin, bir yoga ustası arasındaki fark, “duyguları algılayış biçimi” ve onlara karşı verdiği tepkilerdir. Unutmayalım ki aldığımız etkilere verdiğimiz tepkiler bizim genel tekâmül durumumuzla ilgili ipuçları taşır. Sıradan bir kimse, duyguları; sanki içgüdüsel bir biçimde, otomatik olarak ya kabul eder ya da reddeder / geçiştirir/tevil eder ve böylelikle olumsuz karma kazanımıyla sonuçlanacak bir yük kazanır. Buna karşın yoga ustası ya da iyi bir inisiye, her şeyi; olduğu gibi, doğal ve asıl hâliyle algılar, hırslarını tahrik etmesine izin vermez. Bu konuda Tibetli bilge Dudjom Rinpoche şöyle diyor:
“Algı sınırlarınız içine ne girerse girsin, çok güzel
ve etkileyici bir tapınakta gezinen küçük bir çocuk
gibi olmalısınız: Küçük çocuk çevresine bakar ama;
hırs, sâhip olma isteği aklına bile gelmez. Yani her
şeyin, oldukları gibi doğal, canlı ve bozulmamış olarak
kalmalarına izin vermelisiniz. Her bir şeyi olduğu gibi, kendi
halinde bırakırsanız; o şeyin şekli değişmez, rengi solmaz ve
ışığı yok olmaz. Böylece algılarınız
 hiçbir hırs tarafından lekelenmemiş olur.”(27).
Görülüyor ki bir bilge için,(özellikle istenmeyen / rahatsız edici) bir  “duyguyu yenmek” ya da yenmek için çaba göstermek demek; duygularımızla tümüyle ve dürüstçe yüzleşmek, duygularımızı tam anlamıyla ifade edip serbest bırakmak ve bu “yaranın” iyileşmesi ne kadar sürerse sürsün duygularımıza hoşgörüyle yaklaşıp onları kabul etmek demektir. Duygulardan özgürleşmeyi başarmış bilgeler / inisiyeler böyle öğütlüyor. Buna, “bilgelikle gelen özgürlük” diye diyebilirsiniz ama bilgeliğin, böyle bir özgürlük ile geldiğini de biliyoruz.

Bilgelikle Gelen Özgürlük / “Egosuzluk” :
Bunda başarılı olmanın insana sağlayacağı başka bir yarar da, tüm yaşamınız boyunca konuşan zihnin kaba gevezeliğinden kurtulmaktır. Bu gevezeliği dinlemek yerine, derin bilgiler içeren öğretilerin esin ve öğüt veren, rehberlik eden ve “doğru yol” a yönlendiren seslerinin açık ve sâde önerilerini zihninizde duyarsınız. Örneğin, “Âlemlerin Rabbinden bir indiriliş”(Hakka 43) olan Kur’an’ı, bu anlamda “susturulmuş” bir zihinle okumak bireye çok şey kazandıracaktır ve esâsen Kur’an’ın sahibi alim(her şeyi bilen) ve selam(esenliğin kaynağı) olan ALLAH; bizlerden onu böyle(“ağır ağır ve düşünerek”-Müzemmil 4, Bakara 121, Nahl 98, Ankebut 45) okumamızı istiyor. Kur’an’dan ve öteki kutsal metinlerden daha çok rehberlik almak, onları böyle bir zihin ile okumakla olasıdır.

Bu anlamda olmak üzere, zihin; egonun egemenliğinden kurtarılırsa ve bir bakıma “egosuzluk” a kavuşulursa, gerçek kimliğimiz(asıl kendimizin kimliği) olan bilgelik ortaya çıkacaktır. Bu makbul durum, Sâdıklar Planı Tebliğlerindeki ifadesiyle “asıl şahsiyetin ortaya çıkması” dır. “Şahsiyetsizlik” ten kurtulmak için, yüksek benimizin şahsiyetini bedensel ben de tezahür ettirmek durumundayız ve “insanlaşmak” sözcüğünde anlamını bulan erdemlilik de bu olsa gerek.(“Yeni insan…”). Gerçek özgürlük de bu anlamda şahsiyetle ortaya çıkan özgürlük olsa gerek…

Mürşid ile Özgürleşmek:
Birkaç paragraf önce iyi bir mürşidin duygularla / duygusallıklarla nasıl baş ettiğine değinmiştik. Gerçek özgürlüğe yönelmek için elbette ki iyi bir mürşidin bilgeliğinden(inisiyatik adap çerçevesinde) yararlanmak da olası. İçtenlikli bir niyet ile kendi iç evrenini tanımak isteyen bireyin bu içsel yolculuğu(Sufizm’de “Seyr-i Sülûk”) zor bir zihinsel ve ruhsal yolculuktur. Çünkü her düşünme ve arınma uygulamasında yanılsamaya düşme olasılığı ve tehlikesi vardır. Bu nedenle müridin bu yolculuğunda kendine bir rehber(mürşit) edinmesinde yarar vardır. Mürşit, yolu bilen ve daha önce bu yaşantıdan geçmiş bir bilgedir. İyi bir mürşit, kendine bu amaçla başvuran mürit adayını hemen kabul etmez, ona; sabır, arınma ve iç gözlem salık verir. Mürid adayının; kişiliğinin gücü, kendini adayışının yoğunluğu ve teslimiyetinin ne kadar içtenlikli olduğu çeşitli vesilelerle sınanır. Bu anlamda mürşit, davranışsal ve zihinsel değişim ve gelişim için; müride, durumunu gösterecek ve kendisini aşmasına yardım edecek bir rehber ve yoldaştır(30).

Mürşid, müridin(sâlikin) geçirdiği evrimi dikkatle gözler ve ona ayna olur. Mürid-mürşid ilişki ve etkileşiminde, mürşit(usta) ile ilişki müride yeni bir oluş duygusu verir ve bu duygu zamanla yeni bir bilinçliliğe ve güzelliğe dönüşür. Bu gidişte, mürit; dünyanın karmaşasından çıkarılır ve ustanın(mürşidin) mânevi varlığına ve rehberliğinin sağladığı huzura sığınır. Mürşid(pir, usta) daha önce, benzeri yaşantılardan ve deneyimlerden geçmiş ve aynı/benzer sıkıntılara göğüs germiştir. Bu konumuyla mürşit, müridin hem “ikizi”, hem de idealleştirdiği bir imgedir; o, ileride kendisi gibi olabileceği birisidir.

Usta, kalbinizin derinliklerini size açtığında ve zihninizin doğasını görmenize olanak sağladığında, size yardım eden bu kişiye karşı içinizde sevinç dolu bir minnettarlık dalgası yükselir ve ustanın varlığında cisimlenmiş olan gerçeğin, yani öğretilerin ve bilge zihnin farkına varırsınız. İşte, sadece bu doğal, saf ve yadsınamaz içsel deneyim “ adanmışlık” tır(27). Adanmışlığın Tibet dilindeki karşılığı “mö gü” olup, “özlem ve saygı” olarak dilimize çevrilebilir. Burada “saygı”, giderek gerçekten kim olduğunu daha derinden anlamaya başladığınız usta(mürşit) için; “özlem” de, ustanın içinizde olanı size tanıtması için hissedilen duygudur. Çünkü ustanızın sizinle mutlak gerçek arasındaki bağlantı ve zihninizin gerçek doğasının bedenlenmiş hâli olduğunu bilirsiniz.

Usta ile öğrenci(mürid) arasındaki bu çok yakın ilişki öğrenci için bir “ayna”: onun, yaşam ve dünya ile olan ilişkisi için yaşayan bir benzerlik oluşturur. Usta öğrencinin her şeyi doğruca ve kuşkularını geride bırakmış olarak görmeye başlamasıyla sonuçlanacak olan sürekli “saf görüş” uygulamasının ana figürü haline gelir. “Yaşayan buda” olan ustanın her sözcüğü buda konuşması; zihni, tüm Budaların bilge zihni, her davranışı da buda davranışlarının bir ifadesi, hatta çevresindeki insanlar da onun bilgeliğinin parlak bir göstergesidir.

Ancak sûfiler, mürşidin putlaştırılması tehlikesine karşı sürekli uyanık olunması gerektiğini öğütlemişlerdir. Biat, yetersizlik duygusundan kaynaklanan olumsuz bir zaafımızdır. Mânevi güçlere ve rehberliğinin benzersiz ve en kusursuz olduğuna inanması bir mürşidi de aynı yönde etkileyebilir ve sonuçta, koruyucu / eşsiz / çok güçlü bir idole dönüşebilir. Bu durumda olan bir mürşid / veli, müridlerinin / izdeşlerinin bağımlılık gereksinimlerini gideren bir araçtır. Bu duruma düşmüş olan mürşitlerdir. Bunlar bir bakıma “şeytanın evliyası” dır(evliya, “veli” nin çoğul şekli).

Bu anlamda “şeytan ya da şeytanın evliyası”(evliyau’ş-şeytan) daha çok, duygu sömürüsüne dayalı korku salarak iş görür. ALLAH’a vardırıcı vasıtalar olarak birilerini ALLAH ile kul arasına sokmak şirktir ve şirk konusunda en büyük tehlike de “evliya kültü” dür. Yaklaşık 50 kadar Kur’an ayeti, ALLAH’ın berisinden birilerinin velî edinilmesinin yaratacağı kötü sonuçlara dikkat çeker. “Şeytanın evliyası”na tabi olunma durumunda; hem ALLAH’a inanma söz konusudur, hem de O’nun yanında “veli edinme”. Bu çarpık tutum elbette ki bir sapmışlık ve şirkin en yakıcı görünümüdür. Bu aldanma elbette ki, özgürlük yerine kölelik getirir.

Kendilerine güven duyulabilecek evliya Yunus 62-64. Ayetlerde tanıtılmaktadır: “Gözünüzü açın! ALLAH’ın evliyası için korku yoktur… Onlar iman eden ve sakınan kullardır. İçsel gelişim yolunda(seyr-i sülûk) ille de bir veli gereksinimi duyuyorlarsa, en güçlü ve güvenilir velinin ALLAH olduğu unutulmamalıdır. Bunu öneren Kur’an ayetleri; Hac 78, Enfal 40, Bakara 286, A’raf 155. Bu ve benzeri âyetlerin ışığında diyebiliriz ki, gerçek özgürlüğe kavuşma yolunda, birilerinin deneyimlerinden ve rehberliğinden yararlanmak gerekiyorsa, bu rehberler; îman ve amelde sâdık, dürüst, insanlığa hizmeti(ALLAH rızası için) öne çıkaran, fedakâr, hoşgörülü ve sevgi dolu insanlar olmalıdır. Kısaca söylemek gerekirse, îman ve takva(ALLAH’ın iradesine ters düşmekten sakınmak) dışında bir evliya işareti yoktur. Îman ve takvada savsaklama ve yozlaşma işaretlerinin görüldüğü yerde “Rahman evliyâsı” yok, “şeytan evliyâsı” vardır. Gerçek evliyâ tanımına uyanlar bile, bir “yardım ve şefaat aracı” yapılmamalıdır. Unutmayalım ki, şefaat ve hidâyet(doğru yola erdiricilik) sâdece ALLAH’ın tekelindedir. Kişilerin şefaat ve hidâyet önderliği / rehberliği devri nübüvvetin tamamlanmasıyla(yani Hz. Muhammed’in vefâtı ile) bitmiştir. Hidâyet yalnız ve sâdece ALLAH’tan gelir; hidayetten gelenlerin kaynağı ise, kişiler değil, Kur’an dır. Bu beyyine unutularak, evliyadan hidayet bekleyenlerin sonu hüsrandır. Bu hüsran, ALLAH’ın veliliğinin yitirilmesidir(İsra 97).

Görüldüğü gibi, gerçek özgürlüğe gidiş yolunda yolculuğu biraz kolaylaştırmak adına “mürşit ile özgürleşmek” pek güvenli değil. Çünkü zamanımızda gerçek(akıl-gönül sâhibi ve takva ehli) mürşit bulmak zor. Herhalde en iyisi, ALLAH’ı velî bilmek ve O’nun rehberliğine teslim olmak(Ali İmran 173, Tevbe 129).

Deneyimlerden Özgürleşmek:
Yaşarken, iyi / kötü uygulamalarımız sürüp gittiği sürece; kimi iyi, kimisi kötü birçok deneyim yaşarız. Havanın değişik yönlerden bol bol girebilmesi için birçok kapısı ve penceresi olan bir oda gibi, zihnimiz de açık olduğu sürece birçok farklı deneyimin(haletleriyle birlikte) yaşanması doğaldır. Örneğin, herhangi bir nedenle / vesileyle mutluluğu deneyimlediğinizde; bu, arzuların bir süreliğine kaybolduğunu gösteren bir işarettir. Düşüncelerinizin yok olduğu bir durumu deneyimliyorsanız, bu da bilgisizliğinizin bir süre için kaybolduğunun işaretidir. Bunlar kendi başlarına “iyi” deneyimlerdir, fakat eğer onlara bağlanırsanız, onlar da(özgürlüğe giden yol da) engeller oluşturmaya başlarlar. “Deneyimler kendi başlarına farkındalık anlamı taşımazlar. Ama eğer onlara bağlanmadan kalabilirsek; her ne iseler o olarak kalırlar. Bu demektir ki, farkındalığa erişmek için kullanılan araçlar olarak…(Sogyal RINPOCHE)

Olumsuz(“iyi olmayan”) deneyimler çok sık olarak yanlış anlaşılırlar, çünkü onları “kötü” işaret olarak değerlendiririz. Bununla birlikte, aslında uygulamamızdaki olumsuz deneyimler “kılık değiştirmiş lütuflar” dır. Başka türlü ifadesiyle, içsel gelişim ve özgürleşmek açısından, “nimet” kavramında anlamını bulan kusurlarımızı telâfi olanağıdır. Olumsuz deneyimlerimize normalde yapacağımız gibi, hoşnutsuzlukla yaklaşmamayı deneyin. Bunun yerine, onları; gerçekte ne iseler öyle algılayın, sadece deneyimler… Deneyimlere böyle bir yaklaşımla, deneyimin gerçek doğasının farkına varmanız; sizi, deneyimin kendisinin size verebileceği zarardan ve tehlikeden özgürleştirir. Sonuç olarak, olumsuz bir deneyim bile büyük bir şükran duygusu ve başarının kaynağı hâline gelebilir. Tibet’in inisiyatik/ezoterik kültür ortamında, ustaların böyle olumsuz deneyimler üzerine çalışıp; onları farkındalığa ulaşma yolunda katalizör gibi kullanmalarını konu alan pek çok yaşanmış öykü vardır. Kısacası, bu konuda yapılacak olan şey, daha doğrusu öğrenmek zorunda olduğumuz şey, yaşamda ve meditasyonda; “iyi” deneyimlere bağlanmaktan özgürleşmek ve “olumsuz” olanlara da nefretle bakmamayı başarmaktır.

Bütün bunlar, bireyin kendini tanıma bağlamında gerçekleştireceği çalışma ve uygulamalardır. Bunlarda başarılı oldukça, özgürlüğün yeni rotasına doğru olan bu çıkıştan dolayı esinlenmiş ve canlanmış olarak içimizi dolduran derin bir; barış, neşe ve güvenlik hissederiz. Ayrıca, içimizde giderek hiçbir şeyin yıkamayacağı, değiştiremeyeceği ve ölümsüz olan “bir şey” in var olduğuna “emin olma” duygusu gelişir.

Ölüm Ötesi ve Özgürlük:
Doğuyoruz, ölmek için: ölüyoruz, tekrar doğmak için. Yaşam sürekli ve ruh varlıkları olarak bizler hep varız. Her doğuşta, belirli amaçları / vazifeleri hedeflemiş olarak geliyoruz dünyaya. Her gelişte “başarılı” sayılmak ve verdiğimiz sözde(“ahde vefa”) durmuş olmak için en az % 50 başarılı olmak gerek; yani, enkarnasyonu, ömrü içsel gelişim yönünde, şuurlanma ve insanlaşma yönünde değerlendirmek gerek. Maddesel / dünyasal olan her şey buna yani “can hâlinde bulunan ruh varlığına”; yani kısaca, insana araç, Kutsal Kelam olan din bile… Bu varlıksal amaçtan uzaklaşıp, dünyasal olan değerlere(politikaya/ekonomiye) insanı araç kılmak ve onu(haklarını) sömürmek, istismar etmek; “atın önüne et, itin önüne ot koymak” kadar abes oluyor.

Dünya beşerinin böyle bir trajikomik talihsizliğe düşmemesi için, devre başından beri(yaklaşık Sümerlilerden günümüze) sadece dinsel öğretilerle değil, inisiyatik öğretilerle de hep uyarıldık; maddeleşmemek / dünyasallaşmamak ve özgürleşmek için… Şuurlanma ve aydınlanmayla gelen kurtuluşa ve yücelmeye(“ilahileşmeye”) yönelik öğretiler bize, sonunda sınırsız özgürlük olasılığı bulunduğunu şaşırtıcı bir açıklıkla göstermiştir. Eğer şimdi, burada ve yaşarken bunun için çalışırsak; ölümümüzü ve doğumumuzu seçmemize olanak sağlayan o özgürlük bizimdir. Bu yönde uygulama ve hazırlık yapan biri için ölüm denen geçiş bir “yenilgi” olarak gelmez; aksine, o bir zaferdir ve tüm yaşamın/ömrün taçlandırıcı ve parlak anıdır.
----- o0o -----


Dipnotlar:
(1)     SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Ruh ve Madde Yayınları.
(2)     “Kabuklar”: İnsanlaşabilmek için(tutkular, özdeşleşmeler, önyargılar, bağımlılıklar, duygusallıklar vb.) gideremesek bile kontrol altına almamız gereken beşeri zaaflarımızın genel simgesidir. Kabuklar, bir bakıma; yüksek benimizin(asıl kendimizin) bedensel bende tezahürünü engelleyen, yapay, sahte, beşeri kişilik örtileridir. Asıl(aşkın) şahsiyetimizin ortaya çıkması için kendini tanıma cehti içinde, “kabuk” simgesinde anlamını bulan sahte kişilik örtülerinden arınmakta yarar var.
(3)     Ra’d 4, Nahl 6, 12, 17, Kamer 40, Zümer 44, Rum 8, 9, Muhammed 24, Nur 61, Hucurat 4,Casiye 23, Bakara 190, Haşr 21, Maide 103, Enbiya 44, 47, Rahman 51, Kamer 15, 17, 22, 32, 40, Ankebut 43, Mücadele 11, Furkan 4.
(4)     DUYGULARIN DİLİ, Prof. Dr. Nevzat TARHAN, Timaş Yayınları.
(5)     Bu konuda beşeri bedenle ilgili gen mühendisliğine dayalı uygulamalar ve denemeler için bkz. “KOZMİK TOHUM” ve “ONİKİNCİ GEZEGEN” adlı eserler(Ruh ve Madde Yayınları).
(6)     Yaşar N. ÖZTÜRK, SES BİRGİN YANKILANIR- Baskı 2, Sayfa 124.
(7)     Remzi Kitabevi Yayınları- 3. Baskı, 1997.
(8)     Bu konuda belgelere dayalı ayrıntılı bilgi için bkz. KÜRTÇÜLÜK, Gürbüz Evren.
(9)     Evet, kaynağımız / alıntımız 2,5 yıl öncesine ait ama adı geçen ülkenin durumunda olumlu yönde bir gelişme gözlenmedi. Bazı fikir yazıları güncelliğini birkaç haftada, ayda, hatta yılda yitirmez. Bundan ayrı olarak ABD toplumundaki yozlaşmayla ilgili olarak bkz. HAŞHAŞ ve EMPERYALİZM- Aytunç Altındal, İBLİSİN KIBLESİ- Cengiz Özakıncı.
(10)  Bu konuda belgelere ve güvenilir istatistiklere dayalı bilgiler için; Gençlik psikolojisi profesörü Erdal ATABEK’in eserleri ile Aytunç ALTINDAL’ın HAŞHAŞ ve EMPERYALİZM adlı kitabı incelenebilir.
(11)  BİLİM ve TEKNİK Dergisi, Ocak 1988.
(12)  Anayasa, madde 58: Devlet, geçleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar vb. kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli önlemleri alır.
(13)  Özlem YÜZAK, Cumhuriyet Gazetesi- 30 Mart 2011.
(14)  Cumhuriyet Gazatesi(Bilgi Toplumuna Doğru)- 20 Şubat 2008.
(15)  Cumhuriyet Gazetesi 11 Eylül 2009.
(16)  Kapitalizmin çöküşü
(17)  SUFİ PSİKOLOJİ, Kemal SAYAR- Timaş Yayınları.
(18)  Bu durumu, Kur’an ayetlerinin ışığında “Uyarılara………….”.başlıklı yazımızda irdelemiştik bkz.: http//:………………..
(19)  Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. KUR’AN ve SÜNNETE GÖRE TASAVVUF, Yaşar N. ÖZTÜRK.
(20)  DUYGULARIN DİLİ(5. Baskı, Sayfa 23). Prof. Dr. Nevzat TARHAN.
(21)  “Hayvansal Doğamız” konusunda bkz. KUR’AN ve SÜNNETE GÖRE TASAVVUF(Baskı 5, Sayfalar 77, 78), Prof. Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK.
(22)  TİBET’in YAŞAM ve ÖLÜM KİTABI, Sogyal Rinpoche-Dharma Yayınları.
(23)  Zihin gevezeliği: Beşeri akıl(bedensel bene ait olan akıl) nefsin kontrolundan kurtulamamışsa, (yani, “geveze zihin” durumundaysa)görünenin ötesindeki görünmeyeni, yüksek benini(asıl kendisini) ve giderek sonsuz sınırsız olan yücelikleri anlamanın / kavramanın önündeki (dolayısıyla içsel gelişimin önündeki) en büyük engeldir. Beşeri aklın, gelişimi engelleyici bu niteliğini gidermek, onu nefsin hegemonyasından kurtarıp, vicdana teslim etmekle olasıdır. Her şeyin ayet olduğu şuuru içinde yaşamak, beşeri akıl (geveze zihin) üzerinde oluşturulacak böyle bir egemenlikle olasıdır. Bakara 242’de dile getirilen, “...ayetleri düşünebilmek...” için; önce, beşeri aklın bu anlamda terbiye edilmesi, onu nefsin tesirliliğinden kurtarılması gerekir. Ancak o zaman akıl, vicdan ile kolkola yürüyebilecek bir hale gelebilir. Aklın vicdan ile kolkola gitmesi ise “makul vicdan” ifadesinde anlamını bulan makbul bir durumdur ki bu aynı zamanda, dinsel ifadesiyle “orta yol”dur.  Aklın kontroldan çıkmışlığının “kalp” kavramı ve kalbin durumuyla da bağlantısı vardır. Çünkü “esas körlük” olarak da ifade edilen (Hacc 46) “kalbin körlenmesi” (kalp gözünün, yani basiretin kör olması) kişinin kendi içeriğini ve sonra da çevresinin içeriğini (gerçek ve görünmeyen anlamını) tanımasına götüren tüm fakülteleri dumura uğratır ve içsel gelişimi büyük ölçüde aksatır ki, işte bu fakültelerden biri de akıldır.  Bu yüzden kalp ile akıl arasında (iman ile akıl arasında olduğu gibi) yakın ilişki vardır. “Körlenmiş”/”paslanmış” yani (manevi anlamda) iş görmek hale gelen bir kalp gözünün, akıl işlevini de icra edemez duruma getirmesi söz konusudur(Hacc 46, Araf 179). İşte tüm bunlardan dolayı “zihnin sessizleştirilemesi” gerekir(“içsel sükût ve sükûnet hali” ve “içsel denge” de budur). Sessiz olmayan zihin “geveze zihin”dir. Korku, endişe ve vesvese içinde olmak “geveze zihin”e özgü durumlardır. Böyle bir zihne sahip bireyin; aklını vicdanıyla birlikte kullanması, Kur’an’ın birçok ayetinde yankılanan “neden akıl etmezsiniz!”, “düşünmez misiniz!” uyarılarının gereğinin yerine getirilmesi ve böyle bir akıl ile çevremizin aslında ayetlerle dolu olduğunun (Ali İmran 19o, Zariyat 20+21) görülmesi, bu şekilde terbiye edilmiş ve sessizleştirilmiş bir zihin/akıl ile olasıdır. Önyargı, korku, endişe ve vesveseden arındırılmış bir akıl ile sağlıklı bir algılama ve gözlem ile ancak her şeyin ayet olduğu fark edilir ve bunlardan içsel gelişim yönünde yararlanılır. Aksi takdirde; bakar ama görmez, duyar ama işitmez duruma düşeriz. Zihnimizle / aklımızla ilgili böyle olumlu bir hal içine giremiyorsak, orada (fiziksel olarak) varız ama aslında yokuz (yani, orada mevcut değiliz) demektir.
(24)  KÜRESEL AFETLER(Baskı 2, Sayfa 76), Yaşar N. ÖZTÜRK.
(25)  Bu durumla ilgili Kur’an ayetleri: Casiye 23, A’raf 179, En’am 104, Bakara 183, 184.
(26)  Depremin gösterdikleri(Baskı 6, Sayfa 224), Yaşar N. ÖZTÜRK.
(27)  TİBET’in Yaşam ve Ölüm Kitabı, Dharma yayınları.
(28)  Mü’min 36, 37
(29)  “Duygusallaşmak” ile “duygulanmak” ayrı hallerdir. Duygulanmak normaldir ve iyidir ama duygusallaşmak; kaçınılması gereken(en azından kontrol edimesi gereken) bir haldir.
(30)  SUFİ PSİKOLOJİSİ, Kemal SAYAR- Timaş Yayınları.

Yararlanılan Eserler, dipnotlarda belirtilen kitaplardır.







28 Temmuz 2012 Cumartesi

D E T E R M İ N İ Z M,


D E T E R M İ N İ Z M,
Hiç Şaşmadan İşleyen Nedensellik
Hazırlayan : SELMAN GERÇEKSEVER

Giriş :
Tezahürat ortamındaki (ve dolayısıyla doğadaki) tüm olaylar arasında sıkı bir nedensellik bağının mevcut olduğu fikri, günümüz modern bilimine egemendir. Determinizmin evrenselliğinin söz konusu olduğu bu uçsuz bucaksız tezahürat ortamında tesadüfe elbette ki yer yoktur. Kadîm çağlarda Yunanlılar, göksel cisimlerin hareketlerinde matematik bir düzenin varlığını savundukları halde; başka fizik olayların ancak kısmen Nedensellik Yasası tarafından düzenlendiğini düşünmüşlerdi. Yunan düşünürlerinden hiçbirisi determinizmden ne anladığını açıkça belirtmiş değildir.

Günümüz determinizm anlayışına göre, tüm olaylar birbirine bağlıdır. Olayların birbirini belli etmesi, birbirinin neden ve sonucu olması düşüncesinin temel ilkesidir. Her olay, nedenleriyle açıklanır ve anlaşılır. Olaylar arasındaki sürekli nedensellik bağını bozabilecek hiçbir güç yoktur.

İnsanın sadece kararları değil, hareketleri de birer olay/olgu olduğu için, kendilerinden önceki maddi ve manevi olayların sonucu sayılmak gerekir. Başka türlü ifadesiyle, insanların kararları ve hareketleri de çeşitli nedenlerin birer sonucudur. İnsanın iradesi ve irâdi fiilleri, öteki olaylar gibi; doğal, toplumsal ve psikolojik etkenlerle bağlantılıdır. Olayların, daha önceki başka olayların sonucu olduğuna inanmak hususunda belli nedenlere sahip bulunmaktadır ve geleceğin nasıl olacağını(kabataslak da olsa) kestirmek olanağından yoksun değildir. Determinizm bir mantık ilkesi olduğuna göre, süresiz doğruluğa sahip olduğu kabul edilebilir. Bugün sonuç yaratan bir nedenin, yarın sonuç oluşturmayacağını söylemek, iki kere ikinin dört ettiğini, bugün ise 4,5 edebileceğini söylemek kadar anlamsızdır.

Tam bu noktada, “Atomdaki belirsizlik ne olacak?” diyenler olabilir. Bu soruya şöyle bir yanıt ile karşılık verilebilir: Atomlar düzeyindeki fizik olayların, ancak ihtimale dayanan istatistik yasalarla açıklanmasını, henüz bilimsel çalışmanın yeteri kadar gelişmemiş olmasıyla açıklayabiliriz. Bilimin kesin yasaları bulacak kadar ilerlemediği dönemde istatistiksel yasalar büyük yarar sağlamakta ve daha sonra bu dönem aşılarak, olayları düzenleyen kesin yasalara erişilmektedir. Atom altı alanla ilgili problemler bakımından da aynı olasılığın doğruluğu kabul edilebilir.

Louis de Broglie, atom altı düzeyde nedensellik bağlarını bulmak konusundaki beceriksizliğimizin; cisimcik, zaman ve mekan gibi mikroskobik araştırmalarda kullandığımız kavramların elverişsizliğinden kaynaklanmasının düşünülebileceğini belirtmektedir(HUKUK FELSEFESİ, Adnan GÜRİZ). Bazı modern fizikçiler de, elektronların aynı anda hızı ve kütlesi olan cisimcikler değil, yalnızca dalgalar olarak düşünülmesinin çok yanlış olmadığını önermektedirler. Nihayet determinizm olmadıkça, bilim de imkânsız olmaktadır. Birçok bilim insanının ve filozofun determinizmi bırakmaya yanaşmamalarının nedeni; kuşkusuz, bu gerçeği kavramış olmalarıdır. Bu arada 20. Y.Y.’ın büyük bilim insanı Einstein de bu nedenle determinizm ilkesini reddetmeye yanaşmadığını belirtmişti.

Felsefede:
Descartes’ın sâdece madde ve bedene uyguladığı determinizm mekanizmasını Spinoza; sadece Tanrı’da değil, ruh’da da görmüştür: “Tanrı, sonsuz yüklemlerden kurtulmuş olarak, eşyanın gerçek nedenidir.”. Spinoza’ya göre âlemi yöneten determinizmdir(Sebep-Sonuç Yasası). Doğa Tanrı’dan; Tanrı doğadan ayrılamaz. Birinci durumda, sonuç nedenden, kip de yükleminden ayrılmış olur. İkinci durumda ise, mutlak nedenden zorunlu gelişmeden, mutlak töz yüklemlerini zorunlu olarak anlatan kiplerinden ayrılmış olur(FİLOZOFLAR ANSİKLOPEDİSİ, Cemil SENA).

Mutlak determinizmi savunan Spinoza’ya göre, insanlar kendilerine belirlenmiş hareketleri yaptıran nedenleri bilmeden bu hareketler hakkında bir bilince sahip oldukları içindir ki, kendilerinin özgür olduklarını sanırlar. Filozofumuza göre, madem ki her şey zorunludur, sorumluluk da zorunlu olacaktır.

Determinizm, insanı iyimser yapar. Bu cümleden olmak üzere, determinizm, insanı giderek daha olgun ve kusursuz kılar. Bu şekilde gidiş, Tanrı’nın zihinsel sevgisine doğrudur.(FELSEFE TARİHİ, Alfred WEBER). Her nesne, başka bir nesnenin, her olay başka bir olayın zorunlu sonucudur. Böylece tüm nesneler(tezahüratın görünen/görünmeyen birimleri) sonsuz bir bağlantı içinde(tesir ağı) yer alırlar ve bu bağlantı kesintisizdir. Bu tesir ağı ve ilişki içinde her bir birim; hem etkileyen, hem de etkilenen durumdadır. Dolayısıyla her etkiye, karşılık olan bir tepki söz konusudur. Bu şekilde, tüm varlığı sıkı bir determinizme bağlayan Spinoza felsefesi, insanın sadece ruhsal hayatını değil, toplumsal yaşamını da sıkı bir mekanik zorunluluk bağlantısı içine yerleştirir(FELSEFE TARİHİ, Macit GÖKBERG).

Hukukçu filozoflardan Thomas HOBBES de, her şeyin determinizm yasasına dayandığını savunmuştur(HUKUK FELSEFESİ, Adnan GÜRİZ). HOBBES’e göre determinizm, öyle bir evrensel yasadır ki, insan iradesi de bu yasaya tabidir. İnsanın kararı/kararları en güçlü uyarana(etkiye) göre oluşur. İnsan kendisi için zorunlu olan hareketi yapar. HOBBES, insanın etik faktörlerle değil, fizik faktörlerin etkisi altında davrandığı görüşündedir. Örneğin, ceza sorumluluğu kişinin subjektif olarak kendi fiilinden sorumlu olmasından ileri gelmez, fakat kişinin davranışının objektif olarak topluma zarar vermesinden doğar.

Determinizm ve Fatalizm:
Determinist görüşün karşısında fatalist yaklaşımların bulunduğu bilinir. Hatta bu ikisini karıştıranlar da yok değildir. Determinist düşünürler, genel olarak fatalizmi reddetmekte ve determinizmin fatalizmle karıştırılmasını doğru bulmamaktadırlar. Fatalist bakış açısına göre; varlığın seçme özgürlüğü ve irade özgürlüğü yoktur, insan hiçbir anlamda kendiliğinden hiçbir şey yapabilecek durumda değildir.

Fatalizmi reddeden deterministler, varlıksal iradenin etkili bir kuvvet olduğunu kabul ederler. Bununla birlikte, etki gücüne sahip olan insan iradesi de gerçekte; her şey gibi, Nedensellik Yasasına bağlı bulunmaktadır. Determinizm, her insanın, kendi rolü olmayan iç ve dış nedenlerin/etmenlerin bir sonucu olduğu görüşünü savunur. Tarihin şu ya da bu döneminde yaşamak, şu ya da bu ülkede enkarne olmak; elimizde olmayan nedenler tarafından, yani “rastgele/tesadüfen” belirlenmiş gibi görünse de(tutucu metaryalistlerin bakış açısıyla…); aslında ruh varlığı(asıl kendimiz) olarak tüm bu etmenleri(doğmadan önce) kendimiz belirleriz. Daha kapsamlı bir ifadeyle; şimdiki yaşamımız, daha önceki yaşamlarımızın olmazsa olmaz ve zorunlu bir sonucudur. Bu demektir ki şimdiki yaşamımız(ve hatta bu yaşam içindeki bize özgü olaylar) kadim yaşamlarımızdaki iradi etkinliklerimizin deterministik bir sonucudur. Bu nedenle, varlığın yapıp ettiklerinden, kendisinden başka kimse sorumlu değildir. Alınlara yazılmış “alın yazısı” diye bir şey varsa; o da, “kendim ettim, kendim buldum…” gibi bir ifade olabilir… Ortadaki açık gerçek(plain truth) ve kadÎm ruhçuluğun kanıtlanmış deneysel sonuçları varken, okullarda çocuklara hâla; “kişinin gürbüz/zayıf olması, sağlığının şu ya da bu durumda olması, erkek/dişi olarak doğması vb. hep kendi irade gücünün dışında ve onun rolü olmaksızın belirlendiği” nin öğretiliyor olması büyük talihsizlik değil midir!

Varlıksal irade özgürlüğü gerçeğini, günümüz dar görüşlü maddeci bilimi sâhip olduğu yöntemlerle kanıtlayamamaktadır. Ancak özgürlüğün yokluğu da bu bilim tarafından kanıtlanmış değildir. İrade özgürlüğüne inananları, fizikötesi ile uğraşmakla suçlayan fikir adamları, determinizmi kabul ederek irade özgürlüğünü reddettikleri zaman, doğrudan doğruya fizikötesi nitelik taşıyan bir iddia önermiş olmuyorlar mı? İrade özgürlüğünün var olduğunu kanıtlamak için, günümüz maddeci biliminin elinde gerekli/yeterli yöntem bulunmasa bile, tüm insanlarda bulunan ve kadîm zamanlardan beri var olan özgürlük bilinci ve bu yolda(özgürlük uğruna) verilen pek çok mücâdele, irade özgürlüğünün varlığını gösteren sağlam bir kanıt olarak karşımızda(daha doğrusu, bilimin gözü önünde) durmaktadır.

Unutmayalım ki, bilimsel materyalizmin tutuculuğundan kurtulabilmiş(Pierce, Bergson, Dewey vb. gibi) düşünürler; yeniliğin, canlılığın ve yaratıcılığın(başka bir deyişle, kapalı değil, açık bir evrenin insana sağlanmasının) ancak irade özgürlüğünün kabul edilmesiyle olası olabileceği konusunda özellikle ısrar etmişlerdir.

Öte yandan irade özgürlüğünün kabul edilmemesi, kişinin iyiye ulaşmak, ahlaksal görevlerini(insan olmanın gereklerini) yerine getirmek şeklindeki tüm çabalarını tamamen anlamsız bırakmaz mı? Eğer birey, olayların önünde yalnızca basit bir oyuncak ise, iyiye ve(hatta yapabilirsek) daha iyiye yönelmek yolundaki tüm gayretlerimiz anlamsızlaşacaktır. Çünkü ahlak teorisi, ahlaksal sorumluluk esasına dayanır. Eğer kişi, fena şekilde hareket etmeye mecbur olduğu için davranış bozukluğu sergilemişse, onu ahlaksal açıdan suçlamak abes olur. Özgürlüğün tanınmaması, sorumluluğun da reddini beraberinde getirmez mi?

İrade Özgürlüğü ve Hukuk:
İrade özgürlüğü olmaksızın, hukuksal sorumluluktan da söz edilemez. İrade özgürlüğü görüşünü/gerçeğini benimsemiş endeterminist düşünürler, sorumluluktan söz edebilmek için, irade özgürlüğünü kabul etmenin zorunlu olduğunu savunmuşlardır. Bu yaklaşıma göre; hukuk, her ferdin bir kişilik olduğu varsayımına dayanır. Dahası, ceza ve mükâfatı, suç ve liyakate göre dağıtmak yoluyla, her kişinin belli ölçüde de olsa, irade özgürlüğüne sahip bulunduğunu kabul eder(Adnan GÜRİZ, HUKUK FELSEFESİ). Ceza ehliyeti olan bir suçlu ile, akılsal dengesi yerinde olmayan birisine ceza verilirken, ötekisine ceza verilmemesi; onun üzerinde cezanın hiçbir önleme etkisine sahip olmamasından değil fakat aklında normal saik kavramının bulunmamasından ve etkinlik göstermemesindendir. Ceza ehliyetine sahip olan suçluya ceza verilmesi ise, onun başka şekilde hareket etmeye muktedir olmasından; yani isteseydi, suç oluşturan fiili işleyemeyeceğine inanılmasından ileri gelmektedir. Başka bir deyişle “irade özgürlüğü” olmazsa, suç da yoktur. Özetlemek gerekirse, şu söylenebilir: Ceza hukukunda kişinin isteme yeteneğini etkileyen durumlar; hukukun, insanı “seçen bir varlık” olarak değerlendirdiğinin kanıtı olmaktadır(Determinizmle bağlantılı olarak irade özgürlüğü konusunda daha ayrıntılı bilgi için bkz. VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları).




İnisiyatik Öğretilerde:
Yazı akışımızın bu noktasına kadar determinizm kavramının felsefi değerlendirmesini gördükten sonra; birazda, konunun kadim inisiyasyonlardaki ve hatta, Kur’an başta olmak üzere, kutsal metinlerdeki durumuna bakalım. Determinizmde neden/nedenler, sonuç/sonuçları doğurur; bu sonuçlarda başka olguların ve oluşumların nedenlerini oluşturur. Bu işleyiş içinde tezahürat şaşmaz değişimini sürdürür. Bu gidiş nereye? Kuşkusuz, her şeyin ve nedenlerin de yaratıcısı olan ALLAH’a doğru. Ünlü İslam düşünürü Muhyiddin-i Arabi, “Sebepleri halk eden müsebbib, tek ve eşsiz olan Hak’tır.” diyor, ünlü eseri Fusus ül- Hikem’de. Her şeyin yaratıcısı ve elbette ki tüm nedenlerin de ilk ve tek nedeni O’dur.

Ruhun Tesirliliği ve Tesadüfler:
Madde, maddesel enerjinin tezahür etmiş bir hâlidir, ruhsal enerjinin tesirliliği altında belli bir formda bulunur. Madde esasen atıldır; yani kendi kendine hareket edemez. Ancak ruhsal enerjiden kaynaklanan maksatlı bir tesirliliğin(müessiriyetin) altında hem bu tesirliliğin iradesine uygun formunu korur, hem de gerekirse çeşitli hareketler sergiler, hatta halden hale girer. Dolayısıyla tüm fiziksel/maddesel hareketler şuurludur ama bu şuurluluk maddesel formdan kaynaklanan bir şuurluluğa ait olmayıp, ruha ait bir şuurluluktur. Bu sonuç, ruhsal maksatlı tesirliliğin sâdece her yerde yaygın olduğunun değil, aynı zamanda tesadüf diye bir durumun olmadığını da kanıtlar.

Evrenlerde(tüm tezahürat içinde) tesadüfe ve rastgele ortaya çıkan hiçbir şey olmamasına rağmen, sadece bilgisizliğimizin değil, fehim ve ferâsetten yoksunluğumuzu da gizlemek için bu sözcüğü oldukça sık kullanırız. “Tesadüf” deyip geçtiğimiz bir olayın ardındaki nedenselliği(causality) bilmediğimiz(daha doğrusu, olayların ortaya çıkışını sağlayan nedenselliğe nüfuz edemediğimiz) için, “tesadüf” sözcüğünü kullanır dururuz. Bu kullanım; elbette ki uyurgezerliğin ve illüzyonel yaşamın belirgin sonucudur. Çünkü olmuş olan bir şeye/olaya “tesadüfen” deyip geçen bir kimse, bu nedenselliği anlama zahmetine katlanmıyor demektir. Oysaki Ergün ARIKDAL’ın da belirttiği gibi(1), “Her olay bir sebep ve her sebep de bir sonuca bağlıdır. Normal doğa olayları olarak gördüklerimizin ardında bile pek büyük anlamlar gizlidir. Dolayısıyla “tesadüf”; bilgisizliğin, fehim ve ferasetten yoksunluğun sonucu ortaya çıkan ve cahilliği gizleyen sama ve avutucu bir sözcüktür.”

Tesadüf sözcüğünün yersizliğini ve anlamsızlığını da bu şekilde vurguladıktan sonra, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, atalet ile nitelendirilmiş olan evrenin hiçbir maddesinden kendi kendine maksatlı bir hareket beklenemez ve maddesel bir yapı kendiliğinden hareket de edemez. Eğer böyle olmuş olsaydı, evrensel bir karmakarışıklık içinde maddesel evren çoktan yıkılıp giderdi. Oysaki durum bunun tam tersi olup; “Her maddenin oluşu, her olayın vukua gelişi Mutlak Varlık’ın yasaları altında cereyan eder.”(2)

Evrende olmakta olan her şey, tüm tezahürat O’nun İlahi Murad’ı yönünde ve Yasaları(Sünnetullah) çerçevesinde olup durmaktadır(3). İlahi Murad’ın uygulayıcıları şuurlu varlıklardır. Şuurlu varlıklar, tekâmül düzeylerine göre, İlahi İrade Yasaları’nı kullanarak(daha doğrusu, bu yasalar aracılığıyla) tesirliliklerini maddesel evrenlerde sergileyerek yaratılışa/tezahürata katılırlar(4).

Varlık âleminde nedensiz hiçbir şey, hiçbir olgu yoktur. Hiçbir şey yoktan var olmaz; var olan hiçbir şey de yok olmaz, şekil değiştirir, başka bir şeye dönüşür. Yoktan var eden sadece Yaradan’dır. O müteal(aşkın) var edişle de varlık âlemi sürüp gitmektedir. Dolayısıyla varlıkların da tüm eylemlerinin(enkarne varlıkların düşünme etkinlikleri de dâhil) bir karşılığı, bir sonucu vardır evrensel determinizm çerçevesinde. Bu demektir ki varlık; düşünceleri/imajinasyonları da dâhil tüm eylemlerinden sorumludur ve bu etkinliğinin sonuçlarıyla karşılaşmak durumundadır. İlahi adalet böylece gerçekleşiyor. Bu gerçeğin İlahi Kelam’da şöylece yer aldığını görüyoruz: “Her insanın yapıp ettiklerini boynuna doladık. Kıyamet günü, onun önüne açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkacak ve şöyle diyeceğiz: ‘Oku kitabını! Hesaba çekici olarak bugün sana öz nefsin yeter.’”

Ayetin son cümlesinde de belirtildiği gibi, varlık kendi yapıp ettiklerini kendisi değerlendirecektir. Çünkü belirli şeyleri yapmaya(belli bir “yaşam planı” çerçevesinde doğmadan önce) kendi karar vermiştir. Dünya bedenini terk ettikten sonra, dünya yaşamındaki değerlendirmesini kendi yapacak; bir bakıma, kendi kendini hesaba çekecektir, yüksek beni(asıl kendi) olarak. Bu değerlendirme/hesaplaşma sırasında başarısız olduğu durumlar için üzülmesi(hatta başarısızlığının büyüklüğüne göre) kahrolurcasına ısdırap çekmesi ve pişmanlık duyması(cehennem hali) elbette ki kaçınılmaz ve doğaldır. Bunda, kendisinden başka hiç kimse sorumlu değildir. Çünkü varlık(dezenkarne durumdaki varlık) “kendi etmiş, kendi bulmuştur…”(5)

İlahi Adâlet’in, Determinizm(Sebep-Sonuç) Yasası çerçevesinde tecelli edişi, halk dilinde, “Dünya ahretin tarlasıdır…” şeklinde yerini bulmuştur. Buradaki “ahiret” sözcüğü ile ölüm ötesi kastedilmekte ise de, bu sözcüğün asıl anlamı “bir sonraki an/zaman/durum” dur. Bu demektir ki, içinde bulunduğumuz şu dakikadan sonraki dakika, bizim için âhrettir, ahir zamandır.
Esasen, yapıp-ettiklerimizle er ya da geç dünyada da karşılaşmıyor muyuz? Âhiret, sâdece ölüm ötesi değil, burada da var çünkü determinizm hem fizikte, hem de fizik ötesinde işliyor, hem de hiç şaşmadan…

Determinizm kavramı kapsamında cennet-cehennem kavramlarından anladığımız da budur: Cennet-cehennem konusunun simgesel yanı çok tartışılmıştır. Cennet ile cehennem mekânlar mıdır, yoksa haller mi? 20. Y.Y.’ın en büyük İslam düşünürlerinden Prof. Dr. Muhammed İKBAL(ölüm 1938)’in ve ünlü müfessir Ömer Rıza DOĞRUL’un da içinde bulundukları bir gurup büyük düşünür, cennet ve cehennemi belirli mekânlar değil, haller olarak kabul ettiklerini ifade etmişlerdir(6).

Son iki paragrafımızda ele aldığımız cennet-cehennem halleri ebedi olmadığı gibi, ALLAH’ın kullandığı(özellikle de cehennem) bir intikam aracı da değildir. “ALLAH zulmetmez, kişi kendi kendine zulmeder…” mealindeki ayetler: Nahl 118, Tur 18, Ali İmran 108, 117, Fussilet 46, Enbiya 44, 47, Enfal 51, Hud 101. Beşer(özellikle de kendini bilmez ve dünyasallaşmış beşer) esasen sadece zalim değil, aymaz ve azgındır da(İbrahi 34, Ahzab 72, Bakara 30, Şura 30, Enbiya 44, Alak 6). Kendini bilmez beşer, “acıması sınırsız ve affedici”(Rauf ve Gaffar) olan ALLAH’ın tüm uyarılarına ve başına gelen(ve elbette ki yapıp ettiklerinin sonucu) sıkıntılı olaylara/durumlara rağmen, hâla kendi kendine zulmedecek kadar da aptaldır/budaladır. Budizm de kendini bilmez’in karşılığı “aptal” dır. İşte bu tür aptallarla ilgili birkaç Budist özdeyiş:
* “Tembel ve obur kişi pislik içinde yaşayan bir domuz gibidir. Bu aptal kişi, öldükten sonra, ölümlü bir yaşam daha
sürmek için bu dünyaya yeniden gelir.”
* “Aptal ve cahil kişiler dikkatsiz ve hiçbir zaman gözlemci olmayan kimselerdir. Ancak gözlemci bir yaşam süren
insanlar yaşamın değerini bilir.”(7)
* “Kendini akıllı sanan kişi aslında aptal bir kimsedir. Aptallığını görebilen bir kişi ise, hiç olmazsa o konuda akıllı
olur.”
* “Aptal kişi için, acıyı getiren sonuçlar ortaya çıkıncaya kadar yanlış davranışlar tatlı görünür(8); ancak sonuçlar
ortaya çıktığı zaman, aptal kişi yanlış davranışlarının acı meyvelerini yemek zorunda kalır(9).
Kur’an’da da bu gibi kendini bilmezler için değişik sıfatların yanı sıra “beyinsizler” sıfatı da kullanılmıştır(10).

Sorumluluk:
Birey, müsebbibi(neden olduğu) eylemlerden ve uzantılarından sorumludur. Esasen, özgürlük varsa, sorumluluk da vardır. Ancak kayda değer şeylerden(içsel gelişim açısından gerekli ve önemli olan şeylerden) kendimizi sorumlu tutmak/hissetmek istiyorsak, seçme özgürlüğü hakkımızı kullanmada da titizliği elden bırakmamalıyız. Günümüz klinik psikolojisinin önemli isimlerinden olan Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Sorumluluk duygusu, kişinin ‘hedef piramidi’ni belirlemesinde ve bu hedefleri gerçekleştirmesinde kilit duygulardan birisidir.”(DUYGULARIN DİLİ, Timaş Yayınları). “Hedef Piramidi” yaşamımızdaki işlerin önem ve önceliklerini belirlememize yarar. Bu sıralamada tepe noktada, realitemiz gereği en yaşamsal önemdeki konular/amaçlar bulunur. Osmanlılar’dan kalma olduğu söylenen bir ifadeyle, “Ehemmi, mühime tercih etmek”(Önemliyi, daha az önemli olana yeğlemek) bu durumu yansıtan veciz bir ifadedir.

Kişinin böyle bir duyarlılığı olmaz ise, gereksiz detaylarda boğuşurken “piramidin tepesi” nden sapar. Yani sorumluluk duygusu, bireyin kusur işlemesine engel olmasının yanında, zaman zaman gereksiz detaylar çıkmazında zaman yitirmesine de neden olabilir. “Şeytan ayrıntıda gizli” olduğu gibi, başarı da ayrıntıda gizlidir. Önemli olan bu ikisi arasındaki dengeyi(orta yolu, sıratı mustakim) yakalamaktır. Elbette ki, sorumluluk duygusundan kaynaklanan detaycılık amaca(“Piramidin tepesine” çıkan basamaklara) yönelikse yararlıdır.

Sorumluluk duygusunun başka bir boyutu da toplumsal sorumluluktur. Yani, toplum yararına ve “elci”(diğerkâm) denebilecek sorumluluklarımız. Toplu halde yaşamanın gereklerinden biridir bu. Toplumsal adâlet ancak; zayıflardan, muhtaçlardan, zor durumda kalanlardan, eğitim(âdap, edep, terbiye) özürlü çocuklarımızdan ve gençlerimizden de sorumlu olduğumuz düşünülerek sağlanır. Yarışma, rekabet ve sömürü ilkesine dayanan kapitalist sistem; kamu yararından çok, güçlü olanın ayakta kaldığı, zayıfın eriyip güçsüzleştiği bir düzen geliştirmiştir. Demokrasinin boşluklarından ve nimetlerinden bencilce ve sömürgen bir zihniyetle yararlanıp, insan haklarını ihlale yönelik uygulamalara tepki göstermek her aydının(akıl gönül sahibi salih kişinin) sorumluluğudur.

İnsan haklarını hiçe sayıp, kamu talanına neden olan zihniyet mensupları yapıp ettiklerinin sonuçlarıyla(Determinizm Yasasına göre) er ya da geç nasıl karşılaşacaksa, bu çarpık uygulamaya insanî değerler çerçevesinde sağduyu ve vicdan özgürlüğü gereği olarak tepki verenlerde yapıp ettiklerinin sonuçlarıyla karşılaşacaktır. Kabaca “iç disiplin” anlamına gelen vicdanın sınırlarını da sorumluluk duygusu belirler. Bu içsel eğilim sorumluluk duygusundan yardım alarak seslenir bize. Ama kendini bilmez benlik(Budizm’deki “aptal”, Kur’an’daki “beyinsiz”…) bu sese çoğu zaman kulak tıkar ya da bencilce nedenler ve tevillerle kılıf uydurur. Elbette ki, bu tutumdan vazgeçmediği sürece telâfisi zor eprövlerle(yaşam sınavları) uğraşması kaçınılmaz olur.

Görülüyor ki insanlaşarak İlâhi Yasalara uyumun gereği de kendini tanıma/bilme kapsamındaki iç disiplindir. Bu da, vicdan ile sorumluluğu yan yana getirmekle olasıdır. Bu demektir ki, vicdanlı olmaya yönelik iç sorumluluk bilinciyle yetiştirilmemiş çocuk
eğitilmiş sayılamaz. Ne yazıktır ki günümüz okullarında sade öğretim yapılıyor, eğitim değil. Bencillikten kurtarılamamış çocuk/genç eğitim özürlüdür. Günümüz gençliğinin durumu ve sorunlarıyla ilgili, ne yazık ki içler acısı gerçekler Prof. Dr. Erdal ATABEK’in eserlerinden öğrenilebilir.
Determinizm Yasası hiç şaşmaz bir şekilde sürekli çalışıyor: 21. Y.Y.’ın maddeci modernizmi, vicdanın önemini unutturan, dünyasallaşmayı öne çıkaran ve dolayısıyla da içsel sorumluluk bilincini körelten sonuçlar üretti. Semavi dinlerin, yayılmasından önce egemen olan pagan kültürü doğa güçlerine saygılıydı ama vicdanın gereklerini tam olarak uygulamaya koyamamıştı. Bunun sonucu olarak bir kimse, yakalanmadığı sürece hırsızlık yapabilirdi(11). Pagan dönemin bazı erdemsizlikleri kılık değiştirerek ve daha da sinsileşerek sözde “modern” 20.Y.Y’da da ortaya çıktı. İnsanî değerlerden nasipsiz bazıları, yasalara ters düşmediği taktirde ya da yasaların ve demokrasinin boşluklarından yararlanarak gayri ahlâki davranışları hoş görür ya da görmemezlikten gelir oldular. Ancak, “istediğimi yapabilirim”(nefsanî özgürlük…) düşüncesi toplum üyeleri arasında, toplumsal bağların zayıflamasına; yalan, şiddet, suç, bencillik, hatta kana susamışlık gibi beşeri kusurların yaygınlaşmasına yol açmıştır. Toplum, birer “toplumsal yara” hâline gelen bu kusurların sonuçlarına katlanmaya ve eğer becerebilirsek bu durumdan içsel gelişim yönünde yararlanmaya(örneğin, her şeye rağmen dürüst kalmaya, erdemlerden ödün vermemeye ve sabırlı olmaya…) mecbur kaldı.

Peki, çözüm nerede aranmalı?(Prof.Dr. Erdal ATABEK’in çok ustaca ele alıp irdelediği ve gözler önüne serdiği) “yitirilmiş değerlerimiz” i vicdansal bir sorumlulukla yeniden kazanmaya çalışmaktır. Gerçek çağdaşlaşma, modernleşme ve insanlaşma bu yolla gelecektir. Makro kozmosu ve mikro kozmosu(bedensel beni) yaratan güce karşı sorumluluk duymak ve erdemler yönünde yaşamaya çalışmak vicdanı yeşertecektir. Vicdan, sonsuz yüceliklerin bireydeki en uç noktasıdır. Kişi yazılı kurallara yasa ve polis korkusuyla uyar. Örneğin, kapalı mekânlarda sigara içmemeyi ancak yasa ve polis korkusuyla kısmen durdurabildik… Ama İlâhi Yasalara bilinçli olarak uyumun gereği, kendini tanıma duyarlılığı ve idraklenme cehtiyle gelen iç disiplindir. Bu da, nefsin kabalığını/vahşiliğini gidermek ve duyguları kontrol altında tutmakla olasıdır. Bireyde vicdan ile sorumluluğun yan yana gelmesi ve at başı gitmesi o zaman gerçekleşecektir. Sorumluluk duygusunun geliştirilmesi konusunda dipnot-11’deki değerli kaynak eserden yararlanılabilir.

Kutsal Metinlerde:
Deterministik işleyişin toplum düzenindeki ve insan psikolojisindeki yansımalarını kısaca gözden geçirdikten sonra, konunun kutsal metinlerde nasıl yer aldığına bakalım. Örneğin, Kur’an açık ve net bir biçimde, “sorumluluğun şahsiliği” ilkesi üzerinde duruyor. Meâlen, hiç kimse ne büyüklerinin, ne de çocuklarının manevi üstünlüğüne bağlı olarak sonsuz kurtuluşa erebilir ve ne de onların günahlarından sorumludur(Fatır 18). Dolayısıyla herkesin yaptığının ya da ihmâlinin sonucu/sonuçları kendinedir. “Kim zerre kadar bir hayır işlerse; onun mükâfatını görecek ve kim de zerre kadar bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” - Zilzal 7+8. Şu deterministik işleyişin güzelliğine ve İlâhi Adâletin şaşmazlığına bakar mısınız !

İçsel gelişime ve İlâhi İradeye uyan/uymayan fiillerimiz(düşünce ve niyetlerimiz de dâhil) yok olmuyor ve sanki evrensel bir kompüter bünyesinde(hafızasında) saklanıyor ve varlık sonsuz tekâmül gidişi boyunca bu kayıtların geribildirimleriyle er ya da geç kaçınılmaz olarak karşılaşıyor. Bu karşılaşma/yüzleşme yakın gelecekte de olabilir uzak gelecekte de; yani, şu bedenli yaşamda da, beden ötesinde de… Bu durum Kur’an’ın konuyla ilgili bazı ayetlerinde, “…her kişinin fiillerini kendi boynuna taktık…” şeklinde ifade bulmuştur(İsra 13 + 14, Yasin 65).

Yukarıda son iki paragrafta anlamını bulan, “herkesin kendi edimlerinden sorumlu olması ilkesi” ile ‘uydurulan Hıristiyanlık’taki asırlık kilise dogmalarından birinin yıkılması hedeflenmiştir. Bilindiği gibi “Pavlus Hıristiyanlığı”ndaki “ilk günah”(ya da “ebedi/doğuştan günahkârlık”) dogmasıyla Batı(Hıristiyan) toplumları hâla kandırılmaktadır. İlk kez Pavlus’tan duymuş ve gülüp geçmişlerdi. Ama zaman içinde Katolik Kilise’nin baskısı ve saptırıcı empozisyonlarıyla bu “ilk günah” kandırmacası olanca ağırlığıyla Hıristiyanların yaşamlarını şekillendirmeye başladı. İşin kötüsü, “ilk günah” olmadan vaftiz de olmuyordu. Bu olmayınca da kilise’ye katılarak tüm öteki günahlardan kurtulunmuyordu. Görüldüğü gibi bir yalanı savunmak için daha büyük bir yalan uydurmak gerekiyor. Elbette ki bunu yapanlar, katlanarak büyüyen veballer altına giriyor. Zaten her şeyin şaşmaz Determinizm Yasası altında sürüp gittiği evrende başka türlüsü düşünülemez. Kilisenin bu yoğun baskısı doruk noktasına 11. Y.Y.’da ulaştı ve öylece sürdü. Havva, hep o “şeytan” a uyarak erkeğin mâsumiyetini kirleten dişi olarak gösterildi durdu. Bu sapmışlık günümüze kadar sürdü ve 21. Y.Y.’da hâla “kadın hakları istismarı” gibi beşeri bir ayıbımızı düzeltmeye çalışıyoruz.

Nihâyet 1209’da kilise babaları büyük bir Haçlı Ordusu kurarak, kendi uydurdukları dogmalara göre “dinden sapmış kişi”(heretik) olarak kabul ettikleri kendi cemaatlerinden insanları soykırıma uğrattılar. “Cathere” diye bilinen bu soykırım sırasında yaklaşık bir milyon kişi katledilmişti. Ortaçağ Kilisesi’nin sapmış ruhban sınıfı burada da durmamış 15. Y.Y.’da bu kez de, ebe kadınların büyü ve sihirle uğraştıklarını(ayrıca, doğum yapan annelere yardım ettiklerini) öne sürerek, yaklaşık 2 milyon kadını diri diri yaktırmıştı. Bununla da yetinmeyip; dul kadınların, kocalarından kalan miras haklarını gasp ederek(mallarına ve arazilerine el koyarak) kilise hazinesine aktarmışlardı. Peygamberleri Yüce İsa Nebi’nin özgün öğretisindeki tüm uyarılara rağmen bu sözde din adamlarının tarihe mâl olmuş bu sapmışlıkları sergilemeleri ibretlik olaylar olarak karşımızda duruyor(12).
Kur’an’la yapılan düzeltmelere, uyarılara ve dikkat çekmelere rağmen bu sapmışlıkların bir kısmının hala sürüyor olması ve hatta bunlardan bir kısmının kılık değiştirerek “dincilik, Ilımlı İslam ve Yeşil Kuşak” şeklinde İslam ülkelerine bulaşış olması da ayrı bir trajikomiklik… Biz, şimdi, “herkesin yapıp ettiği kendinedir.” diyerek, tekrar ana konumuza dönelim. Herkesin yaptığı muhakkak ki kendisine döndürülecektir(Kur’an, Mücadile 7).

Kur’an’dan öğrendiğimiz ve çevremizde gördüğümüz kadarıyla, ALLAH; tüm oluşları bir takım nedenlere bağlamış ve bizlere de bunlar üzerinde fikir oluşturmayı görev olarak yüklemiştir(Bu konuda fikir oluşturan Fabio Marchesi’nin RUHUN FİZİĞİ adlı eser okunabilir) . Bu nedenlerin bir kısmını biliyoruz ama bilmediklerimiz bildiklerimizden daha çok. Kimimiz( daha doğrusu fikir çilesi çekmeyenler, bu zahmete katlanamayanlar) nedenini bilmediğimiz olaylara “tesadüf” demekte buluyor işin kolayını. Bu tutum, bir bakıma kaçış oluyor elbette ki… Ya da şimdilik bilinemez olanın karşısındaki aczini kabullenememek… biz ALLAH’ın kudretinin sınırsızlığına inanmak fakat o kudretin belirmiş sonuçları üzerinde düşünmek ve hatta değerlendirmek zorundayız. Düşünmek, akıl etmek, aklı işletmek vb. Kur’an’da en çok yinelenen kavramlardır.

Kıyamet Gününde Ödül:
Hz. Muhammed’in gerçek hadislerinden biri bizim şimdiki konumuzla ilgili: “Ben sizin, kıyamet gününde ödülü en büyük olanınızım. Çünkü ben; hem kendi amellerim karşılığında, hem de bana uyanların amelleri karşılığında ödül alacağım.”(13). Buradan anlıyoruz ki, kişi; hem yaptığı iyiliklerin karşılığını alacaktır, hem de yapılmasına vesile olduğu iyiliklerin. Bu demektir ki kişinin sergilediği/sergileyeceği hayra yönelik bir iş, deterministik bir kesinlik ve şaşmazlık ile kendisine dönüyor. Başka bir hadisinde de şöyle demiş Muhammed: “Kim bir hayra delâlet ederse, o hayrı işleyenin elde edeceği karşılık ona da aynen verilir.”(13). Görüldüğü gibi hiçbir etki(dolaylı bir etki de olsa) karşılıksız, geri dönüşümsüz kalmıyor. 900 yıl öncesinden bizlere seslenen Yusuf Has Hacip de çok farklı bir şey söylememiş: “Sürekli iyilik yap ki, kendinde iyilik bul.”(KUTADGU BİLİG, Antik Şark Klasikleri).

Fitne, Bir Fıtrat Yönetimi :
Türevleriyle birlikte yaklaşık 60 kadar Kur’an ayetinde geçen “fitne” kavramı, konumuz determinizme ilgili sözcüklerdendir. İyi ile kötüyü, arı ile kirliyi, doğru ile yalanı/yalancıyı ayırmaya yarayan bir fıtrat yöntemidir “fitne”. Bu duruma göre fert ya da toplumun, arındırılması gereken curuf ve pisliği ne kadar çoksa, fitnesi de o kadar yoğun olacaktır. Bununla bağlantılı olarak, beşeriyet/fert; kirlilik oranı yükseldikçe fitneye daha çok maruz kalacaktır.

Nasıl ki çeşit çeşit fitneleri bünyesinde barındıran ve faaliyete geçiren savaş da büyük bir fitnedir. Birey(ler) her şeyle olduğu gibi savaşla da sınanır ve savaşlar ile pek çok beşeri pislik ve iğrençlik ortaya çıkıverirse; daha doğrusu, önümüze konuverir, sanki “elimizin karası yüzümüze vurulur…”. Yapıp ettiklerinin sonucu olarak beşerin/beşeriyetin şu ya da bu şekilde fitne ile sınanması budur.

Kur’an fitneyi bir tekamül aracı olarak göstermekte ve beşeriyetin, fitne ile sürekli denemeye(eprövlere, yaşam sınavlarına) tâbi tutulduğunu belirtmektedir. “İnsanlar ‘inandık’ demeleriyle bırakılacaklarını, hiçbir fitne ile sınanmayacaklarını mı sandılar. Andolsun ki, biz senin muhataplarından öncekileri de fitne yoluyla sınamışızdır…”- Ankebut 2, 3.

İlâhi Murad, bireyi sınamak olduğuna göre; negatif değerler kadar pozitif değerler de fitne konusu olabilir. Fitne konusu olan şey, ne türden olursa olsun; bize gelen, önümüze çıkan bir etkidir(nedendir). Etkiye vereceğimiz tepki de bir sonuçtur. Bu sonuç da başka bir olgunun/başlangıcın nedenidir ama bu sonuç(tepkimiz) bizim genel tekâmül düzeyimiz hakkında bir ipucudur, bir ölçüm sonucudur. İnsan, varlıkla da sınanır, yoklukla da, hayırla da, şerle de… Enbiya Suresi 35’te işin esâsı şöyle konmuş ortaya: “Biz sizi bir sınav olarak hayır fitnesiyle de sınıyoruz, şer fitnesiyle de…”

Fitne hangi türden olursa olsun; karşımıza çıkmışsa, kendi fiillerimizin sonucudur ve elbette ki lâyık olduğumuzla karşılaşmışızdır. Bu durumda beşeri yaşam; kuşbakışı bir görünümle, fitneler silsilesidir çünkü her şey sınanma aracıdır. Bundan amaç, enkarne varlığın iç kuvvetlerinin gelişmesi, varlıksal potansiyelinin ortaya çıkması(bedende tezahür etmesi). Bu açıdan bakıldığında bu da elbette ki bizleri geliştirici ilahi bir nimettir; kuşkusuz, yararlanmasını ve değerlendirmesini bilene… “Şunu kesinlikle bilin ki, sizin mallarınız da, evlatlarınız da birer fitnedir.”- Enfal 28, Tegabün 15). Kur’an başka bir ayetinde de mal ve evlat çokluğuyla övünenlerin bu sınanmada başarısız olanlar olduğunu da söylüyor. İslam düşünürleri fitnenin boyutlarını/kapsamını ifadeye koyarken, şu deyimleri de kullanmışlardır(14): Mal fitnesi, ölüm fitnesi, yaşam fitnesi, zenginlik/fakirlik fitnesi, kadın/erkek fitnesi.

Günümüzde hepimiz içsel gelişim ihtiyaçlarımıza göre ve liyakatimize göre yukarıdaki konularda sınanıyoruz. Yukarıdaki paragrafta başarısız olduğumuzu belirttiğimiz mal ve evlat çokluğuyla övünmenin yanı sıra kırık not aldığımız başka bir sınav da “dünya/madde cazibesi” ne karşı verdiğimiz sınav. Bu konuda sadece bireysel boyutta değil, toplumsal boyutta da kayıptayız ve kusurluyuz. Çünkü dünya beşerinin bir kısmının dünya cazibesine yenik düşmüş ve parayı putlaştırmış olmasından dolayı gelir
dağılımındaki adâletsizlik(yoksul güney ve zengin kuzey) küresel ayıplarımızdan biri olarak karşımızda durmaktadır. Sadece batının zengin ülkeleri değil, Ortadoğu’nun sözde Müselman Arap Ülkeleri de bu beşeri ayıbın müsebbibi(nedeni) durumundadır. “Hikmet dolu”(Ali İmran 58) Kur’an’ın peygamberi Hz. Muhammed yüzyıllarca öncesinden bu konudaki endişesini şöyle dile getirmiş: “… ve onların(Müselmanların) sınanmaları dünya süs ve malıyla dünya zevklerinden olacaktır. Onlar, işte bu yolla fitneye maruz kalacaklar ve ahret için gayret göstermekten uzaklaşacaklardır.”(14).

Bugün yüce peygamberin öngörüsü aynen gerçekleşmiş ve söz konusu zaaflarından ve maddenin/dünyanın cazibesine yenik düşmelerinden dolayı Ortadoğu’daki Müselman ülkelerin yöneticileri Batılı Hıristiyanlar’ın işbirlikçisi ve taşeronu durumuna düşmüşlerdir. Dahası, günümüz Müselman toplulukları sâdece peygamberlerin değil, “Âlemlerin Rabbi’nden bir indiriliş”(Hakka 43) olan Kur’an’ın uyarılarına da yüz çevirmiş olduklarından dolayı, “başka topluluklar için bir fitne aracı” durumuna düşmüşlerdir(En’am 53, Furkan 20). Bu sapmışlıktan, Müselmanlar olarak üzülüyoruz ama duygusallıktan toparlanıp ve ibret alıp, kendimize dönmemiz gerektiğini de biliyoruz. Çünkü, konumuz olan determinizm ve İlahi Adalet gereği herkesin yaptığı kendine…(Fatır 18, Yunus 108). Sarık ve arap fistanı giyip sakal bırakmakla Müselman olunmuyor. Yukarıdaki ayetlerde ve Mâûn Suresi’nde yankılanan uyarıya hedef olmamak gerek. Kâmil insana düşen; varlık ve oluştaki ibretler tablosundan gereken dersi çıkarırken, doğrudan doğruya kendisinin sergilediği negatifliklerle fitne olmamasıdır. Bunun içindir ki Kur’an’daki özgün İslam’ın peygamberi yüce Muhammed ümmetine ısrarlı bir biçimde başkaları için fitne olmamalarını öğütlemiştir(Yunus 85, Mümtehine 5).

Tüm bunlardan ve zaten beşeri “mârifetlerimizden” olan çevre kirliliği, küresel ısınma ve de dünyanın genel konjonktüründen(politik + ekonomik koşullar) anlaşılmaktadır ki, dünya bir cadı kazanı gibi kaynıyor, fokur fokur… Bu kazanı dolduran yemeğin malzemesi çeşitli fitneler; yiyebilenler, daha doğrusu bunların müsebbipleri yesinler afiyetle! Söz konusu fitnenin tamamen ortadan kalkmadığı bir dünyanın hakkı(yani, yapıp ettiklerinin sonucu) elbette ki mutluluk olamaz. Ekonomik krizle, politik skandallarla çalkalanan sözde gelişmiş AB ve ABD… Servetle şımarmış, hak duygusunun çeşitli kurnazca tevillerle kılıflandığı bu ülkelerde her türlü ahlaksızlığın da çağdaşlık ve özgürlük adına sergilendiği göz önüne alınırsa söylenecek bir şey kalmıyor zaten… Bu arada unutmayalım ki, hak duygusunun bir toplumla erozyona uğraması, o toplumda yozlaşmanın belirtilerinden biridir. Ülkemiz yöneticileri de bu durumda olan AB’ye girmek için hala yırtınıp duruyor… Ne iştir! İşte determinizm: “hak duygusunun erozyona uğraması ve hukukun üstünlüğünün yok edilmesi” neden, “toplumsal yozlaşma” da sonuç… Bu “sonuç” da, elbette ki başka olumsuzlukların nedeni… Determinizm hiç şaşmadan işliyor. Bu, beşerin kendi kendine zulmü ve budalalığı değil de nedir?

Durum böyle iken, fatalistik bir kader anlayışıyla “alnımıza böyle yazılmış…” hezeyanı ile kabahati ALLAH’a yüklemenin bir anlamı olur mu? Bu hezeyana kargalar bile gülerdi. Determinizm denince, genellikle ilk akla gelen kavramlardan biri “fatalizm” dir. Yeri gelmişken, birkaç cümle ile fatalizme de değinelim:

Fatalizm:
Fatalist bakış açısına göre, dünya her olay ve hareket, “ön bir hüküm” ile ezelden ALLAH tarafından belirlenmiştir. Bunların değiştirilmesi olası değildir(“alın yazısı”). ALLAH’ın iradesi dışında beşeri ya da varlıksal(cüz’i) irade söz konusu değildir. Böylece insanların iradi etkinliklerinin, cehit ve gayretlerinin hiçbir anlamı kalmadığı gibi, yapıp ettiklerinin değerleri de sıfır olmaktadır. Yani tüm varlıklar birer robottan başka bir şey olmamaktadırlar.

Yaşama fatalist bakış açısından görünen bu ama şöyle bir gerçek de var: Tekâmül dediğimiz olmazsa olmazın, bu kozmik olgunun görgü ve deneyimle ortaya çıktığını biliyoruz. Görgü ve deneyim ise varlıkların doğrudan doğruya kendilerinin cehit ve gayretleriyle(özellikle de “idraklenme cehti” ile) iradelerini serbestçe kullanmaları suretiyle ancak kazanılabiliyor. Şu halde tekâmül, bir emek ürünü olarak kazanılmış bir liyakattir. Cehit ve gayret karşılığında lütfedilmiş ilahi bir ihsandır. Hatalarımızın/kusurlarımızın bizde uyandırdığı sıkıntı, hatta ıstırap hâleti; bizim bir daha aynı hatayı yinelemememizi sağlayacak en kuvvetli yardımcımızdır. Kendi edimlerinin yaratıcısı olmayan varlıkların(sanki birer robot gibi), bu anlamda şuurlanıp tekâmül etmeleri olası mıdır? Öyleyse, tekâmül mâdemki bir gerekliliktir ve bu olmazsa olmaz için irâdi etkinliğe bağlı cehit ve gayret sergilenmesi gereklidir. Durum böyle olunca da, yukarıda tanımını verdiğimiz fatalistik düşüncenin geçerli olmaması gerekmez mi…(15)
_ O0o _

Dipnotlar:
(1) RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER-1, Sayfa:15(Ruh ve Madde Yayınları).
(2) RUH VE KÂİNAT, Cilt 1, Sayfa 104.
(3) Kur’an, Kamer 54/49 + 50 : “Gerçekten, biz her şeyi bir takdir ile yarattık.”.
(4) Yaradan’a ait olan Müteal Fikrin uygulayıcıları; yani Müteal fikri, Müteal Fiile dönüştüren varlıklardır(Sadıklar Planı Teb. Celse-2).
(5) Bu konuda deneysel çalışmalara dayalı kanıtlanmış bilgiler ve örnekler için bkz. RUHLAR ARASINDA, Dr. Bedri RUHSELMAN.
(6) TANRI BUYRUĞU- Ömer Rıza DOĞRUL, RECONSTRUCTION OF RELIGIOUS THOUGHT- Muhammed İKBAL, 400 SORUDA İSLAM- Yaşar. N. ÖZTÜRK.
(7) Bu anlamda sağlıklı bir gözlem ve bunun nasıl yapılacağı konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Sayfalar 26, 62, 262, 281.
(8) “Şeytan onlara, yaptıklarını süslü gösterip, şöyle demişti: “Bugün size galip gelecek kimse yok, ben yanınızdayım…’”-Enfal 48.
(9) BUDİST VECİZELER, Gün Yayıncılık.
(10) “Beyinsizler” sıfatıyla ilgili ayetler: Bakara 142, Nisa 5, Cin 4, En’am 140, A’raf 66, 67, 155
(11) DUYGULARIN DİLİ, Prof. Dr. Nevzat TARHAN.
(12) VATİKAN VE TAPINAK ŞOVALYELERİ, Aytunç ALTINDAL.
(13) KENDİ DİLİNDEN HZ. MUHAMMED(Baskı 8, Sayfa 151), Yaşar N. ÖZTÜRK.
(14) KUR’AN’IN TEMEL KAVRAMLARI, Yaşar N. ÖZTÜRK.
(15) Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için, büyük irfan öncülerimizden Bedri RUHSELMAN’ın eşsiz eseri MUKADDERAT ve İCABAT’a başvurulabilir.

Yararlanılan Eserler:
* KUR’AN
* RUH VE KÂİNAT – BEDRİ RUHSELMAN
* RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER
* SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ
* RUHLAR ARASINDA, DR. BEDRİ RUHSELMAN.
* TANRI BUYRUĞU- ÖMER RIZA DOĞRUL
* RECONSTRUCTION OF RELIGIOUS THOUGHT- MUHAMMED İKBAL
* 400 SORUDA İSLAM- YAŞAR. N. ÖZTÜRK.
* BUDİST VECİZELER, GÜN YAYINCILIK.
* DUYGULARIN DİLİ, PROF. DR. NEVZAT TARHAN.
* VATİKAN VE TAPINAK ŞOVALYELERİ, AYTUNÇ ALTINDAL.
* KENDİ DİLİNDEN HZ. MUHAMMED(BASKI 8, SAYFA 151), YAŞAR N. ÖZTÜRK.
* KUR’AN’IN TEMEL KAVRAMLARI, YAŞAR N. ÖZTÜRK.
* MUKADDERAT VE İCABAT, DR. BEDRİ RUHSELMAN