Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

9 Aralık 2018 Pazar

MESNEVİ DİZELERİNİN DÜŞÜNDÜRDÜRLERİ AKIL KAVRAMI

MESNEVİ DİZELERİNİN DÜŞÜNDÜRDÜRLERİ
AKIL KAVRAMI
HAZIRLAYAN: Selman GERÇEKSEVER
Aristoteles ve hocası Eflâtun başta olmak üzere kadîm ilkçağ filozoflarından Kur’an’a, Kur’an’dan sonra da ilk İslam filozoflarına ve M. Celaleddin’e kadar pek çok öğretide “akıl” kavramının üzerinde önemle durulduğunu görüyoruz. M. Celaleddin’in “akıl” konusunda ne dediğini onun Mesnevi dizelerinde görmeye geçmeden önce; aklın önemine, özellikle de “işlevsel akıl” ın önemine değinerek bu yazımıza da bu şekilde bir giriş yapmak istiyoruz:

Mesnevi’nin Kur’an’la olan bağlantısından dolayı (çünkü M. Celaleddin birçok dizesini Kur’an ayetleriyle bağlantılı olarak kaleme almıştır) hemen belirtebiliriz ki; Kur’an’da aklın önemini vurgulayan pek çok âyet bulunur. (Zümer 17+18, Bakara 269, Ali İmran 7, Maide 58, Yunus 100). İleriki paragraflarımızda, bu âyetlerin bazılarına ve başka âyetlere Mesnevi dizelerine gönderme yapıldığını, dayanak belirtildiğini göreceğiz. Günlük yaşamda pek çok konuda sürekli seçim yapmak durumunda olduğunuzu ve seçimlerimizle yakın / uzak vâdede karşılaşacaklarımızı; dolayısıyla isabetli, yani doğru bildiklerimize, insani değerlere ve hak ihlaline neden olmayacak seçimler yapmak durumundayız. İşte burada aklın önemi ortaya çıkıyor. Aklımızı pozitif yönde, insani değerler yönünde kullanmak durumundayız. Bunun için, aklımızı nefsin egemenliğinden ne kadar kurtarabilmişsek , içsel gelişim yönünde Bütün’ün hayrı ve kendi hayrımız için o kadar isabetli adımlar atabiliriz. Yukarıda adını rahmetle andığımız ilk İslam Filozoflarından Kindî (ölüm 252/866) akıl konusunda (“kötülük” le bağlantılı olarak) şunu söylüyor: “…buna rıza gösteren akılsızın biridir. Çünkü akıl her şeyi yerli yerine koyar. Aklından yoksun olan ise; şeyleri yerli yerine koymayıp , onların olması gerekenin tersi bir durumda bulunduklarını zanneder.” (1) Konuşurken bile sözcük seçimlerimiz ve düşünce çizgimiz akla, sağduyuya uygun olmalıdır. Ünlü filozof Eflâtun; bireydeki açgözlülüğü / doymazlığı domuza, öfkeyi köpeğe, ama akıl gücünü meleğe benzetmiştir. O kişi, melek düzeyinde olunca, ALLAH’a yakın benzerlikte biri olmuş olur (2). ALLAH’ın “alîm” ve “âlim” isim sıfatları da sanki aklı çağrıştırıyor (bkz. İnsan 30, Tahrim 2, Züfruf 9+84, Fatır 38, Rûm 54, Nahl 70, Hicr 25, Ra’d 9).

En basitinden en karmaşığına kadar her şeyi ve bu arada ALLAH’ın ayetlerini anlamak da akıl ile olasıdır. Bu ise aklı isâbetle ve dirâyetle kullanmak ile olasıdır. Buna “aklı işletmek / çalıştırmak” deniyor; yani, “işlevsel akla sâhip” Kişi için sadece akla sahip olmak yeterli değildir, onu çalıştırmak / işletmektir esas olan. Dahası “işlevsel akla sâhip olmamayı” “akılsızlık” olarak niteliyor Kur’an. Benzer şekilde; bakıyor ama görmüyorsan “körsün”. Bu durum Kur’an’da mealen, “gözleri var görmez, kulakları var işitmez…” şeklinde ifade konmuştur (bkz. A’raf 179).

Yukarıda değinip geçtiğimiz “aklı isabet ve dirayetle kullananlar” (Ali İmran7) ifadesi bazı Kur’an çevirilerinde kısaca “akıl – gönül sahipleri” olarak ifadeye konmuştur. Akıl – gönül sahibi olmanın” (“aklı isâbet ve dirayetle” kullanmanın) kapsamına girenler şunlardır: Düşünmek, ibadet ve öğüt almak cehaletten kurtulup hidayete ermek girer. Birey genel anlamda (üç temel kitap olan “Evren”deki “İnsan”daki ve “Kur’an” daki ) ayetleri değerlendirirken aklını bu şekilde (yani işlevsel
olarak) kullanabildiği ölçüde onu (aklını) içsel gelişim yönünde ve ALLAH’ın istediği şekilde kullanmış oluyor.

Aklı bu anlamda işlevsel olarak kullanmamak, akılsızlık anlamında tembellik oluyor ki bu, İslam öncesi câhiliye döneminden kalma ve ecdatperestlikle ilgili bit tavır oluyor. Bu gibiler tarihin her döneminde bulunmuştur. Fikir çilesi çekmek zahmetine katlanamayan bu “akılsızlar” a Ali İmran “akılsız” ecdatpereslere Bakara 170’de değinildiğini görüyoruz. “Onlara, ‘Allah’ın gönderdiğine uyun’ denildiği zaman onlar; ‘Biz, babalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan yürürüz’ derler. Ya ataları bir şey anlamamış ve doğruyu da bulamamış idiyseler?” Körükörüne taklidi yeğleyen akıl tembelliğinin kişiyi hüsrana sürükleyeceği / sürüklediği ortadadır. Bir kimsenin hafızası ne kadar geniş, mantığı ne kadar geniş, mantığı ne kadar muhkem olursa olsun, eğer aklını dirâyetle ve isabetle hayır yönünde kullanamıyorsa (yani kısaca, “akıl – gönül sahibi” değilse), temyiz yeteneği ve duyarlılığı yoksa, her muhakemesinin isabetsiz değilse bile bencilce olması olasılığı yüksektir. Akıllarını isabetle ve dirâyetle kullanamayanlar kolayca aldatılır, aldanırlar yani “sürüleştirilebilirler” ve sömürülebilirler. Bunların batıl itikatlara ve dogmalara yatkınlığı çoktur. Kur’an’daki “indirilen din” yanında, bid’atlerle dolu “uydurulan din” oluşturanlar da bunlardır. Biraz tahsil görmüş, “mürekkep yalamış” olanlardan aklını isabetle ve dirayetle kullanamayanlar ise, ideolojik akımların ve piyasanın çıkarcı çevrelerinin güdümüne kolayca girerek, bilgi birikimlerini hayra yönelik değerler üretme amaçlı kullanamazlar.

Böyle bir akıl, içsel gelişim yönünden (ki bu dünyada bulunuşumuzun gerçek amacıdır) sahibine ayak bağı durumundadır ki M. Celaleddin bu tâlihsizliği bir dizesinde şiirsel bir ifadeyle şöyle belirtmiştir:
“Akıl kişiye ayak bağı olunca;
Onu akıl sanma, yılan ve akreptir.”

Burada M. Celaleddin’in “yılan ve akrep” benzetmesinden anladıklarımızı yukarıdaki paragrafımızda açıklamaya çalışmıştık. Düşünürümüzün “yılan / akrep” benzetmesinde anlamını bulan nitelikte bir zihin sahibi kimse irâdesini de erdemler yönünde kullanamaz. Oysa ki, Kur’an’ın genelinden anladığımız kadarıyla, ALLAH’ın beşerden beklediği kendisine verilmiş olan akıl ve irâde güçlerini kullanarak duygularını, düşüncelerini ve yapıp ettikleri üzerinde düşünmek nefis muhasebesi yapmak ve insan onuruna yaraşır bir yaşam düzeyine ulaşmaktır.

M. Celaleddin’in “kişiye ayak bağı olan akıl” için kullandığı benzetmedeki “yılan ve akrep”; sinsi / “soğuk” oldukları kadar, son derece de zehirli ve zararlı yaratıklardır. Yılan ve akrep bu genel özellikleri ve tehlikeli durumlarıyla eğitilmemiş / edeplendirilmemiş nefse çok benzerler: Eğitilmemiş kaba nefs de çok sinsi ve içsel gelişimin önündeki en büyük engeldir. Bu bakımdan, nefsin kabalığı ve böyle bir nefsin egemenliği altında aklın girmiş olması birey için büyük tehlikedir. Akrep / yılan nitelikli böyle bir aklın, kişiyi ne zaman “sokacağı” da belli değildir. Bu aklın sahibi, böyle bir “akılsızlık” içinde fehim ve feraset sahibi olmadığı için görgü kurallarını rahatça çiğneyip, çeşitli hak ihlalleri (yani zulüm) de sergileyerek negatif karma yükünü sürekli arttırır. İslam kimlikli bir birey için, yukarıda sözünü ettiğimiz ecdatperestlik bağlamında örfü ilahlaştırıp; onu vahyin ve aklın
yerine geçirmek, akrep ve yılan nitelikli akla sahip olanların harcıdır. Dinler tarihinde, putperest kültürün mistik/ dogmatik kabulleri bu gibi “akılsızlar” ın gönlüne pranga gibi vurulmuştur.

Sâdece Kur’an gibi dinsel öğretiler değil, Mesnevi gibi seçkin inisiyatik öğretiler de, akıl ve irade gücünün kişiye içsel gelişim açısından yarar sağlayan her iyi alanda kullanması üzerinde ısrar eder. Çünkü önemli olan, bu güçlere sahip olmak değil, onları yerli yerinde kullanmaktır. Örneğin, akıl ve iradenin kullanılacağı alanların başında inançlar alanı gelir. Kişi hangi inanca sahip olursa olsun, o inancın derinine / niçinine / nasılına inmedikçe, o inanç konusu işlevsellik kazanamaz, idrak edilemez ve uygulamaya koyup yaşama geçirilemez. Böyle olmayınca da inanç kişiye içsel gelişim yönünde yol aldırmaz. İnancın bu düzeyde kalması yani idrak edilerek îman düzeyine çıkarılması dogmadan başka bir şey değildir. Dolayısıyla “Aklıma yatmıyor ama inanıyorum” anlayışı Kur’an’ın ruhuna tamamen yabancıdır. Şu iki ayeti anımsayalım: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün gidip gelişinde elbette aklını isabetli ve dirayetli kullananlar için ibret verici kanıtlar / işaretler vardır. (Ali İmran 187) “Biz onlara ufuklarda / dış dünyada ve kendi nefislerinde / kişinin iç dünyasında ayetlerimizi göstereceğiz ki, Kur’an’ın gerçek olduğunu iyice belli olsun.” Görülüyor ki, sadece Kur’an’ın değil, Mesnevi gibi inisiyatik öğretilerin de (eğer bizler için önemli ise) anlaşılıp, bir yarar sağlaması için (yine Kur’an ifadesi ile) “düşünülüp”, “akledilmesi” gerek. Bunda başarı için de, eğer varsa aklın “akrep / yılan” niteliğinden kurtarılması gerek. Bu yapılmadığı takdirde söz konusu bilgi kaynakları olan “nimetler” den yararlanmak bir yana, beşeri koşullandırmalara kapılarak aldanmak / aldatılmak çok olasıdır. Toplumları sürüleştirerek kolayca yönetmek isteyen hak ihlalcisi ve özgürlük düşmanı yönetimler bu yüzden bireylerin inançlarının dogma düzeyinde kalmasını ister. Kilise’nin karanlık Ortaçağ döneminde İsa Peygamber’in öğretisi bu yüzden tercüme ettirilmemiş, bununla da yetinilmeyip tahrif edilmişti. Hz. Muhammed’den sadece yüz yıl sonra da Emevi yönetimi, halkı daha kolay baskı altında tutup sürüleştirerek yönetmek için Kur’an’ı kendine göre yorumlamış, halkın Kur’an’a doğrudan ulaşmasını, anlayarak okumasını istememiş; bununla da yetinmeyerek pek çok hadis uydurmuştur. Bu örneklerde her iki tarafı da kusurlu / zalim ve zulüm kurbanı durumuna düşüren etmen (M.Celaleddin’in benzetmesi ile) “yılan / akrep” nitelikli akıldan başkası değildir.

M. Celaleddin’in üzerinde durduğu dizelerinde dikkat çektiği “yılan / akrep” nitelikli akıl; kuşku, kuruntu, yersiz korku ve batıl zehapların da nedenidir. Maddeci psikolojisinin de kapsamına girer bu istenmeyen durumlar Kur’an’da kısaca “vesvese” sözcüğünde toplanmıştır. Kendi vehmi tarafından aldatılmanı Sadıklar Planı Tebliğleri’ndeki karşılığının “imajinasyonun iğvasına kapılmak” olduğunu bu vesileyle burada anımsıyor ve bu bilgi külliyatının sahiplerini de şükranla anıyoruz. Bizler tam idrakli varlıklar olmadığımız ve bilginin de sonu olmadığı için derinlemesine gittiğimiz zaman aşırıya kaçarsak, aklımız ve imajinasyonumuz bizi kusura düşürebilir. Bilgiyi bilgi ile sınamak bunun için önemlidir. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. http://selmangerceksever.blogspot.com.tr/) Esasen “vehm etmek”, “hayaller aracılığıyla düşünmek” anlamına da geldiğinden, bu konuda dikkatli olmakta yarar var. Bununla birlikte, açıklamaya çalıştığımız anlamda vesveseye düşmeden iş yürütülürse ârif insana özgü bir durum ortaya çıkar ki, buna da “keşf ile nurlanmış vehm” deniyor. Darısı hepimizin başına…

“Kendi vehm ve kuruntularının etkisi altında bulunmak” anlamına gelen “vesveseye kapılmak / düşmek” Kur’an öğretisinde de yerini almıştır: Bu durum Bakara 168’de, “şeytanın adımlarını izlemeyin” şeklinde ifadeye konmuş ve Bakara 169’da da (şeytan / nefs) kastedilerek , “…o size kötülük ve çirkinlik, düzensizlik ve pislik emreder; ALLAH hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi buyurur durur” şeklinde bir uyarı eklenmiştir. Elbette, aklını basiretli ve dirayetli bir şekilde kullanabilen akıl – gönül sahiplerini nefislerinin (“şeytanın”) kandırıp, vesveseye düşürmesi çok zordur ama M. Celaleddin’in “yılan / akrep” benzetmesinde anlamını bulan niteliğe sahip akıllar bu performansı kolay kolay sergileyemezler. Açıklayalım ve hem Kur’an’ın, hem de M. Celaleddin’in uyarısına hak verelim:

Bireylerin vesvese içine düşmesi, büyük ölçüde onun aklının söz konusu niteliğiyle bağlantılı olarak zihinsel durumuyla ilgilidir. Çünkü beşeri zihin (özellikle de kontrolden çıkmış ve nefsin içindeki şeytanın güdümüne girmiş zihin) asla gerçekle karşılaşmak ve vicdanın uyarılarına kulak vermek istemez. Bunun nedeni; zihnin yollarlı ile gerçeğin yollarının kesinlikle farklı oluşudur. Bu durumdaki zihin / akıl sürekli güvensizlik ve dolayısıyla gizli ama sürekli bir endişe içindedir. Bu güvensizliğin ve endişeli olmanın (“anksiyete”nin) güdümü altında hemen hemen sürekli olarak sessiz konuşma halindedir (“zihin gevezeliği”) Beşeri zihnin bu durumda kendi başına yaptığı etkinliğin kapsamı içinde ve çok büyük ölçüde bireyin beşerî zaafları yönünde unsurlar vardır. Ayrıca bu durum bireyin asıl kendisi (yüksek beni) ile bağlantısının zayıflığının belirtisidir. Dolayısıyla geveze bir zihin; sadece her türden ibâdet ve meditasyon için önemli bir engel değil, aynı zamanda vesveseye kapılmaya da elverişli bir durumdadır. Durum böyle olunca, sadece vesvesenin önlenmesi bakımından değil, vicdan sesinin duyulması bakımından da zihnin sessizleştirilmesinde yarar vardır. Vesvese, korku ve endişe (anksiyete) içinde olmak, geveze zihne özgü durumlardır. Böyle bir zihne sahip bireyin aklını isabetli ve dirayetli olarak kullanmak şöyle dursun; her an o “akrep” ya da “yılan” tarafından sokulması söz konusudur. M. Celaleddin’in benzetmesi ne kadar yerinde, değil mi?

Nefsin elinden kurtarılmamış aklın, bireyi vesveseye ve “imajinasyonun iğvası” na (Sadıklar Planı Tebliğleri) sokması tehlikesinin zayıf bir olasılık olmadığını birkaç paragraf önce belirtmiştik. Şimdi o konuyu M.Celaleddin’in başka dizeleri üzerinden biraz daha sürdürüyoruz. Gerek nefsin (belli bir realitede) yeterince eğitilmiş olmamasından, gerekse duyguların kontrolsüzlüğünden yani duygusallıktan dolayı beşeri aklın sürçmesi her zaman olasıdır. Ergenlik yaşını geçmiş delikanlılığa merdiven dayamış genç hala çocuksu bencillikler içinde aklını isabetle ve dirayetle kullanamıyorsa, atalarımızın böyleleri için, bilgece bir uyarı üretmiş: “Deve kadar büyümüşsün, kulağı kadar hassasiyetin yok!” (3). Bu durumda olan gençleri zaman zaman sokaklarda görüyoruz üzülerek çünkü bize güven vermiyorlar. Atatürk de belki bundan yakındığı için “Bir genç her şeyden önce güven vermelidir.” gibi bir söz sarf etmişti… Duygusal karmaşa içinde olanlar da akıllarını isabetli ve dirayetli bir şekilde kullanamazlar. Bu durumda beşeri aklın (M.Celaleddin’in ifadesiyle) “sürçmesi” ve kişiyi zor durumda bırakması kaçınılmazdır. Mesnevi dizesinin tamamına bakalım:
“Belki konuyu genişletmek olasıdır;
Ama akıl ayağının sürçmesinden korkuyorum.”
İlk bakışta hemen anlaşıldığı gibi, bu dizelerde daha çok “imajinasyonun iğvası” tehlikesi hissettirilmeye çalışılıyor. Bir konu üzerinde enine boyuna ve derinlemesine düşünerek onu iyice irdelemek olasıdır. (Şimdi bizim yapmaya çalıştığımız gibi…) ama bu çalışma tamamen bireysel
zihnin inisiyatifine bırakılırsa, “aklın ayağının sürçmesi” olasılığı artar, konu gerçeklerden ortak doğrulardan uzaklaşır ve kişiselleşir. Çalışma / yorum / irdeleme bilgi ağırlıklı olmaktan çıkar ve belki “kurgu ağırlıklı” denilebilecek bir nitelik kazanır. Eğer çalışmamızın bilgi ağırlıklı olmasını yeğlemişsek akıl yürütmemizi; doğru bildiklerimize, doğru kabullere güvenilir kaynaklara dayandırmakta yarar vardır. Buna kısaca, “bilgiyi bilgi ile sınayarak” yürütülen çalışma şekli diyebiliriz.

Az önce paylaştığımız dizelerinde de M. Celaleddin, besbelli ki, üzerinde olduğu konuda irdelemesini bir hayli sürdürdükten sonra kendi kendine sanki bir “yeterlilik önergesi” veriyor ve duruyor. M.Celaleddin’in ki düzeyinde bir akıl da olsa, “sürçme” ve yanılma olasılığı sıfır değildir. “…Akıl ayağının sürçmesinden korkuyorum” deyip duruyor. M.Celaleddin’in “imajinasyonun iğvası” (yanıltması/ aldatması) konulu uyarısını, hatta tehlikesini başka bir Mesnevi dizesinde de görüyoruz. Para kazanma ve biriktiricilik hırsıyla bağlantılı olarak şöyle söylüyor:
“Para kazanma hırsı senin yolunu tutmasın!
Yanlış hayal seni kuyuya düşürür.”
Birey çeşitli beşeri konularda ve durumlarda hayal kurmaya meyyaldir. İmajinasyon (daha doğrusu “tasavvur” yaratma ve yaratıcılık açısından gereklidir ama bunda aşırıya kaçmak, “kuyuya düşmek” kadar tehlikeli olabilir. Bu nedenle bu konuda da dikkatli olmak; beşeri açgözlülüklere nefsin hevâ ve hevesine kapılarak aşırıya kaçmamak gerek.

Bununla birlikte, “aklım beni yanıltır” deyip de, biraz aklı zorlamamak yani fikir çilesi çekmemek de olmaz elbette. Zihin tembelliği anlamına gelen bu durumun makbul bir tutum olmadığını, tam tersine, düşünmemiz akletmemiz gerektiğini Kur’an âyetlerinden örnekler vererek daha önceki paragraflarımızda anlatmıştık. Kendi realitemizin ve aklı selimimizin elverdiğince ele aldığımız konuya; neden, niçin, nasıl sorularını sormadan onu bırakmamakta yarar var. Kur’an bile kendisini böyle bir irdelemeye ve eleştiriye açmışken ( Bkz. KUR’AN’I TANIYOR MUSUNUZ (Sayfa 138) Yaşar, N. ÖZTÜRK) her konuyu bu şekilde ele almakta özgürüz ve hakkımız var demektir. Ayrıca bunu yapmak durumundayız, zorunda değilsek bile. Çünkü bilmediklerimiz (üç temel kitaptan öğrenmemiz gerekenler) bildiklerimizin yanında bir “hiç” gibi kalıyor. M. Celaleddin, bu durumu şöyle yansıtmış dizelerine:
“ ‘Neden, Niçin?’ denilmeyen Hakk’ın işi akılla anlaşılmaz. ”
Eğer İlahi İrade’ye olabildiğince ve yapabildiğimiz kadar uyumlu yaşamak (ki buna “ibadet halinde” yaşamak da diyebiliriz…) bizim için önemliyse, O’nu anlama konusunda titizlik göstermemiz gerekir. Bunun içinde, aklı isâbetli ve dirayetli bir şekilde kullanma titizliği / dikkati içinde her şeyi sorgulamakta yarar var; esasen ALLAH’da bizden bunu istiyor: “Neden düşünmezsiniz / akletmezsiniz, hâlâ düşünmeyecek misiniz…” mealindeki ayetler için bkz. Neml62, Hakka 42, Sebe 9, Casiye 23, Enbiya 44, Kamer 15+17+32+40+42.

Mesnevi’nin bu dizesi “gayb” kavramını da içeriyor olabilir: “Hakk’ın işi akılla anlaşılmaz.” Yukarıda da belirttiğimiz gibi fizik ve fizik ötesi âlemle ilgili olarak bilmediğimiz yani bizler için “gayb” durumunda olan pek çok şey vardır. Sürekli yeni yeni şeylerin keşfini duyuyoruz. Kur’an’da mealen “Gaybı yalnız ALLAH bilir” deniyor. (Hûd 123). Gaybı bilmek ALLAH’a özgülenmiştir ama, ALLAH bizden, âyetlerini incelememizi, ibret almamızı, irdelememizi de istiyor. O halde her şeyin
bilgisine nüfuz etmek durumundayız. Gördüklerimizle yetinmeyip , görünenden hareketle görünmeye (gabya) nüfuz etmeye çalışmak sadece ALLAH’ın buyruğu değil, bilimin de yüzyıllar boyu yapmış olduğudur ve alimlerden Kur’an’da övgüyle söz edilir, bir alimin fikir çilesi içinde uykusuz gecelerin bilinen ibâdet şekillerinden üstün ve değerli olduğunu belirtmiştir, ALLAH, Kur’an’ında. (bkz. En’am 97, Ali İmran 7+190, Ankebut 49, Fatır 28, Fecr 27+30, Vaksa 7+21).

Geçmişte beşeriyet için “gayb” olan pek çok şey ve bilgi bu niteliğini yitirmiştir. Ama “gayb” nitelikli daha pek çok bilginin var olduğunu çok iyi biliyoruz. Bizler için şimdi “gayb” nitelikli olan birçok bilginin bizden daha üstün şuur düzeyinde olan varlıklar taraf bilindiğini de biliyoruz. Onlar zaman zaman bizlere bu bilgilerden bizim layık olduğumuz kadarını lütfediyorlar, elbette ki, ALLAH’ın izniyle. Bunlardan bildiğimiz en son örneği şükranla anımsamadan edemiyoruz. 2013 Nisan’ına kadar bilmediğimiz (yani bizler için “gayb” durumunda olan) pek çok bilgi İLAHİ NİZAM ve KAİNAT kitabının çıkış ile “gayb” niteliğini yitirdi. İşin daha da ilginç ve ibretlik yanı bu kitabın bilgi kaynağı olan planı, kendisinin de daha bilmediği pek çok şeyin olduğunu açıklıkla belirtiyor. Yüce M. Celaleddin’in belirttiği gibi, “Hakk’ın işi akılla anlaşılmaz” Hele kendinden habersiz; yüzlerinde nur, kalplerinde onur ve basiret bulunmayan câhiller bunu hiç anlamaz. Nefislerinin iştahını din sanan sapmışlar bundan habersizdir. Bu nedenle “sapmışlık” tam “kendini bilmezlik” ten kurtulup, “kalp temizliğine” yönelme ve yönlendirme konusunda Kur’an’da pek çok âyet vardır.

Her şeyin temelinde olduğu gibi câhilliğin de temelinde bulunan kendini bilmezlik ve dolayısıyla âdap, edep özürlü bir nefs her türden beşeri zaaf ve kusurların ana nedeni olmaktadır. Beşerin bu gelişmemişliğini ve ham yanını (akıl kavramıyla da bağlantılı olarak) M. Celaleddin bir mesnevi dizesinde “hayvanlık” olarak betimliyor. Bu arada cahil bireyin belirgin vasıflarını da şöylece veriyor:
“Cahilin lütfu ve merhameti azdır ve onların hayvanlıkları
akıllarından üstündür. Sevgi ve merhamet insanlığın,
hiddet ve doymazlık ise hayvanlığın vasıflarıdır.”
Sadece inisiyatik ve spiritüel öğretilerin değil, dinsel öğretilerin ve özellikle de Kur’an’daki İslam’ın temel konularından birinin câhillik olduğunu biliyoruz. Her türlü beşeri kötülüğün ve kabaca cüretkarlığın nedeni cehâlettir. Belirtilen öğretilerde, beşeri ve beşeriyeti kötülüklerden arındırmaya yönelik olduğu için , öğretilerin temelinde câhilliğe dikkat çekilmesi doğaldır. Ama yine de, içinde bulunduğumuz devre bitti bitecek, dünya beşeriyeti kötülüklerden arındırılmış değil. Demek ki bu cahillik, okullarda verilmeye çalışılan öğretimle, bilimsel ilerlemeyle, teknolojik gelişmeyle vb. ilgili değil. Bilimin son olanaklarını kullanarak; pek çok kötülüğe, katliama, soykırımlarına savaşlara ve teröre zemin hazırlanmaktadır.

Yüce M. Celaleddin’in de Mesnevi de sözünü ettiği bu cehalet, kişinin kendine karşı cahilliği, yani kısaca kendini bilmezliği ve bundan kaynaklanan “akılsızlık” türleri olmaktadır. Omurgasında kendini bilmezlik olan bu cahillik ve akılsızlık ile dünya beşeri rahmet dinini, zahmet ideolojisine dönüştürmüş ve yaşamı tırmandıkça dikleşen bir yokuş durumuna getirmiştir. ALLAH’ın rahmet dinini zahmet ideolojisine dönüştüren bu kara yürekli cahiller toplumların her kesiminde “baş belası” durumundadırlar. Bu anlamda cehâlet, bir bakıma ; gözlerde perde (Kur’an’da “körlük”) , kalpte örtü ve kulaklarda işitmeye engel bir ağırlıktır. Bu durumda olanlar Kur’an’sal ifadeyle “diri
olmayanlar” olarak Rum 52’de ve ayrıca da Hz. İsa öğretisinde ifadesini bulmuştur. (bkz. THOMAS’ın İNCİLİ, Ruh ve Madde Yayınları)

Yukarıda paylaştığımız Mesnevi beyyinesinde de gördüğümüz gibi, temel niteliği “akılsızlık” olan cahilin sâdece merhameti değil lütfü da (vericiliği/ fedakârlığı da) kıttır. Bir şey verse bile, onun ardından çıkarcılığa / ranta yönelik bir beklentisi vardır. Örneğin, câhil dincinin (kıldığı namaza, tuttuğu oruca karşılık) cennet beklentisi, erzak ve kömür dağıtan politikacının halktan oy beklentisi gibi…Halkın bilgisizliği ve duygusallığını sömüren emperyal zihniyet de esasen bundan başkası değildir…Bu gibilerin hegemonyaları ( egolarını yani “hayvanlıkları”nın) akıllarından üstün olduğunu M. Celaleddin yüzyıllar önce söylemiş bizlere. Bu durum, kadim Budizm öğretisinde üç zehirden biri olarak verilmiştir: Bu üç zehir; öfke, hırs ve cehalettir. Bunların üçü de edeplendirilmemiş nefsin niteliklerinden olup, böyle bir nefsin egemenliği altındaki akıl da bireyin başına beladan başka bir şey değildir. Bu kimsenin IQ’su tavan yapmış olsa da, birkaç fakülte bitirmiş olsa da, aslında “akılsızlar” sınıfının üyelerindendir.

Asıl konumuz olan akıl kavramıyla yakın ilgisinden dolayı akılsızlıkla bağlantılı olarak câhillik konusunu sürdürüyoruz: Mesnevi dizesindeki anlamda cahilliğe yenik düşenlerin “diri olmayanlar”, yani “ölü yaşamlar (“ceset olarak yaşayanlar”) anlamına geldiğini yukarıda belirtmiştik. Örneğin, “O kimse ki biz onu dirilttik…”(Kur’an) demek, “Biz onu cahillikten kurtardık…” demek oluyor. Bu anlamda “diri olmama durumu”nun anlayışsızlık anlamına da geldiğini Rum 52’de de görüyoruz: “Sen ölüye ve sağıra ; arkasını dönüp giderken , çağrısını duyuramazsın.” Bu Kur’an beyyinesindeki “ölü” (“diri” nin tersi olarak) “anlayışsız” demektir.

Temelinde akılsızlık bulunan anlayışsızlıktan kurtulmanın yolu elbette ki yaşam sınavları sonunda olgunlaşıp “pişmek” tir. İçsel gelişim ve olgunlukla gelen akıllılık ve anlayış böyle oluşuyor. Yani Bedri Ruhselman’ın ifadesiyle “deneyim ve görgü birikimini arttırmak…” Konumuzla ilgili bir atasözünde de bunu görüyoruz: “Akıl deneyim ile kemal bulur.” (3) Görgü ve deneyim birikimi bakımından belli bir düzeye gelmemiş kişinin elinde akıl yani “akısızlık” tehlikeli bir araçtır. Bu nedenle çok yerinde olarak “Akıl bir attır, dizgini arifin elinde gerek.” (3) Bu son iki atalar sözünde anlamını bulan akıl, bir bakıma (M. Celaleddin’in dizelerinde gördüğümüz “hayvan aklı” ile özdeş oluyor. Bu gibiler sadece kendilerine yönelik örgüt ve uyarılardan bir şey anlamamakla kalmaz, baktıklarında da görmezler. “Kafa boşsa göz işe yaramaz.” (3) demiş atalarımız. Aynı dikkat çekmeyi Kur’an beyyinesi olarak İslam’da da görüyoruz: “….kalpleri vardır anlamazlar; gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır işitmezler. Onlar 4 ayaklı hayvanlar gibidir…” (Araf 179). Bu durumda olan, yani korkunç bir cehaletin zebunu durumunda bulunan kişinin niteliklerini şöylece sıralayabiliriz: Gözleri donuk, yüreği katı, ibadeti Kur’andan kopuk, eli çolak, dili tutuk, edası mahkûm, işi korkaklık, ahlakı boyun eğme, üslubu yağcılık, bilgisi tekerleme.

Akıldan yoksun ve cehâletle yoğrulmuş olan bu gibilerin elbette ki ne kendilerine, ne de topluma yararı vardır. Dahası, bunlar aynı zamanda kolayca kandırılabildikleri için sürüleştirilerek yönetilmeleri hiç de zor değildir. Bu nedenle özellikle sömürü dinciliğine bulaşmış basiretsiz yönetimler için bu kitle paha biçilmez nimettir. Kişilerin câhil kalmasını (uyanmamasını / aydınlanmamasını isteyen) saltanat aracı bile bu yönetim zihniyeti yokluğa ve tükenişe teslim
oluşluğun toplumsal ya da siyasi boyutudur. Esasen her toplum / zümre kendi gelişmişlik düzeyine göre kendi liderini seçer. Hırsız çetesinin reisi, en kurnaz hırsızdır; terör unsurlarının lideri en gaddar ve acımasız terörist başıdır. Durum ve aslında apaçık amacı gerçek böyle olunca, o toplumun ; cehlin tasallutu ve taassubun kini ile yoğrulması, yani kaba eprövlerle boğuşması kaçınılmaz olur.

Görüldüğü gibi ve tarihten de bildiğimiz kadarıyla, toplum kendi “firavununu” kendi yaratıyor. Firavun nitelikli zalim yönetici “akılsızlar” dan oluşan seçmenler topluluğu tarafından seçimle işbaşına gelebileceği gibi, başlangıçta firavun nitelikli olmayan bir yönetici de zamanla zalimleşebilir. Tam idrakli varlıklar olmadığımız için, doğru yoldan sapmak her zaman olasıdır. Her iki durumda da akılsız, zâlimin zulmüne zamanında tepki verilmezse (ki bu, Kur’an’a göre zulümle ortaklık anlamına geliyor) o zalim zaman içinde giderek zalimleşir. Bu zalimleşmeden sadece o zalimin kendisi değil, o toplumda sorumludur ( en azından o zâlimi oylarıyla iş başına getirenler ve destekleyenler de vebal altına girmişlerdir). Bu gibiler için ALLAH, “özbenliklerine zulmetmiş olanlar” söylemini kullanıyor (Nisa 97). Hele bu zihniyetin mensupları (yönetenler ve yönetilenler olarak) ALLAH’ın dinini siyasete araç yapmışlar ise ilahi lânete müstahak oluyorlar. “ALLAH’ın laneti, zalimlerin üzerine olsun!” (A’raf 44) ALLAH’ın beşeriyete yönelik hitap şekillerinden biri olan Kur’an’da şunu da görüyoruz (Enfal 53): “ALLAH, bir kavme ihsan ettiği, o kavim öz nefsini değiştirmedikçe, değiştirmez.”

Görülüyor ki bütün sorun; dönüp dolaşıp temelinde kendini bilmezlik bulunan cahillikten ve akılsızlıktan kaynaklanıyor. Tüm kötülükler; bilginin cehalete, gerçeğin yalana yenik düşmesi sonucunda oluşuyor. Konunun bu öneminden dolayı , sadece Kur’an’sal öğretinin değil, tüm seçkin inisinasyonların omurgası, kendini bilmek ve cehaletten kurtulmak olmuştur. Kendini bilmeye ve dolayısıyla “Rabbini bilmeye” (Hz. Muhammed) yönelik tüm ibâdet şekilleri makbul uygulamalardır. Durum böyle olunca yüce M. Celaleddin’in akıl / akılsızlık, câhillik konusunda yaptığı vurgulamalara hak vermemek elde değil. Son ele aldığımız ve üzerinde durmakta olduğumuz dizelerdeki, “….hayvanlıkları akıllarından üstündür.” ifadesi belki bazı okurlarımız tarafından başlangıçta onur kırıcı abartılı bir benzetme olarak algılanmış olabilir ama bu akurlarımızın da, bu kadar açıklamalar / örnekleme göndermelerden sonra, umarız M.Celaleddin’e hak vermişlerdir…

Buraya kadar ki irdelememizde, gelişmemiş kaba nefsin etkisi altında bulunan aklın, kişiyi her ana kusurlu bir uygulamaya sokabileceğini ve onun güvenilir olmadığını yer yer belirtmiştik. Böyle bir aklın niteliklerinden biri de hilecilik ve buna bağlı olarak da yalancılık ve kurnazlıktır. Böyle bir akıl, etkisi altında olduğu nefsin bencilliği ve çıkarcılığı nedeniyle; başkalarına yardımdan, rehberlikten ve yol göstermecilikten çok “hep bana, hep bana” zihniyetiyle onlardan yararlanmak ve hatta onları sömürmek meylindedir, bunu kurnazlık sanır ve hatta bununla öğünür. M. Celaddin bu beşer tiplemesine, Mesnevi’sinin bir yerinde şöyle değinmiş:

“Hileci akıl her zayıfa yol gösterici olmaz.”

Hilecilik, aynı zamanda; yalancılık, sahtekarlık ve düzenbazlıktır. Bunların hepsinin temelinde “hep bana” cılık, çıkarcılık ve hodkâmlık vardır. Çıkarcı ve hodkâm olmayan akıl sahibi diğerkâmlar (elçidir/vericidir) ve en az kendisi kadar başkalarını da, onların haklarını da düşünür. Elbette ki
daha da iyisi, kendinden önce başkalarını düşünmektir; gerektiğinde kendi haklarından feragat etmektir. Kurnaz ve hileci nefsin egemenliği altında bulunan akılda bunlar olmaz. Hileci akıl sahibi için, her şey ve herkes kendi çıkarları için kullanılacaktır sömürülecek ve tüketilecek birer araçtan / fırsattan başka bir şey değildir. Bireysel düzeyde olan bu zâfiyetin ve insan onuruna yakışmayan talihsizliğin toplum ve devlet düzeyindeki boyutu kapitalizmdir. Kapitalizmin hegemonik gücü altında, zengin kuzey ile yoksul güney arasında görülen gelir dağılımındaki adâletsizlik iyice belirginleşmiş durumdadır. Sözde modern 21.YY’ın dünyasındaki bu acı gerçek , beşeriyetin yüzkarası olarak olanca çirkinliğiyle gözler önünde bulunmaktadır. Bu beşeri kursun temelinde hileci beşeri aklın onur kırıcı basiretsizliği vardır. Böyle bir aklın rehberliğinden elbette ki (bu aklın sahibinden başka) kimseye yarar gelmez. Aslında bu da “yarar” değil, vebaldir ve zarardır. Bu “akılsız”, başına negatif karma örüp durmaktadır ama “körlüğünden” dolayı bunun da farkında değildir. Bu gibi kimseden veli ve rehber edinmenin de başı dertten kurtulmaz. Sözün tam da burasında “Kılavuzu karga olanın….” diye başlayan atalar sözünü anımsamamak olası mı? Ya buna ne demeli: “Akıllıyı arkada tutma, akılsızı / ahmağı rehber yapma (!)” (3) Buyurun bir tane daha = “Ahmağa efendi olmaktansa, akıllıya kul olmak yeğdir.” (3) Yüce M. Celaleddin de bunun kendi üslûbuna göre söylemiş = “Hileci akıl her zayıfa yol gösterici olmaz.” Burada “zayıfa” sözcüğünden (her türüyle) yardıma ve rehberliğe ihtiyacı olan muhtaç durumdaki bireyi anlıyoruz. Hileci, kurnaz akıl kendi çıkarına uygun olmayana zaten yardım etmez; yardım ettiği durumlarda da, kendisi için zahmete değer bir rant var mı, yok mu buna bakar. Burada “Gör beni, göreyim seni…”geliyor aklımıza değil mi? Bakın, aynı içerikte, yüzyıllar içinden süzülerek gelmiş ve kadim bilgeliği yansıtan bir tane daha var: “Bak bana bir gözle, bakayım sana iki gözle.” (3)

Görülüyor ki, herkesin gelişmişlik düzeyi farklı olduğu için, nefsaniyetlerinin kalabalık / incelik (süptillik) düzeyleri de farklı farklı; dolayısıyla, nefislerin, akılların üzerindeki etkileri de değişiktir. Yani kısacası, “Akıl akıldan üstündür.” Bu nedenle istişare (şûra, meşveret, danışmak, görüşmek, bilgi alışverişi) bilge kişinin harcıdır. Kimden ne çıkacağı belli olmaz. “İman ve para kimdedir, bilinmez…”söylemi bunu biraz yansıtır. Danışma / istişare / şûra, Kur’an’da Peygamber’e yönelik bir hatırlatmadır: “…iş konusunda onlarla danış.”(Ali İmran 159).

Mesnevi’de konumuz olan “akıl” kavramıyla bağlantılı olan danışma konusundaki dizelerden birinde M.Celaleddin’in şöyle dediğini görüyoruz.
“Danışmak ileriyi görenlerin kârıdır,
Akıl aklın sırdaşıdır. Çünkü bu Peygamberin
sözüdür. O, ‘danışılan kimse emin olmalıdır’ dedi.”
İleriyi gören basiretli insan, gerek kendi bildiğini test etmek, gerekse bildiğinden daha iyisine ulaşmak için danışmakta hiçbir sakınca görmediği gibi, bunu her fırsatta yapar. Çünkü basiretli bilge insan, her şeyin en iyisini kendisinin bildiği iddiasında değildir. Onun için, kendisinden daha iyi düşünenlerin / akledenlerin olma olasılığı her zaman vardır. Dahası, kâmil akıl sahibi insan, birçok kimseden akıl alır ve onları zaman mekân koşullarına göre akıllıca birleştirerek kendi kararını vermekte de ustadır. İleriyi göre akıllı insan iyi bir gözlemcidir de; gözlemlerine, duygularını ve ön yargılarını karıştırmaz, değerlendirme yapmadan gözlem yapmasını” (4) bilir. Bu nedenlerden dolayı, M. Celaleddin’in belirttiği gibi, “Danışmak, ileriyi görenlerin kârıdır.”

Tüm bunlardan sonra, danışılan kimse elbette ki güvenilir olmalıdır. Bunu peygamberin sözü (hadis) olarak bize aktarıyor M. Celaleddin. Güvenilir insanın en önemli özelliği ya da yeteneği selim aklıdır. Bilindiği gibi İslam’ın son peygamberi Hz. Muhammed’in de (çocukluğundan itibaren) en belirgin kişilik özelliği güvenilir olmasıydı; dost / düşman herkes ondan emindi. Zaten takma adı da “Emin Muhammed” di. Yüce Atatürk de bir özdeyişinde “Bir genç her şeyden önce güven vermelidir” demişti. Atatürk’ün cumhuriyetimizi emanet ettiği bu “güvenilir / güven veren” gençlerden günümüzde yeterli sayıda var mıdır acaba diye sormadan edemiyoruz. Uyuşturucu ve sigara kullanma yaşının 11’lere kadar düştüğü toplumumuzda bu akılsızlıktan kaygılanmak olası mı? Neyse bu konu da ayrı ama asıl konumuz olan “akıl” kavramından, aklın olumlu yönde kullanılması durumundan çok da uzak sayılmaz…

Evet, “Danışılan kimse emin (güvenilir) olmalıdır” ve danışmak iyidir ama danışılan / danışılacak kimsenin seçimi belki daha da iyidir. Güvenilir insanın özellikleri bellidir. Günümüzde güvenilir insan bulmak çok kolay değilse de bu konuda biraz titiz davranarak doğru seçimde bulunabiliriz. Böyle bir duyarlılığa gerek var; çünkü kuşku uyandırıcı ve güven sarsıcı durumlar ve tutumlar gözden kaçmayacak kadar yaygın. Sözünde, durmak, yalan söylememek, ikiyüzlülük yapmamak vb. vb. Bunlar, bu meziyetler günümüzde özlenir kişilik özellikleri oldu. Ama bu sorun dünya beşeriyetinde yüzyıllardan beri var ki atasözlerine bile geçmiş ve günümüze kadar gelmiş. İşte birkaçı (3):
* “Adam ona derler ki, sözünden dönmez.”
* “Er olan sözünde durur”
* “İnsan, sözünden; hayvan, yularından tutulur.”
* “Söz verme; verdinse, dönme!”
* “Söz vermek kolay; iş, onu tutmakta.”

Evet, bilgelik dolu bu sözlerin hepsini sözünde durmak yani “yalancı” durumuna düşmemek üzere seçtik çünkü toplumumuzda (hem de %99’u da Müselman) en yaygın yozlaşma görünümlerinden biri bu.. Üzerinde olduğumuz “akıl” kavramıyla (“aklı ermemek” şeklinde) bağlantılı olan Maide 103 başta olmak üzere yalancılık konusuyla ilgili olarak birçok ayet vardır Kur’an’da (5). ALLAH’ın bize hitap şekillerinden biri olan Kur’an’a göre,verilen söz (akit) sorumluluk yüklüdür (İsra 34). Yerine getirilmeyen söz kişiyi vebal altına sokar. Akıl ve arif kişi verdiği sözün kendisine sorumluluk yüklediği bilincindedir ve sözünün yalana dönüşmemesi konusunda duyarlıdır. Ama ne yazıktır ki, günümüzde; yalan dolan ile iş görmekte ileri gidip, bundan kazanç elde etmekten utanmayanların sayısının az olduğu söylenemez ve daha da acısı bunların hemen hemen hepsinin nüfus cüzdanlarında “İslam” yazıyor. Yapamayacağınız şeyi söylemek ALLAH katında büyük günah olduğu halde (Saff 2 + 3), bu sağlıksız iletişim ve ilişki içinde birbirini kandırmaya çalışarak hak ihlallerine neden olan kimseler de az değil. bir de, Yalan düzerek ALLAH’a iftira edenlere” (Nahl 116) ne demeli? Ya,”ALLAH’ı aldatmaya uğraşanlar…?” (Nisa 142). Bu tür “akılsız” tiplemelerin hepsi için, M.Celaleddin; “hileci akıl” be “hayvanlıkları, akıllarından üstün olanlar” söylemlerini kullanmış, az mı? Bu söylemlerimizi ve Kur’an ayetlerini örneklemeye gerek görmüyoruz çünkü günlük yaşamda, yazılı / görsel medya bu örneklerle dolup taşıyor.

laleddin’in elbette ki “kâmil akıl” için de söyledikleri var elbette. Buraya kadar bazı Mesnevi dizelerinde aklın nefsani yönde kullanışını gördük. Elbette ki aklın vicdâni yönde kullananlar da var. Dolayısıyla aklın iki yönde kullanılması sözkonusu: Vicdâni ve Nefsâni. Enkarne varlıklar gelişim süreçleri içinde / boyunca akıllarını önce (ve bir süre, hem de uzunca bir süre) nefsâni yönde kullanırlar. Ama beşeri realite basamaklarında yükselindikçe, nefsâni kullanım giderek vicdani kullanıma dönüşür. Aklın nefsâni yönde kullanımı sırasında birey, bu kullanım nedeniyle kaba / ıstıraplı yaşam sınavlarından geçe geçe aklın böyle kullanımının akıl kârı olmadığını anlar. Bunu anladığı zaman zaten nefs epeyce usanmış ve “akılsızlık” tan (Budizm’deki ifadesiyle “ahmaklıktan”) kurtulmuş ve birey vicdanının sesini daha çok duyar duruma gelmiştir. ALLAH’ın (Kur’an, evren ve insan kitaplarındaki) ayetlerine nefsâni bir akılla yönelmekle, âyetlere vicdâni bir akılla yönelmek arasında elbette ki çok fark vardır. Vicdani bir akıl sahibinden öğüt / yardım / rehberlik almak ile, nefsâni bir akıl sahibiyle bu konuda işbirliği yapmak arasında çok çok fark vardır. ALLAH’ın ayetlerini incelerken (ki, ALLAH bizden bu incelemeyi çok iyi yapmamızı istiyor) vicdan kanalına bağlanmış olarak bunu yapmak içsel gelişim açısından (“insanlaşma” yönünde) ve o ilahi kanala (Kur’an ifadesi ile “ALLAH’ın ipi”ne ) giderek daha sıkıca bağlanmak (6) açısından çok yararlıdır ve bir bakıma farzdır. Çünkü ALLAH bizden bunu istiyor: ALLAH bizlerin gelişmesini cennetine girmemizi (7), kendisine yardım etmemizi (8) istiyor. Gelişim süreci içinde idraklenme şuurlanarak, hakka (gerçeğe) ulaşmak ve “gayb” olana daha çok nüfuz etmek de böylece olasıdır.

Bu olgunluk düzeyine ulaşmak, elbette ki tekrar tekrar doğuşlar boyunca elde edilecek olumlu bir sonuçtur ama son değildir. çünkü gelişmek sonsuzdur. Bu ALLAH’a doğru gidiş (seyr-i sülük) yolculuğudur ve bitmez. Bununla birlikte belli bir zaman–mekân kesitinde (M. Celaleddin’in ifadesiyle “kâmil akıl”a sahip olmak olasıdır ve kâmil akıl sahiplerinin sayısı da, böyle olmayanların sayısından çok azdır. Değerli olan nâdirdir, nadir olan değerlidir. “Kâmil akıl” ın geçtiği Mesnevi dizesinin tamamı şöyle:
“Senin cüz’i ve acayip bir aklın var, cihanda
kâmil akıl sahibi ara. Cüz’i aklın, küll ile
elbette ki küll olur. Çünkü akl-ı küll, alçak
nefsin boynuna geçirilen bir zincir gibidir.” (9)
Mutlak anlamda külli akıl (akl-ı küll) elbette ki ALLAH’ındır ama belli bir zaman – mekân diliminde (belli bir realitede) orayı kapsamına alan bir ya da birden fazla (oranın koşullarına ve o gelişim düzeyine uygun külli akıl da söz konusudur. Bu beşeri akıldır ama makbul düzeyde bir beşeri akıl (cüz’i akıl). Elbette ki bunun da üzerinde kâmil insan aklı… M. Celaleddinîn “…cihanda kâmil akıl sahibi ara…”demesinden iki anlam çıkarılabilir: 1)Kâmil akıl o kadar nadirdir ki, ara ara bulasın, 2)Akıl almak için kendine rehber / mürşid edinmek istiyorsan kâmil akıl sahibi ara, cüz’i akıldan bol bir şey yok… dizedeki ifâdeye iki şekilde de yaklaşsak iki tür akıl arasındaki fark belli.
Aslında bu ayrımı yapabilmek de “akıllı” olmaya bağlı. Bu anlamda “akıllı” olmanın önemi, seçim yapmamız gereken durumlarda ikiye katlanır. Çünkü yaratılıştan seçme özgürlüğümüz var ama (Sebep – Sonuç Yasası’na göre) seçimlerimizin sonucuna katlanma zorunluluğu da var. Yukarıdaki Mesnevi beyyinesinde anlamını bulan akıllık kapsamında “akıllı olmak” çok önemli (10). Bu anlamda “külli akla sâhib olmak” gerçek anlam da (hatta “varlıksal anlamda”) bir güçlülüktür. Cüz’i (beşeri) akılda kalmak zayıflıktır. Çünkü cüz’i akıl büyük ölçüde nefsin egemenliğinde ve duygusallığın tökezletici etkisi altındadır. Belli bir realitenin “külli akıl” düzeyinde bulunmak, o
realitenin bilgisini vicdan kanalıyla almış / özümsemiş olmak ve bir üst realitenin adayı olma liyakatine kavuşmuş olmak demektir. Dahası, belli bir realitenin “küllî aklına sahip olmak” demek, bu akıl düzeyinin verdiği güç ile nefsin kontrolünü (dizginlerini) yakalamış olmak demektir. Bu nedenle olsa gerek yüce M.Celaleddin, “…akl-ı küll, alçak nefsin boynuna geçirilen bir zincir gibidir” diyor. Nefs, içimizdeki şeytan olduğuna göre, İslam’ın son Peygamberi, “Ben nefsimi / şeytanımı / Müslüman ettim” derken, bunu kasdediyor olmasın? Ne dersiniz? Bu arada, yorumlarımız her türlü eleştiriye açıktır. Değerli okurlarımız değerli görüşleriyle değerlendirmelerde bulunurlarsa, noksanlarımızı görme ve çalışmalarımızı zenginleştirme fırsatı bulacağız.

Mesnevi’nin birkaç dizesinden hareketle “akıl” kavramıyla ilgili yorumumuzun sonlarına gelirken, varlıksal yapımızla da ilgili olarak, bu konunun ayrıntıları için İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT adlı esere (Ruh ve Madde Yayınları) başvurulmasında yarar görüyoruz. Takdir etmek bize düşmez ama bu bilgi külliyatından, vicdan konusu (“vicdan mekanizması” şeklinde) idraklenme bağlamında ( “yüzeysel / küresel zaman idraki”, “yarı idrak”; “süptil idrak” vb. kavramlarıyla) çok güzel anlatılmıştır. Akıl, zihin, idrak ve bunların gelişim olgusu içinde ruhun tekâmülüyle alan bağlantılarını derinlemesine görmek isteyen okurlarımıza bu eseri önermeden geçemedik. İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT’ın içerdiği bilgiler; Kur’an, Mesnevi ve benzeri eserleri daha iti anlamamızı kolaylaştıran beyyinelerle doludur.
---------------------------------------------------
(1) KİNDÎ, FELSEFÎ, RİSALELER, Mahmut KAYA, Prof. Dr. (Klasik Yayınları)
(2) KİNDÎ, FELSEFÎ, RİSALELER, Mahmut KAYA, Prof. Dr. (Klasik Yayınları), sayfa 303 (2. Baskı)
(3) TÜRK ATASÖZLERİ, Metin YURTBAŞI – Özdemir Yayıncılık
(4) ŞİDDETSİZ İLETİŞİM, Marshal B. Rosenberg, Prof. Dr. (Remzi Kitabevi)
(5) Yalan / Yalancılık konulu ayetler : Vakıa 82, Alâk 14+14,İsra 34, Saff 213, Nahl 116, Zümer 3, Ali İmran 137
(6) Bakara 256, Ali İmran 103
(7) Bakara 221,Fecr Suresi
(8) Saff14, Muhammed 7
(9) Akl-ı küll: her şeyi kapsayan akıl (“külli akıl”) cüz= küçük, parça, dar kapsamlı olan şey (10) Bu anlamda “akıllı” olayı “AKILLI OL!”başlıklı çalışmamızda irdelemiştik. (bkz. http://selmangerceksever.blogspot.com.tr/)

YARARLANILAN ESERLER :
* KURAN
* MESNEVÎ, MEVLÂNÂ- Prof. Dr. Adnan KARAİSMAİLOĞLU - Akçağ Yayınları
* KÎNDÎ, Mahmut KAYA, Prof. Dr. – Klasik Yayınları
* İSLAM’DA AKLIN ÖNEMİ, Ahmet Y. ÖZEMRE, Prof. Dr. Kırkambar Yayınları
* İSLAM’IN EVRENSELLİĞİ, Mehmet S. AYDIN, Prof. Dr. Ufuk Yayınları
* İSLAM FELSEFESİ, Mehmet S. AYDIN, Prof. Dr. Ufuk Yayınları
* KUR’AN’IN TEMEL KAVRAMLARI, Yaşar N. ÖZTÜRK, Prof. Dr.
* LAİKLİK, Yaşar N. ÖZTÜRK, Prof. Dr.
* İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, Bedri RUHSELMAN, Dr. - Ruh ve Madde Yayınları

21 Haziran 2018 Perşembe

BEŞERİ REALİTELER


B E Ş E R İ 

R E A L İ T E L E R

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever



      Değişim, dönüşüm ve başkalaşım olarak izlediğimiz / tekamül, realiteler boyunca ilerleyen bir olgudur. Tekamül devreseldir ve lineer bir gidiş olmaktan çok, s p i r a l d i r. Bu spiral gidiş, realite dediğimiz aşamalardan geçilerek gerçekleşir. Bu spiralin bir turu, dünya tekamül okulunda 7 aşamadan / merhaleden / basamaktan oluşur.
RESİM: Realite basamakları (7 basamak bir arada...)

      Bunlar bir bakıma, idraklenme / şuurlanma aşamalarıdır, farklı farklı anlayış düzeyleridir. Enkarne varlık her bir realitede, yaşamlar boyu deneyimler edinerek, bir üst realiteye ulaşmaya çalışır. Bir realiteden, bir üstüne geçmek yaşamlar boyu sürebilir. Bir realitenin öz bilgisine (o realitede alabileceği en üst düzey bilgiye) ulaşmadan, bir üst realiteye geçilemez. Her realitede; o realitenin en üst düzey bilgisi (öz bilgisi), o realitenin ‘vicdan alt basamağı’nda alınır. Vicdan kanalıyla gelen bu idrak edilmiş bilgi alınmaksızın, bir üst realiteye geçilmiyor.
RESİM: Realite alt basamakları

      Realiteler boyunca (aynı zamanda, bir realitenin alt basamakaları boyunca) ilerleyiş sırasında, geçmiş re tamamen kopukluk sözkonusu değildir; varlık, belli bir realitede bulunurken, aynı zamanda, bir alt ve bir üst realitelerin de etkisi altındadır. BU durumda varlık; sanki, bir eliyle bir üst realiteye uzanırken, öteki eliyle de bir alt realite ile temas halindedir, bir alt realite ile bağlantısını, ‘sıfır’ anlamında, koparmamıştır / kesmemiştir; hatta bir alt realitenin özlemini bile zaman zaman duyabilir.

      Bu, aynı zamanda demektir ki, her realite basamağında; tüm öteki realiteler gizli olarak bulunur. Örneğin, şeriat realitesinde bulunurken; şeriat / koşullanmışlık başat(dominant) haldedir, ama ötki realiteler de bünyede gizli durumda vardır: Geçmiş realitenin izlenimleri / deneyimleri öz olarak bulunurken, bir üst realite de bireyde potansiyel olarak vardır. Bir üst realitenin potansiyeli idraklenme cehdi ile açığa çıkar. Burada makbul tutum, eski realitelerin özleri ile, yeni realitenin bilgilerinin bağdaştırılmasıdır.

      İşte bu bütünleşmeyi oluşturmak, ezoterik anlamda, ‘ölümsüzleşmek’tir. Esasen varlık ölümsüzdür, sürekli doğuşlar söz konusudur. Realiteler boyunca, sürekli olarak, bir üst realiteye doğularak ilerlenir. Asıl ölüm, belli bir; realitede çakılıp kalmaktır, kabuklar içinde sabitleşip kalmaktır, varlığını var etme konusunda atalete / rehavete düşmektir, teşevvüşün alışkanlığına kapılmaktır ve eski realiteden kurtulamamaktır. ‘Eski realiteden kurtulamamak’ aynı zamanda, eski realitenin öz bilgisinin alınmamışlığının ifadesidir. Bir realitenin öz bilgisinin, vicdan kanalıyla alındığını daha önce de belirtmiştik. O halde, bir üst realitede doğabilmek için, içinde bulunduğumuz realitenin gerektirdiği ‘vicdan temizliği’ne sahibolmalıyız. Evet, her realitede ‘vicdan temizliği’ farklı farklıdır: Başka türlü ifadesiyle, her realitenin vicdanı ayrı ayrıdır. ‘Vicdansızlık’ diye bir durum söz konusu değildir. Çünki, hiçbir varlık Yukarı’dan aşkın yanından(plansal yanından) literal anlamda (sözcüğün tam anlamıyla) kopuk değildir. Ayrıca, esasen enkarne durumda olan varlık, bir üst yoğunluk ortamının tezahürü, onun (belli bir ruhsal planın) tezahür uzantısıdır.

      Bir ve Tek Olan’ın, sonsuz kerre sonsuz olan o Bütünsel’in çokluk ve çeşitlilik halinde görünür duruma geldiği bu tezahürat ortamında elbetteki, realitelerin / seçimlerin / iradelerin ve isteklerin; Bir ve Tek Olan (aynı zamanda anlaşılmaz olan) o Bütünsel kadar sonsuz olan tekamül gidişi içinde, varlıklar için, ideal ve makbul olan da, Bir ve Tek Olan’ın biricik realitesine ulaşmaya çalışmaktır. Burada, o biricik realiteye ‘ulaşmaktır’ diyemiyoruz; ulaşmaya çalışmaktır ve ebediyen böyle bir cehd içinde bulunmaktır.

      İşte, zaten varlıkların (ruhsal planların tezahür uzantılarının, planlarıyla birlikte) yaptığı da; varlıksal realitelerden hareketle, çeşitli süptilitelerdeki bedenler içinde (bedenler şeklinde tezahür ederek) realite basamaklarında deneyimler kazanarak, o en yüce realiteye ulaşma cehdini ebediyen sergilemektir. İşte bu mutlak anlamdaki ebedi yolculukta, şimdi ‘dünya tekamül okulu’ dediğimiz bu varoluş kesitinde bulunan bizler (Dünya Rab Planı’nın tezahür uzantıları / saçaklanmaları olan bizler) bir bakıma, bu okulun (bu devresinin) kayıtlı öğrencileri olarak, bu okulun yedi basamaklı realite merdivenini tırmanmak durumundayız.

      Esasen bu tırmanışı, bu devrenin varlıkları olarak binlerce yıldan beri yapmaya çalışıyoruz. Bu tırmanışta, bu devre için hedef realite Sevgi Realitesidir. Bu aynı zamanda; sevginin / ilahiliğin gerçek anlamda yaşanacağı yeni insanlıktır. Bu durum, ‘merdiven’in tamamı olarak ‘Yedi Katlı Gök’ demektir. Bu gidişte, herhangi bir realiteden bir üst realiteye geçmek, o realitenin hakimiyet (egemenlik) basamağına yükselmek ile olanaklıdır. Bir realitenin ‘hakimiyet basamağı’nda bulunmak, o realiteye egemen olmuşluğun (yani, o realitenin liykatinin  kazanılmışlığının ifadesidir. Başka türlü ifadesiyle, her bir realite basamağının idraki; o basamağın ‘hakimiyet alt basamağı’nda alınır. İşte, alınan bu idrak, o realiteyle ilgili tek bir idraktir. Yani, her realite, bir üst reliteye, tek idrak ile geçer.

      Konuyla ilgili şemada da görüldüğü gibi, dünya tekamül okulunun yedi basamaklı eğitim programının / düzenlemesinin tam ortasında SEVGİ realitesi vardır ve biz şimdi, devre sonu enkarnasyonları olarak, sevgi realitesi basamağına ulaşmak durumundayız. Başka bir deyişle; sevgi realitesinde doğmak, sevgi realitesinde tezahür etmek, sevgi realitesinde varlığımızı yeniden varetmek durumundayız. Bu aynı zamanda; içinde bulunduğumuz bu devre bakımından (daha doğrusu, şu bitiş günlerinde) realitenin hakimiyet basamağına yükselmek demektir. Çünki, genel anlamda olmak üzere, bir realitede ‘hakimiyet basamağına yükselemek’ demek, o realitede varlığını yeniden varetmak demektir.

      Tekamül devreseldir ve bir devre boyunca ilerlerken, realite basamaklarından geçilir. Şimdi biz, dünya beşeri olarak, içinde bulunduğumuz devrenin realite basamaklarında ilerlerken, bireysellikten kurtulmaya çalışıyoruz. Bireysellikten kurtuluş ise; otomatizma, şeriat ve duygu realitelerini başarıyla katetmeyi gerektiriyor. Biz de, dünya beşeri olarak, 5-6 bin yıldan beri bireysellikten (nefsaniyetten,nefsin zulmünden ve nefsin güdümündeki zihinden) kurtulmak için; otomatizma, şeriat ve duygu realitelerindeki içsel geliçim ihtiyaçlarımızı gidermete ve yeni insanlık dönemi olarak da geçen SEVGİ realitesine ulaşmaya çalışıyoruz. Başka türlü ifadesiyle, şimdilik dünya beşeri için hedef; içinde (daha doğrusu ‘son günlerinde’) bulunduğumuz bu devre boyunca tüm realiteler geçildikten sonra, hepsinin özünü bünyada taşır halde, yeni devrenin ilk realite basamağına / katmanına yönelmiş olmaktır.

      Bu gidiş de, bir bakıma; realiteler arasındaki kapıların kaldırılması / açılması ve tüm realitelerin bütünselliğinin elde edilmesi sözkonusudur. Konuyla ilgili şemada da görüldüğü gibi; SEVGİ realitesinden önce üç realite bulunmaktadır. Tam ortada bulunan SEVGİ realitesi bir ‘Bilme Kapısı’dır. (Şiar Kapısı...) Kuşkusuz, her realitedeki SEVGİ basmakçığı da bu durumdadır. Bu SEVGİ basamakçığı bir üst basamaklar için ‘Bilme Kapısı’dır. Ama, bilgilerimize göre, bu durum henüz; dünyada yaygın olarak yaşanmaya başlamamıştır.

      İçinde bulunduğumuz ve öğrencileri olduğumuz dünya okulunun sınıflarına (realite basmaklarına) dağılmış durumdayız. Sanki, Dünya Rab Planı, milyarlarca ‘saçaklanma’ halinde realite basamaklarına enkarne durumdadır.
RESİM: Rab Planı’nın ‘saçaklanmması’...
 R E S İ M
Buradaki ‘saçaklanma’ ile kastedilen; Dünya Rab Planı’nın ‘roller’ ve ‘kişilik örtüleri’ şeklinde dünya tekamül ortamında (bu zaman-mekan kesitinde) çokluk ve çeşitlilik halinde tezahür etmesidir. Varlığın roller ve kişilik örtüleriyle(2) tezahür etmesini şöylece özetleyebiliriz(2): Roller: Roller, varlığın ‘varoluş biçimleri’ ve dünyayı algılama şekilleridir. Rol adlarının (rahip, bilge, savaşçı vb.) alışılmış mesleki tanımlarla ilgisi yoktur; bunlar, varlığın dünyayı algılama biçimlerini ifade eder. Runsal Plan’ın değişik frekanstaki (çokluk ve çeşitlilik halindeki) tezahür uzantıları / saçaklanmalarıdır. Savaşçı, alim,ve kral rolleri; düşük frekanslı (‘katı’)  rollerdir. Bu rollerdeki bireyler ancak gözleriyle gördüklerine inanırlar. Hizmetkarlar ve bilgeler ise ‘orta alan’ı işgal ederler. En hızlı gelişim yolu; başkalarına hizmet etmek, başkalarının gereksinmelerine öncelik tanımakla olanaklıdır. “Rahip” hariç, öteki roller; isteyerek bu işlevi sergilemekten uzak dururlar. Bu, egonun kendini başkalarına teslim etmeyi ve onlara hizmet etmeyi öğrenmeye karşı direnmesinden kaynaklanır. Özet olarak şöyle bir derlemeyle rolleri derleyelim:
Hizmetkar   :  hizmet
Sanatçı      :  yaratıcılık
Savaşçı      :  ikna edicilik
Rahip        :  şefkat
Bilge         :  ifade edicilik (eğlendirerek bilgilendirmek)
Kral          :  egemenlik, tahakküm edicilik
Alim     :  Öteki rollerin birbirleriyle iletişim kurmalarını sağlayıcı ve tarafsız bir  durum-
             dadır. ‘Alim’ler öteki rollerin sahipleri için çok iyi arabulucudurlar. ‘Alim’ler bilgi toplayıp, bilgiyi biriktirme eğilimindedirler. Bir durum sona erdikten sonra, neler olup bittiğini kaydetmekte, betimlemekte ve analiz etmekte ustadırlar. Tarafsız / nötr bir rol olması nedeniyle, alimler çoğunlukla seyirci ya da gözlemci konumunda bulunurlar. So derece meraklıdırlar ve hakkında birşey bilmedikleri herşeyi araştırma itiliminden kendilerini alamazlar. (Sözkonusu ‘saçaklanma’ konusunun kapsamında olan ‘kişilik örtüleri’ konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. kaynak eser (1)

      Roller ve kişilik örtüleri şklinde kendini gösteren ‘saçaklanma’nın her birini bir enkarnasyon olarak düşünürsek (ki, öyledir zaten), bu durumda; ‘bir realitede bulunmak’ demek, o realitenin titreşimleriyle rezone olmak, o realiteye uyumlanmış ve liyakatinin kazanılmış olması demektir. Belli bir realitedeki liyakat ise, o realitenin hakkı verilerek elde edilir. Belli bir realitenin hakkını vermek ise, o realitenin tek idrakine (vicdan basamağına) ulaşmak demektir. Dolayısıyla birey, çok doğal olarak, mensubu olduğu realitenin savunuculuğunu yapma durumundadır. Ayrıca bu, onun hakkıdır da... Bundan dolayı, bireyler birbirinin realitesini saygıyla karşılamak, ona anlayış göstermek; hatta, yargılamadan onu kucaklamak durumundadır. Böyle yapmak durumundayız; çünki, en yüksek noktada görüldüğü gibi, hepimiz aynı planın saçaklanmalarıyız. Bu saçaklar, küme küme değişik realitelere sabitlenmiş durumda olsalar da, sonuçta aynı Rab Planı’nın tezahür uzantılarıyız.

      Bu şekilde, belli bir realiteye sabitlenmiş durumdayken, daha önce de belirttiğimiz gibi; bünyemizde, hem geçmiş realitelerin özlerini, hem de gelecektekilerin potansiyelini taşıyoruz; gelecek realiteleri de içimizde potansiyel olarak taşıyoruz. Gelelişip, değişip, değer kazandıkça; bu potansiyel (zaman içinde) ortaya çıkmaktadır / çıkacaktır. Zayıf aya da güçlü olsun; eski realitenin bireyler üzerinde ister istemez bir vakum etkisi vardır. Başka türlü ifadesiyle, eski realiteler; sanki bir ‘vakum etkisi’yle, bireyi geri çekmeye çalışırlar. Ama, daha önce de belirttiğimiz gibi, gelecekteki realiteler de (hedef realiteler de) esintilerini sürdürüyor durumdadır. İşte burada bierey, bir seçimle karşı karşıyadır. Ne yazık ki; seçimlerimiz genellikle rastgeledir, nefsaniyet, rehavet ve sahte benlikler, bencilce çıkarlar yönündedir. Bu nedenle önce, olmaması gereken(ler)i deneyimleriz.Olmamsı gerekeni deneyimleye deneyimleye, olması gerekeni öğreniriz; daha doğrusu, öğrenmeye çalışırız: Bu cümeleden olmak üzere; önce olmaması gerekeni idrak eder,ondan sonra olması gerekenin idrakine yöneliriz. Yukarıda sözünü ettiğimiz (eski realiteye ait) ‘vakum etkisi’, büyük ölçüde, bir önceki realitede bıraktığımız ufak tefek noksanlardan kaynaklanan bir çekimdir. Başka türlü ifadesiyle, bir önceki realitede bıraktığımız noksanlar, bir üst realiteye geçildiği zaman; ilerleyiş sırasında, bireyi geri doğru çeken ‘vakum etkisi’ oluşturur.Bu vakum aslındabireyi; belli bir noksanını tamamlamaya zorlayan bir etkidir. İşte bu nedenle; ileride, içsel gelişimi yavaşlatıcı bir sorun oluşturmaması için, bulunduğumuz / sabitlendiğimiz realitede, onun (o realitenin) hakkını verme cehdi içinde olabildiğince ve en kısa zamanda,noksanlarımızı taamamlamak durumundayız. Şunu da unutmayalım ki,üstünkörü geçiştirilen realiteler(realite kusurları / noksanları) sanki birer ‘kaygan zemin’ durumundadırlar. Yer yer kaygan olan bir zeminde ilerlemenin zorluğu da herkesçe bilienen birşeydir.

      Oysaki, tekamül yolunda makbul bir gidiş, sürekli olarak; bir üst realiteye (genel olarak da asl’a rücu etmiş olarak, ileriye yönelmiş olarak) yürümektir. Zaman zaman tökezlemek (‘kaygan zemin’den dolayı), dönüp geriye bakmak, bir önceki realiteyle ilgili pürüzelerin / noksanların bulunduğunun belirtisi olabilir ki, bu aynı zamanda ‘marazi realiteler’e çanak tutmaktır. ‘Marazi / sari realite’ kavramına, konumuzun akışı içinde ve yine geleceğiz ama, şimdilik şu kadar söyleyebiliriz ki; marazi / sari realite, asıl realitemizin bilgisine tam sahibolamamışlıktan kaynaklanan ve kuşkusuz, istenmeyen bir durumdur. Marazi realite, eski realitelerin kalıntıları / kırıntılarıdır(eski realitemizle ilgili; endişelerimiz, korkularımız, sevgisizliklerimiz ve duygusallıklarımızdır). İşte bunlar bizim, asıl realitemizde ilerleyiş ivmemizi azaltan etmenlerdir(dirençler, tortular vb.).

      İşte bunlardan dolayı, içinde bulunduğumuz, mensubu olduğumuz, hatta sabitlenmeye çalıştığımız realitenin tek idrakini almaya çalışırken; zaman zaman (hatta tekrar tekrar) dönüp, arkaya bakmak, Yukarısı için güven verici, makbul bir yolalış değildir. Oysaki, asl’a rücu etmiş şekilde, bir üst realiteye doğru şuurlu ve kararlı bir gidiş; hem Yukarısı, hem de bu gidişin izleyicileri için emin bir tavırdır. Böyle bir realite mensubunun kendisi de; adımlarının kolayca görülebilir ve izlenebilir durumda olduğundan emindir. Bundan dolayı da; örneğin, “Böyle bir yol gösterici adımlarını atarken, tekrar tekrar dönüp, arkasına bakmaz; sadece emin bir şekilde ilerler. Çünki, bilir ki; adımları ışıklıdır ve iz bırakandır.”

      Yukarıdan beri sözünü ettiğimiz, asl’a rücu (yöneliş, meylediş) cehdi, idraklenme çerçevesinde sergilenen değişim cevheridir. ‘Bilginin özüne doğru yürümek’ de; aslında, bundan başka bir şey değildir. Burada, ‘Bilginin özüne doğru yürümek’, içinde bulunduğumuz realitenin payına düşen bilginin en süptil titreşimine uyumlanma cehdidir. Bu uymlanma, o realitenin vicdan alt basamağında grçekleşir ki, bu yürüyüş; bireyi bir üst realiteye götürücü bir gidiştir. Dünya beşeriyeti için bu gidiş, dinsel ve sembolik bir ifadeyle, ‘sırat üzerinde yürümek’tir.(3) Bu gidiş, daha da evrensel ve kozmik bir anlamda, yaratılışa katılmanın kaçınılmaz eylemidir.

      Aslında, yaratılışa katılmamak, değişmemek, İlahi Murad’a uymamak sözkonusu değildir. Her tekamül düzeyinde (her realitede) bulunan varlık, kendi gelişim düzeyinin gerektirdiği farkındalığa göre, tezahürata katılır. Bu katılışta, yaratılmış olan herşey birbirinin gelişim aracıdır ve herşey birbirini geliştirmek için vardır, tüm varlıklar (yaratılışın tüm birimleri etkileşim halindedir) ve etkileşerek gelişmek, değişmek sözkonusudur. Bu etkileşimde ve tezahürata katılışta, varlıkların değişik realitelerde bulunmasının bir yararı da,geliştirici etki konusunda ve gerilime sokmak bakımından  çeşni sağlamaktır, epröv zenginliği dolayısıyla bireye deneyim artırma olanağı sunmaktır. Bu bağlamda (yani, varlık varlığın gelişim aracı olması çerçevesinde) sergilenen en belirgin ve çeşitliliğe sahip etkinlik alanını, beşeri ilişkilerde görüyoruz. Beşeri ilişkiler çerçevesinde, varlık alanlarının(enkarne durumda olan bizler için bireysel alanaların) teğetleştiği noktalarda eprövler oluşur.
R  E  S  İ  M  :
T e ğ e t    ve k e s i ş e n   a l an l a r 
Bu teğetleşmenin beraberinde getirdiği ‘gerilim alanları’ aracılığıyla da haletler yaşanır. İşte, bireyden beklenen; sadece, beşeri ilişkiler ile yatayadan gelen bu etkilere değil, düşeyden gelen etkilere de bilgi ile (eski idrakleriyle) tepkide bulunamaktır.

      Dünya tekamül okulunun çeşitli realitelerine dağılmış durumda bulunan dünya beşeri; evrensel yardımlaşma ve dayanışma yasası çerçevesinde ve kıyam etme (şuurda uyanma) telaşı içinde sürekli etkileşim halinde, içinde bulundukları realitelerde olgunlaşmak ve bir üst realiteye yükselmek cehdini sergilemektedirler. Bu haliyle (ve özellikle de dinsel metinlerdeki ifadesiyle) bir mahşer görünümü sergileyen beşeriyet; aslında, hepbirlikte İlahi Murad’a hizmet etmekten başka bireşey yapmamaktadır. Bu hizmette, sisler içinde uyuyarak / uyuklayarak yürüyor görünümünde olmasına rağmen, yaptığı her şey, bir üst realitede uyanmaktan başka bir şey değildir: Herkesin önündeki ilk hedef, bir üst realitede uyanmaktır. Bu uyanış kıpırtısı, hatta telaşı içinde sergilediğimiz beşeri ilişkilerde kendimize muhatap olarak, bireyleri / şahısların / şahsiyetleri değil; realiteleri muhatap almakta (sağlıklı beşeri ilişkiler sergilemek açısından) yarar vardır.”Demek ki, böyle bir realite varmış ve ne yazık ki, bizim arkadaş da o realitedenmiş...” deyip, kendimize dönmekte; “O realite mensubunun bana yönelik (daha doğrusu benim egoma yönelik) etkisiyle benim nerem acıdı, hangi sahte benliğim incindi ve ben şimdi bu etkiye hangi bilgimle tepki vermeliyim...” şeklinde düşünemekte (içsel gelişim açısından) yarar vardır. “İşte bu tepkimin; ne kadar nefsani, ne kadar vicdani oluşu, benim genel gelişim düzeyimle ilgili bir gösterge olabilir. Karşı tarafın bana yönelik etkisinden de kendisi sorumlu...”

      Kuşkusuz, herkes kendi realite düzeyine göre, aldığı etkilere tepki verir. Ama herhalde makbul olan, realitemizin gerektirdiği ‘en üst düzeyde tepki’ vermektir. Bu ‘üst düzey tepki’de, içinde bulunduğumuz realitenin en üst düzey idrakli tepkisidir: Olabildiğince, nefsaniyetten / duygusallıktan uzak , vicdan ağırlıklı tepki... Esasen sağlıklı ilişki sergilemenin de gereği budur: Böyle bir uygulama içinde; bireylere, şahıslara, şahsiyetlere takılmadan, realiteye; sevgi, şefkat ve merhametle yönelebiliriz. Bu ifade tersinden de doğrudur, şöyle ki; sevgi, şefkat ve merhamet ile (ama realiteye yönelik olarak) hareket edebilirsek, kendi gelişimimiz açısından daha sağlıklı bir tutum sergilemiş oluruz. Unutmayalım ki, biz kendimizden sorumluyuz; karşı tarafı geliştirmekten, onun haddini bildirmekten, onu edeplendirmekten değil. Erdemli insanlara özgü bir hoşgörü ve sabır ile; karşı tarafı kendi haline bırakıp; kendimize dönmek, içsel gelişim açısından daha kazançlı sonuçlar getirir.

      Burada önemli olan, karşı tarafın (ki bu, en yakınımız da olabilir) negatif tutumu, bencilce etki karşısında, onu olduğu gibi kabul ederek, realitesine saygı göstererek; öfkelenmeden, nefret etmeden, onu bir sabır sınavı olarak kabullenerek, kendimize dönmekte yarar vardır. Bunu becerebilirsek, karşı tarafın etkisinden, içsel gelişim yönünde yararlanmış oluruz. Bize yönelik bu etkisiyle o şahıs, bizim gelişimimize, daha da güçlenmemize hizmet etmiş olur. O (nefsinin güdümündeki) zavallı istediği kadar; bizi tahakküm altına aldığını, bizi yönlendirip, yönettiğini, baskı altında tuttuğunu zannetsin dursun. Onun, kendisini ne sandığı onu ilgilendirir; benim, kendimi ne sandığım da, beni...” Ama, işte bunu başarabilmek; (yukarıda da belirttiğimiz gibi) şahıslara şahsiyetlere takılmadan, onların temsil ettikleri realitelere yönelmekle olanaklıdır. Çünkü, realiteye nefret duyulmaz, öfkelenilmez, kin beslenilmez; daha da önemlisi duygusal hezeyanlara girilmez. Bu tutum bizi,elbette ki; kusurlu ilişki sergilemekten de koruyacaktır. Bireye yönelik değil de, onun realitesine yönelik ilişki içinde bulunma titizliği sergilemek, ‘yorumsuz ve yargısız olmayı’ da beraberinde getirecektir. ‘Yorumsuzluk ve yargısızlık’ ise, her türlü çağırışıma açıklık demektir.

      Bu yazımızın ana teması olan ‘REALİTELER’le bağlantılı olarak irdelemeye çalıştığımız iletişim ve etkileşim, eher ne kadar bir yardımlaşma ve dayanışma yasası gereği gerçekleştirilen; bireylerin, birbirinin etkileşimine ve gelişimine hizmet etkinliği ise de, özellikle devre sonunun gereği olarak,bireyler arası etkileşim ve sağlıklı ilişki, ne yazık ki, giderek yozlaşmaktadır. Çünkü, herkes; kendi realitesinin gereği ve realitesinde alabileceği en üst düzey bilgiyi almak için her türlü deneyimi denemektedir.Ayrıca, herkes; sanki, şuurda uyanma cehdi ve telaşı içinde, ekendi derdine düşmüş durumda olarak, kendi realitesinin savunuculuğunu yapmaktadır.

      İşte yine aynı cehd ve telaş içinde birey, doğal olarak kendi realitesini savunurken; “En doğru / üstün realite benim realitemdir, en yüksek bilgi benimkidir / bizimkidir...” yanılgısı ve enaniyeti içinde, mensubu olduğu realitede ilerlemek yerine, o realitede çakılıp kalmak tehlikesiyle karşılaşabilir. Hatta bununla da kalmayıp, onu başkalarına empoze etme hatasına ve kusuruna düşebilir. Çevresindekilerin ille de kendisi gibi düşünmeleri, hatta kendisi gibi konuşmaları beklentisi içine girebilir. Bunu göremediği, bulamadığı zaman üzülür / kırılır, hatta (eğer gücü yetiyorsa) kendisi gibi düşünmeyenleri dışlamaya kalkabilir. Bunlar, kuşkusuz, daha çok; enaniyetten, kendini beğenmişlikten kaynaklanan kusurlu ilişkielerde anlamını bulan ‘realiteye saygısızlık örnekleri’ nden başka bir şey değildir. İşte bu etkilerden, az önce de belirttiğim gibi, içsel gelişim yönünde yararlanabilirsek, akıllıca davranmış oluruz. Unutmayalım,herkesin ne yaptığı (iyisiyle / kötüsüyle) kendinedir.

      Yukarıda değinip geçtiğimiz ‘kusurlu tutum / ilişki’ kadar, en az onun kadar sakıncalı / kusurlu bir tutum da, asıl olması; bulunması gereken realitede sabitlenmemektir. Sanki, şakülün sabitlenmemesi, hep salınım yapması ve bir türlü dengeye gelememesi gibi... Oysaki şakül, birkaç salınımdan sonra, bir noktada denge durumunda kalamalı ki, duvarcı ustası ne yapacağını bilsin...Bu örneğe benzer şekilde, bizler de başat / dominant (yani, esas) realitemiz hangisi ise, onda sabitlenmeli ve o realitenin idrakine ulaşmalıyız ki, bir sonrakine yönelme liyakatimiz oluşsun. Salınıp yapıp duran belli bir realitede sabitlenememek, içsel gelişim açısından elbetteki istenmeyen ve zaman / enerci kaybettirici bir durumdur. Bunun öteki adı ‘oynak şuur hali’dir. Bu anlamda, ‘oynak şuur hali’ne sahip olan bireyin, içinde bulunduğu realiteye de ‘oynak realite’ denebilir. Bu durumda olan bir kimse; ya ataletten dolayı, çoğunlukla eski realitesine dönüktür, ya da sırf özenti itilimiyle, bir üst realitedeymiş gibi hareket etmeye çalışır. Yani bu kimse, Mevlana Celaleddin’in ünlü özdeyişinde anlamını bulan durum ile bağdaşmayan bir uygulama ve tavırlanma içindedir.(“Ya göründüğün gibi ol; ya da olduğun gibi görün!”) Asıl mensubu olduğumuz (yaşam planımızı da ona göre hazırladığımız) realitede sabitlenememenin başka bir sakıncası da, marazi / sari realitelere davetiye çıkartmaktır ki bu kavrama daha önceki paragraflarda değinip geçmiştik.

      Birey için, kendi asli realitesinin dışındaki realiteler ‘sari realite’ durumundadır. Birey, yaşam planına göre bulunması gereken asli realitesine ‘sabitlenmiş’ olmalı ki, yukarıda değindiğimiz ‘sari realite’ tehlikesine karşı kendisini korumuş olsun. Bunun güvencesi, realitenin bilgisine sahip olmaktır. Realitemizin bilgisine sahipsek bize sari / marazi realite ulaşamaz / bulaşamaz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, marazi realite, eski realitelerden kalma kalıntılardır ve sahte benliklerle yakından ilgilidir. Çünkü, sahte benliklerin bir kısmı eski realitelerden kalmadır. Dolayısıyla, sahte benlikler de ‘marazi realite’ nitelikli nefsani oluşumlardır. Hatta, yine bu özelliklerinden dolayı, sahte benlikler marazi realitelerden beslenir. Bulaşıcı nitelikli olan marazi realiteler bize,herhangi bir sahte benliğin açık kapısından, onun zaafıyla bulaşmaya çalışır. Marazi realite genellikle cezbedicidir, binbir kılık içinde bireye yaklaşır ve onu iğva etmeye / kandırmaya çalışır. Ayrıca, az önce de ebelirttiğim gibi, sahte benlik oluşumunu kolaylaştırır, var olanları da besler. Atalet ve rehavet içinde, kendinden bi-haber (habersiz) uyurgezer birey için, marazi realite tehlikesi her zaman vardır.

      Marazi realite tehlikesi, büyük ölçüde, özdeşleşme zaafımızla ilgili bir olumsuz durumdur. İçinde bulunduğumuz formlar ortamında, herşeyin geçici olduğunu bile bile, hiç bir şyin ölümötesine götürülemeyeceğini bile bile birçok şeyle özdeşleşiriz: Formlar ortamında her şey geçicidir. Çünkü, sürekli değişim söz konusudur. Onun için hiçbir şeye bağlanmamak, hiçbir şeyle özdeşleşmemek gerek. Böyle bir bağımsızlıkla, kokularımızın çoğundan da kurtulabiliriz. Formlar ortamında her şey gelip geçicidir ve değişim kaçınılmazdır. Bir Budist bilge şöyle demiş: “Keşiş olduğumdan beri 20 yıl içinde tüm öğrendiklerimi bir cümle ile özetleyebilirim: Ortaya çıkan her şey kaybolur, işte bildiğim budur.” Bu keşişin, aslında demek istediği şey şuydu: Ben olana / olmakta olana direnmeyi hiç öğrenmedim. Şimdiki anın olmasına izin vermeyi ve her şeyin, ve koşulun geçici doğasını kabullenmeyi öğrendim ve bunda huzur buldum...

      İşte bu keşişin yaptığı gibi; Hiçbir şeyle özdeşleşmeden, idraklenme cehdi içinde olursak, kendimizi marazi realitelerden koruyabiliriz. Marazi realitelere karşı böyle bir farkındalık içinde olmak, (Kur’an’daki ifadesiyle) ‘sakınmak, sakınanlardan olmak’ tır. Bu anlamda ‘sakınma’ konusunda yeterli titizlik gösterilmezse, asıl kişiliğin realitesinde oluşan çatlaklardan marazi realite ‘bünye’ye (bedensel bene) nüfuz eder.

      Yukarıdaki paragrafların birinde de değinip geçtiğimiz gibi; birey, belli bir realitede bulunurken,bir önceki ve bir sonraki realitelere kapalı değildir. Tam tersine, bir önceki realitesiyle bir sonraki realitenin etkisi altındadır. İdraklenme cehdini sürekli kılabildiğimiz ölçüde de yönümüzü (genel gidişimizi) bir üst realiteye dönük tutabiliriz ki, makbul olan da budur.

      Bu durumda olan birey sanki; kendi asli realitesi ile, bir üst realite arasında gider-gelir durumdadır. Ancak bu durumdaki sabitlenme hali, yukarıda (şakül benzetmesiyle) sözünü ettiğimiz durumdan farklıdır. Çünkü, bu durumda olan birey, idraklenme cehdi içinde, kendi asli realitesinde sabitlenme durumunda ve yüzünü bir üst realiteye çevirmiş vaziyettedir. Birey bu pozisyonunu sürekli kıldığı sürece, eski realitesinden kaynaklanan marazi realitelere açık ekran durumunda değildir.

      Görülüyor ki, belli bir asli realitede bulunurken; gerek marazi / sari realitelere, gerekse olası teşevvüş alışkanlıklarına karşı en gerantili durum, yukarıda belirtmeye çalıştığımız sakıncalı durumlara karşı uyanıklık içinde, içsel gelişimin gereklerini göz ardı etmemektir. İşte bu çerçevede öncelikle yapılacak şey; bireyin, içinde bulunduğu asli realiteyi teşhis etmesi ve onun en üst düzey (en süptil) bilgisine ulaşma cehdini elden bırakmamasıdır. Ayrıca, eski realitenin özü ile yeni realitenin gereklerini bağdaştırma cehdi içinde olmakta yarar vardır. Bu durum, simgesel anlamda, ‘bilgiye köprü vazifesi görmek’tir. Aynı durumun başka ezoterik / simgesel ifadeleri de ‘işlek yol olmak, akışkanlığı sağlamak ve biliyor olmanın egereklerini / sorumluluğunu yerine getirmektir. Bir üst realiteye geçince de, eski realiteye kapıları kapamamak (yani onu öldürmemek, küçümsememek, o realite mensuplarını kınamamak) gerek. Çünkü, tüm realiteler (realitelerin mensuplarıyla birlikte) birarada yaşıyor ve bizim onlarla karşılaşmak, etkileşmek, birlikte epröve girmek olasılığı her zaman var. Dolayısıyla, eski realitenin öz bilgisine her zaman gereksinim duyabileceğimizi ve esasen biz o öz bilgi ile bu realiteye yükseldiğimizi unutmamalıyız. Aksi taktirde, ‘kendini beğenmiş budala kaplumbağa’nın kusurunu biz de yinelemiş oluruz...) Esasen, sağlıklı bir değişim de, tekamül realitesine yükseliş de bu şekilde oluşur. Başka türlü ifadesiyle, alınan bilgi ile, varlıksal gelişim düzeyi paralel olarak artmıyorsa, sağlıklı değişim oluşmuyor demektir. Yani, bilgi artışı ile, varlık gelişimi arasında bir paralellik olmalı, dengesizlik olmamalı.

      Bu belirttiğimiz olumlu durumun gerçekleşmesi için,özellikle bireyin; idraklenme cehdini elden bırakmaması ve eski realitenin alışkanlığından ve rehavetinden kendini kurtarması gerekir. Çünkü, bu rehavet, bir üst realiteye geçmek için ayak bağı oluşturur. Rehavete / rahata düşmeme cehdini sürekli kılmak gerek. Onun için, “Dünya rahat yeri değildir.” Rehavet halinde bulunmak, genellikle; varlıksal durumun ve yaşap planının gereklerini yapmamak ve yaşam planının gereklerini yerine getirmemek, bundan dolayı da yapılmaması / olmaması gerekenlerle meşgul olmaktır ki bu, aynı zamanda, “realite içinde yüzer halde olmak” diye adlandırılan ve içsel gelişim açısından makbul olmayan bir durumdur. ‘Realite içinde yüzer halde olmak’ asıl bulunmamız gereken realitede sabitlenememiş olmaktan dolayıdır. Söz konusu sabitlenememenin oluşturduğu olası sakıncalardan biri de ‘realite boşluğuna düşmek’tir.

      Büyük ölçüde, içinde bulunduğu realitede, bir üst realiteye geçmenin gereklerini yerine getirmemiş birey; külli tekamül gidişinin itici gücü ile karşılaştığı zaman, bir üst realitede tutunacak bir nokta bulamaz. Bu aynı zamanda da, kendi asli realitesinde de işini bitirmiş olmasından dolayı, içine düştüğü belirsizlik halinin adı, ‘realite boşluğuna düşmek’tir. Yani, içinde bulunduğu asli realitede gereğinden fazla oyalanmış ama hala bulunduğu realitenin hakkını verememiş, bir üst realiteyi de hep inkar etmiş, görmemezlikten gelmiş, gerekli hazırlılığını yapamamış. Bu arada, külli tekamül gidişinin itici gücü giderek artıyor, zaman enerjisi olgunlaşmaya / bir üst realiteye doğru zorluyor ama bireyin o üst realitede tutunacağı yer yok. İşte bu durumdaki bireyin içine düştüğü hal, ‘realite boşluğuna düşmek’ dir.

      Onun için, birey; hangi realitede bulunursa bulunsun, yönü her zaman bir üst realiteye dönük ve oraya geçme hazırlığı içinde olmalıdır; yani bir üst realitenin kisvesine bürünmede yarar vardır. Aslında, yine ezoterik ifadesiyle; eski realitenin kisvesini bırakmadan, yeni realitenin kisvesine bürünülemez. Daha doğrusu, eski realitenin rehavetinden / ataletinden çıkmak istemeyen beşer, bir üst realitenin kisvesine bürünemez. Bu durum, bir bakıma; yeni realitenin sorumluluğundan kaçış olarak da yorumlanabilir.


      Yazımızın akışı içinde yer yer; özellikle iki realite arasında bireyin, ‘teşevvüşün alışkanlığı’na düşebileceğini belirtmiştik. ‘Teşevvüşün alışkanlığı’ sanki,”küçülmüş / daralmış elbise ile dolaşmaya” benzetilebilecek istenmeyen / kusurlu bir durumdur. Bu durumda bulunan birey, (yukarıda sözünü ettiğimiz) içinde bulunduğu realitenin kisvesinden kurtulup; bir türlü, bir üst realitenin kisvesine bürünemez. Hatta, ‘dar elbise’ye o kadar alışmıştır ki, onun darlığının bile farkında değildir. Aslında, ‘elbisenin darlığını fark etmek’ demek, içinde bulunduğu realitenin artık işe yaramazlığının farkına varmak demektir. Şimdi bizler, özellikle de devre sonu beşeriyeti olarak ‘yeni insanlık elbisesi’ni giymek için, daralmış / küçülmüş elbiselerimizi üzerimizden çıkarmak durumundayız. Çünkü, bu daralmış giysiler ile yeni realitede iş görülmez.

      Bir üst realitede daha güçlü / süptil / kapsamlı ama sade bilgi ile karşılaşılır. Çünkü, realiteler yükseldikçe, sade ve güçlü bilgi ile karşılaşmak doğal ve kaçınılmazdır. Bu nedenle,şimdiki donanım ile o bilgiye muhatap olmak olanaklı değildir. Şimdi sahip olduğumuz (mecaz anlamda ‘elbise’ de dahil) tüm donanımımız da; anlayışımız, safiyetimiz, esnekliğimiz, sabrımız / tahammül gücümüz, fehim ve ferasetimiz de(3) süptilleşmelidir. Ancak, o zaman bizi,bir üst realiteye taşıyacak ‘kutsanmış bilgi’ye layık hale gelinir. ‘Kutsanmış bilgi’, bir realitede alınabilecek en süptil ve dolayısıyla da bizim bir üst realiteye geçişimizi sağlayacak olan bilgidir. Bu günlere bu şekilde geldik...

      Esasen, her zaman da söylediğimiz gibi; bir üst realitenin bilgisinin tesirini alabilecek iç temizliğe yükselme cehdi içinde olmak, içsel gelişimin gereğidir. Ancak bu şekilde bilginin tesiri alınır ve o tesiri alınan bilgi, bireyin (varlığın) kendi öz malı haline de bu şekilde gelir. Bu anlamda, bir realitenin bilgisinin tesirini almak, bireyi bir üst realitenin bilgisini almaya layık hale getirir. Kapsamı genişlemiş bir anlayışla, eski realitesinde karşılaştığı bilgileri de bu kez daha derinden anlama şansına kavuşacaktır. Çünkü, aynı bilgi realiteler değiştikçe, başka başka (yani, daha derin) anlamlar ifade eder. Biliyoruz ki, bir realitenin en süptil tesiri bireye vicdan kanalıyla gelir. Ancak, bu güzel sonuca ulaşabilmek için; bireyin, mensubu olduğu realitenin merkezin ulaştığı zaman, o ortamın / realitenin / varoluş kesitinin bilgisini almış ve bir üst realiteye geçmeye hak kazanmış demektir.

      Burada, hazır; vicdandan söz açılmışken, ‘vicdansızlık’ diye bir durumun söz konusu olmadığına da değinmek isteriz. Kuşkusuz, her realitedeki bireyin, kendine özgü bir vicdani değerlendirmesi vardır. Ayrıca, her realite basamağının da; bir, vicdan alt basamağı vardır ve o realiteye özgü temel bilginin de bu alt basmakta alındığını daha önce de belirtmiştik. Bigilerimize ve yaşamdan aldığımız gözlemlere göre, %ıoo vicdan realitesi yaşamak, bu varoluş kesitinde olanaklı değildir. Esasen bu şart ve makbul de değildir. Bundan da iyicesi ‘makul vicdan’ uygulamasıdır. Dünyada, bu koşullarda ‘makul vicdanlı’ olarak yaşamak, büyük ölçüde idrakli yaşamaktır.

      Realite konusuyla vazife kavramı arasında da çok yakın ilişki ve işlevsel bir bağlantı vardır: Çünkü, varlıklar; tekamül düzeylerine uygun olarak, çeşitli realitelere enkarne olmuş olarak vazife yapar. Yani, bir ruhsal planın tezahür uzantıları (pek çok sayıda saçaklanma halinde) birden fazla realiteye sanki konuşlanmış bir durumdadır. Her bir tezahür uzantısının (ya da ‘saçağın’) görevi / vazifesi, İlahi Murad’a yönelik olarak, planının tezini gerçekleştirmektir. Hatta, bu açıdan bakıldığında, tüm realitelerin; vazifeyi tamamlamak için (İlahi Murad’a hizmatan) var olduklarını söyleyebiliriz. Hatta daha geniş anlamda (dünya kapsamlı) baktığımızda; Dünya Rab Planı, saçaklanmalar (pek çok sayıda tezahür uzantıları) halinde beşeri realitelerin basmaklarına enkarne olmuş durumdadır.(Bkz. konuyla ilgili şema.)

      Bu nedenle; gerilik, ilerilik söz konusu değildir. Bu bilgi çerçevesinde; tüm realiteleri, birbiriyle değil, her realiteyi kendi içinde (kuşkusuz, böyle bir şey de gerekliyse...) kendi içinde değerlendirmeye tabi tutmak, daha isabetli olur. Bundan da iyicesi, tüm realitelere; hoşgörü, sevgi, temkin ile yaklaşmak ve her realiteye saygılı olmaktır. Az yukarıda, ‘realite-vazife bağlantısı’na değinirken, sözünü ettiğimiz İlahi Murad’a hizmet çerçevesinde, şimdi dünya beşeri olarak, dünya realite basamaklarının dördüncüsü olan sevgi realitesine yükselmeye çalışıyoruz. (Bkz. Dünya Beşeri Realiteleriyle ilgili şema.) Konuyla ilgili şemada da görüldüğü gibi, sevgi realite basamağının öncesinde 3, sonrasında 3 basmak vardır. Dolayısıyla sevgi realitesinde bulunan / bulunacak(4) varlıklar Yukarı’dan (bir üst realiteden) geleni reziste ve tolere etmek durumundadır. (Sanki, iki 3’lü arasında tampon...) Sevgi realite basamağının üstündekiler (vicdan, hizmet ve hakimiyet) Dünya üst realite sistemlerini oluşturur. 

      Az yukarıda, sevgi realitesi basmağındaki varlıkların; sanki,kritik bir göreve sahibolduklarını belirtmiştik. Yani, Dünya tekamül okulunun realite basamaklarından sevgi basamağında bulunanlar (ki onlara ‘kıyamet işçileri’ de deniyor); üstteki üç realiteden gelen tesirleri, alttaki üç realite basamağına yansıtmak (sanki, bu iki grup arasında bir ‘köprü’ oluşturmak) durumundadırlar. Bundan dolayı da, bunlara, ‘katalizör varlıklar’ ya da ‘katalizör şuurlar’ denilmektedir. Bu gidişle, kıyam olgusu (şuurda uyanış) tamamlandığı zaman; çeşitleme, eşitlemeye dönüşecek. Fakat her realitede bulunanlar, bir üst basamağa / realiteye yükselmiş olacaktır. Bu yükselişte, ‘kıyamet işçileri’ de denebilecek durumda olan (sevgi realitesini oluşturanlar) bu varlıkların tek tek görevleri, bir üst realiteye ulaşmak isteyenlere yardımcı olarak, sanki onlara ‘yol’ vazifesi göreceklerdir.

      ‘Kıyamet işçileri’ olarak adlandırılan bu kimseleri, bir nehrin karşı kıyısına geçebilmiş insanlar olarak düşünürsek; bunların vazifesi, son yolcuya kadar, karşı kıyıya geçebilecek durumda olanları, salimen yerine ulaştırmaktır.
..............................................

(1)       Kendini Tanıma Rehberi, AKAŞA Yayınları
(2)       Sırat’ı Müstakim = Tanrı Yolu
(3)       Fehim ve feraset:  ..................................................................
(4)       ‘Bulunacak’ diyoruz; çünkü, sevgi realitesi dünya gezegeninde tam anlamıyla henüz yaşanmamıştır.

9 Mayıs 2018 Çarşamba

HÂLET DENEYİMLEME FIRSATI ÇIKINCA, KAÇIRMAMAK GEREK…


HÂLET DENEYİMLEME FIRSATI ÇIKINCA, KAÇIRMAMAK GEREK…

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever
Yaşam, bir bakıma; eprövler(yaşam sınavları) silsilesi içinde halden hâlden hâle girerek, idraklenme ve şuurlanma sürecidir. Gelişip, şuurlanıp, insanlaşmamız için beşeriyete yaşam rehberi niteliğinde olan ve aslında ALLAH’ın bizlere hitap şekillerinden biri olan Kur’an’da da, “Biz sizi halden hâle sokarız.”deniyor((İnşikak 19). Günlük yaşamda halden hâle girme süreci içinde, sürekli tesir bombardımanı altındayızdır. Bu tesir bombardımanı altında doğal olarak halden hâle girişimiz de duygularımızdan dolayıdır.
Dünya gelişim okulunda uygulanan genel öğretim programının ağırlıklı olarak ıstıraplı olaylara dayandığını biliyoruz. İçinde bulunduğumuz devrenin varlık kadrosunun gelişim ihtiyaçları ve geçmişten getirdiği karmik birikimi şimdilik ıstıraplı eprövlerle gelişmeyi(idraklenip şuurlanmayı) gerektiriyor. Yukarıda belirttiğimiz gibi, olaylarla gelen etkiler karşısında çabuk duygulanırız/duygusallaşırız. Çünkü başat karakter olarak duygusal varlıklarız belki bir bakıma duygular konusunda uzmanlaşmak amacıyla devre boyunca yeniden yeniden bedenlenmeler silsilesi içinde duygu yönetimini ve duyguları kontrol altında tutmayı öğrenmeye, bu konuda uzmanlaşmaya çalışıyoruz..
Sık sık deneyimlediğimiz gam(keder, üzüntü) beş temel duygularımızdan biridir(*). Aslında bu beşerî duygular bizlere verilmiş, armağan niteliğinde gelişim araçlarıdır ki onlarla çok değişik hâlaletler yaşarız ve pek çok epröve girer çıkarız. Gelişim de esas olan da “hâlet deneyimlemek”tir. Yaşam içinde halden hâle girmek; idraklenmeyi, kıyas bilgilerimizi artırmayı, dolayısıyla da görgü ve deneyim birikimi depolamayı beraberinde getirir. Bir ömür boyu her gece uykuda şuur dışımıza aktardığımız ve orada sakladığımız bu birikimi, spatyoma geçince değerlendirip, öz bilgilerimiz olarak öz benliğimizin(asıl kendimizin) şuuraltına bırakırız. Bedenli yaşamlar boyu edinilen öz bilgileri varlığın şuuraltında depolanır(**).
Duyguların/duygulanmaların, hattâ duygusallaşmaların önemine ve yönetilmeleri gereken beşerî özellikler olduğuna kısaca değindikten sonra, spatyomdaki işlerimizi spatyoma bırakalım ve yeniden günümüze dönelim: Duygular, eğer idraklenme ve erdemler yönünde değerlendirilirlerse, gelişim ve şuurlanma yolunda ilerleme kaydedebiliriz… Bu değerlendirmenin nasıl yapılacağı “kendini bilme” ya da böyle bir farkındalık içinde yaşama konusu kapsamında kadîm zamanlardan beri bilinen bir şeydir; burada o konuya girmiyoruz çünkü bu konu bu sitede çok işlendi.
Duygular, deneyimlenmesi ve hâletlerinin yaşanması ama kontrolun elden kaçırılmaması gereken gelişim araçlarımızdır. Onların farkına varıp, hâletlerini deneyimlemek yerine; bastırma yoluna gidersek, o sıkıntılı durumlarla yeniden karşılaşacağız demektir. Hepsini değil ama herhangi bir duyguya bastırmayı sürdürürsek, ondan gelişim yönünde  yararlanma fırsatını kaçırdığımız gibi, marazi durumlarla da karşılaşabiliriz. Örneğin, gam/keder/üzüntü bastırıla bastırıla depresyona dönüşür, yâni baş etmemiz gereken yeni bir sorunla/eprövle karşılaşırız. Depresyona, hattâ kronik depresyona meydan vermemek için; geldiği zaman, onu iyi bir farkındalık ve kontrol hâli içinde iliklerimize kadar duyumsamak gerek. İçimizden ağlamak geliyorsa ve zaman-mekân koşulları da uygunsa elbet; ağlamak gerek, hem de gözyaşına boğulurcasına..
Bir keder ya da üzüntü sürekli bastırıldığında depresyona dönüştüğü gibi; gıpta etmek ya da imrenmek kıskançlığa, kızgınlık ise öfkeye ve hatta öfkeli şiddete dönüşebilmektedir. Bastırılmış sevgi de sâhiplenme duygusuna dönüşebilmektedir ki bu evrilmeler istenmeyen ve hattâ marazi durumlar olup, bizleri hiç yoktan başka sıkıntılı eprövlere ve telâfilere sürükler.
………………………………
(*) Öteki dördü ise; korku, öfke, kıskançlık ve sevgi.
(**) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 142.

4 Haziran 2017 Pazar

ANİMİZM & SPRİTÜALİZM İLİŞKİSİ

ANİMİZM & SPRİTÜALİZM İLİŞKİSİ

HAZIRLAYANLAR: Hakan Altan Özen, Selman Nuri Gerçeksever

İnsanın gerçek doğasıyla ilgili ruhçuluk kültürümüz bizlere, evrenlerin ruhun eseri olduğunu söylüyor. Evrenler üstü olan ruh da, her şey gibi; Yaradan’ın bilgisinin (“seçkin” diyebileceğimiz) bir tezâhürü olarak, İlâhî İrade Yasaları’ndan yararlanarak evrenlerde ve onların âlemlerinde pek çok olgunun; sâdece başlatıcısı değil, aynı zamanda, görüp gözeticisi durumundadır. Evren üstü ruhun evrendeki temsilcisi ruh varlığıdır(öz benlik) ve ruh varlığının da uzaysal objelerdeki tezâhürü bildiğimiz insan, hayvan ve bitki bedenleridir. Yâni ruhun tesirliliği(müessiriyeti) maddesel ortamların derinliklerine kadar “kabalaşarak” inmektedir. Dolayısıyla doğada ruhun varlığından söz etmek yanlış olmaz. Ama “Doğada ruh yoktur.” Şeklinde düşünenlere de hak vermek olasıdır. Yani, kuantumdaki “hem hem mantığı”yla(1); ruh, doğada hem vardır, hem yoktur. Yukarıdaki anlamda ruh doğada ve her yerde vardır ama aynı zamanda yoktur çünkü ruh ve madde iki ayrı cevherdir, bu nedenle ruh ve madde doğrudan doğruya bir arada bulunamaz.
Text Box: Altay Şaman TotemiAltay Şaman Totem.jpg Genel  animizm kapsamında olduğunu bildiğimiz kadîm şâman bilgeliğinde, “Doğada insan ruhuna az çok benzeyen ruhlar vardır.”(2) söylemini burada anımsamamak ve bu söyleme katılmamak olası değildir. Yukarıda da anlattığımız gibi, Yeni ruhçuluk anlayışına göre, ruh fizik evrenin içinde(dolayısıyla dünyada) değildir. Bununla birlikte ruhun evrendeki temsilcisi öz benliktir; öz benliğin de uzaysal objelerdeki(dünya gibi) temsilcisi;  bizler, hayvanlar ve bitkiler gibi enkarne varlıklardır. Animizmde belirtildiği gibi “Doğada ruhlar vardır.” ama yukarıda belirttiğimiz anlamda… Bu durumla bağlantılı olarak, kökenlerini kadîm MU bilgeliğinden alan şâmanizmde “ongun geleneği” bulunmaktadır. Ongun, kâdim Asya’nın şâman Türkleri’nde “Tanrı’nın yeryüzündeki var oluş biçimi”dir ve Tanrı sâdece  ongunda tezâhür eder ya da kendini gösterir. Bu söylem, tersinden de insanın gerçek doğası hakkındaki bilgilerimize ters değildir: Her şey Tanrı’nın(daha doğrusu, Tanrı’nın bilgisinin) tezâhürüdür, dolayısıyla; insan, hayvan, bitki ve tüm tezâhürat O’nun tezahürüdür. “Ongun geleneği” Asya’nın kadîm toplumlarında o kadar kökleşmiştir ki, örneğin;  günümüz Azarbeycan topraklarında bulunan İslâmiyet sonrası Türk mezar taşlarında(16.Y.Y.) bile ölen kişinin hangi boydan olduğunu gösteren “ongun işareti” bulunur.
Bilindiği gibi totemler, sâdece Asya’nın kadîm toplumlarında ve şaman geleneklerinde değil, Amerika Kıtası’nın kadîm yerli halklarında da yaygındır. Bunlardan kadîm Asya Türkleri’ndeki  “Tengricilik İnancı”nda totem, içinde bir ruhun barındığına inanılan bir cisimdir. Totem denen bu cisme böyle bir inanç yöneltilince(atfedilince), bu inançla ve elbette belli bir ruh hâli içinde onun karşısında bulunuldukça ya da çevresinde bir takım ritüeller gerçekleştirildikçe, totem denen o cisme o inanç sâhipleri tarafından da tesir yüklenir ve o totem bir süre sonra, kendisine yüklenen bu beşerî tesirden dolayı gerçekten, çevresine tesir yayan bir obje hâline gelir. Günümüzdeki türbe ziyaretlerinde de durum aynıdır. Belli bir ruh hâli içinde, hattâ türbeperestlik düzeyinde  yapılan türbe ziyaretleri ile türbe yataydan gelen beşeri tesirlerle sürekli şarj olur. Türbe kimin adına inşa edilmişse, yâni o türbede defnedilmiş durumda bulunan her kim ise, 100 hattâ 1000 yıllar boyunca, o kimsenin kendi tesirinden çok, türbeye yapılan ziyaretler boyunca birikmiş olan tesir vardır. Gelip gidenler tarafından algılanan bu tesirden dolayı türbeye bir kutsiyet  yöneltilir ki bu çok yanlıştır çünkü kutsal olan ALLAH’tır ve türbeperestlik şirk düzeyinde bir beşerî kusurdur. Geçerli olan ilkenin aynı olmasından dolayı türbelere de değindikten sonra, yeniden konumuza dönerek irdelememizi sürdürelim.
Genel  animizm kapsamında olduğunu bildiğimiz kadîm şâman bilgeliğinde “doğada ruhların bulunduğu” inancının olduğunu, hattâ bunlara “doğa ruhları” dendiğini yukarıda belirtmiştik. Animizmdeki bu inancın ruhçu kültürdeki karşılığının da, “her şey ruhun tezahürüdür, canlı/cansız olarak bilnen her şey ruhun tesirliliği(müessiriyeti)altındadır ve aslında ‘cansızlık, şuursuzluk ‘diye bir şey söz konusu değildir…” bilgisi olabileceğini önermiştik. “Her şey ruhun tezâhürü” demenin kadîm Yunan bilgeliğindeki karşılığı da “evrendeki görünür / duyulur her şeyin bir ideası olduğu” bilgisidir(Platon, Parmenides). Yine, insanın gerçek doğasıyla ilgili bilgilerimizden biliyoruz ki, Enkarne durumda bir varlık “canlı”dır ve bu, onun “can hâli”dir; ölüm dediğimiz geçişle de “can hâli” sona erer, o artık “cansız”dır, ya da zaman zaman kullandığımız yaygın söylemle “canı çıkmış”tır. Bu gerçek olgu, kadîm şaman bilgeliğinde de anlamını bulmuştur: “Can insanın dışına çıkabilir….” Bu durum sürekli , yâni bedene dönmemek üzere bir “çıkış” ise, bu ölümdür ama geçici bir “çıkış”(yâni beden dışı bir durum) ise, bunun deneysel ruhçuluk ve parapsikolojideki karşılığı “astral seyahat”, “şuur projeksiyonu”, hattâ “teleportasyon”dur.
Şamanizm, astral “seyahat”denilen paranormal deneyim(3) konusunda en zengin din ya da inanç sistemlerinden biridir. Şamanizmde astral seyahat ritüeli sâdece Şaman aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Astral seyahatte, bir yerden bir yere gitmekten çok, bir “şuur projeksiyonu” söz konusudur. Transta en üst düzeye ulaşabilen bir Şaman, yıldızların düzeyine kadar “yükselebilir”. Diğer doğaüstü yetenekleri, büyü, şifacılık, dedublümandır(teleportasyon). Şamanizmdeki paranormal deneyimler kapsamında sayılabilecek “can çalınabilir / yenebilir” inancının da bulunduğunu biliyoruz. Bu durumun da ruhçuluk penceresinden açıklaması obsesyon konusuyla ilgili olabilir, yâni; iki varlıktan birinin(elbette ortak yaşam planları gereği) ötekisine musallat olması, bu şekilde onun iradesini ve aklını sanki “çalması”… “canın yenmesi” durumu ise belki, (obsesyonun daha ileri ve yoğun aşaması olan) posesyon durumuyla ilgili olabilir.
Şamanik inançlardaki, “Can bedeni terk edince, insan ölür; ancak, ruhun bedende kaldığı ve yaşayanlardan öc alabildiği…” konusuna gelince; bu durumlara da, ruhçuluk açısından obsesyon ve tekinsizlik başlıkları altında açıklanabilir(3). Yukarıda alıntıladığımız şamanik inançtaki “ölüm” kavramıyla bağlantılı olarak burada “ölülerin de ölmesi” şaman inancını da ele alabiliriz. Bu inanç, bir açıdan obsesyon  ve daha çok da tekinsizlik vak’alarını çağrıştırıyor. Şöyle ki, ruh-beden ilişkisinin ve ölenin dünya ile de ilişkisinin tamâmen kesilmesi tam ölümdür ama görünüşte ölen varlık dünya maddesi ve dünyasal koşullandırmalara gereğinden fazla gömülmüş ve bu bağımlılıklardan kendini bir ömür boyunca biraz olsun kurtaramamışsa, dünyanın kaba titreşimiyle özdeşleşmişliğini ve bağımlılığını sürdürür. Yâni bedenen ölmüş görünse de “bedensiz” yanıyla astralin “alt” tabakalarından öte yükselemez. Bu durumdaki varlığa tam olarak öldü denemez. Çünkü bu varlık “ölüm” dediğimiz geçişi tam olarak yapamamıştır, dünya ile spatyom arasında ve dünyaya daha yakın bir yerlerdedir. Bu durumdaki bir “bedensiz”in obsesyon ve daha çok da tekinsizlik vak’alarına neden olması çok doğaldır. İşte böyle bir varlık belki ruhsal rehberlerin yardımıyla ya da başka bir şekilde ve elbette uzunca bir süreden sonra astralin söz konusu “alt” tabakalarından kurtulup “yükselmeye” başlar ve dünya ile bağlantısını sıfıra yakın bir dereceye indirebilirse, o zaman ona “tam öldü” denebilir. İşte bu durum, şamanizmdeki “ölünün ölmesi” söylemine karşılık olabilir.
totem-nedir.jpgYukarıdaki durumla ilgili olarak başka bir olasılık da “ölüm” olgusunun kendisiyle ilgili olabilir. Şöyle ki; enkarne bir varlık dünya da öldüğü zaman, spatyom da doğar; spatyomda ölen dünya da ya da başka bir uzaysal objede doğar. Bu yaklaşımla, dünyadan bakıldığında, spatyomdaki durumumuza “ölü” dersek, oradan dünyaya enkarne olan bir varlık için “ölünün ölmesi” denebilir ama bu mecazî anlamda bir ölmedir. Esâsen “yok olmak” anlamında ölmek söz konusu değildir, ruh varlığı olarak hep varız; bir süre için dünyada, bir süre için dünya ötesinde… Bunlardan ayrı olarak “ölünün de ölmesi” inancı söz konusu olduğunda, açıklama bağlamında, “realitede ölmek” durumu da önerilebilir: “Realitede ölmek” deyimi, daha çok, enkarne bir varlığın içinde bulunduğu realitede olgunlaşarak, o realiteden ayrılıp(“ölüp”) bir üst realiteye geçmesi olarak ele alınır. Bu durum elbette gelişim açısında olumlu bir hamledir ama varlık içinde bulunduğu realitede gelişim yönünde yeterli cehit ve irade ortaya koyamıyorsa(ki bunlara “ölü yaşayanlar” denir), o realitede bir bakıma “çakılıp kalmış”, yâni zaten ölü iken, bir daha ölmüş denebilir. Şamanlardaki, “ölülerin de ölmesi” bu şekilde de açıklanabilir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, derinlikli kadîm bilgilerin ortak yanları çoktur, aynı kavramlar farklı şekillerde ve değişik sembollerle ifâdeye konmuştur. Kaldı ki, yukarıda ele aldığımız ruhçuluk ve şamanizmin, kadim geçmişte MU Bilgeliği’nde birleşen ortak bir kökenleri olduğunu biliyoruz.

……………………………………………          
(1)    KUANTUM BİLGELİĞİ ve TASAVVUF, Haluk Berkmen
(3)   Paranormal deneyimler ve seçkin örnekleri konusunda bkz. www.astroset.com