Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

9 Aralık 2018 Pazar

Mesnevi Dizelerinin Düşündürdükleri S E V G İ Kavramı


Mesnevi Dizelerinin Düşündürdükleri
 S E V G İ
Kavramı
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Giriş
Mevlana Celaleddin-i Rûmi’nin ölümsüz eseri  MESNEVİ’de “aşk” ve “sevgi” kavramlarını irdelerken, aralarındaki nüans faklarını da göreceğiz. Esâsen evrensel câzibe (çekim) etkisi olan sevginin çeşitli titreşim düzeylerindeki türlerinin olduğunu gerek ruhçuluk bilgilerimizden de biliyoruz. Her varlığın, bu etkiyi yansıtması ve bu yansımanın süptilitesi farklı düzeylerde. Bu farkı, o varlığın gelişmişlik düzeyi (sâfiyeti, arlığı) belirliyor. Varlığın gelişmişlik düzeyi elbette ki söz konusu evrensel câzibe etkisini almasıyla da ilgili: Varlık ne kadar gelişmiş ise, kaynağı Tanrı olan bu etkinin o kadar süptil titreşimine akort olabilmiş (rezone olabilmiş) durumdadır. Bu durumdaki varlık, gerçek sevginin (aşkın) kaynağına ne kadar yakın ise dünyasal sevgi türlerinden o kadar uzak durumdadır. Elinde bal kavanozu bulunan birinin; keçiboynuzundaki, pancardaki, mısırdaki, elmadaki vb. şekerle ilgilenmeyeceği gibi… Ama bal hakkında hiçbir fikri olmayan birinin, balın nasıl bir tat olduğunu tasavvur edebilmesi için daha aşağı türdeki şekerleri de tanımış olmasında yarar vardır. Yani her türüyle beşeri ve dünyasal sevgiler, varlığı asıl sevgiye (aşka) doğru ilerleyişte birer araçtır, uygulama ve idrakleme vesilesidir. Geçici sevgi objeleri ise sevgililer ebedi sevgiye giderek özlem artıran birer araçtır. Bunu M.Celaleddin Mesnevi’sinde, “Dostu görmeyen göz kör olsun daha iyi. Ebedi olmayan sevgili de uzak dursun.” şeklinde ifade etmiştir. 

Sevginin kaynağının (en genel anlamda ve aşkın düzeyde) Tanrı olduğunu yukarıda belirtmiştik. Ama hiçbir etki Tanrı’dan; evrenlere, âlemlere ve buraları doldurulmuş olan varlıklara doğrudan gelmez. Bu yaradılışın ve tezahürat ortamının gerçek doğasına aykırıdır. Elektrik santralinden çıkan binlerce voltluk enerjiyi olduğu gibi elektrikli ev aletlerimize vermiyoruz; onu, cihazın niteliklerine ve kapasitesine göre 220 V.’a ve gerekiyorsa, birkaç volta kadar indirgiyoruz. İşte bireye gelen evrensel cazibe etkisi sevgi de bireyin asıl kendisinden (öz varlığından, yüksek benliğinden) geçerek ona ulaşır. Mesnevi  beytindeki “dost” sözcüğü, bireyin (bedensel benin) asıl varlığıyla / yüksek benliğiyle (aşkın yanıyla) ilgilidir: Başka türlü ifadesiyle bir beşeri varlık (dünya insanı) için sevginin kaynağı önce kendi yüksek benidir (yani asıl varlığıdır).

Gelişmişlik Düzeyi
Bu yapılanma içinde, evrenlere ayrılan Tanrısal sevginin beşeri bir bedene (enkarne durumda bulunan bir varlığa) aktarılmasında, onun yüksek beni bir bakıma “ara istasyon” gibi işlev görür. Tanrısal sevginin, varlığın payına düşen miktarı, onun gelişmişlik düzeyiyle ilgilidir. Bu miktarın dünya bedenine aktarılan kısmı da, o bedenin (enkarne varlığın yaşam planına ve sâfiyetine / arınmışlığına bağlıdır. Görülüyor ki, varlığın gelişim yolundaki başarısı, aldığı ve yansıttığı sevginin kapsamıyla yakından ilgilidir. Bu nedenle varlık geliştikçe sevgisi genelleşir, kapsama alanı artar ve ilk basit tek cepheli formunu; genel ve kapsamlı bir ilginin sonsuz cepheleri içinde erir gider. Ancak o zaman varlık, M. Celaleddin’in dediği gibi mealen “…Ne olursan ol, gel…”diyebilir. Bu ifade ebedi olan sevginin, beşeri ölçülere göre büyükçe bir kısmının deneyimlenmiş ve onu bünyeden geçiriyor ve yansıtıyor olmanın ifadesidir. Varlık bu duruma gelince, elbette ki henüz “kaba” durumda bulunan beşeri / dünyasal sevgiler tad vermez, hatta çoğu zaman bireyin başına dert olur, onunla pek çok sıkıntılı eprövlere girer çıkar ve sonunda M.Celaleddin gibi, “Ebedi olmayan sevgili uzak dursun” demekten kendini alamaz. Burada “ebedi sevgili”  enkarne varlığın asıl kendisi, yani aşkın yanı olan varlığıdır. Aşkın yanı ile (asıl kendisi ile) hemen hemen tam bağlantı durumunda olan kimse bunu söyleyebilir. Bu güçlü bağlantı durumu, daha genel ve biraz da ezoterik bir söylemle “Beden içinde ruh hayatı yaşamak…”şeklinde sözcüklere dökülmüştür.

Kalbin “Mühürlü” Oluşu
Yukarıdaki satırlarda anlamını bulan durunda olmayan birey için söz konusu yüksek düzeyli sevgi henüz tadılmamış/ deneyimlenmemiş, dolayısıyla da yok demektir. Böyle bir birey (asıl kendisi ve öz benliği anlamında) “dost”a ve onun sevgisine “kör” durumdadır. Bunu da M.Celaleddin, “Dostu görmeyen göz kör olsun daha iyi.” Şeklinde dizelerine dökmüş. Varlıksal yapımıza böyle bir yaklaşımla “körlük” kavramı; “kulak sağırlığı” ve “kalbin mühürlü oluşu” ile birlikte Kur’an’da da yerini almıştır: Çok genel anlamda kişinin asıl kendinden özbenliğine yönelik cahilliği ve dolayısıyla “kendini bilmezliği” dir. Bu anlamdaki “körlük”, “sağırlık” ve “kalbin mühürlü” oluşu (1) Ayrıca, basiretsizlik ve idraksizlik anlamında “gözleri kör olanlar”ın kayıpta olduğu, Kur’an’da hakikatleri “gören gözler”in görebileceği birçok ayette mealen “Gören gözler için çevreniz hakikatlerle doludur.” deniyor. (Secde 26, Nem 52, Zariyat 20,21, Fussilet 53, Naziat 26, Ra’d 4, Nahl 6+12, Casiye 13+3+4, Nahl 2, Bakara 171+164.) Bunlar başka bir açıdan da enkarne durumda olan varlığın (bedensel benin) asıl kendisine / yüksek benine “kapalılığı”nın ifadeleri olmaktadır. Bu “kapalılık”  elbette ki; bu durumdaki bireyin varlıksal sevgiye de kapalılığı anlamına gelen ve gelişim süreci içinde tedricen ortadan kalkacak olan ve kalkması gereken olumsuz bir durumdur. İşin burası daha çok gelişim, şuurlanma ve idraklenme konularına girdiği için, biz yine dönüp “sevgi” kavramına geliyoruz:

Duygusal Sevgi
Sevgi türleriyle ve genel anlamda beşeri sevgiyle bağlantılı olarak Mesnevi’nin bir yerinde de, “Sevgi, renge ve kokuya bağlı olursa; o aşk değildir, kişiye utançtır.” İlk bakışta, bu tür sevginin kişinin duyu organlarına hitaben bir sevgi olduğunu görüyoruz. Belki bu türe “haz” demek daha doğru olur. Elbette ki, bedenli varlıklar olarak haz aldığımız şeyleri / kimseleri severiz ama bu sevgi, M. Celaleddin’in dediği gibi “renge ve kokuya bağlı” olduğu için değişgendir ve yok olmaya mahkum yani gelip geçicidir; o renk ve koku değişince ya da bir nedenle birey onları algılayamayacak duruma gelince, sevgi de yok olur, hatta nefrete bile dönüşür, bireyin başına telafisi zor ve sıkıntılı işler (eprövler) açar, bireyi “utanç verici” durumlara bile düşürebilir ki, örneklerini beşeri yaşamda görüyoruz. Bu elbette ki, (Mesnevi’deki ifadesiyle) “…aşk değil, kişiye utançtır.”

Beşeri yaşamda her şey gibi, beşeri sevgi de (bitkiye, hayvana, insana yönelik, ne türden olursa olsun) geçicidir. Mesnevi’deki ifadesiyle, “fâniye duyulan aşk ebedi değildir.” Çünkü fani (ölümlü / sonlu) dünya da her şey değişim içindedir. Durumlar, koşullar, anlayış ve idrakler, kısaca gelişim düzeyleri değişince, kişilerin birbirine karşı sevgi durumları da değişir. Evliliklerde, gelişim süreci içinde çiftler aynı hızda gelişemedikleri zaman (ki bu çok doğaldır), başlangıçta üzerinde anlaştıkları anlayış farklılıkları giderek büyür ve tolere edilemez olunca, birliğin korunması giderek zorlaşır. Eşler, zorluklara, anlayışsızlıklara ve uyumsuzluklara dayanma güçlerinin elverdiği kadar sabır gösterdikten sonra evliliğin başlangıcındaki sevgi, ilgi ve anlayıştan eser kalmamıştır. Sonunda ayrılık / boşanma kaçınılmaz olur.

Aile kurumunda beşeri ilişkiler ayrı bir konu ama asıl konumuz olan “sevgi”yle ilgili haletlerin ve eprövlerin bolca ve yoğun bir şekilde yaşandığı yerlerden birisidir. Eş sevgisi, çocuk sevgisi ve eşlerin birbirlerinin yakınlarına karşı olan sevgileri (hepsi bir birinden farklı olarak; yani değişik sevgi türleri olarak) aile ünitesinde yaşanır ve hepside geçicidir. Bu sevgi türlerinin hepsi duygusal sevgidir, “aşk” değildir. Mesnevi’deki ifadesiyle, “…renge kokuya bağlı” türden sevgidir; bu nedenle de “aşk” değildir, yani “gerçek sevgi” ya da “ilahi nitelikteki sevgi” değildir, “Tanrısal sevgi” den çok uzaktır.

Tanrısal Sevgi
“Tanrısal sevgi”, “ilahi sevgi” kavramlarını yakın geçmişe kadar da, içeriklerinin aşkın olduklarını sadece hissederek kullanırdık ama bunların gerçekten ne olduklarını, nerede ortaya çıktıklarını teknik açıklamalarıyla İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT adlı bilgi külliyatının gün ışığına çıktıktan sonra öğrendik. Vesile olanları saygıyla,rahmetle ve özlemle anıyoruz….Kısaca “BİLGİ  KİTABI ” dediğimiz ve gün ışığına çıkışını sabırla ve merakla yıllarca beklediğimiz bu eserde belirtildiğine göre M. Celaleddin’in “aşk” dediği  “gerçek sevgi”; dünyada değil, dünyanın içinde bulunduğu alemde de değil, (“Yarı Süptil Arasat”da denilen) Sevgi Planı’nda yaşanıyor.

BİLGİ KİTABI’nın göksel sahibi Önder Planı’nın verdiği bilgilerden öğrendiğimize göre, dünyamızın içinde bulunduğu hidrojen alemini bitiren varlıklar Sevgi Planı’nda bulunacaktır. Sevgi Planı, dünyasal koşulların ve realitelerin sona ermiş olduğu ve geride kaldığı, hidrojen alemi ( ve dolayısıyla elbette ki dünya) üstü bir vasattır / mekandır (sayfa 315)(2). Sevgi Planı, dünya gelişim okulunu bitirmiş olan varlıkların Vazife Planı’na adım atmadan önce son eksiklerini tamamlayacakları ve evrensel vazifeler almaya hazır duruma gelecekleri bir vasattır/ mekândır. “Varlıkların bu eksik kalan yanları, dünya insanının dünyadayken sezip tanıyamadıkları sevginin orada zuhur edecek olan gerçek cephesidir.”(242) İşte M. Celaleddin ve benzeri varlıklar dünyada bedenli iken bu Plan’ı sezmiş olan öğretmenlerdi. Peygamberler de bu Plan’ı “Cennet” sözcüğü ile ifadeye koymuşlardır (317).

Sevgi Planı
“Varlıkların, dünyadan sonra, girecekleri Yarı Süptil Âlem’in (yani “Arasat” planın) hazırlayıcı aracı sevgidir. Buradaki sevgi hiçbir zaman dünyada yaşayan ve duyulan sevginin kendisi olmamakla beraber bunun gene dünyadakine yakın bir cephesi vardır. Her ne kadar dünyadaki sevgi, Sevgi Planı’ndaki gerçek sevgiden başka ise de, gene o sevgiye varlıkları hazırlayıcı bir basamak olabilecek değere ve içeriğe sahiptir. Görülüyor kü, Sevgi Planı’na / Alemi’ne girmek liyakatini kazanmış olan bir insan varlığı; dünyada geçirmiş olduğu bu hazırlığı sayesinde, dünyadakinden bambaşka ve onunla karşılaştırılmayacak bir kapsamdaki bu büyük sevgi mekanizmasına katılmış bulunacaktır (308).”  

Sevgi Planı’ndaki varlıkların gelişim araçları sevgidir: Sevginin şimdi bizlerin tasavvur bile edemeyeceğimiz çok üst düzeyde (latif ve zarif) uygulamalarını yapa yapa buradaki “yarı süptil madde bağımlılığı”ndan da yavaş yavaş kurtularak, Vazife Planı’na girme liyakatini arttırma yolunda ilerleyeceklerdir. İşte yüce M. Celaleddin (ve benzeri yüce varlıklar) belki de Sevgi Planı’ndan dünyaya enkarne olmuş bilge bir öğretmendi ve o plana (yani kendisin gerçek vatanına) dönme özlemiyle “aşk, aşk…” diye yanıp tutuştu ve bizlere de bir şeyler anlatmaya çalıştı.

Diri ve Bâki Olan
M. Celaleddin ana vatanına olan bu hasretler MESNEVİ ‘sinden bizlere seslenirken, bir yerde de şunları söylüyor: “Sürekli olarak ‘diri ve baki olan’a aşık ol. Sırrını o nura kavuştur, Onun aşkını iste. Çünkü tüm peygamberler ve veliler bu aşkı, ‘iksirin ta kendisi’ bildiler.” (3) “Sürekli olarak diri ve baki” olan bir şey dünyada yok elbette; aslında ne âlemimizde ne de evrenlerde yani tezahürat ortamında sürekli olarak baki olan bir şey var. Yaratılmış olan her şey sürekli değişmek ve dönüşmek durumundadır. Ama herhalde dünya ötesi Sevgi Planı’ndaki değişim, dünyaya göre “daha kısıtlayıcı”(bâki), dünyadaki kadar aldatıcı, şaşırtıcı, kaba düzeyde baştan çıkarıcı ve isyan ettirici değildir. bu son ifademizden dolayı zihinlerde “Gelişim olgusu orada sonlanıyor mu, ya da en azından yavaşlıyor mu yani?” gibi bir soru uyanabilir. Elbette ki “Hayır”. Varlığın gelişiminin durması, yavaşlaması bir yana, tam tersine; gelişim olgusu, onun hız ve kapsamını bir üst planda (bir alt plana göre) çok arttırmıştır. Varlık idraklenip şuurlandıkça gelişim hızı artar. Ama bir üst planın (burada konumuz olan Sevgi Planı’nın) içeriğini oluşturan elemanlar (örneğin şimdiki konumuz olan sevgi) dünyadakilere göre daha kalıcıdır ve daha uzun süre sabittir. Dünyadaki gibi istikrarsızlıklar orada söz konusu değildir. Kısacası dizedeki “diri ve baki” oluş dünyaya göredir. Ve elbette ki o da geçicidir; çünkü o planın (o düzeyin) üstündeki “dirilik ve bakilik” daha kalıcı ve süreklidir ve bunun sonu yok, varlıklar sürekli olarak bir üst düzeye (ve dolayısıyla Yaradan’a) gidiş durumunda… Bu sonsuz gidiş içinde hep varız ve giderek daha çok varız: “varlığını var etmek” anlamında giderek daha çok varız…Bu nedenle, ölümü bir yok oluş şeklinde düşünmek çok yanlış ve anlamsız. Çünkü sürekli bir yerden bir yere geçerek ilerlemek ve hem de gelişerek (idraklenerek+ şuurlanarak) ilerlemek söz konusu.

Yeniden, üzerinde durduğumuz dizeye ve oradaki “diri” sözcüğüne dönelim. “Diri” kavramı, “şuurlanmış / idraklenmiş” anlamında olmak üzere ; başta İsa Peygamber’in hadislerinde ve çeşitli inisiyatik öğretilerde  sıkça kullanılmıştır (4). Nasıl ki, MESNEVİ’nin bir dizesinde de bu anlamda olarak “diri”yi görüyoruz: “Yazık o diriye ki, ölüyle arkadaş olmuş; ölmüş be yaşamı yok olmuş” Burada, şuurlu iyi bir kişinin; kendini bilmez, şuur ve idrak düzeyi daha aşağı olan biri tarafından kandırılmışlığı ve arkadaşlığı dolayısıyla acınacak duruma düşmesi söz konusu. “Madem şuurluydu, niçin kandı, aldandı?” demeyelim: bu bir yaşam sınavıdır, kişi belli bir şuur düzeyinde kendini sınamış ve sınavda başarısız olmuş olabilir. Her iki varlık da bulundukları düzeyin / realitenin gereğini yapmıştır. “Şeytan” elbette ki şeytanlığının gereğini (yani vazifesini) yapacaktır; o da bu şekilde bir gelişim çizgisi izliyor. Burada şeytan (nefsin simgesi olarak) “ölüyü”, biraz daha şuurlu olan üst düzeydeki varlık da “diri olan”ı temsil ediyor. Her gelişim düzeyi, bir altına göre “diri” niteliktedir. Ama her düzeyin üstünde de o düzeye göre bir “diri” vardır. “Ölü”  ile “diri” (“iyi / kötü”, “yin-yang”) olarak sürekli etkileşim halindedir. Çünkü varlık varlığın gelişim aracıdır.

Ölü Olan
Dünya yaşamında, bu beşeri ortamda “bir üstte bulunan” ın “bir alt” tarafından kandırılması (“şeytanın iğvası”) makbul olmayan ve elbette ki, gelişimi yavaşlatıcı istenmeyen bir durumdur. Bu konuda beşeriyet tüm devre boyunca sadece Kutsal Kelam (Vahy) ile değil, seçkin inisiyatik öğretilerle de uyarılagelmiştir. Burada konumuz olan sevgi,”diri” ye, “ölü olan” da sevgisizliğe karşılıktır. Esas olan ve de akıllıca olan, elbette ki sevgiden (“diri” den) yana olmaktır. M. Celaleddin de bunu öneriyor: “Sürekli olarak diri ve bâki olana aşık ol.” Kuşkusuz burada “bâki olan”ın kapsamına, dünya düzeyinde, “Kuşkusuz olabildiğince kalıcı olanla ilgilenen, gelip geçici heveslerle gelip geçici olanlarla zaman yitirme, oylanma “ anlamı da var ama şimdiki konumuz bu olmadığı için buna girmiyoruz. Belki başka bir yazımızda “dünyanın ve dünyayla ilgili her şeyin gelip geçiciliği” ne yani, bedenimizde dahil her şeyin fani olduğu konusuna değiniriz. Çünkü MESNEVİ’de bu konuyla ilgili dizeler de var, kuşkusuz. Örneğin, bunlardan bir dizede şunu görüyoruz: “Fâniye duyulan aşk ebedi değildir. Çünkü insan bu düzenin hükmüne uygun değildir.” Dizenin birinci kısmındaki “aşk” zaten “sevgi” anlamındadır ve dünyasaldır/ beşeridir (duygusaldır). Bu sevgi en fazla bir ömür boyu sürere, o da çok nadiren. Realiteler ve zaman – mekan koşulları değişince bu sevginin fâniliği ortaya çıkar. Fâni olan sevgi bir sınanma aracı / vesilesi, yani yaşam sınavıdır ve oldukça da zordur. Kişinin sevgi ile sınanması zor olduğu kadar özeldir de… Yani burada kaba bir tesirler sınanmak yerine daha süptil (ince / latif) bir tesirle sınanmak söz konusudur ama fânidir / geçicidir. Aynı dizenin ikinci kısmında, gelip geçici olan sevgilerin insanın gerçek doğasına uygun olmadığı belirtiliyor. İnsan varlığının gerçek doğasına uygun olan sevgi, aslında; fani olmayan ebedi sevgi olan “aşk”tır. Dünya (ve hidrojen âlemi) ötesinde deneyimlenecek olan “aşk”ı bizler bu beşeri kafayla ancak sezinleyebiliriz. M.Celladdin gibi, besbelli ki onu deneyimlemiş varlıklar beşeri sözcüklerle enkarne ederek anlatmaya çalışsalar da; fâni olmayan sevgiyi (“aşk”ı) hissedebilene aşk olsun…

Geçtiğimiz paragrafların birinde de belirttiğimiz gibi M.Celaleddin (ve onun gelişim düzeyindeki varlıklar) “diri ve baki olan aşk” ın tadını biliyor ki, MESNEVİ’nin başka bir dizesinde onu sözcüklere dökmede bakın nasıl zorlanmışa benziyor. “Aşk her ne şekilde açıklasam da, anlatsam da, onu tanımlamada insan dilsiz kalır. Gerçi dil tefsire âşinadır; Lakin dilsiz aşk daha aydınlık, daha güzeldir.” Dünyasal / beşeri sevgilerimizi bile betimlemede zorlanan bizler dünya ötesi düzeyin sevgisini (M. Celaleddin’in ifadesiyle “aşk”ı) sözcüklere dökmede elbette ki yetersiz kalırız. Esasen sevgi ve Tanrı, öğrenilmez / öğretilmez o sadece hissedilir, sezinlenir; kişiyi halden hale sokar, yakar, yakar, yakar …. Bu “yanma”da başka bir yanmadır: Suyun söndüremediği, yananın betimleyemediği sözcüklere gelmeyen, dizelere sığdırılamayan bir yanma… “Anlatsana ne oluyorsun!” dendiği zaman, kişiyi (M.Celaleddin’in ifadesiyle) kişiyi (M.Celaleddin’in ifadesiyle ) kişiyi “dilsiz” gibi yapan bir yanmadır.

Sevginin Değişik Türleri
M.Celaleddin’in dediği gibi, “dil tefsire âşinadır” ve kimileri beşeri bir bilgiçlikle onu anlatmaya çalışır ve hatta sov nitelikli (ama işin aslını bilen tarafından yapmacık olduğu ) anlaşılan davranışlar sergiliyebilir, ama  anlatabiliyorsa, bu sevgi beşeri sevgidir, iyice bir duygusallıktır, aşk değildir. TV ekranlarında yayınlanan aslında Kur’an’daki özgün İslam’da da yeri olmayan mevlüt programlarında nâra atıp hoplayanlar / zıplayanlar buna örnek olarak gösterilebilir. Benzer sevgi tezahürlerini futbol maçlarını izleyen fanatiklerde de görüyoruz… Neyse dedik ya, sevginin çeşitli türleri var ama bir de (M.Celaleddin’ in bizlere anlatmaya çalıştığı ama anlatamadığını kendisi de ifade ettiği) “aşk” var. Aşkın etkisini beyinden (“şuur merkezi”nden) yediğiniz zaman dut yemiş bülbüle dönersiniz , nutkunuz tutulur, “dilsiz kalırsınız”. Ama işte kişiyi “dilsiz bırakan sevgi”, “aşk”’tır. ( ya da Tanrısal / İlahi sevgidir) ve “aşk daha aydınlık, daha güzeldir.” (5) M.Celaleddin’in bu söylemine karşılık, “Ne kadar güzeldir?” gibi bir soru sorarsanız, bir yanıt alamazsınız. Bunun nedenini yukarıdan beri anlatmaya çalışıyoruz. Beşeri düzeyde bile, “en güzel sevgi kavuşulamayan sevgidir.” Sevgilinin özlemi, bazen sevgilinin kendisinden daha güzeldir. Bu özlemle M.Celaleddin bir ömür boyu “yanıp tutuşmuş” ve ölüm denen geçişle sevgiliye (“dost”a) kavuşmayı iple çekmiş ve bu kavuşmayı “düğün gecesi”  olarak bizlere anlatmaya ve bir gerçeğe dikkat çekmeye çalışmıştır. O varlıksal gerçek, enkarne varlığın beşeri / dünya bedenini terk edip kendine dönmesidir, kendi kendisiyle baş başa kalmasıdır. Bu geçici “baş başa kalış” ile kendi iç muhasebesini yaptıktan sonra gerçek plansal dostlarına kavuşmasıdır… (6)

Sevgi Planı Özlemi
Eğer, yukarıdaki paragraflarımızda değinip geçtiğimiz “Sevgi Planı”ndan enkarne olmuşsa varlık; söz konusu kendi iç muhasebesinden sonra, dünya spatyomunda (ve bu hidrojen âleminin de) ötesindeki “Sevgi Planı”na geçmesidir. Asıl mekanı (ana vatanı) Sevgi Planı olan bir varlığın vazife gereği oradan geçici olarak ayrılıp dünyaya gelmesi ve oraya tekrar dönüşün özlemiyle , bu kaba dünya ortamında o sevginin (“aşk ”ın) izlerini betimlemeye çalışması ve aslında bunu becerememesi çok çok doğaldır. Bizim haddimize değil, ama M. Celaleddin’e hak vermemek de elde değil (7)  

Çalışmamızın sonuna doğru beşeri; dolayısıyla fâni nitelikli de olsa, hiç değilse iyi niyetli ve içtenlikli sevgiyi bizde çağrıştıran bir MESNEVİ dizesini ele alalım: “O nasıl mübarek bir gülüştür ki can kurusundan gönül cevherini gösterir.” İyi niyetli ve istekli bireyin yüz ifadelerine olduğu kadar gözlerine de yansır ve “Gözlerinin içi gülüyordu…”deriz. Hele bu gülüş sevgiliye ait ise, dünyalar bizim olur. Bu, her iki taraf içinde hâlet yaşatıcı bir etki be deneyimdir. Aslında bu durumla ilgili olarak “Gözler ruhun aynasıdır” ifadesi oldukça doğrudur; fizik ötesi bir şeylerin beşeri sözcüklerle  dillendirilmesi. Pek çok sanat müziği eserinde de yerini almıştır bu durum: “Gözler ruhun aynasıdır, onlar yalan söylemez.” “Gözlerinden içti gönlüm neş’eyi…”, “Yeşilden de yeşil gözlerin…” vb. Güfte ve besteye kolay kolay sığmayan , dile ancak bu kadar getirilebilen bu anlam, yüce M.Celaleddin’in “O ne mübarek bir gülüştür ki…”ifadesiyle örtüşmüyor mu? (8) Gülünce, gözlerinin içi gülmeli, ötekisi “sırıtmak”tır zaten.

Gülmeyi ya da gülümsemeyi (tebessümü) gerektiren o içsel tepki “gönül cevherinden” kaynaklanıp, “can kutusuna” yansımıyorsa, beşeri söylemle “gözlerinin içi gülmez” MESNEVİ’nin bu dizesindeki “gönül cevheri”nden, kişinin aşkın yanını “can kutusu”ndan da dünya bedenini (bedensel benini) anlıyoruz. Bu anlamda “can kurusu”ndan “gönül cevheri”, gözlerde etkili bir ışıltı olarak algılanır. Bu ışıltı çoğu zaman söze gelmeyen anlamlar içerir çünkü p gerçekten (M. Celleddin’in ifadesiyle) “mübarek” niteliklidir, kişini mânevi olan fizik ötesi yanından kaynaklandığı için.

Bunun tersi durumda bedensel benin nefsinden kaynaklanan bir gülüşte (ki ona “sırıtma”  demek daha doğrudur) gözlerin içi gülmediği gibi, sinsice bir riyâkarlık değilse bile egoistçe bir kurnazlık ya da bir şeyleri maskeleme vardır. Biz beşeri varlıklar böyle gülüş ve gülücüklerle pek çok duyguyu gizleriz, beyaz ya da kara yalanlar söyleriz, birine eziyet ederken bile sadistçe kahkahalar atarız (filimler, diziler bunların örnekleri ile dolu). Aradaki kaliteli / süptilite farkını belirtmek için, işin bu yanını da değinmeden edemedik.

Can Kutusunda Gönül Cevheri
“Can kutusu” nda “gönül cevheri” ni tezahür ettirmenin elbette ki başka yolları da var: en genel anlamda (ve ruhu, beden içinde düşünmemek kaydıyla) “beden içinde ruh olarak yaşamak”, “gönül cevherini can kurusunda tezahür ettirmek” ile aynı anlamdadır. Esasen enkarne varlığın aslı / esası ruh varlığıdır. Fizik beden (organizma) ruh varlığının madde âlemindeki bir sonda aracıdır ve beden, ruhtan dolayı vardır. Bu yapılanmadan dolayı ruh-beden ayrılığı değil, ruh-beden birliği söz konusudur. Beden (organizma), ebedi olan ruhun geçici bir uzantısıdır. Belli bir denge halinde ruh – beden birliği bir ömür boyu sürer.  

Bu dengenin madde ya da ruh tarafına bozulmuş olması makbul değildir. Ruh ve maddelerden herhangi birini ötekine galip getirmeye çalışmak makbul değildir. makbul durum, denge halidir. Bu denge hali dinsel öğretilerdeki “dosdoğru yol” dur. (Sıratı Müstakim). Kişinin içinde bulunduğu realitede alabileceği en üst düzey sevgi enerjisini alabilmesi, bu anlamda “doğru yolda” olmasıyla olasıdır. Doğru yoldan sapmak söz konusu “denge”yi bozmaktır. Bu nedenle Kur’an’da “Bizi dosdoğru yola ilet” denmiştir. (Fatiha 6) Bu anlamda “doğru yol ” ; kişiyi, içinde bulunduğu realitede ALLAH’a götürecek sadece en kestirme yol değil, aynı zamanda ALLAH’ın sevgisini de alabileceği en uygun durumdur. Bu duruma göre her realitenin “doğru yolu”  farklıdır. Ama bu yolların hepsi ALLAH’a gider. İçinde bulunulan realitenin “doğru yolunda” yürümek, “gönül cevherini beden kutusunda tezahür ettirmek” şeklinde MESNEVİ dizelerinde yerini almıştır.

        
---------------------------------
(1)    En’am 104, A’raf 179, Casiye 23, Enbiya 44, Yunus 42+43.
(2)    Bu şekilde yazımızın akışı içinde vereceğimiz numaralar kaynak eserle ilgili sayfalardır. Belki bazı okurlarımız konuyu kaynağından izlemek isteyebilirler…     
(3)    İksir: etkili / yararlı şurup, bir şeyin olmasına neden olan en önemli madde
(4)    Hz. İsa öğretisinde “diri” kavramı için bkz. THOMAS’ın İNCİLİ, Ruh ve Madde Yayınları
(5)    “Şuur merkezi” kavramı için bkz.   İLAHİ NİZAM ve KAİNAT sayfalar 138,139,143,145.
(6)    Bu konuda ayrıntılı ve en son bilgiler için bkz. İLAHİ NİZAM ve KAAİNAT, sayfalar 85,89,119,120,202,203,204,205
(7)    “Sevgi Planı”nın ayrıntıları için bkz. İLAHİ NİZAM ve KAAİNAT, sayfalar 242,311,306,309,314,317,319
(8)    Bu çalışmamızın içerdiği yorumlar / değerlendirmeler her türlü olumlu / o0lumsuz eleştiriye açıktır. Okurlarımızdan gelecek değerlendirmelerle bu çalışmamızın değer kazanmasını  dileriz. (S.G.)


YARARLANILA ESERLER
·          KUR’AN
·          İLAHİ NİZAM VE KAİNAT, Bedri RUHSELMAN, Dr.
·          MESNEVİ (Türkçesi Adnan KARAİSMAİLOĞLU, Prof. Dr.)

MESNEVİ DİZELERİNİN DÜŞÜNDÜRDÜRLERİ AKIL KAVRAMI

MESNEVİ DİZELERİNİN DÜŞÜNDÜRDÜRLERİ
AKIL KAVRAMI
HAZIRLAYAN: Selman GERÇEKSEVER
Aristoteles ve hocası Eflâtun başta olmak üzere kadîm ilkçağ filozoflarından Kur’an’a, Kur’an’dan sonra da ilk İslam filozoflarına ve M. Celaleddin’e kadar pek çok öğretide “akıl” kavramının üzerinde önemle durulduğunu görüyoruz. M. Celaleddin’in “akıl” konusunda ne dediğini onun Mesnevi dizelerinde görmeye geçmeden önce; aklın önemine, özellikle de “işlevsel akıl” ın önemine değinerek bu yazımıza da bu şekilde bir giriş yapmak istiyoruz:

Mesnevi’nin Kur’an’la olan bağlantısından dolayı (çünkü M. Celaleddin birçok dizesini Kur’an ayetleriyle bağlantılı olarak kaleme almıştır) hemen belirtebiliriz ki; Kur’an’da aklın önemini vurgulayan pek çok âyet bulunur. (Zümer 17+18, Bakara 269, Ali İmran 7, Maide 58, Yunus 100). İleriki paragraflarımızda, bu âyetlerin bazılarına ve başka âyetlere Mesnevi dizelerine gönderme yapıldığını, dayanak belirtildiğini göreceğiz. Günlük yaşamda pek çok konuda sürekli seçim yapmak durumunda olduğunuzu ve seçimlerimizle yakın / uzak vâdede karşılaşacaklarımızı; dolayısıyla isabetli, yani doğru bildiklerimize, insani değerlere ve hak ihlaline neden olmayacak seçimler yapmak durumundayız. İşte burada aklın önemi ortaya çıkıyor. Aklımızı pozitif yönde, insani değerler yönünde kullanmak durumundayız. Bunun için, aklımızı nefsin egemenliğinden ne kadar kurtarabilmişsek , içsel gelişim yönünde Bütün’ün hayrı ve kendi hayrımız için o kadar isabetli adımlar atabiliriz. Yukarıda adını rahmetle andığımız ilk İslam Filozoflarından Kindî (ölüm 252/866) akıl konusunda (“kötülük” le bağlantılı olarak) şunu söylüyor: “…buna rıza gösteren akılsızın biridir. Çünkü akıl her şeyi yerli yerine koyar. Aklından yoksun olan ise; şeyleri yerli yerine koymayıp , onların olması gerekenin tersi bir durumda bulunduklarını zanneder.” (1) Konuşurken bile sözcük seçimlerimiz ve düşünce çizgimiz akla, sağduyuya uygun olmalıdır. Ünlü filozof Eflâtun; bireydeki açgözlülüğü / doymazlığı domuza, öfkeyi köpeğe, ama akıl gücünü meleğe benzetmiştir. O kişi, melek düzeyinde olunca, ALLAH’a yakın benzerlikte biri olmuş olur (2). ALLAH’ın “alîm” ve “âlim” isim sıfatları da sanki aklı çağrıştırıyor (bkz. İnsan 30, Tahrim 2, Züfruf 9+84, Fatır 38, Rûm 54, Nahl 70, Hicr 25, Ra’d 9).

En basitinden en karmaşığına kadar her şeyi ve bu arada ALLAH’ın ayetlerini anlamak da akıl ile olasıdır. Bu ise aklı isâbetle ve dirâyetle kullanmak ile olasıdır. Buna “aklı işletmek / çalıştırmak” deniyor; yani, “işlevsel akla sâhip” Kişi için sadece akla sahip olmak yeterli değildir, onu çalıştırmak / işletmektir esas olan. Dahası “işlevsel akla sâhip olmamayı” “akılsızlık” olarak niteliyor Kur’an. Benzer şekilde; bakıyor ama görmüyorsan “körsün”. Bu durum Kur’an’da mealen, “gözleri var görmez, kulakları var işitmez…” şeklinde ifade konmuştur (bkz. A’raf 179).

Yukarıda değinip geçtiğimiz “aklı isabet ve dirayetle kullananlar” (Ali İmran7) ifadesi bazı Kur’an çevirilerinde kısaca “akıl – gönül sahipleri” olarak ifadeye konmuştur. Akıl – gönül sahibi olmanın” (“aklı isâbet ve dirayetle” kullanmanın) kapsamına girenler şunlardır: Düşünmek, ibadet ve öğüt almak cehaletten kurtulup hidayete ermek girer. Birey genel anlamda (üç temel kitap olan “Evren”deki “İnsan”daki ve “Kur’an” daki ) ayetleri değerlendirirken aklını bu şekilde (yani işlevsel
olarak) kullanabildiği ölçüde onu (aklını) içsel gelişim yönünde ve ALLAH’ın istediği şekilde kullanmış oluyor.

Aklı bu anlamda işlevsel olarak kullanmamak, akılsızlık anlamında tembellik oluyor ki bu, İslam öncesi câhiliye döneminden kalma ve ecdatperestlikle ilgili bit tavır oluyor. Bu gibiler tarihin her döneminde bulunmuştur. Fikir çilesi çekmek zahmetine katlanamayan bu “akılsızlar” a Ali İmran “akılsız” ecdatpereslere Bakara 170’de değinildiğini görüyoruz. “Onlara, ‘Allah’ın gönderdiğine uyun’ denildiği zaman onlar; ‘Biz, babalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan yürürüz’ derler. Ya ataları bir şey anlamamış ve doğruyu da bulamamış idiyseler?” Körükörüne taklidi yeğleyen akıl tembelliğinin kişiyi hüsrana sürükleyeceği / sürüklediği ortadadır. Bir kimsenin hafızası ne kadar geniş, mantığı ne kadar geniş, mantığı ne kadar muhkem olursa olsun, eğer aklını dirâyetle ve isabetle hayır yönünde kullanamıyorsa (yani kısaca, “akıl – gönül sahibi” değilse), temyiz yeteneği ve duyarlılığı yoksa, her muhakemesinin isabetsiz değilse bile bencilce olması olasılığı yüksektir. Akıllarını isabetle ve dirâyetle kullanamayanlar kolayca aldatılır, aldanırlar yani “sürüleştirilebilirler” ve sömürülebilirler. Bunların batıl itikatlara ve dogmalara yatkınlığı çoktur. Kur’an’daki “indirilen din” yanında, bid’atlerle dolu “uydurulan din” oluşturanlar da bunlardır. Biraz tahsil görmüş, “mürekkep yalamış” olanlardan aklını isabetle ve dirayetle kullanamayanlar ise, ideolojik akımların ve piyasanın çıkarcı çevrelerinin güdümüne kolayca girerek, bilgi birikimlerini hayra yönelik değerler üretme amaçlı kullanamazlar.

Böyle bir akıl, içsel gelişim yönünden (ki bu dünyada bulunuşumuzun gerçek amacıdır) sahibine ayak bağı durumundadır ki M. Celaleddin bu tâlihsizliği bir dizesinde şiirsel bir ifadeyle şöyle belirtmiştir:
“Akıl kişiye ayak bağı olunca;
Onu akıl sanma, yılan ve akreptir.”

Burada M. Celaleddin’in “yılan ve akrep” benzetmesinden anladıklarımızı yukarıdaki paragrafımızda açıklamaya çalışmıştık. Düşünürümüzün “yılan / akrep” benzetmesinde anlamını bulan nitelikte bir zihin sahibi kimse irâdesini de erdemler yönünde kullanamaz. Oysa ki, Kur’an’ın genelinden anladığımız kadarıyla, ALLAH’ın beşerden beklediği kendisine verilmiş olan akıl ve irâde güçlerini kullanarak duygularını, düşüncelerini ve yapıp ettikleri üzerinde düşünmek nefis muhasebesi yapmak ve insan onuruna yaraşır bir yaşam düzeyine ulaşmaktır.

M. Celaleddin’in “kişiye ayak bağı olan akıl” için kullandığı benzetmedeki “yılan ve akrep”; sinsi / “soğuk” oldukları kadar, son derece de zehirli ve zararlı yaratıklardır. Yılan ve akrep bu genel özellikleri ve tehlikeli durumlarıyla eğitilmemiş / edeplendirilmemiş nefse çok benzerler: Eğitilmemiş kaba nefs de çok sinsi ve içsel gelişimin önündeki en büyük engeldir. Bu bakımdan, nefsin kabalığı ve böyle bir nefsin egemenliği altında aklın girmiş olması birey için büyük tehlikedir. Akrep / yılan nitelikli böyle bir aklın, kişiyi ne zaman “sokacağı” da belli değildir. Bu aklın sahibi, böyle bir “akılsızlık” içinde fehim ve feraset sahibi olmadığı için görgü kurallarını rahatça çiğneyip, çeşitli hak ihlalleri (yani zulüm) de sergileyerek negatif karma yükünü sürekli arttırır. İslam kimlikli bir birey için, yukarıda sözünü ettiğimiz ecdatperestlik bağlamında örfü ilahlaştırıp; onu vahyin ve aklın
yerine geçirmek, akrep ve yılan nitelikli akla sahip olanların harcıdır. Dinler tarihinde, putperest kültürün mistik/ dogmatik kabulleri bu gibi “akılsızlar” ın gönlüne pranga gibi vurulmuştur.

Sâdece Kur’an gibi dinsel öğretiler değil, Mesnevi gibi seçkin inisiyatik öğretiler de, akıl ve irade gücünün kişiye içsel gelişim açısından yarar sağlayan her iyi alanda kullanması üzerinde ısrar eder. Çünkü önemli olan, bu güçlere sahip olmak değil, onları yerli yerinde kullanmaktır. Örneğin, akıl ve iradenin kullanılacağı alanların başında inançlar alanı gelir. Kişi hangi inanca sahip olursa olsun, o inancın derinine / niçinine / nasılına inmedikçe, o inanç konusu işlevsellik kazanamaz, idrak edilemez ve uygulamaya koyup yaşama geçirilemez. Böyle olmayınca da inanç kişiye içsel gelişim yönünde yol aldırmaz. İnancın bu düzeyde kalması yani idrak edilerek îman düzeyine çıkarılması dogmadan başka bir şey değildir. Dolayısıyla “Aklıma yatmıyor ama inanıyorum” anlayışı Kur’an’ın ruhuna tamamen yabancıdır. Şu iki ayeti anımsayalım: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün gidip gelişinde elbette aklını isabetli ve dirayetli kullananlar için ibret verici kanıtlar / işaretler vardır. (Ali İmran 187) “Biz onlara ufuklarda / dış dünyada ve kendi nefislerinde / kişinin iç dünyasında ayetlerimizi göstereceğiz ki, Kur’an’ın gerçek olduğunu iyice belli olsun.” Görülüyor ki, sadece Kur’an’ın değil, Mesnevi gibi inisiyatik öğretilerin de (eğer bizler için önemli ise) anlaşılıp, bir yarar sağlaması için (yine Kur’an ifadesi ile) “düşünülüp”, “akledilmesi” gerek. Bunda başarı için de, eğer varsa aklın “akrep / yılan” niteliğinden kurtarılması gerek. Bu yapılmadığı takdirde söz konusu bilgi kaynakları olan “nimetler” den yararlanmak bir yana, beşeri koşullandırmalara kapılarak aldanmak / aldatılmak çok olasıdır. Toplumları sürüleştirerek kolayca yönetmek isteyen hak ihlalcisi ve özgürlük düşmanı yönetimler bu yüzden bireylerin inançlarının dogma düzeyinde kalmasını ister. Kilise’nin karanlık Ortaçağ döneminde İsa Peygamber’in öğretisi bu yüzden tercüme ettirilmemiş, bununla da yetinilmeyip tahrif edilmişti. Hz. Muhammed’den sadece yüz yıl sonra da Emevi yönetimi, halkı daha kolay baskı altında tutup sürüleştirerek yönetmek için Kur’an’ı kendine göre yorumlamış, halkın Kur’an’a doğrudan ulaşmasını, anlayarak okumasını istememiş; bununla da yetinmeyerek pek çok hadis uydurmuştur. Bu örneklerde her iki tarafı da kusurlu / zalim ve zulüm kurbanı durumuna düşüren etmen (M.Celaleddin’in benzetmesi ile) “yılan / akrep” nitelikli akıldan başkası değildir.

M. Celaleddin’in üzerinde durduğu dizelerinde dikkat çektiği “yılan / akrep” nitelikli akıl; kuşku, kuruntu, yersiz korku ve batıl zehapların da nedenidir. Maddeci psikolojisinin de kapsamına girer bu istenmeyen durumlar Kur’an’da kısaca “vesvese” sözcüğünde toplanmıştır. Kendi vehmi tarafından aldatılmanı Sadıklar Planı Tebliğleri’ndeki karşılığının “imajinasyonun iğvasına kapılmak” olduğunu bu vesileyle burada anımsıyor ve bu bilgi külliyatının sahiplerini de şükranla anıyoruz. Bizler tam idrakli varlıklar olmadığımız ve bilginin de sonu olmadığı için derinlemesine gittiğimiz zaman aşırıya kaçarsak, aklımız ve imajinasyonumuz bizi kusura düşürebilir. Bilgiyi bilgi ile sınamak bunun için önemlidir. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. http://selmangerceksever.blogspot.com.tr/) Esasen “vehm etmek”, “hayaller aracılığıyla düşünmek” anlamına da geldiğinden, bu konuda dikkatli olmakta yarar var. Bununla birlikte, açıklamaya çalıştığımız anlamda vesveseye düşmeden iş yürütülürse ârif insana özgü bir durum ortaya çıkar ki, buna da “keşf ile nurlanmış vehm” deniyor. Darısı hepimizin başına…

“Kendi vehm ve kuruntularının etkisi altında bulunmak” anlamına gelen “vesveseye kapılmak / düşmek” Kur’an öğretisinde de yerini almıştır: Bu durum Bakara 168’de, “şeytanın adımlarını izlemeyin” şeklinde ifadeye konmuş ve Bakara 169’da da (şeytan / nefs) kastedilerek , “…o size kötülük ve çirkinlik, düzensizlik ve pislik emreder; ALLAH hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi buyurur durur” şeklinde bir uyarı eklenmiştir. Elbette, aklını basiretli ve dirayetli bir şekilde kullanabilen akıl – gönül sahiplerini nefislerinin (“şeytanın”) kandırıp, vesveseye düşürmesi çok zordur ama M. Celaleddin’in “yılan / akrep” benzetmesinde anlamını bulan niteliğe sahip akıllar bu performansı kolay kolay sergileyemezler. Açıklayalım ve hem Kur’an’ın, hem de M. Celaleddin’in uyarısına hak verelim:

Bireylerin vesvese içine düşmesi, büyük ölçüde onun aklının söz konusu niteliğiyle bağlantılı olarak zihinsel durumuyla ilgilidir. Çünkü beşeri zihin (özellikle de kontrolden çıkmış ve nefsin içindeki şeytanın güdümüne girmiş zihin) asla gerçekle karşılaşmak ve vicdanın uyarılarına kulak vermek istemez. Bunun nedeni; zihnin yollarlı ile gerçeğin yollarının kesinlikle farklı oluşudur. Bu durumdaki zihin / akıl sürekli güvensizlik ve dolayısıyla gizli ama sürekli bir endişe içindedir. Bu güvensizliğin ve endişeli olmanın (“anksiyete”nin) güdümü altında hemen hemen sürekli olarak sessiz konuşma halindedir (“zihin gevezeliği”) Beşeri zihnin bu durumda kendi başına yaptığı etkinliğin kapsamı içinde ve çok büyük ölçüde bireyin beşerî zaafları yönünde unsurlar vardır. Ayrıca bu durum bireyin asıl kendisi (yüksek beni) ile bağlantısının zayıflığının belirtisidir. Dolayısıyla geveze bir zihin; sadece her türden ibâdet ve meditasyon için önemli bir engel değil, aynı zamanda vesveseye kapılmaya da elverişli bir durumdadır. Durum böyle olunca, sadece vesvesenin önlenmesi bakımından değil, vicdan sesinin duyulması bakımından da zihnin sessizleştirilmesinde yarar vardır. Vesvese, korku ve endişe (anksiyete) içinde olmak, geveze zihne özgü durumlardır. Böyle bir zihne sahip bireyin aklını isabetli ve dirayetli olarak kullanmak şöyle dursun; her an o “akrep” ya da “yılan” tarafından sokulması söz konusudur. M. Celaleddin’in benzetmesi ne kadar yerinde, değil mi?

Nefsin elinden kurtarılmamış aklın, bireyi vesveseye ve “imajinasyonun iğvası” na (Sadıklar Planı Tebliğleri) sokması tehlikesinin zayıf bir olasılık olmadığını birkaç paragraf önce belirtmiştik. Şimdi o konuyu M.Celaleddin’in başka dizeleri üzerinden biraz daha sürdürüyoruz. Gerek nefsin (belli bir realitede) yeterince eğitilmiş olmamasından, gerekse duyguların kontrolsüzlüğünden yani duygusallıktan dolayı beşeri aklın sürçmesi her zaman olasıdır. Ergenlik yaşını geçmiş delikanlılığa merdiven dayamış genç hala çocuksu bencillikler içinde aklını isabetle ve dirayetle kullanamıyorsa, atalarımızın böyleleri için, bilgece bir uyarı üretmiş: “Deve kadar büyümüşsün, kulağı kadar hassasiyetin yok!” (3). Bu durumda olan gençleri zaman zaman sokaklarda görüyoruz üzülerek çünkü bize güven vermiyorlar. Atatürk de belki bundan yakındığı için “Bir genç her şeyden önce güven vermelidir.” gibi bir söz sarf etmişti… Duygusal karmaşa içinde olanlar da akıllarını isabetli ve dirayetli bir şekilde kullanamazlar. Bu durumda beşeri aklın (M.Celaleddin’in ifadesiyle) “sürçmesi” ve kişiyi zor durumda bırakması kaçınılmazdır. Mesnevi dizesinin tamamına bakalım:
“Belki konuyu genişletmek olasıdır;
Ama akıl ayağının sürçmesinden korkuyorum.”
İlk bakışta hemen anlaşıldığı gibi, bu dizelerde daha çok “imajinasyonun iğvası” tehlikesi hissettirilmeye çalışılıyor. Bir konu üzerinde enine boyuna ve derinlemesine düşünerek onu iyice irdelemek olasıdır. (Şimdi bizim yapmaya çalıştığımız gibi…) ama bu çalışma tamamen bireysel
zihnin inisiyatifine bırakılırsa, “aklın ayağının sürçmesi” olasılığı artar, konu gerçeklerden ortak doğrulardan uzaklaşır ve kişiselleşir. Çalışma / yorum / irdeleme bilgi ağırlıklı olmaktan çıkar ve belki “kurgu ağırlıklı” denilebilecek bir nitelik kazanır. Eğer çalışmamızın bilgi ağırlıklı olmasını yeğlemişsek akıl yürütmemizi; doğru bildiklerimize, doğru kabullere güvenilir kaynaklara dayandırmakta yarar vardır. Buna kısaca, “bilgiyi bilgi ile sınayarak” yürütülen çalışma şekli diyebiliriz.

Az önce paylaştığımız dizelerinde de M. Celaleddin, besbelli ki, üzerinde olduğu konuda irdelemesini bir hayli sürdürdükten sonra kendi kendine sanki bir “yeterlilik önergesi” veriyor ve duruyor. M.Celaleddin’in ki düzeyinde bir akıl da olsa, “sürçme” ve yanılma olasılığı sıfır değildir. “…Akıl ayağının sürçmesinden korkuyorum” deyip duruyor. M.Celaleddin’in “imajinasyonun iğvası” (yanıltması/ aldatması) konulu uyarısını, hatta tehlikesini başka bir Mesnevi dizesinde de görüyoruz. Para kazanma ve biriktiricilik hırsıyla bağlantılı olarak şöyle söylüyor:
“Para kazanma hırsı senin yolunu tutmasın!
Yanlış hayal seni kuyuya düşürür.”
Birey çeşitli beşeri konularda ve durumlarda hayal kurmaya meyyaldir. İmajinasyon (daha doğrusu “tasavvur” yaratma ve yaratıcılık açısından gereklidir ama bunda aşırıya kaçmak, “kuyuya düşmek” kadar tehlikeli olabilir. Bu nedenle bu konuda da dikkatli olmak; beşeri açgözlülüklere nefsin hevâ ve hevesine kapılarak aşırıya kaçmamak gerek.

Bununla birlikte, “aklım beni yanıltır” deyip de, biraz aklı zorlamamak yani fikir çilesi çekmemek de olmaz elbette. Zihin tembelliği anlamına gelen bu durumun makbul bir tutum olmadığını, tam tersine, düşünmemiz akletmemiz gerektiğini Kur’an âyetlerinden örnekler vererek daha önceki paragraflarımızda anlatmıştık. Kendi realitemizin ve aklı selimimizin elverdiğince ele aldığımız konuya; neden, niçin, nasıl sorularını sormadan onu bırakmamakta yarar var. Kur’an bile kendisini böyle bir irdelemeye ve eleştiriye açmışken ( Bkz. KUR’AN’I TANIYOR MUSUNUZ (Sayfa 138) Yaşar, N. ÖZTÜRK) her konuyu bu şekilde ele almakta özgürüz ve hakkımız var demektir. Ayrıca bunu yapmak durumundayız, zorunda değilsek bile. Çünkü bilmediklerimiz (üç temel kitaptan öğrenmemiz gerekenler) bildiklerimizin yanında bir “hiç” gibi kalıyor. M. Celaleddin, bu durumu şöyle yansıtmış dizelerine:
“ ‘Neden, Niçin?’ denilmeyen Hakk’ın işi akılla anlaşılmaz. ”
Eğer İlahi İrade’ye olabildiğince ve yapabildiğimiz kadar uyumlu yaşamak (ki buna “ibadet halinde” yaşamak da diyebiliriz…) bizim için önemliyse, O’nu anlama konusunda titizlik göstermemiz gerekir. Bunun içinde, aklı isâbetli ve dirayetli bir şekilde kullanma titizliği / dikkati içinde her şeyi sorgulamakta yarar var; esasen ALLAH’da bizden bunu istiyor: “Neden düşünmezsiniz / akletmezsiniz, hâlâ düşünmeyecek misiniz…” mealindeki ayetler için bkz. Neml62, Hakka 42, Sebe 9, Casiye 23, Enbiya 44, Kamer 15+17+32+40+42.

Mesnevi’nin bu dizesi “gayb” kavramını da içeriyor olabilir: “Hakk’ın işi akılla anlaşılmaz.” Yukarıda da belirttiğimiz gibi fizik ve fizik ötesi âlemle ilgili olarak bilmediğimiz yani bizler için “gayb” durumunda olan pek çok şey vardır. Sürekli yeni yeni şeylerin keşfini duyuyoruz. Kur’an’da mealen “Gaybı yalnız ALLAH bilir” deniyor. (Hûd 123). Gaybı bilmek ALLAH’a özgülenmiştir ama, ALLAH bizden, âyetlerini incelememizi, ibret almamızı, irdelememizi de istiyor. O halde her şeyin
bilgisine nüfuz etmek durumundayız. Gördüklerimizle yetinmeyip , görünenden hareketle görünmeye (gabya) nüfuz etmeye çalışmak sadece ALLAH’ın buyruğu değil, bilimin de yüzyıllar boyu yapmış olduğudur ve alimlerden Kur’an’da övgüyle söz edilir, bir alimin fikir çilesi içinde uykusuz gecelerin bilinen ibâdet şekillerinden üstün ve değerli olduğunu belirtmiştir, ALLAH, Kur’an’ında. (bkz. En’am 97, Ali İmran 7+190, Ankebut 49, Fatır 28, Fecr 27+30, Vaksa 7+21).

Geçmişte beşeriyet için “gayb” olan pek çok şey ve bilgi bu niteliğini yitirmiştir. Ama “gayb” nitelikli daha pek çok bilginin var olduğunu çok iyi biliyoruz. Bizler için şimdi “gayb” nitelikli olan birçok bilginin bizden daha üstün şuur düzeyinde olan varlıklar taraf bilindiğini de biliyoruz. Onlar zaman zaman bizlere bu bilgilerden bizim layık olduğumuz kadarını lütfediyorlar, elbette ki, ALLAH’ın izniyle. Bunlardan bildiğimiz en son örneği şükranla anımsamadan edemiyoruz. 2013 Nisan’ına kadar bilmediğimiz (yani bizler için “gayb” durumunda olan) pek çok bilgi İLAHİ NİZAM ve KAİNAT kitabının çıkış ile “gayb” niteliğini yitirdi. İşin daha da ilginç ve ibretlik yanı bu kitabın bilgi kaynağı olan planı, kendisinin de daha bilmediği pek çok şeyin olduğunu açıklıkla belirtiyor. Yüce M. Celaleddin’in belirttiği gibi, “Hakk’ın işi akılla anlaşılmaz” Hele kendinden habersiz; yüzlerinde nur, kalplerinde onur ve basiret bulunmayan câhiller bunu hiç anlamaz. Nefislerinin iştahını din sanan sapmışlar bundan habersizdir. Bu nedenle “sapmışlık” tam “kendini bilmezlik” ten kurtulup, “kalp temizliğine” yönelme ve yönlendirme konusunda Kur’an’da pek çok âyet vardır.

Her şeyin temelinde olduğu gibi câhilliğin de temelinde bulunan kendini bilmezlik ve dolayısıyla âdap, edep özürlü bir nefs her türden beşeri zaaf ve kusurların ana nedeni olmaktadır. Beşerin bu gelişmemişliğini ve ham yanını (akıl kavramıyla da bağlantılı olarak) M. Celaleddin bir mesnevi dizesinde “hayvanlık” olarak betimliyor. Bu arada cahil bireyin belirgin vasıflarını da şöylece veriyor:
“Cahilin lütfu ve merhameti azdır ve onların hayvanlıkları
akıllarından üstündür. Sevgi ve merhamet insanlığın,
hiddet ve doymazlık ise hayvanlığın vasıflarıdır.”
Sadece inisiyatik ve spiritüel öğretilerin değil, dinsel öğretilerin ve özellikle de Kur’an’daki İslam’ın temel konularından birinin câhillik olduğunu biliyoruz. Her türlü beşeri kötülüğün ve kabaca cüretkarlığın nedeni cehâlettir. Belirtilen öğretilerde, beşeri ve beşeriyeti kötülüklerden arındırmaya yönelik olduğu için , öğretilerin temelinde câhilliğe dikkat çekilmesi doğaldır. Ama yine de, içinde bulunduğumuz devre bitti bitecek, dünya beşeriyeti kötülüklerden arındırılmış değil. Demek ki bu cahillik, okullarda verilmeye çalışılan öğretimle, bilimsel ilerlemeyle, teknolojik gelişmeyle vb. ilgili değil. Bilimin son olanaklarını kullanarak; pek çok kötülüğe, katliama, soykırımlarına savaşlara ve teröre zemin hazırlanmaktadır.

Yüce M. Celaleddin’in de Mesnevi de sözünü ettiği bu cehalet, kişinin kendine karşı cahilliği, yani kısaca kendini bilmezliği ve bundan kaynaklanan “akılsızlık” türleri olmaktadır. Omurgasında kendini bilmezlik olan bu cahillik ve akılsızlık ile dünya beşeri rahmet dinini, zahmet ideolojisine dönüştürmüş ve yaşamı tırmandıkça dikleşen bir yokuş durumuna getirmiştir. ALLAH’ın rahmet dinini zahmet ideolojisine dönüştüren bu kara yürekli cahiller toplumların her kesiminde “baş belası” durumundadırlar. Bu anlamda cehâlet, bir bakıma ; gözlerde perde (Kur’an’da “körlük”) , kalpte örtü ve kulaklarda işitmeye engel bir ağırlıktır. Bu durumda olanlar Kur’an’sal ifadeyle “diri
olmayanlar” olarak Rum 52’de ve ayrıca da Hz. İsa öğretisinde ifadesini bulmuştur. (bkz. THOMAS’ın İNCİLİ, Ruh ve Madde Yayınları)

Yukarıda paylaştığımız Mesnevi beyyinesinde de gördüğümüz gibi, temel niteliği “akılsızlık” olan cahilin sâdece merhameti değil lütfü da (vericiliği/ fedakârlığı da) kıttır. Bir şey verse bile, onun ardından çıkarcılığa / ranta yönelik bir beklentisi vardır. Örneğin, câhil dincinin (kıldığı namaza, tuttuğu oruca karşılık) cennet beklentisi, erzak ve kömür dağıtan politikacının halktan oy beklentisi gibi…Halkın bilgisizliği ve duygusallığını sömüren emperyal zihniyet de esasen bundan başkası değildir…Bu gibilerin hegemonyaları ( egolarını yani “hayvanlıkları”nın) akıllarından üstün olduğunu M. Celaleddin yüzyıllar önce söylemiş bizlere. Bu durum, kadim Budizm öğretisinde üç zehirden biri olarak verilmiştir: Bu üç zehir; öfke, hırs ve cehalettir. Bunların üçü de edeplendirilmemiş nefsin niteliklerinden olup, böyle bir nefsin egemenliği altındaki akıl da bireyin başına beladan başka bir şey değildir. Bu kimsenin IQ’su tavan yapmış olsa da, birkaç fakülte bitirmiş olsa da, aslında “akılsızlar” sınıfının üyelerindendir.

Asıl konumuz olan akıl kavramıyla yakın ilgisinden dolayı akılsızlıkla bağlantılı olarak câhillik konusunu sürdürüyoruz: Mesnevi dizesindeki anlamda cahilliğe yenik düşenlerin “diri olmayanlar”, yani “ölü yaşamlar (“ceset olarak yaşayanlar”) anlamına geldiğini yukarıda belirtmiştik. Örneğin, “O kimse ki biz onu dirilttik…”(Kur’an) demek, “Biz onu cahillikten kurtardık…” demek oluyor. Bu anlamda “diri olmama durumu”nun anlayışsızlık anlamına da geldiğini Rum 52’de de görüyoruz: “Sen ölüye ve sağıra ; arkasını dönüp giderken , çağrısını duyuramazsın.” Bu Kur’an beyyinesindeki “ölü” (“diri” nin tersi olarak) “anlayışsız” demektir.

Temelinde akılsızlık bulunan anlayışsızlıktan kurtulmanın yolu elbette ki yaşam sınavları sonunda olgunlaşıp “pişmek” tir. İçsel gelişim ve olgunlukla gelen akıllılık ve anlayış böyle oluşuyor. Yani Bedri Ruhselman’ın ifadesiyle “deneyim ve görgü birikimini arttırmak…” Konumuzla ilgili bir atasözünde de bunu görüyoruz: “Akıl deneyim ile kemal bulur.” (3) Görgü ve deneyim birikimi bakımından belli bir düzeye gelmemiş kişinin elinde akıl yani “akısızlık” tehlikeli bir araçtır. Bu nedenle çok yerinde olarak “Akıl bir attır, dizgini arifin elinde gerek.” (3) Bu son iki atalar sözünde anlamını bulan akıl, bir bakıma (M. Celaleddin’in dizelerinde gördüğümüz “hayvan aklı” ile özdeş oluyor. Bu gibiler sadece kendilerine yönelik örgüt ve uyarılardan bir şey anlamamakla kalmaz, baktıklarında da görmezler. “Kafa boşsa göz işe yaramaz.” (3) demiş atalarımız. Aynı dikkat çekmeyi Kur’an beyyinesi olarak İslam’da da görüyoruz: “….kalpleri vardır anlamazlar; gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır işitmezler. Onlar 4 ayaklı hayvanlar gibidir…” (Araf 179). Bu durumda olan, yani korkunç bir cehaletin zebunu durumunda bulunan kişinin niteliklerini şöylece sıralayabiliriz: Gözleri donuk, yüreği katı, ibadeti Kur’andan kopuk, eli çolak, dili tutuk, edası mahkûm, işi korkaklık, ahlakı boyun eğme, üslubu yağcılık, bilgisi tekerleme.

Akıldan yoksun ve cehâletle yoğrulmuş olan bu gibilerin elbette ki ne kendilerine, ne de topluma yararı vardır. Dahası, bunlar aynı zamanda kolayca kandırılabildikleri için sürüleştirilerek yönetilmeleri hiç de zor değildir. Bu nedenle özellikle sömürü dinciliğine bulaşmış basiretsiz yönetimler için bu kitle paha biçilmez nimettir. Kişilerin câhil kalmasını (uyanmamasını / aydınlanmamasını isteyen) saltanat aracı bile bu yönetim zihniyeti yokluğa ve tükenişe teslim
oluşluğun toplumsal ya da siyasi boyutudur. Esasen her toplum / zümre kendi gelişmişlik düzeyine göre kendi liderini seçer. Hırsız çetesinin reisi, en kurnaz hırsızdır; terör unsurlarının lideri en gaddar ve acımasız terörist başıdır. Durum ve aslında apaçık amacı gerçek böyle olunca, o toplumun ; cehlin tasallutu ve taassubun kini ile yoğrulması, yani kaba eprövlerle boğuşması kaçınılmaz olur.

Görüldüğü gibi ve tarihten de bildiğimiz kadarıyla, toplum kendi “firavununu” kendi yaratıyor. Firavun nitelikli zalim yönetici “akılsızlar” dan oluşan seçmenler topluluğu tarafından seçimle işbaşına gelebileceği gibi, başlangıçta firavun nitelikli olmayan bir yönetici de zamanla zalimleşebilir. Tam idrakli varlıklar olmadığımız için, doğru yoldan sapmak her zaman olasıdır. Her iki durumda da akılsız, zâlimin zulmüne zamanında tepki verilmezse (ki bu, Kur’an’a göre zulümle ortaklık anlamına geliyor) o zalim zaman içinde giderek zalimleşir. Bu zalimleşmeden sadece o zalimin kendisi değil, o toplumda sorumludur ( en azından o zâlimi oylarıyla iş başına getirenler ve destekleyenler de vebal altına girmişlerdir). Bu gibiler için ALLAH, “özbenliklerine zulmetmiş olanlar” söylemini kullanıyor (Nisa 97). Hele bu zihniyetin mensupları (yönetenler ve yönetilenler olarak) ALLAH’ın dinini siyasete araç yapmışlar ise ilahi lânete müstahak oluyorlar. “ALLAH’ın laneti, zalimlerin üzerine olsun!” (A’raf 44) ALLAH’ın beşeriyete yönelik hitap şekillerinden biri olan Kur’an’da şunu da görüyoruz (Enfal 53): “ALLAH, bir kavme ihsan ettiği, o kavim öz nefsini değiştirmedikçe, değiştirmez.”

Görülüyor ki bütün sorun; dönüp dolaşıp temelinde kendini bilmezlik bulunan cahillikten ve akılsızlıktan kaynaklanıyor. Tüm kötülükler; bilginin cehalete, gerçeğin yalana yenik düşmesi sonucunda oluşuyor. Konunun bu öneminden dolayı , sadece Kur’an’sal öğretinin değil, tüm seçkin inisinasyonların omurgası, kendini bilmek ve cehaletten kurtulmak olmuştur. Kendini bilmeye ve dolayısıyla “Rabbini bilmeye” (Hz. Muhammed) yönelik tüm ibâdet şekilleri makbul uygulamalardır. Durum böyle olunca yüce M. Celaleddin’in akıl / akılsızlık, câhillik konusunda yaptığı vurgulamalara hak vermemek elde değil. Son ele aldığımız ve üzerinde durmakta olduğumuz dizelerdeki, “….hayvanlıkları akıllarından üstündür.” ifadesi belki bazı okurlarımız tarafından başlangıçta onur kırıcı abartılı bir benzetme olarak algılanmış olabilir ama bu akurlarımızın da, bu kadar açıklamalar / örnekleme göndermelerden sonra, umarız M.Celaleddin’e hak vermişlerdir…

Buraya kadar ki irdelememizde, gelişmemiş kaba nefsin etkisi altında bulunan aklın, kişiyi her ana kusurlu bir uygulamaya sokabileceğini ve onun güvenilir olmadığını yer yer belirtmiştik. Böyle bir aklın niteliklerinden biri de hilecilik ve buna bağlı olarak da yalancılık ve kurnazlıktır. Böyle bir akıl, etkisi altında olduğu nefsin bencilliği ve çıkarcılığı nedeniyle; başkalarına yardımdan, rehberlikten ve yol göstermecilikten çok “hep bana, hep bana” zihniyetiyle onlardan yararlanmak ve hatta onları sömürmek meylindedir, bunu kurnazlık sanır ve hatta bununla öğünür. M. Celaddin bu beşer tiplemesine, Mesnevi’sinin bir yerinde şöyle değinmiş:

“Hileci akıl her zayıfa yol gösterici olmaz.”

Hilecilik, aynı zamanda; yalancılık, sahtekarlık ve düzenbazlıktır. Bunların hepsinin temelinde “hep bana” cılık, çıkarcılık ve hodkâmlık vardır. Çıkarcı ve hodkâm olmayan akıl sahibi diğerkâmlar (elçidir/vericidir) ve en az kendisi kadar başkalarını da, onların haklarını da düşünür. Elbette ki
daha da iyisi, kendinden önce başkalarını düşünmektir; gerektiğinde kendi haklarından feragat etmektir. Kurnaz ve hileci nefsin egemenliği altında bulunan akılda bunlar olmaz. Hileci akıl sahibi için, her şey ve herkes kendi çıkarları için kullanılacaktır sömürülecek ve tüketilecek birer araçtan / fırsattan başka bir şey değildir. Bireysel düzeyde olan bu zâfiyetin ve insan onuruna yakışmayan talihsizliğin toplum ve devlet düzeyindeki boyutu kapitalizmdir. Kapitalizmin hegemonik gücü altında, zengin kuzey ile yoksul güney arasında görülen gelir dağılımındaki adâletsizlik iyice belirginleşmiş durumdadır. Sözde modern 21.YY’ın dünyasındaki bu acı gerçek , beşeriyetin yüzkarası olarak olanca çirkinliğiyle gözler önünde bulunmaktadır. Bu beşeri kursun temelinde hileci beşeri aklın onur kırıcı basiretsizliği vardır. Böyle bir aklın rehberliğinden elbette ki (bu aklın sahibinden başka) kimseye yarar gelmez. Aslında bu da “yarar” değil, vebaldir ve zarardır. Bu “akılsız”, başına negatif karma örüp durmaktadır ama “körlüğünden” dolayı bunun da farkında değildir. Bu gibi kimseden veli ve rehber edinmenin de başı dertten kurtulmaz. Sözün tam da burasında “Kılavuzu karga olanın….” diye başlayan atalar sözünü anımsamamak olası mı? Ya buna ne demeli: “Akıllıyı arkada tutma, akılsızı / ahmağı rehber yapma (!)” (3) Buyurun bir tane daha = “Ahmağa efendi olmaktansa, akıllıya kul olmak yeğdir.” (3) Yüce M. Celaleddin de bunun kendi üslûbuna göre söylemiş = “Hileci akıl her zayıfa yol gösterici olmaz.” Burada “zayıfa” sözcüğünden (her türüyle) yardıma ve rehberliğe ihtiyacı olan muhtaç durumdaki bireyi anlıyoruz. Hileci, kurnaz akıl kendi çıkarına uygun olmayana zaten yardım etmez; yardım ettiği durumlarda da, kendisi için zahmete değer bir rant var mı, yok mu buna bakar. Burada “Gör beni, göreyim seni…”geliyor aklımıza değil mi? Bakın, aynı içerikte, yüzyıllar içinden süzülerek gelmiş ve kadim bilgeliği yansıtan bir tane daha var: “Bak bana bir gözle, bakayım sana iki gözle.” (3)

Görülüyor ki, herkesin gelişmişlik düzeyi farklı olduğu için, nefsaniyetlerinin kalabalık / incelik (süptillik) düzeyleri de farklı farklı; dolayısıyla, nefislerin, akılların üzerindeki etkileri de değişiktir. Yani kısacası, “Akıl akıldan üstündür.” Bu nedenle istişare (şûra, meşveret, danışmak, görüşmek, bilgi alışverişi) bilge kişinin harcıdır. Kimden ne çıkacağı belli olmaz. “İman ve para kimdedir, bilinmez…”söylemi bunu biraz yansıtır. Danışma / istişare / şûra, Kur’an’da Peygamber’e yönelik bir hatırlatmadır: “…iş konusunda onlarla danış.”(Ali İmran 159).

Mesnevi’de konumuz olan “akıl” kavramıyla bağlantılı olan danışma konusundaki dizelerden birinde M.Celaleddin’in şöyle dediğini görüyoruz.
“Danışmak ileriyi görenlerin kârıdır,
Akıl aklın sırdaşıdır. Çünkü bu Peygamberin
sözüdür. O, ‘danışılan kimse emin olmalıdır’ dedi.”
İleriyi gören basiretli insan, gerek kendi bildiğini test etmek, gerekse bildiğinden daha iyisine ulaşmak için danışmakta hiçbir sakınca görmediği gibi, bunu her fırsatta yapar. Çünkü basiretli bilge insan, her şeyin en iyisini kendisinin bildiği iddiasında değildir. Onun için, kendisinden daha iyi düşünenlerin / akledenlerin olma olasılığı her zaman vardır. Dahası, kâmil akıl sahibi insan, birçok kimseden akıl alır ve onları zaman mekân koşullarına göre akıllıca birleştirerek kendi kararını vermekte de ustadır. İleriyi göre akıllı insan iyi bir gözlemcidir de; gözlemlerine, duygularını ve ön yargılarını karıştırmaz, değerlendirme yapmadan gözlem yapmasını” (4) bilir. Bu nedenlerden dolayı, M. Celaleddin’in belirttiği gibi, “Danışmak, ileriyi görenlerin kârıdır.”

Tüm bunlardan sonra, danışılan kimse elbette ki güvenilir olmalıdır. Bunu peygamberin sözü (hadis) olarak bize aktarıyor M. Celaleddin. Güvenilir insanın en önemli özelliği ya da yeteneği selim aklıdır. Bilindiği gibi İslam’ın son peygamberi Hz. Muhammed’in de (çocukluğundan itibaren) en belirgin kişilik özelliği güvenilir olmasıydı; dost / düşman herkes ondan emindi. Zaten takma adı da “Emin Muhammed” di. Yüce Atatürk de bir özdeyişinde “Bir genç her şeyden önce güven vermelidir” demişti. Atatürk’ün cumhuriyetimizi emanet ettiği bu “güvenilir / güven veren” gençlerden günümüzde yeterli sayıda var mıdır acaba diye sormadan edemiyoruz. Uyuşturucu ve sigara kullanma yaşının 11’lere kadar düştüğü toplumumuzda bu akılsızlıktan kaygılanmak olası mı? Neyse bu konu da ayrı ama asıl konumuz olan “akıl” kavramından, aklın olumlu yönde kullanılması durumundan çok da uzak sayılmaz…

Evet, “Danışılan kimse emin (güvenilir) olmalıdır” ve danışmak iyidir ama danışılan / danışılacak kimsenin seçimi belki daha da iyidir. Güvenilir insanın özellikleri bellidir. Günümüzde güvenilir insan bulmak çok kolay değilse de bu konuda biraz titiz davranarak doğru seçimde bulunabiliriz. Böyle bir duyarlılığa gerek var; çünkü kuşku uyandırıcı ve güven sarsıcı durumlar ve tutumlar gözden kaçmayacak kadar yaygın. Sözünde, durmak, yalan söylememek, ikiyüzlülük yapmamak vb. vb. Bunlar, bu meziyetler günümüzde özlenir kişilik özellikleri oldu. Ama bu sorun dünya beşeriyetinde yüzyıllardan beri var ki atasözlerine bile geçmiş ve günümüze kadar gelmiş. İşte birkaçı (3):
* “Adam ona derler ki, sözünden dönmez.”
* “Er olan sözünde durur”
* “İnsan, sözünden; hayvan, yularından tutulur.”
* “Söz verme; verdinse, dönme!”
* “Söz vermek kolay; iş, onu tutmakta.”

Evet, bilgelik dolu bu sözlerin hepsini sözünde durmak yani “yalancı” durumuna düşmemek üzere seçtik çünkü toplumumuzda (hem de %99’u da Müselman) en yaygın yozlaşma görünümlerinden biri bu.. Üzerinde olduğumuz “akıl” kavramıyla (“aklı ermemek” şeklinde) bağlantılı olan Maide 103 başta olmak üzere yalancılık konusuyla ilgili olarak birçok ayet vardır Kur’an’da (5). ALLAH’ın bize hitap şekillerinden biri olan Kur’an’a göre,verilen söz (akit) sorumluluk yüklüdür (İsra 34). Yerine getirilmeyen söz kişiyi vebal altına sokar. Akıl ve arif kişi verdiği sözün kendisine sorumluluk yüklediği bilincindedir ve sözünün yalana dönüşmemesi konusunda duyarlıdır. Ama ne yazıktır ki, günümüzde; yalan dolan ile iş görmekte ileri gidip, bundan kazanç elde etmekten utanmayanların sayısının az olduğu söylenemez ve daha da acısı bunların hemen hemen hepsinin nüfus cüzdanlarında “İslam” yazıyor. Yapamayacağınız şeyi söylemek ALLAH katında büyük günah olduğu halde (Saff 2 + 3), bu sağlıksız iletişim ve ilişki içinde birbirini kandırmaya çalışarak hak ihlallerine neden olan kimseler de az değil. bir de, Yalan düzerek ALLAH’a iftira edenlere” (Nahl 116) ne demeli? Ya,”ALLAH’ı aldatmaya uğraşanlar…?” (Nisa 142). Bu tür “akılsız” tiplemelerin hepsi için, M.Celaleddin; “hileci akıl” be “hayvanlıkları, akıllarından üstün olanlar” söylemlerini kullanmış, az mı? Bu söylemlerimizi ve Kur’an ayetlerini örneklemeye gerek görmüyoruz çünkü günlük yaşamda, yazılı / görsel medya bu örneklerle dolup taşıyor.

laleddin’in elbette ki “kâmil akıl” için de söyledikleri var elbette. Buraya kadar bazı Mesnevi dizelerinde aklın nefsani yönde kullanışını gördük. Elbette ki aklın vicdâni yönde kullananlar da var. Dolayısıyla aklın iki yönde kullanılması sözkonusu: Vicdâni ve Nefsâni. Enkarne varlıklar gelişim süreçleri içinde / boyunca akıllarını önce (ve bir süre, hem de uzunca bir süre) nefsâni yönde kullanırlar. Ama beşeri realite basamaklarında yükselindikçe, nefsâni kullanım giderek vicdani kullanıma dönüşür. Aklın nefsâni yönde kullanımı sırasında birey, bu kullanım nedeniyle kaba / ıstıraplı yaşam sınavlarından geçe geçe aklın böyle kullanımının akıl kârı olmadığını anlar. Bunu anladığı zaman zaten nefs epeyce usanmış ve “akılsızlık” tan (Budizm’deki ifadesiyle “ahmaklıktan”) kurtulmuş ve birey vicdanının sesini daha çok duyar duruma gelmiştir. ALLAH’ın (Kur’an, evren ve insan kitaplarındaki) ayetlerine nefsâni bir akılla yönelmekle, âyetlere vicdâni bir akılla yönelmek arasında elbette ki çok fark vardır. Vicdani bir akıl sahibinden öğüt / yardım / rehberlik almak ile, nefsâni bir akıl sahibiyle bu konuda işbirliği yapmak arasında çok çok fark vardır. ALLAH’ın ayetlerini incelerken (ki, ALLAH bizden bu incelemeyi çok iyi yapmamızı istiyor) vicdan kanalına bağlanmış olarak bunu yapmak içsel gelişim açısından (“insanlaşma” yönünde) ve o ilahi kanala (Kur’an ifadesi ile “ALLAH’ın ipi”ne ) giderek daha sıkıca bağlanmak (6) açısından çok yararlıdır ve bir bakıma farzdır. Çünkü ALLAH bizden bunu istiyor: ALLAH bizlerin gelişmesini cennetine girmemizi (7), kendisine yardım etmemizi (8) istiyor. Gelişim süreci içinde idraklenme şuurlanarak, hakka (gerçeğe) ulaşmak ve “gayb” olana daha çok nüfuz etmek de böylece olasıdır.

Bu olgunluk düzeyine ulaşmak, elbette ki tekrar tekrar doğuşlar boyunca elde edilecek olumlu bir sonuçtur ama son değildir. çünkü gelişmek sonsuzdur. Bu ALLAH’a doğru gidiş (seyr-i sülük) yolculuğudur ve bitmez. Bununla birlikte belli bir zaman–mekân kesitinde (M. Celaleddin’in ifadesiyle “kâmil akıl”a sahip olmak olasıdır ve kâmil akıl sahiplerinin sayısı da, böyle olmayanların sayısından çok azdır. Değerli olan nâdirdir, nadir olan değerlidir. “Kâmil akıl” ın geçtiği Mesnevi dizesinin tamamı şöyle:
“Senin cüz’i ve acayip bir aklın var, cihanda
kâmil akıl sahibi ara. Cüz’i aklın, küll ile
elbette ki küll olur. Çünkü akl-ı küll, alçak
nefsin boynuna geçirilen bir zincir gibidir.” (9)
Mutlak anlamda külli akıl (akl-ı küll) elbette ki ALLAH’ındır ama belli bir zaman – mekân diliminde (belli bir realitede) orayı kapsamına alan bir ya da birden fazla (oranın koşullarına ve o gelişim düzeyine uygun külli akıl da söz konusudur. Bu beşeri akıldır ama makbul düzeyde bir beşeri akıl (cüz’i akıl). Elbette ki bunun da üzerinde kâmil insan aklı… M. Celaleddinîn “…cihanda kâmil akıl sahibi ara…”demesinden iki anlam çıkarılabilir: 1)Kâmil akıl o kadar nadirdir ki, ara ara bulasın, 2)Akıl almak için kendine rehber / mürşid edinmek istiyorsan kâmil akıl sahibi ara, cüz’i akıldan bol bir şey yok… dizedeki ifâdeye iki şekilde de yaklaşsak iki tür akıl arasındaki fark belli.
Aslında bu ayrımı yapabilmek de “akıllı” olmaya bağlı. Bu anlamda “akıllı” olmanın önemi, seçim yapmamız gereken durumlarda ikiye katlanır. Çünkü yaratılıştan seçme özgürlüğümüz var ama (Sebep – Sonuç Yasası’na göre) seçimlerimizin sonucuna katlanma zorunluluğu da var. Yukarıdaki Mesnevi beyyinesinde anlamını bulan akıllık kapsamında “akıllı olmak” çok önemli (10). Bu anlamda “külli akla sâhib olmak” gerçek anlam da (hatta “varlıksal anlamda”) bir güçlülüktür. Cüz’i (beşeri) akılda kalmak zayıflıktır. Çünkü cüz’i akıl büyük ölçüde nefsin egemenliğinde ve duygusallığın tökezletici etkisi altındadır. Belli bir realitenin “külli akıl” düzeyinde bulunmak, o
realitenin bilgisini vicdan kanalıyla almış / özümsemiş olmak ve bir üst realitenin adayı olma liyakatine kavuşmuş olmak demektir. Dahası, belli bir realitenin “küllî aklına sahip olmak” demek, bu akıl düzeyinin verdiği güç ile nefsin kontrolünü (dizginlerini) yakalamış olmak demektir. Bu nedenle olsa gerek yüce M.Celaleddin, “…akl-ı küll, alçak nefsin boynuna geçirilen bir zincir gibidir” diyor. Nefs, içimizdeki şeytan olduğuna göre, İslam’ın son Peygamberi, “Ben nefsimi / şeytanımı / Müslüman ettim” derken, bunu kasdediyor olmasın? Ne dersiniz? Bu arada, yorumlarımız her türlü eleştiriye açıktır. Değerli okurlarımız değerli görüşleriyle değerlendirmelerde bulunurlarsa, noksanlarımızı görme ve çalışmalarımızı zenginleştirme fırsatı bulacağız.

Mesnevi’nin birkaç dizesinden hareketle “akıl” kavramıyla ilgili yorumumuzun sonlarına gelirken, varlıksal yapımızla da ilgili olarak, bu konunun ayrıntıları için İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT adlı esere (Ruh ve Madde Yayınları) başvurulmasında yarar görüyoruz. Takdir etmek bize düşmez ama bu bilgi külliyatından, vicdan konusu (“vicdan mekanizması” şeklinde) idraklenme bağlamında ( “yüzeysel / küresel zaman idraki”, “yarı idrak”; “süptil idrak” vb. kavramlarıyla) çok güzel anlatılmıştır. Akıl, zihin, idrak ve bunların gelişim olgusu içinde ruhun tekâmülüyle alan bağlantılarını derinlemesine görmek isteyen okurlarımıza bu eseri önermeden geçemedik. İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT’ın içerdiği bilgiler; Kur’an, Mesnevi ve benzeri eserleri daha iti anlamamızı kolaylaştıran beyyinelerle doludur.
---------------------------------------------------
(1) KİNDÎ, FELSEFÎ, RİSALELER, Mahmut KAYA, Prof. Dr. (Klasik Yayınları)
(2) KİNDÎ, FELSEFÎ, RİSALELER, Mahmut KAYA, Prof. Dr. (Klasik Yayınları), sayfa 303 (2. Baskı)
(3) TÜRK ATASÖZLERİ, Metin YURTBAŞI – Özdemir Yayıncılık
(4) ŞİDDETSİZ İLETİŞİM, Marshal B. Rosenberg, Prof. Dr. (Remzi Kitabevi)
(5) Yalan / Yalancılık konulu ayetler : Vakıa 82, Alâk 14+14,İsra 34, Saff 213, Nahl 116, Zümer 3, Ali İmran 137
(6) Bakara 256, Ali İmran 103
(7) Bakara 221,Fecr Suresi
(8) Saff14, Muhammed 7
(9) Akl-ı küll: her şeyi kapsayan akıl (“külli akıl”) cüz= küçük, parça, dar kapsamlı olan şey (10) Bu anlamda “akıllı” olayı “AKILLI OL!”başlıklı çalışmamızda irdelemiştik. (bkz. http://selmangerceksever.blogspot.com.tr/)

YARARLANILAN ESERLER :
* KURAN
* MESNEVÎ, MEVLÂNÂ- Prof. Dr. Adnan KARAİSMAİLOĞLU - Akçağ Yayınları
* KÎNDÎ, Mahmut KAYA, Prof. Dr. – Klasik Yayınları
* İSLAM’DA AKLIN ÖNEMİ, Ahmet Y. ÖZEMRE, Prof. Dr. Kırkambar Yayınları
* İSLAM’IN EVRENSELLİĞİ, Mehmet S. AYDIN, Prof. Dr. Ufuk Yayınları
* İSLAM FELSEFESİ, Mehmet S. AYDIN, Prof. Dr. Ufuk Yayınları
* KUR’AN’IN TEMEL KAVRAMLARI, Yaşar N. ÖZTÜRK, Prof. Dr.
* LAİKLİK, Yaşar N. ÖZTÜRK, Prof. Dr.
* İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, Bedri RUHSELMAN, Dr. - Ruh ve Madde Yayınları