Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Yeni Çağın Arefesinde M U T L U L U K ve DÜŞÜNCELERİMİZ

Yeni Çağın Arefesinde

M U T L U L U K 

ve

                      DÜŞÜNCELERİMİZ
HAZIRLAYAN:  Selman Gerçeksever

            Bu yazımıza, ‘mutluluk’u gerçek ya da içsel mutluluk olarak aldığımızı peşinen belirterek başlamak istiyoruz. Elbetteki, yalancı mutluluktan (geçici, aldatıcı mutluluktan) söz edeceğız ama burada esas hedefimiz, kalıcı (dolayısıyla, içsel) olan mutlulukla ilgili bilgilerimizi gözden geçirmektir: Genel görünüm olarak, herkes belli biçimlerde düşünmeye ve davranmaya koşullanmıştır. Dünya beşeri olarak bu durum; hem genetiğimizden, hem de çocukluk deneyimlerimizden ve kültür çevremizden kaynaklanan dünyasal ve toplumsal bir koşullanmadır. Bu Dünyasal ve toplumsal koşullanmanın bireye getirdiği ek bir yük de, bu yolla oluşan sahte benlikleridir ki onlar, bu derlememizin de konusu olan beşeri düşüncelerimiz ile bunlara endeksli olarak deneyimlediğimiz, gelip geçici ve dolayısıyla aldatıcı mutluluklarımızdır. Bizim sahte benliklerimiz, gerçek kimliklerimiz değildir ama ne yazıkki öyle görünür ya da çoğunlukla öyle zannederiz, hatta bunu savunuruz. Çünki, onlarla (sahte benliklerimzle ve onların egemenliği altına girmiş, daha doğrusu sahta benliklerimizin eline kaptırdığımız zihnimizle) özdeşleşmiş durumdayızdır.
      
Konuya bu kadarcık giriş bile bize, hemen; mutluluğumuzun ya da mutsuzluğumuzun kaynaklarının neler oldğunu anımsattı, değil mi? Dikkat edersek, genellikle ve çok büyük ölçüde; olmakta (ya da olmuş) olanı kabullenmemek bizi mutsuz kılmakta, beklentilerimiz doğrultusunda ortaya çıkan olgular ise mutlu kılmaktadır. Oysa ki, herşeyin beklentilerimiz doğrultusunda olmasına olanak var mı? Bu düz gerçeğe rağmen, biz isteriz ki herşey, (çoğunlukla nefsani olan)  beklentilerimiz doğrultusunda olsun... Çocuklarımız da böyledir, değil mi? Bu durum çocuklukta (o da, belli bir yaşa kadar) hoşgörülebilir ama, belli bir yaştan sonraya ne diyeceğiz?
     
Yaşını başını almış yetişkinler olmamıza rağmen, kişisellştirilmiş bir ‘ben’ / ‘biz’ duygusuna sahib olduğumuz için, beklentilerimiz ve düşüncelerimiz doğrultusunda ortaya çıkmayan şeyler / olgular bizi mutsuz kılar. Bireyin “kişiselleştirilmiş bir ‘ben’ duygusu”na sahib olması, onun asıl kendisiyle (özüyle) arasında bir perde oluşturur. Bu durum aynı zamanda, ‘zihin ürünü benlik’e sahib olmanın bir sonucudur. Burada ‘zihin ürünü benlik’ten kasıt; bedensel benin, nefsâni ve kontroldan çıkmış zihnin eline geçmiş durumudur. Bu durumda ve bu anlamda ‘zihin ürünü benlik’, tanrısal benliğin (yüksek benin, aşkın yanımızın) yerine geçmiştir. Böyle bir bedensel benin (enkarne bir varlığın) düşünceleri ve beklentileri de, elbetteki, Bütün’ün hayrına olmadığı gibi, kendi hayrına da değildir. Bu durumun ruhsal tebiliğlerdeki (1) karşılığı  “Bütün’ün içinde bir ‘nokta’(2) olmak”tır. Bu durumunu (kendini tanıma cehdi içinde) düzeltmemekte israr eden birey; sahte benlik duygusunu korumak, hatta onu güçlendirmekten başka birşey yapamaz ve böylece, içindeki ‘canavar’ ya da ‘şeytan’ giderek güçlenir ve azgınlaşır.
     
Değerli yazar ve konuşmacı Eckhart TOLLE’ün, bu durumda bulunanlar için şöyle bir önerisi var: “Kendinizi yaşamınızda bu kadar çok mutsuzluk yaratan şeyden, ve bu mutsuzluk ile, bilinçsiz özdeşleşmelerden nasıl kurtarabilirsiniz?” diye sorduktan sonra, kendi sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Onun farkına  varın, onun siz olmadığınızı idrak edin ve onu; olduğu gibi, yani ‘geçmişteki acı’ olarak tanıyın. Onun sizde ortaya çıkışına sadece tanık olduğunuzu bilin. Bu şekilde, onunla bilinçsiz özdeşleşmenizi  (bu farkedişle) kırabilirsiniz ve artık onu beslemezsiniz. Böylece o da, yavaş yavaş enerji yükünü yitirecektir...”(4)
     
Sahte benlik duygusunun (dolayısıyla kaba nefsinin) zulmü altında bulunan bu birey; yapay, aldatıcı ve sahte mululuklar peşinde koşmakdan başka birşey yapamaz; dolaysıyla mutsuzluklar onun gölgesidir. Çünki, bu birey ‘AN’dan çok uzaklardadır; ‘AN’dan uzaklığı ölçüsünde de, aslında, huzursuzluk içindedir. Nedenini bilemediği bu içsel huzursuzlukla sürekli mutluluk / huzur arayışları içindedir. Ama asıl kendisiyle olan iletişim kopukluğundan dolayı, gerçek mutluluğu ve işsel huzuru hep yanlış adreslerde arar; bu hal içinde de, nereye giderse gitsin, huzursuzluğunu ve hatta rahatsızlığını / mutsuzluğunu beraberinde götürür. Bu haliyle o, çevresindekiler için de, her an huzursuzluk nedeni / kaynağı olma potansiyeline sahiptir. Yani başkaları, hatta en yakınları için bile ıstıraplı epröv maşasıdır.
     
Bu duruma göre, görülüyor ki, mutsuzluklarımız; yaşamın koşullarından değil, zihnimizin koşullanmasından, içsel yapımızın içeriğinin şu ya da bu nitelikte olmasından  kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla mutsuzlukların, içhuzuruna döndürülmesinin sırrı; zihin ve dolayısıyla da düşüncelerimizin kontrol altında tutulmasına bağlıdır. Birçok özdeyişin konusunu oluşturmuş bulunan ‘kontrolsüz düşünce’, nefsin hegemonyasındaki beşeri zihnin ürünüdür ve bu nitelikteki düşünce akışı, bireyi kolayca sürükleyip götürebilecek güçlü bir devingenliğe sahiptir. Bu nitelikli düşüncenin her bir ögesi çok çok önemliymiş gibi davranır ve bireyin dikkatini sürekli olarak kendi üzerine çekmek ister. Bu durum, bireyin (bedensel benin) kendi düşünceleri tarafından tahakküm altına alınmaya çalışılmasından başka birşey değildir. Bu nitelikli düşüncelerin sahibi birey genellikle kendisini başkalarından kurnaz zanneder, herkesi kolayca etkileyebileceği (başkalarını, kendi aklınca kullanabileceği, tahakküm altına alabileceği) zannı içindedir. Ama bu kurnazlık ‘bilgelikten yoksun bir kurnazlık’ olduğu için (bu kurnazlığın sahibi açısından) son derece tehlikeli ve yıkıcıdır. Ne yazıktır ki, şimdiki beşeriyetin büyük kısmı bu durumda ya da bu ‘rahatsızlık’tan kurtulma telaşı içindedir.
     
Durum böyle olduğuna göre, yapılacak olan nedir? Düşüncelerimizi hemen ciddiye almamak, önce onları, yukarıda belirtmeye çalıştığımız anlamda, kontroldan geçirmek; bunun için de, vicdan sesimize kulak vererek, onu eski idraklerimizle tartmaktır. Yani, idrakine vardığımız bilgileri devreye sokmak... Bu, bir uygulamadır; hem de kendini çalışma çerçevesinde yapılan bir uygulama... Bu kadar zahmete katlanılmadığı taktirde, kendi kavramlarımızın / düşüncelerimizin (yani, zihnimizin) hapishanasine kendi kendimizi kapatmak, kaçınılmaz sonuç olacaktır. Bu duruma düşüldüğünde de ortaya çıkacak ve zaten çıkmakta olan kaçınılmaz sonuç, nefsani zihnin; bilme, anlama ve kontrol etme arzusuyla, kendi fikirlerini ve görüşlerini gerçek ile karıştırmasıdır. Kendi görüşlerini, gerçeğin yerine geçirmek ve herşeyin en doğrusunu kendisinin bildiği zannına kapılmaktır ki bunun başka adı ‘enaniyet’tir(3). Bu durumda olan birey, elbette bilemez ki, gerçek; zihnin kavrayabileceğinden çok daha geniş kapsamlıdır. Biraz gelişmiş olan beşeri bir zihin bu gerçeği hiç değilse hiseder ve bu hissedişle; bildikçe, birşey bilmediğini anlamaya başlar.

Kontroldan çıkmış nefsin güdümündeki bir zihin ile insanları ya da olguları yargılamaya kalkmanın ne kadar sakıncalı ve isabetsiz olacağı ortadadır. İşte bu nedenle, dünya beşeri, sürekli olarak; yargılamama ve hüküm vermeme konusunda uyarılmıştır. Böyle bir beşeri kusurun önüne geçmenin yolu; aklımıza gelen düşüncenin ya da bir açıklamanın, birçok olası perspektiflerden sadece bir tanesi olduğunu, bunun ileride değişebileceğini, herşeyin en doğrusunu ALLAH’ın bilebileceğini akıldan çıkarmamaktır. Unutmayalım ki, bizim sahibolduğumuz hiç birşey bizden büyük olamaz; dolayısıyla düşüncelerimiz de bizden büyük olamaz ve bizi tahakküm altına alamazlar, bizi güdümleyemezler. “Düşünen zihin yararlı ve güçlü bir alettir ama yaşamınızı tümüyle o yönettiğinde, onun; siz olan şuurun sadece küçük bir veçhesi olduğunu idrak etmediğinize, zihin çok sınırlayıcı da olabilir...”(4)
     
Görülüyor ki, zihnin; bu anlamda nefsin elinden kurtarılması ve böyle bir kararlılıkla, nefsin de terbiye edilerek kontrol altına alınması, tamamen ‘kendini tanıma’ konusu çervesinde gerşekleştirilecek bir eylemdir. Birey kim olduğunu bilebilirse, asıl kendisinin, bedensel ben olmadığını idrak ederse, zihin ürünü sahte bir benlik yaratıp, onun korku, kuşku ve yetersizlik hisleriyle dolu güdümlemesinin kölesi olmaz. Kısacası, kendi içinde yarattığı kendi putuna tapar hale gelmez... Bu duruma düşen bireyin yaşamı, zihin ürünü benlik duygusunu korumak ve hatta onu giderek güçlendirmek (aç gözlülüklerini hep beslemek) eylemleri dizisinden başka birşey değildir.
     
İşte bireyin, olanı kabullenmesini (ki bunlar çoğunlukla kendi geçmiş eylemlerinin sonucudur zaten. İşte bunları kabullanmesini) istemeyen, dolayısısıyla onu ‘mutsuzluk doyumsuzluğu’ içinde kıvrandıran da bu nitelikli bir ‘kişiselleştirilmiş ben duygusu’dur. Oysa ki, belli bir olgunluktan sonra bireyin, ‘olan’ı kabullenebilecek esnekliğe gelmesi, yani olmakta olana ‘evet’ diyebilmesi; bireyin içinde derin bir biçimde dingin olan bir genişlik duygusunu da beraberinde getirecektir ki bu, hiç bir bedensel (hazza dayalı) mutlulukla karşılaştırılamayacak iç huzurudur (gerçek mutluluktur). Dış koşullar nasıl olursa olsun, içindeki huzur bozulmadan kalır. İşte bu anlamda olmak üzere, ‘olan’a “Evet!” demek, bireyin içinde; sadece dışsal koşullara değil, içsel koşullara ve sürekli değişen düşüncelere / duygulara bağlı olmayan, bunlardan etkilenmeyen bir derinlik ve içhuzurunu olanaklı hale getirir, ya da böyle bir derinlik boyutunun ortaya çıkmasına elverişli zemini hazırlar. Çünkü, az yukarıda sözünü ettiğimiz ‘dinginlik’ kavramında anlamını bulan içsel huzur; bizim asıl kendimizin (yüksel benimizin) özüdür. Bireyi değiştirecek ve dönüştürecek olan da (ancak idraklenme cehdiyle kazanılabilecek olan) bu dinginliktir. İdraklenmenin sonucu şuurlanmak, şuurda uyanmaktır (‘kıyam etmek’). Bu durum anı zamanda, düşünce dünyasından uyanış, ‘kişiselleştirilmiş ben uygusu’nun ürünü olan düşünce dünyasından, şuur âlemine (asıl şuurluluğa) uyanmaktır ki o alem, düşüncenin kavrayabileceğinden çook engindir. Bu durum bir bakıma, ‘düşünceyi aşmak’tır. Bu, düşünmemek anlamına gelmez; fakat o, düşünceyle özdeşleşmemek ve onun egemenliği (dolayısıyla zihnin egemenliği) altına girmemektir.(5) Algıların berrak hale gelmesi ve (algıların) düşünce tarafından karartılmaması da böylece olanaklı hale gelir.
      
Zaten, algıların; sadece düşüncelerle değil, hiç bir şekilde ‘karartılmaması’ esastır. Aksi taktirde, sağlıklı gözlemin koşulları olumsuz yönde etkilenmiş olur. Yani, enkarne varlık olarak, bu maddesel ortamda gözlem yapıp, planımıza ‘feedback’(6) gönderme görevimizi ve sorumluluğumuzu yerine getirmemiş oluruz. Gıdası düşünceler olan zihnin kontrolsüzlüğünün ya da onun, eğitilmemiş nefsin eline geçmesinin bir sonucu olan bu durum; aynı zamanda bireyi ‘AN’dan uzaklaştıran ve elbetteki, içsel gelişim açısından hiç de makbul olmayan bir durumdur. Bu durum bireyi başka bir güzellikten daha mahrum eder ki, o da; kendisinin (asıl kendisinin) o düşüncelerinden daha engin ve derin olduğunun idrakidir. Evet, enkarne varlıklar olan bizler aslında, düşüncelerimizden çok daha engin ve deriniz ama zihnimizi, yukarıda açıklamaya çalıştığmız anlamda eğitip kontrol altına alamamışsak, o bize bu güzelliği ve gerçeği yaşatmaz; bizi sahte mutluluklar peşinde koşturur durur. Böylece de; tanrısal realitemizi unutur ve kendimizi tezahüratın çokluğu, çeşitliliği, yapay icap ve ihtiyaçların içinde yitiririz. Bireyler kim olduklarını unuttuklarında ise ; teşevvüş, dejenerasyon, depresyon, öfke, şiddet çatışma kaçınılmaz olur. Çünkü, bireyin yönetimi egosunun ve onun maşası olan zihnini elindedir. Bu zihnin gıdası da, sahte benliklerinin ürünü olan düşüncelerdir. Bu bireyin, farkında olmadan, nefsani bilincinin kabusunun tutsağı olarak yaşamasından doğal birşey yoktur.
     
O halde, düşüncelerimizi aşarak, beşeri zihnimizin dışına çıkmak durumundayız. Bu, aynı zamanda, düşünce akışını yavaşlatma yoludur. Bu uygulamayı sürekli kılabildiğimiz oranda; düşüncelerin, dikkatimizi masetmesini de engelleme şansını yakalayabiliriz.
     
Bu kadarcık bir çalışmadan sonra bile, İSA Peygamberin yaklaşık 2000 yıldan beri yankılanıp duran o veciz ifadesini ve önemini şimdi daha iyi anlıyoruz: “Düşüncelerinizden de sorumlusunuz..!”    

 
.............................
(1) Merkez Yüce Plan Tebliğleri
(2) ‘NOKTA OLMAK’, bir bakıma; ‘kabuklar’ içinde sabitleşip kalmak ve şuur yayılımı yapamamak...
(3) enaniyet: “Her şeyin en doğrusunu ben bilirim...” budalalığı
(4)DİNGİNLİĞİN GÜCÜ, Eckhart Tolle (AKAŞA Yayınları)
(5) Bu konuyla ilgili güzel bir uygulama için bkz. ‘DİNGİNLİĞİN GÜCÜ’(sayfa:29), Eckhart Tolle
(6) Sadıklar Planı Tebliğleri

28 Nisan 2011 Perşembe

POZİTİF İNSAN OLMAK(Kur’an’da Pozitif İnsan)

POZİTİF İNSAN OLMAK(Kur’an’da Pozitif İnsan)

 Kur’an’ın işlevsel yanlarından biri, dünya beşerini/enkarne varlığı, maddeleşmiş dünya yaşamından(inisiyatik ifadesiyle “karanlıklar”dan, “cehennem”den) kurtarmaya çalışmaktır(Ahzab 43). Bu istenmeyen durumdan korunmanın(“sakınmanın”) ve kurtularak “yükselmenin” yolu hidayete ermektir(Bakara 157). İşte bu istenmeyen, insanın yüceliğiyle bağdaşmayan durum yerine, erdemli pozitif insanlara özgü bir yaşamın ikame edilmesi(yerine geçirilmesi) “ibadet hali” ni sürekli kılmakla olasıdır(1).

 Pozitif insanın niteliklerinden biri olan sabır, teslimiyet(2) kavramında anlamını bulan imanın gereği ve erdemli insanlara özgü bir fazilet ve meziyettir(3).

 Pozitif insan büyük ölçüde “zihin gevezeliği” nden kurtulup; aklını, vicdanı yönünde kullanabilen insandır. Bu da aklın, nefsin egemenliğinden(daha doğrusu zulmünden) kurtarılmasıyla olasıdır. Bu başarı, pozitif yaşama kararlılığı içinde olan insana, “ayetler evreni” nden başka bir şey olmayan çevremizdeki olayları daha sağlıklı irdeleyip, analiz etme niteliği kazandıracaktır. “Gören gözler”(Casiye 13, Ra’d 4, Nahl 6 + 12, Zariyat 20 + 21, Secde 26, Naziat 26, Neml 52, Bakara 171, Fussilet 53) bireye bunun için gereklidir. Bu ayetlerde anlamını bulan “gören gözler” e sahip olmanın gereği; beşeri aklın, kendini tanıma kararlılığı çerçevesinde terbiye edilmesidir ki bu da pozitif insanın(Kur’an ifadesiyle “takva ehli basiretli kişi”nin tavrıdır. Bu tavrı sürekli kılmanın yan ürünü de “makul vicdan”dır(4).

 Nefsin iğvasından ve beşeri/toplumsal koşullandırmalardan sakınma konusunda belli bir farkındalık/uyanıklık içinde olmak pozitif yaşama titizliği içinde bulunan bireye özgü bir tavırdır. Maddenin cazibesinden, nefsin(Kur’an ifadesiyle “şeytanın”) iğvasından ve toplumsal/beşeri koşullandırmalardan sakınma becerisi kişiye, Kur’an’dan daha çok yararlanma(ayetleri daha derinlemesine anlama) gücü kazandırıyor. Bu anlamda “sakınanlar” için Kutsal Kelam’ın bir kılavuz olduğunu Bakara 2’de görüyoruz. ALLAH’ın bizlerle konuşma şekillerinden/araçlarından biri olan Kur’an’ı anlamak(başka türlü ifadesiyle, ALLAH’ın bizlere hitabını anlamak) ve gereğini yapmak bizce önemli ise, yaşarken böyle bir “sakınma” titizliği içinde bulunmalıyız ki, bu titizliğe sahip olmak da pozitif insanın niteliklerinden biridir. Pozitif olmak, “iyi” olmaktır. Felsefede ALLAH’ın “yüce iyilik” olarak adlandırıldığını biliyoruz. “İyi olmak” aynı zamanda İlahi isimlerden(Esma-ül Hüsna’dan) biridir: Hadi. ALLAH bizden, kendisine benzememizi, O’nun sıfatlarıyla sıfatlanmamızı istiyor. Bunun Sufizm’deki karşılığının “ALLAH’ın rengi ile boyanmak” olduğunu biliyoruz ki, böyle bir kararlılık ve ceht içinde bulunmak pozitif insanın harcıdır.

Pozitif yaşamanın gereği olan “sakınmak”(5) duyarlılığının ve farkındalığının bir yan ürünü de “selim kalp” e sahip olmaktır. Yani, bireyin vicdan kanalının nefsanî tesirlerden arındırılmış olması… Bu, aynı zamanda “kalp temizliği”dir. Kalp temizliğinin ya da “selim kalp” in Sufice ifadesi, “gönül ehli olmak” tır. Yani kalbin gönül’e dönüşmüş olması durumu. Birey ancak “sakınma titizliği içinde” gönül boşluğunda yükselebilir, gönüller dolusu sevgi ile Bütün’e(onun en süptil/ince, latif tesirlerine) yönelebilir. İşte bu anlamda “gönül uluları” ancak ve elbette ki Kur’an Vahyinin derinlerine daha çok nüfuz edebilir. “…rehberlerinden bir hidayet üzere olanlar” da(Bakara 5) elbette ki bu “gönül uluları” pozitif insanlardır.

Tüm bunlardan anlaşılacağı üzere, Kutsal Kelam’ın “Sakınınız!” uyarısı, pozitif insan da dâhil, tüm realitelerde bulunan enkarne varlıklar için geçerlidir. Yukarıya doğru giderek incelse de, her realitede nefsaniyet vardır; nefse karşı böyle bir “sakınma titizliği” ve duyarlılığı içinde bulunmak her realite basamağındaki beşerin hayrınadır.

Tanrı’nın sıfatlarıyla sıfatlanmak, aynı zamanda “teslimiyet”in de ifadesidir. Bunun Kur’an’daki ifadesini Bakara 138’de görüyoruz. Pozitif düşünme ve davranma titizliği içinde olan “sakınanlar” bir bakıma bu anlamda“teslimiyet”i gerçekleştirme yoluna girmiş olanlar oluyor… Zaten Kur’an’ın ideal insanı olan “müselman”; “İslam” sözcüğüyle bağlantılı olarak, İslam’ın vahye dayalı gerçek çehresinde “ALLAH’a teslim olmak” vardır ki, bununda gereği pozitif insan olmaktır.

Kur’an’da “sakınmak” kavramında anlamını bulan “pozitiflik” in bir gereği de, elinde bulunan içsel gelişim olanaklarını(sahip olduğu nimetleri ve rızkı) başkalarıyla paylaşmaktır, kendi yararlandığı bir olanaktan başkalarına da pay çıkarmaktır. Bu “nimetler” in kapsamına her şeyle birlikte bireyin sahip olduğu bilgi de girer. İşte pozitif insan, sahip olduğu bilgiyi de başkalarıyla(ona gereksinimi olduğunu hissettikleriyle) paylaşır. Esasen bu anlamda bilgi paylaşımı, biliyor olmanın sorumluluğunun yerine getirilmesidir. Bilen, bildiğinden sorumludur; bu sorumluluğun gereği de, o bilginin uygulamasını yapmak ve onu ihtiyaç sahipleriyle paylaşmaktır. Esasen en büyük ve değerli sadakanın da bilgi olduğunu yeri gelmişken anımsıyoruz.

“Pozitif” olmanın gereği olan böyle bir titizlik ve duyarlılık içinde bulunmak aslında, “Kendimiz için istediğimiz bir şeyi başkaları için de istemenin…”(İsa Nebi, Thomas’ın İncili) gereğidir ve bu durum; beşeri zaaf ve rahatsızlıklarımızdan biri olan cimriliğin tam tersidir.

Cimri bireyin karakteri olan “biriktirme rahatsızlığı” na yakalanmadan, elimizdekinin yeterli olanından fazlasını gerçek ihtiyaç sahipleriyle paylaşmakta(ya da ihtiyaçtan fazlasını edinmemekte) yarar vardır. Pozitif insan bilir ki, ALLAH’ın verdiği nimetler yerli yerince harcanırsa(ve hele onlar için şükredilirse) çoğalır. Bu çoğalma, onları başkalarına dağıtmak içindir, biriktirmek ve istifçilik için değil… Bu nedenle, “Tükenirde bana kalmaz…” gibi bir beşeri endişeye kapılmaya gerek yoktur. Hepsi de aslında emanetten başka bir şey olmayan ALLAH’ın nimetlerinin şu ya da bu nedenle bizde birikmesi; vericiliğimizi, başkalarına da onlardan pay çıkarıp çıkarmayacağımız konusunda sınanmak içindir. Kişi, varlıkla da sınanır, yoklukla da… Ama “varlıkla sınanmak”(Kur’an ifadesiyle “servet şımarığı” olmamak)(6) herhalde daha zordur. Pozitif insanın belirgin niteliklerinden olan vericiliğin/fedakârlığın(Kur’an ifadesiyle “başkalarına da pay çıkartmak” ın)(7) tersi olan cimrilik/nekeslik rahatsızlığına birey yakalanmışsa; yani bir bakıma “dünyalaşmışsa”, ALLAH rızası için vericilik ve hizmet gücünü de yitirmiş demektir. Bakara 245’te bu tehlikeye karşı beşeriyetin uyarıldığını görüyoruz. ALLAH, çıkarsız vericiliğin karşılığını kat kat artmış olarak iade edeceğini de yine Bakara 245’te belirtiyor. “Veren el” in üstünlüğü Muhammed Nebi’nin bir hadisinde de dile getirilmiştir: “Veren el, alan elden üstündür…”.

Bir toplumda mabul bir birliğin en önemli görünümlerinden biri olan yardımlaşma ve dayanışma bilincinin(pozitif insanlar aracılığıyla) kök salması da Kur’an’ın beşeriyetten beklediği güzelliklerden birisidir. Bu güzel durum: barışa yönelik değer üreten ve hayırlı işler yapma titizliği içinde olan pozitif insanın “sahip olduklarından başkalarına da pay çıkartmak” talimleri sayesinde, toplumda yaygınlaşmasına bağlıdır. Aynı zamanda, İlahi İrade Yasalarından(“Sünnetullah”) olan yardımlaşma ve dayanışma, varlık olmanın gereğidir. Yukarıdan beri, irdelemeye çalıştığımız anlamda, “pozitifleşmemiş” bir birey, nefsaniyetinden ve beşeri tutkularından dolayı bu varlıksal gerekliliği yerine getiremez. Varlık varlığın gelişim aracı olduğu bir tezahürat ortamında; bilenin, bilmeyene yardım etmesi bile, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Esasen yardımlaşma ve dayanışmanın bilinç düzeyinde kusursuz olarak yaşandığı yer ruhsal plan(“plane”) durumudur. Biz enkarne varlıklar da(planlarımızın tezahür uzantıları olarak) yüksek benimize/asıl kendimize ve planımıza benzemek durumunda olduğumuza göre, bu dünyada pozitif olmak zorundayız.

Kalbi ürperti içinde olan pozitif insan, yanlış yapmama ve doğru yolda olma titizliği içindedir. Toplumsal yaşamdaki her türlü kandırıcı ve cezp edici etkiye ve koşullandırmalara rağmen; doğruya, iyiye ve güzele yönelik olarak yaşamak pozitif insanın, taklit edilmeye değer bir meziyetidir.

Toplumsal yaşamda Kur’an’ın takva ehli pozitif insandan beklediklerine pozitif insanın meziyetlerine, günümüz sözde modern beşeriyeti henüz tam olarak ulaşamamıştır. Kur’an’la gelen Kutsal Kelam’ın ideal insanının özellikleri şunlardır. Kur’an’a göre pozitif insan toplumsal yaşamda şu altı konuya saygılıdır:
1-Yaşam hakkına saygı, 2- Özgürlük hakkına saygı, 3- Duygu ve düşünceye saygı, 4- Bilimsel kanaate saygı, 5- Namus ve haysiyetine saygı, 6- Mülkiyet hakkına saygı. Gerçek çağdaşlığın ve uygarlığın bu konularda insanların birbirine saygılı olmasıyla ortaya çıkacağına inanıyoruz ve bu konularda birbirine saygılı olan insanlardan “YENİ İNSANLIK” ın oluşacağını biliyoruz.

Dünya beşeriyeti için yeni insanlık düzeyine ve toplumuna ulaşmak, yine Kur’an ifadesiyle “doğru yolda olmak” ın en doğal sonucudur. Pozitif insan“doğru yolda olmak” ifadesinde anlamını bulan; barışa yönelik değerler üreten ve her durumda hayırlı işler yapma titizliği içinde olan, “bilgiden nasipli birey” dir(A’raf 32). Gerçek “üstünlük” de, bu insanın söz konusu meziyetleriyle gelen üstünlüktür. Başka türlü ifadesiyle gerçek üstünlük ve iktidar, ALLAH’a giden “doğru yol” da en iyi şekilde yürüyebilen pozitif insanın durumudur. Pozitif insan bu kazancını, Kur’an’ın ilke değerlerine uymasına borçludur. Kutsal Vahyle gelen bu ilke değerlerin; İlahi İrade Yasaları(Sünnetullah), Kur’an’daki İslam, akıl, bilim ve insani değerler(yani erdemler) olduğunu biliyoruz. Beşeri zaaflardan ve kusurlardan kurtulup insanlaşmak da bu ilkeleri yaşama geçirmekle olasıdır.

Dünya beşeri toplumunun bu anlamda “insanlaşarak”(yani, “pozitifleşerek”) bir Âdem devresini bitirmesi için Kutsal Kelam’ın dünyaya dönem dönem indirildiğini ve bu rehberlik ve eğitim kapsamında tüm toplumlara peygamberler geldiğini biliyoruz. Kutsal Vahyin dünya beşerine dönem dönem indirilmesinin amacı; beşerin tekâmülü, aydınlanması ve “doğru yol” boyunca, bu Âdem devresiyle hedeflenen sona aşama aşama ilerletilmesidir. İşte İlahi Murada uygun olarak böyle kutsal bir amaç ile beşeriyete verilmiş olan bilginin; idraklenme cehti içinde hazmedilerek şuurlanılması, pozitifleşmenin ve devreyi başarıyla bitirmenin gereğidir. Pozitif insan, bu gereği yerine getirmiş ya da getirme titizliği içinde olan, Kutsal Kelam ölçülerine göre makbul insandır. Pozitif insan, bu gereği yerine getirme çerçevesi içinde, “sapkınlık”(8) yerine “hidayeti”(9) yeğlemiş ya da böyle bir duyarlılık ve sakınma içinde olan iman onuruna ermiş insandır.

Görülüyor ki kurtuluşa giden “doğru yol” da(“hidayet” üzre) olmak Yahudi, Hıristiyan ya da görünüşte Müslüman olmakla(yani, nüfusa bu şekilde kayıtlı olmakla olası değildir. Kurtuluş ve insanlaşmak “takva” kavramında anlamını bulan “pozitifleşmek” le olasıdır. Müslüman bir ailenin Müslüman çocuğu olmakla, gerçek anlamda Müslüman(yani “teslim olmuş”, “hanif” anlamında Müslüman) olunmuyor. “Doğru yola kılavuzlanmak” (Bakara 135 + 136 + 137), “pozitifleşmek” kavramında anlamını bulan “akıl-gönül sahibi olmak” la(10) olasıdır. Esasen bizleri “doğru yola kılavuzlayan” Kutsal kelamı(ALLAH’ın bize hitabını) en iyi anlayanlar, dolayısıyla da O’nu en iyi anlayanlar “akıl-gönül sahibi pozitif insanlardır.”

“Doğru yola kılavuzlanmak” ifadesinde anlamını bulan pozitifleşmek,(yine Kur’an ifadesiyle) “ALLAH’ın ipine yapışmak”(11) “ALLAH’ın ipine yapışmış olmak” titizliği içinde yaşama kararlılığı sergilemek, indirilen dinsel öğreti’ye göre yaşamakla gelen pozitifliktir. Bunun tersi durum ise Müslüman/Hıristiyan/Yahudi görünümünde(bid’at ve hurafeden oluşmuş bir) “uydurulan din” e göre yaşamak oluyor ki bunun Kur’an’daki adı sapmışlıktır.

Pozitiflik ile bağdaşmayan “sapmışlık” ın(8) nedenlerini ve bunlardan sakınmanın gereklerini de yine Kur’an’dan öğreniyoruz: Kur’an bu nedenleri “gözlerin/kulakların mühürlü, kalbin hastalıklı olması” sembolizmi ile veriyor(12). Bu kimseler bu nedenle “ALLAH’tan yüz çevirmiş” oldukları( Bakara 137) için; onların ALLAH’a olan inançsızlıkları ile ALLAH’ın gönderdiği resul ve nebilere yönelik saygısızlıkları son derece doğaldır. Kur’an’daki gerçek/özgün İslam olan “indirilmiş bir din” varken, kendi “uydurdukları bir din” e göre doğru yoldan sapmışlık sergilemeleri son derece doğaldır.

“Pozitif insan” kavramında anlamını bulan “takva ehli hanif insan”ın gözü-kulağı mühürlü ve kalbi hastalıklı(12) olmadığı için “Salih amel”(barışa yönelik eylemler ve hayırlı işler) üzere olması son derece doğaldır. “Pozitiflik” anlamında öteki Kur’an ifadeleri de şunlardır: “Kâbe’ye yönelik olmak”, “Kur’an’daki İslam’a yönelik yaşamak”, “doğru yolda olmak”, “hidayet üzere olmak”, “yüzünü ALLAH’a döndürmek”tir.

Birey hangi realitede bulunursa bulunsun, o realitenin “doğrusu”ndan sapması her zaman olasıdır. Çünkü nefsaniyetin sıfırlanması(öldürülmesi/yok edilmesi) söz konusu değildir. Böyle olunca, her şeyin sınanma ve sınav aracı olduğu şu dualite ortamında kusursuzluk söz konusu olamaz. Burada önemli olan, işlenen kusurun(ya da Kur’an ifadesiyle “sapkınlık” ın) hemen farkına varıp, doğruya yönelmek; hatta “tövbe ederek” bunu yapmaktır. Böyle güzel bir manevranın övgüsünü Bakara 160’ta görüyoruz: “… Tövbe edip, hallerini düzeltenler ile gerçeği açıklayanlar…”.  İşte, İlahi övgüye değer bulunan bu güzel farkındalığa “pozitif insan” sahiptir. Çünkü pozitif insanın böyle bir duyarlılığı(“sakınma titizliği”) vardır. Kur’an’ın aynı ayetinde günahları affeden(Gaffar ve Gaffur) ALLAH’ın bu tövbeleri kabul ettiğini görüyoruz. Çünkü ALLAH aynı zamanda tövbeleri kabul edendir(Tevvab) zaten… İşte böyle bir gaflet ve dalaletten, güzel bir manevra ile kendini kurtarıp; af dileyip tövbe edenlere ALLAH, kusurunu düzeltme(bir daha, hatta birçok kez sınanma ve sınanarak güçlenme/arınma) olanağı lütfediyor. Böyle bir telafi olanağına, biz dar/kapalı şuurlu varlıkların çok çok gereksinimi olduğunu ve bu olanağın giderek daha çok pozitifleşme fırsatı(hatta “rahmeti”) olduğunu, bu sayede kusurlarımızı düzeltip, “doğru yol” da(“sırat-ı müstakim” de) kalma gücüne sahip olacağımızı çok iyi biliyoruz.

Yine biliyoruz ki, bu anlamda tövbe eden varlık, haddini bilen; kusurlar içinde olduğunu anlamış, kusurlarını düzeltme ve sakınma titizliği içinde bulunan “pozitif insan”dır ki, bu da “doğru yol”a yönelmişliğin, “doğru yol” da kalma titizliğinin belirtisi makbul bir tutumdur.

Kur’an’daki İslam bireyde, biyolojik bedeni ve onun meta-biyolojik yanını bir bütün olarak geliştirmeyi hedeflemiştir ki bu, pozitif insanın en belirgin niteliklerinden olan makul vicdandır(“orta yol”). Birey için kendinden habersiz, beden olarak yaşamak ne kadar sakıncalı ise; bedensizmiş gibi tamamen vicdan insanı olarak yaşamak da o kadar istenmeyen bir durumdur. Esasen, bedenli olup da tamamen vicdan insanı olarak yaşamak hemen hemen zaten olası değildir. Makbul olan, orta yol olan “makul vicdan”lı olarak yaşamaktır. İnsan, enkarne durumda esasen ruh varlığıdır ama bedenin ve maddenin de hakkını vermek durumundadır. Enkarne ruh varlığı ancak “orta yol”da(ki bu bedenli bir yaşam için “doğru yol” dur) olduğu sürece, kendisini olduğu kadar bedeni de geliştirir ve çevresine karşı da “pozitif” anlamda iyi bir örnek(“taklit edilmeye değer” bir örnek) olma başarısına ulaşır(13).

Pozitif orta yol insanı sadece akıllı değil, akıllı olduğu kadar da vicdanlı bir kimsedir. Başka türlü ifadesiyle, aklını nefsin heva ve hevesi yönünde değil, vicdanı yönünde kullanan insan, orta yolun pozitif insanıdır. Aklın sağlıklı bir şekilde işlemesi ancak makul vicdan titizliği içinde yaşamakla olasıdır. Kur’an’ın insandan beklediği de bundan başkası değildir. Aklı sağlıklı bir şekilde işletmenin(yani, aklı insani değerler ve vicdani şeriat yönünde işletmenin) sadece bireysel açıdan değil, çevre ve toplum açısından da ne kadar önemli olduğunu; ayrıca, anlayışsızlıktan kaynaklanan sorunların ve sağlıksız beşeri ilişkilerin(bu anlamda) “akılsızlık” tan kaynaklandığını biliyoruz. Aklı, vicdan ve insani değerler yönünde değil de, nefsanî itilimler yönünde kullanmanın Kur’an’daki karşılığı “akılsızlık” tır. Bu nedenle, pozitif insanın yaptığı gibi; aklı insani değerler ve vicdani şeriat yönünde işletmek, olup bitenlerden içsel gelişim yönünde yararlanmak, dolayısıyla anlayışlı ve hoşgörülü olmak, başta Kur’an olmak üzere tüm kutsal ve inisiyatik öğretilerde vurgulanmıştır. Bu anlamda “akıllı olmak”, aklı vicdan yönünde, yani Yüksek Benimizle(asıl kendimizle) bağlantılı olarak kullanmak oluyor. Bu arada, vicdanın; Rabb Planı’nın bizdeki en uç noktası olduğunu da(SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ’nden) anımsıyoruz.

Vicdan yerine nefsin güdümündeki beşeri aklın sergilediği(yani “akılsızlık” ın sergilediği) günümüz beşeriyetinin yüzkarası marifetlerini üzülerek görüyoruz. Bu talihsiz manzaranın müsebbipleri(sebep olanları) söz konusu “akılsızlık” larından dolayı o kadar anlayışsız, aymaz, gaflet ve dalalet içindedirler ki,(Kur’an ifadesiyle) “…öğüt alıp düşünmekten bile acizdirler.”(Bakara 269). Öğüt alıp düşünenler ve aklını işletenler ise(Bakara 269’a göre) “pozitiflik” te anlamını bulan “Salih akıl” sahipleridir: “…temiz(Salih) akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşünmez.” Kur’an’la gelen Kutsal Kelam da, öğüt olduğuna göre, Kur’an’ı da en iyi anlayanlar “salih akıl” sahibi pozitif insanlar olmaktadır(Kamer 40).

Konumuz olan “pozitifleşmek”, beşeri aklın; içsel gelişimi engelleyici kabalığının giderilmesiyle olasıdır. Beşeri aklın bu niteliğini gidermek, onu nefsin hegemonyasından kurtarıp, vicdana teslim etmekle oluyor. “Her şeyin ayet olduğu” bilinci içinde yaşamak, beşeri akıl(geveze zihin) üzerinde oluşturulacak vicdani bir egemenlikle olasıdır. Bakara 242’de dile getirilen, “…ayetleri düşünebilmek…” ve onlardan(nimetlerden) içsel gelişim yönünde yararlanabilmek için önce; beşeri aklın bu anlamda terbiye edilmesi ve onun, nefsin tesirliliğinden kurtarılması gerek. Ancak o zaman akıl,(pozitif insanın tavrı olan) vicdan ile kol kola yürüyebilecek bir olgunluk düzeyine ulaşabilir. Aklın vicdan ile kol kola gitmesi ise, “makul vicdan” ifadesinde anlamını bulan makbul bir durumdur ki bu aynı zamanda, dinsel ifadesiyle “orta yol” dur. Makul vicdan uygulamasının dışa vurumu; sükûnet, ferahlık, içsel huzur ve doygunluktur. Ancak bu anlamda edeplendirilmiş bir akıl ile sadece anlayışsızlık ortadan kaldırılmakla kalmaz, bu sayede yapılan sağlıklı gözlem ve algılama ile her şeyin ayet olduğu fark edilir ve bu nimetten/rahmetten içsel gelişim yönünde yararlanma şansı yakalanır ki Kur’an’ın da bizden istediği budur.

Pozitif insana özgü bir tavır olan aklın/zihnin bu anlamda eğitilip ıslah edilmesi(Sufizm’deki ifadesiyle “sarhoş gezmek” ten kurtuluş), zihnin/zihniyetin(mantalitenin) değişiminin gerçekleşmesidir. Aklın nefsin hegemonyasından kurtarılmasıyla ortaya çıkan zihniyet değişikliği doğal olarak; önyargılardan kurtulmayı, bağnazlıktan uzaklaşmayı da beraberinde getirecektir. Böyle bir zihniyet yenilenmesiyle, değerlendirmelerin yeniden yapılması kişiye insanlaşma ve pozitifleşme yönünde pek çok olumlu puan kazandıracaktır. Kişiyi dengesiz “şuursuz” ya da en azından “kapalı şuur”  halinde tutan bir takım olumsuz etkilerden kurtulması da bu yolla olasıdır.

Bu şekilde, pozitif insana özgü bir safiyet ve arınma eşliğinde gelen akıl, Thomas’ın İncili’nde(Kelam 39)(14) “…yılanlar kadar tedbirli…” olarak geçer. Yani İsa Nebi burada mealen; “Hem vicdanınızı, hem de aklınızı birlikte kullanabilecek durumda olun!” diyor. Bu sembolik uyarıda, “yılan” akla, “güvercin” ise vicdana karşılık oluyor. Vicdanın güvercinler gibi özgür olması… Bu güzel durumda; aklın, nefsin hegemonyasından kurtarılmasıyla olasıdır. Aklı nefsin hegemonyasından kurtarmak için, önce nefsi terbiye etmek gerek. İçimizdeki şeytan olan nefs, terbiye edilerek kontrol altına alındıkça da vicdan özgürleşecektir ki, vicdanın göksel işlevini gerçekleştirmesi de ancak böyle olasıdır. Her konuda sağlıklı akıl yürütme de; aklın, bu anlamda terbiye edilmesiyle olasıdır. Bu şekilde bir nefsin terbiyesi ile Rabb Planı’nın içimizdeki uzantısı olan vicdanı özgürleştirerek; aklın denetimini vicdana vermek, kendini tanıma cehti içinde idraklenmeye çalışmakla olasıdır ki, pozitif insanın tavrı da budur.

“Orta yol” da olmanın, pozitif insana özgü makul vicdanlı olmakla özdeş olduğunu yukarıdaki paragraflarımızda belirtmiştik. Muhammed Nebi’nin sağlığında, onun yakın çevresinde bulunmuş ilk Müslümanlar(Sahabiler) için de “orta yolu izleyenler” ifadesi kullanıldığını Bakara 143’te görüyoruz. Sahabiler, sayıları çok az da olsa, “indirilmiş din” olan Kur’an’daki özgün İslam’a göre yaşayan küçük bir “pozitif insanlar topluluğu” ydu. Muhammed Nebi önderliğindeki bu seçkin insanlar topluluğu elbette ki makul vicdan uygulayıcılarıydı. Pozitif insanın tavrı olan vicdana yönelik(ama aklını kullanarak) yaşamak, bir bakıma simgesel anlamda(Bakara 143’teki ifadesiyle) “Kıbleye yönelmiş olmak” tır. Bakara 143’ün ikinci cümlesinde “Kıbleye yönelmiş olmak” ın (içsel gelişim bağlamında “vicdana yönelmiş olmanın”) bir sınav ve gözlem vesilesi yapıldığını görüyoruz. Kur’an’daki “indirilmiş İslam”a uyanlarla, “uydurulmuş İslam”a uyanları(15) birbirinden ayırma/ayıklama sınavı… Kur’an’la gelen özgün İslam’a uyanlar ile uymayanları Yukarısı elbette ki biliyor. Ama Bakara 143’te anlatılan mizansen ile Yukarı’nın bildiği bu gerçek, aşağıdakiler tarafından da gözle görülür hale gelmiş oluyor. Bu duruma göre, Resul’e uymak; hem Kâbe’ye(yani vicdana) yönelmek, hem de Kur’an’daki özgün İslam’a uymak/yönelmek(“doğru yol”a yönelmek) oluyordu. Pozitif insana özgü bu durumun başka türlü ifadeleri de; “yüzünü ALLAH’a döndürmek”, “hidayet üzre olmak” tır.

“İç denetim”den yoksunluk, bireyi; paranın, konforun ve bencilliğin tuzağına düşürür. Bunlar da pozitifleşme yolunda büyük engellerdir. Pozitif insanın bir niteliği de “iç denetim” sahibi olmasıdır, çünkü o içsel dengeye sahiptir, duygusal karmaşa içinde değildir. Pozitif insanın bu güzel niteliğinin dışa vurumu “israftan(savurganlıktan) sakınmak”tır. Bu bağlamda, “Pozitifleşmenin dışa vurumu savurganlıktan sakınmaktır…” demek hiç de yanlış olmaz. Çünkü pozitif insan bilir ki, temelinde; nefsin başıboşluğu bulunan savurganlık, kendini bilmezliğin bir tür ifadesidir. Kendini bilmez insanın bu zafiyetinden yararlanan günümüz sömürgen kapitalizmi, tüketim çılgınlığını körükleye körükleye, dünyayı önü alınmaz bir felaketin eşiğine getirmiştir. Bu vahim durum, elbette ki kendini bilmezlikten kaynaklanan nefsanî arzularımızın perişan manzarasından, yani bir türlü pozitifleşememekten kaynaklanan olumsuzluktan başka bir şey değildir. Ayet ayet gelmiş olan Kutsal Kelam’ın bunca uyarısına rağmen; edeplendirilmemiş, kontrol altına alınmamış aklın eseri olan ruhsuz teknoloji, beşeriyetin tepesinde kara bulut gibi durmaktadır. Günümüzde tüketim çılgınlığının eşliğinde ortaya çıkmış bulunan israf(savurganlık) sadece birçok çevre sorununun(gereksiz atığın) nedeni değil, aynı zamanda gelir dağılımındaki dengesizliğin ve yoksulluğunda nedenidir. Zamanında pozitifleşememenin bedelini günümüz beşeriyeti bu şekilde ödemeye, bunun sıkıntılarını göğüsleye göğüsleye insanlaşmaya, kurtulmaya ve “Yeni İnsan” olmaya çalışıyor.

Pozitif insanın yaşam yolu olan “doğru yol” un Kur’an terminolojisindeki karşılığı “Sırat-ı Müstakim”, Sufizm’deki karşılığı “Seyr-i Süluk” tur. Doğru yolda olmak aynı zamanda, “hakikatten hakikate giden yol” dur. Bu yolda ilerlemenin, “idraklenme cehti içinde şuurlanmak” olduğunu biliyoruz. Tüm varlıklar için dönüş ALLAH’a olduğuna göre(15), bu “dosdoğru yol” boyunca yardımlaşma ve dayanışma yasasının gereği olarak O’na doğru yönelik yaşamak(ki bunun “ibadet hali”  içinde yaşamak demek olduğunu da belirtmiştik) pozitif insana özgü güzel bir yaşam şeklidir.

Dünya yaşamında “doğru yol” un, aynı zamanda “orta yol”(makul vicdan) olduğunu daha önce de belirtmiştik. Bireyin “orta yol”dan(yani “doğru yol”dan) sapıp; asıl kendisinden habersiz, beden(bedensel ben) olarak yaşaması(Kur’an’a göre) zulüm türlerinden biridir. Bu anlamda kendine zulmeden bireyin, çevresine de zulmetmemesi pek olası değildir: Buna “bireyin bireye zulmü” diyebiliriz. Örneğin, dünyasal/beşeri yaşama(tamamen değilse bile) büyük ölçüde sırt çevirmek, bireyin bedenine karşı zulmü olduğu gibi; bunun tersi de(yani yoğun bir şekilde dünya yaşamına gömülmek) enkarne varlığın aşkın yanına(asıl kendisine) zulmüdür. Kısaca, bu tavırlanmanın/zihniyetin her ikisi de orta yol/doğru yolda(sırat-ı müstakim’de) olmamaktır. Bu durumda, zor ama makul ve makbul olan tutum orta yolda(yani, “makul vicdan” uygulaması içinde) olmaktır. Pozitif insana özgü bu tutum aynı zamanda(asıl konumuz olan) adaletin ta kendisidir. Yani her şeyi yerli yerinde ve ifrata(aşırılığa, işgüzarlığa) kaçmadan yapmak ve nimetleri(içsel gelişim olanaklarını) yerli yerinde değerlendirmek. Aksi halde birey kendi zulmünü, kendi elleriyle kendine hazırlamış olur(“ALLAH onlara zulmetmedi, onlar kendi kendilerine zulmettiler.” - Hud 101 ).

İyilik/kötülük, doğruluk/eğrilik göreceli ve elbette ki realiteden realiteye değişen kavramlar olmasına karşın; iyilik/güzellik, doğru yolda olmak, hatta pozitif düşünmek, iyi niyetler içinde olmak tüm kutsal metinlerde vurgulanmış ve tüm peygamberler bu şekilde yaşayarak çevrelerine iyi örnekler olmaya çalışmışlardır. Çünkü bu şekilde olmak erdemli pozitif insanın tarzıdır. Birey(Bakara 171’de geçtiği şekliyle), “sağırlıktan/körlükten” ve “inançsızlık” illetinden yakasını sıyırmadıkça, pozitif insana özgü erdenleri de kendinde tezahür ettirmeye başlar ama “sağırlık” ta, “körlük” te ve “inançsızlık” ta ısrar ettikçe de, sıkıntılı ıstıraplar/yaşam sınavları(eprövler) içinde bu kusurunu(bilerek ya da bilmeyerek) gidermeye çalışır. Bu gidiş, bir bakıma(Kur’an ifadesiyle) “ALLAH’a yönelmek” tir(Sebe 9). “ALLAH’a yönelmiş olmak” pozitif insan olma kararlılığının dışa vurumudur(16).

Günümüz beşeriyetinin yüz karası eylemlerinden olan; kul hakkı çiğnemek, yolsuzluk/usulsüzlük ve(belki de bunların toplamı olan)haram, elbette ki pozitif insan için söz konusu değildir. Çünkü pozitif insanın “haram ile sınanmak” gibi bir epröve gereksinimi kalmamıştır. Pozitif insan, “haram” kavramında anlamını bulan beşeri zaaf ve kusurlarla ilgili yaşam sınavlarını başarıyla geçmiş ya da bunlara gerek kalmamıştır. Görüldüğü gibi, bir toplumu oluşturan bireylerin pozitifleşmesi, o toplumda; bireylerin basiretsizliğinden(“kalp körlüğünden”) kaynaklanan; kul hakkı çiğnemek, yolsuzluk, haram kazanç gibi olumsuzlukların kendiliğinden yok olmasını beraberinde getirecektir.

Yukarıda değindiğimiz beşeri kusurların ortadan kalması elbette ki iyiliklerin yaygınlaşmasını beraberinde getirecektir. Pozitifleşen bireylerden başlayarak topluma(ve giderek tüm beşeriyete) yaygınlaşan bu “iyilik”, bireyin idraklenme cehti ve samimiyeti karşılığı olarak “ALLAH’tan gelen iyilik” tir(“Sana gelip çatan her iyilik ALLAH’tandır…”- Nisa 79). Sapkınlık yerine hidayeti yeğleyerek ALLAH’ın lütfuna(Yukarı’nın daha çok rehberliğine) layık duruma gelmiş pozitif insan elbette ki toplumun yüz akı/seçkin üyesidir.

“Âlemlerin Rabb’inden indirilmiş”(Hakka 43) olan Kur’an, pozitif insanı(gerçek mü’mini) şöyle tanımlıyor: “…ALLAH’a ve resulüne iman ederler, sonra hiçbir kuşkuya düşmezler ve mallarıyla, canlarıyla ALLAH yolunda didinirler. İşte bunlar, özü-sözü birbirine uyanlardır.”-Hucurat 15. Bu insan tiplemesinin “kurtulmuş” olduğunu da Mü’minun 1’de görüyoruz: “Hiç kuşku yok, kurtulmuştur mü’minler.”. Bunların aynı zamanda “ALLAH’ın yeryüzündeki halifesi” durumunda olan kimseler olduğunu da yine Kur’an’da görüyoruz: “ALLAH; sizin, iman edip barışa/hayra yönelik işler yapanlarınıza şu vaatte bulunmuştur: Onlardan öncekileri halef kıldığı gibi, onları da yeryüzünde mutlaka halef kılacak…”- Nur 55.

Takva ehli pozitif insan için Kur’an’da geçen başka bir isim de “hanif” sözcüğüdür. Ali İmran 191’de “hanif” nitelikli pozitif insan için şöyle dendiğini görüyoruz: “İbrahim’in dinine yüz çevirmeyen hanifler Kutsal Kelam üzerinde düşünürler/akıllarını işletirler. Bununla da yetinmeyip şöyle derler; ‘Ey Rabb’imiz, Sen bunları elbette ki boşuna yaratmadın’.”. Bu ayette gördüğümüz “akıl işletmek” becerisinin, pozitif insanın belirgin niteliklerinden biri olduğunu, daha önceki paragraflarımızda belirtmiştik. Bu insan, kalbi huşu içinde akıl-gönül sahibi “hadi”(iyi insan)dır. Yukarıdaki ayette “İbrahim’in dini”nden kasıt da “İslam” dır. ALLAH, bizden(dünya beşeriyetinden) “hanif” olarak(yani, pozitif insan olarak) O’nun dini İslam’a çevirmemizi istiyor(Rum 30) ve(yine aynı ayette), “doğru ve eskimez” dinin İslam olduğunu belirtiyor. Aslen bir Sümerli olan İbrahim peygamberin, hanif bir Müslüman(ve doğal olarak da dininin de İslam) olduğunu Ali İmran 67’de görüyoruz: “İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir Müslüman’dı/ALLAH’a teslim olandı…”.

Bütün bunlardan anlıyoruz ki, insan; nüfusa kayıtlı olarak hangi dinden görünürse görünsün, “hanif” ya da “takva ehli” gibi kavramlarda anlamını bulan pozitifliği bünyede gerçekleştirmedikçe Kur’an ölçü ve ilkelerine göre Müselman(ALLAH’a teslim olmuş) sayılmıyor: “İsa onlarda inkârı sezince, şöyle konuştu: ‘ALLAH’a gidişte benim yardımcılarım kimdir? Havariler dediler: ‘Biz ALLAH’ın yardımcılarıyız, ALLAH’a iman edenleriz.’ .“




………………………………….
(1)     İbadet hali: ALLAH’ın nazarında tüm yeryüzü mabet ve tüm meşru fiiller(“amel” nitelikli eylemler) ibadettir. Bu anlamda İBADET; özgürce işletilen akla sahip, bilime âşık, insan haklarına ve insani değerlere saygılı, güzelliğe tutkun, sürekli çalışıp değer üreten hak eri ve benliğini ALLAH’a adamış kişilerle beraberlikte olma titizliğidir. Günümüz ilahiyat profesörlerinden Hüseyin ALTAY’a göre Kur’an okumak, dinin ilk ve en önemli farzıdır. Kur’an’ı hakkıyla ve anlayarak okumak en üstün ibadettir. Kur’an beşeriyete ALLAH’ın hitap şekillerinden biri olduğuna göre; O’nun bize hitabını anlamaya çalışarak Kur’ansal ilkeleri yaşama geçirme titizliği içinde bulunmaktan daha güzel bir ibadet şekli olur mu? Bu anlamda bir ibadet halinin sürekli kılınması, elbette ki; kişiyi çirkin fiillerden, akla ve sağduyuya aykırı olan her şeyden alı kor. Bu durumda görülüyor ki, esas olan; olduğu gibi yaşamı ibadet hali içinde deneyimlemektir. Bu nedenle, ibadet şekillerinden biri olan namaz, Hz. Muhammed tarafından “dinin direği” olarak nitelendirilmiştir. İbadet halinin “direk”e benzetilmesi; onun sadece bireysel düzeydeki önemine değil, aynı zamanda toplumsal düzeydeki önemine de dikkat çeken bir vurgulamadır. Çünkü toplumun yapı taşları bireylerdir. İdeal bir toplum, elbette ki; bu anlamda, ibadet hali içinde yaşayan erdemli bireylerden oluşur. İbadet halini en uygun şekilde ifa etmek, “…tam bir saygı ile ALLAH’ın huzurunda bulunmak…”(Bakara 238) ile özdeş bir durumdur. Keza Bakara 3’te anlamını bulan “sakınanlar” kapsamına girmek de “ibadet hali” ni sürekli kılmakla olasıdır. Gözetip koruyan(“Mevla”) ALLAH’ın korumasından daha çok yararlanmanın da böyle bir ibadet hali içinde yaşamakla mümkün olduğunu da Bakara 11’de görüyoruz.

(2)     Teslimiyet: Maddesel cazibeden ve nefsin iğvasından korunma/sakınma titizliği içinde ve ibadet halinde yaşamaya çalışmak teslimiyettir. Dışsal koşullandırmaların(şeraitin) güdümünde değil, vicdani koşullandırmalar yönünde idraklenme cehti sergilemek ALLAH’a teslimiyettir. ALLAH’a teslimiyetin dışa vurumu, nefsin iğvasına karşı sakınma uyanıklığı içinde idraklenip, şuurlanmaktır. Bakara 135’teki ifadesiyle, “…İbrahim’in dininden olmak”. “İslam” sözcüğünde anlamını bulan ALLAH’a teslimiyet ve O’nun peygamberlerine inanmaktır. “Müslüman” sözcüğü, Farsça’daki “Müselman” dan bozularak dilimize girmiştir. Sözcüğün aslı, “Müslim” ya da “Müslime” yle bağlantılı olarak “silm” ve “selam” köklerinden türemiş ve Kur’an bünyesinde “ALLAH’a teslim olmak” anlamında kullanılmıştır.

(3)     SABIR: Yaşam boyunca idraklenme cehtini, her şeye rağmen SABIR ile sergileyip, sonucu ALLAH’a bırakmak, pozitif mantaliteye sahip olmanın gereğidir. Daha teknik bir ifadeyle; zaman enerjisinin olgunlaştırıcı etkisinin ortaya çıkmasını sabır ile beklemektir.
Bu arada, bireyi bu kararlılıktan caydırmaya yönelik beşeri etkilere(nefsin ve toplumsal koşullandırmaların iğvasına) sabır ile dayanma gücü sergilemek gerekir. Pozitif yaşama kararlılığında olan bireye özgü bu tutum, aynı zamanda; Ali İmran 159’daki ilahi uyarının ve tekâmülün gereğidir: “Bir kez işe giriştin mi, ALLAH’a dayan ve güven. Çünkü ALLAH, kendine dayanıp güvenenleri sever.” SABIR ve tekâmülde bu anlamda başarılı olan birey, hayatı pozitif olarak yaşamak yolunda nefsine karşı da güçleniyor demektir. Nefse karşı geliştirilen muhalefet gücü, gerçek samimiyetin de belirtisidir.
(4)     “Makul Vicdan” kavramı için bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, sayfalar: 388, 392, 411, 423, 456,457, 501.

(5)     “Sakınmak” kavramının geçtiği ayetler: Leyl 4 + 10, Ali İmran 138 + 76 + 186, Naziat 40 + 41, Bakara 1 + 2 + 3 + 4 + 5 + 206 + 177, Yunus 63, Hakka 48

(6)     Zühruf 23, İsra 16.

(7)     Bakara 265 + 268, Ali İmran 92, Tagabun 16, Nahl 27, Leyl 4 + 10.

(8)     “Sapkınlık/sapmışlık” konulu ayetler: Duhan 29, Haşr 19, Maide 60, Saff 5, Nisa 27 + 116, Kamer 47, Nahl 115, İbrahim 30, Ahkaf 32, Bakara 5 + 6 + 7 + 8 + 9 + 10 + 11 +  99 + 212 + 257.

(9)     “Hidayet” kavramının geçtiği ayetler: Casiye 11, Leyl 12.

(10)   “Akıl-gönül sahipleri”yle ilgili ayetler: Ali İmran 7 + 190, En’am 97, Ankebut 43 + 49, Talak 10, Mücadile 11.

(11)  “ALLAH’ın ipi” ile ilgili ayetler: Ali İmran 103, Bakara 256.

(12)   Bakara 183 + 184, Enbiya 44 + 47, En’am 104, A’raf 179, Casiye23.

(13)   Pozitif insan’ın “makul vicdan” durumu konusunda daha ayrıntılı bilgi için bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİİ sayfalar: 388, 392, 411, 423, 456, 457, 501.

(14)   THOMAS’ın İNCİLİ, Ruh ve Madde Yayınları.

(15)   “Dönüşümüz ALLAH’adır” konulu ayetler: Kalem 15, Yunus 4, Bakara 143, 245, 223, 203, 28, İnşikak 6, Rum 11, Ankebut 8, Meryem 93, Lokman 14, Mü’min 61, Kasas 88.

(16)   Bu konunun doğrudan ya da dolaylı olarak işlendiği öteki ayetler: Hucurat 3, Hacc 37, Fatır 28, Taha 113, Zümer 28, Ali İmran 133, 134.






27 Mart 2011 Pazar

S A P M I Ş L I Ğ I N ULUSAL VE ULUSLARARASI GÖRÜNÜMÜ


S A P M I Ş L I Ğ I N 
ULUSAL VE ULUSLARARASI
GÖRÜNÜMÜ
İnançsız sapmışlığın örgütlenmiş, kurumsallaşmış hatta devletleşmiş şekillerini İslam Tarihi’nde Emevilerden başlayarak(hatta daha da öncesinde Ortaçağ Hıristiyanlığından itibaren) devre sonunun şu bitiş günlerinde bile görüyoruz. Şu ya da bu dinen olmalarına rağmeniman ve sakınma özürlü(Bakara 103) olmalarından dolayı Bakara 103 + 104 ve benzeri(sapkınları konu alan) ayetlerin de hedefi durumunda olan bu kimseler yönetici duruma geldikleri zaman, elbette ki topluma daha zararlı olmaktadırlar. Bunlar için Bakara 204’te “düşman” sıfatı kullanılıyor.

Bu gibiler beşeri açıdan yüksek sayılabilen yönetici makamlara ve statülere gelmiş ve elbette ki yüksek tahsil de yapmış olmalarına rağmen, asıl önemli olanın ne olduğunu bilmeyecek kadar cahil oldukları için, doymak bilmez egolarının güdümünde ve saltanat(makam/koltuk) açlığı içinde, varlıksal güçsüzlüklerinden dolayı başkalarını(toplumları ve hatta devletleri) kendilerine bağımlı kıldıkları zaman güçleneceklerini zannederler. Böyle bir psikoloji içinde çevrelerindekileri(hatta bunlar devlet yöneticisi ise çevrelerindeki ülkeleri) ne kadar tahakküm altına alırlarsa kendilerini o kadar güçlü hissederler.

Bilinen beşeri tarih boyunca bazı devletler(örneğin batıda Vatikan, İngiltere, ABD; doğuda Emeviler) insani değerleri ve Kutsal Vahyin uyarılarını hiçe sayarak, doymak bilmez bir açgözlülükle, en kutsal değerleri de siyasetlerine alet ederek, başka toplumları ve devletleri tahakküm altına alarak, kendilerine bağımlı kılmak suretiyle, bir bakıma(Bakara 104’teki ifadesiyle) onları sürüleştirerek” yönetmek istemişlerdir. Bunu yapmak için de gözlerine kestirdikleri toplumları/ülke insanlarını cahilleştirip yoksullaştırarak, kendilerine borçlandırarak sürüleştirmişler ve kendilerine bağımlı hale getirmişlerdir. Bu şekilde yoksullaştırılıp cahilleştirilerek sürüleştirilen toplumlar, kolayca aldatılıp uyutulabilmektedir. Zaten büyük ölçüde uyur gezer durumda olan dünya beşerinin uyku derinliği reklamlarla daha da artırılarak belirli ideolojilere(daha doğrusu sapkınlıklara) yatkın hale getirilmiş oluyor. Tüm bu sapkınlıklar; toplumsal, ulusal ve uluslar arası düzeyde sergilenirken, yalan/dolan ve riyakârlık, bu inançsız ehli kitabın olmazsa olmaz ve vazgeçilmez aracıdır. Ayet ayet beşeriyete gelmiş Kutsal Vahyin uyarılarına aldırış etmemekten ve kalp körlüğünden kaynaklanan söz konusu sapmışlıklara belgelere dayalı birkaç örnek verelim:

Kutsal Vahyin “Sürüleşmeyin!”(Bakara 104) uyarısı(kadim zamanlar içinde olduğu kadar) sanki bugünkü bizler içinmiş. Sapmış yönetici zihniyetin sürüleştirme araçlarından biri küresel film sektörüdür. Bakın bu konuda araştırmacı yazar Doç. Dr. Kemal Yeşilçimen(19.05.08 tarihli Cumhuriyet STRATEJİ’deki makalesinde) şunları yazıyor: Küresel film sektörü hem eğlendiriyor, hem de bilinç altı teknikleri kullanarak geleceğin küresel algısını kusursuz bir şekilde oluşturuyor: Kanlı ve acımasız savaşlar, kıyamet sahneleri, soygun, hırsızlık, kapkaççılık, tecavüz, ahlaksızlık düzeyinde cinsellik ve insanlık dışı ne varsa hepsi sıradan olaylar gibi(ve hatta çağdaşlaşmışlık gibi) zihinlere işleniyor. Amaç, insanlık vicdanını(ve erdemleri) yok ederek vahşet dolu kötü bir dünyaya zihinleri koşullandırmak. Beşeriyetin yüzkarası savaşları bile(örneğin, Irak işgalini) film gibi izliyoruz. Beyinlere kazınan algı hep aynı;             kötülükler dünyasında doğal afetlerden teröre kadar kötü olan her şeyle beraber yaşamaya alışmak. Sadece filmlerle değil, reklam ve dizilerde beşeri bilinçaltına teslimiyet(yani sürüleşme ve de uyutma) tohumları ekiliyor. Bu sinyallerle(empozisyon ve koşullandırmalarla) kurgulanan uyur gezer toplumun, tüm insani değerlerin satışı karşısında kılını kıpırdatmayışına şaşmamak gerek.Bu üzücü durum aymazlıkla gelen sürüleşmeden başka nedir ki…

Teknoloji sayesinde yeryüzündeki her şeyden(Kur’anca ifadesiyle ibretlik ayetlerden) anında haberimiz oluyor. Binlerce Km. uzaklıktaki insanların başlarına gelen doğal yıkımları, savaşları ve açlığı/ yoksulluğu canlı yayınla odamızda izliyoruz ama kaçımız bu ayetlerden ibretlik sonuçlar çıkarıyoruz? Bu durum dünya toplumunu(beşeriyeti) daha bilinçli ve sorumlu kılacağı yerde, genel bir duyarsızlığa ve aymazlığa itmesi ise başka bir gerçek. Pek çok şeyi biliyoruz ama hiçbir şey olmamış gibi, sapmışlara özgü bir aymazlık içinde hiçbir şey olmamış/olmuyormuş gibi yaşamayı sürdürüyoruz. Yani büyük bir aymazlık içinde sürüleşmiş durumdayız. Kur’an(A’raf 179) ifadesiyle, Sanki gözlerimiz var görmüyoruz, kulaklarımız var ama işitmiyoruz;(bundan dolayı bir bakıma sanki) davar sürüsü gibiyiz… Belki daha da şaşkın, gafillerin ta kendileriyiz.”

Sapmış zihniyetin temsilcileri yöneticilerce, küreselleştirme adı altında empoze edilmeye çalışılan günümüz dünya düzeni; çalışmayı değil vurgunculuğu, bilgiyi değil dogmaları, dürüstlüğü değil yalanı-dolanı ve riyakarlığı yüceltirken, özgürlük, eşitlik, demokrasi ve erdemler gibi temel kavramların ayakta kalabileceği düşünülebilir mi! ?

Sömürgen ve sürüleştirici zihniyetin ve yönetim şeklinin güdümünde küreselleşen(daha doğrusu giderek yozlaşan) dünyanın yeni savaş yöntemi bu: Askersiz işgal… Günümüz tanınmış iktisatçılarından Prof. Dr. Erol Manisalı’nın çok okunan kitaplarından birinin adı da böyle: “Türkiye’nin Askersiz İşgali.

Kendinden habersiz ve Kutsal Metinlerdeki uyarılara da duyarsız uyurgezer dünya beşeri dünyayı algıladığı şekilde görür ve yaşar. Uyurgezer bireyin algısı ise, beynine akan bilgi tufanıyla oluşur. Beş duyusuyla gelen bu idrak edilmemiş bilgi birikiminin ona kazandırdığı sanal gözlüğün gösterdiği şekilde de dünyayı görür. Toplumsal/beşeri koşullandırma ve sürüleştirme yöntemleriyle oluşan bu pembe gözlük, bilgi kirliliği yüzünden ne yazık ki gerçeği göstermiyor ve doğal olarak gerçeği göstermekten çok uzak. Zaten kişi, akıl ve gönül sahibi olmadan gerçekleri görmesi ne mümkün! Virüs kapmış bilgisayar gibi, o kişinin algısı bozulmuş; daha kolay kandırılır ve sürüleştirilerek güdülür hale gelmiştir. O sapmış, artık kendi(vicdan kanalıyla gelen) iç şeraiti yerine, dış şeriatla yönetilen bir robot(Kur’an ifadesiyle Bakara) durumundadır.

Oysaki bu ölümcül tehlikeye karşı uyarı, asırlarca önce Kutsal Vahy ile gelmişti: Sürüleşmeyin!”- Bakara 104. Tam bir aymazlık, vurdumduymazlık ve gaflet içinde; elinde uzaktan kumanda, ekran karşısında hipnotize durumda… Kredi kartı ve cep telefonu sadece paramızı değil, zamanımızı da tüketiyor. Oysaki devre sonunun şu bitiş günleri; içsel gelişim ve değişim açısından ne kadar değerli ve verimli… Dıştan gelen(yan tesirlerin ve) koşullandırmaların/sürüleştirmelerin yönettiği bir yaşama bu şekilde tutsak olurken, zaman zaman kendinden habersiz kimselere özgü bir şaşkınlık içinde özgürlükten falan da söz edebiliyoruz. Bu şekilde bireysel irade ve vicdan özgürlüğü yok edilen toplumlar, uzaktan kumanda ile yönetilen sürülere dönüştürülüyor. Bu yüzden algı savaşı denen bu yeni moda savaş yöntemi, eski savaşlardan dada etkili, kolay ve ucuz görünüyor. Küreselleşen dünyanın yeni savaş yöntemi bu… Uyutulan toplumlar üzerinde tahakküm kurmanın sözde modern şekli bu

İnsan haklarına saygılı görünerek, arada bir demokrasiden de söz ederek, başkalarını kendisine bağımlı kılan sapkınlık yollarından biri de borçlandırmadır. Bir devletin, ekonomisinin zayıflamasıyla borç almaya muhtaç duruma gelmesi; söz konusu tahakküm ve sömürü açlığı içinde bulunan devletler için kaçırılmaz fırsattır. Çünkü bağımsızlık için(ATATÜRK’ün de sağlığında sık sık vurguladığı gibi) güçlü bir ekonomi şarttır. Bu nedenle sömürgeci devletler, etki altına almak istedikleri toplumların ekonomilerinin gelişmesini istemez ve onları çeşitli( ve çoğu da sinsice) yollarla yoksullaştırmak, cahil bırakmak, borçlandırmak, bu şekilde kendilerine bağımlı/borçlu kılmak isterler.

Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışından sonra, topraklarımızı paylaşmaya gelmiş, Batı’nın sömürgen zihniyetli devletleri ve onların piyonluğunu yapan başka ufak devletler; ATATÜRK’ün önderliğinde Türk Ulusu Tarafından gerisingeriye püskürtülmüştü. Sözde insan hakları ve demokrasi savunucusu bu sapmışlar, o hüsranı egolarına yediremedikleri için ve içlerindeki doymak bilmez sömürgecilik açlığının da itilimiyle, ATATÜRK’ün vefatından sonraki 10-15 yıl içinde, bu kez Türkiye’yi içten yıkmak, zayıflatmak ve borçlandırarak kendilerine bağımlı/muhtaç kılma politikası izlemeye başlamışlardır.

1940’lı yılların ikinci yarısından itibaren, Türkiye önce yavaş yavaş(sinsice), sonra da giderek hızlı denecek bir şekilde borç batağına sokulmuştur. Devlet gibi, milletimizde çeşitli şekilde borçlandırılmıştır, borçlanma sanki özendirilir olmuştur. Türk insanı; kredi kartlarına, komşusuna, tarım kredi kooperatiflerine, Ziraat bankasına ve genel anlamda piyasaya borçlu duruma getirilmişti. Bu borç ortamında, Türkiye’yi kendilerine borçlandıranların işbirlikçileri tarafından sıkılmadan ve utanmadan ekonomik istikrardanfalan söz edebilmektedirler. Hatta son bütçenin adını da “Krizden Çıkış Bütçesi…” koymuşlar. Oysaki ülkemizin dış ve iç borç toplamı 450 milyar $’ı geçmiş(Kaynak: Cumhuriyet:30.06.08), nüfusun dörtte birinin yoksulluk sınırında yaşar hale gelmiştir. Böyle bir ülkede dış politikanın bağımsızlığından, ekonominin bağımsızlığından söz etmek insanlarla alay etmek değildir de nedir? Bu konuda Doç. Dr. Barış DOSTER şunları yazıyor(Cumhuriyet Strateji - 30 Haziran 2008): ABD ve AB’nin güdümündeki IMF ve Dünya Bankası’nın ülkemiz üzerindeki etkinliğini yadsımak olası değildir. 2005 yılı Mart ayında Türk Özel Sektörünün dış borcu 27 Milyar $ iken; 2008 Ocak ayında 147,6 Milyar $’a ulaşmış ise, 12 Milyon insanımız günde 1 $’dan az parayla yaşıyor, 1 Milyon kişi mutlak açlık sınırında bulunuyor, 8 Milyon aile erzak yardımıyla ayakta durmaya çalışıyor, 15-29 yaş arası kadınların % 70’i iş ve eğitim hayatının dışında kalmış durumda ise, bu tablodan sağlıklı bir toplum çıkmayacağı gibi, bağımsız ve güçlü bir dış politika da çıkmaz.

Bin bir güçlük ve yoksulluk içinde ATATÜRK’ün önderliğinde kazanılan Kurtuluş Savaşından sonra, yüce ATATÜRK’ün yönetimindeki T.C. hemen hemen tüm borçlarını(Kırım Savaşı nedeniyle 1854 yılında alınan ilk dış borç hariç)(1) ödemişti. ATATÜRK, bununla da kalmamış, iktisadi bağımsızlık, mali egemenlik konusunu(en belirgin şekilde İzmir İktisat Konferansında olmak üzere) sık sık dile getirmiştir. Çünkü ATATÜRK, ulus egemenliğinin sürdürülebilmesi için mali egemenliğin şart olduğunu çok iyi biliyordu. Sapmış sömürgen güçlerin böyle bir zayıflıktan hemen yararlanmaya çalışacaklarını çok iyi biliyordu.

Bir ülkenin bağımsızlığının(ulusal egemenliğinin)yara alması, yani zayıflaması elbette ki o ülkenin düşmanları ile stratejik ortak görünümündeki sahtekâr dostlarını sevindiren en önemli durumdur. Dost görünümündeki bu sinsi düşmanların, ülkemizi yoksullaştırarak/borçlandırarak ve çeşitli tavizlerle oyalamak, onların politikalarının esasını oluşturmaktadır. Onlara göre yoksulluk yerleşmeli ki, insanlar bununla baş etmeye çalışırken başka bir şey düşünmemeli. Karnını doyurma kaygısındaki, borcunu ödeyememe korkusundaki vatandaş; ülkem, dünya, bu toplum nereye gidiyor vb. soruları sorabilir mi! Bu durumdaki ülkeler, sömürgen, küresel aktörler tarafından daha kolay yönetilebilir hale gelmez mi?

Yaygın basından öğrendiğimiz kadarıyla; kredi kartı borcunu ödeyemeyen ya da(bilinen küresel aktörler marifetiyle ortaya çıkmış bulunan) küresel kriz nedeniyle; iş yerini kapatmak durumunda kaldığı için, aile reisleri cinnet geçirme durumları sergilemektedir.

Devlet düzeyinde mali bağımlılık; siyasal, hukuki ve idari bağımlılığı pekiştirmiştir. Çünkü borçlanmak demek, bağımsızlığı yitirmek demektir ki bu da düşmandan başka kimseyi sevindirmez. Türkiye’nin dost görünümündeki düşmanları(stratejik ortakları vb.) bunu başarmış durumda gözüküyor… Bağımsızlığı yitirmek, sürüleşmek demektir. Oysaki Kur’an bizi bu tehlikeye karşı asırlar önce uyarmıştı. Yüce ATATÜRK’ün de Cumhuriyeti kurduktan sonra en çok titizlendiği konulardan biriydi ekonomik ve mali bağımsızlık

Yoksullaştırarak, kendine borçlandırmak, bu şekilde de tahakküm altına almak, sapmış zihniyetin ve yöneticiliğin en belirgin özelliğidir. Bu çarpık zihniyetin açgözlü yöneticileri sayesinde de yeryüzü toprakları giderek verimsizleşmekte yani yoksullaşmaktadır: Gezegenin 2050 yılında 9 Milyara ulaşması beklenen nüfusunu beslemek için ekilebilir tarım alanları hızla küçülmektedir.(Cumhuriyet - 30 Haziran ’08, Hüseyin Baş). Tüm bilimsel uyarılara ve ölçümlere rağmen, sapmış zihniyetin temsilcileri tam bir aymazlık içinde çarpık icraatlarını sürdürüyor. Fransa’nın Paul Cezanne Üniversitesinden yerkabuğunun kimyasal bileşimi araştırmacılarından Prof. Dr. Daniel NAHON, yerkabuğunun verimsizleşmesi yani yoksullaşmasıyla ilgili olarak şunları söylemişti(aynı kaynak): Toprak daha fazlasını kaldırmıyor. Uçurumun kenarına gelinmiştir. Eğer bu sürerse açlık kapıdadır. Sanayinin havayı kirletmesi, yüksek dozda tarım ilaçları, başı boş ve rant elde etmeye yönelik çarpık kentleşme, erozyon, orman kıyımı vb. gezegenin tarıma elverişli topraklarının üçte birini en olumsuz şekliyle etkilemektedir. Oysa 2050 yılına kadar 9 Milyara ulaşacak nüfusu beslemek için tarımsal üretimin bir kat artması gerekmektedir.”

Brezilya’da Amazon ormanlarından kazanılan topraklar giderek verimsizleşmektedir. Zihniyet çarpık ve sapmış olunca ve insan ekonomiye araç hale getirilince, sorun çözerken sorun yaratma sendromu da ortaya çıkmaktadır. Örneğin, Fransa’da sadece kentleşme, yollar ve yapılaşma, her yıl; 60 Bin Hektar verimli tarım alanının ortadan kalkmasına yol açmaktadır. Biz de ise, nükleer enerji santralleri, boğaz köprüleri, yol genişletme çalışmaları ya da turizm’e destek için orman-ağaç kıyımı sürüp gitmektedir. FAO kaynaklı raporlara göre; gezegenin 13,5 Milyon Hektarlık tarım alanının sadece 3 Milyon Hektarı tarıma elverişlidir. Bunun da ancak yarısı kullanılır durumdadır. Son on yılda 50 Milyon Hektarlık tarım alanı tuzlanma nedeniyle tarıma kapalı duruma gelmiştir. Ilıman iklim bölgelerindeki tarım alanlarına yılda ortalama, hektar başına 0,5 ile 20 Ton erozyon kaybı isabet etmektedir(Cumhuriyet- 30.06.08). Bunlar, sapmış beşer zihniyetinin toplumları tahakküm altına alarak sömürmek için yoksullaştırmaya yönelik politikaları sonucunda, dünya toprağının verimsizleştirmesinin, halkın da yoksullaştırmasının örnekleriydi. Kur’an’da sapkınlığa karşı niçin bu kadar uyarının bulunduğunu ve Kutsal Vahy’in bu konuda ne kadar haklı olduğunu şu birkaç örnek bile yeterli ve elbette Yüce Kur’an beşeriyetten ne kadar şikâyetçi(2) olsa az…

Gezegensel düzeyde yoksullaştırma ve yoksulluk böyle iken, durum bireysel düzeyde daha iyi değil. Öğretmenlik mesleğiyle ilgili birkaç rakam, genel durum hakkında bir fikir verecektir(Cumhuriyet 30 Haziran 2008):

Eğitimcilerin % 42’si tatilini evinde, % 42’si memleketinde ve sadece % 16’sı tatil yöresinde geçiriyor. Eğitimci kesimin tatil için ayırabileceği para; %66’sı için 300-500 TL ., % 11’i için 800-1000TL., %12’si için 500-800 TL., %7’si için1000-1500 TL. yaklaşık % 4’ü için 1500-2000TL. ve % 2’si için 2000TL.’den fazla.

Eğitimcilerin % 51’i tatil harcamalarını kredi kartına taksit yaptırıyor, % 35’i daha önceden biriktirdiği parayı harcıyor, yaklaşık % 8’i borç alıyor, % 6’sı da banka kredisi kullanıyor.

Öğretmenlerin % 81’i düzenli olarak tatile çıkamıyor. Öğretmenlerin % 70’i tatili bir ihtiyaç olarak görürken, tatili ihtiyaç olarak göremeyen % 30’luk kesim’in % 72’si gerekçeyi şöyle açıklıyor: Tatil bütçemi çocukların okul masrafında ya da öteki ihtiyaçlara ayırıyorum…”

Tüm bunlara ek olarak; yaz tatili geldiğinde her 100 öğretmenden 34’ü tatil süresince ek iş yapıyor. Ek işte çalışan eğitimcilerin % 60’ı her türlü iş yaptığını, % 13’ü özel ders verdiğini, % 11’i tesisatçılık, boya-badana, tamirat ve bahçe işleri, % 4’ü taksicilik, % 4’ü pazarcılık, % 3’ü işportacılık, % 3’ü nakliyatçılık ve % 2’si garsonluk yapıyor.

Toplumun başka kesimlerinde de bu yoksullaşmaya ek olarak cahilliğinde bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Dost görünümündeki sapkın düşmanlarımızdan başkasını sevindirmeyen bu durumun; beşeri hırsın/hıncın ve terörün, hatta şiddetin de alt yapısını oluşturduğunu biliyoruz. Günümüz dünyasında ve bizim toplumumuzda büyük kesim yoksulluk sınırında ve onun altında yaşarken, daha(hatta çok daha küçük bir kesim) maddesel refah içinde yaşamaktadır. Bu arada, servet ve refahla şımarıp azmanın kutsal metinlerde ne kadar kötülendiğini ve bunun bir sapkınlık olduğunu anımsıyoruz. Mal ve servet birikiminin yarattığı şımarıklık ve azmışlığın yoksul kesimde tahrik ettiği tatmin edilmeyen ihtiyaçlar nefrete ve isyana dönüşür. Günümüzün temel bela gibi gördüğü terör’ün esas sebebi de servet ve refah ile şımarıklığın ve savurganlığın(Kur’an bu sapmışlığa teref diyor…) yarattığı/ürettiği nefret ve intikam hırsından başka bir şey değildir.
Bundan ayrı olarak maddesel refah bakımından en üst düzeyde bulunan sözüm ona gelişmiş ülkeler, bir yandan demokrasiden ve insan haklarından söz ederken, bir yandan da gizliden terör odaklarını, sapmışlara özgü bir riyakârlıkla destekleyip, onlara silah satmaktadır. Silah sanayilerini canlı ve zengin tutmak için; Dünyanın barışını koruması kendisinden beklenen BM Güvenlik Konseyi’nin beş büyük üyesi dünya silah ticaretinin de en büyük ağalarıdır. Günümüz devre sonu beşeriyetinde terörü susturmak ve bastırmak adına demeçler veren süper güçler(aslında bunlarsapmışlıkta süper…) özellikle de ABD; terör yaratan ve besleyen ve hatta terörden yararlanarak göz koyduğu ülkeleri parçalamaya çalışan ülkelerin ta kendileridir.

Bilgi enerjisi en büyük güç olduğuna göre, bundan yoksunlukta(yani, cahillik de) en büyük güçsüzlük olmaktadır. Bu güçsüzlükle(yani cahillikle) sergilenen beşeri zaaflar ise; önyargı, dogma, eskiye ve atalara bağımlılık(yani gelenekçilik, ecdat perestlik), duygusallık, kolay kandırılabilirlik, kolay duygu sömürüsü, dinin yüzeysel anlaşılması, hurafe ve bid’atlere yatkınlık. Bir toplumun cahil kesimi bu haliyle; yenileşmeye kapalı, düşman ve zalim yöneticiler tarafından kolayca kandırılıp sürüleştirilen ve sömürülen yanı olmaktadır. Başta Kur’an olmak üzere, Kutsal metinlerde sapmışlık konulu ayetlerin çoğunun hedef kitlesinin ve bu ayetlerin tokadına müstahak olanların cahil sapmışlar olduğunu görüyoruz. Kur’an ayetlerini ört-bas edenlerle saptıranlar da(yani kâfirler de) bu cahil zavallılardan başkaları değildir.

İşte bir ülkenin düşmanları ve bu düşmanların yurt içi işbirlikçileri, kötü emellerini gerçekleştirmek için bir yandan bu cahil kesimden yararlanırken, öte yandan diğer kesiminde olabildiğince cahil kalmasını ister. Çünkü cahil toplumlar kolayca sürüleştirilip, zahmetsizce yönetilirler. Cahil insan, hele bir de yoksul bırakılmışsa ileriyi göremez, geniş/küresel düşünemez, elindeki bilginin/inancın derinine inemez. Bir toplumun gelişmesinin, gerçek anlamda çağdaşlaşmasının önündeki en büyük engel cahilliktir. Bu nedenle ATATÜRK gibi seçkin liderlerin, büyük inisiyelerin ve hatta peygamberlerin en çok önemsedikleri etkinlik halkın eğitilmesi olmuştur. Sonsuz uzaklıklardaki ışıklı ortamlardan ayet ayet indirilmiş bulunan Kutsal Vahy dünya beşeriyetini; ünce kendisi hakkındaki, sonra da çevresi hakkındaki cahillikten kurtarmak için değil miydi?

Bunun tersine; kötü amaçlı, varlık sevgisinden yoksun, sapmış yönetimler ve onların işbirlikçileri de, şeytanın işini kolaylaştırırcasına insanların cahil kalmasına, hatta yoksullaşması için ellerinden geleni yaparlar/yapmışlardır. Cahillik ve cahilleştirme etkinlikleri sayesinde dünya beşerinin aydınlanması ve insanlaşması için beşeriyete indirilmiş olan Kutsal Vahyin Kur’an’dan önceki kısımları tahrif edilmiş(politize ve ekonomize edilmiş), Kur’an’a bir şey yapılamamış ama Kur’an’la gelen dinin yanında uydurulan bir din oluşturulmuştur. Bu uydurulan din ile(uydurulan dinin cahil, hurafeci mensuplarıyla) eski Sovyetler zamanında bir Yeşil Kuşak oluşturulmuş, Sovyetlerin yıkılışından sonra da bu dinci oluşum Ilımlı İslam’a dönüştürülmüştür.

Bu konuda Prof. Dr. Erdal ATABEK(Tehlikeli Cehalet” başlıklı yazısında) şunları söylüyor(bkz. Ekteki metin 87):

Kendinden habersiz cahil kimseler, kendini bilmemekten ve bilgi noksanlığından dolayı güçsüzdürler, bundan dolayı da birilerine bağımlı olmak ve güdülmek ihtiyacındadırlar. Hatta bunu açıkça ifade etmek talihsizliğinden kurtulamamışlardır; kadim toplumlardan bazıları, peygamberleri “çoban” olarak görmüşler ve kendilerini gütmelerini ifade etmişlerdir. Kur’an’da cahil ve tembel zihniyetin bu eğilimine karşı Bizi güt demeyin.” Ve Sürüleşmeyin!” uyarılarının(Kur’an’da) bulunduğunu biliyoruz.

Zulüm ve tahakküm açlığı içinde bulunan sapmışlar ise, cahil kesimin bu zaafından yararlanarak, onları daha çok aldatıp, uyutup sürüleştirerek yönetme ve istismar etme yolunu yeğlemişlerdir. Başkalarını(bireyleri, toplumları, devletleri) kendine bağımlı kılma açlığı, sapkın zihniyetin en belirgin niteliğidir. Ruhçuluk litetatürünün obsesyonla ilgili bölümü bunun örnekleriyle doludur. Obsedan bir bedensiz, gözüne kestirdiği bir bedenliyi kendine bağımlı kılmak ve onu tahakküm altında tutarak sömürmekten/istismar etmekten büyük zevk duyar, bu şekilde kendini güçlü hisseder.

Şimdi birazda geri kalmış, sapmış varlıkların, “bağımlı kılarak sömürme eğilimleri nin toplumsal ve uluslar arası düzeydeki görünümüne bakalım. Yani Kutsal Vahyle gelen İlahi uyarıya aldırış etmemenin ulusal ve uluslar arası, küresel çirkinliği

Varlıkları servet doymazlığına ve şımarıklığına dayalı uluslar arası şirketlerin ve onların güdümündeki gelişmiş ülkelerin sapmış yönetimlerinin hedefi özellikle azgelişmiş toplumları kendilerine bağımlı kılarak açık pazar haline(piyasa haline) getirmektir. Uluslar arası şirketler aracılığıyla bağımlı toplum oluşturmanın adı ise bağımlı darbe dir(Strateji Cumhuriyet- 15 Eylül 2008). Bunun temel göstergesi ise; tüm stratejik kurumları, merkezi devletlerden oluşan çok uluslu şirketlere satmaktır(özelleştirme…). Bağımlı darbe nin özü şudur: Ülkenin varoluşuyla ilgili meselelerini “ekonomik Saikler” nedeniyle, dile getirememek.

Yüce ATATÜRK, bağımsız ekonomi ile yokluk içinde bile neler yapılabileceğini Türk ulusuna ve dünyaya göstermiştir. Metin AYDOĞAN’ın BİTMEYEN OYUN adlı kitabından birkaç rakam verelim: 1920 yılında 260 olan doktor sayısı, 1921’de 312, 1922’de 337’ye çıkarıldı ve 434 sağlık memuru istihdam edildi. Salgın hastalıklarla mücadele için 1920 yılında(yabancıların “hayal” olarak nitelendirdikleri) yerli aşı üretimine geçildi. Sivas’ta üretilen 3 milyon çiçek aşısının tümü halka uygulandı. Sıtmalı yörelere yerli kinin dağıtıldı. Frengi mücadelesine, o yokluk içindeki devlet bütçesinden harcamalar yapıldı. Halka hizmet götürecek doktor sayısını artırmak için, asker doktorların bir bölümü ordudan ayrılarak sivil alanda görevlendirildi. Sivas’daki aşı üretim merkezi geliştirilerek, bir yıl içinde 537 Kg. kolera, 477 Kg. tifo aşısı üretildi ve bu aşıların tümü halka uygulandı. İstanbul ve Sivas’tan sonra, Diyarbakır’da da, içlerinde; bakteriyoloji, kimya laboratuarı, aşı merkezi ve kuduz tedavi bölümlerinin olduğu sağlık merkezleri kurularak, sağlık hizmetlerinin dağılımında denge sağlanmaya çalışıldı. Afyonkarahisar ve Niğde gibi illerde tıbbi temizleme(sterilizasyon) merkezleri açıldı. Urla ve Sinop karantina merkezleri, aletleri tamir edilerek yeniden devreye sokuldu. 1000 Kg. devlet kinini Ziraat Bankası aracılığıyla hastalara dağıtıldı. Devlet hastanelerine başvuran 30 bin hastanın 20 bini tedavi edildi ve tüm bunlar, yoksulluk içinde sürdürülen Kurtuluş Savaşı devam ederken gerçekleştiriliyordu.

Kendi bağımsızlığını yitirmemeye çalışan ve kendi yağıyla kavrulmaya gayret eden Türk ulusunun bu gayreti, o zamanki bağımsızlık düşmanı, açgözlü emperyalist saldırganların hiç de hoşuna gitmiyordu.

Günümüzde ise, bağımsızlık düşmanı en büyük küresel gücü uluslar arası sömürgen şirketler oluşturmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri uygulanan ve adına Yeni Dünya Düzeni denilen açgözlü emperyalist sistemin temel unsurları uluslar arası şirketlerdir. Tamamen çıkarcılığa, yoksulluğun ve cahilliğin istismarına dayalı bu sömürgen şirketlerin gücü, günümüzde o denli artmıştır ki, bunlar artık; ekonominin kurallarını değil, dünya siyasetini de etkilemektedir. Çünkü mensubu oldukları ülkelerin hükümetleri de bu dev şirketlerin güdümündedir.

Uluslar arası şirketler doymaz bir açgözlülükle(özellikle 1890’lı yıllardan itibaren dışarıya açılmaya başlamış ve yerli işbirlikçiler edinerek mal satış ve dağıtım ağları kurmuşlardı. Dünya pazarlarının paylaşıldığı, geri kalmış ülkelerinpiyasa haline getirildiği ve temelinde uluslar arası şirket etkinliğinin bulunduğu bu döneme emperyalist dönem denmiştir. Günümüzde sıkça kullanılan küreselleşme tanımının, bu sömürgen emperyalizmi anlatmaktan başka bir anlam taşımadığı ortadadır. Uluslar arası etkinlik gösteren şirket sayısındaki artışlar, küresel ekonomiye katılan yeni şirketlerin ortaya çıkmasını değil; büyük şirketlerin şube ve alt birim sayılarını artırarak dünyaya yayılmasını göstermektedir. Servet/mal birikimine dayalı ekonomi bir ahtapotun kolları gibi dünyayı sarmış durumdadır ve bu sömürgen ekonomi için önemli olan insan değil, daha çok servet ve mal birikimidir. Günümüz dünyasında, yalnızca endüstriyel üretim ve ileri teknoloji alanlarında değil, dünya ticareti içinde yer alan tüm ekonomik etkinliklerde egemenlik, birkaç büyük tekele aittir. Örneğin, BM kaynaklarına göre, dünya kimyasal madde üretiminin % 87’si; ABD, Japonya, Almanya ve İngiltere’ye ait az sayıdaki tekel tarafından yapılıyor. Dünyadaki demir cevheri, bakır, jüt, tütün, orman ürünleri, pamuk, kahve ve çay ticaretinin % 80’i, her ürün için sayıları 3 ile 6 arasında değişen dev uluslar arası şirket tarafından denetleniyor. Bizim şirketlerimizin çoğu ise(acımasız rekabete dayanabilenler elbette ki…) bu dev canavarlara ve onların hükümetine/yönetimine bağımlı durumda; devletimiz ise onlara karşı büyük bir borç yükü altında…

Görüldüğü gibi küreselleşme ya da Yeni Dünya Düzeni uluslar arası şirketlerin sömürü ve istismara dayalı egemenliğinin/yayılmacılığının adıdır. Yeni Dünya Düzeni ideolojisi sanki 2. Dünya Savaşı öncesi dünya koşullarına karşı açılan bir savaş gibidir; anlayış ve amacının temelinde, devletçi/ulusçu ekonomik uygulamalara ve ulusal bağımsızlık eylemlerine karşıtlık vardır.

Kalkınma ve toplumsal gelişmeyi, ATATÜRK’ün mali ve ekonomik bağımsızlık politikasına aykırı olarak; dış sermaye yatırımlarına bağlamak, pek çok az gelişmiş ülke yöneticisi için alternatifi olmayan bir yoldur. Buna inanan ya da inandırılan(ve çoğu da çok uluslu şirketlerin işbirlikçisi durumunda olan) yöneticiler, ülkelerine yabancı(yani, sömürgen) sermaye çekmek için her türlü ödünü vermeye hazır karakterli sapmışlardır. Bu sapmışlar, yabancı yatırım almak için, ulusal haklardan ve hatta insan haklarından kolayca vazgeçerler ve ülkelerinin geleceğini ipotek altına alacak anlaşmalara imza atmaktan çekinmezler. Türkiye’yi dışa bağımlı kılan Balta Limanı Anlaşması, Ankara Anlaşması, Gümrük Birliği Anlaşması hep bu sapmış zihniyetin icraatının sonucudur.

Uluslar arası Şirketler için, “az sermaye ile çok yatırım stratejik bir hedeftir. Bu nedenle, sermayesi kıt, birikimi yetersiz, hele gırtlağına kadar borç içindeki az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler; yabancı sermaye aldıkları oranda sanayileşmeden uzaklaşır ve yoksullaşır, dahası dışarıya daha çok bağımlı hale gelir. Brezilya’da bir dönem planlama bakanlığı da yapan ünlü ekonomist Prof. Dr. Furtada, uluslar arası şirketleri bir benzetmeyle şöyle tanımlamış: Uluslar arası Şirketler bazı egzotik ağaçlar gibidir. Bu ağaçlar belli bölgelere dikilince bütün suyu toplar ve araziyi kurutur…(BİTMEYEN OYUN, Metin AYDOĞAN).

Uluslar arası Şirketlerin ve onların güdümündeki gelişmiş devletlerin açtıkları kredilerin hemen tümü, borçlandırarak kendine bağımlı kılma ve sömürmeye dayalı koşullar içerir. Bu tür kredilere başvuran azgelişmiş bir ülke, sonu “ulusal tükeniş” olan bir yola girmiş demektir. Birbiriyle ilintili olan borç anlaşmaları arka arkaya imzalanır ve ülke kısa sürede borç almadan ayakta duramaz hale gelir. İşte Türkiye’miz de, ATATÜRK’ün ölümünden kısa bir süre sonra; ATATÜRK’ün eşsiz özgürleştirici uygulamasına ve bunca tembihatına rağmen, basiretsiz yöneticiler tarafından dışa bağımlı hale getirilmiştir(Bu konuda belgelere dayalı daha ayrıntılı bilgi, yukarıda belirtilen kaynak eserde bulunabilir).

İnsanları gerek bireysel, gerekse toplumsal düzeyde(Kutsal Vahyin uyarısına rağmen) sürüleştirerek tahakküm ve denetim altına almaya çalışan sapmışlığın en belirgin nitelikleri aldatmaca, yalan-dolan ve riyakârlıktır. Bu sapmış zihniyetin mensupları bunu reklamlar da dâhil, her şeyi kullanarak yapmaktan geri kalmaz.

Sadece ülkemizde iki milyonu aşkın insan kart borcunu ödeyemez duruma düşmüşken(Turgay FİŞEKÇİ- Cumhuriyet, 15 Nisan 2009) reklamlarla insanlar hala kart sahibi olma konusunda özendiriliyor. Bu durum özendirmenin de ötesinde kandırmaca ya giriyor, nasıl mı? Dünyanın işsizlikle, insanların yoksullukla boğuştuğu şu günlerde, bir banka yeni kredi kartını bedava!” diye reklam ediyor. Bu kart ile uçmak, gezmek, yemek-içmek, yatmak-kalkmak bedavaymış. Her kart kullanıcısı bilir ki, kartların sunduğubedavaları kazanabilmek için o bedavanın yüz katı cepten harcama yapmak gerek. Yüz harcayıp bir kazanmayı bedava yaşayış…” diye sunmak, göz boyayarak aldatmaca ile yalan-dolan değildir de nedir?

Böyle göz boyamaya yönelik kampanyalarla, bunları yapan kurumların sosyal sorumluluk imajları yerle bir olmuyor mu? ! İnsanlarla alay eder gibi, böyle bir kampanya nasıl önerilebilir müşteriye! Tanıtım ve reklamlarda saçmalığa varan fanteziler, canının derdine düşmüş yoksullara ne söyleyebilir! Üstelik bu göz boyamayla karışık empozisyon ve koşullandırma TV programlarında her 15 dakikada bir saygısızca sunulursa; bu sunum, duygu ve dikkat istismarından başka nedir ki! Büyük büyük kurumların sosyal sorumluluk projeleri ne sahip olması gerektiği söylenirken, bir yandan da; sorumluluk duygusundan payını alamamış bazı iş adamları ve yöneticilerin koca koca kampanyalar hazırlamaları ve bunları gün boyunca vatandaşa boca etmeleri hangi sağduyu ile bağdaşır.

Sadece yerel radyolar değil, TRT dışında televizyon kanallarının hemen hemen hepsi reklam(yani görsel empozisyon ve koşullandırma) aracı haline gelmiş. Reklam işkencesi ve kirliliği içinde izlemeye zorlandığımız diziler sanki reklam sektörüne hizmet eder duruma gelmiş. Üretici, reklam sektörü ve o reklamı yayınlayan TV kanalı kazansın diye, tüketicinin sağlıklı program izleme hakkı saygısızca ve bile bile çiğneniyor…

Sağlıklı program izleme hakkımız saygısızca gasp ediliyor, çünkü; bir tek program içinde aynı reklam defalarca gösterilmekle kalmıyor, aynı zamanda programın(dizinin, belgeselin) en olmadık yerinde(çoğunlukla da en heyecanlı yerinde) reklam yaygarası saygısızca(hem de biraz daha yüksek bir volüm ile), izleyicinin suratına çarparcasına veriliyor. Radyo ve TV kanalları sunucularının sık sık kullanmak durumunda olduğu; değerli izleyicilerimiz, sayın dinleyicilerimiz, saygı değer konuklar vb. gibi hitaplarla söz konusu saygısızlığın bağdaşmadığını, tam tersine göz boyama ile sunulan/sergilenen bir riyakârlık olduğu ortadadır. Reklamlarla, empozisyon ve koşullandırmalarla sergilenen bu fütursuz saygısızlığa bir tepki gösterilmemesi, söz konusu yayın organlarını denetlemek ve gözetlemekle görevli kurumlarca bir önlem alınmaması da, yukarıda sözünü ettiğimiz sürüleşmeye bir kanıt olmaktadır. Oysaki beşeriyet Kutsal Vahy tarafından yüzyıllar öncesinden sürüleşmeme/güdülmeme konusunda uyarılmıştı. Büyük çoğunluk, Kutsal Vahyin dikkat çektiği bu tehlikeye alışmış gibi görünüyor; hem de öyle alışmışız ki, bu durum bize çok doğal gelir olmuş sanki… Bu nedenle de Kutsal Vahyin sakındırıcı ve erdirici uyarısını bile anlayacak, aklımızı bu yönde işletecek durumda değiliz…

İşletilmeyen akıl ise; kolayca kandırılır, koşullandırılır ve sürüleştirilerek güdülür. Gurjieff toplumun bu durumu için, yıllar önce, Uyurgezer ve kendini bilmez bireylerden oluşan toplumu, uyurgezer ve kendini bilmez politikacılar yönetiyor.” Demişti. Şimdi bizde sapkınlık irdelememiz çerçevesinde şöyle diyoruz: Sapmış bireylerden oluşan toplumları, sapmış ve azmış politikacılar yönetiyor… Şimdi bu politikacılar da, Yüce ATATÜRK’ün yıllar önce söylediği gibi; “…gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde” bulunuyor. Bu yöneticilerin küresel baronları(az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki işbirlikçileri ile el ele vermiş) zaten uyur durumda kendinden habersiz toplumları daha da derin uykuya sokmak için beleşe de özendirmekten geri durmuyorlar. Prof. Dr. Erdal ATABEK günümüz(Eylül 2009) reklamlarının birinden esinlenerek toplumun durumunu şöylece betimliyor(Cumhuriyet 07 Eylül 2009): Reklamın mesajı ‘torpil yapan kart’; torpil, avanta babam sağ olsun, dayım halletti, bizimkiler çözdü, tanıdıklar araya girdi… Başkalarının hakkını yeme öğretisi, hakkı olmayana sahip olma kurnazlığı, çaktırmadan kayırma açıkgözlüğü ve kazanmadan harcamanın formülü…”

Bu şekilde; başıboşluğu özgürlük, avantacılığı/beleşçiliği kurnazlık sanan sapmış bir gençlik yetiştiriliyor. İşin daha da talihsiz yanı, geleceğimizden bu gençlik sorumlu. Yüce Atatürk, Türküye Cumhuriyetini herhalde böyle bir gençliğe emanet etmezdi. Çünkü o yüce insan, işe yarar bir genç için şöyle söylemişti: Bir genç, her şeyden önce güven vermelidir.” Devre sonu dünya gençliğinin günümüzde ne kadar güvenilir olduğu ortadadır. Bu durumda olan gençlerin nasıl kolayca kandırıldıkları konusunda bkz. HAŞHAŞ ve EMPERYALİSM, Aytunç ALTINDAL(sayfalar: 23, 107, 110, 111, 112, 117, 161).

Prof. Dr. Erdal ATABEK’in ifadesiyle; Önce alıştırılan, sonra uyuşturulan gençlikten ve toplumdan geleceğe yönelik bir yarar beklemek elbette gerçekçi ve güvenilir bir beklenti değildir. Sürüleştirerek gütme ya da bölerek parçalama ve yutma politikalarına önce alıştırılan, sonra da uyuşturularak koşullandırılan toplum; geçmişe dalıp gitmişken, geleceği yitirmekte olduğunu fark edemez. Zaten sürüleştirerek gütme politikası da bunun için yapılmıştır:
- Yüzünüze demokrasi derler, arkanızdan gülerler,
- Yüzünüze çok kültürlülük derler, arkanızdan bölerler,
- Yüzünüze değişim derler, arkanızdan soyarlar…
Bunu fark etmezsiniz bile çünkü önce alıştırılmış, sonra da uyuşturulmuşsunuzdur.

Bu uygulamanın; dostlukla, stratejik ortaklıkla, komşulukla ilgisi olduğunu düşünmek ve böyle göstermeye çalışmak; aptallık değilse bile aymazlık ve sapmışlıktan başka nedir ki! Kendini bilmezlikle gelen aymazlıktan ve uyurgezerlikten kaynaklanan bu sapmışlığın içler acısı ulusal ve uluslar arası/küresel görünümü, yüzyıllar öncesinde Peygamberin beşeriyetten şikâyetine neden olmuştu. Bu şikâyetin Furkan 27 ve devamındaki ayetlerde şöylece dile getirildiğini görüyoruz: Ey Rabbim! Doğrusu milletim bu Kur’an’ı terk etmişti.- Furkan 30. Furkan 30’dan önceki birkaç ayette de(Furkan 27’den başlayarak), sapmışlığın ve iş işten geçmişliğin kaçınılmaz pişmanlığını görüyoruz: O gün, zalim kimse ellerini ısırıp, ‘Keşke Peygamberlerle beraber bir yol tutsaydım. Vay başıma gelene… Keşke falancayı dost edinseydim… And olsun ki, beni, bana gelen Kur’an’dan o saptırdı. Şeytan, insanı yalnız ve acımasız bırakıyor…’ der”- Furkan 27 + 28 + 29.

…………………………………………
(1) Bu borç ancak 1954’te tamamen kapanabilmiştir(Cumhuriyet Strateji- 30.06.2008)
(2) Furkan 27..30 (Kur’an)