Sunuş
S U N U Ş
Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.
Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.
SELMAN
GERÇEKSEVER
Kasım
2 0 1 0
B u r s a
Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.
Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.
SELMAN
GERÇEKSEVER
Kasım
2 0 1 0
B u r s a
28 Temmuz 2012 Cumartesi
D E T E R M İ N İ Z M,
D E T E R M İ N İ Z M,
Hiç Şaşmadan İşleyen Nedensellik
Hazırlayan : SELMAN GERÇEKSEVER
Giriş :
Tezahürat ortamındaki (ve dolayısıyla doğadaki) tüm olaylar arasında sıkı bir nedensellik bağının mevcut olduğu fikri, günümüz modern bilimine egemendir. Determinizmin evrenselliğinin söz konusu olduğu bu uçsuz bucaksız tezahürat ortamında tesadüfe elbette ki yer yoktur. Kadîm çağlarda Yunanlılar, göksel cisimlerin hareketlerinde matematik bir düzenin varlığını savundukları halde; başka fizik olayların ancak kısmen Nedensellik Yasası tarafından düzenlendiğini düşünmüşlerdi. Yunan düşünürlerinden hiçbirisi determinizmden ne anladığını açıkça belirtmiş değildir.
Günümüz determinizm anlayışına göre, tüm olaylar birbirine bağlıdır. Olayların birbirini belli etmesi, birbirinin neden ve sonucu olması düşüncesinin temel ilkesidir. Her olay, nedenleriyle açıklanır ve anlaşılır. Olaylar arasındaki sürekli nedensellik bağını bozabilecek hiçbir güç yoktur.
İnsanın sadece kararları değil, hareketleri de birer olay/olgu olduğu için, kendilerinden önceki maddi ve manevi olayların sonucu sayılmak gerekir. Başka türlü ifadesiyle, insanların kararları ve hareketleri de çeşitli nedenlerin birer sonucudur. İnsanın iradesi ve irâdi fiilleri, öteki olaylar gibi; doğal, toplumsal ve psikolojik etkenlerle bağlantılıdır. Olayların, daha önceki başka olayların sonucu olduğuna inanmak hususunda belli nedenlere sahip bulunmaktadır ve geleceğin nasıl olacağını(kabataslak da olsa) kestirmek olanağından yoksun değildir. Determinizm bir mantık ilkesi olduğuna göre, süresiz doğruluğa sahip olduğu kabul edilebilir. Bugün sonuç yaratan bir nedenin, yarın sonuç oluşturmayacağını söylemek, iki kere ikinin dört ettiğini, bugün ise 4,5 edebileceğini söylemek kadar anlamsızdır.
Tam bu noktada, “Atomdaki belirsizlik ne olacak?” diyenler olabilir. Bu soruya şöyle bir yanıt ile karşılık verilebilir: Atomlar düzeyindeki fizik olayların, ancak ihtimale dayanan istatistik yasalarla açıklanmasını, henüz bilimsel çalışmanın yeteri kadar gelişmemiş olmasıyla açıklayabiliriz. Bilimin kesin yasaları bulacak kadar ilerlemediği dönemde istatistiksel yasalar büyük yarar sağlamakta ve daha sonra bu dönem aşılarak, olayları düzenleyen kesin yasalara erişilmektedir. Atom altı alanla ilgili problemler bakımından da aynı olasılığın doğruluğu kabul edilebilir.
Louis de Broglie, atom altı düzeyde nedensellik bağlarını bulmak konusundaki beceriksizliğimizin; cisimcik, zaman ve mekan gibi mikroskobik araştırmalarda kullandığımız kavramların elverişsizliğinden kaynaklanmasının düşünülebileceğini belirtmektedir(HUKUK FELSEFESİ, Adnan GÜRİZ). Bazı modern fizikçiler de, elektronların aynı anda hızı ve kütlesi olan cisimcikler değil, yalnızca dalgalar olarak düşünülmesinin çok yanlış olmadığını önermektedirler. Nihayet determinizm olmadıkça, bilim de imkânsız olmaktadır. Birçok bilim insanının ve filozofun determinizmi bırakmaya yanaşmamalarının nedeni; kuşkusuz, bu gerçeği kavramış olmalarıdır. Bu arada 20. Y.Y.’ın büyük bilim insanı Einstein de bu nedenle determinizm ilkesini reddetmeye yanaşmadığını belirtmişti.
Felsefede:
Descartes’ın sâdece madde ve bedene uyguladığı determinizm mekanizmasını Spinoza; sadece Tanrı’da değil, ruh’da da görmüştür: “Tanrı, sonsuz yüklemlerden kurtulmuş olarak, eşyanın gerçek nedenidir.”. Spinoza’ya göre âlemi yöneten determinizmdir(Sebep-Sonuç Yasası). Doğa Tanrı’dan; Tanrı doğadan ayrılamaz. Birinci durumda, sonuç nedenden, kip de yükleminden ayrılmış olur. İkinci durumda ise, mutlak nedenden zorunlu gelişmeden, mutlak töz yüklemlerini zorunlu olarak anlatan kiplerinden ayrılmış olur(FİLOZOFLAR ANSİKLOPEDİSİ, Cemil SENA).
Mutlak determinizmi savunan Spinoza’ya göre, insanlar kendilerine belirlenmiş hareketleri yaptıran nedenleri bilmeden bu hareketler hakkında bir bilince sahip oldukları içindir ki, kendilerinin özgür olduklarını sanırlar. Filozofumuza göre, madem ki her şey zorunludur, sorumluluk da zorunlu olacaktır.
Determinizm, insanı iyimser yapar. Bu cümleden olmak üzere, determinizm, insanı giderek daha olgun ve kusursuz kılar. Bu şekilde gidiş, Tanrı’nın zihinsel sevgisine doğrudur.(FELSEFE TARİHİ, Alfred WEBER). Her nesne, başka bir nesnenin, her olay başka bir olayın zorunlu sonucudur. Böylece tüm nesneler(tezahüratın görünen/görünmeyen birimleri) sonsuz bir bağlantı içinde(tesir ağı) yer alırlar ve bu bağlantı kesintisizdir. Bu tesir ağı ve ilişki içinde her bir birim; hem etkileyen, hem de etkilenen durumdadır. Dolayısıyla her etkiye, karşılık olan bir tepki söz konusudur. Bu şekilde, tüm varlığı sıkı bir determinizme bağlayan Spinoza felsefesi, insanın sadece ruhsal hayatını değil, toplumsal yaşamını da sıkı bir mekanik zorunluluk bağlantısı içine yerleştirir(FELSEFE TARİHİ, Macit GÖKBERG).
Hukukçu filozoflardan Thomas HOBBES de, her şeyin determinizm yasasına dayandığını savunmuştur(HUKUK FELSEFESİ, Adnan GÜRİZ). HOBBES’e göre determinizm, öyle bir evrensel yasadır ki, insan iradesi de bu yasaya tabidir. İnsanın kararı/kararları en güçlü uyarana(etkiye) göre oluşur. İnsan kendisi için zorunlu olan hareketi yapar. HOBBES, insanın etik faktörlerle değil, fizik faktörlerin etkisi altında davrandığı görüşündedir. Örneğin, ceza sorumluluğu kişinin subjektif olarak kendi fiilinden sorumlu olmasından ileri gelmez, fakat kişinin davranışının objektif olarak topluma zarar vermesinden doğar.
Determinizm ve Fatalizm:
Determinist görüşün karşısında fatalist yaklaşımların bulunduğu bilinir. Hatta bu ikisini karıştıranlar da yok değildir. Determinist düşünürler, genel olarak fatalizmi reddetmekte ve determinizmin fatalizmle karıştırılmasını doğru bulmamaktadırlar. Fatalist bakış açısına göre; varlığın seçme özgürlüğü ve irade özgürlüğü yoktur, insan hiçbir anlamda kendiliğinden hiçbir şey yapabilecek durumda değildir.
Fatalizmi reddeden deterministler, varlıksal iradenin etkili bir kuvvet olduğunu kabul ederler. Bununla birlikte, etki gücüne sahip olan insan iradesi de gerçekte; her şey gibi, Nedensellik Yasasına bağlı bulunmaktadır. Determinizm, her insanın, kendi rolü olmayan iç ve dış nedenlerin/etmenlerin bir sonucu olduğu görüşünü savunur. Tarihin şu ya da bu döneminde yaşamak, şu ya da bu ülkede enkarne olmak; elimizde olmayan nedenler tarafından, yani “rastgele/tesadüfen” belirlenmiş gibi görünse de(tutucu metaryalistlerin bakış açısıyla…); aslında ruh varlığı(asıl kendimiz) olarak tüm bu etmenleri(doğmadan önce) kendimiz belirleriz. Daha kapsamlı bir ifadeyle; şimdiki yaşamımız, daha önceki yaşamlarımızın olmazsa olmaz ve zorunlu bir sonucudur. Bu demektir ki şimdiki yaşamımız(ve hatta bu yaşam içindeki bize özgü olaylar) kadim yaşamlarımızdaki iradi etkinliklerimizin deterministik bir sonucudur. Bu nedenle, varlığın yapıp ettiklerinden, kendisinden başka kimse sorumlu değildir. Alınlara yazılmış “alın yazısı” diye bir şey varsa; o da, “kendim ettim, kendim buldum…” gibi bir ifade olabilir… Ortadaki açık gerçek(plain truth) ve kadÎm ruhçuluğun kanıtlanmış deneysel sonuçları varken, okullarda çocuklara hâla; “kişinin gürbüz/zayıf olması, sağlığının şu ya da bu durumda olması, erkek/dişi olarak doğması vb. hep kendi irade gücünün dışında ve onun rolü olmaksızın belirlendiği” nin öğretiliyor olması büyük talihsizlik değil midir!
Varlıksal irade özgürlüğü gerçeğini, günümüz dar görüşlü maddeci bilimi sâhip olduğu yöntemlerle kanıtlayamamaktadır. Ancak özgürlüğün yokluğu da bu bilim tarafından kanıtlanmış değildir. İrade özgürlüğüne inananları, fizikötesi ile uğraşmakla suçlayan fikir adamları, determinizmi kabul ederek irade özgürlüğünü reddettikleri zaman, doğrudan doğruya fizikötesi nitelik taşıyan bir iddia önermiş olmuyorlar mı? İrade özgürlüğünün var olduğunu kanıtlamak için, günümüz maddeci biliminin elinde gerekli/yeterli yöntem bulunmasa bile, tüm insanlarda bulunan ve kadîm zamanlardan beri var olan özgürlük bilinci ve bu yolda(özgürlük uğruna) verilen pek çok mücâdele, irade özgürlüğünün varlığını gösteren sağlam bir kanıt olarak karşımızda(daha doğrusu, bilimin gözü önünde) durmaktadır.
Unutmayalım ki, bilimsel materyalizmin tutuculuğundan kurtulabilmiş(Pierce, Bergson, Dewey vb. gibi) düşünürler; yeniliğin, canlılığın ve yaratıcılığın(başka bir deyişle, kapalı değil, açık bir evrenin insana sağlanmasının) ancak irade özgürlüğünün kabul edilmesiyle olası olabileceği konusunda özellikle ısrar etmişlerdir.
Öte yandan irade özgürlüğünün kabul edilmemesi, kişinin iyiye ulaşmak, ahlaksal görevlerini(insan olmanın gereklerini) yerine getirmek şeklindeki tüm çabalarını tamamen anlamsız bırakmaz mı? Eğer birey, olayların önünde yalnızca basit bir oyuncak ise, iyiye ve(hatta yapabilirsek) daha iyiye yönelmek yolundaki tüm gayretlerimiz anlamsızlaşacaktır. Çünkü ahlak teorisi, ahlaksal sorumluluk esasına dayanır. Eğer kişi, fena şekilde hareket etmeye mecbur olduğu için davranış bozukluğu sergilemişse, onu ahlaksal açıdan suçlamak abes olur. Özgürlüğün tanınmaması, sorumluluğun da reddini beraberinde getirmez mi?
İrade Özgürlüğü ve Hukuk:
İrade özgürlüğü olmaksızın, hukuksal sorumluluktan da söz edilemez. İrade özgürlüğü görüşünü/gerçeğini benimsemiş endeterminist düşünürler, sorumluluktan söz edebilmek için, irade özgürlüğünü kabul etmenin zorunlu olduğunu savunmuşlardır. Bu yaklaşıma göre; hukuk, her ferdin bir kişilik olduğu varsayımına dayanır. Dahası, ceza ve mükâfatı, suç ve liyakate göre dağıtmak yoluyla, her kişinin belli ölçüde de olsa, irade özgürlüğüne sahip bulunduğunu kabul eder(Adnan GÜRİZ, HUKUK FELSEFESİ). Ceza ehliyeti olan bir suçlu ile, akılsal dengesi yerinde olmayan birisine ceza verilirken, ötekisine ceza verilmemesi; onun üzerinde cezanın hiçbir önleme etkisine sahip olmamasından değil fakat aklında normal saik kavramının bulunmamasından ve etkinlik göstermemesindendir. Ceza ehliyetine sahip olan suçluya ceza verilmesi ise, onun başka şekilde hareket etmeye muktedir olmasından; yani isteseydi, suç oluşturan fiili işleyemeyeceğine inanılmasından ileri gelmektedir. Başka bir deyişle “irade özgürlüğü” olmazsa, suç da yoktur. Özetlemek gerekirse, şu söylenebilir: Ceza hukukunda kişinin isteme yeteneğini etkileyen durumlar; hukukun, insanı “seçen bir varlık” olarak değerlendirdiğinin kanıtı olmaktadır(Determinizmle bağlantılı olarak irade özgürlüğü konusunda daha ayrıntılı bilgi için bkz. VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları).
İnisiyatik Öğretilerde:
Yazı akışımızın bu noktasına kadar determinizm kavramının felsefi değerlendirmesini gördükten sonra; birazda, konunun kadim inisiyasyonlardaki ve hatta, Kur’an başta olmak üzere, kutsal metinlerdeki durumuna bakalım. Determinizmde neden/nedenler, sonuç/sonuçları doğurur; bu sonuçlarda başka olguların ve oluşumların nedenlerini oluşturur. Bu işleyiş içinde tezahürat şaşmaz değişimini sürdürür. Bu gidiş nereye? Kuşkusuz, her şeyin ve nedenlerin de yaratıcısı olan ALLAH’a doğru. Ünlü İslam düşünürü Muhyiddin-i Arabi, “Sebepleri halk eden müsebbib, tek ve eşsiz olan Hak’tır.” diyor, ünlü eseri Fusus ül- Hikem’de. Her şeyin yaratıcısı ve elbette ki tüm nedenlerin de ilk ve tek nedeni O’dur.
Ruhun Tesirliliği ve Tesadüfler:
Madde, maddesel enerjinin tezahür etmiş bir hâlidir, ruhsal enerjinin tesirliliği altında belli bir formda bulunur. Madde esasen atıldır; yani kendi kendine hareket edemez. Ancak ruhsal enerjiden kaynaklanan maksatlı bir tesirliliğin(müessiriyetin) altında hem bu tesirliliğin iradesine uygun formunu korur, hem de gerekirse çeşitli hareketler sergiler, hatta halden hale girer. Dolayısıyla tüm fiziksel/maddesel hareketler şuurludur ama bu şuurluluk maddesel formdan kaynaklanan bir şuurluluğa ait olmayıp, ruha ait bir şuurluluktur. Bu sonuç, ruhsal maksatlı tesirliliğin sâdece her yerde yaygın olduğunun değil, aynı zamanda tesadüf diye bir durumun olmadığını da kanıtlar.
Evrenlerde(tüm tezahürat içinde) tesadüfe ve rastgele ortaya çıkan hiçbir şey olmamasına rağmen, sadece bilgisizliğimizin değil, fehim ve ferâsetten yoksunluğumuzu da gizlemek için bu sözcüğü oldukça sık kullanırız. “Tesadüf” deyip geçtiğimiz bir olayın ardındaki nedenselliği(causality) bilmediğimiz(daha doğrusu, olayların ortaya çıkışını sağlayan nedenselliğe nüfuz edemediğimiz) için, “tesadüf” sözcüğünü kullanır dururuz. Bu kullanım; elbette ki uyurgezerliğin ve illüzyonel yaşamın belirgin sonucudur. Çünkü olmuş olan bir şeye/olaya “tesadüfen” deyip geçen bir kimse, bu nedenselliği anlama zahmetine katlanmıyor demektir. Oysaki Ergün ARIKDAL’ın da belirttiği gibi(1), “Her olay bir sebep ve her sebep de bir sonuca bağlıdır. Normal doğa olayları olarak gördüklerimizin ardında bile pek büyük anlamlar gizlidir. Dolayısıyla “tesadüf”; bilgisizliğin, fehim ve ferasetten yoksunluğun sonucu ortaya çıkan ve cahilliği gizleyen sama ve avutucu bir sözcüktür.”
Tesadüf sözcüğünün yersizliğini ve anlamsızlığını da bu şekilde vurguladıktan sonra, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, atalet ile nitelendirilmiş olan evrenin hiçbir maddesinden kendi kendine maksatlı bir hareket beklenemez ve maddesel bir yapı kendiliğinden hareket de edemez. Eğer böyle olmuş olsaydı, evrensel bir karmakarışıklık içinde maddesel evren çoktan yıkılıp giderdi. Oysaki durum bunun tam tersi olup; “Her maddenin oluşu, her olayın vukua gelişi Mutlak Varlık’ın yasaları altında cereyan eder.”(2)
Evrende olmakta olan her şey, tüm tezahürat O’nun İlahi Murad’ı yönünde ve Yasaları(Sünnetullah) çerçevesinde olup durmaktadır(3). İlahi Murad’ın uygulayıcıları şuurlu varlıklardır. Şuurlu varlıklar, tekâmül düzeylerine göre, İlahi İrade Yasaları’nı kullanarak(daha doğrusu, bu yasalar aracılığıyla) tesirliliklerini maddesel evrenlerde sergileyerek yaratılışa/tezahürata katılırlar(4).
Varlık âleminde nedensiz hiçbir şey, hiçbir olgu yoktur. Hiçbir şey yoktan var olmaz; var olan hiçbir şey de yok olmaz, şekil değiştirir, başka bir şeye dönüşür. Yoktan var eden sadece Yaradan’dır. O müteal(aşkın) var edişle de varlık âlemi sürüp gitmektedir. Dolayısıyla varlıkların da tüm eylemlerinin(enkarne varlıkların düşünme etkinlikleri de dâhil) bir karşılığı, bir sonucu vardır evrensel determinizm çerçevesinde. Bu demektir ki varlık; düşünceleri/imajinasyonları da dâhil tüm eylemlerinden sorumludur ve bu etkinliğinin sonuçlarıyla karşılaşmak durumundadır. İlahi adalet böylece gerçekleşiyor. Bu gerçeğin İlahi Kelam’da şöylece yer aldığını görüyoruz: “Her insanın yapıp ettiklerini boynuna doladık. Kıyamet günü, onun önüne açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkacak ve şöyle diyeceğiz: ‘Oku kitabını! Hesaba çekici olarak bugün sana öz nefsin yeter.’”
Ayetin son cümlesinde de belirtildiği gibi, varlık kendi yapıp ettiklerini kendisi değerlendirecektir. Çünkü belirli şeyleri yapmaya(belli bir “yaşam planı” çerçevesinde doğmadan önce) kendi karar vermiştir. Dünya bedenini terk ettikten sonra, dünya yaşamındaki değerlendirmesini kendi yapacak; bir bakıma, kendi kendini hesaba çekecektir, yüksek beni(asıl kendi) olarak. Bu değerlendirme/hesaplaşma sırasında başarısız olduğu durumlar için üzülmesi(hatta başarısızlığının büyüklüğüne göre) kahrolurcasına ısdırap çekmesi ve pişmanlık duyması(cehennem hali) elbette ki kaçınılmaz ve doğaldır. Bunda, kendisinden başka hiç kimse sorumlu değildir. Çünkü varlık(dezenkarne durumdaki varlık) “kendi etmiş, kendi bulmuştur…”(5)
İlahi Adâlet’in, Determinizm(Sebep-Sonuç) Yasası çerçevesinde tecelli edişi, halk dilinde, “Dünya ahretin tarlasıdır…” şeklinde yerini bulmuştur. Buradaki “ahiret” sözcüğü ile ölüm ötesi kastedilmekte ise de, bu sözcüğün asıl anlamı “bir sonraki an/zaman/durum” dur. Bu demektir ki, içinde bulunduğumuz şu dakikadan sonraki dakika, bizim için âhrettir, ahir zamandır.
Esasen, yapıp-ettiklerimizle er ya da geç dünyada da karşılaşmıyor muyuz? Âhiret, sâdece ölüm ötesi değil, burada da var çünkü determinizm hem fizikte, hem de fizik ötesinde işliyor, hem de hiç şaşmadan…
Determinizm kavramı kapsamında cennet-cehennem kavramlarından anladığımız da budur: Cennet-cehennem konusunun simgesel yanı çok tartışılmıştır. Cennet ile cehennem mekânlar mıdır, yoksa haller mi? 20. Y.Y.’ın en büyük İslam düşünürlerinden Prof. Dr. Muhammed İKBAL(ölüm 1938)’in ve ünlü müfessir Ömer Rıza DOĞRUL’un da içinde bulundukları bir gurup büyük düşünür, cennet ve cehennemi belirli mekânlar değil, haller olarak kabul ettiklerini ifade etmişlerdir(6).
Son iki paragrafımızda ele aldığımız cennet-cehennem halleri ebedi olmadığı gibi, ALLAH’ın kullandığı(özellikle de cehennem) bir intikam aracı da değildir. “ALLAH zulmetmez, kişi kendi kendine zulmeder…” mealindeki ayetler: Nahl 118, Tur 18, Ali İmran 108, 117, Fussilet 46, Enbiya 44, 47, Enfal 51, Hud 101. Beşer(özellikle de kendini bilmez ve dünyasallaşmış beşer) esasen sadece zalim değil, aymaz ve azgındır da(İbrahi 34, Ahzab 72, Bakara 30, Şura 30, Enbiya 44, Alak 6). Kendini bilmez beşer, “acıması sınırsız ve affedici”(Rauf ve Gaffar) olan ALLAH’ın tüm uyarılarına ve başına gelen(ve elbette ki yapıp ettiklerinin sonucu) sıkıntılı olaylara/durumlara rağmen, hâla kendi kendine zulmedecek kadar da aptaldır/budaladır. Budizm de kendini bilmez’in karşılığı “aptal” dır. İşte bu tür aptallarla ilgili birkaç Budist özdeyiş:
* “Tembel ve obur kişi pislik içinde yaşayan bir domuz gibidir. Bu aptal kişi, öldükten sonra, ölümlü bir yaşam daha
sürmek için bu dünyaya yeniden gelir.”
* “Aptal ve cahil kişiler dikkatsiz ve hiçbir zaman gözlemci olmayan kimselerdir. Ancak gözlemci bir yaşam süren
insanlar yaşamın değerini bilir.”(7)
* “Kendini akıllı sanan kişi aslında aptal bir kimsedir. Aptallığını görebilen bir kişi ise, hiç olmazsa o konuda akıllı
olur.”
* “Aptal kişi için, acıyı getiren sonuçlar ortaya çıkıncaya kadar yanlış davranışlar tatlı görünür(8); ancak sonuçlar
ortaya çıktığı zaman, aptal kişi yanlış davranışlarının acı meyvelerini yemek zorunda kalır(9).
Kur’an’da da bu gibi kendini bilmezler için değişik sıfatların yanı sıra “beyinsizler” sıfatı da kullanılmıştır(10).
Sorumluluk:
Birey, müsebbibi(neden olduğu) eylemlerden ve uzantılarından sorumludur. Esasen, özgürlük varsa, sorumluluk da vardır. Ancak kayda değer şeylerden(içsel gelişim açısından gerekli ve önemli olan şeylerden) kendimizi sorumlu tutmak/hissetmek istiyorsak, seçme özgürlüğü hakkımızı kullanmada da titizliği elden bırakmamalıyız. Günümüz klinik psikolojisinin önemli isimlerinden olan Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Sorumluluk duygusu, kişinin ‘hedef piramidi’ni belirlemesinde ve bu hedefleri gerçekleştirmesinde kilit duygulardan birisidir.”(DUYGULARIN DİLİ, Timaş Yayınları). “Hedef Piramidi” yaşamımızdaki işlerin önem ve önceliklerini belirlememize yarar. Bu sıralamada tepe noktada, realitemiz gereği en yaşamsal önemdeki konular/amaçlar bulunur. Osmanlılar’dan kalma olduğu söylenen bir ifadeyle, “Ehemmi, mühime tercih etmek”(Önemliyi, daha az önemli olana yeğlemek) bu durumu yansıtan veciz bir ifadedir.
Kişinin böyle bir duyarlılığı olmaz ise, gereksiz detaylarda boğuşurken “piramidin tepesi” nden sapar. Yani sorumluluk duygusu, bireyin kusur işlemesine engel olmasının yanında, zaman zaman gereksiz detaylar çıkmazında zaman yitirmesine de neden olabilir. “Şeytan ayrıntıda gizli” olduğu gibi, başarı da ayrıntıda gizlidir. Önemli olan bu ikisi arasındaki dengeyi(orta yolu, sıratı mustakim) yakalamaktır. Elbette ki, sorumluluk duygusundan kaynaklanan detaycılık amaca(“Piramidin tepesine” çıkan basamaklara) yönelikse yararlıdır.
Sorumluluk duygusunun başka bir boyutu da toplumsal sorumluluktur. Yani, toplum yararına ve “elci”(diğerkâm) denebilecek sorumluluklarımız. Toplu halde yaşamanın gereklerinden biridir bu. Toplumsal adâlet ancak; zayıflardan, muhtaçlardan, zor durumda kalanlardan, eğitim(âdap, edep, terbiye) özürlü çocuklarımızdan ve gençlerimizden de sorumlu olduğumuz düşünülerek sağlanır. Yarışma, rekabet ve sömürü ilkesine dayanan kapitalist sistem; kamu yararından çok, güçlü olanın ayakta kaldığı, zayıfın eriyip güçsüzleştiği bir düzen geliştirmiştir. Demokrasinin boşluklarından ve nimetlerinden bencilce ve sömürgen bir zihniyetle yararlanıp, insan haklarını ihlale yönelik uygulamalara tepki göstermek her aydının(akıl gönül sahibi salih kişinin) sorumluluğudur.
İnsan haklarını hiçe sayıp, kamu talanına neden olan zihniyet mensupları yapıp ettiklerinin sonuçlarıyla(Determinizm Yasasına göre) er ya da geç nasıl karşılaşacaksa, bu çarpık uygulamaya insanî değerler çerçevesinde sağduyu ve vicdan özgürlüğü gereği olarak tepki verenlerde yapıp ettiklerinin sonuçlarıyla karşılaşacaktır. Kabaca “iç disiplin” anlamına gelen vicdanın sınırlarını da sorumluluk duygusu belirler. Bu içsel eğilim sorumluluk duygusundan yardım alarak seslenir bize. Ama kendini bilmez benlik(Budizm’deki “aptal”, Kur’an’daki “beyinsiz”…) bu sese çoğu zaman kulak tıkar ya da bencilce nedenler ve tevillerle kılıf uydurur. Elbette ki, bu tutumdan vazgeçmediği sürece telâfisi zor eprövlerle(yaşam sınavları) uğraşması kaçınılmaz olur.
Görülüyor ki insanlaşarak İlâhi Yasalara uyumun gereği de kendini tanıma/bilme kapsamındaki iç disiplindir. Bu da, vicdan ile sorumluluğu yan yana getirmekle olasıdır. Bu demektir ki, vicdanlı olmaya yönelik iç sorumluluk bilinciyle yetiştirilmemiş çocuk
eğitilmiş sayılamaz. Ne yazıktır ki günümüz okullarında sade öğretim yapılıyor, eğitim değil. Bencillikten kurtarılamamış çocuk/genç eğitim özürlüdür. Günümüz gençliğinin durumu ve sorunlarıyla ilgili, ne yazık ki içler acısı gerçekler Prof. Dr. Erdal ATABEK’in eserlerinden öğrenilebilir.
Determinizm Yasası hiç şaşmaz bir şekilde sürekli çalışıyor: 21. Y.Y.’ın maddeci modernizmi, vicdanın önemini unutturan, dünyasallaşmayı öne çıkaran ve dolayısıyla da içsel sorumluluk bilincini körelten sonuçlar üretti. Semavi dinlerin, yayılmasından önce egemen olan pagan kültürü doğa güçlerine saygılıydı ama vicdanın gereklerini tam olarak uygulamaya koyamamıştı. Bunun sonucu olarak bir kimse, yakalanmadığı sürece hırsızlık yapabilirdi(11). Pagan dönemin bazı erdemsizlikleri kılık değiştirerek ve daha da sinsileşerek sözde “modern” 20.Y.Y’da da ortaya çıktı. İnsanî değerlerden nasipsiz bazıları, yasalara ters düşmediği taktirde ya da yasaların ve demokrasinin boşluklarından yararlanarak gayri ahlâki davranışları hoş görür ya da görmemezlikten gelir oldular. Ancak, “istediğimi yapabilirim”(nefsanî özgürlük…) düşüncesi toplum üyeleri arasında, toplumsal bağların zayıflamasına; yalan, şiddet, suç, bencillik, hatta kana susamışlık gibi beşeri kusurların yaygınlaşmasına yol açmıştır. Toplum, birer “toplumsal yara” hâline gelen bu kusurların sonuçlarına katlanmaya ve eğer becerebilirsek bu durumdan içsel gelişim yönünde yararlanmaya(örneğin, her şeye rağmen dürüst kalmaya, erdemlerden ödün vermemeye ve sabırlı olmaya…) mecbur kaldı.
Peki, çözüm nerede aranmalı?(Prof.Dr. Erdal ATABEK’in çok ustaca ele alıp irdelediği ve gözler önüne serdiği) “yitirilmiş değerlerimiz” i vicdansal bir sorumlulukla yeniden kazanmaya çalışmaktır. Gerçek çağdaşlaşma, modernleşme ve insanlaşma bu yolla gelecektir. Makro kozmosu ve mikro kozmosu(bedensel beni) yaratan güce karşı sorumluluk duymak ve erdemler yönünde yaşamaya çalışmak vicdanı yeşertecektir. Vicdan, sonsuz yüceliklerin bireydeki en uç noktasıdır. Kişi yazılı kurallara yasa ve polis korkusuyla uyar. Örneğin, kapalı mekânlarda sigara içmemeyi ancak yasa ve polis korkusuyla kısmen durdurabildik… Ama İlâhi Yasalara bilinçli olarak uyumun gereği, kendini tanıma duyarlılığı ve idraklenme cehtiyle gelen iç disiplindir. Bu da, nefsin kabalığını/vahşiliğini gidermek ve duyguları kontrol altında tutmakla olasıdır. Bireyde vicdan ile sorumluluğun yan yana gelmesi ve at başı gitmesi o zaman gerçekleşecektir. Sorumluluk duygusunun geliştirilmesi konusunda dipnot-11’deki değerli kaynak eserden yararlanılabilir.
Kutsal Metinlerde:
Deterministik işleyişin toplum düzenindeki ve insan psikolojisindeki yansımalarını kısaca gözden geçirdikten sonra, konunun kutsal metinlerde nasıl yer aldığına bakalım. Örneğin, Kur’an açık ve net bir biçimde, “sorumluluğun şahsiliği” ilkesi üzerinde duruyor. Meâlen, hiç kimse ne büyüklerinin, ne de çocuklarının manevi üstünlüğüne bağlı olarak sonsuz kurtuluşa erebilir ve ne de onların günahlarından sorumludur(Fatır 18). Dolayısıyla herkesin yaptığının ya da ihmâlinin sonucu/sonuçları kendinedir. “Kim zerre kadar bir hayır işlerse; onun mükâfatını görecek ve kim de zerre kadar bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” - Zilzal 7+8. Şu deterministik işleyişin güzelliğine ve İlâhi Adâletin şaşmazlığına bakar mısınız !
İçsel gelişime ve İlâhi İradeye uyan/uymayan fiillerimiz(düşünce ve niyetlerimiz de dâhil) yok olmuyor ve sanki evrensel bir kompüter bünyesinde(hafızasında) saklanıyor ve varlık sonsuz tekâmül gidişi boyunca bu kayıtların geribildirimleriyle er ya da geç kaçınılmaz olarak karşılaşıyor. Bu karşılaşma/yüzleşme yakın gelecekte de olabilir uzak gelecekte de; yani, şu bedenli yaşamda da, beden ötesinde de… Bu durum Kur’an’ın konuyla ilgili bazı ayetlerinde, “…her kişinin fiillerini kendi boynuna taktık…” şeklinde ifade bulmuştur(İsra 13 + 14, Yasin 65).
Yukarıda son iki paragrafta anlamını bulan, “herkesin kendi edimlerinden sorumlu olması ilkesi” ile ‘uydurulan Hıristiyanlık’taki asırlık kilise dogmalarından birinin yıkılması hedeflenmiştir. Bilindiği gibi “Pavlus Hıristiyanlığı”ndaki “ilk günah”(ya da “ebedi/doğuştan günahkârlık”) dogmasıyla Batı(Hıristiyan) toplumları hâla kandırılmaktadır. İlk kez Pavlus’tan duymuş ve gülüp geçmişlerdi. Ama zaman içinde Katolik Kilise’nin baskısı ve saptırıcı empozisyonlarıyla bu “ilk günah” kandırmacası olanca ağırlığıyla Hıristiyanların yaşamlarını şekillendirmeye başladı. İşin kötüsü, “ilk günah” olmadan vaftiz de olmuyordu. Bu olmayınca da kilise’ye katılarak tüm öteki günahlardan kurtulunmuyordu. Görüldüğü gibi bir yalanı savunmak için daha büyük bir yalan uydurmak gerekiyor. Elbette ki bunu yapanlar, katlanarak büyüyen veballer altına giriyor. Zaten her şeyin şaşmaz Determinizm Yasası altında sürüp gittiği evrende başka türlüsü düşünülemez. Kilisenin bu yoğun baskısı doruk noktasına 11. Y.Y.’da ulaştı ve öylece sürdü. Havva, hep o “şeytan” a uyarak erkeğin mâsumiyetini kirleten dişi olarak gösterildi durdu. Bu sapmışlık günümüze kadar sürdü ve 21. Y.Y.’da hâla “kadın hakları istismarı” gibi beşeri bir ayıbımızı düzeltmeye çalışıyoruz.
Nihâyet 1209’da kilise babaları büyük bir Haçlı Ordusu kurarak, kendi uydurdukları dogmalara göre “dinden sapmış kişi”(heretik) olarak kabul ettikleri kendi cemaatlerinden insanları soykırıma uğrattılar. “Cathere” diye bilinen bu soykırım sırasında yaklaşık bir milyon kişi katledilmişti. Ortaçağ Kilisesi’nin sapmış ruhban sınıfı burada da durmamış 15. Y.Y.’da bu kez de, ebe kadınların büyü ve sihirle uğraştıklarını(ayrıca, doğum yapan annelere yardım ettiklerini) öne sürerek, yaklaşık 2 milyon kadını diri diri yaktırmıştı. Bununla da yetinmeyip; dul kadınların, kocalarından kalan miras haklarını gasp ederek(mallarına ve arazilerine el koyarak) kilise hazinesine aktarmışlardı. Peygamberleri Yüce İsa Nebi’nin özgün öğretisindeki tüm uyarılara rağmen bu sözde din adamlarının tarihe mâl olmuş bu sapmışlıkları sergilemeleri ibretlik olaylar olarak karşımızda duruyor(12).
Kur’an’la yapılan düzeltmelere, uyarılara ve dikkat çekmelere rağmen bu sapmışlıkların bir kısmının hala sürüyor olması ve hatta bunlardan bir kısmının kılık değiştirerek “dincilik, Ilımlı İslam ve Yeşil Kuşak” şeklinde İslam ülkelerine bulaşış olması da ayrı bir trajikomiklik… Biz, şimdi, “herkesin yapıp ettiği kendinedir.” diyerek, tekrar ana konumuza dönelim. Herkesin yaptığı muhakkak ki kendisine döndürülecektir(Kur’an, Mücadile 7).
Kur’an’dan öğrendiğimiz ve çevremizde gördüğümüz kadarıyla, ALLAH; tüm oluşları bir takım nedenlere bağlamış ve bizlere de bunlar üzerinde fikir oluşturmayı görev olarak yüklemiştir(Bu konuda fikir oluşturan Fabio Marchesi’nin RUHUN FİZİĞİ adlı eser okunabilir) . Bu nedenlerin bir kısmını biliyoruz ama bilmediklerimiz bildiklerimizden daha çok. Kimimiz( daha doğrusu fikir çilesi çekmeyenler, bu zahmete katlanamayanlar) nedenini bilmediğimiz olaylara “tesadüf” demekte buluyor işin kolayını. Bu tutum, bir bakıma kaçış oluyor elbette ki… Ya da şimdilik bilinemez olanın karşısındaki aczini kabullenememek… biz ALLAH’ın kudretinin sınırsızlığına inanmak fakat o kudretin belirmiş sonuçları üzerinde düşünmek ve hatta değerlendirmek zorundayız. Düşünmek, akıl etmek, aklı işletmek vb. Kur’an’da en çok yinelenen kavramlardır.
Kıyamet Gününde Ödül:
Hz. Muhammed’in gerçek hadislerinden biri bizim şimdiki konumuzla ilgili: “Ben sizin, kıyamet gününde ödülü en büyük olanınızım. Çünkü ben; hem kendi amellerim karşılığında, hem de bana uyanların amelleri karşılığında ödül alacağım.”(13). Buradan anlıyoruz ki, kişi; hem yaptığı iyiliklerin karşılığını alacaktır, hem de yapılmasına vesile olduğu iyiliklerin. Bu demektir ki kişinin sergilediği/sergileyeceği hayra yönelik bir iş, deterministik bir kesinlik ve şaşmazlık ile kendisine dönüyor. Başka bir hadisinde de şöyle demiş Muhammed: “Kim bir hayra delâlet ederse, o hayrı işleyenin elde edeceği karşılık ona da aynen verilir.”(13). Görüldüğü gibi hiçbir etki(dolaylı bir etki de olsa) karşılıksız, geri dönüşümsüz kalmıyor. 900 yıl öncesinden bizlere seslenen Yusuf Has Hacip de çok farklı bir şey söylememiş: “Sürekli iyilik yap ki, kendinde iyilik bul.”(KUTADGU BİLİG, Antik Şark Klasikleri).
Fitne, Bir Fıtrat Yönetimi :
Türevleriyle birlikte yaklaşık 60 kadar Kur’an ayetinde geçen “fitne” kavramı, konumuz determinizme ilgili sözcüklerdendir. İyi ile kötüyü, arı ile kirliyi, doğru ile yalanı/yalancıyı ayırmaya yarayan bir fıtrat yöntemidir “fitne”. Bu duruma göre fert ya da toplumun, arındırılması gereken curuf ve pisliği ne kadar çoksa, fitnesi de o kadar yoğun olacaktır. Bununla bağlantılı olarak, beşeriyet/fert; kirlilik oranı yükseldikçe fitneye daha çok maruz kalacaktır.
Nasıl ki çeşit çeşit fitneleri bünyesinde barındıran ve faaliyete geçiren savaş da büyük bir fitnedir. Birey(ler) her şeyle olduğu gibi savaşla da sınanır ve savaşlar ile pek çok beşeri pislik ve iğrençlik ortaya çıkıverirse; daha doğrusu, önümüze konuverir, sanki “elimizin karası yüzümüze vurulur…”. Yapıp ettiklerinin sonucu olarak beşerin/beşeriyetin şu ya da bu şekilde fitne ile sınanması budur.
Kur’an fitneyi bir tekamül aracı olarak göstermekte ve beşeriyetin, fitne ile sürekli denemeye(eprövlere, yaşam sınavlarına) tâbi tutulduğunu belirtmektedir. “İnsanlar ‘inandık’ demeleriyle bırakılacaklarını, hiçbir fitne ile sınanmayacaklarını mı sandılar. Andolsun ki, biz senin muhataplarından öncekileri de fitne yoluyla sınamışızdır…”- Ankebut 2, 3.
İlâhi Murad, bireyi sınamak olduğuna göre; negatif değerler kadar pozitif değerler de fitne konusu olabilir. Fitne konusu olan şey, ne türden olursa olsun; bize gelen, önümüze çıkan bir etkidir(nedendir). Etkiye vereceğimiz tepki de bir sonuçtur. Bu sonuç da başka bir olgunun/başlangıcın nedenidir ama bu sonuç(tepkimiz) bizim genel tekâmül düzeyimiz hakkında bir ipucudur, bir ölçüm sonucudur. İnsan, varlıkla da sınanır, yoklukla da, hayırla da, şerle de… Enbiya Suresi 35’te işin esâsı şöyle konmuş ortaya: “Biz sizi bir sınav olarak hayır fitnesiyle de sınıyoruz, şer fitnesiyle de…”
Fitne hangi türden olursa olsun; karşımıza çıkmışsa, kendi fiillerimizin sonucudur ve elbette ki lâyık olduğumuzla karşılaşmışızdır. Bu durumda beşeri yaşam; kuşbakışı bir görünümle, fitneler silsilesidir çünkü her şey sınanma aracıdır. Bundan amaç, enkarne varlığın iç kuvvetlerinin gelişmesi, varlıksal potansiyelinin ortaya çıkması(bedende tezahür etmesi). Bu açıdan bakıldığında bu da elbette ki bizleri geliştirici ilahi bir nimettir; kuşkusuz, yararlanmasını ve değerlendirmesini bilene… “Şunu kesinlikle bilin ki, sizin mallarınız da, evlatlarınız da birer fitnedir.”- Enfal 28, Tegabün 15). Kur’an başka bir ayetinde de mal ve evlat çokluğuyla övünenlerin bu sınanmada başarısız olanlar olduğunu da söylüyor. İslam düşünürleri fitnenin boyutlarını/kapsamını ifadeye koyarken, şu deyimleri de kullanmışlardır(14): Mal fitnesi, ölüm fitnesi, yaşam fitnesi, zenginlik/fakirlik fitnesi, kadın/erkek fitnesi.
Günümüzde hepimiz içsel gelişim ihtiyaçlarımıza göre ve liyakatimize göre yukarıdaki konularda sınanıyoruz. Yukarıdaki paragrafta başarısız olduğumuzu belirttiğimiz mal ve evlat çokluğuyla övünmenin yanı sıra kırık not aldığımız başka bir sınav da “dünya/madde cazibesi” ne karşı verdiğimiz sınav. Bu konuda sadece bireysel boyutta değil, toplumsal boyutta da kayıptayız ve kusurluyuz. Çünkü dünya beşerinin bir kısmının dünya cazibesine yenik düşmüş ve parayı putlaştırmış olmasından dolayı gelir
dağılımındaki adâletsizlik(yoksul güney ve zengin kuzey) küresel ayıplarımızdan biri olarak karşımızda durmaktadır. Sadece batının zengin ülkeleri değil, Ortadoğu’nun sözde Müselman Arap Ülkeleri de bu beşeri ayıbın müsebbibi(nedeni) durumundadır. “Hikmet dolu”(Ali İmran 58) Kur’an’ın peygamberi Hz. Muhammed yüzyıllarca öncesinden bu konudaki endişesini şöyle dile getirmiş: “… ve onların(Müselmanların) sınanmaları dünya süs ve malıyla dünya zevklerinden olacaktır. Onlar, işte bu yolla fitneye maruz kalacaklar ve ahret için gayret göstermekten uzaklaşacaklardır.”(14).
Bugün yüce peygamberin öngörüsü aynen gerçekleşmiş ve söz konusu zaaflarından ve maddenin/dünyanın cazibesine yenik düşmelerinden dolayı Ortadoğu’daki Müselman ülkelerin yöneticileri Batılı Hıristiyanlar’ın işbirlikçisi ve taşeronu durumuna düşmüşlerdir. Dahası, günümüz Müselman toplulukları sâdece peygamberlerin değil, “Âlemlerin Rabbi’nden bir indiriliş”(Hakka 43) olan Kur’an’ın uyarılarına da yüz çevirmiş olduklarından dolayı, “başka topluluklar için bir fitne aracı” durumuna düşmüşlerdir(En’am 53, Furkan 20). Bu sapmışlıktan, Müselmanlar olarak üzülüyoruz ama duygusallıktan toparlanıp ve ibret alıp, kendimize dönmemiz gerektiğini de biliyoruz. Çünkü, konumuz olan determinizm ve İlahi Adalet gereği herkesin yaptığı kendine…(Fatır 18, Yunus 108). Sarık ve arap fistanı giyip sakal bırakmakla Müselman olunmuyor. Yukarıdaki ayetlerde ve Mâûn Suresi’nde yankılanan uyarıya hedef olmamak gerek. Kâmil insana düşen; varlık ve oluştaki ibretler tablosundan gereken dersi çıkarırken, doğrudan doğruya kendisinin sergilediği negatifliklerle fitne olmamasıdır. Bunun içindir ki Kur’an’daki özgün İslam’ın peygamberi yüce Muhammed ümmetine ısrarlı bir biçimde başkaları için fitne olmamalarını öğütlemiştir(Yunus 85, Mümtehine 5).
Tüm bunlardan ve zaten beşeri “mârifetlerimizden” olan çevre kirliliği, küresel ısınma ve de dünyanın genel konjonktüründen(politik + ekonomik koşullar) anlaşılmaktadır ki, dünya bir cadı kazanı gibi kaynıyor, fokur fokur… Bu kazanı dolduran yemeğin malzemesi çeşitli fitneler; yiyebilenler, daha doğrusu bunların müsebbipleri yesinler afiyetle! Söz konusu fitnenin tamamen ortadan kalkmadığı bir dünyanın hakkı(yani, yapıp ettiklerinin sonucu) elbette ki mutluluk olamaz. Ekonomik krizle, politik skandallarla çalkalanan sözde gelişmiş AB ve ABD… Servetle şımarmış, hak duygusunun çeşitli kurnazca tevillerle kılıflandığı bu ülkelerde her türlü ahlaksızlığın da çağdaşlık ve özgürlük adına sergilendiği göz önüne alınırsa söylenecek bir şey kalmıyor zaten… Bu arada unutmayalım ki, hak duygusunun bir toplumla erozyona uğraması, o toplumda yozlaşmanın belirtilerinden biridir. Ülkemiz yöneticileri de bu durumda olan AB’ye girmek için hala yırtınıp duruyor… Ne iştir! İşte determinizm: “hak duygusunun erozyona uğraması ve hukukun üstünlüğünün yok edilmesi” neden, “toplumsal yozlaşma” da sonuç… Bu “sonuç” da, elbette ki başka olumsuzlukların nedeni… Determinizm hiç şaşmadan işliyor. Bu, beşerin kendi kendine zulmü ve budalalığı değil de nedir?
Durum böyle iken, fatalistik bir kader anlayışıyla “alnımıza böyle yazılmış…” hezeyanı ile kabahati ALLAH’a yüklemenin bir anlamı olur mu? Bu hezeyana kargalar bile gülerdi. Determinizm denince, genellikle ilk akla gelen kavramlardan biri “fatalizm” dir. Yeri gelmişken, birkaç cümle ile fatalizme de değinelim:
Fatalizm:
Fatalist bakış açısına göre, dünya her olay ve hareket, “ön bir hüküm” ile ezelden ALLAH tarafından belirlenmiştir. Bunların değiştirilmesi olası değildir(“alın yazısı”). ALLAH’ın iradesi dışında beşeri ya da varlıksal(cüz’i) irade söz konusu değildir. Böylece insanların iradi etkinliklerinin, cehit ve gayretlerinin hiçbir anlamı kalmadığı gibi, yapıp ettiklerinin değerleri de sıfır olmaktadır. Yani tüm varlıklar birer robottan başka bir şey olmamaktadırlar.
Yaşama fatalist bakış açısından görünen bu ama şöyle bir gerçek de var: Tekâmül dediğimiz olmazsa olmazın, bu kozmik olgunun görgü ve deneyimle ortaya çıktığını biliyoruz. Görgü ve deneyim ise varlıkların doğrudan doğruya kendilerinin cehit ve gayretleriyle(özellikle de “idraklenme cehti” ile) iradelerini serbestçe kullanmaları suretiyle ancak kazanılabiliyor. Şu halde tekâmül, bir emek ürünü olarak kazanılmış bir liyakattir. Cehit ve gayret karşılığında lütfedilmiş ilahi bir ihsandır. Hatalarımızın/kusurlarımızın bizde uyandırdığı sıkıntı, hatta ıstırap hâleti; bizim bir daha aynı hatayı yinelemememizi sağlayacak en kuvvetli yardımcımızdır. Kendi edimlerinin yaratıcısı olmayan varlıkların(sanki birer robot gibi), bu anlamda şuurlanıp tekâmül etmeleri olası mıdır? Öyleyse, tekâmül mâdemki bir gerekliliktir ve bu olmazsa olmaz için irâdi etkinliğe bağlı cehit ve gayret sergilenmesi gereklidir. Durum böyle olunca da, yukarıda tanımını verdiğimiz fatalistik düşüncenin geçerli olmaması gerekmez mi…(15)
_ O0o _
Dipnotlar:
(1) RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER-1, Sayfa:15(Ruh ve Madde Yayınları).
(2) RUH VE KÂİNAT, Cilt 1, Sayfa 104.
(3) Kur’an, Kamer 54/49 + 50 : “Gerçekten, biz her şeyi bir takdir ile yarattık.”.
(4) Yaradan’a ait olan Müteal Fikrin uygulayıcıları; yani Müteal fikri, Müteal Fiile dönüştüren varlıklardır(Sadıklar Planı Teb. Celse-2).
(5) Bu konuda deneysel çalışmalara dayalı kanıtlanmış bilgiler ve örnekler için bkz. RUHLAR ARASINDA, Dr. Bedri RUHSELMAN.
(6) TANRI BUYRUĞU- Ömer Rıza DOĞRUL, RECONSTRUCTION OF RELIGIOUS THOUGHT- Muhammed İKBAL, 400 SORUDA İSLAM- Yaşar. N. ÖZTÜRK.
(7) Bu anlamda sağlıklı bir gözlem ve bunun nasıl yapılacağı konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Sayfalar 26, 62, 262, 281.
(8) “Şeytan onlara, yaptıklarını süslü gösterip, şöyle demişti: “Bugün size galip gelecek kimse yok, ben yanınızdayım…’”-Enfal 48.
(9) BUDİST VECİZELER, Gün Yayıncılık.
(10) “Beyinsizler” sıfatıyla ilgili ayetler: Bakara 142, Nisa 5, Cin 4, En’am 140, A’raf 66, 67, 155
(11) DUYGULARIN DİLİ, Prof. Dr. Nevzat TARHAN.
(12) VATİKAN VE TAPINAK ŞOVALYELERİ, Aytunç ALTINDAL.
(13) KENDİ DİLİNDEN HZ. MUHAMMED(Baskı 8, Sayfa 151), Yaşar N. ÖZTÜRK.
(14) KUR’AN’IN TEMEL KAVRAMLARI, Yaşar N. ÖZTÜRK.
(15) Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için, büyük irfan öncülerimizden Bedri RUHSELMAN’ın eşsiz eseri MUKADDERAT ve İCABAT’a başvurulabilir.
Yararlanılan Eserler:
* KUR’AN
* RUH VE KÂİNAT – BEDRİ RUHSELMAN
* RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER
* SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ
* RUHLAR ARASINDA, DR. BEDRİ RUHSELMAN.
* TANRI BUYRUĞU- ÖMER RIZA DOĞRUL
* RECONSTRUCTION OF RELIGIOUS THOUGHT- MUHAMMED İKBAL
* 400 SORUDA İSLAM- YAŞAR. N. ÖZTÜRK.
* BUDİST VECİZELER, GÜN YAYINCILIK.
* DUYGULARIN DİLİ, PROF. DR. NEVZAT TARHAN.
* VATİKAN VE TAPINAK ŞOVALYELERİ, AYTUNÇ ALTINDAL.
* KENDİ DİLİNDEN HZ. MUHAMMED(BASKI 8, SAYFA 151), YAŞAR N. ÖZTÜRK.
* KUR’AN’IN TEMEL KAVRAMLARI, YAŞAR N. ÖZTÜRK.
* MUKADDERAT VE İCABAT, DR. BEDRİ RUHSELMAN
23 Mayıs 2012 Çarşamba
ULUSAL ÇEVRE ANDI’NIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
ULUSAL ÇEVRE ANDI’NIN
DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Giriş
Birkaç on yıl içinde lafı bile edilmezken, günümüzde “çevre hakkı”, en çok sözü edilen insan haklarından biri haline gelmiştir. İnsan haklarından en yaşamsal olanının çevre hakkı olduğunu ancak çevreyi berbat ettikten sonra anladık. Temiz bir çevreye, yani; havası, suyu, bitki örtüsü kirletilip tahrip edilmemiş bir doğaya sahip olmak artık insan haklarının ilk telaffuz edilen maddesi haline gelmiş bulunuyor. Uluslararası hukuk metinleri “çevre hakkı” kavramına yoğun biçimde yer verir oldu…Bu hukuk metinlerine temel / kaynak oluşturan bilimsel raporlar daha sık yayınlanır oldu. Oxford Üniversitesi’nden Prof. Dr. Martin REES’e ait, “Son Yüzyılımız” başlıklı raporda şu olası tehlikeler sıralanıyor:
Kimyasal / biyolojik silahlarla donanmış teröristlerin; biyolojik, genetik, sibernetik gelişmeleri sonunda vücut bulması olası denetim altına alınamayacak virüslerin yaratması olası tehlikeleri,
Küresel ısınma,
Gıda ve enerji krizi
Hemen hemen kaçınılmaz tehlikeleri içeren raporlardan biri de Kyoto Protokolü’nü inatla imzalamamış bulunan ABD eski Başkanı Bush’a sunulmuştu. Bir süre gizli tutulduktan sonra açıklanan bu raporda çarpıcı birkaç cümle şu bilgileri içeriyordu: İklim değişikliklerinin yaratacağı panik ve dehşet, önümüzdeki 20 yıl içinde çok büyük savaşlara neden olacak. 2020 yılından itibaren Avrupa’da bazı kentlerin sular altında kalabileceğini, bazı Avrupa ülkelerinin de Sibirya soğuklarının görüleceğini ileri süren rapor; birçok ülkenin, kaynaklarını korumak için nükleer silahlarla donanma yolunu seçeceğini ileri sürdükten sonra, rapor şöyle bir cümle ile son buluyor: Bugün (Bush yönetimi yıllarında) dünya için terörden daha korkunç tehlike, küresel ısınmasının yarattığı iklim değişikliklerinden kaynaklanan kaos ve korkudur. (Hürriyet Gazetesi – 23.02.2004) (1)
Bu halimizle, dünya beşeriyeti olarak; üzerinde doğup büyüdüğümüz ve yaşam boyunca tüm nimetlerinden yararlandığımız öz anasına (yer küreye, “Toprak Ana”ya) ihanet etmiş durumdayız. Sözüm ona “eşref-i mahlukat” (yaratıkların en onurlusu) zeki varlıklar olarak bitkiler ve hayvanlar alemine karşıda suçlu durumdayız. Demek ki teknoloji ile, silah üstünlüğü ile emperyalist sömürgen zihniyetle “eşref-i mahlukat” olunmuyor. Dünya beşeri ve onun yönetici kadroları gerçekten “eşref-i mahlukat” olsaydı; yerküre dediğimiz ve üzerinde doğup büyüdüğümüz şu uzay gemisini kirletip, yaşanmaz hale getirmek yerine onu ihya eder, daha da güzelleştirirdi. Uygarlık herhalde,bunu gerektirirdi... Bunu yapamadığına göre şimdi dünya beşeri gerçek anlamda uygar da değil. Doğanın kirlenmesi, iklim değişikliği ve gezegenin yer yer yaşanmaz hale gelmesi ve yakın gelecekteki hemen hemen kaçınılmaz tehlikelerin nedeninin esasen dünya beşerinin henüz insanlaşmamış olması, söz konusu kirliliğin (çevre kirliliğinin) asıl nedeninin “beşeri kalp kirliliği” (Kur’an ifadesiyle kalbin paslı olması) olduğunu biliyoruz. Bu “kalp kirliliği”nin dışa yansıması, çevre kirliliği ve nefsani çıkarlar uğruna doğa dengelerinin bozulması, hatta doğanın tahribi / talanı olmaktadır. Bunun ayrıntılarına ilerleyen paragraflarda girmek üzere çevrenin genel görünümünü incelemeyi biraz daha sürdürüyoruz:
“Doğa ölüyor, tehlike kapıda değil, içeride”:
Yerkürenin doğal kaynaklarını olumsuz yönde etkilemiş ve etkilemeyi sürdürmekte olan başka bir beşeri basiretsizlikle kontrolsüz nüfus artışıdır. Nüfus artışı, insan sayısının artması demektir. İnsan sayısının artması ise belli bir yoğunluktan sonra, sadece makul ihtiyaçların değil; doğayı tahrip eden beşeri hırs, savurganlık vce talan gibi olumsuzlukların da artması olacaktır. Böyle bir artışın sonucunun, doğanın tahribinde bir ilerleme olacağı kaçınılmazdır. Ayrıca şu bir gerçektir ki, beşeri nüfusun artması, bitkilerin ve hayvanların da zararına olduğu gibi, doğanın ve hatta uzayında zararına olmaktadır. Bu olumsuz artış, hem öteki canlıları, hem de tüm canlıların ortak yaşam alanlarını tahrip etmektedir. Bu zararlı artış, doğrudan doğruya beşeriyetin de aleyhine olmaktadır. Çünkü beşeri nüfusun bu anlamda olumsuz artışı; ne yazık ki, beşerin yaşam alanlarını da tahrip ile sonuçlanıyor. O halde, “doğanın tahribi”ni frenlemek, niteliksiz nüfus artışını önlemek ile eş anlamlı olmaktadır. Bugünkü 6-7 Milyarlık dünya nüfusuna beslemekte yetersiz olmaya başlayan yerküre, (tahminlere göre) 2020’de 9-10 Milyarı bulacak olan dünya nüfusunu besleyemeyecektir. O halde 2010’un arefesinde olduğumuz şu aylarda aynı zamanda “açlık sınırı”na da gelmiş bulunuyoruz.
Hesapsız kitapsız ve niteliksiz nüfus artışının beşeriyeti başka bir felaketin eşiğine getirdiğini açık ve kesin bir dille ilk kez söyleyen İngiliz rahip düşünür Robert Malthus olmuştu. Malthus (ölm. 1834) beşeri nüfustaki artışın geometrik; tarım ürünlerindeki artışın ise aritmetik bir artış olduğunu ve sonucunu beşeriyetin aç kalması olacağını söylemekle de kalmamış kendince bazı çareler de önermişti.
Nüfusun kontrolsüz artışı, sadece aş ve iş problemleri açısından sıkıntı çıkarmakla kalmıyor; beşeri amaçları, doğanın dengelerini ve sonuç olarak da ideal bir dünyanın oluşumunu tehlikeye atıyor. Şimdiki görünümüyle niteliksiz ve kontrolsüz nüfus artışı, beşeriyetin zaten sorumlu ve tehlikelerle dolu olası geleceğine yönelik tehditlerinde en büyüklerinden biridir.
Yüce Peygamber Hz. Muhammed yüzyıllarca öncesinden bugünleri görmüşcesine, beşeriyetin başına bu sorunları saranları lanetlemekten kendini alamamıştır ve bu, İslam Peygamberinin biricik lanetidir; zamanında / sağlığında kendisine ve ailesine yönelik pek çok vahşiliği hoşgörüyle karşılamış, tek bir bedduanın ağzından çıktığı görülmemiş ama bu konuda (doğa dengesini bozan zalimler konusunda) lanet okumadan edememiştir: “Yerkürenin belirgin alameti olan değerleri, yeyüzünün olmazsa olmazlarını yozlaştırıp bozanlara ALLAH lanet etsin! (1)
Doğa Ölüyor; Tehlike kapıda değil, içerde…
Sadece Muhammed Peygamber değil, tüm öteki peygamberler de kendini bilmek ve şuurlanmak konusunda beşeriyeti uyarlamışlar; kendini bilmezliğin olası sonuçları konusunda hatırlatmalarda bulunmuşlardır. Çünkü kendini bilmezlik; bireyi oturduğu dalı kesecek kadar budalaca bir sapkınlığa götüren, astral ve mantal kirlilikten / dengesizlikten kaynaklanan bir basiretsizliktir. Bugün şikayetçisi olduğumuz, insanlığa yakıştıramadığımız ve korkmaya başladığımız tüm olumsuzlukların kökenindeki temel neden bireyin astral ve mantal kirliliğidir. Bu yazımızın temasını oluşturan çevre sorunlarının temelinde olan bu konuyu ilerleyen paragraflarda birlikte irdeleyelim.
Çevrenin Korunmasına ve Geliştirilmesine
Bireysel Katkı ve Katılım:
Ulusal Çevre Andı(2) ’nı oluşturan maddelerden birinde, “Çevrenin korunması ve geliştirilmesinde bireysel katkı ve katılım”ın gereğini ve önemini vurguladığını görüyoruz. Sadece çevreye değil, bireyin kendisini ve kendisinden başkalarını ilgilendiren her işe katılımın; doğal, olumlu ve pozitif olabilmesi, onun fedakarlık yapabilme erdemini geliştirmiş olmasıyla olasıdır. Elcilik (diğerkamlık), fedakarlık, başkaları için kendi rahatından özveride bulunmak demektir. Bunun olabilmesi, kişinin kendisinden çok ya da en az kendisi kadar başkalarını düşünebilmesiyle olasıdır. Kendinden çok başkalarını düşünebilmek ise, bencil kişinin harcı değildir. Çünkü o fedakarlık yapabilecek olgunlukta ve güçte değildir. Karşılıksız bir şey veremez ve kendisinden başkasını (menfaati olmadıkça ya da korkmadıkça) düşünemez. Kendini bilmeyen, dolayısıyla egosunun güdümünde yaşayan birey, örneğin; bir piknik alanının ve doğanın olanaklarından yararlandıktan sonra, yemek artıklarını, yiyecek ambalajlarını ve çöpünü orada bırakıp çekip gidebilir. Çünkü o kendisinden sonra oraya gelecekleri düşünmeyecek kadar basiretsizdir ya da egosunun güdümünde olduğu için çevreyi bulduğu gibi bırakmak zahmetine katlanmak gücüne sahip değildir. Nefsin güdümünde olan bedeninin nikotin gereksinimini gidermek keyiflenmek için topluluk içinde fütursuzca sigara içmekten kendini alamaz. İşte bu kusurumuzu gidermeyi, büyük çoğunluk olarak şimdiye kadar kendi kendimize beceremediğimiz için 2009’un yaz aylarından beri yasa zoruyla bunu bize yaptırıyorlar. Neyse, hepimiz biliyoruz; ne yazık ki yasa zoruyla dizginlenmeye çalışılan pek çok (kendini bilmezlikten kaynaklanan) beşeri kusurumuz, hatta azgınlıklarımız var…
Dolayısıyla görülüyor ki, bir çıkarı yoksa, hele bir de cahil ise; Ulusal Çevre Andı’nda vurgulanan , “Çevrenin korunması ve geliştirilmesine bireysel katkı ve karıtılımda bulunamaz. Kendini bilmeyen bencil beşer, katkıda bulunmak şöyle dursun; çevreyi kendi bencilce çıkarları yönünde kötüye kullanmaktan kendini alamaz. (Bunun örneklerini yazımızın giriş kısmında vermiştik…)
O halde çevrenin korunması konusunda bireylerden böyle bir katkı ve katılım bekleniyorsa ve bunun sürekliliği hedefleniyorsa, çevre temizliğine ve tahrip olan çevrenin düzenlenmesine; “çevrenin çevreci olmayan (hatta çevre düşmanı olan) biriminden başlamak gerek. Önce kendi içsel çevremiz ( iç zeminimizin) temizliğine yönelmek gerek. İçsel çevremizin (iç zeminimizin) tanzim ve temizliği ise, “kendi kendimizi tanımaya yönelik, bencillikten / nefsaniyetten kurtulma operasyonu”dur. Bunda başarılı olduğumuz ölçüde; sadece çevreye yönelik değil, her türlü olumlu etkinliğe katılmayı ya da katkıda bulunmayı, içsel gelişimin doğal bir gereği olarak biliriz. Böyle bir kimse çevresini olumsuz yönde etkilemeyeceği ve bu tutumuyla çevresindekilere (özellikle de çocuklara) güzel bir emsal oluşturacağı gibi, çevrenin korunmasına ve geliştirilmesine yönelik bireysel katkısını ve katılımını da sergilemekten geri kalamayacaktır.
Çevre Konusunda İşbirliği ve Dayanışma:
ULUSAL ÇEVRE ANDI’nın son cümlesinde anlamını bulan “işbirliği ve dayanışma anlayışı” (daha doğrusu “işbirliği ve dayanışma bilinci”) kendiliğinden ve doğal olarak, hatta uygar insan olmanın gereği olarak erdemli bireyin belirgin niteliğidir. Kendini bilen uygar insan, “kişi, kişinin gelişim aracıdır” gerçeğinden hareketle, çevresindeki bireylerle bağlantılı, hatta onlara muhtaç olduğunu bilir ve bu bilincini kendisine yüklediği sorumlulukla yaşar. İşte bu sorumluluğun gereği, başka bireylerle işbirliği ve dayanışmadır.
Kendini bilen uygar insanın söz konusu işbirliği ve dayanışma anlayışı sadece çevresindeki hemcinsleriyle sınırlı kalmaz. Çünkü insanın doğal çevresinde, kendi hemcinslerinden başka canlılarda vardır. Bizler tüm bu canlılarla birlikte; toprak, su kaynakları ve atmosferden oluşan doğal bir ortamda bulunuyoruz. İşte söz konusu “işbirliği ve dayanışma anlayışı” çevrenin bu alanlarını da (ya da doğanın bu olmazsa olmaz birimlerini de ) kapsar. Çünkü her bir canlı, çevre dediğimiz bu doğal ortamın doğal bir üyesidir. İnsan bu ortamın en zeki varlığı olduğuna göre (ayrıca onun bir de “eşref-i mahlukat” gibi bir sıfatı bulunduğuna göre) bu konuda en duyarlı titizlik insandan beklenir.
Ama insan (daha doğrusu insan olmaya çalışan beşer) yukarıda belirttiğimiz erdemleri kazanmadıysa, çevresine karşı bu sorumluluğu yerine getiremez. Kutsal metinlerde “eşref-i mahlukat” olarak tanımlansa bile, içinde bulunduğu bencillik ve nefsaniyet, onu bu sıfata layık hareketlerde bulunmasını engeller; doğaya karşı vazifesini yapamadığı gibi, zaman zaman doğaya karşı suç işlemekten de kendini alamaz.
O halde çevreye yönelik işbirliği ve dayanışma anlayışının geliştirilmesi; yine, bireyin içsel gelişimi yönünde biraz yol almış olmasına, bencilliklerinden çıkarcılıklarından kurtulmasına ve en az kendini sevdiği kadar, içinde bulunduğu çevrenin öteki üyelerini de sevmesine bağlıdır. Bundan dolayı çevre eğitiminde başarılı olmak, kişinin “iç çevresi”nin (iç zemininin) tanınmasında ve iç zeminin temizliğinde başarılı olmaya bağlıdır. Önce kendi iç zeminlerimizi temizleyelim, sonra başkalarının kendi iç zeminlerini temizlemelerine yardımcı olalım; sonuç, bu iç temizliği (astral / mantal temizlik) çevreye yansıması olacaktır.
Şimdiki ve Gelecek Kuşakların Temiz ve Sağlıklı Çevrede
Yaşama Hakkına Sahip Olduğu Gerçeğinden Hareketle…
Erdemli ve uygar insan, kendinden önce (ya da en az kendisi kadar) başkalarını düşünen insandır. Ayrıca, şimdiki ve gelecek kuşakların en az bizler kadar (çevreyi kirleten şimdiki bizler kadar) temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına sahiptirler.
Sadece çevre konusunda değil, her konuda en az kendisi kadar başkalarını düşünmek, onlara hak tanımak, hatta öncelik tanımak erdemli bilge insanın (Kur’an ifadesiyle, Takva ehli Müslüman’ın) niteliklerinden biridir. Gerçek anlamda erdemli ve uygar insan kendisi için istemediğini başkası için istemez. Hele bu “başkaları” şimdiki bizlerin çocuklarından oluşacak “geleceğin toplumu” ise, bu konuda çok daha titiz olmanın zorunluluğu, sanki onurlu ve sorumlu insanlara özgü bir borç olarak bizim omuzlarımıza binmektedir.
Sadece şimdiki bizlerin değil, gelecek kuşakların sağlığına ve mutluluğuna da yönelik böyle bir sorumluluğun bireylerde oluşumu, ruhsal gelişimle yakından ilgili bir olgudur. Çünkü ruhsal gelişimden nasibi alamamış; nefsin karanlık çukurlarında çırpınan bencil kimselerden, kendinden başkalarını düşünmesi beklenemez. Nefsini eğitmemiş (astral ve mantal temizliğini yapamamış) bencil birey, içsel gelişimi çocukluk aşamasında kalmış bir zavallıdır; bu zavallı çevresinde bulduğu gelişim olanaklarını sömürürcesine kullanır, kendi aç gözlü nefsini tatmine yönelik uygulamalarla sadece tüketmekle kalmaz, onu / onları kendinden sonrakilerin kullanamayacağı hale getirir bırakır. Gezegenin ve beşeriyetin bugünkü perişan manzarası işte bu zihniyetin eseridir.
Adap, edep özürlü bu zihniyetin temsilcilerinin oylarıyla iktidara gelen yöneticiler mensubu bulundukları dini de saltanat aracı yaparak uyguladıkları basiretsiz ve adaletsiz yönetimler sadece manevi ve insani değerleri değil çevreyi de yozlaştırırlar. Bir örnek verelim: Söz konusu yönetimin elinde bulunan teknoloji atmosfere her yıl 6,5 milyar tonu fosil yakıtlardan, 1,5 milyar tonu da yeşil alanların tahribinden (orman talanından) kaynaklanmak üzere toplamda yaklaşık 8 milyar ton CO2 yüklüyor. Bu toplamın yarısından biraz azı gezegeni ısıtmak üzere atmosfere kalıyor. (KÜRESEL AFETLER, Yaşar N. Öztürk – Baskı 2, Sayfa:152)
Küresel tarım uzmanı olarak çalışan C. Dean FREUNDENBERGER, bundan onbin yıl öncesine göre, birkaç yüzyıldan beri suistimal (kötüye kullanma, talan) sonucu ekili alanların yüzde ellisinin kaybolduğunu, 2000’li yıllarda ise 7 Milyar insana karşılık mevcut arazinin yüzde ellisinin daha kaybolarak toplam yeryüzü alanının ancak yüzde dördünün ekili olarak kalacağı ileri sürülmektedir. Tüm canlılar için yaşamsal önem arz eden atmosferik oksijen bu çölleşen alanlarda artık üretilemeyecektir. (ÇEVRE ve DİN, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları 2/165-188). İçsel gelişimlerden nasibini alamamış, nefsini eğitememiş kendini bilmez beşeri yönetimlerin eseri doğal olarak bu olmaktadır. Bu zavallıların içsel kirlilikleri çevre kirliliği ve doğal dengelerin bozulması şeklinde dışa yansımıştır.
Oysaki nefsini eğitmiş, büyük ölçüde bencilliklerini gidermiş erdemli insan önce çevresinde bulduğu gelişim olanakları için şükreder, kendi ihtiyacından fazlasını başkalarına dağıtır ve elinde kalanları ruhsal gelişim için araç olarak kullanır, onlarla özdeşleşmez, biriktiriciliğe gitmez. Erdemli insan, çevresindeki tüm olanakların ruhsal gelişim için birer araç ( ama usulüne göre kullanılıp, başkalarının da kullanımına bırakılacak birer araç) olarak görür ve bu basiretli görüşün gereği olarak, onlardan yararlanır ve temiz bir şekilde (hatta bulunduğundan belki de daha temiz ve gelişmiş bir şekilde) başkalarına bırakır. Yine erdemli insan bilir ki, belli bir çevrede doğmuş olan ruh varlığının bir görevi de, bulunduğu çevreyi her bakımdan ihya etmektir. Erdemli insanlardan bunun tersi beklenemez, hele çevreyi ve çevredeki gelişim olanaklarımız olan çevrenin elemanlarını tahrip etmek, doğal dengelerin bozulmasına neden olmak asla… Yerkürede küresel ısınma geri döndürülemez bir noktaya geldiğinde (BM bünyesindeki Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin 2001 yılı raporu), sera gazlarının %60’lık bir kısmının fosil yakıt kullanımıyla oranlarının tahribinden kaynaklanan CO2’den oluştuğu artık kesin olarak bilindiğine göre, demek ki dünya beşerinin ve onun yöneticilerinin, en azından bu konuda erdemlilikte / uygarlıkla ilgisi yoktur. Bugünkü genel görünüm (hemen hemen her alandaki yozlaşma) söz konusu kendini bilmez erdemsiz zihniyetin arzularının perişan manzarasıdır.
Görülüyor ki, “…şimdiki ve gelecek kuşakların temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına sahip olmalarının …” gereğinin yapılması, büyük ölçüde bireylerin bazı erdemleri geliştirmiş olmalarına (bu cümleden olmak üzere büyük ölçüde bencillikten kurtulmalarına) bağlıdır ki bu erdemler de kişinin kendini tanıma cehti içinde önce nefsini eğitmesiyle, yani önce kendi iç çevresini tamizlemesiyle, onu yeniden tanzim etmesiyle olasıdır. Çünkü bugün dış çevremizde gördüğümüz kirlilik ve karmaşıklık / kargaşa; bireyin iç çevresinin (iç zemininin) kirliliğinin ( ve içsel dengesizliğinin) dışa yansımasından başka bir şey değildir. O halde, ULUSAL ÇEVRE ANDI’nın ilk cümlesinde andını bulan “gerekliliğin” gerçekleştirilmesi, bireyin kendi iç zemininin (mantalitesinin) iyileştirilmesinden geçmektedir ki, “çevre eğitimi”nin esasını da bu oluşturur sanıyoruz.
Savaş ve Terör, İki Çevre Suçu:
ULUSAL ÇEVRE ANDI’nda ve daha birçok benzer belgede anlamını bulan “işbirliği ve dayanışma anlayışı”nı geliştirebilmiş, böyle bir bilince sahip bulunmayan kimseler; çevrelerinde sadece kirlenmeye, tahribata ve orman talanına neden olmakla kalmazlar, zaman zaman içinde bulundukları çevreyi savaş alanına da dönüştürürler. Savaş ve terör gibi beşeriyetin yüz karası olan olgulara neden olarak çevrelerini daha çok tahrip ederler. Bu nedenle savaş ve terör birer çevre suçudur. (3) Kendini bilmeyen dar şuurlu beşerin ve onun basiretsiz yönetimlerin; hem hemcinslerine, hem de çevrenin öteki elemanlarına (hayvanlar, bitkiler, su, toprak ve atmosfer) karşı işlenen bir suçtur savaş ve terör. Sadece kendi halkına değil dünya toplumunu da uyduruk bahanelerle/ yalanlarla kandırarak başka bir ülkenin topraklarını işgal eden bir yönetim savaş suçlusudur. Böyle saldırgan bir ülkenin gelişmişliği de sahte bir gelişmişliktir. Çünkü “ruhsuz teknoloji” gelişimin işareti değildir.
Savaş ve terör, ULUSAL ÇEVRE ANDI’nda anlamını bulan “işbirliği ve dayanışma anlayışı”ndan yoksun anlayışsız kimselerin ve yönetimlerin eseridir. Bu anlayıştan yoksun birey; kendini bilmez, dar şuurlu ve her an suç işlemeye yatkın bir bencildir. O halde, birer çevre suçu olduğunu yukarıda belirttiğimiz savaş ve teröre neden olan böyle kimseler / yöneticiler söz konusu niteliklerinin gereği olarak bu suçu sadece işlemekle kalmıyor; hem çevreyi, hem de kendilerini berbat ediyorlar (negatif karmik yük ile daha da ağırlaşıyor).
Savaş ve terör çeşitli dış etmenlerle durdurulabilir, hatta bir süre (karşılıklı çıkarlara bağlı olarak) engellenebilir. Ama bu çevre suçlarına neden olan beşer eğitilmedikçe, savaş ve terör her zaman patlak vermeye hazırdır. Burada kişinin kültürel durumu ve mesleki eğitiminden çok; onu içsel eğitimini (nefsaniyetin / bencilliğinin giderilmesini) kastediyoruz ki bu “Kendini Tanımak / Bilmek” ana başlığı altında tüm inisiyatik öğretilerde (kutsal metinlerde de dinsel olarak) anlamını bulan “gerçek eğitim”dir. O halde okullarda çocuğun egosunun eğitilmesine (bencilliğin giderilmesine) yönelik bir eğitim yapılmıyorsa, onlara “gerçek eğitim” verilmiyor, sadece öğretim yapılıyor demektir. Yani kendini bilmeyen meslek sahibi benciller yetiştirmiş oluyoruz.
Beşeri, beşeri zaaflardan kurtarıp, insanlaştıran insani erdemler ancak bu anlamda “gerçek eğitim”le kazanılır. Bu eğitim almış olan insanların çevresi de hiçbir zaman kirlenmez, tahrip olmaz. Çevrenin kirlenmesi bir yana, böyle “gerçek bir eğitimden geçmiş” bir insanın iç temizliği doğal olarak ve kaçınılmaz bir şekilde çevresine yansıyacaktır. Böyle insanlardan oluşan çevrede kirlilikten söz etmek kadar anlamsız ve yersiz bir laf düşünülemez. Bu insanlar kendilerine savaş açılmadıkça (saldırılmadıkça) karşılık vermezler. Bu karşılıkta sadece (Kurtuluş Savaşında olduğu gibi) kendini / vatanını savunma savaşıdır. (Kur’an Bakara 190 ve devamı ayetler).
Cennet nitelikli böyle temiz bir çevreye ve temiz insanlara yeryüzü, herhalde, Yeni İnsanlık Dönemi’nde ev sahipliği yapacak…
-----------------
(1) KÜRESEL AFETLER, Yaşar N. Öztürk – Yeni Boyut Yayınları
(2) 05 Haziran 1994 günü zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından, Dünya Çevre Günü dolayısıyla imzalanan belge. ULUSAL ÇEVRE ANDI metni internet ortamında bulunabileceği gibi, ÇEVRE ve İNSAN DERGİSİ’nin 1994 Eylül sayısında da (sayfa 15) görülebilir.
(3) Orta Asya ve Balkan Cumhuriyetleri Çevre Bakanları Konferansına katılan ülkeler, “Terör ve Savaş bir çevre suçudur.” Şeklinde görüş birliğine vardırlar. ÇEVRE ve İNSAN DERGİSİ Eylül’ 94
Sade ve Güçlü Bilgi
Sade ve Güçlü Bilgi
DERLEYEN: Selman GERÇEKSEVER
Varlık, alanlar içinde kendi alanıyla birlikte bulunur. Birey, içine enkarne olduğu enerjetik alanda, bir yaşam boyu mevcudiyetini sürdürürken, planına karşı vazifesini yerine getirme cehti içinde gelişimini de sürdürür. Söz konusu enerjetik alanın oturduğu zeminde bu varlıksal işlevlerini yerine getirebilmesi, alanının belli bir titreşim düzeyinde bulunmasına bağlıdır. Alanın dejenerasyonu, ya da titreşimsel niteliklerini yitirmesi, varlığın işlevini yerine getirmede aksaklıklara / yetersizliklere ve performans düşüklüklerine neden olur.
Bireyin alanının dejenere olması, içinde bulunduğu alanın gelişim olanaklarını görmesini ve onlardan yararlanmasını da engeller. İçinde bulunduğu alanın gelişim olanaklarının bilgisine sahip olamayan varlık, sadece oradaki maddesel etkilere (ve iğva edici cazibeye) daha çok meyyal duruma gelmekle kalmaz, kendisini idrake götüren cehit gücünü de yitirebilir. Dahası, farkındalığının idrak ile açılımını gerçekleştiremez. Farkındalığın idrak ile açılımından kasıt, şuur yayılımıdır; yani, birey (geçici olan) şuur açılımını (kalıcı bir) şuur yayılımına dönüştüremez. Bunlara bağlı olarak, enkarnasyondaşlarıyla alansal biraradalığının avantajlarından yararlanamaz. Tüm bunlardan dolayı, alanımızın dejenere olmaması konusunda titizlenmek her bakımdan yararlıdır.
Söz konusu “alansal dejenerasyon” u önleyici önlemlerden biri “BİLGİ İLE TEMAS”tır. Kuşkusuz, birey bilgi ile temasını ne kadar sürekli kılarsa, bilgi içinde sirkülasyonun sağlanması olasılığını o kadar artırmış ve idrake götüren cehtini de sürekli kılma şansını yakalamış olur. Bu gidiş, farkındalığın idrak ile açılımını da beraberinde getirecektir. Böyle bir gidişle realiteler içinde yükseldikçe, “SADE VE GÜÇLÜ BİLGİ” ile karşılaşma liyakatini de elde etme şansını yakalayabiliriz. Bu şekilde birey, genel anlamda bilgiyi kendiliğinden talep etmiş demektir.
Bilgi enerjisi bilgiyi talep eden varlığa, varlık bilgiyi idrak edene kadar yaklaşımını sürdürür. Yukarıda betimlemeye çalıştığımız tutum ve titizlik içinde bulunan varlık, bir bakıma idrake götüren cehit içinde bulunduğundan dolayı da, alanının dejenerasyonunu en azından koruyor durumda bulunmuş olur. Böyle bir titzlik içinde birey “ne kadar çok bilgi ile temas” ederse; yüzeysel bilgilerden, “ağır” bilgilere geçişini de o derece kolaylaştırmış olur. Böyle bir kimse için bilginin kaynağı değil, taşıdığı tesiri önemlidir. Esasen bu tutum içinde bulunan birey böyle bir (bunu fark edebilecek bir) fehim ve feraset de geliştirmiştir.
Burada şunu da belirtmekte yarar vardır ki, her hangi bir vesileyle temas edilen bilginin çokluğu değildir bireye bu güzel nitelikleri ve avantajları kazandıran. Burada daha da önemli olan (bilginin çokluğundan, hatta kaynağından da önemli olan), bilginin taşıdığı tesir ve onun birey tarafından hazmedilmesidir, bilgi ile titreşimsel birlikteliğin sürdürülmesi, bilgi içinde sirkülasyonun sağlanması, kendinden geçmişlik niteliklerinin kazanılması cehti içerisinde bireyin, kendi nefsinin hegemonyasından kurtulmasıdır. Birey, ancak o zaman sade ve güçlü bilgiye olan liyatini sadece artırmakla kalmaz, onu içsel gelişim yönünde değerlendirme performansınını da doğal olarak sergiler.
5 Nisan 2012 Perşembe
UYARILARA YÜZ ÇEVİRMİŞİLİĞİN TOPLUMSAL GÖRÜNÜMÜ
UYARILARA YÜZ ÇEVİRMİŞİLİĞİN
TOPLUMSAL GÖRÜNÜMÜ
Derleyen: Selman GERÇEKSEVER
(Mart 2012)
Giriş:
Beşeri varlıklar olarak toplu halde yaşamak durumunda olduğumuz için ve toplum hâlinde yaşamanın gereği olarak, bazı kurallara uymak zorundayız. Bu zorunluluk sâdece toplumsal refahın değil, bireysel refahın ve huzurun da gereğidir. Bu kurallar, bizler için bir bakıma üzerimize alınmamız gereken uyarılardır. Uyarı ve anımsatma nitelikli bu kurallar; çarşıda, pazarda, okulda, iş yerinde ve ailede, yani bireylerin daha yoğun olarak bulunduğu ortamlarda daha da önemlidir. Çünkü bunlara uymak sâdece iyi insan, iyi vatandaş olmanın gereği değil, aynı zamanda egomuzu kontrol altına almışlığımızın da işaretidir. Ayrıca, toplumsal kurallara uymak, en az kendimiz kadar başkalarını da düşünüyor olmanın, dolayısıyla anlayışlı ve uyumlu olmanın gereğidir. Eğitimden nasibini almamış yani ihmal edilmiş ve başıboş bırakılmış bir ego için başkalarını düşünmek oldukça zordur. Çünkü egoist(nefsanî) birey anlayışsız, aymaz ve uyumsuzdur. Onun için egonun başıboşluğu özgürlüktür. Böyle; eğitim, terbiye ve görgü özürlü bir egoist için uyarılmış olduğu şeyden yüz çevirmek kurnazlık, akıllılık ve özgürlüktür. Bu tutumuyla onun başına gelmedik kalmaz ama egosunun kabalığından dolayı yine de bildiğini okur. Çünkü o, kendini ne kadar özgür sanırsa sansın, âdap-edep nedir bilmeyen egosunun güdümü ve zulmü altındadır.
On ikinci yılına girdiğimiz 21. Y. Y.’ın beşeriyetinin, genel görünümünün bu olduğunu üzülerek görüyoruz. İnsanlaşma yolunda işimizi kolaylaştıracak yardımlara ve uyarılara yüz çevirmenin kaçınılmaz sonucu olan bu genel görünüm, geçmişteki egoistçe arzularımızın(seçme özgürlüğümüzü nefsanî çıkarlar yönünde kullanışımızın) içler acısı manzarasıdır. Bu yazımızın akışı içinde bu genel manzaranın irdelenmesini ve bu manzaranın yapımcısı olan ve henüz besbelli ki insanlaşamamış bulunan beşerin durumunu(anlayışsızlığını/aymazlığını ve bunların nedenlerini) inceleyerek yapmaya çalışacağız.
---ooo0ooo---
Ters Tatbikat Düşkünlüğümüz:
Anlayışsızlık ve aymazlıktan kaynaklanan beşeri kusurlarımız, beşeriyet tarihi kadar eski. Yani, binlerce yıllık bir devre bitti bitecek, beşeriyet olarak bizler hâla bu kadîm kusurlardan kurtulup insanlaşmaya çalışıyoruz. Teknolojimiz bir yandan genlere, öbür yandan gezegenlere kadar uzanmış, uzayda istasyon kurmuşuz, Hubble Teleskopumuz ile yüzlerce ışık yılı uzaklıkları görüyoruz ama bir türlü, hiç değilse şu devrenin insanı olabilmiş değiliz. Dış uzayı keşfettik keşfedebileceğimiz kadar ama iç uzayda kayda değer bir ilerleme yapamadık genel görünüm olarak. Demek ki teknolojik ilerleme, uygarlaşmak/insanlaşmak olmuyor. Günümüzde ileri teknolojiye sâhip olanların ve büyük sermaye sahiplerinin, aynı zamanda çevresel, küresel, ekonomik; dolayısıyla toplumsal sorunların ve huzursuzlukların nedeni(müsebbibi) olduğunu biliyoruz. Oysaki biz dünya beşeriyeti kadîm zamanlardan beri(tüm devre boyunca), başta kutsal kelam olmak üzere, türlü şekillerde uyarıldık ama uyarıldığımız şeylerden sürekli olarak değilse bile; önce yüz çevirmek, yani hayrımıza olanın önce tersini yapmak(ters tatbikat…) ilk beşeri tavrımız oldu.
Bu ters tatbikatın doğru olmadığını idrak edip, uyarı ve erdirici öğüde yönelmek çok zamanımızı aldı. Bu arada yüz kızartıcı, bizi insanlığımızdan utandırıcı çok kusur işledik. İşin doğrusunun ve en akıllıca tutumun, erdemler yönündeki uyarı ve öğütlere göre yaşamak olduğunu anlayanlar, değişip/dönüşüp insanlaşma yolunda beşeriyetin uluları olarak öne geçtiler ve bu konudaki beceriksizlere öğretmenlik bile yaptılar olanca deneyim birikimleriyle(peygamberler, veliler, büyük inisiyeler vb.). Bu durum böylece sürüyor, ama genel manzaraya baktığımızda; değişip/dönüşüp insanlaşanların sayısının çok az olduğunu görüyoruz ve dünya beşeriyeti hâla söz konusu âdap ve edep özürlü bu “beceriksizler” in elinde ve etkisi altında. Bunlar hâla uyarılmış oldukları şeyden yüz çevirmiş olmanın bedelini ödeme ve beşeriyetin başının belası, insanlığın yüzkarası olma rolünü oynuyorlar.
On iki yıl önce geride bıraktığımız 20. Y.Y.’ın yetiştirdiği ünlü ilahiyatçı filozoflarından Muhammed İKBAL, günümüz sözde modern insanı hakkında şunları yazmıştı(RECONSTRUCTION,177 + 178) “Modern insan düşünce alanında kendi kendiyle, politik yaşamda ise başkalarıyla didişme ve boğuşma hâlindedir. Ne ortaçağ mistisizminin teknikleri, ne milliyetçilik, ne de ateist sosyalizm acılar içinde kıvranmakta olan beşeriyetin dertlerine deva olabilir…” Günümüz dünya insanının(beşer) denemediği teknik ve ideoloji hemen hemen kalmamıştır. Denediği bu tekniklere, kurumlara ve ideolojilere kendini bilmeksizin yaklaştığı için, hiçbiriyle iç huzuruna kavuşamamış, o huzuru da hâla arar durumdadır. Bunun yanı sıra, bunlarla(dünyasal/maddesel olanaklarla) özdeşleşip koşullandığı için, o kendisini özgür sanıp bir şey sansa da, aslında egosunun ve söz konusu maddesel olanakların kölesi durumundadır.
Oysaki bunun böyle olmadığı uyarısı, kadîm zamanlardan beri yapıla gelmişti. Her şey gibi bu maddesel olanaklar da sâdece birer içsel gelişim aracından başka bir şey değildir. Dünyasal ve toplumsal koşullandırmaların etkisi altında tüketim araçları hâline getirilen toplumlar, maddeci ekonomiye malzeme yapılmış durumdadır. Günümüz kendinden habersiz beşerini, maddesel değerlere ve beşeri toplumsal koşullandırmalara tamamen teslim olma tehlikesinin tehdit ettiğini görüyoruz. Bu hâliyle, zaten “uyurgezer bir makine” (Gurdjiieff) olan beşer, daha da derin uykuya sokularak, büyük çıkar çevreleri tarafından sürüleştirmeye çalışılıyor. Çünkü sürüleştirerek yönetmek daha kolaydır. Oysaki yüzyıllar öncesinden, Kutsal Kelam ile uyarılmıştık.(Bakara 104)
Modern Kabîle Yaşamı :
Günümüz beşeri toplumunun(tamamı değilse bile) büyük bir kesiminin durumu; kabile üyesinin kabilenin örf ve an’anelerine kendiliğinden, sanki otomatmış gibi uymasına, kabilenin âdet ve geleneklerini mutlak surette uyulması gereken değişmez doğa yasaları gibi kabul etmesine benzemiyor mu? Günümüz sözde modern bireyi, çoğunluğa bağlı bir robot durumuna gelme yolundadır. Vahşi emperyalizmin güdümündeki reklam ve moda sektörüyle yapılmakta olan bu değil midir? İşlevleri ve tepkileri, çoğunluk tarafından; daha doğrusu topluma egemen kendini bilmez politikacılar, reklam ve propaganda psikologları ve yaygın basın tarafından güdülmektedir(1). İç âlemi giderek fakirleşmekte(aslından, özünden, asıl kendisinden giderek uzaklaşmakta) ve düşünce kabiliyeti giderek dumura uğramakta olan bugünün kendini bilmez beşer tipi gittikçe basitleşiyor.
Oysaki insan yeryüzüne ALLAH’ın halifesi/vekili olarak gönderilmiş, öteki varlıkların tümü, bu vekâlet görevini yerine getirebilmesi için insanın emrine verilmiştir. Kur’an, dünya insanı beşeri evrendeki yüce yerini bilmeye ve bu mertebeye lâyık bir yaşam sürmeye, yani insanlaşmaya dâvet etmiştir; dâvet etmekle de kalmayıp, bu liyakatin nasıl kazanılacağının yollarını da söylemiş, bunun uygulamalarını da peygamberler ile göstermiştir. Bu nedenle insan(şimdiki hâlimizle beşer) vasıta varlık değil, doğrudan doğruya gâyedir. O halde devlet, hükümet, politika, ekonomi esas alınarak bireye değil, birey esas alınarak bunlara gidilmeliydi. Çünkü özü itibariyle Yaratıcı Kudret’e bağlı olan insan; devletin de, toplumun da esasıdır. Önemli olan insandır ve yaratılış olarak, her şey insan içindir; insan, eşya için değil…
İnsan, fıtratındaki bu potansiyel gücüne ve yüceliğine rağmen, dünya beşeri olarak(enkarnasyonu nedeniyle) dar şuurluluğundan ve bu dar şuurluluktan kurtulma cehtini de sergileyememiş olmaktan dolayı, uyarılara rağmen anlayışsızlığını ve aymazlığını sürdüre gelmiştir. Çevremizde olmakta olan şeyleri(olayları, bilgileri, uyarıları, hatta tehlikeleri) kavrayabilmek, onlardan içsel gelişim ve insanlaşma yönünde dersler çıkarabilmek, (Kur’an ifadesiyle) “akletmeye”, “akıl işletmeye” bağlıdır. Ancak bunda başarılı olabilmek, zihinsel bir sükûnet ile içsel dengeye bağlıdır. Oysaki kendini bilmez anlayışsız ve aymaz birey; zihinsel sükûnetten yoksun ve içsel dengesizlikten dolayı huzursuz haldedir. Günümüz sözde modern dünyasında, stres ve stresten kaynaklanan rahatsızlıklar en üst düzeydedir.
Aklın işletilmesi(yani “işlevsel akla sahip olmak”) konusunda Kur’an’da çok uyarı olduğunu biliyoruz(2). Herkesin değişik realitelerde(genel anlamda, değişik/farklı anlayış düzeylerinde) olduğunu ve bunun çok doğal olduğunu da biliyoruz. Ama makbul tutum, bir üst anlayış düzeyine yükselme cehti içinde bulunmaktır. Bu cehit sergilenmeden, aynı anlayış düzeyinde ısrar etmek, durmak demektir. Tekâmül yolculuğunda durmak ise; gerilemek ve vebal altına girmek demektir. Bu vebal de, şiddeti giderek artan telâfi sınavlarını beraberinde getirir. Günümüz dünya beşeriyeti de işte bu anlamda geçmişteki anlayışsızlıklarının/aymazlıklarının sıkıntılı sonuçlarıyla yüz yüze olarak bir “devre sonu teşevvüşü” yaşıyor.
Birey, rahatlığı ve rehaveti (zihinsel, bedensel konforu) bırakıp, içinde bulunduğu eski realitesinden kolay kolay çıkmak istemez. Esasen, hiç kimse, mensubu olduğu realitede(bir bakıma, bir üstüne göre “anlayışsızlık düzeyinde”) pişmedikçe, bir üst realiteye yükselme itilimi içine giremez. Doğal olarak her realite mensubu kendi realitesi gereği olan anlayışının kapsamı ile sınırlı idrak düzeyinin aydınlattığı bilgileri savunur. Birey, realitesinde pişmesi için, sahip olduğu bilgilerin yetersizliğini anlayıncaya kadar onların savunuculuğunu ve bu savunmanın gereği olan her türlü sapmışlığı, inançsızlığı ve hatta zalimliği sergileyecektir. Ancak, durum böyle olmasına karşın, yapabildiği kadar da olsa aklını işleterek ve bir üst realiteden gelen uyarı ve öğütleri de önemseyerek kendi içsel gelişimini hızlandırabilir.
Bireyin sahte benliklerinin eğitilmişliği ya da başıboşluğu da realitesiyle bağlantılıdır. Sahte benlikler de kendi doğrularını ve anlayışlarını(daha doğrusu) “anlayışsızlıklarını” savunurlar. Birey için içsel gelişi yolunda en büyük talihsizliklerden biri, sahte benliklerinin başıboşluğudur. Çünkü içsel gelişim(egonun eğitilip edeplendirilmesi, alışkanlıkların ve duyguların kontrol altında tutulması, kendini bilme yönünde maksatlı ıstırap, idraklenme cehti vb. gibi insanlaşma) yönündeki uygulama ve etkinlikler sahte benliklerin işine gelmez. Sahte benliklerin kulakları bu yöndeki uyarılara tıkalı, gözleri de kördür. Kur’an’da bu durum, “gözleri, kulakları mühürlü, kalpleri hastalıklı” olarak ifade edilmiştir(Maide 23, Rum 59, En’am 104, A’raf 179, Casiye 23, Bakara 183, 184). Bu durum bir bakıma(Kur’an ifadesiyle Bakara 135, 136, 137) “ALLAH’tan yüz çevirmişlik” tir. Çünkü ALLAH’a giden yol, içten O’na doğrudur. Bu yolda, içte bir tıkanma varsa, bu Yukarı’dan(bireyin asıl kendinden) “kopukluğunun” ifadesidir. Bu kopukluk(dolayısıyla “uyarılara” aymazlık) içinde birey; maddenin cazibesine, şeytanın(nefsinin) iğvasına ve beşeri koşullandırmalara açık ekrandır. Bu durumda olan “sapmışların”(Kamer 47, Nahl 115, Bakara 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 99, 257, Haşr 19, Dühan 29, Nisa 27, 116, Saff 5, Maide 6, İbrahim 30, Ahkaf 32) asıl kendilerine ve dolayısıyla ALLAH’a olan inançsızlıkları ile resul ve nebilere saygısızlıkları ve hatta zulümleri son derece doğaldır. İnsani değerler(erdemler) ve insanlaşma yönündeki uyarılara/öğütleri kulakları tıkalı, gözleri kör olanlar bunlardır. Kendi hevâ ve heveslerinin gereği belli bir sapmışlık ve başıboşluk içinde bulunan bu anlayışsız aymazlar, kadim zamanlarda peygamberlere, velilere ve doğru yolu göstermeye çalışan insanlara en çok zulmetmiş olanlardır. Kutsal vahyin kanalı ve bir bakıma onun temsilcisi olan Peygamber’in “ALLAH’tan yüz çeviren sapmışlara”(Bakara 137) bir şey anlatması ne kadar zor ve zahmetli ise, kendini tanıma çerçevesinde yukarıda değindiğimiz sahte benliklerle baş etmeye çalışmak da o kadar zordur.
“Beyinsizlik” in Böylesi :
Kendini bilmez beşer bu zorluğu göze alacak güçte olmadığı için, sahte benliklerinin güdümünde anlayışsızlığı ve uyarılara duyarsızlığı yeğler. Ama bu duyarsızlık ve anlayışsızlık içinde her türlü kötülüğü yapmaktan, başkalarına da olumsuz/rahatsız edici anlamda sıkıntı kaynağı ve epröv aracı olmaktan geri kalmazlar. Bu “beyinsizliğin”(Kur’an ifadesidir: Bakara 142, Nisa 5, Cin 4, En’am 140, A’raf 66, 67, 155) örnekleri beşeriyetin yüzkarası olarak tarihteki yerini almıştır. Bu anlamdaki “beyinsizlik” bazı Kur’an çevirilerinde “akılsızlık”, bazılarında da “düşüncesizlik” olarak verilmiştir. Her üç halde de anlatılmak istenen aynıdır: İşlevsel akla sahip olmayan, düşünce ve gönül derinliği gösteremeyenler, fikir çilesine yabancı ve nasipsiz cahiller kastediliyor.
Bilmeden şirke bulaşanlar da bu cahiller olmaktadır. “ALLAH’a ortak koşmak” anlamına gelen “şirk”, bildiğimiz “şirket” sözcüğünün de kökünü oluşturur. Aynı kökten gelen “şerik” ise “ortak” demektir. “Şerik” sözcüğünün çoğul şekli olan “şüreka”, “ALLAH’a ortak koşulanlar” anlamında olmak üzere Kur’an’da birçok yerde ilâhi uyarıların konusu olmuştur. İlâhi Uyarılara aldırış etmeme anlayışsızlığından kaynaklanan müşriklik pek çok bid’atin de üreticisi ve dolayısıyla(indirilen din yanında bir de) “uydurulan din” in oluşumuna zemin hazırlamıştır. “Şirk gerçekten de çok büyük zulümdür!”- Lukman 13. Bu çarpıcı uyarıdan ayrı olarak Kur’an, “Şirke batık olarak ölenlerin ebediyen kurtulamayacağını” da hükme bağlamıştır(Nisa 48 +116).
Yüzyıllarca öncesinden yapılmış bu uyarılara rağmen günümüz dünyasının(beşeriyetin büyük çoğunluğunun) şirkin pençesinde olması büyük talihsizliktir. Günümüz 21. Y.Y. beşeriyeti, yukarıdan beri irdelemeye ve örneklendirmeye çalıştığımız aymazlığından ve anlayışsızlığından dolayı şirkin onlarca türüyle yara bere içinde sanki kıvranır durumdadır(3). Bizleri yüzyıllar öncesinden şirke karşı uyaran Kaynak Kur’an idi. Günümüzde sözde modern pek çok kimsenin(birer dinin mensubu olmalarına karşın) şirki ve şirkle ilgili ilâhi uyarıları tanımaz halde bulunmaları elbette ki bir talihsizliktir. Kur’an’a göre, ALLAH hiçbir kitleyi günahları ve eksiklikleri yüzünden perişan etmez; perişanlık ve hüsran sadece şirk sonucudur. Şirk’in de temelinde bu yazımızın ana teması olan “uyarılmış olduğumuz şey(ler)den yüz çevirmek” vardır. Beşeriyetin (ve özellikle de İslam dünyasının) en büyük felaketinin şirk olacağını(daha da kötüsü bu şirkin “gizli/maskeli”, sinsi bir nitelikte olacağını) Muhammed Nebi’de yüzyıllarca öncesinden içi sızlayarak haber vermişti. Ayrıca, bu durumun; ümmetinin adına “kendisini korkutan bir numaralı musibet” olduğunu da söylemiştir. Ama ne yazık ki günümüzde Müslüman kimlikli pek çok dinci, şirkin çeşitli türlerine bulaşmış durumdadır(3).
Uyarılmış Olduğumuz Şeylerden Yüz Çevirmenin Temel Görünümleri:
· Kur’an’ın bir numaralı “düşman hedef” ilan ettiği şirk belası için ünlü ilahiyatçı Prof. Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK “yedek ilahlı din” ifadesini kullanıyor ve şirkin iki belirli niteliğinin; “zulüm ve fosilperestlik” olduğunu söylüyor(Hürriyet Gazetesi- 23 Ocak 2009). Bunlardan zulüm; eşya, insan ve öteki kavramları, olması gereken en doğal yerlerinin dışına koyarak, yaşamı kaosa mahkûm etmek demektir. Bu kaosun bedeli de bugün çeşitli ıstıraplar olarak tepemizdedir. Zamanında, uyarılmış olduğumuz şeylerden yüz çevirmenin(Sebep-Sonuç Yasasına göre) doğal sonucu olan bu durumu, çarpık kader anlayışıyla ALLAH’a fatura etmek de ayrı bir talihsizlik ve basiretsizlik olarak karşımızdadır. Oysa yine Tanrısal kelamdan biliyoruz ki, “ALLAH zulm etmez, kişi kendi kendine zulmeder(4)”.
Şirke bulaşmış olmaktan kaynaklanan zalimlikleriyle Kur’an’ı dışlaya dışlaya bakar görmez hale gelen nasipsizler, aynı zamanda da nefislerin kabalığından kaynaklanan cahillik içinde iyilik yaptıklarını sanarak her türlü gizli/açık(aleni) kötülükten de geri kalmamaktadırlar. Bunlardan “tagut”(azgınlık ve zalimlik, zulme sapıp azanlar Necm 52) illetine tutulmuş olanlar da, sözde Müslüman kimlikli olmalarına rağmen, Maide 64 + 68 ve İsra 60’ın hedefi durumundadırlar ama fehim ve feraset özürlü oldukları için, bunun farkında değildirler. Uyarıldıkça azgınlıkları artan bu zalimlerden oluşan yönetimler, günümüzün en büyük imparatorlukları olan sözde gelişmiş emperyalist devletlerdir. Bunların sinsi/politik zulümlerinin vücut verdiği kötülükler, günümüzde; her türlü ayrımcılığın, soykırımın, gelir düzeylerindeki adaletsizliğin kaynağını oluşturuyor. Bu talihsizlikler, uyarılmış olduğumuz şeylerden yüz çevirmenin bedeli olan acı örnekler şeklinde tarihe geçmektedir. Gerek kadîm zamanlarda, gerekse günümüzde, yönetimi; zulüm ve soygun aracı yaparak kamu haklarını hiçe sayan politikaların, toplumları ne hale getirdiğini de biliyoruz. Onur fukarası olan bu zalim yöneticilerin sonlarının felaket olduğunu da, tarih bilimi bize göstermiştir.
Uyarılmış olduğumuz şeylerden yüz çevirmekle ortaya çıkan şirkin(“yedek ilahlı din” in, yani “uydurulmuş din”in) ikinci belirgin niteliğinin(Prof. Aşar. N. ÖZTÜRK’ün ifadesiyle) “fosilperestlik” olduğunu yukarıda söylemiştik. “Fosilperestlik”, ataları ve eski/kadîm mirası(eşya, olay, yorum, kabul ve zihniyet…) eleştiri üstü tutup ilahlaştırmak ve böylece bireylerin/toplumların “yeni” olana ve ileriye giden yolunu tıkamaktır. Tanrısal Kelam’ın yanı sıra, Muhammed Nebi’nin; pek çok hadisinde, örtülü/sinsi bir gelenekçiliğin, ümmetini felakete sürükleyeceği uyarısında bulunduğunu biliyoruz. İslam dünyası Peygamberin endişesinin yersiz olmadığını gösteren tablolarla doludur.
Kadim zamanlarda olduğu gibi, günümüzde de eskiyi tabulaştıran gelenekçi zihniyet, “rabler ya da şürekâ hegemonyası” oluşturarak, İslam’ı da dünyanın gözünde saygın bir din olmaktan çıkarmaktadır. Örfü ilahlaştırıp, onu vahyin ve aklın yerine geçiren örfperestlik mensupları; geleneği pranga gibi kullanarak beyinleri uyuşturmaktan da geri kalmamıştır. Beyinleri bu şekilde uyuşturulan(ve çoğunluğu elbette ki kendini bilmez cahillerden oluşan) bu toplumların hurafe ve gelenekçilik batağından, tarikat tuzağından kurtulmaları çok zor ya da olanaksız olmuştur.
Hurafe ve gelenekçilik(“fosilperestlik”) batağında debelenip duranlar, ilahlaştırdıkları örflerini din sanan müşriklerden başkaları değildir. Kadîm zamanların din maskeli gelenekçi zulmü, şirkin değişik görünümlerinden biri olarak şekil/kılık değiştire değiştire günümüze kadar ulaşmıştır. Geleneği kutsayarak örfü dinleştirenler, geleneksel şirkin mensubu sapmışlardan başkaları değildir. Nefislerinin iştahlarını din sanan bu sapmışlar, elbette ki uyarılmış oldukları şeylerden yüz çevirenlerdir.
Mâûn Suresi’nin Hadefindekiler… :
Son birkaç paragrafta irdelediğimiz şirk konusunda en çarpıcı ve mucizevî Tanrısal uyarıyı Kur’an’ın Maun suresi içermektedir. Kur’an şirk konusundaki uyarısını yüzyıllardan beri Mâûn suresiyle en çarpıcı şekilde beşeriyetin irfan ve idrakine ulaştırmaktadır. Ama ne yazık ki, dünya beşeri(büyük çoğunluk olarak) bu mucize uyarıdan nasibini alamamışa benzemektedir. Beşeriyet, bu yaşamsal uyarıyla gelen dersi kavrayamadığı ya da önemsemediği içindir ki, “dinsizlik” dendiğinde, sadece; inkârcılığı, ateizmi, deizmi, din düşmanlığını vb. aklına getirmekte, pusuda gizlenmiş ve en şerîr zararları “din maskesi” altında veren “dincilik dinsizliği” nin farkında bile olamamaktadır. Büyük ölçüde kendini bilmezlikten ve Kur’an’daki özgün dini anlamamış olmaktan kaynaklanan bu durum; Kutsal Kelam’la gelen sadece öğütlere değil, değişik şiddetteki uyarılara aldırış etmemenin kaçınılmaz sonucudur. Çünkü Tanrısal Kelam, sâdece öğütlerle değil, değişik şiddetteki uyarılarıyla da beşeriyeti musibetlerden sakınmaya davet etmiştir(5). Esirgemesi sınırsız(Rauf) ALLAH, aynı zamanda, gözetip koruyan(Mevla) en yüce dosttur(Veli).
Beşeriyeti insanlaşmaya(erdemlere, fazilete) yönelik uyarılara, yüz çevirmenin sonucu birey, insanlaşmanın gereği olan paylaşımı; küçük(bencilce) çıkarları için saf dışı ederek, mutluluğunu kendi elleriyle boğmuş durumda ya da boğmaktadır. “Yeryüzü sofrası” nın tüm nimetleri beşeriyetin tamamı için gönderilmiştir. ALLAH’ın yeryüzü sofrasının, birkaç açıkgöz yönetim tarafından talan ediliyor olması, açgözlülükten kaynaklanan vahşiliğin devletler düzeyindeki boyutudur. Hele bu ilkelce açgözlülüğün “demokrasi getiriyoruz” kandırmacasıyla yapılması; toplum ve politika/siyaset bilimiyle de bağdaşmayan, yönetimi zulüm ve soygun aracı yapmış politikacının tavrıdır. Bu tür sapmış zihniyetin mensuplarına Kur’an, “Halkın mallarını uydurma yollarla tıka basa yiyenler” diyor(Tevbe 34, 35). Ulusal düzeydeki bu sapmışlığı ve zulmü sergileyenlere yine Kur’an’ın ne dediğini Ma’un 4, 7’de görüyoruz: “Kamu haklarının yerin ulaşmasına engel olanlar.”(6).
Oysaki biz beşeri varlıkları bizden iyi bilen ve bizleri söz konusu insanlık ayıplarına karşı hep uyarmış olan Kur’an, bir anlamda “paylaşım ahlakının kitabı” dır ve bizlere şunu söylüyor: “Sevdiğiniz şeylerden başkalarına pay çıkarmadıkça zafer ve mutluluğa asla ulaşamazsınız.”- Ali İmran 92. Tanrısal Kelam’ın Kur’an’daki İslam’ın bu uyarısına rağmen İslam dünyası “radikal paylaşım kusurları” içindedir.
Toplumsal kurumlar bireylerden oluşur. Yukarıda dile getirilen beşeri kusur, elbette ki; vicdan kanalıyla rehberlerden gelen ve yazılı olarak da yüzyıllardan beri önümüzde duran Tanrısal Kelam’ın içerdiği uyarıları/öğütleri uygulamamakla ilgilidir. Elbette ki, bir şeyi bilip de yapmamanın sorumluluğu, dolayısıyla vebâli daha ağırdır. Birey, varlıksal açıdan seçme özgürlüğüne ve özgür iradeye sahiptir ama yapmış ve bilip de yapmamış olduğu eylemlerden sorumludur. Bireysel ve toplumsal düzeyde(ve beşeriyet kapsamında) içsel gelişim ve insanlaşma yönünde yapmamız gerekip de, belirli zamanlar içinde yapmayıp sürekli ertelediğimiz işlerin sorumlulukları ve vebâli sırtımızda birikmiş durumdadır. Esasen, yaşamın tamamı, vazifeler toplamıdır. Bu vazifelerin sahibi dünya Rabb Planı’dır ve bizler(bu devrenin beşeriyeti olarak) O’na hizmet ederek tekâmül etme durumunda olan varlıklarız. Devre başında bu devreye kaydolurken, Yukarıyla böyle bir ahitleşmemiz var. “Ahdini bozanlardan olmak” büyük vebal(7). “Ahde vefası olmayanın imanı da olmaz.”- Muhammed Nebi.
Dincilik Sahtekârlığının nedeni “tuğyan”:
Bunca Tanrısal uyarıya rağmen, uyarılmış olduğumuz şeylerden göz çevirmenin toplumsal görünümlerini izlemeyi sürdürüyoruz: Uyarılmış oldukları halde aymazlığı sürdürmenin azgınlık düzeyindeki görünümü Kur’an’da “tuğyan” olarak geçiyor. Bu sözcük Kur’an’da (türevleriyle birlikte) 40’a yakın yerde geçer. “Azgınlıkta sınır tanımayacak kadar ileri gitmek” anlamında kullanılan “tuğyan”, felaketlere neden olan doğa güçleri anlamına da gelir. Örneğin, Kur’an; Nuh tufanı sonrasında suların köpürüp azmasını “tuğyan” kökünden bir fiille ifade etmiştir(Hakka 11) ve “suların tuğyanı” ile boğulan Nuh devri zalimlerini/ azmışlarını Kur’an, “Zulme sapıp azan, yani tuğyan eden” bir kavim olarak anmaktadır(Necm 52). Bu zavallılar Nuh Peygamber aracılığıyla gelen Kutsal Kelam’ın erdirici uyarılarına aldırış etmemiş, bununla da kalmayıp, Peygambere yönelik her türlü saygısızlığı ve kabalığı sergilemişti.
Tuğyan sözcüğünde anlamını bulan aymazlığın, azgınlık/zalimlik düzeyindeki görünümünün kapsamı bununla da sınırlı olmayıp, insan haklarının her veçhesine ve bir parçası olduğumuz doğaya kadar yaygınlaşmıştır. İnsani değerler ve doğa nimetleri de tuğyanlığın hedefleridir. Unutulmasın ki, şimdi solumak zorunda olduğumuz hava kirliliğinden, buzulların erimesine, ozon tabakasının incelmesine, tüketim çılgınlığı ve israf ile oluşan atık kirliliği ile yer kürenin çöplük hâline gelmesine kadar tüm küresel afetler beşeriyeti tehdit eder düzeye gelmiş bulunan “doğa tuğyanı” dır. Doğayı bu hâle getiren de, sözle şuurlu ve modern dünya beşeriyetidir…
Uyarılmış oldukları şeylere kulak asmazlığın ilk örneklerinden biri Amerika kıtasının keşfiyle ilgilidir. Günümüz zulüm imparatorluğu ABD’nin adı geçen kıtaya ilk musallat olan ataları, o toprakları sömürmeye ve kirletme başladığında bilge Kızılderili şöyle demişti: “Beyaz adam, anası olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alınıp satılacak ve yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirası, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. İşte o gün beşer için yaşamın sonu ve varlığını sürdürebilme savaşının başlangıcı gelip çatmış olacaktır.”(8).
Görülüyor ki, sakınmamız konusunda uyarıldığımız tuğyan, dengelerin(doğada ve toplumda) yıkıcı bir felakete dönüşmek üzere bozulması halidir. Tarihteki tüm toplumlarda çöküş, bu bozulmanın sonucudur. Söz konusu bozulma ve yozlaşma fiziksel/fizyolojik olabileceği gibi, psikolojik ve ahlaksal nitelikli ve görünümlü de olabilir. Küresel felaketlerin en büyüklerinden biri olarak görünen AIDS belası, uyuşturucu bağımlılığı, dinin siyasete alet edilmesi, hukukun üstünlüğünün darbe alması ve yönetimde yolsuzluklar/usulsüzlükler ve insan hakları ihlalleri birer denge bozulması yani tuğyandır.
Ortaçağ Avrupa’sının engizisyon zihniyeti ile günümüzdeki(hem Yahudilik ve Hıristiyanlıkta, hem de İslam dünyasındaki) dincilik sahtekârlığının nedeni de tuğyandır. Yüzyıllarca, masum kimselere din adına zulm etmiş olan engizisyon zihniyetini ve günümüz dincilik tuğyanını Kur’an deşifre ettiği için, sözde Müslüman ama kalplerine iman girmemiş olanlar(yani, esasen mü’min olmayanlar) “hadis uydurarak” ve (Kur’an tefsirlerinde) “anlam kaydırarak”, “indirilen din” yerine “uydurulan bir din” oluşturmuşlardır. Kur’an mü’minleri çok iyi bilirler ki, bu sapmış tutum, bir bakıma, gerçeği ört bas etme anlamına gelen ve pek çok Tanrısal uyarının konusu olan “küfr” olmaktadır. Bilindiği gibi küfre batan birey kâfirdir, nüfus cüzdanında hangi dinden olduğu yazılı olsun ya da olmasın… Şimdi, özellikle Tanrısal uyarılara ve dikkat çekmelere karşı aymazlığımızdan ve kendini bilmezlikten kaynaklanan bu beşeri kusurumuzun sonuçlarını bireysel ve toplumsal düzeyde çeşitli yozlaşmalar olarak yaşıyor ve bunların ıstırabını çekiyoruz. Bu demektir ki, ektiklerimizi biçiyoruz ve başka türlüsü de olmazdı zaten… Bu durumda şu Kur’an ayetini anımsamamak olası mı: “ALLAH zerre kadar zulüm yapmaz. Küçücük bir iyilik olsa, onu kat kat artırır ve kendi katından da büyük ödül verir.” – Nisa 40. “ALLAH insanlara hiçbir şekilde zulmetmez ama insanlar öz benliklerine zulmediyorlar.” – Yunus 44 (9).
“Tuğyan” yani “azmak” beşeri varlığın; anlayışsızlığından ve kendi hayrına olan uyarılar konusunda bile aymazlığından kaynaklanan gerçeklerden biridir. Bunun da uyarısı yapılmış ve bu rezil edici azaba düşmemek için gerekli öğütler bizlerden esirgenmemiştir: “…beşer gerçekten azar.”- Alak 6. Tanrısal beyine, beşere yönelik bu tehlikeye dikkat çekmekle de kalmamış, “tuğyan” ın temel nedenini de göstermiştir. Bu temel neden, beşerin; kendisini hiç kimseye muhtaç olmayacak konuma gelmiş görmesidir(Alak 6’nın devamında bunu da görüyoruz). Bu demektir ki; gurur, kibir ve kendini beğenmişlik, zulme sapan, azan beşerin doğasında, kazınıp atılacak/temizlenecek bir kara leke olarak vardır. Bu temizliğin yapılmasının, kendini bilme kapsamındaki etkinliklerden olduğunu biliyoruz. Yani “tuğyanlık”; kendini bilmezlikten kaynaklanan uyurgezerliğin verdiği bir tür kaba bencilliktir. Elbette ki bu halin olumsuz yönde gelişimiyle ortaya çıkan bir zirvesi de var. Yani beşerî egonun, kendini ilahlaştırması ve kendisini her şeyin, herkesin üstünde görmesi talihsizliği. Kur’an’a göre bu doruk noktanın tipik temsilcisi ve simgesi firavun ve firavunluktur(Taha 24 + 43, Naziat 17).
Firavunluk, “tuğyan”ın zirvesi:
Firavunluk; mal, mülk, makam ve bunlardan kaynaklanan değerlere aldanarak azmanın da simgesidir. Tuğyana saparak dengeleri/adaleti bozan, kul ve kamu hakkı yiyen/çiğneyen, yoksulu/yetimi gözetip kollamayan tüm saltanatların/yönetimlerin çöküşü, bu anlamda azmak yüzünden olmuştur. Çünkü tuğyana sapmanın musallat edeceği denge bozukluğu kişiyi/yöneticiyi aldatır, kandırır ve hayale esir eder. Kişi bu duruma gelince egosunun(şeytanının) oyuncağı olur ve içine düştüğü karanlık kuyuda; karanlığı ışık, şapı şeker sanmaya başlar ve bunu savunur da… Kur’an bu kör kuyuya dikkat çekerken; gerçekleri örten ya da saptıran kâfirleri, “…Tuğyanları içinde oynayıp oyalanan gafiller” olarak tanıtıyor(Bakara 15, En’am 10, A’raf 186, Yunus 11, Müminun 75, Tur 32). Günümüz ünlü ilahiyatçılarından Prof. Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK, bu gibiler için şöyle diyor(17 Şubat 2009 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde): “Tuğyan çemberinde gaflet ziliyle oynayanlarda oluşan en öldürücü hastalık, ışığı ve güzeli getiren/gösteren uyarılardan etkilenmemeleridir.” Vurdumduymazlık ve aymazlığın, bu beşer tiplemesinin belirgin niteliği olduğunu yazımızın akışı içinde yer yer belirtmiştik. Zalimliklerinde ve aldanmalarında dibe vurana kadar kör bir gidiş içinde oldukları için, öğüt ve uyarıya karşı da kulakları kapalıdır(Maide 64, 68, İsra 60), uyarılsalar da anlamazlar(Duhan 9, Bakara 15, Bakara 6).
Fehim ve ferâset özürlü aymazların; “Tanrısal uyarılar” a kulak tıkayıp, tarihsel gerçeklere karşı olan körlüklerinin politik arenadaki görünümü de günümüzde giderek belirginleşmektedir. Bu durumda olan sözde devlet adamlarının basiretsizlikleri, ulusların başına toplumsal ve ekonomik sorunlar getirmektedir. Basiretsiz, rantçı ve dost görünümünde düşmanlar ile işbirlikçilik yapan iktidarlar; sinsice insan hakları ihlallerine ve kamu talanına göz yumabilmenin de ötesinde, bu zulme kendileri de ortak olmaktadırlar. Böyle iktidarların mensupları, firavunlaşmış sanayi cellâtlarının güdümünde vampir kapitalizmin uşakları durumundadırlar.
Demokrasinin ve cumhuriyetin nimetlerinden yararlanarak, kendileri gibi düşünmeyenleri “ötekileştirerek” düşman(hatta terörist) gibi göstererek, iktidarda kalmaya çalışan bu saltanat cambazları, sağduyulu halkı ve akıl-gönül sahibi fikir insanları ile kendileri gibi düşünmeyen aydınları susturmaya çalışmaktadırlar. Tanrısal uyarılara karşı “kulakları sağır, gözleri kör ve kalpleri hastalıklı” olan(10) bu saltanat cambazları görünüşte “Müslüman” olmalarına karşın, söz konusu icraatlarına bakıldığında, sömürü dinciliğine bulaşmış, yönetimi zulüm ve soygun aracı yapmış ucuz takva tacirleridir. Günümüzde (Batı’da ve ne yazık ki İslam dünyasında) uygulanan siyaset dinciliği, yüzyıllar öncesinden yapılmış “Tanrısal uyarılar” a karşı aymazlığın ve vurdumduymazlığın siyasal boyuttaki perişan manzarasıdır. Günümüzde modern haçlı zihniyetinin Türkiye’ye yönelik dinci siyaseti(“Ilımlı İslam” uydurmasıyla); Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşımızda yenik düşen, Kur’an’daki özgün İslam’ın düşmanları(şimdiki sözde dostlarımız) tarafından, sessiz ve derinden ama çok bilinçli ve kararlı şekilde uygulanmaktadır. Sözde dostlarımızın bu hedefi; Atatürk’ün önderliğinde gelmiş olan cumhuriyet devrimleri ve ulusal bağımsızlığımızdır. Siyaset dinciliğinin batılı baronları ile bunların yurt içindeki satılmış iş birlikçileri, “Tanrısal Uyarı”nın olanca şiddetiyle yankıladığı Mâûn Suresinin hedefi ve lanetlenmişleri durumundadırlar(11). Bunlar, maske namazı araç yaparak halkı soymaya ve kamu haklarını talan etmeye çalışan işbirlikçilerdir. Oyları ve siyasal gücü Müslümanlardan alıp, hizmeti haçlı kurmaylara veren işbirlikçiler de bunlardan başkaları değildir. Yazı akışımızın bu noktasında yüce Atatürk’ün gençliğe hitabını ister istemez anımsıyoruz:
“…Tüm bu koşullardan daha elim ve daha vahim olmak üzere,
ülkenin içinde; iktidara sahip olanlar
gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.
Hatta bu iktidar sahipleri kişisel çıkarlarını
istilacı düşmanların siyasi emelleriyle
birleştirmiş olabilirler…”
Bir yandan Kur’an, bir yandan Peygamber ve bir yandan Atatürk tarafından hep uyarıla gelmişiz ama hâla uyarı konusu olan yozlaşma içinde bulunuyoruz. Meğer biz ne kadar aymaz ve “uyarılmış olduğumuz şeyden/şeylerden yüz çevirenlerden” mişiz… Uyarılmış olduğumuz şeylere aklımız yatsa da, onların idrakine varabilmemiz için yaşam içinde “aklımızın yattığı, benimsediğimiz, yani doğru olduğunu anladığımız” şeylerin uygulamasını yapmamız gerek. Çünkü “anlamak”, “idrak etmek” olmuyor. Bir bilgi idrak edilmedikçe de “yaptırım gücü” kazanmıyor. Bu demektir ki “uyarı, dikkat çekme, öğüt” görünümünde bize gelen bilginin, yaşayarak(yaşamda uygulamasını yaparak) idrak etmedikçe, o bilgiyi kendimize mal etmiş olmuyoruz. Ne yazık ki, “doğruyu idrak etmeden önce, doğru olmayanı deneyimleme” gibi beşeri bir genel tutuma da sahibiz. Yasaklanmış olan şey ilgimizi hatta merakımızı daha çok artırır ve hatta inadına yasaklanan şeyin üzerine gider bazılarımız. Bu, çocuk tavrıdır genellikle ama gelişimi çocukluk aşamasında kalmış gençlerimiz hatta yetişkinlerimiz de yapar bunu. İnisiyatik öğretide “ters tatbikat” tır bunun adı; önce doğru olmayanı deneyimlemek hatta idrak etmek, sonra doğru olana yönelmek… Bu nedenle uyarılardan(özellikle de Tanrısal uyarılardan) ibretlik dersler çıkarıp, doğru yola girmemiz gecikir. Yan yollarda dolaştıktan sonra, üstümüz başımız yara-bere içinde doğru yola atarız kendimizi. Eninde sonunda olmakta olan ve olacak olan budur. Çünkü idraklenmemek, şuurlanmamak ve tekâmül etmemek olası değil. İyinin, güzelin, doğrunun, vicdan sesimizin ne kadar tersine gitsek, tüm “ters tatbikatlar” ın yöneticisi de olsak, eninde sonunda “Dönüşümüz O’na” değil midir!(12).
“Şahsiyetsizlik”…:
“Düşüncesiz” ve anlayışsız olan bir kimsenin “yanlış olanı”(yani, kendisinin içsel gelişimine aykırı olanı) görmesi çok zordur. Onu sürekli olarak değilse bile, her fırsatta birilerinin uyarması, dikkatini(hatta kulağını) çekmesi gerekir. Çünkü bu kimse, belli bir insani değerler ve en azından görgü kuralları çerçevesinde kalabilmesi için sık sık dürtüklenmeli ve uyarılmalıdır. Genel kitle böyle olduğu için toplumlar beşeri yasalarla belli bir dengede tutulmaya çalışılıyor; bunlar da yetmiyor, polis ve jandarmadan oluşan kolluk kuvvetlerimiz var. Gerçek anlamda “hanımefendi/beyefendi” olsaydık, bunlara gerek kalır mıydı? Birilerinin tutuklanmadığı, bir yerlerde terörist saldırısının olmadığı bir günümüz hemen hemen kalmadı. 21. Y.Y.’ın sözde çağdaş/modern ve medeni beşeriyeti… “Şahsiyetsizlik” in genel görünümü olan bu duruma düşülmemesi konusunda yapılmadık uyarı kalmadı. Sadıklar Planı terminolojisinde “şahsiyetsizlik”; Yüksek Benliğin, bedensel bende tezahür edememişliğinin görünümüdür(SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, SAYFALAR 103+104+105 – Ruh ve Madde Yayınları). Yani, kaba/çıkarcı/sömürgen nefsin güdümünde, vicdandan kopuk beden olarak yaşamak… Bu içler acısı durumun bireysel ve toplumsal düzeydeki tezahürünün örneklerini gözden geçirmeyi sürdürüyoruz:
“Şahsiyetsizlik”in Toplumsal Boyutu:
Beşeriyetin bugünkü genel görünümü, geçmişteki beşerî arzularımızın ve doymazlığımızın olmazsa olmaz sonucu ve de devre sonunun genel görünümüdür ama bu durum, ille de bu kadar içimizi acıtacak, bizleri insanlığımızdan utandıracak düzeyde olmayabilirdi. Bu demektir ki böyle bir zorunluluk, olmazsa olmazlık söz konusu değil. Başka türlü ifadesiyle, “ille de ıstırapla tekâmül edilir” diye bir kural yok. İçinde bulunduğumuz ıstıraplı, hatta utanç verici durumların da yapımcısı kendimizden başkası değil, hele ALLAH hiç değil. Kaba nefsaniyetimizden dolayı, değer yargılarının alt üst olmasıyla ortada bulunan rahatsızlık; gelecek doğuşların habercisi olduğu kadar, eşiğinde bulunduğumuz çöküşlerin de habercisidir(13).
Söz konusu “çöküş” ün ve yozlaşmanın nedeni(ünlü tarihçi Prof. TOYNBEE’nin ifadesiyle) “maddesel yaralar” değildir. Bu “maddesel yaralar” içteki(mantaldeki) yozlaşmanın dışa vuruluşudur. Ünlü tarihçi şöyle diyor: “Toplumların ölümüne yol açan yaralar, esasında maddesel yaralar değildir.” Bu demektir ki, günümüz beşeriyetinin “sömürgen/vampir bir kapitalizm” in ve yer yer dinciliğin etkisi altında inliyor olmasının temelinde(bunca teknolojisine ve maddesel refahına karşın) henüz “insanlaşamamış olduğumuz” gerçeği var. İnsanı acıların kucağına atan ve toplumları ekonomik iflasın eşiğine getirebn, kavramları ve kurumları yozlaştıran uygulamaların(politikaların/yönetimlerin) temelinde olan gizli ya da açık nefsaniyetten(Sadıklar Planı İfadesiyle “şahsiyetsizlik” ten) başkası değildir. Kişinin kişiyi horlaması, kişinin kişiye ihaneti, zenginin ve iktidar sahibinin(kısaca güçlünün) güçsüzü ve mazlumu her türlü aldatmaca ile sömürmeye ve hatta ezmeye çalışması, “içsel hamlığın ve kirliliğin” dışa vuran yüz kızartıcı görünümüdür. Söz konusu “güç ve güçlülük” içsel arınmışlığa ve “kalp temizliği” yani “gerçek güce”(ârifliğe/bilgeliğe ve erdemlere) dayanmadığı için, ilkellikten/vahşilikten başka bir şey olmamaktadır. Çünkü kaba güce dayalı tahakküm ve tasallut beşeriyetin ilkel dönemleri olan kadîm çağlarda da vardı.
Demokrasi ve Özgürlük ile Aldatma:
Günümüz sözde modern ve medeni(!?) toplumları/devletleri bu “vahşiliği ve ilkelliği” elindeki tüm teknolojik olanakları kullanarak ve sözde özgürlük ve demokrasi aldatmacalarıyla gerçekleştiriyor. Bu sapmış ve sözde medeni zihniyetin, bireyleri/toplumları aldatma araçlarından biri de ne yazık ki “Tanrısal Kelam”dır. Yani, beşeriyetin en kutsal değerleri de nefsânî ve sömürgen niyetlere araç edilmiş durumdadır. Kutsal Kelam’ın uyarılarından ve insanlaşma/uygarlaşma yönündeki dikkat çekmelerinden(rehberliğinden) yararlanıp bilgeleşmek yerine; O’nu nefsanî amaçlara âlet etmek, elbette ki günümüz toplumsal/ bireysel sıkıntı ve ıstıraplarımızın temelini oluşturmaktadır. Kur’an’daki özgün dinin yanında; hurafelere, örfçülüğe, ecdatperestliğe, bid’atlere ve bunları sürdürmek için yalana /çıkarcılığa dayalı bir “uydurulan din” ile karşı karşıyayız. Sâdece ülkemiz değil, dünyanın geneli; yalanı iyi söyleyen ve iyi kullanan kadroların pençesinden kurtulamıyor. Söz konusu kadrolar, büyük kitleleri(onların cahilliğinden, kendini bilmezliğinden ve yoksulluğundan yararlanarak) kandırmakta ve hatta kendilerini onlara “alternatifi olmayan yöneticiler” diye kabul ettirebilmektedir. Kutsal ile aldatmanın dinci kurmayları/baronları olan bu yöneticilerin yaptığı; Kur’an’daki özgün dinin bireysel ve toplumsal yaşamdan kovmak istediği tutarsızlıkları ve sapmaları yaşama sinsice sokmaktır. Bu tutarsızlıklar ve(doğru yoldan) sapmalar; ilkesizlik, cahillik, merhametsizlik, iftiracılık, düzenbazlık, açgözlülük, biriktiricilik, kabalık ve çeşitli görünümlerdeki ahlaksızlıktır. Ortaya kanıt koymaya herhalde gerek yok çünkü görsel ve yazılı medya ve de sokaklar bunların örnekleriyle dolu…
İşin garip yanı, tüm bu erdemsizliklerin özneleri(fâilleri) durumunda olan zihniyet mensupları, yapıp ettiklerinin güzel ve toplumun hayrına olduğunu iddia etmekle de kalmayıp, şirke bulanmış bu icraatlarının savunuculuğunu da yapıyorlar. Bu noktada, Kutsal Kelam’da yankılanan bir uyarıyı anımsamamak olası değil. Kadim zamanlardan beri yinelenen bu beşeri şaşkınlık, bakın Kur’an âyetine nasıl konu edilmiş: “Onlara, ‘Yeryüzünde bozgun çıkarmayın!’ dendiğinde, ‘Tam tersine, bizler barış ve esenlik getirenlerdeniz.’ demişlerdir”(Bakara 11). Bilindiği gibi, günümüz emperyalizm imparatorluğu olan ABD, Irak’ı işgal gerekçesini(kendi toplumunu ve dünyayı kandırarak) “barış ve demokrasi getirme” olarak açıklamıştı. Irak’ın bugün eskisinden daha kötü durumda olduğunu çok iyi biliyoruz. Irak’ın ABD tarafından işgalinden bugünlere değin Irak’a ne kadar demokrasi geldiği hepimizin gözleri önünde… Bu ve benzeri yönetimler kaba nefslerinin zulmü altında, şeytan tarafından kandırılmış ve şeytan amelesi durumunda icraat yapan sapmışlar olarak bizler için “ibretlik ayetleri” oluşturuyorlar. Bu gibiler için Kur’an yüzyıllar öncesinden bizleri şöyle uyarmış: “ALLAH’ı ve inanmış olanları aldatma yoluna giderler. Gerçekte ise onlar öz benliklerinden başkasını aldatmıyor. Ne var ki, bunun farkında olamıyorlar.”- (Bakara 9).
Kendinden ve insani değerlerden habersizliğin varlıksal talihsizliğinin örneklerini oluşturan bu gibiler sâdece, kendini bilmezlik anlamında cehalet(kendinden habersizlik) içinde değil, aynı zamanda da zâlimdirler(Ahzab 72). Kur’an bu gibilerden(Peygamberin ağzından) şöyle şikâyet ediyor: “… Ey Rabbim, benim toplumum, bu Kur’an’ı terk edilmiş/dışlanmış halde tuttular.”-(Furkan 30). Evet, Kutsal Kelam’la gelen gerçekler ve(bu yazımızın ana teması olan) uyarılar, geniş halk kitleleri tarafından bilinmesin diye “şeytan amelesi” nitelikli ve icraatlı yöneticiler tarafından çeşitli şekillerde örtbas edildi ve gizlendi. Bu sapmışlık, Emeviler tarafından başlatılmıştı, biliyorsunuz.
İnananları Kur’an’dan uzak tutmak için “uydurulmuş din” ile pek çok bid’at üretildi(14). Bu da yetmedi, uyduruk pek çok hadis ile toplumlar peygamber ile aldatılmaya çalışıldı. Bu zihniyetin mensubu “gerçeği örten inkârcılar”(Bakara 286) ve “şeytanın güdümüne girmiş zavallılar”(Mücadile 19, 20); yapıp ettikleri kirli işler bilinmesin ve bu şekilde toplumlar daha kolayca sürüleştirilip yönetilsin diye Kutsal Kelam’ı halklardan uzaklaştırdılar. Ama bizler bu varlıksal tehlike konusunda da aynı İlahi kaynak tarafından uyarıldık ve aldanmamamız konusunda öğütlendik. Yine de aldırış etmedik ve doğal olarak bugünkü hazin manzara(toplumsal/bireysel karmaşa, karışıklık, kaos ve her türlü huzursuzluk) ve bu aymazlığımızın sonucu: “Size gelip çatan her musibet, ellerinizin kazandığı yüzündendir…”(Şura 30). Uyarılara aldırış etmemenin bedelini ödüyoruz.
Vicdan kanalıyla gelen “Tanrısal uyarı” ya kulak tıkamak, nefsin güdümünde “beden olarak” yaşamanın(simgesel ifadesiyle de “şeytan tarafından aldatılmışlığın”) belirtisi olmaktadır. Bu aldanmışlıkta ileri gitmek, “şeytanın amelesi”(nefsin kölesi) olmakla eş anlamlıdır. Şeytanın amelesi/dostu olan müşrikler elbette ki efendilerinin yönlendirmesi altında başkalarını da kendilerine benzetmeye, bunun için de Kutsal Kelam’dan uzak tutmaya çalışacaklardır. Bu konuda Kur’an’sal uyarının şöyle yapıldığını görüyoruz: “…. Doğrusu şeytanlar, sizinle tartışmaları için, dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, kuşkusuz siz de müşriklerden olursunuz.” (En’am 121). Şeytanın bu tavrı elbette ki yadırganacak bir tavır değildir. Bu saptırıcılık onun görevidir. O da verdiği sözün, Rabb’inden aldığı vazifenin gereğini yerine getiriyor. Ama beşerin de vazifesi şeytanın/nefsinin iğvasına kanmamaktır. Onun her türlü aldatmacalarına karşı bir muhâlefet gücü geliştirmektir. Nefse karşı muhâlefet, şeytana karşı muhâlefettir. İnsanlaşıp, Rabb’e biraz daha yakınlaşmanın da yolu budur.
Şeytanları Dost Edinenler:
ALLAH bizi nefse/şeytana karşı uyarmış; O’nun bizlerle konuşma şekillerinden biri olan Kur’an, bu konuda âyet âyet uyarılarla dolu. ALLAH, şeytanın iğvasına karşı bizlere, O’nun ipine sıkıca sarılmamızı öğütlemiş ve şeytanı da lanetleyerek onun çok tehlikeli “düşman”(Bakara 168) olduğunu söylemiş. ALLAH’ın bu çağrısına karşı, O’nu bırakıp “şeytanları dost edinenler” e yönelik uyarıyı da A’raf 30’da görüyoruz: “…fakat bir takımı da sapıklığı hak etti çünkü bunlar ALLAH’ı bırakıp, şeytanları dost edinmiş ve kendilerini doğru yolda sanmışlardı.” “Şeytanın dostları” nın bir özelliği de, kendilerinin doğru yolda oldukları hezeyanı içinde olmalarıdır ki bu da katmerli bir aldanmışlık oluyor(Bu gibilerin hüsranda olduklarını da Mücadele 19’da görüyoruz.). ALLAH’ın lanetlediği “taşlanası şeytan”ın dostu ol ve hâla doğru yolda olduğunu zannet… Kendini bilmez beşere özgü bu şaşkınlık, tekamül yolunda kaybolmuşluğun belirtisi değildir de nedir!?
Böyle bir şaşkınlık ve teşevvüş içinde bulunanların sadece günümüzde değil, tarih boyunca da gerek servetle, gerekse makam/iktidar hırsıyla ve hattâ “evlat bolluğu” ile azmış ve şımarmış olduklarını görüyoruz. Böyle azgınlara Kur’an, “iblisin adamları”(Şuara 94 + 95) diyor. İblis Planı’nın tezahür uzantıları olan şeytanlar(nefislerinin güdümünde ve zulmünde olan enkarne varlıklar) elbette ki bağlı oldukları plan için mücâdele etmeyi/savaşmayı ilke edinmişlerdir. Bu gibilere Kur’an, “şeytan yolunda savaşanlar” diyor(Nisa 76). Bunun daha ezoterik ifadesi “negatif planın hizmetkârı olmak” tır. Bunlar da böyle bir sapmışlık içinde, yani negatifi deneyimleye deneyimleye pozitife ulaşma yolunu seçmiş olanlardır. Bunun “tersten tatbikat” olduğunu daha önce de belirtmiştik. Çoğunluğu bu tür varlıklardan oluşmuş bulunan dünya beşeriyetinin oluşturduğu karmaşık ve ağır enerjilerine karşı yapılacak korunma, bünyedeki ince(süptil) tesirleri diri tutmaktır. Herkes kendi durumundan ve tutumundan sorumlu olduğuna göre(Necm 38); bilip de uygulamamanın/yapmamanın sorumluluğu daha geniştir. Sâdece yapmış olduklarımızdan değil, (bilip de) yapmamış olduklarımızdan da sorumluyuz. Uyarılmış olduğumuz halde, eyleme koymaktan kendimizi alamadığımız kötülükler/kusurlar elbette ki sıkıntılı/ıstıraplı telâfiler gerektirecektir.
İblis Planı’nın(15) etkin ve işlevsel tezahür uzantıları olan şeytanların sinsice ve riyakârca uyguladıkları kandırma yöntemlerinden biri de, “kişilere yapıp ettiklerini güzel göstermek” tir(En’fal 48, Nahl 63, Hicr 39). Bu nedenle, “Nefsin ‘yapma’ dediğini yap, ‘yap’ dediğini yapma.” denmiştir. Elbette ki burada en garantili yol, aklın işlevselliğini hep etkin ve diri tutmaktır. Bazen bize, vicdan sesi gibi gelen şeyler de nefsin(içimizdeki şeytanın) fısıltıları olabilir. Bu nedenle, kalbin gösterdiği yöne, aklı kullanarak gitmek(makul vicdan) gerek. O zaman, uyarılmış olduğumuz şeylerden yüz çevirme olasılığı da azalacaktır. Çünkü mâkul vicdan uygulaması, devre sonunun beşeri toplumunun ürettiği karmaşık ve ağır enerjilerine karşı, bünyede ince(süptil) tesirleri diri tutmamızı ve bu diriliğin sürekliliğini olanaklı hale getirir. Böylece, devre sonunun şuurda uyandırıcı(kıyam) rahman ve rahim olan enerjisi iç zeminimizde kolayca mekân bulur. Bunun tasavvuftaki ifadesi “kalp temizliği” dir. Bu durumda olan insanlar; devre sonunun şuurda uyandırıcı tesirlerinin dünyada giderek köklenmesi için birer kanal durumundadırlar. Şeytanın, bu gibileri kandırmasının kolay olmadığını da yine Kur’an’dan öğreniyoruz: “ALLAH’ın samimi, seçkin kulları, bunların yaptıklarından uzaktır” – Saffat 160.
“Ne Mutlu O Yumuşak Başlı İnsanlara” :
Daha önceki paragraflarımızda da belirttiğimiz gibi, İlahi Murad’a hizmet ede ede; beşerlikten kurtulup insanlaşmak(yani genel anlamda tekâmül etmek) durumunda(hatta zorunda) olan varlıklarız. Bu demektir ki her tekâmül devresinin sonunda kazançlı çıkacak olanlar; o devrenin şuurda uyandırıcı tesirlerine uyum sağlama liyakatine ulaşmış olan insanlar olacaktır. Beşeriyete yönelik bu müjde, devre başından beri süren Tanrısal Vahy’in akışı içinde ve değişik zamanlarda şu şekilde ayet ayet verilmiştir:
· “Doğrular yeryüzüne sahip olacaktır.”- Mezmurlar 21/105.
· “Ne mutlu o yumuşak başlı insanlara ki, yeryüzünü miras olarak alacaklardır.”- İncil, Matta V, 5.
· Tanrısal Vahy’in son kısmı “Bir yol gösterici ve bir rahmet” (A’raf 23) olan Kur’an’da da; ALLAH’ın Kur’an
mü’minleriyle birlikte olduğu ve kurtuluşun da “ALLAH’ın ipi” ne sıkıca sarılmakla olası olduğu pek çok âyette geçmektedir. Dinlerin aşkın birliğine de işaret eden bu durum sanki Şura 13’te özetlenmiş gibidir: “Din olarak size; Nuh’a öğütlediğimiz, sana vahy ettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya tembih ettiğimiz bir yol açıktır. ALLAH’a karşı dinsel vazifelerinizi yerine getirin, O’nu ayrılık vesilesi yapmayın.” Tüm Tanrısal Vahy, birliğe çağrı olmasına ve ayet’in son cümlesinde de ALLAH’ı(ve O’nun kelâmını) ayrılık vesilesi yapmamamız konusundaki uyarıya karşın beşeriyet genel eğilim olarak bunun tersini yapmaktan(yani simgesel ifadesiyle “şeytana uymak” ve “şeytanın dostu” olmaktan) kendini kurtaramamıştır. Bu anlamda “şeytanın kandıramadıkları” yla yeni insanlığın kurulacağı(daha doğrusu kurulmakta olduğu) ortadadır. Bunlar, devre boyunca süren bedenli yaşamları(enkarnasyonları boyunca) ağırlıklı olarak nefislerinin iğva edici etkisinden “sakınarak”(16), yapıp ettiklerini büyük ölçüde “ALLAH rızası” na göre ayarlayabilmiş ve böylece giderek devrenin şuurda uyandırıcı tesirlerine uyum sağlayabilmiş insanlardır. Kur’an’ın % 95’inden fazlası “ALLAH’ın rızası” nı kazanmak için öğüt ve tembihlerle doludur. “Âlemler için bir öğüt” (Yusuf 104) olan Kur’anla gelen Tanrısal Kelam, dinsel ve ahlâkî bir çağrıdır. Tarihin akışı içinde her devirde o; beşeri toplumun içsel gelişim gereksinimlerine uygun düzenlemelerin yapılabilmesi için ahlâksal ilkeleri vermiştir. “Âlemlerin Rabb’inden bir indiriliş” (Hakka 43) olan Kur’an bu niteliğiyle “evrensel” dir, tüm zamanları kapsar. Günümüz sözde modern(! ?) beşeriyeti tarafından Tanrısal Kelam’ının evrensel ilkelerine tam olarak ulaşılamamıştır. Devrenin bitiş günlerini deneyimlediğimiz şu 21. Y.Y.’da bizler hâla, Kutsal Vahy’in önerdiği barış, esenlik ve gerçek anlamdaki “çağdaşlığı ve uygarlığı” dünyada kurabilmiş değiliz. “Her topluma, o toplumun dilinde konuşan peygamberler gönderilmesine”(İbrahim 4) ve “belli bir zaman için, belli bir kitap gönderilmesine”(Ra’d 38) karşın dünya beşeriyeti genel kitle olarak insanca(barış ve esenlik içinde) yaşamayı öğrenememiştir. Bunun da nedeni, (yazı akışımız içinde yer yer değindiğimiz); dünya beşerinin kendisinden beklenen anlayış düzeyine ulaşamamış olmasıdır. “Anlayış, anlamak, anlamlandırmak” kavramlarının bizler için varlıksal öneminden dolayı; “anlamak”, Kutsal Kelam içinde, en çok yinelenen(700’den fazla yerde) bir sözcük durumundadır. ALLAH’ın ayetlerini anlamak için gerekli olan sorumluluk ve idraklenme cehti ile “zikir, uyarıcı ve dönüştürücü”(Talak 10) Kur’an’ı okuyarak mânevi ilkelere ve insâni değerlere vâkıf olunabilir. Bu evrensel mânevi ilkeler bugünün yönetimlerine ve toplumlara nefes verebilir ve beşeri yozlaşmanın(yok edilmesi değilse bile) en aza indirilmesi olanaklı hale gelebilirdi.
Hiç kuşkusuz, tarihi, insanlar değil; toplumsal, ekonomi ve politik gelişmeler yapar ama bu olguların aktörleri de yine bireylerdir. Bir başka deyişle, tarihi oluşturan öğeler, teknolojik ve ideolojik gelişmeler ve bu gelişmeler arasındaki etkileşimdir(17). Tarihsel oluşum içinde pek çok olgunun da kendini yinelediğini biliyoruz. Eğer uyarılardan yüz çevirmeseydik, tekrar tekrar aynı ya da benzeri olaylarla karşılaşır mıydık? Elbette ki anlayışsızlıktan ve aymazlıktan kaynaklanan yinelemelerle yitiren zamanı ve kusurları telâfi için olaylar giderek sıklaştı çünkü “zaman daralıyordu” ve devrenin zaman enerjisi giderek yoğunlaşıyordu. Sonunda devrenin Rabb’inin zamanına uyumlanmak zorunluluğu vardı. Şimdi işte zaman enerjisinin iyice yoğunlaştığı bitiş günlerindeyiz. “Kıyamet alâmetleri” nin hepsi tastamam… Hâla kıyamet kopacak diye bekleyenler varsa; “Vaybee, biz kıyameti yaşıyormuşuz da haberimiz yokmuş!” dedikleri zaman, iş işten geçmiş olacak. Başka türlü ifadesiyle, “Atı alan Üsküdar’a geçmiş olacak…” Elbette ki, karşı tarafa geçebilecek liyakat düzeyinde olanlar; bir hara dolusu atınız olabilir ama karşıya geçemeyebilirsiniz… “Kulakları olan işitsin!” demişti İsa Nebi 2012 yıl kadar önce. Uyarılardaki inceliği, hayatiyeti yakalayabilecek, sağlıklı ve temiz kulaklara sahip olmak gerek. Bizim bilge büyüklerimiz de, “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.” demiş. Biz de diyoruz ki, “Yağmur(Rahmet) yağarken, ıslanmak gerek…” devre sonu yağmuru bereketlidir.
Çöplüğe Dönüştürdüğümüz Yeryüzü:
Durum böyle iken, günümüz beşeriyeti çoğunluk olarak(insanlaşmaya yönelik atılımlarını zamanında yapmamış olmanın tembelliği içinde) şimdi üç büyük çelişme içinde çırpınıyor(18): Doğa-insan çelişmesi, kuzey-güney çelişmesi, zengin-yoksul çelişmesi. Bunlardan “doğa-insan çelişmesi” nin hazin manzarasını giderek çöplük haline getirdiğimiz çevre oluşturuyor. Evet, doğadan, dünyadan, topraktan aldığımız her şeyi(“nimetleri”), doğaya, dünyaya ve toprağa zararlı(pek çoğu zehir nitelikli) atıklar ve çöpler olarak çevreye bırakıyoruz. Bu şekilde yerküre olduğu gibi bir çöplük gezegenine dönüşüyor ve bizler sözde “eşref-i mahlûkat”(yaratılmışların en onurlusu) olarak bu çöplükte yaşamak durumundayız. Yazımızın konusu çevrenin durumu/sorunları değil ama bu noktada çevreyle ilgili(doğa-insan çelişkisiyle ilgili) birkaç gerçeği de vermeden edemiyoruz:
Örneğin, dünya nimetlerini; kimimiz tam ihtiyaç olduğu kadar, kimimiz de hoyratça tüketiyoruz, “yiyin, için ama israf etmeyin!”(A’raf 31) uyarısına rağmen… Söz konusu hoyratlık da, “servetle azmışlığın ve şımarıklığın” da(Zuhruf 23, İsra 16) verdiği gözü dönmüşlük içinde bir numarada bulunan Amerikan halkı gibi yaşamaya kalksa tüm dünya, şimdiki gibi altı adet dünyaya gerek olurdu(Atık Servettir Programı, TRT- Radyo 1). “Yok etmek” ya da “çevreye zararlı atıklar/çöp olarak doğaya bırakmak” ile özdeş olan tüketmek ve tüketicilik; moda, reklamlar ve çeşitli iktisadi oyunlarla izlere özendiriliyor. Tüketim çılgınlığı içinde, görgüsüz câhillere özgü bir tavırlanma içinde; ürettiklerimizle değil, alışveriş(yani tüketim) merkezlerimizle(AVM, hipermarket vb.)övünür hâle getirildik.. Tüketicilik hızlandıkça atık ve çöp birikimi de arttı elbette. Günümüz vahşi/sömürgen kapitalizminin yarattığı ve körüklediği tüketim çılgınlığı ile zenginler daha zenginleşti, fakirler de daha çok fakirleşti. Bunun sonucu ulusal ve uluslar arası boyutta gelir dağılımındaki adaletsizlik, kara bir leke olarak önümüzde. Bağımlılıklarımızdan biri hâline getirilen tüketim alışkanlığı ile tüm kaynaklar hiç bitmeyecekmiş gibi geldi, kendini bilmez dünya beşerine. Reklamlarla kamçılanan tüketim çılgınlığı, dev şirketlerle büyük sermaye çevrelerinin kasalarını dolduruyor sürekli… İnsan haklarını sinsice hiçe sayan sömürgen sistem tüketim üzerine kurulunca, bir yanda “büyük tüketiciler”, öte yanda da “büyük kirleticiler…” Kitlesel aldatmaca tuzağı böylece sürüp gidiyor ama aldanmayanlar da yok değil. Yani; tüketip kirleticilerin yanı sıra, “Tüketimi azalt, yeniden kullan ve dönüştür.” diyenler de yok değil. Çevre kirliliğinin bir kısmını oluşturan atıkların ve çöplerin değerlendirilmesi(dönüştürülmesi) konusunda çalışmalar da var(19). Çevre haftası, ALO atık telefonu (444 28 45), Ekolojik Mimari, Gemilerde Mavi Kart Uygulaması, Yüzey(vahşi) sulama yerine Yağmurlama sulama, ÇEVKO Vakfı, ikinci el(hurda) pazarları, üniversitelerimizde çevre mühendisliği fakülteleri vb. bunlar güzel elbette; güzel ama acı gerçeği biraz geç anladık. Pek çok çevre sorununda, geri dönüşü olmayan noktaya gelmiş bulunuyoruz. Dünya kaynaklarının sürekli büyümeye(ekonomik ve teknolojik) elverişli olmadığını ve sınıra gelmiş olduğumuzu biraz geç anlamadık mı? Örneğin küresel ısınma had safhaya gelmiş. Ölçümlere göre, sera gazları düzeyi 350’yi aşınca 2 C’lık bir ısınma oluşuyormuş ve halen(2010 itibariyle) bu oran 390’mış(“www.350.org” ve “www.350hemensimdi.org”). Bu ve benzeri hareketlere/platformlara rağmen 2010 yılında birçok ülkede küresel ısınmayla ilgili felaketler yaşanmıştı. “Küresel ısınma” artık geleceğin sorunu değil, hâlen yaşıyoruz onu… Bu acı gerçeğe rağmen, ne yazık ki; günümüz vampir kapitalizminin baronlarının oluşturduğu son Kopenhag Zirvesinde(“zırvasından” demek belki daha doğru olurdu) hükümetler “fosil yakıt şirketleri” nin temsilciliğini yapmaktan öte gidemediler. TRT, Radyo 1’de yayınlanan ATIK SERVETTİR programlarından birinde konuk konuşmacı Nuran YÜCE özetle şunları söylemişti.
“Küresel ısınma günümüz kapitalizminin en büyük fiyaskolarından biridir.
Sâdece, her şeye rağmen(ve dolayısıyla insan haklarına da rağmen)
kâr etmek üzerine kurulmuş berbat bir sistem.
Ekonomiyi geliştirmek ve daha çok kâr etmek için
tüketim çılgınlığı hep körükleniyor.
Bir avuç uluslar arası şirketin çıkarı için
gezegenin dengesi bozuluyor.
Beşeriyet, dünyayı kirletene ödeme yapar duruma gelmiş.
Şirketlerin kârları için
gezegenimizi feda etmeyelim!”
Son bir iki paragrafta çok kısa da olsa değinmeden geçemediğimiz çevre sorunlarına girmeden önce, beşeriyetin üç büyük çelişme içinde çırpındığını belirtmiştik. Bunlardan biri olan “doğa-insan çelişmesi” ni yukarıdaki paragraflarda ele aldıktan sonra, biraz da beşeriyetin “kuzey-güney çelişmesi” ne bakalım. Beşeriyetin, zamanında; hatta zamanından önce(bizi bizden çok daha iyi bilenlerce) uyarılmış oldukları şeylerden yüz çevirmekle içine düştüğü çelişmelerin bir türü de gelir dağılımındaki dengesizlikle (dolayısıyla “adaletsizlik” le) ilgili. Konuyu gereğinden fazla uzatmış olmamak için beşeriyetin bu çelişmesini “zengin-yoksul çelişmesi” yle birlikte ele almak istiyoruz:
Zengin – Yoksul Çelişmesi:
“Bu çelişmelerin kaynağında olduğu kadar, çözümlerinin olanaksızlaşmasında da, asıl vebal kapitalizmin sırtındadır.” diyor, ünlü hukukçularımızdan Prof. Dr. Server TANİLLİ(18). Biliyorsunuz, genel görünüm olarak dünya ekvatorunun kuzeyinde toplanmıştır zengin ülkelerin çoğu; yoksul ülkelerde ekvatorun güneyinde… Kapitalist sistemin temel direkleri olan Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve IMF’nin dayattığı bir politika, Güneyli ülkeleri; piyasada ve yatırımlarda durgunluğa, giderek de yoksulluğa sürüklüyor. Kuzey’in doymaz zenginleriyle, Güney’in yoksulları arasında giderek büyüyen gelir dağılımındaki dengesizlik, işte bu(insan haklarını hiçe sayma üzerine kurulu) politikadan dolayıdır. İşin daha da vahim yanı, bu genel yoksullaşmanın, daha da özel bir şiddetle çocukları vuruyor olmasıdır. Kuzeyli zenginler, daha yakın geçmişe kadar “soyup soğana çevirdikleri” Afrika halkları artık açlıktan ve hastalıklardan ölüm çığlıkları atmaya başlayınca, şov nitelikli yardımlarla “yaraya pansuman” yapmaya çalışıyor… Yakın geçmişte(2011’in ikinci yarısında) ekranlarımıza yansıyan Somali faciası aslında elimizin karasının suratımıza vuruluşundan başka bir şey değildi. Hepsi değilse bile, en azından bir kısmını şov nitelikli yardımlarla “pansuman” yaptık ve unuttuk. O topraklar kadîm zamanlarda Kuzeyli zenginlerin sömürge talanına uğramasaydı ve genel anlamda insan haklarına ve ülkelerin toprak bütünlüğüne saygılı olunsaydı bugün içimizi acıtan ve bizleri insanlığımızdan utandıran bu durumlar ortaya çıkar mıydı?..
Elbette ki Somali, günümüz dünyasının onlarca yoksul ülkesinden sadece biri. Ortalama bir Amerikalı; ortalama bir dünya vatandaşından 5 kat, ortalama bir Çinli den 10 kat, ortalama bir Hintliden ise yaklaşık 20 kat daha fazla enerji tüketirken; perişanlığın doruklarında yaşamaya çalışan yoksul ülkelerden sâdece biridir Somali(20). İsrafın ilahlaştığı ABD ve benzeri zengin ülkelerin israfçılığı sürdükçe, bu ülkelerin emperyalist ve sömürgeci emelleri de sürecektir. Çünkü o büyük israf bu büyük sömürü olmadan yaşatılamaz. Kuzeyli ABD ve AB toplumlarının, dünyanın geri kalan kısımlarının sefaleti pahasına israf düzenini ve buna bağlı olarak sömürülerini sürdürmeleri hangi insan hakkı ve hangi demokrasi ilkesiyle bağdaşır!
Kuzey-Güney çelişmesini ele aldığımız şu son birkaç paragrafta güvenilir kaynaklardan yaptığımız küçücük bir derleme bile; nefsânî çıkarlar uğruna uyarılara kulak tıkamanın ve doğru yoldan yüz çevirmenin küresel düzeydeki boyutlarını ortaya koymaya yetti sanıyorum. Bu duruma göre, 21. Y.Y. beşeriyeti; insanın varlıksal yüceliğine yaraşır daha insanca bir dünyaya götürecek yolu henüz bulmuş değil. Daha âhenkli, daha tutarlı, daha adil, temelinde barış ve esenlik olan bir kalkınma yöntemini uygulamaya koymuş değiliz. Bunu bildiğimiz halde, henüz(genel anlamda) insanlaşamadığımız için, bu uygulamaya geçemiyoruz.
Hakkında uyarılmış oldukları şeylerden yüz çevirmekle gelen beşeri aymazlığın ve anlayışsızlığın sonuçlarını incelemeyi sürdürüyoruz. Bu sonuçlar çok genel anlamda bireysel ve toplumsal düzeylerdeki yozlaşmalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazımızın akışı içinde gördüğümüz gibi, günümüzdeki beşeri perişanlığın ortaya çıkmaması için, yüzyıllar boyunca peygamberler aracılığıyla beşeriyete gelmiş olan Kutsal Kelam, sâdece öğütlerle değil; değişik şiddetteki uyarılarıyla da bizleri(bu devrenin kadrosunu) musibetlerden sakınmaya dâvet etmiştir. Bu erdirici/kurtarıcı uyarıya kulak asmamanın ve ille de “ters tatbikat” yapma inatçılığının bedelini tarih boyunca pek çok “küresel âfet” ile telâfi etmeye çalışmamıza rağmen, Kutsal Kelam’la gelen uyarıları üzerimize almayıp, onları başkalarına özgülemek huyumuzdan da vazgeçmiş değiliz. Oysaki Kutsal Kelam’la gelen uyarıyı üzerine almayıp, onu başkalarına özgülemenin “bühtan” olduğu da bu “İlahi Sesleniş” in içinde vardı.
İslam tarihinden bir örnek verelim: Müslüman mâliyesini akrabası Emeviler’in talanına açan Halife Osman’a; o yılların önde gelen akıl-gönül sahibi aydınlarından Ebu Zer karşı çıktığında ve kendilerine(Bakara 219, Tevbe 31, 35 ve Ma’un Suresi vb.) Kur’an ayetlerini anımsattığında(Halife Osman ve yandaşları ne yazık ki) şöyle şeytanca bir yanıt ile bu uyarıyı dışlama teviline başvuruyorlardı: “Bunlar bizim hakkımızda değil, Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında inen ayetlerdir, bizi bağlamazlar.”(21). Emevilerin sözde Müslüman(dinci) yöneticilerinin yakalanmış oldukları bu sapmışlık hastalığı tarih içindeki şekil değiştirmelerle modernleşerek(!?) ve sinsileşerek günümüze kadar gelmiştir. İslam’ı yozlaştırmaya çalışan Emevi azgınları ve tarih içindeki benzerlerinin etkisiyle, aynen öteki dinlerin mâruz kaldığı yozlaştırmalarla bir tür; “kapitali ve servet sahiplerini koruyan kutsal sığınak” a dönüştürülmüştür. Bu, elbette ki Kur’an’daki özgün ve “indirilen İslam” değil, günümüz sahnesinde olan “uydurulan İslam” dır. Bu sapma 2000’li yıllarda daha da güncelleştirilerek, bu “uydurulmuş din”(Batılı sapmışların koyduğu uyduruk bir ad ile) “Ilımlı İslam” a dönüştürülmüştür. Günümüz emperyalizmine kölelik dini olan Ilımlı İslam, sözde laik ama özde “dinci siyasal yönetimlerin”, halkın dinsel duygularını istismar ederek kamu hakkı talan aracıdır.
Özgün İslam’ın Yanında “Korsan İslam” :
ALLAH’ın dini İslam’dır. “Ilımlı İslam” ise, (tevhit aydınlarımızdan Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün ifadesiyle) “sahte/korsan İslam” dır. “Ilımlı İslam”, günümüz araştırmacı yazarlarından Bahadır Selim Dilek’in ifadesiyle “küresel tuzak” tır. “Öğütlenmek üzere çağırıldıkları şeyden nasiplenmeyenler” in(Maide 13) geliştirdiği bu “korsan İslam” ın bir adı daha var: “Yeşil Kuşak İslamı”. Günümüz dünyasında olup bitenleri biraz yakından izleyenler bilir ki, bu “uydurulan İslam”, aslında emperyalizmin emellerine uyarlanmış ve molla-papaz işbirliğinden doğan bir dindir.
Kur’an’daki özgün İslam’ı barış ve esenliğe dayalı özünden uzaklaştıranların, bu uzaklaştırmaya uygun olarak ürettikleri korsan İslamlar da yok değil. Örneğin; rakı satan bakkalları çivili sopalarla “dövüp komaya sokma İslam’ı” bunlardan biridir. 2009’dan beri Türkiye’nin(ve bir süre de Almanya’nın) gündeminde kalmayı sürdüren “Deniz Feneri dinci soygunu” da bir korsan İslam icraatı örneğidir. Deniz Feneri soygunu, biliyorsunuz, “Avrupa tarihinin en büyük soygunu” olarak ilan edilmiştir. Ne yazık ki bu soyguncular, Müslüman kimliği ile Müslümanları aldatmıştı(22). Sivas Madımak Oteli’nde sergilenen terör olayında izlediğimiz bir “korsan din” türü var: “Diri diri insan yakma İslam’ı”. Korsan İslam’ın yarattığı Sivas Madımak Neronizmi(biliyorsunuz, Neron sapmışı da Roma’yı ateşe vermişti…) yüzyılımızın en büyük ve yıllarca unutulmayacak fâcialarından biridir. Ne yazık ki, “Müslümanlara karşı, sürekli olarak ve günümüzde de İslam’ı İslam ile vurmak siyasetlerini izleyen Batı”(söz Atatürk’ündür), yüzyılın bu dehşet verici sadizmini asla konu yapmamıştır. Uyarılmış olduğumuz ya da öğütlenmek üzere çağırıldığımız şeylerden yüz çevirip nasiplenmemenin “Ilımlı İslam” adıyla ortaya çıkmış olan çirkinliğini birkaç örnekle gözden geçirmiş olduk. Bu konuda, belgelere dayalı ayrıntılı bilgiler için okurlarımıza Bahadır S. DİLEK’in “KÜRESEL TUZAK ILIMLI İSLAM” adlı kitabını önerebiliriz.
Uyarılmış olduğumuz şeylerden yüz çevirip çevirmemenin, öğütlerden ibret alıp yararlanmanın, bireyin anlayış düzeyi ile ilgili olduğu gerçeğine yazımızın akışı içinde değinip geçtik. Gerçeği yansıtan bu ifade, tersinden de doğrudur. Kişinin anlayış düzeyi ne kadar yüksek ya da geniş kapsamlı ise; öğütlerden ve uyarılardan(hele bunlar Kutsal Kelam kaynaklı ise, bunlardan) yararlanmak o kadar olası ve kolaydır. O halde burada anahtar kavram “anlamak, anlamlandırmak” oluyor. İçsel gelişim açısından böyle bir fehim ve ferasete sâhip olmak ise, kendini tanıma titizliği içinde idraklenme cehtinin sürekli kılınmasına bağlı olduğunu biliyoruz.
Evet, enkarne varlığın içsel gelişimiyle ilgili her konuda olduğu gibi söz, dönüp dolaşıp kendini bilmeye geliyor. Bu yazımız boyunca gördüğümüz beşeri kusurların(bireysel/toplumsal düzeyde) hep, kendini bilmezlikten kaynaklandığını biliyoruz. Az önce belirttiğimiz gibi, kendini bilme ve nefsi kontrol altında tutma duyarlılığı içinde idraklenme cehti sergilemedikçe; idraklenmek, anlayış kapasitesini artırmak ve şuurlanmak; yani kadîm inisiyasyonlardan beri bilinen adı ile “kendini bilmeksizin”, beşeri kusurlardan arınıp, insanlaşmak ve hatta “Rabbini bilmek” olmuyor. Kimlik kartımızda hangi dinin adı yazılı olursa olsun; hatta ALLAH’ın beşeriyetin bu devresi için uygun gördüğü din olan “İslam” bile yazılmış olsa nâfile… Kutsal Kelam’dan bir ayetle bitirelim yazımızı: “…Küfre batanlarsa, uyarılmış oldukları şeyden yüz çevirmektedirler.” Ahkaf 3.
Dipnotlar:
(1) Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. PSİKOLOJİK SAVAŞ, Nevzat TARHAN- Timaş Yayınlar.
(2) Akletmek konulu ayetler: Yasin 68, Ankebut 43, Mücadele 11, Furkan 44, Ra’d 4, Nahl 6, 12. Ayrıca “işlevsel aklın önemi”yle ilgili olarak bkz. İSLAM’da AKLIN ÖNEMİ ve SINIRI, Prof. Dr. Ahmet ÖZEMRE.
(3) Bu konuda ayrıntılı örnekler için bkz. ALLAH İLE ALDATMAK/ Yaşar Nuri ÖZTÜRK, KÜRESEL AFETLER/ Yaşar Nuri ÖZTÜRK, MAUN SURESİ/ Yaşar Nuri ÖZTÜRK.
(4) “ALLAH zulmetmez” konulu ayetler: Nahl 118, Ali İmran 108+117, Hud 101, Gafir 31, Enfal 51, Fussilet 46, Tur 18, Enbiya 44+47, Bakara 143.
(5) “Sakınmak” konusunda Tanrısal uyarılar içeren Kur’an ayetleri: Ali İmran 76, 138, 186, Yunus 63, Nisa 77, Naziat 40, 41, Hakka 48, Bakara 1 + 2 + 3 + 4 + 5 + 177 + 206.
(6) Uyarılara yüz çevirmekten kaynaklanan ve “öğütlenmek üzere çağırıldıkları şeyden nasiplenmemek” ten(Maide 13) kaynaklanan kamu malı talanını ve insan hakları ihlalleriyle ilgili ayrıntılar için bkz. KÜRESEL AFETLER, Yaşar N. ÖZTÜRK.
(7) “Ahdini bozanlardan olmayın!” konulu Tevrat ayetleri: Hâkimler 3/8 + 12, 8/34, 10/6 + 15, 31/1, Samuel 14/33. Kur’an ayetleri: Bakara 27, 63, 177, Nahl 35, 51, İsra 34, Ali İmran 76, 77, Kalem 10, Nur 53, Mücadile 12, Feth 10, Maide 1.
(8) Prof. Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK, Hürriyet Gazetesi, 17 Şubat 2009.
(9) “ALLAH zulmetmez” konulu öteki ayetler Enfal 5, Ali İmran 182, Rum 9, Ankebut 40, Tevbe 70, Bakara 57, 143, Nahl 118, Hac 10, Yunus 44.
(10) Konuyla ilgili ayetler: A’raf 179, Casiye 23, Rum 59, En’am 104, Enbiya 44, 47, Maide 23, Bakara 183, 184.
(11) Batı’nın, ulusal çıkarlarımıza ve bağımsızlığımıza yönelik politik manevraları konusunda belgesel ayrıntılar için bkz. ULUSAL ÇIKARLAR, Onur ÖYMEN; AVRUPA BİRLİĞİNİN NERESİNDEYİZ?, Metin AYDOĞAN; İBLİSİN KIBLESİ, Cengiz ÖZAKINCI; FAŞİZMİN AYAK SESLERİ, Erol MANİSALI.
(12) “Dönüşümüz O’na…” konulu ayetler: Alak 8, 9, 19, Gaşiye 25, Maide 48, 105, En’am 38, Nur 41, 42, Kasas 88, Fatır 18, Zümer 44, Tagabun 3, Ali İmran 83, 158, Yunus 4, 23, İnşikak 6, Rum 11, Lukman 14, Müminun 61, Kalem 15, Meryem 93, Hadid 3, Bakara 28, 203, 245, Ankebut 8.
(13) Söz konusu “yitirilen insani değerler” konusunda, sosyolojik ve psikolojik araştırmalara dayalı gerçekler için bkz. Prof. Dr. Erdal ATABEK’in kitapları.
(14) Bu onuda ayrıntılı bilgi için bkz. İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI?, Yaşar N. ÖZTÜRK.
(15) İblis Planı konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Ruh ve Madde Yayınları, Sayfalar: 461, 508, 510, 514.
(16) “Sakınma” konulu ayetler: Hakka 48, Naziat 40, 41, Bakara 1, 2, 3, 4, 5, 177, 206, Yunus 63, Ali İmran 76, 138, 186, Nisa 77.
(17) DEMOKRASİ ve KÜLTÜR, Prof. Dr. Emre KONGAR- 3. Basım, Sayfa 138- Remzi Kitap evi.
(18) Prof. Dr. Server TANİNLİ, NASIL BİR DEMOKRASİ İSTİYORUZ- Alkın Yayınevi.
(19) YENİDEN ÜRETİM, Figen GÜLENÇ.
(20) KÜRESEL AFETLER, Yaşar. N. ÖZTÜRK, İkinci Baskı, Sayfa 181.
(21) Halife Osman, Emevi sapmışlığının işbirlikçisi olarak kamu hakkı talanından dolayı, Müslüman mezarlığına gömülmesine, Medineli Müslümanlar tarafından izin verilmemiştir. Sözde Müslüman olan Halife Osman Medine’deki Yahudi mezarlığında toprağa verilmiştir(Ma’un Suresi, Baskı 6, Sayfa 229, Yaşar N. ÖZTÜRK).
(22) Haber Türk Gazetesi(27.09.2009)- Yaşar N. ÖZTÜRK.
Kaynak Eserler:
· KUR’AN VE SÜNNETE GÖRE TASAVVUF, Yaşar N. ÖZTÜRK.
· İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI, Yaşar N. ÖZTÜRK.
· MAUN SURESİ BÖYLE BUYURDU, Yaşar N. ÖZTÜRK.
· ENTEGRİZM, Roger Garaudy- Pınar Yayınları.
· DEMOKRASİ VE KÜLTÜR, Emre KONGAR- Remzi Kitabevi.
· KÜRESEL AFETLER, Yaşar N. ÖZTÜRK.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)