Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

25 Mart 2015 Çarşamba

İLÂHÎ VE BEŞERÎ NİTELİKLİ ADÂLET

İLÂHÎ VE BEŞERÎ NİTELİKLİ ADÂLET
HAZIRLAYAN : Selman GERÇEKSEVER

Hukuk felsefesindeki “doğal hukuk” kavramı kapsamında; tüm beşeriyeti kapsayan ve değişmez nitelik taşıyan kuralar vardır. Bu kuralardan biri, “kuralın; bireyin akılsal ve toplumsan doğasına uygun olması”dır(Hukuk Felsefesi, Prof.Dr.Adnan Güriz). Bu kuralın savunucularından Hugo Grotius’un(ölümü 1645) önerisine göre, kuralın esâsını “söze bağlılık”(ahde vefâ)oluşturur, yani adâletin olmazsa olmazlarından, bildiğimiz dürüstlük. Âdil olmak dürüstlüğün gereğidir. Mutlak anlamda dürüst olan ise ALLAH’tan başkası değildir. Öyleyse tezâhürat, İlâhi Adâlet üzeredir. Doğal hukukun başka bir kuralı ise, “her bireyin sâhip olduğu eşya üzerindeki hakkına saygı gösterilmesi, herkese hak ettiği cezanın uygulanması ”dır. Doğal hukuk kurallarının toplum düzeninin insanî değerlere uygun şekilde sürüp gitmesi için her zaman ve her yerde uygulanabilir olması gereklidir. Eğer tüm ülkelerde değilse bile, hiç olmazsa uygar ülkelerde aynı karakteri taşıyan kurallara uyuluyorsa, bunları da doğal hukuk kuralı saymak yanlış olmaz. “Çünkü evrensel bir sonuç, evrensel bir nedenin varlığını gerektirir. ”(Prof.Dr.Adnan Güriz)

İlâhi Adâlet ve İrâde kapsamlı olan İlâhî İrâde Yasaları’nın(Sünnetullah) toplumlara göre yorumlanmış şekli genel hukukun kapsamında olan toplumsal yasalardır. Kadîm zamanların hukukçularından Thomas Hobbes’e göre, “Doğa yasaları ancak devlet tarafından yorumlandığı taktirde beşerî akla uygun bir nitelik kazanır.”
Ünlü filozor Sokrates yasaları iki ana gruba ayırmıştır; yazılı olan ve yazılı olmayan yasalar. Bunlardan, “yazılı olmayan yasalar” İlâhî İrâde’nin bir ifâdesidir ve genel ahlâkın oluşturduğu kurallardır. Yazılı olmayan yasaların amacı, iyiliği ve adâleti gerçekleştirmektir. Bireydeki “adâlet duygusu”, o kimseye; neyin doğru ve iyi, neyin yanlış ve kötü olduğunu öğretir. Dolayısıyla iyi bir toplum adâlet duygusu gelişmiş bireylerden oluşur. Başka bir söylem ile, toplumda adâletin / hukukun zedelenmemiş olması ve yaygınlığı o toplumda “adâlet duygusu”na sâhip bireylerin yaygınlığının işaretidir.

Adâlet kavramının evrensel ve toplumsal boyutlarının İlâhî Kelam’daki durumuna baktığımızda, Sebep-Sonuç Yasası’nın daha belirginleştiğini görüyoruz. Yani varlık, kendi, eylemlerinden kendisi sorumlu. Bu durum, Kur’an’daki ifâdesini şöyle bulmuş: “ İnsan için kendi gayretinin ürününden başkası yoktur. Kim bir zerre miktarı hayır işlerse, onu görür ve kim de bir zerre miktarı şer işlerse, onu görür “.(Necm 39) Varlık, fıtratında bulunan seçme özgürlüğünü ve iradesini kullanış şekline göre belli bir sonuçla karşılaşıyor. Bu nedenle sâdece eylemlerimizden değil, düşüncelerimizden de sorumluyuz. Saptırılmış / tahrif edilmiş, (Kur’an öncesi) dinsel öğretilerde görüldüğü gibi; dedenin/ninenin günahlarından torunlar da (hattâ Âdem’le Havva’nın günahlarından tüm beşeriyet) sorumludur, birey doğuştan günahlıdır vb.vb. gibi) temelinde adâletsizlik bulunan saçmalıklar söz konusu değildir.

Tüm bunlara ek olarak, yine Kur’an’a göre, “Kimse kimsenin günahını üslenemez.” Âyetin tamâmı şöyle: “ Herkesin kazanacağı kötülük kendi aleyhinedir. Hiçbir günahkâr bir başkasının günahını da yüklenemez.”(En’am 160, İsra 15, Necm 38) Kur’an’ın adâlet anlayışı arınma anlamında temizliği de kapsamı içine almış: “ Kim temizlenirse, ancak kendi benliğini temizler.” (Fâtır 18) Nihâyet, Kur’an,  Mümtehine 8’de şöyle buyurmuş: “ ALLAH adâleti ayakta tutanları sever.” Peygamber’e de sanki tembihat var; “…aralarında hükmedersen, adâletle hükmet !”(Mâide 42)

Nihâyet, ele aldığımız konu için yukarıda alıntılar yaparak irdelemeye çalıştığımız kaynaklardan sonra, önümüze konan en yeni bilgi kaynağımız İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT  adlı eserde İlâhi Adâlet kavramının İlâhî İrade ve İlâhî Düzen’le birlikte ele alındığını görüyoruz:
Vazifeli varlıklar, gözetimlerinden sorumlu oldukları varlıkların gelişmelerine katkı sağlamak  amacıyla (onların bedenli yaşamlarındaki vazifelerinde) başarı kazanmalarını sağlayacak cehit ve gayretleri göstermelerine zemin hazırlamak için; ağırlaştırıcı, güçleştirici ve bazen da (adâletsizlikmiş gibi görünen) olanaksızlaştırıcı bir sürü olayı onların önlerine sürerler. İşte ve olaylar ve başkaları İlâhî Düzen’in Yasaları’na göre düzenlenirler(sayfa 78). Bu duruma göre; adâletsizlik , liyakatsizlik, kısaca yersizlik ve rastgelelik söz konusu değildir.  Yukarıdaki satırlarda anlamını bulan İlâhî Adâlet’ten dolayı da, “…herhangi bir işin aksaması, bozulması, kötü sonuçlar vermesi gibi düzeni bozucu olumsuzluklara aslâ izin verilmez(sayfa 82).
İlâhî Adâlet üzere işlediğini gördüğümüz İlâhî Düzen, tüm evrenin durum ve hallerini o kadar kusursuz bir uyum içinde düzenlemiş, o kadar doğru düzgün bir mekanizmaya bağlamıştır ki, tüm sonsuz görünüşlerine karşın, evrendeki olaylar bir tek yürüyüş hâlinde akıp gitmektedir(sayfa 91). “Bu düzeni bozmaya hiçbir kudret muktedir değildir.”(sayfa 155)
“Tekrardoğuşun getirdiği olanakların sonucunda İlâhî Adâlet tecelli eder. İlâhî Adâlet’in kesin tecelli yeri burada ve ötede tekrar tekrar doğuşlarla belirlenir.” diyor Ergün Arıkdal (RUSALLIK ÜZERİNE DENEMELER,1991 yılı baskısı, sayfa 73)
Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, günümüzün ve kadîm zamanların beşeri kusurlarına bakarak “adâlet / denge diye bir şey yoktur” vb. söylemlerde bulunmak; ya gerçeği görememek, ya da (güneş sistemimizin sınırlarına yakın bir yerden bakıldığında, teleskopla bile görülemeyecek kadar küçük bir zerre olan) gezegenimizdeki olumsuzluklara bakarak, evrensel ve varlıksal bir genelleme yapmak, bilgi nasipsizliğine dayalı beşerî  bir yanılgıdan başka bir şey olmamaktadır. Dış uzayın derinliklerinden alınmış bir fotoğraf karesine baktığımızda, “yıldızlar karmakarışık, düzen denge (adâlet) bunun neresinde…” diye düşünebiliriz. Bu yanılgı bizlerin algılama yeteneklerimizin çok sınırlı ve kısıtlı olmasıyla, görünenle yetinme zafiyetimizle  ilgilidir. Oysa esas olan, o görünen kaostaki düzendir; yani düzensizlikteki düzen… Ayrıca bu “düzensizlikteki düzen” kalıplaşmış, betonlaşmış, âtıl durumda da değil, son derece etkindir. Hareket ve aksiyon evrenler boyuncadır. Evrenlerde hareketsizlik söz konusu değildir. Yaratılış süreklidir ve “ALLAH her an başka bir iş ve oluştadır.”(Kur’an, Rahmân 29). ALLAH, bizim de kendisine benzememizi istiyor, bu nedenle; varlıksal ve evrensel işi gelişmek ve giderek O’na benzemek olan bir varlık için, geçici bir süre de olsa, atâlete düşmek, “kabuklar içinde sâbitleşip kalmak” varlıksal bir tâlihsizliktir.
İşte İlâhî İrâde Yasaları ve İlâhî Adâlet kapsamında sürüp giden bu hareketlilik evsensel düalite ilkesi kapsamında bir olgudur. Düalite mekanizması olmaksızın, hareket; hareket olmadan da madde oluşmaz. Düalite, hareketin ilk kaynağı ve esâsıdır(24). Bu duruma göre dengelerin oluşması ve bozulması süreklidir. Günlük yaşamda, toplumda bir dengesizlik (adâletsizlik) varsa, dünya zamanına göre bu çok uzun sürse de, dengeye (adâlete, hem de daha üst düzey bir adâlete) ulaşmak içindir, varlıklar için; yaşam sınavları geçirerek şuurlanmaya vesile olması, deneyim ve görgü birikimiyle, özbenliklerinin özbilgilerine katkı sağlamak ve bağlı oldukları ruh varlığının tekâmülüne hizmet içindir. Belki, yukarıdan beri sözünü ettiğimiz İlâhî Adâlet’e tekrar tekrar doğuşlar boyunca giderek uyum sağlamak içindir. Belki de, gelişim; bir bakıma, varlığın, bulunduğu zaman-mekân kesitinde, yapabildiği kadar İlâhî Adâlet’i gerçekleştirme cehtidir. Beşerî adâletin bile gerçekleşmesi, bireylerin birbirinin hakkına / hukukuna saygılı olması için belli bir şuur düzeyine gelmeleri ve egolarını yeterince kontrol altına almış olmaları gerekirken, varlıksal düzeyde İlâhi Adâlet’e belli bir miktarda uyum sağlamış olmak için, gelişim düzeyinin de ona paralel olarak artmış olması gerekmez mi? Hepimize başarılar…
……………………………………………..
Yararlanılan Eserler:
KUR’AN
İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT, Bedri Ruhselman, Ruh ve Madde Yayınları
RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER, Ergün Arıkdal, Ruh ve Madde Yayınları
HUKUK FELSEFESİ, Adnan Güriz, Siyasal Yayınları

19 Mart 2015 Perşembe

TARİH ÖNCESİNDE BİZDEN İLERİ UYGARLIKLARIN İZLERİ...

TARİH ÖNCESİNDE
BİZDEN  İLERİ  UYGARLIKLARIN  İZLERİ...

Derleyen: Selman GERÇEKSEVER

      Bugünkü başarılarımız, bizden önce gelip geçmiş 40.ooo insan nesline  dayanır. Keşfedilen uygarlıklar, yazıtlar, papiruslar ve kitaplar dünya beşerinin  serüvenini bir zaman örgüsü içinde sunarlar bize. Kişisel çabalarıyla değerleri  ortaya çıkaran ve bu tutumlarıyla yeryüzü toplumuna tohum işlevi gören düşünürler, dar kafalı ve tutucu çağdaşlarına meydan okuyarak, dünyanın ve evrenin sanıldığından daha büyük, daha yaşlı olduğunu asırlarca önce ortaya koymaya çalıştılar. Bu gerçek bilim öncüleri sâyesinde son 400 yılda evrenin büyüklüğü ve yaşı konularıyla ilgili kavramlar kökünden değişti. İletişim araçları teknolojisindeki büyük gelişmeler nedeniyle, gezegenimiz tek bir topluluk olma yolunda hızla ilerlemektedir. Kendi kendimizi mahvetmeden, yer küremizde bütünleşmeyi başarabilirsek, evrensel nitelikli çok büyük bir adım atmış

      Yukarıda sözünü ettiğimiz bilgi birikimi, olduğu gibi ya da düzgün bir şekilde yükselen (kesiksiz) bir eğri halinde zamanımıza kadar gelebilmiş midir? H a y ı r !  Keşke bu sorumuza ‘Evet.’yanıtını verebilseydik. Çünki, klasik yazarların; eski (kadim) Mısır, Babil, Hindistan, Meksika, Yunan, Çin, ortaçağ ve çağdaş kökenli kaynaklarını incelediğimizde, görüyoruz ki; bilim ve sanat tarihi gelişiminde, ‘karanlık’ ve ‘aydınlık’ olarak nileyebileceğimiz dönemler yaşanmıştır. Bilimin ve sanatın ‘gündüzleri ve geceleri’ asırlık dönemler hâlinde birbirini izleyerek günümüze kadar gelmişlerdir. Bir örnek; “Dünyamız dört köşeli olup, İberya Yarımadası’ndan (İspanya) Hindistan’a, Afrika’dan Rusya’ya eğin uzanır. Bu dört köşe dünyanın dört duvarını yüce yüce dağlar oluşturmuştur ki, gök kubbe de bu dağların üstünde durur. Dünya aynı zamanda sandık şeklinde bir yapıdır ve bilinen tüm karalar ile denizler bu sandığın tabanında bulunur. Gök kubbe bu sandığın kapağı, dağlar ise sandığın dört bir yanıdır.” Altıncı yüzyılda (Y.Y.da) yaşamış bilim insanı ve kaşif Cosmas Indicopleustes’in ‘Hıristiyan Topoğrafyası’ adlı eserinde dünyamız böyle tanıtılmaktadır. Oysa, bu bilim insanından 1000 (bin) yıl önce bazı düşünürler dünyamızın şekli konusunda gerçeğe daha yakın bilgilere sahipti: Örneğin, Fisagor (MÖ.600) yeryüzünün küre şeklinde olduğunu

Yazımızın akışı içinde, daha ileride de değineceğimiz gibi; yukarıdakilere benzer örneklerin incelenmesinden de anlaşılacağı gibi (ayrıca, telefonun mucidi Alexander Graham Bell’in de belirttiği gibi) aslında, kadîm yol ve yötemler yeniden ortaya çıkarılmış, eski deneyler / deneyimler yinelenmiştir. Çünki, şu ya da bu nedenle henüz okullarımızda okutulmamasına karşın, eldeki belgeler göstermektedir ki; Fleming’den önce penisilin, Wright Kardeşler’den önce uçak, K.Kolomb’dan önce Amerika Kırası, Galile’den önce Jüpiter’in uyduları, Apollo uçuşlarından önce AY, Volta’dan önce pil bilinmekteydi... Yakın geçmişte SETI Projesi’yle araştırılması yapılan ‘dünya dışı yaşam’  konusu MÖ.500’lerde halledilmişti. Sümerliler evrende yalnız olmadığımızı biliyorlardı. Okullarımızda Kristof Kolomb tarafından ilk olarak keşfedildiğini okuttuğumuz Amerika Kıtası MÖ.500’lü yıllarda biliniyordu. Bu, bir bakıma, her ne nedenle olursa olsun, gerçeği ört-bas etmek(Kur’an’sal söylemiyle “küfr”) ve insanları yanıltmak, haber alma özgürlüğünü engellemek değil midir? Neyse; bu, işin ayrı bir yanı... Başka bir yazımızda konunun o yanına da değiniriz.

SETI, Arecibo Observatory
       Tüm bunlar bize gösteriyor ki, geçmişin karanlıklarından günümüze kadar olan (ya da öyle olması gerektiğini düşündüğümüz) bilgi akışı (şimdi, asıl konumuzla ilgili olmayan) birçok nedenlerle ( ki bunlara büyük kütüphanelerin yakılması da dâhildir) engellenmiş ve dünya insanı birçok gerçeği yeniden keşfetmek zorunda bırakılmıştır. Hatta bunu o kadar doğal bir şeymiş gibi yapmıştır ki, yüzyıllarca önce bilinen bir şeyin mucidi kendisi olduğunu söylemiş ve okullarda bu yolda öğretim
yapılmıştır.

      21.Y.Y.’a girdiğimiz şu zamanda da durum eskisinden farklı değildir. Yani çok eskilerin bildiği pek çok şey, hiç yokmuş gibi hâla gizlenmekte ya da ‘efsane / hayal’ yakıştırmalarıyla geçiştirilmeye çalışılmakta, yeniden bulunmaya ya da  yeniden kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Bize tarihin derinliklerinden göz kırpıp duran örnekleri birlikte gözden geçirmeyi sürdürüyoruz:

1- Venüs’ün değişimleri konusundaki ilk modern (?) gözlemler Galileo ile başlamıştır. Kendisi bu konuda şöyle yazmıştı: “Aşkın annesi olan Venüs, Ayın hareketlerini taklideder.” Galileo’dan çok çok önce yaşamış olan Babil’li gözlemci (astronom) rahipler de Venüs’e “AY’ın kızkardeşi” ya da “AY’ ın ulu kızı” diyorlardı. Venüs, parlaklık yönünden, Jüpiter’e daha çok benzer ve çıplak gözle bakılınca, ona ‘Jüpiterin kızkardeşi’ demek daha uygundur. Bu da bize, Babil’in râhip bilginlerinin Venüs’ün AY’a benzer değişimler gösterdiğini bildiklerini kanıtlamasa bile, düşündürmez mi? Babil bilgeleri Jüpiter’in teleskopsuz görülmeyen dört uydusunu kayıtlarına geçirmişlerdi. Prof.George Rawlinson bu konuda şöyle der: “Jüpiter’in dört uydusunu gördüklerinin kesin kanıtı var. Satürn’ün 7 uydusunu bildiklerine inanabiliriz.” (G.Rawlinson, Kadîm Doğu Dünyasının Beş Büyük Krallığı, Cilt-3)

2-Demokritus öğrencilerine uzayda dünyaların doğduklarını ve orada öldüklerini öğretirdi. Bu dünyalardan ancak bazılarının yaşamaya elverişli olduğunu söylerdi. MÖ.500-428 yılları arasında yaşayan Yunanlı düşünür Anaxagoras da, “Üzerlerinde yaşam barındırabilecek nitelikte başka dünyalar” konusunda yazılar yazardı.

3- Dünyanın belkide ilk hesap makinası Çinliler’in 2600 yıl önce yaptıkları ‘abakus’ tur. Hâla kullanılan abakus ile  inanılmaz hesaplar yapılabilmektedir. İskenderiye mühendisleri bundan 2000 yıl önce 100 çeşitten fazla otomat imal etmişlerdi. İkarus’un babası olan Daedalus’un kkendiliklerinden hareket eden ve tıpkı insana benzeyen makinalar yaptığı söylenir...Garcilaso de La Vega’nın anlattığına göre, Rimak Vadisi’ndeki İnka Heykeli konuşur ve sorulan soruları yanıtlarmış, günümüz
bilgisayarları gibi... Kadîm Roma Orduları Mısır’a girdiklerinde, Memnon’un MÖ.1500 yılında dikilmiş olan ve şarkı söyleyen heykelini görmüşlerdi. Doğan güneş heykelin başını  aydınlatır aydınlatmaz, heykelin içinden müzik nağmeleri yükseliyordu.

Abakus
4- Zamanımızdan asırlarca, hattâ binlerce yıl önce yaşamış olan insanların hâla akıl erdiremediğimiz ve gururumuza yediremediğimiz için kabule yanaşmadığımız aletler, desenler, gizemli taşlar ve garip yer işaretlerinden söz açılınca, piramitlere değinmeden geçilir mi? Kuşkusuz, burada; piramitlerin

yapılışlarından ve taşıdıkları gizemden uzun uzun söz edecek değiliz fakat aşağıda aktaracağımız iki konu, bu yapıları hala mezar anıt sananları biraz daha araştırmaya (hiç değilse susup, düşünmeye) yöneltecektir:

Kefren Piramidi Eylül 1967’de kozmik ışın cihazlarıyla,
Piramitler konusunda çalışmış başka bir bilim insanı  dedektör kontrolundan geçirilmişti.
Cihaz, her yönüyle, kusursuz çalışıyordu. Bu piramidin köşeleriyle yanları açıkça görülebiliyordu. Fakat 1967 ile 1969 yılları arasında bilim adamlarının aldıkları kayıtlar Kahire Üniversitesi’nde IBM-11-30 bilgisayarlarından geçirildiklerinde, şaşırtıcı bir durum ortaya çıkmıştı: Ses bantlarının günlük kayıtları birbirini hiç tutmuyordu. İncelemenin yöneticisi Prof.Emir Gohed, “Böyle birşey bilimsel yönden olanaksızdır. Burada fen ile alay eden bir gizem var. Piramitlerde bilmediğimiz bir güç, bizim bilime / bilgilerimize meydan okuyor...” Prof.Ghaneim de şöyle yazıyordu: ”...Sözgelimi, düşünün bir kez; piramitlerin içinde, taa derinlerde, dış dünyadan öylesine yalıtılmış boşluklar var ki, buralara taze hava ancak piramit kapatıldıktan 4000 yıl sonra bu boşlukları bulanlar tarafından getirilmiştir. Öte yandan, yan duvarlar, taban ve tavanlar rengârenk ve çok ince hiyeroglif ve frekslerle kaplıdır ve bu resimler hiç kuşkusuz içerde, piramidin inşası tamamlandığı zaman çizilmiştir. Peki ama, bu işin sanatkarları hangi ışıkta çalışmıştı? Böylesine incelik ve kusursuzlukta yapıtlar verebilmek için, en aşağı, güneş ışığı kadar güçlü ışık kaynağı gerekmektedir. Meşale ve lamba ışığı bu iş için yeterli değildir. Nitekim, bu sistemle aydınlatılmış tüm boşluklarda rastlanan duman ya da sis izine burada rastlayamadık.”

5- Bağdat kanalizasyonunu inşa etmekle görevli bir Alman mühendis yöresel müzenin ‘önemsiz öteberi...’ başlığı altında topladığı nesneler arasında ‘din eşyası’ olarak etiketlendirilmiş ve hala çalışabilir durumda elektrik pilleri bulmuştu. Bu araç gereç taa Sasaniler hanedanı (MS.226-630) zamanından kalmaydı.

Bu buluştan sonra yürütülen araştırmalarda, 2000 (iki bin) yıl öncesinden başlayarak, genellikle elektriğin ve özellikle galvanoplastini büyük bir kıskançlıkla koruyan bir tarikatın varlığını ortaya koydu. Yine de, “Bağdatlı eski elektrikçiler” yeni bir şey icat etmiş sayılmazlardı. Şehrin birkaç kilometre güneyinde, eski Babil’in merkezinde 3-4 bin yıl önce yapıldığı hesaplanan akümülatörler gün ışığına çıkartılmıştır.

      Örneklerin ayrıntılarına daha fazla giremiyoruz; hiç değilse, öteki örnekleri sorular şeklinde ortaya koyup bırakalım da, ilgilenen okurlarımıza ipucu ve ilgilerini ateşleyecek edecek birer kıvılcım olsun...:
• Mahabarata’da sözü edilen uçakları ve atom bombalarını kullananlar kimlerdi?
• Metallerin birbirine dönüşebileceğine inanan  kadîm bilge simyacıların bu inançları hangi bilgiden kaynaklanıyordu?
• Amerika, İzlanda ve Antarktika’nın keşfinden binlerce yıl önceki insanların bu yerleri oldukça ayrıntılı olarak bilmeleri nasıl açıklanır?
• Asırlarca önce kullanılmış olan  Maya takvimi bizimkinden üstün nasıl olabilir?
• Altimira’daki şahane kaya resimlerini yapanlar kimlerdi?
• Kadîm bilgelikte Mars’ın iki ayı olduğunu nereden ve nasıl biliniyordu?
• Kadîm Çin’den Hou Yih “AY’ ın çorak, ıssız ve cam gibi bir yer olduğunu nasıl bilebilirdi; hem de, bundan 4300 yıl önce?
• Sanskritçe yazılmış olan MANU Kitabı’nda evrim düşüncesini Darwin’den çağlar önce dile getirenler kimlerdi?
• Atlantis, Mu, Lemurya gibi şimdiki dünya haritasında bulunmayan kıtalarda / topraklarda yaşayanlar buralarda bugünkünden daha üstün uygarlıkları nasıl oluşturdular?
• Stonehenge (İngiltere) ve benzeri yapıtları inşa edenler taşların hangi özelliklerinden yararlanıyorlardı ve bu mühendislik bilgisi onlara nereden gelmişti?

 • Ya, İnkalar’a ne demeli? Bugünkü araştırmacıları hayrette bırakan yeraltı tünellerini, mumyalarını, yollarını, posta örgütleriyle toplum bilgilerini kimden öğrendiler?
Stonehenge, İngiltere
• Aztekler’in günümüze kadar ulaşan sulama kanalları, hangi bilgiyle ve hangi amaca hizmet için yapıldı?

• Nazca Çizgileri’ni oluşturanlar kimlerdi; onları hangi bilgiyle ve teoriyle açıklanacak?
Konuyla ilgilenen okurlarımız, literatürün (bize bu soruları sorduran) bilgi ve belgelerle dolu olduğunu bilirler. Görüldüğü gibi, uygarlığın kökleri zamanın, bizim sandığımızdan çok daha derinlerinde yatmaktadır. Tarihin bilmediğimiz (daha doğrusu, bizlerden gizlenen) kısmı, bildiklerimizden (okullarımızda öğretilenlerden) çok daha fazla... Ünlü bir İngiliz tarihçinin dediği gibi, “Asıl tarih, bilinmeyen tarihtir...” Dünya uygarlık tarihi belki de yeniden yazılacak ve o zaman anlaşılacaktır ki, tüm bu ve benzer soruların gerçek yanıtları iki temel bilginin ışığında aydınlanacaktır:

 Çok eskiden dünya gezegeni sakinleri büyük bir uygarlığın Altın Çağı’na ulaşmıştı. Bu uygarlığın şu ya da bu nedenle (ki bu konuyla ilgili bulgu ve belgeler de vardır) ortadan kalkması sonucu, bilgi mirası masal ve efsaneler hâlinde zamanımıza kadar geldi.

2- Çok eski çağlarda uzaydan gelen ileri bir kültürün elçileri (Nommo, Oannes, Thot, Orfe, Quetzalcoatl vb.) dünya beşerinin kendi bilimsel ve teknolojik düzeylerine yükseltmeye çalıştılar.

      O halde, dünyada hiçbir şey yeni değildir. “Yeni bilgi” diye bir şey yoktur. Her şey, şu ya da bu şekilde, şu ya da bu zamanda söylenmiş ve yazılmış olarak bir yerlerde durmaktadır. Ancak, dünya insanı gelişip değiştikçe, verilmiş olanı (zaten var olanı) fark eder  duruma gelmektedir ama egoistliği de bir yana bırakamadığımızdan, bulduklarımızı hemen kendimize mâl etmekten de kendimizi alamıyoruz...
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
• Ruh ve Kâinat Dergileri
• Zamansız Dünya, Peter Kolosimo
• Kayıp Uygarlıklar, Rupert Furneaux
• Tanrıların Tohumları, Andrew Thomas

11 Mart 2015 Çarşamba

UFO ARAŞTIRMALARI TARİHÇESİ

UFO ARAŞTIRMALARI TARİHÇESİ
HAZIRLAYAN: Selman GERÇEKSEVER
GİRİŞ:

Şimdiye kadar yayınlanmış olan UFO gözlemlerinin çoğu ABD’den çıkmışsa da, dış uzaydan ziyaretlerin yapıldığı tek ülke burası elbette ki değil. Tam tersine asıl gerçek odur ki, başka bazı ülkelerde UFO gözlemleri ABD’dekinden daha fazla yapılmış ama bunlar yayınlanmamıştır. Dünyanın tümündeki bu konuyla ilgili istatistikler ise tam değildir. ABD’den başka ülkeler bu haberleri hep ABD’den beklemişler ve kendi ülkelerindeki UFO gözlemlerine ve ilgili olaylara kayıtsız kalmışlar hatta (halkın haber alma özgürlüğünü de hiçe sayarak, be gerçeği ört-bas etmeye çalışmışlardır. Bu nedenle, dünyanın dört bir yanındaki UFO gözlemleriyle ilgili rakamlar tahmini olmaktadır.

І. ve II. Dünya Savaşları Öncesi:
On dokuzuncu yüzyıldan önceki UFO gözlem raporları gerçek olmayan bilgilerle doludur. Daha gerilere gittikçe, üzerinde çalışmaya değer data giderek azalır ve araştırmacı ya da okuyucu spekülasyonlara zorlanır. 19. Yüzyılın ilk yarısında, akademik niteliği olmayan kimseler tanımlanamayan ya da akıl erdiremedikleri tüm göksel olayları birer dinsel(mistik) deneyim olarak yorumlama eğilimi sergilemişlerdir.

 Bunlardan en çok bilineni Portekiz’de yaşanan Fatima Olayıdır(1917). Pek çok ciddi UFO araştırmacısının ortak kanısına göre Fatima Olayı aslında tipik bir UFO Vak’asıdır ama çok büyük ölçüde halk ve Kilise mensupları tarafından dinsel bir deneyim olarak yorumlanmıştır: Olayın merkez kahramanları üç kız çocuğudur ve gözlemlenen ışıklı olay da, onlara göre “Meryem Ana’nın Ortaya Çıkışı” dır. Bu olayda; “…güneş gibi ışıklı obje(“Virgin Mary”) sallanarak dünyaya(Portekiz semalarına) yaklaşmış, bir süre ileri geri hareketten sonra uzaklaşıp gitmiştir”. Bu olay , söz konusu çocuklara yönelik olarak gibi cereyan etmiştir ama tüm kasaba halkının
gözleri önünde cereyan etmiştir. 1917’nin Portekiz köylüleri, kadîm zamanların
İknaları’nın yaptığı gibi bu ışıklı cisme “Tanrı” damgasını vurup yerlere
kapanmadılar ama olaya “mucize” demekten de geri kalmadılar. Binlerce
gözlemcisi olan Fatima Olayı’nın tam olarak ne olduğunu; ne din tarihçileri, ne
Kilise, ne de UFO araştırıcıları net bir şekilde açıklayabilmiştir(olayın tamamı
hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.: PLANET Dergileri, Ruh ve Madde Yayınları.)
1900’lü yılların başlarındaki olaylarla ilgili tartışmaların(bir sonuca varmadan)
     Fatima ve kardeşleri
bu kadar sürüp gitmesinin nedeni; o zamanlarda bugünkü gibi ölçümlerin ve aletli gözlemlerin yapılmaması olarak gösterilebilir. Bu nedenle o olayları ele alan konunun araştırıcıları da çalışmasını, spekülasyonlara ve tahminlere dayandırmak zorunda kalıyordu. Çünkü ellerinde gerçeklere dayalı parametreler bulunmuyordu. Açıktır ki, bir konuda ölçümlere dayalı ne kadar çok gerçek varsa, o kadar az spekülasyon var demektir. Bunlardan dolayı 19. Yüzyıl sonları ve 20. Yüzyıl başlarındaki göklerdeki sıra dışı olaylar her yöne çekilmiştir.

Avrupa UFO gözlemlerinin ilk dalgasını, 1909 tarihli İngiltere gözlemleriyle başlatmak konunun araştırmacıları arasında görüş birliği vardır. Gözlendiği rapor edilmiş İngiliz objeleri, güçlü projektörleri olan; sert dönüşler yapan ve havada asılı gibi duran nesneler olarak betimlenmiştir. Bu arada, söz konusu objelerin yere inişleri ve onların içinden çıkan varlıklarla ilgili olarak raporların sayısı da az değildir. Bu raporlarda alıntılanlar ile1896-1897 Amerika’yla ilgili UFO gözlem dalgasının raporları arasında pek çok ortak nokta bulunmaktadır.

Avrupa UFO gözlemlerinin ikinci dalgası 1930’lu yıllara rastlar ki bunlar da İsveç’in kuzeyinde yoğunlaşmıştı. Kendilerini tanımlayacak hemen hemen hiçbir işarete sahip olmayan, sıra dışı hareketlerle karşılaşan İsveçli pilotları çıldırtan ve orasından burasından ışık huzmeleri çıkan bu UFO’lardan hemen hiç birinin yere indiği rapor edilmemiştir.

II. Dünya Savaşında:
İkinci Dünya Savaşı sırasında UFO gözlemleri yoğunluklarını Pasifik ve Atlantik’teki savaş alanlarında yoğunlaştığını görüyoruz. Bu savaşlar sırasında gözlemlenen UFO’lara “foo fighters” gibi bir ad uydurulmuş ve böyle anılmıştır. O zamanların medyasında çıkan haberlere göre, savaş pilotlarının korkulu rüyalarını oluşturuyordu bu “foo fighters” … Bunlar; alev alev yanan, bazen savaş uçaklarının önünden giden, bazen onları arkadan izleyen, hatta zaman zaman çevrelerinde dairesel hareketler yaparak uçan, pilotlara göre “tanımlanamaz” nesnelerdi. Fatima Olayında olduğu gibi, bu nesnelere mistik bir yorum uydurarak “Aziz Elmos’un Ateşi” adını takanlarda olmuştu. O yıllarda “foo fighters”  takma adıyla anılmış olan bu UFO’ların en ürkütücü hareketlerinden biri de; havadaki bir savaş uçağının çok ilerisinde birden ortaya çıkıvermeleri, ürkütücü bir hızla uçağın üzerine doğru gelmeleri ve tam uçağın önünde âniden 90 derecelik bir manevra ile yön değiştirmeleri oluyordu. Savaş pilotları bunlarla ilk karşılaştıkları zaman, doğal olarak(ve içinde bulundukları savaş psikolojisinin de etkisiyle) onları Almanlar’ın ya da Japonlar’ın gizli silahları/uçakları sanmış ama bu “foo fighter” ların düşmanca bir hareketlerine tanık olmamışlar ve bu değerlendirmelerinde yanıldıklarını

Foo fighters (foo savaşçıları...)
 anlamışlardı. Bununla birlikte, “falanca milletin câsus / düşman uçakları ya da gizli silahı” yakıştırması; konunun câhilleri tarafından ve bile bile bu gerçeği örtbas etmek isteyen çevrelerce kullanılmıştır. Aslında bunlar dünya malı nesneler değildi. Gerçekleri kabullenmekte zorlanan ve yeniliklere(yeni düşüncelere) kapalı olan zihinler böyle ve benzeri yakıştırmalarla rahatlıyordu. Savaştan sonraki yıllarda da UFO’lar için kullanılan bu yakıştırma, “Amerikalıların gizli silahı” ya da “gizli gözlem aracı” şeklinde sürdürülmüştür. Bunlar kuşkusuz artık modası / zamanı geçmiş yakıştırma ve uydurma s Gerçekleri bilerek/bilmeyerek ört-bas etmekte kullanılan bu yakıştırmalar; haber alma özgürlüğünü zedelemek/engellemek bakımından olduğu kadar, birçok insanın ve özellikle de çocukların yanıltılması/kandırılması bakımından önemlidir. Bu adaletsizliği, kendilerine; konuyla ilgili devlet politikası olarak benimsemiş hükümetlerin sayısı, ne yazık ki az değildir. Bunun ekonomik, politik ve askeri boyutlarla ilgili nedenleri de 1 no’lu dipnotumuzdaki kaynaklarda bulunabilir.

Temsili resimdir
 Tekrar konumuza dönerek, dünyanın o savaşlarla çalkalanan yıllarına(örneğin 1946’ya) baktığımız zaman, İsviçre’de de bir UFO gözlemleri yoğunlaşması olduğunu görüyoruz: Gözlenen objeler çoğunlukla dünya malı roketleri andırıyor. Binlerce görgü tanığı bu nesneleri İsviçre semalarında izlemişti. Roket şeklindeki bu UFO’ların yatay uçuşları yaygındı ve bunlardan hiç biri de yere çakılmış ya da parçalanmış olarak bulunmadı. Amerika, General Doolittle’ı araştırmalara yardım etsin diye bu ülkeye gönderdi. Çünkü Amerikalılar bu UFO’ları Rusların “gizli silahı” sanıyordu. İsviçre hükümeti, olayları(ört-bas etme gayreti içinde) açıklayamayınca, doğal fenomenlerin yanlış algılanması/anlaşılması ya da kütle halüsinasyonu olarak açıklamaya çalıştı. Çünkü “hayalet roketler” olarak isim takılan bu objelerden hiç biri yere düşmüş ya da patlamış olarak bulunamadı. İsviçre Hükümeti adına çalışan bilim insanları da, gerçek bilimsel zihniyetin gereği olan, doğruyu söylemek ve olayların üzerine gitmek yerine, hükümetin ört-bas politikası yönünde bir raporla gerçeğin üzerini örtme, dolayısıyla insanların doğru habere ulaşma özgürlüklerini zedeleme talihsizliğini sergilemiş oldular. Bu aynı zamanda Amerikan Hükümetinin dünya dışı zeki hayat politikasının parelelinde bir tutumdu. Beklide General Doolittle’ın asıl misyonu, İsviçre Hükümeti’ne böyle(gerçekleri saptırıcı) bir karar aldırtmaktı.


  Aime Michel (1919-1992)
 1947’de UFO gözlemleri dalgasının Amerikan versiyonu dünya sahnesine çıktı. ABD’deki bu gözlemlerle birlikte UFO gizemi dünya gündemine iyice yerleşmiş oldu. Yukarıdan beri vermeye çalıştığımız tarihçeden de anlaşılacağı gibi, UFO gözlemleri dalgalar hâlinde olmuştur. Amerika’dan sonraki UFO gözlemleri yoğunluğu 1954’te Fransa’da yaşandı. Fransa’daki gözlemler dalgasında, tanımlanamayan uçan objeler sâdece havada değil, yere konmuş/inmiş olarak da saptandı. Hatta bunların bir kısmında UFO’nun yanı sıra dış uzaydan gelmiş varlıklar da vardı. 1954 UFO gözlemleri dalgasını en ciddi araştıranlardan biri Ünlü ufolog Aime Michel’dir. A. Michel, UFO araştırmalarını topladığı kitapları olan “The Truth About Flying Saucers” ve
 “Straight Line Mystery”Ufoloji literatüründe seçkin yerini hala korumaktadır.

Dünyanın kendi doğal yapısından kaynaklanan, “dünyanın doğal elektrik ağı şebekesi” nin mevcudiyeti ve UFO’ların pek çoğunun, bu ağı oluşturan hatlar boyunca görülmesi gerçeğinin keşfi, A. Michel’in çalışmalarının dünya bilimine kazandırılmış bir yan üründür. Ünlü araştırmacı bu teorisine “orthotony” adını vermişti. Bu teori daha sonra
Colorado Üniversitesi’nden Davis Saunders tarafından geliştirilmiştir. Bu çalışmadan sonra, Orthotony Teorisi daha da önem kazanmıştır. Bu çalışmalar ve dünyanın çeşitli noktalarında müstakil UFO gözlemleri sürüp giderken, Fransız halkı ikinci bir UFO gözlemleri dalgasını 1973 ve 1974 yıllarında deneyimledi.

UFO’lar Latin Amerika’da:
Latin Amerika için, “UFO gözlemlerinin uluslar arası lideridir.” denebilir. Bu kıtadaki Brezilya, belki de yüzölçümünün büyüklüğü bakımından olacak ki,(Güney Amerika’daki) gözlemlerin çoğu Brezilya kayıtlıdır. Bu konuda (gözlem sayısı olarak) Arjantin ikinci sırada; Chile, Peru, Venezuela ve Uruguay sırayla daha sonrakilerdir. Herhalde gözlem bolluğundan dolayıdır ki, bu ulusların halklarının büyük çoğunluğu, dünya dışı zeki hayatın varlığını ve bu zeki hayatın temsilcilerinin gezegenimizi ziyaretlerini, tutuculuktan uzak çok doğal olarak karşılar. Tüm bu olup bitenlere, halkın(gerçeği yansıtan) bu samimi kanaatine ve bağımsız bilim insanlarının bulgularına rağmen, siyasi baskı altındaki resmi bilimin hâla UFO’ların varlığını rahatlıkla açıklayamamış olması, elbette ki dünya beşeriyeti(ve çocuklarımız) adına büyük talihsizlik. Bununla birlikte, günümüz uygar yönetimine yaraşır bir şekilde güzel bir medeni cesaret örneği göstererek UFO gerçeğini resmi ağızdan açıklayan hükümetler yok değil; örneğin, Meksika, Fransa ve en son olarak da Yeni Zelanda bunların başında gelmektedir(*).

Brezilya’daki UFO gözlemlerinin belirgin niteliği; yakın karşılaşmaların(2) bolluğu ve gözlemlerle ilgili fiziksel anıtların çokluğudur. Brezilya kaynaklı UFO gözlemleriyle ilgili tüm gerçekler ortaya çıkmadan ve bunlar değerlendirilmeden raporları yazılmamıştır. Brezilya’da bu konunun tanınmış kuruluşlarından “Aerial Phenomenon Research Organization” bu alana çok değerli katkılarda bulunmuştur. Bu organizasyonun önde gelen isimlerinden Irene Granchi dünyaca ünlü bir Bayan UFOlogdur.

Brezilya’yla ilgili iyi incelenmiş ve doğruluğu kanıtlanmış vakalardan biri 22 Mayıs 1973 tarihli ve Onilson Papero’yla ilgilidir. O. Papero 41 yaşında, evli ve iki kız çocuk babası bir Brezilyalıdır. Olay kahramanı o gece sabah üç sularında Catanduva’daki evine dönüyordu. Saatte 55 mil hızla giden arabanın radyosu açıktı, dışarıda da yağmur vardı. Yol üzerinde bir tepenin yamacına geldiği zaman, arabanın radyosunun sesi azalmaya başladı; Onilson, volümü yükseltip, açma kapama(on/off) butonuna birkaç kez dokunduysa da, radyonun sesi giderek duyulmaz olmuştu. Bu arada arabanın motoru da tutukluk yapmaya(“kerkmeye”) başladı. Bunun üzerine sürücümüz, arabası daha fazla güç alsın diye vites küçülttü. Aslında yamaç çok dik değildi ve vites düşürmeye gerekte yoktu ama arabası kerkiyordu.

                  Temsili resimdir...
 Kahramanımız vitesi düşürmek için dikkatini içeri verdiği zaman, yaklaşık 20 cm. çapında daire şeklinde mavi ışıklı saydam bir cismin arabanın içinde ve göstergelerin bulunduğu ön kısımda yavaşça hareket ettiğini gördü. Onilson, ön panelin üzerinde duran mavi ışığa baktığı zaman, onun içinden doğru arabanın motoruna kadar her şeyi görebildiğini hayretle fark etti. Onilson, şaşkınlık içinde; deneyimlediği şeyin ay ışığıyla oluşan bir illüzyonel yanılgı olduğunu birden düşündü ama o gece gökyüzünde ay yoktu, ayrıca hava kapalı ve yağmurluydu. Kahramanımız iyice şaşırmış, hatta paniklemiş durumdaydı: önce radyosu kendi kendine susmuş, sonra arabası kerkmiş, şimdi de arabanın içinde hem de burnunun dibinde dolaşan tabak gibi masmavi bir ışık…

Bu arada yavaş yavaş ama temkinli bir şekilde Onilson rampayı tırmanırken, tepeden, doğru kendi üzerine tutulmuş parlak mavi bir ışık huzmesinin farkına varır. Bu ışık huzmesinin kaynağı parlaklığını artırarak kendisine yaklaşıyordu. Onilson bir an, bunun tepeden aşağı doğru inen bir kamyon olabileceğini düşünür, arabasını yolun iyice kenarına alır ve selektör yapar ama parlak ışık, hızından bir şey yitirmeden yaklaşmasını sürdürmektedir. Kahramanımız çarpışmanın kaçınılmaz olduğunu anlayınca, başını ellerinin arasına alır ve direksiyona doğru eğilir. Bir iki dakika sonra kamyonun geçmesi gerektiğini ama geçmediğini anlayınca başını kaldırır. Parlak nesne 50 feet(yaklaşık 15 m.) kadar ileride ve 30-35 feet(yaklaşık 10 m.)kadar havada asılı durmaktadır. “Yere konmak üzere olan bir helikopter olmalı.” Diye düşündü Onilson ama objeden gürültü gelmiyordu. Bu arada arabanın içinin oldukça sıcak ve havasız olduğunu hissetti. Kapıyı açtı, soluklanmak için dışarı çıktı ama dışarısı da (yağmura rağmen) içeriden farksızdı, sıcak ve havasız…

Nesne oradaydı ve durduğu yerde vınlama sesi çıkarıyordu. Onilson dikkatli baktığı zaman o parlak ışık kaynağını yüz yüze kapatılmış iki tabak gibi bir şey olduğunu anlamakta gecikmedi: 25 feet(yaklaşık 7 m.) kadar kalınlık, 30 feet(8-9 m.) kadar da genişlik… Bu ışıklı cisimden dolayı ortalık epeyce aydınlıktı. Ortamda sıcaklık ve havasızlık sürüyordu. Onilson cisme daha dikkatli baktığı zaman, onun çevresinde dönmekte olan şeffaf bir perde fark etti. Bu şeffaf perde hareketliydi, sağdan sola bir turunu tamamladığı zaman, ortamdaki sıcaklık ve havasızlık son buldu. Bundan sonra objenin altından tüp şeklinde bir uzantı belirdi ve yere kadar uzandı.

 O anda kahramanımız ilk olarak kaçırılma korkusuyla irkildi, panikledi ve yakındaki ağaçlığa doğru koşmaya başladı. Bir “şey” tarafından sırtından çekildiğini hissettiği zaman 300 m. Kadar koşmuş bulunuyordu. Sanki sırtından bir lastiğe bağlanmış olarak geri çekiliyordu. Bundan kurtulmaya çalıştı. Ama arkasında, kendisini çeken bir şey de yoktu. Birden durup/dönüp arabasına baktı. 8-10 cm. kalınlığındaki tüp şeklindeki ışık UFO’nun altından süzülüp duruyordu. Bu ışık huzmesinin  Onilson’un arabasına isabet ettiği noktada araba şeffaftı ve kaputun altındaki motor bile görünüyordu, arabanın içindeki koltuklar ve öteki şeylerde… Kahramanımızın aklı iyice karışmıştı. Bir ara arabanıneriyip akacağını bile aklından geçirmeden  edemedi çünkü henüz arabanın taksitlerini ödeyememişti bile… Zavallı Onilson’un
zihni bu kadar sıra dışılığı kaldıramadı ve bayıldı.
Temsili resimdir


Kronolojik Özet:
1944: Saldırgan olmayan ve “Foo-fighters” takma adıyla literatüre geçmiş olan UFOların, savaş uçaklarının yakın çevresinde(ağırlıklı olarak da Avrupa ve Pasifik üzerinde) yaygın olarak gözlemlenmesi.

1946: “Ghost rockets” takma adıyla Ufoloji literatürüne geçmiş olan UFO’ların İsveç ve komşu ülkelerde bolca gözlemlenmesi.

1947: Belli formasyonlardaki guruplar halinde disk şeklindeki UFOlar Amerikalı gözlemci(iş adamı ve pilot) Kenneth ARNOLD tarafından telaffuz edilen “Flying saucers” takma adıyla Ufoloji
literatürüne geçmiştir. K. ARNOLD’un Cascade Dağları üzerinden uçarken
(Washington Eyaleti) yaptığı bu gözlem, yerde bulunan gözlemciler tarafından da kaydedilmiştir. Bu konuda ABD gazetelerinde 1500’den fazla bireysel gözlem haberi yayınlanmıştı. 1947 yılıyla ilgili başka bir haber New Mexico, Roswell
yakınlarında yere çakılan disk şeklinde bir UFO ile ilgilidir. Aynı yıl disk şeklindeki UFO’lar ABD Hava Kuvvetleri raporları da dahil, birçok resmi gözlem merkezi tarafından saptanmıştır.

1948: Bu yılın en önemli UFO olayı ABD Hava Kuv. “Pilot Yüzbaşı MANTEL” olayı
olarak literatüre geçmiştir. Olay Kentucky(ABD) semalarında gerçekleşti. Yzb.
MANTEL, görüş alanındaki(ve yerdeki radar ile de saptanmış bulunan) UFO ile kısa
süreli it dalaşından sonra, UFO’ya inatla yaklaşmak isteyince, olay MANTEL’in
uçağının havada infilak etmesiyle sonuçlanmıştı. 1948 yılı UFOlarla ilgili başka
önemli bir olay da ABD Hava Kuvvetleri’nde “Project Sign” adıyla resmi bir
Yzb. Thomas MANTEL
araştırmanın başlatılmasıdır. UFO’larla ilgili olayları açıklamak amacıyla başlatıldığı söylenmişse de, çok geçmeden “Project Sign” ın, ABD Hükümeti’nin UFO olaylarını(yani “Evrende Zeki Hayat” gerçeğini) ört-bas etme denemelerinden biri olduğu anlaşılmıştır. Düzmece Project Sign raporunda “incelenen UFO gözlemlerinde/
 vak’alarında yeterince fiziksel kanıt bulunmaması…” gibi resmi bir yalan ile de
ABD ve dünya halkı kandırılmak istenmiştir.

1949: “Project Sign” a rağmen UFO gözlemleri bir azalmaya uğramadan sürmüştür. ABD Hükümeti, bu ört-bas ve yalanlama projesiyle amacına ulaşamayınca, “Project Grudge” adıyla başka bir
projeyi devreye sokar. ABD Hükümeti’nin apaçık gerçeklere(“plain truth”) karşı
ciddiyetten uzak ve haber alma özgürlüğünü zedeleyici bu tutumuna karşı ilk ses
getirici tepkinin Donald KEYHOE’nun söz konusu araştırma(ve belgelere dayalı)
yazısında, dış uzay kökenli bu nesnelerin sadece gerçek olduğunu değil, ABD
Hükümeti’nin sistemli bir şekilde, elinde bulunan fiziksel kanıt ve belgeleri
Donald KEYHOE
gizlediğini yazıyordu.

1950: UFO’larla ilgili ilk kitapların yayınlanmaya başlaması. Belgesel nitelikli bu kitaplardan ilki yine D. KEYHOE’a aittir.

1952: “Project Blue Book” un yayınlanışı. ABD Hükümeti her şeye rağmen gerçekleri ört-bas etkinliğini sürdürmeye çalışıyordu. ABD resmi çevrelerinin, UFO gerçeğine karşı söz konusu bağnaz tutumu; bu tutumu kınayıcı yazıların yanı sıra, ciddi derneklerin kurulmasına da vesile oldu. Bunların en önemlilerinden biri APRO’dur(Aerial Phenomena Research Organization- Hava Olaylarını Araştırma Organizasyonu). APRO, uzun yıllar; UFOlarla ilgili gerçeklerin halka yansıtılması konusunda uğraş vermiş değerli bir sivil toplum kuruluşudur. Bu arada 1952 yılında(Washington DC’de ve o yörede) belirgin bir “UFO olayları dalgası” kayıtlara(radar ve görsel olarak) geçmiştir.

1953: Sponsorluğunu CIA’nın yaptığı Robertson Paneli’ni bu yılda sahnede görüyoruz. ABD Hükümeti, gerçekleri saptırma gayreti içinde; UFO’larla ilgili haberlerin / gözlemlerin yanılgıdan / yanılsamadan başka bir şey olmadığını kaydederek, halkın haber alma özgürlüğünü bir kez daha resmen engellemeyi denemiştir.

Adı geçen panelle ilgili olarak öne çıkan isimlerden biri Donald MENZEL olmuştur.
Bu astronom(Harvard) sanki panelin sözcülüğünü yapıyordu. Resmi ağızların gerçekleri yalanlama gayretlerine karşın, UFO gerçeği de bir türlü ört-bas edilemiyordu(Evrensel Yin-Yang çekişmesinin
tipik örneği ya da UFO versiyonu…). UFO gerçeğinin önde
gelen “temasçıları” ndan George ADAMSKI’nin UFO
 sahnesine çıkışını bu yılda(1953) görüyoruz.
Donald MENZEL
                                                 
                 

               
   
  1955: ABD Hava Kuvvetlerine ait Project Blue Book’un bir Raporunun yayınlanması.

1956: Ufolojiyle ilgili sivil toplum örgütlerinden NICAP’ın sahne alışı (Hava Olayları Ulusal Komitesi- Washington).

     George ADAMSKI
1957: Yeni bir “UFO gözlemleri dalgası” nın ülkenin dört bir yanında deneyimlenmesi. Bu olaylar/gözlemler dizisinin belirgin özelliği, elektrik kesintileridir. Özellikle Levelland-
Texas bölgesindeki gözlemlerde evlerde ve arabalarda elektrik kesintileri kaydedilmiştir. Resmi kaynaklar söz konusu kesintileri “elektrikli fırtına” yalanıyla geçiştirmeye çalışmışsa da, başarılı olunamamıştır. Çünkü pek çok olayda “yaprak bile oynamayacak kadar hava sakindi…”.

1964: Bu yıla damgasını vuran UFO vak’ası “Socorro” olarak Ufoloji literatüründe unutulmaz yerini almıştır. New Mexico,Socorro’da bir polis memurunun(UFO gözlem sınıflandırmasına göre) üçüncü türden yakın karşılaşmasıydı bu olay. Project Blue Book’un gerçekliğini inkar edip yalanlayamadığı bu olay en bilimsel şekilde NICAP tarafından değerlendirilmiş ve konuyla ilgilenenlerin dikkatine sunulmuştur. Bundan ayrı olarak NICAP, “The UFO Evidence” başlığı altında yaptığı yayında 750 UFO olayının bilimsel analizini halka sunmuştur.

1966: Michigan, Dexter’de yere konmuş UFO gözlemine Project Blue Book’un “bataklık gazı” tanısı koyması olayın gözlemcilerinin ve konuya yabancı olmayanların tepkisine neden olmuş ve adı geçen sözde bilimsel(! ?) kuruluş halk tarafından alay edilmek talihsizliğinden kurtulamamıştır. Bu kuruluşun, güvenilirliğini iyice yitirmesinden sonra, konunun incelenmesinin bir devlet üniversitesine (University of Colorado) verilmesine karar verilmişti. Üniversitenin işi ele almasıyla “UFO yakıştırmaları listesi”ne bir yeni alt başlık eklenmiş oldu: “Ball lightning”(Phillip Klass, Aviation Week Magazine). Condon Raporuna göre UFO’lar “yıldırım topları”ndan başka bir şey değildi(! ?).

1967: Amerikan Havacılık ve Astronot Enstitüsünde UFO araştırmalarıyla ilgili bir alt komitenin oluşumu bu yıla rastlar. Wesleyan Üniversitesi’nde bir UFO kursu açılır. Devlete bağlı olmayan bir UFO Araştırma Grubu’nun kuruluşu ilk olarak bir Sovyet TV kanalından duyurulur.

 1968: Bilim ve Astronot Komitesi’nin bir günlük UFO sempozyumu bu yıla rastlar.  Project Blue Book’un halktan gizlediği çok net UFO olay ve gözlemlerinin NICAP tarafından su yüzüne çıkarılıp yayınlanması da 1968’e rastlar.

1969: Project Blue Book artık geçerliliğini tamamen yitirmiş bir durumda resmen
kapatılır. Colorado Üniversitesi’nin kendine göre UFO incelemeleri sürmektedir.
Amerika Bilim İlerletme Derneği bu yılda yaptığı yıllık uluslar arası toplantı gündemine UFO konusunu da katar. Adı geçen derneğin bu tavrına Donald MENZEL’in karşı çıkışı  dikkatlerden kaçmamış ve çok tepki toplamıştır. Bu yılın, UFO konusunun tutuculuktan  ve riyakârlıktan uzak, olumlu yönde aydınlatılması bakımından belki de en önemli olayı, Mutual UFO Network(MUFON)’un Walter ANDRUS tarafından kurulması.

1973: Bazı dünyalıların dış uzaydan gelenler tarafından götürülmesi konusu ilk olarak bu yılda Ufoloji literatürüne girmiş denebilir. Missisippi, Pascagoula’da iki balıkçının söz konusu götürülme(abduction)ve tekrar getirilme olaylarının ilki sayılabilir. Hepsinden önemlisi,UFO Etütleri Merkezi Prof. Dr. Allen HYNEK tarafından bu yılda   kurulmuştu. Astrofizik profesörü olan A. HYNEK daha önceki yıllarda ABD Hava Kuvvetleri bilim danışmanlarındandı.
                                 
1975: Project Blue Book’un bir kısım dökümanı National Archives Kurumu aracılığıyla yayımlandı.

1978: Roswell(1947) Olayı’nın görgü tanığı ile bir röportaj yapıldı ve yayınlandı.

 1979: UFO’lar konusunda daha derinlemesine ve dürüstçe araştırmalar yapılması yönünde bir fon oluşturuldu(Richard HALL, Tom DEULEY, Bruce MACCABEE).

1983: Yukarıda kurulduğunu belirttiğimiz fon(Fund for UFO Research) tarafından desteklenen klinik psikologlar görülme(“abduction”) olaylarından sekiz tanesini derinlemesine etüt ettiler ve götürülen dünyalıların herhangi bir zihinsel rahatsızlıklarının bulunmadığı(dolayısıyla anlattıklarının/deneyimlediklerinin) doğruluğu
Pascagoula olayı tanıkları
ve otantikliği konusunda rapor düzenlediler.

1987: Ufoloji konusunda en çok satan ve çok ses getiren iki araştırmanın bu yılda yayınlandığını görüyoruz: COMMUNION, Whitley Streiber ve INTRUDERS, Budd Hopkins. Bu iki eser sayesinde, götürülme(“abduction”) ve tekrar getirilme olaylarına yönelik ilgi sanki alevlenivermişti.

1991: Bu yılda yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre 4.000.000 kadar Amerikalı yaşamlarının bir döneminde götürülüp(“abduction”) tekrar getirilme vaka’sının süjesi durumunda olduğu anlaşılmıştır.

1992: Massachusets Teknoloji Enstitüsü’nde dört günlük uluslar arası konferansta; götürülüp(“abduction”) ve tekrar getirilme olayları, adı geçen üniversitenin psikoloji bölümü uzmanlarınca masaya yatırılmıştı.

1993: Ufoloji konusunda dev kuruluşların bir tür koalisyonu bu yıla rastlar. Konunun önde gelen kuruluşları şunlardır: MUFON, CUFOS ve Fund for UFO Research.

1995: ABD Hava Kuvvetleri’nin Roswell konusundaki itirafı bu yılda gerçekleşir. ABD Hava Kuvvetleri yetkilileri Roswell’in bir hava balonu(meteoroloji balonu) olmadığının itirafında bulunur, 50 yıla yakın bir yalanlamadan ve kandırmacadan sonra… Daha sonraki yılların en önemli denebilecek gelişmesi, Rockefeller’in sponsorluğunda yapılan bilimsel bir toplantıda UFOlar konusunun incelenmeye değer bir konu olduğunun yayınlanması olmuştur.
…---ooo0ooo---…


Dipnotlar:

Bu konuda öteki uydurmaları ve yakıştırmaları merak eden okurlarımız şu kaynaklara da başvurabilirler: EVRENDE ZEKİ HAYAT, Ruh ve Madde Yayınları, YILDIZLARDAN GELEN TANRILAR, Sınır Ötesi Yayınları.

UFOlojide “yakın karşılaşmalar” üç kategoride incelenir: 1- Gece/gündüz görülen ışıklı noktalar, 2- Fiziksel / kimyasal kanıtlar, 3- Yakın karşılaşmalar.(Sınıflama, astrofizikçi UFOlog Prof. Dr. Allen HYNEK’e âittir.)

Barney/ Betty Hill vak’asının ayrıntılı incelenmesi konusunda dipnot 1’deki kaynaklara başvurulabilir.

Eski Sovyetlerdeki durumla ilgili ayrıntılar için bkz.  PLANET Dergisi- Ruh ve Madde Yayınları, * X Dergisi- Sirius UFO Derneği.




Bu konuda öteki uydurmaları ve yakıştırmaları merak eden okurlarımız şu kaynaklara da başvurabilirler: EVRENDE ZEKİ HAYAT, Ruh ve Madde Yayınları, YILDIZLARDAN GELEN TANRILAR, Sınır Ötesi Yayınları.

UFO’lojide “yakın karşılaşmalar” üç kategoride incelenir: 1- Gece/gündüz uzaktan izlenen UFO, 2- Radar ve gözle izlenen UFO, 3- Yakın karşılaşmalar (kendi içinde ayrıca 3 tipe ayrılır). – Prof.Dr.Allen HYNEK, astronom ve ufolog

(*)  Ayrıntılı bilgi için bkz. www.hurriyet.com.tr  (22.12.2010)

24 Şubat 2015 Salı

P A R A P S İ K O L O J İ



P A R A P S İ K O L O J İ
HAZIRLAYAN: Selman GERÇEKSEVER

Giriş ve Parapsikolojinin Kadîm Geçmişi

Geçmişi 1800’lü yılların ortalarına kadar inen Metapsişik araştırmaların; laboratuar koşullarında parapsikolojik bir disiplin olarak incelenmesi aşamasına gelinceye kadar, elde edilen sonuçlar, ileri sürülen iddialar ve varsayımlar çok az değişti. Gerek sujenin psişesine bağlı, gerekse sujeden bağımsız biz psişenin yönetiminde olan beden dışı olguların (PSI phenomena) nitelikleri, ortaya çıkış biçimleri hep aynı değişmez bir görünüm taşımıştır. Duyular dışı algılama  (DDA) psişik varlığın beden dışı deneyimlerinin ancak bir kısmını içerir. Beden dışı psişik eylemler; telepati, psikokinezi / telekinezi, prekognisyon, durugörü, otomatik yazı ve otomatik resim gibi sınırlı olguları kapsamaz. Bunun böyle olduğu 1800’lü yılların metapsiçik araştırmalarından beri biliniyordu. Fakat genel bir kanaatin oluşmasına, mevcut inanç ve bilim temsilcilerinin zaman içinde gerçeklere uyum sağlamalarına izin verecek şekilde parapsikoloji ismi altında gelişen; ister geri düzeyli, ister üstün düzeyli olsun, psişik araştırmalar meyvelerini, aynen kadîm zamanlardaki gibi tekrar vermiştir.

Charles RICHET’in ünlü “Metapsişik Trete”sinde sıralayıp düzenlediği vak’a örneklerinin dışında yeni hiçbir psişik olgu bulunmamış, doyurucu bir açıklama da önerilmemiştir. Tüm çalışmalar maddeci psikolojinin gözetiminde ve dar bir DDA kadrosu içinde yıllarca sürdürüldükten sonra 1968 Uluslararası Moskova Parapsikoloji Kongresi’nde bu dar disiplinin çerçevesi biraz esnemiş ve genişleyebilmiştir. Bundan sonra (1975’ten itibaren de Deneysel Ruhçuluk olan Spiritizm’den yararlanarak; “ölüm anı”, “ölüm sonrası olguları” ve “geçmiş yaşamlar” gibi konular ileri parapsikolojinin konuları içine girmiştir.

Kısaca insanın gerçek doğasını incelemek ve her yönüyle değerlendirmek zorunluluğu maddeci (dolayısıyla tutucu) bakış açısının giderek daha çok zorlamaktadır. 80’li yıllardan itibaren “Yeni Çağ” (New Age) anlayışı, insan varlığının çok boyutlu yapısını incelemek; insanı sadece psiko sosyal kültürel bir varlık olarak değil, “psiko kozmik bir varlık” olarak ele almanın zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Yakın gelecekte ve kaçınılmaz olarak; ruhçuluğun metapsişiğe, metapsişiğin parapsikolojiye, parapsikolojinin de tekrar (temelde olan) Ruhçuluğa (insanın gerçek doğasının bilimine) dönmesini hepimiz göreceğiz. Bütün mesele, insanoğlunun nereden gelip nereye gittiğini anlatmak, gerçekten kim / ne olduğunu ve var oluşunun amacını anlatmaktır. Kendini bilme çalışmaları ve idraklenme cehti çok yönlüdür ve metasişik, bu yönlerden biridir; tıpkı, bilimcilerin el yordamı ile (duyular ve âletlerle) doğayı ve insanı araştırmalarının bu yönlerden birisi olduğu gibi…

Parapsikolojinin konusu olan DDA ve ilgili olaylar tarihin karanlıkları içinde yok olup gider ama, insana tek yönlü yaklaşımın kısırlığı özellikle 1800’lü yıllar içinde anlaşılmış; Fizik, kimya, biyolojinin ortaya koyabildiğinden / açıklayabildiğinden başka olguları da bulunduğu görülmüştür. Adı konmamış olsa ya da değişik adlarla söylenmiş olsa bile Parapsikolojik araştırma kapsamına giren çeşitli toplumların kültürlerinde (dünyanın dört bir yanında) çeşitli inisiyatik topluluklarda, hatta değişik dinlerin izleyicilerinde hep görülmüştür. Örneğin, Din Psikolojisi’nde bunlar; mistik deneyim, aşkın deneyimler, parapsişik olaylar, mistik şuur, mistik hezeyan, ruhsal haller, vecd igbi değişik adlarla ele alınır(1). Şamanizm, Budizm ve Sufizm bunun örnekleri ile doludur. Günümüzde araştırmacı Parapsikolog Prof. Dr. S.Kripper çok değişik toplumlarda bu tür araştırmalarıyla tanınmış bir bilim insanıdır(2).
Parapsikolojinin kapsamına giren PSI olgusunun böylesine kadim bir geçmişi olmasına karşın, günümüz modern Parapsikolojisini Joseph RHINE ile başlatmak ve bu değerli araştırmacıyı “Parapsikolojinin babası” olarak bilmek âdet olmuştur. Prof. RHINE 1930’dan itibaren PSI olgusunu, olabildiğince laboratuar koşullarında incelemeye koyulmuştur. (Duke Üniversitesi, North Carolina, ABD). Bizim DDA dediğimiz ESP (Extra Sensory Perception) sözcüğünü ilk öneren de odur.



Prof. RHINE o yıllardaki psikolojisinin yetersizliğini ve insana yaklaşımının kısırlılığını görerek bu bilim dalının sınırlarının ötesinde de bir şeylerin olduğunu ifade etmek ve o zamanın tutucu zihniyetinin bağnazca tepkilerine rağmen o maddeci ortamda ilk parapsikolojik araştırmalarına başlamak cesaretini göstermiştir. Prof. RHINE bu çalışmalarını, emekli olana kadar Duke Üniversitesi’nde sürdürmüş; emekli olduktan sonra, İnsan Doğasını Araştırma Vakfı FRNM’i kurarak, çalışmalarını kesiksiz sürdürmüştür(3).
Metin Kutusu: Prof. J.B. Rhine
DDA Yeteneklerimiz
Parapsikolojinin araştırma alanına giren DDA’ımızla ilgili yeteneklerimizin başlıca özelliklerini şöylece özetleyebiliriz: Bu yetenekler doğuştan olduğu gibi, bir vesileyle sonradan da ortaya çıkabilmektedir; ayrıca, herkeste de gizli olarak var. Potansiyel halde bulunan bu yetenekler bazı pratiklerle geliştirilebilir de…Bunlar, fizik, kimya, biyoloji (FKB) denemeleri ve deneyleri gibi her istenilen an yinelenemez; günümüz maddeci biliminin sunduğu bilgilerin ötesindeki koşullar gerçekleşince, ortaya çıkar. Dolayısıyla PSI olgusunun kendine özgü koşulları ve PSI olgusunun kendine özgü inceleme yöntemleri vardır. FKB yöntemlerini bu olguya ve DDA’a uygulayamazsınız. “Henüz bunu yapamıyoruz ve açıklayamıyoruz…” diye de PSI olgusunu yok sayamazsınız… PSI olgusunun, söz konusu; maddeci bilimin dar sınırlarına girmez özelliğine karşın, onu çok az sayıda kimse (süje, medyum, “psychic”) kontrollü olarak kullanabilmektedir. Örneğin, Ingo Swan, Uri Geller, Ted Serios, Nina Kulağına vb. Bu şahıslar ve bunlar gibi daha pek çoğu ile sıkı laboratuar koşullarında “bilimsel” testler ve başarılı denemeler yapılmıştır. Bunlara, yazımızın akışı içinde yer yer değineceğiz. İnsanların yanı sıra, DDA araştırmaları kapsamına bitkiler ve hayvanlar da alınmış ve bu canlıların da bilmediğimiz yetenekleri olduğu ortaya çıkarılmıştır(4). Bitkilerle ilgili olarak “Baxter etkisi” terimi Parapsikoloji literatürüne bu çalışmalar ile girmiştir.
Nina Kulagina
 
Dünya biliminin kendimiz hakkındaki bilgimizin genişlemesine katkıda bulunan bu araştırmalarI; gerçek anlamda bilimsel karakterlere sâhip, basiretli ve cesur bilim insanları tarafından gerçekleştirilmiştir. Maddeci bilimsel zihniyetin her türlü bağnazca tepkilerine rağmen, açık bir zihin ve hoşgörü ile klasik materyalizmin dar kalıplarından kendini kurtarabilmiş bu bilim insanlarından bazılarının adlarını (yurdumuzdan başlayarak) saygıyla ve şükranla anımsayalım:

Dr. Bedri RUHSELMAN, Ergün ARIKDAL, Recep DOKSAT, Ayhan SONGAR, Mehmet ÖZ, Dr. J.B. RHINE (Duke Univ.), Dr. J. MIHALASKY (Newark Müh. Koleji), Hans HOLZER (N.Y. Teknoloji Enst.), Dr. J. PALMER, Dr. TART (California Univ.), Dr. M.RYZY (California Univ.), Dr. S.KRIPPNER, Dr. TENHAEF (Utretch Univ. Hollanda), Dr. LOZANOV (Bulgaristan), Dr. VASILIEV (Eski Sovyetler), Prof. KOGAN (Eski Sovyetler), Dr. H. MOTOYAMA (Japonya), Dr. K. RAO (Hindistan), Dr. R. MORRIS (Edinborough Univ., Scotland), Dr. R. STANFORD (St. Jones Univ., New York), Dr. W.Braude (Mind Science Foundation, Teksas, ABD), Dr. R. Nelson (Princeton Univ., New Jersey, ABD). “Normal ötesi” olarak da nitelendirilen bu parapsişik yeteneklerin uydukları kurallar / ilkeler, yukarıda adlarını saydığımız bilim insanları tarafından mensubu oldukları kurumlarda incelenmiştir(5). Dahası, DDA konusunda yetenekli (medyum nitelikli) kimselerin bu becerilerinden askeri ve politik alanlarda bile yararlanılmıştır(6).

Görülüyor ki, beş duyu ile sınırlı değiliz; dünyada yaşayan enkarne varlıklar olarak (hayvanlar ve bitkiler de dâhil) bilinen ve maddeci bilimin bize öğrettiği beş duyumuzdan başka duyulara / algılara da sâhibiz. Kendimizde böyle bir şey fark etmemişsek bile, çevremizde ve dünyanın her yanında DDA’dan (telepati, durugörü, prekognisyondan biri ya da birkaçı aktif durumda olan) bu yeteneklere sâhip bireyler var. Bu nedenle PSI olgusu ve DDA inanç konusu olan bir şey değildir, bu bir olgudur / fenomendir. At gözlüklü bağnaz bir yaklaşımla, “Ben inanmıyorum…”, demenin 21.YY insanına yaraşır bir yanı olmasa gerek… PSI olgusu ve DDA konularıyla ilgili örnekleri içeren yayınlara günümüzde de artık bolca rastlıyoruz. Bu nedenle, kolayca ulaşılabilecek bu örnekler ile yazımızı gereksiz yere uzatmak istemiyoruz(7).

Daha önceki paragraflarımızdan birinde de değinip geçtiğimiz gibi, aslında hepimizde; pasif / gizli durumda bulunan DDA’nın geliştirilme yöntemlerinin bulunduğunu da biliyoruz. Yazımızın sonunda okunmasını önerdiğimiz kitaplarda bu yöntem ve teknikler bulunabilir(1,4,6,9). DDA’nın bir kimsede ortaya çıkıvermesi doğuştan ya da sonradan olabilir. Birey, bu algılarından birine ya da birkaçına doğuştan (ya da çok küçük yaşlardan itibâren) sâhip olabileceği gibi, sonradan da bazı pratiklerle / tekniklerle geliştirebilir. ( Bu konuda Bkz. OTUZ DERSTE RUHSAL GÜÇLERİ GELİŞTİRME, Selman Gerçeksever – Ruh ve Madde Yayınları). DDA’la ilgili olarak, bazı vak’alarda gördüğümüz gibi; yaşam akışı içindeki şok nitelikli haller de (ateşli bir hastalık, âni bir darbe, hatta “el vermek / almak” ) PSI olgusunun ortaya çıkışına vesile olmaktadır.

Konumuzun akışı içinde ayrıntılarını sunacağımız, Parapsikolojinin tarihçesine baktığımızda; beşeri tarihimizde, bu yeteneklerin / DDA’nın yaygın olarak kullanıldığı dönemlerin bulunduğu görülmektedir. Örneğin, Atlantisliler’in parapisişik yetenekleri, bugünkü bizlerin beş duyularımız kadar yaygın ve normaldi. Dünyada bulunuş amacımız içsel gelişim ve şuurlanmak olduğuna göre, bu günkü dünya sâkinleri olan bizler için, dünya okulunun bugünkü icaplarına ve zaman-mekân koşullarına göre; bilinen beş duyudan fazla yeteneğin, yani parapsişik yeteneklerin yaygın olarak kullanılmasına gerek yok görünmektedir. Bu devrenin standart beşeri olarak, DDA’dan çok; idraklenme cehti içinde arınmak, saflaşmak / sâdeleşmek, uyum ve esneklik yeteneklerimizi geliştirmek, kısaca giderek daha çok “insanlaşmak” durumundayız. Dolayısıyla esas olan, şuurlanarak “insanlaşmak” (beşeri zaaflardan kurtulmak) oluyor. DDA’lardan birini ya da birkaçını kullanıyor olmak her zaman erdemliliğin / bilgeliğin belirtisi olmayabilir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, esas ve temel olan; idraklenme cehti içinde (eğer gerekiyorsa, yaşam planımıza uygunsa, bir karmik gereklilik söz konusu ise) bir ya da birkaç DDA’da açılabilir ama bu çok önemli değildir. Bu yeteneklerle ne yaptığımız, ne hallere girdiğimiz önemlidir.
Deneysel Çalışmaların Başlaması
Parapsikolojinin araştırma alanına giren ve genel olarak da “ruhsal deneyimler / altıncı his” sözcükleriyle adlandırılan PSI fenomeni (olgusu) hemen hemen tüm kültürlerin folklorunda saptanmıştır. Bunların bir kısmı sözlü olarak; daha az bir kısmı da yazılı olarak günümüze kadar gelmiş, literatüre de geçmiştir. Rapor edilenler genellikle birbirine benzer ve birbirini doğrulayan durumlardır. Bu demektir ki, birbirinden habersiz ve apayrı yörelerde / ülkelerde bulunan insanlar hemen hemen benzer yetenekleri (belli bir sınıflamaya sokulabilecek becerileri sergiliyor) (8).

Chicago Üniversitesi’nin “Ulusal Düşünceyi Araştırma Merkezi” tarafından yapılan bir araştırma göstermiştir ki; ABD halkının büyük bir çoğunluğu yaşamlarının bir döneminde, bir ya da birden fazla (herhangi bir türden) paranormal bir deneyim geçirmiştir. Avrupa ve dünyanın başka yerlerinde yapılan benzeri araştırma ve anketlerle de buna yakın sonuçlar elde edilmiştir. Görüldüğü gibi, parapsikolojinin kapsamına giren olguların kökleri sanki toplumların kültürlerine kadar nüfuz etmiştir.

Gerek rapor edilen, gerek anketlere konu olan, gerekse konumuzun kökenlerini oluşturan olguların en yaygınlarından biri “gerçek rüya” olarak adlandırılan rüyalardır ki; bu tür rüyalarda şahıs rüyasında, gerçekte o an bulunduğu yerden uzakta olmakta olan bir olayı algılar ve çoğunlukla da uykusundan uyanır. Bu durum sanki, “rüyada durugörü” dür. Kişinin rüyasında algıladığı olay hakkında, uykuya dalmadan önce hiçbir bilgisi ve düşüncesi yoktur. Fakat rüyasını anlattıktan sonra yapılan incelemede, olayın doğruluğunu ve algılamanın gerçekliği ortaya çıkar. Bu tür rüyaları anneler daha çok görmüştür. Örneğin, anne rüyasında evden uzakta bir yerde trafik kazası geçiren çocuğunun durumunu (hem de ayrıntısına varana kadar) rüyasında görmüştür.

Bunun biraz değişik bir tipi de, gündüz (uyanık olarak) görülen rüyalardır. (Daha doğrusu, uyurken durugörü algılamalarıdır) Örneğin, evinden uzakta bulunan bir anne birdenbire fenalaşarak eve gitmesi gerektiğini düşünür ve bunu dile getirir. Gerçekten de evine geldiğinde, çocuğunu kritik durumda bulur ama böyle bir itilim içine neden girdiğini bilemez ve açıklayamaz da…

Bu olayda söz konusu olan, bu anneye (ya da benzerlerine); çeşitli kaynaklardan gelen sezgisel (ya da “titreşimsel”) bilgidir. Bu kaynaklar, olaydan yayılan titreşimsel etki olabileceği gibi, annenin rehber varlığından (özbenliğinden / asıl kendisinden) gelen uyaranlar da olabilir. Anne bunu, beş duyusu dışında, yani DDA’sıyla elde etmiştir. Bu, annenin açıklayamadığı (açıklayamadığı için de “tesadüf” deyip geçtiği) telepatik ir algılama olabileceği gibi, durugörü ya da prekognitif ( prekognisyonla ilgili) bir algılamada olabilir.

Spotan olarak (yani kendiliğinden) ortaya çıkan bu tür olgular, hemen hemen her toplumda halk tarafından ciddiye alınırsa da; sözde çağdaş (ama “maddeci”) bilim tarafından ciddiye alınmaz, çünkü bilim (sâdece maddeci bir bakış açısıyla yetindiği için) bu tür olayları açıklamada acz içindedir ve “tesadüf”, “halüsinasyon” vb. kılıflarla geçiştirmeye çalışır. Şimdilik bilimin parapsikolojik dalı bunlarla ilgilenmemektedir, yeni yeni de; kuantum fiziği ve “kuantum bilgeliği”ne sâhip, zihni madde ile koşullanmamış bilim insanları(9).

Parapsikolojinin 1960’lı yıllarda Prof. J.B. Rhine tarafından (günümüz maddeci bilimine uyumlu) temellerinin atılmasına kadar; bu tür olaylar göz ardı edilmekteydi, rahatsızlık olarak ya da “tesadüf” olarak nitelendirilmekteydi (en azından çağdaş parapsikolojinin ortaya çıkışına kadar…) Parapsikolojinin araştırma alanına giren konular maddeci zihniyetin temsilcilerini rahatsız ediyordu; çünkü, DDA’lar insanın ruhsal bir yanının olduğunun en güzel, en esaslı kanıtıdır ama onlar bu paranormal fenomeni kendi maddeci yöndem ve bilgileriyle açıklayamıyorlardı; kurtuluşu ve rahatı, “olmaz böyle şey, ben inanmam…”demede buluyorlar. Söz konusu zihniyetin kitabında da “ruhsallık” diye bir şey yok… Gerçeklere açık olmayan gözler / zihinler elbette ki bu en büyük gerçekten (insanın gerçek doğasıyla ilgili bu en büyük gerçekten) rahatsız olacaktır.

Bu nedenle parapsikolojinin bilimsel / deneysel bir disiplin olarak ortaya çıkışından önceki maddeci bilimin katılığından ve tutuculuğundan dolayı, ruhsal olgunun felsefî açıdan olanaksızlığı benimsenmişti (19.YY’ın sonları). Bununla birlikte, çok az sayıda öncü bilim insanı(10) konuya karşı ilgilerini canlı tutabilme başarısını gösterebildiler. Bu şekilde dinin spiritüel yanı ile bilimin maddeci felsefesi arasındaki çarpışma, bazı şahısların zihinlerinde entelektüel krizlere / teşevvüşlere neden oldu. Bu teşevvüşten kendini kurtarabilen araştırmacılar çeşitli ülkelerde konuyla ilgili dernekler / vakıflar kurdular. İşte bu tür sivil toplum örgütlerinden ilki 1882’de İngiltere’de kuruldu: İngiliz Ruhsal Araştırma Derneği. Bundan birkaç yıl sonra da Amerikan Ruhsal Araştırma Derneği kurulur.

Metin Kutusu: Aynı zamanda Parapsikoloji Enstitüsü olan FRNM (Foundation for Research on the Nature of Man) Vakfı’nın önceki binası (giriş).Bu derneklerin amacı, o yılların maddeci biliminin yöntemlerini PSI fenomenini incelemesine uyulmamaktı. Bu derneklerin araştırmacıları (11) kendiliğinden (spontan olarak) ortaya çıkan deneyimleri / olguları topladılar, bunları kendilerine göre bir sınıflamaya tâbi tuttular. Bundan amaç, kadîm zamanlardan beri biriken kendiliğinden vak’alar ile telepatinin gerçekliğini kanıtlamaktı. Bu şekilde, bir kimsenin zihinsel durumunu, kendisinden uzakta bulunan başka birisinin zihnine aktarılabildiğini ortaya koymuş oluyordu. Sonunda telepati denemeleri ve testleri, değişik ülkelerdeki bu tür kuruluşlarda gerçekleştirilmeye başlandı.
Bunun yanı sıra başka bir araştırma türü de spiritizm (deneysel ruhçuluk) celselerini kapsamına alıyordu. 19.Y.Y.’ın ruhsal araştırma derneklerinde(12) yapılan spiritizm celselerindeki olaylar incelendi; bununla da kalınmayıp, onlarla ilgili testler düzenlendi. Bu çalışmalardan sonra, netleşen sonuçlardan biri; medyumların (süjelerin), ölmüş kimselerle görüşebildikleri gerçeğiydi. Dolayısıyla da, ölümden sonra da bir hayatın sürüp gittiği fikri zihinlerde yeşermeye başladı.

Bu araştırmalar, Atlantik Okyanusu’nun iki kıyısında da sürüp gitmiştir. Bu araştırmaların ve incelemelerin önde gelen isimleri şunlardır:
v      Sir Oliver LODGE (İngiltere)
v      Sir William BARET ( İngiltere)
v      William JAMES (ABD)
v      G.HEYMANS (Hollanda)
v      William McDOUGAL (ABD, Duke Univ.)

Bu araştırmacılar bağlı oldukları üniversitelerin bünyelerinde telepati testleri geliştirdiler.
Konumuz olan Parapsikolojinin tarihçesi içinde tüm bu araştırmaların belki de sentezi durumunda olan çalışmalar; ünlü bir biyolog ve parapsikolog olan ( ve aynı zamanda “Parapsikolojinin babası” olarak da kabul edilen) Prof. J.B. Rhine tarafından yapılmıştır. 
Prof. Rhine, Parapsikolojiyle ilgili ilk çalışma ve denemelerine; ABD – Kuzey Karolina’daki Duke Üniversitesi’nde başlamış, 1935’te de burada resmen Parapsikoloji laboratuarı kurmuştur. Prof. Rhine’in Duke Üniversitesi’nden emekli oluşundan sonra da, bu laboratuar yine aynı semtteki (Durham Kenti) İnsan Doğasını Araştırma Vakfı’na (FRNM Parapsikoloji Enstitüsüne) aktarılmış ve Prof. Rhine, ölünceye kadar Parapsikoloji etütlerini (karısı Prof. Louisa Rhine’la birlikte) burada sürdürmüştür. Parapsikoloji laboratuarı ve Parapsikoloji Enstitüsü, kuruluşundan beri, ruhsal meleklerin (PSI) fenomeni farklı tiplerim ölçümüyle ilgili yöntemler geliştirmiş, araştırma süreçlerinin standardizasyonuna büyük katkıda bulunmuş; ayrıca her yaz açtığı kurslarla (“Summer Study Programs”) pek çok amatör parapsikoloğun yetişmesine hizmet etmiştir.   
Bu çerçevede Parapsikoloji alanına yapılan en belirgin katkı, duyular dışı algılama ESP / DDA kartlarının Parapsikoloji araştırmalarına uyarlanması (Dr. Zener’inde katkılarıyla) olmuştur.
Sözünü ettiğimiz kartlar her birinin üzerinde beş ayrı şekil bulunan “Zener Kartları”dır. Beş Zener Kartının her bir şekli, beş farklı renkte basıldığından bir destede 25 kart bulunur. Zener Kartları ile; telapati, durugörü ve prekognisyon çalışmaları yapılır. Bu kartlarla bilimsel nitelikli bir DDA çalışmasının nasıl yapılacağı, ilk olarak “THE REACH OF THE MIND” adlı eserinde J.B. Rhine tarafından anlatılmıştır.

Gerek ABD’deki, Parapsikoloji Enstitüsü, gerekse İngiltere’deki Ruhsal Araştırma Derneği’nin yaptığı çalışmalarda yaklaşık 12.000 (On iki bin) adet sponton vak’a incelenmişti. Bunların büyük çoğunluğunu prekognisyon, durugörü ve telepati türü deneyimler oluştururken; kalan kısmını da, telekinetik vak’alar oluşturuyordu. Psikokinezi ( ya da Ruslar’ın ifadesiyle “telekinezi”) yeteneği DDA’nın ikinci ana türünü oluşturur. (bkz.dipnot 8)

Bu yeteneğin test edilmesiyle ilgili olarak bildiğimiz tavla oyunu zarları da kullanılmıştır. Zar atma işinin gelişi güzelliğini (randomization) sağlamak için çeşitli yollar denendiğini biliyoruz. Beşerî hilenin bu işe de bulaşmaması için, akla gelebilecek her türlü önlem alınmıştır. Bu araştırma ve ölçümlerin bilimsel ayrıntıları ve sonuçları FRNM’in yayın organı olan “Journal of Parapsychology”de yayınlanmıştır.

Psikokinezi’nin (PK’nın) deneysel testlerine, kas teması olmaksızın bir kimsenin; hareket eden objeleri doğrudan doğruya zihinsel olarak etkileyip etkileyemeyeceğinin anlaşılması amacıyla başlanmıştı. Bu amaçla, zar atma yöntemiyle denemeler yapıldı: Bu şekilde süjeler hareket hâlindeki zarları istedikleri şekilde etkilemeyi hedefliyorlardı. Zarların atılışı sırasında herhangi bir hile olasılığını ortadan kaldırmak için, dikkatli ve titiz önlemler alındı. Bu konuyla ilgili ilk bilimsel nitelikli (laboratuar koşulları altındaki) çalışmalar “Journal of Parapsychology”de yayınlanmıştır. Dokuz yıl süreyle yapılan bu test çalışmaları sonunda ; süjelerin, zihinsel güçleriyle zarları etkiledikleri anlaşıldı ve sonuçlar 1943’te sâdece bilimsel raporlar hâlinde yayınlanmakla da kalmadı, bildirilere de konu yapıldı. Bu şekilde beşerî zihnin telekinetik gücü kanıtlanmış ve test edilmiş oluyordu.
Titizlikle oluşturulmuş laboratuar koşullarında yapılan psikokinezi denemelerine örnek olarak; (ABD’de Prof. Rhine’in çalışmalarından ayrı olarak) Pittsburg Üniversitesi’nden Robert McCONNELL’in çalışmaları ile, W.E.COX ve H.FORWALD’ın deneysel testleri gösterilebilir. Bunlardan özellikle COX, bildiğimiz tavla zarı yerine; madeni para (yazı – tura…), su spreyi, su içindeki hava kabarcıkları ile süjeler üzerinde denemeler yapmıştır.

Kuşkusuz, 40’lı yılların başlarından itibaren elektronik teknolojideki gelişmeler bilgisayarı bu alana itmiştir. Bilgisayarla son derece rastgele bir şekilde (randomly) zar atışlarıyla pek çok PSI testi yapılmıştır. (Prof. Richard BROUGHTON, TARTIŞMALI BİLİM PARAPSİKOLOJİSİ, Say Yayınları). Bu araştırmalar kapsamında, rastgele sayı üreticilerinin daha ilginç öncü kullanıcılarından biri Prof. Helmut SCHIMIDT’dir. Denemelerinde bir dizi lamba ve bunları yakmak için radyoaktif kaynaklar (örneğin, strontiım 90) kullanılmıştır. Prof. Schimidt’in bu tip denemeleri başka araştırmacı parapsikologlar tarafından da yinelenmiştir.
Aslında en doğru spontan telekinetik vak’a örnekleri, ruhsal deneyimler döneminin resmi başlangıcı olarak da kabul edilen FOX KARDEŞLER’e aittir. Bu iki kız kardeş ABD New York Eyaleti sınırları içinde fakir bir çiftçi ailesinin (okula gitmemiş) çocuklarıdır. FOX ailesi bu iki kız aracılığıyla (medyumluğu ile) spontan tekinsizlik (psikokinetik) vak’alarla karşılaştıkları zaman, yıl 1847’ydi. Bu vak’ann deneysel ruhçuluktaki adı “tiptoloji fenomeni”dir. Tiptoloji, anlamlı darbe sesleriyle ortaya çıkan bir olgudur. Aslında söz konusu darbe sesleri  dünyada ilk kez FOX’ların evinde duyulmuş değildir. Yazılı kayıtlara göre tiptoloji fenomeni bilinen şu mekanlarda da  görüldü:

v      1661’de, İngiltere – Tedworth (Bay Mompesson’un evi)
v      1520’de, Almanya – Oppenheim (Melancthon’ların evi)
 Parapsikolojinin Konusu
Parapsikoloji’nin hedef konusu genel anlamda “PSI Fenomeni”dir. Yani, bireyin; enkarne bir ruh varlığı olmasından dolayı, ortaya çıkan ruhsal deneyimler (paranormal deneyimler) toplamının genel adıdır “PSI olgusu”. Buna, “ruhsal yeteneklerimizin bir kısmının enkarne varlık aracılığıyla tezahür etmesinin adıdır…” da denilebilir. PSI (“say” diye telaffuz edilir) fenomeni; ya zihinsel deneyimler / algılamalar (telepati, durugörü, prekognisyon) şeklinde, ya da fiziksel etkiler (psikokinezi / telekinezi, “mind over matter”) şekilnde ortaya çıkmaktadır. Daha öncede belirttiğimiz gibi; DDA’da beş duyu tamamen devre dışıdır.

PSI olgusunun DDA’lar aracılığıyla ortaya çıktığı durumlar şunlardır:
v      Rüyalar,
v      Sezgiler,
v      İpnoz,
v      Meditasyon (13)
v      Beden dışı deneyimler
Bu durumlar genellikle algılamaları kapsadığından; telepati, durugörü ya da prekognisyon türlerinden biriyle ilgili olabilir. Psikokinezi (“tekinsizlik”) türündeki vak’alar ise, yaygın olarak; poltergeist (“poltırgayst” okunur) ve haunting (“honting” okunur) vak’alarında ortaya çıkmaktadır. Bunlardan “poltergeist”; bir kişiyle (“focal person”) ilgili olup, kısa bir zaman dilimi içinde çok sayıda görünür. Tekinsizliğin “haunting” türünde ise, ortada “focal person” yoktur. (perili köşkler, hayalet şatolar vb.)
Parapsikolojinin Genel Görünümü
Bu yazı dizimizin akışı içinde özetlemeye çalıştığımız DDA araştırmalarının ilk sonuçları yayımlanmaya başladığı günlerde, konunun araştırmacıları; maddeci septiklerden, inançsızlardan ve özellikle de klasik psikolojinin tutucu mensuplarından çok eleştiri almışlardı. Bu eleştiriler, bu çok bilmiş maddeci zihniyetin mensuplarından o kadar yoğun bir şekilde gelmişti ki; aydın parapsikologlar, işi gücü bırakarak eleştrileri karşılamaya koyulmuşlar, bu önyargılı sözde bilim insanlarını biraz olsun yumuşatmaya çalışmışlardı. İşin kötüsü ve gerçek / yapıcı bilimsel zihniyet ile kolay kolay bağdaştırılamayan yanı, bu eleştirilerin yapıcı olmaktan çok uzak olmasıydı…

Aradan geçen yıllat, septiklerin (“goats”= keçiler) biraz rahatlamasına, parapsikologların da daha dikkatli çalışmasına zemin hazırlamıştır. Aslında septikler; saldıracak pek bir şey bulamamışlardı da onun için geri çekilmişlerdi. Çünkü gerçekten de ortada “PSI fenomeni” diye bir şey vardı ve aslında bu “şey” dev bir buzulun okyanus üzerinde görünen sadece (1/10’luk ) uç kısmıydı. Evet, günümüz maddeci biliminin son 60-70 yıldan beri kabul etmek lütfunda bulunduğu Parapsikoloji’nin kapamına giren PSI fenomeni, asıl temelde olan Metapsişik Tetkilerin sadece ondabirlik uç kısmıdır. İnsanın gerçek doğasının tanınmasına yönelik araştırmaları kapsayan metapsişiğin en özgün çalışmaları da Dr. Bedri RUHSELMAN tarafından başlatılmıştır. Yurdumuzdaki metapsisik araştırmaların ayrıntıları için astroset sitemizin, konuyla ilgili bölümlerini incelemelerini okurlarımıza öğütleriz.

Günümüze daha yakın yıllarda (örneğin 90’lı yıllarda) gözden kaçmayan başka bir durumda; bu alanın araştırmacılar tarafından yavaş yavaş profesyonel bir meslek olarak benimsenmeye başlanmış olmasıdır. 90’lı yılların en önde gelen parapsikologları (hepside Prof. Dr. Olarak); Richard BROUGHTON, Ramakrishna RAD, John PALMER, KANTHAMANI, Morris ROBERT, William BRAUDE, Rek STANFORD, Roger NELSON, Charles TART, Helmut SCHIMIDT, Scot ROGO, TENHAEFF (14) .

Doksanlı yıllardan sonra, Parapsikoloji’nin içinde olduğu kadar, dışında da göze batar bir değişim olagelmektedir: Artık bilimsel alandan, konuya karşı yöneltilen önyargılar; yerlerini deneysel sonuçların yaygın olarak anlaşılmasına bırakmaktadır. İnsanın kendini gerçek doğasıyla (asıl varlıksal yapısıyla) ilgili, doğal merakından dolayı; halkın DDA’a ve DDA araştırmalarına karşı duyduğu yaygın ilgi, başlangıçtan beri canlılığını korumaktadır. Bununla birlikte işin şarlatanlığı ve sahtekarlığı çok eski yıllardan beri gözden kaçmamaktadır. Bilime ve insanın gerçek doğasının anlaşılmasına karşı sergilenmiş olan bu zulüm; kötü niyetli cahillerin elinde bir karalama aracı olurken, konunun samimi ve dürüst araştırmacıları için daha dikkatli ve titiz olma nedenini oluşturmuştur. Her yeniliğin (“yeni” olanın) başına gelen bu durum, zaman zaman halkın yanılmasına neden olmuşsa da; çok geçmeden, şarlatan ile dürüst araştırmacı herkes tarafından ayırt edilir duruma gelmiştir. Her alanda olduğu gibi, parapsikoloji alanında da söz konusu sahtekarlar, samimiyetle sürdürülen bilimsel araştırma ve denemelere gölge düşürmüşse de, halk tarafından çok geçmeden işin aslı anlaşılmıştır. Tüm bu gelişmelerin yanı sıra şu ya da bu nedenle; konuya karşı halkın gösterdiği güçlü merak / ilgi alanı sürekli olarak canlı tutmuş ve az yukarıda belirtmeye çalıştığımız kritik dönemlerin hızla geçilmesinde önemli rol oynamıştır. Artık günümüzde, bilimsel nitelikli elemanların sıkıntısı çekiliyor. Geçmiş yıllara göre, pek çok kitap yayınlanmış ve konuyla ilgili sivil toplum örgütlerinde konferanslar / seminerler verile gelmiştir. Bunlardan yurdumuzdaki en güzel örneklerinden biri son iki yıldır (uluslar arası nitelikte olmak üzere BİLYAY Vakfı tarafından başarıyla sergilenmiştir (15) .
Parapsikolojik Vak’a Etüd Yöntemleri
Parapsikolojide “olay / vak’a etüd yöntemleri” iki ana grupta toplanır.
A)      Spontan vak’a etütleri
B)      Serbest tepki yöntemleri.
Bunlarda kendi içlerinde dallara ayrılır:
A)      Spontan olay yöntemleri:
1) Mahalinde vak’a etüdleri                    2)  Anketler                          3) Röportajlar
B) Serbest Tepki Yöntemleri
1) Algılanacak hedef olarak kartpostal resimler (remote viewing)
2) Algılanacak hedef olarak çeşitli küçük objeler (remote viewing)
3) Kişiler (Psychometry)
Bu konular ve genel anlamda Parapsikoloji konusunda okunabilecek eserler:
  • PARAPSİKOLOJİ, D.Scott Rogo (Ruh ve Madde)
  • ALTINCI DUYUNUZU GELİŞTİRİNİZ, Milan Ryal (Ruh ve Madde)
  • PARAPSİKOLOJİ, Richard Broughton (Say)
  • RUH VE MADDE Dergisi (İstanbul)
  • ÜÇÜNCÜ GÖZ Dergisi (İstanbul)
  • PARAPSİKOLOJİ Dergisi (Bursa)
  • PARAPSİKOLOJİ DERSLERİ, Paul Krafchik (Ruh ve Madde)
  • GİZLİ PARAPSİKOLOJİ SAVAŞI, Jacques Bergier (Ruh ve Madde)
  • RUHSAL ARAŞTIRMALAR, S.Ostander + L. Schroeder (Ruh ve Madde)
  • UYANIŞ, Charles Tart (Ege Meta)
  • PARAPSİKOLOJİ ve FELSEFE, D. Ray Griffin (Ruh ve Madde)
  • Metapsişik terimler sözlüğü, Ergün Arıkdal (Ruh ve Madde)

Dipnotlar :

(1) Bu konuda ayrıntılı bilgi ve örnekler için bkz. DİN PSİKOLOJİSİ, Prof. Dr. Hayati Hökelekli – Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Ayrıca, Prof. Dr. Phil Zuckerman’ın DİN SOSYOLOJİSİNE GİRİŞ adlı kitabına da başvurulabilir. (Birleşik Kitabevi Yayınları)
(2) Dr. KRIPPNER, söz konusu araştırmalarını 2009 yaz aylarında İstanbul’da da anlatmıştı.
(3) FRNM’nin günümüzdeki adı “Rhine Research Center” olup, aynı adlı siteye internet aracılığıyla girilebilir.
(4) BİTKİLERİN GİZLİ YAŞAMI, Dr. Baxter
(5) Adı geçen şahıslarla ilgili kurumlardan bazılarının adları şöyledir:
            * Metapsişik Tetkikler ve İlmi Araştırmalar Derneği, İstanbul
            * Bilyay Vakfı, İstanbul
            * Andhra Universitesi, Hindistan
            * Ednbrough Üniversitesi, İskoçya
            * St.Jones Üniversitesi, New York
            * San Antonio, Mind Sciene Founndation, USA
            * Princeton Ünversitesi, New Jersey
            * FRNM / Rhine Research Center, North Carolina – USA
(6) Bu konuda kaynak kitap; GİZLİ PARAPSİKOLOJİ SAVAŞI, Ruh ve Madde Yayınları
(7) PSI olgusu, DDA ve Paranormal konusunda yaşanmış ve doğruluğu kanıtlanmış örnekler için kaynaklar:
            * Ruh ve Madde Dergisinin (önceki sayıları)
            * Astroloji BURÇ Dergisi
            * Bilinmeyen Dergisi
            * Berrin TÜRKOĞLU’nun kitapları
            * www.astroset.com – Paranormal Bölümü
(8) Parapsikoloji bu sınıflamayı yaparken PSI olgusunu önce iki ana kola / türe ayırır: DDA ve psikokinezi. DDA da üç türlüdür: Telepati, durugörü, önceden algılama (prekognisyon).
(9) Bu konuda, Doç. Dr. Haluk BERKMEN’in KUANTUM BİLGELİĞİ ve TASAVVUF adlı kitabının okunmasını öneririz.
(10)     * Fransız CHARLES RICHET ve Dr. DARIEX
            * İtalyan PAOLO MORELLE,
            * Alman SHRENK NOTZING,
            * Fransız ALLAN KARDEC,
            * Fransız PAUL JOIRE,
            * Fransız GABRIEL DELANNE
(11) Sir Oliver LODGE (Ö. 1940), Emmanuel SWEDENBORG (Ö.1772) William BARET (Ö. 1876), Edward IRVING (Ö.1830)
(12) İngiliz Ruhsal Araştırma Derneği, Amerikan Ruhsal Araştırma Derneği ve Paris Metapsişik Enstitüsü
(13) Meditasyon Zihnin ALFA durumu ile ilgili bir çalışmadır. Zihin ALFA durumunda saniyede 8 – 13 frekanslı dalgalar Uyku ile uyanıklık arası, değiştirilmiş şuur halidir. Değiştirilmiş öteki şuur hallerimiz;
BETA: Frekansı, saniyede 14’ten fazladır. Merkezi sinir sisteminin aktif olduğu ve gerginlik hallerinde bu titreşim daha da artabilir.
TETA: Frekansı, saniyede 4-7 arasıdır. Özellikle çocuklarda yaygın olarak görülür.
DELTA: Saniyede 3 frekansın altındaki tüm dalgaları kapsar ve derin uyku durumundaki zihnin emisyonudur. Süt çocuklarında / bebeklerde yaygın olarak görülür.
(14) Bu değerli araştırmacıların bir kısmıyla yapılan söyleşilerin metinleri, Ruh ve Madde Dergisi’nin 90’lı yıllarına ait sayılarında bulunabilir.
(15) Buna ek ve benzer olarak başarılı bir etkinlikler dizisi de Sirius UFO ve Uzay Araştırmaları Merkezi Derneğince 90’lı yıllardan beri organize edilmektedir. Uluslararası nitelikli bu kongrede de, bazı UFO gözlemcilerinin DDA’larıyla ilgili incelemeleri ve testleri kapsayan bildiriler sunulmuştur. Evet, Parapsikolojinin, UFO gözlemcilerinin özgün deneyimleriyle de ilgisi bulunmaktadır. Konunun bu yanını, gerekirse (okuyucu / izleyici talebi olursa, başka bir yazımızda ele alabiliriz.)