Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

27 Ocak 2016 Çarşamba

AURA SAĞLIĞIMIZ



            AURA SAĞLIĞIMIZ
              DERLEYEN: Selman GERÇEKSEVER

Sağlıklı bir aura hayat doludur. Hayat ve canlılık dolu bir aura; zihin, beden ve ruh sağlığının göstergesidir. Kazalar dışında, bozulmuş bir sağlık ( ya da kısaca “sağlıksızlık”) yılların birikimi olan negatif düşüncelerin sonucudur. Bu “karaltı” fizik beden belirginleşmeden önce, aurada kendini gösterir. Mantal ve heyecansal etmenler sürekli olarak aurayı etkiler; kişinin, hayatı yaşayış şekline göre aura bundan sağlık ya da sağlıksızlık yönünde etkilenir.

Auranın rengine, dokusuna, görünümüne, şekline ve büyüklüğüne bakılarak; potansiyel durumda olan bir rahatsızlık (önceden) fark edilebilir. Biz (ya da doktor) farkına varmadan çok önceleri hastalık auramıza gelip yerleşmiştir bile. Bitkilerin yapraklarının kirlian fotoğraflarında, hastalık ortaya çıkmadan önce, yaprağın aurasındaki renk değişiklikleri görülebilmektedir.

Aura fotograflarında grimsi kahve renk saptanmış hastalar kronik sağlık sorunlarını deneyimliyorlardı. Bu insanlar sağlıklarına kavuştukça, sağlığın işaretleri olan renkler yeniden ortaya çıkıyordu. Grimsi kahve renk migren rahatsızlığı çeken hastaların başlarının çevresindeki auralarında da sık sık görülür. Migrende, baş çevresindeki gri renk daha yoğun ve dokusu daha sıktır.

Uyuşturucu nitelikli kimyasallar (drugs) aurayı daha başka şekilde etkiler: Bu maddeler auraya  kaba bir görünüm vermekle kalmaz, ona sağlıksız bir görünüm de kazandırır.  Bunların uzun süreli kullanımları ise aurada sürekli değişikliklere neden olur ki bunlar, bedendeki tahribatı / hasarın auraya yansımasının belirtisidir. Kaslardaki tahribatı auraya yansıması (aurada oluşan) “delikler” şeklindedir. Kaslardaki tahribat bir şekilde tedavi edildikçe, auradaki “delikler” de ortadan kalkar. (1)

Eterik bedendeki kirli lekeler de sağlıksızlıkla ilgili işaretler olarak değerlendirilir. Zamanında önlem alınmaz ya da fark edilmezse, bu lekeler siyah ya da kahve renk donuk bölgeler şeklinde gelişme gösterir. Bu arada, auranın içinden doğru gelen radyasyon sönükleşir ve donuklaşır. Fizik bedene hemen hemen yapışık olan eterik bedenin işlevlerinden biri de bizi sürekli olarak çevreleyen enerjileri almak, depolamak ve yaymaktır. Hastalıklar sıksık bu enerji tükendiği zaman; yani, eterik beden bu işlevini gerçekleştiremediği zaman ortaya çıkar. Bu nedenle, eterik bedene zaman zaman “sağlık aurası” da denir.

Ağrı / sızı kendisini aurada çok farklı şekillerde belli eder: Etkilenmiş olan bölge
boyunca eterik beden sanki katı bir siyahlık olarak kendini beli eder. Kişi kendini iyi hissetmeye başlamadan önce sanki bir mürekkep bulaşığı gibi ortaya çıkar. Örneğin, eğer göğsünüzü üşütmek üzereyseniz, auranızın göğsünüze rastlayan kısmında böyle gri bir leke ortaya çıkacaktır. Ama tam olarak üşütmüş iseniz, bu gri leke simsiyah olana kadar koyulaşacaktır.

Acılı ağrılı durumlarda, sanki aura kendi içine kapanır ve enerji yokluğu deneyimlenir. Örneğin, yoğun migren ağrılarında durum böyledir. Migren geçtikten sonra aura normal şeklini alır. Kronik ağrılı vak’alarda ise, ağrı çekildiği sürece aura sanki buruşturulmuş bir görünüme bürünür ve ağrının nedeni olan bölgeye karşılık gelen aura bölgesinde belirgin bir siyahlık olacaktır.

Aura ve Ruhsal Şifa
Aura şifada da kullanılablir. Yaygın kanıya göre pek çok spiritüel ve manyetik şifacı şifa verirken aurasını kullanır. Avuçlarımızın içinde şakralara benzer güçlü enerji merkezleri bulunur ki bu merkezlerden, gerektiğinde gereksinimi olanlara enerji aktarabiliriz. Bir bakıma, manyetik yöntemle şifa veren bir şifacı avuç içelrindeki bu merkezlerden iyileştirmeye çalıştığı kimselere enerji aktarır. ABD’de yapılan bir araştırmada Ethel de LOACH adlı şifacının elerinden şifa sırasında bu enerjinin aktığı kirlian fotoğraf tekniği ile saptanmıştır. B şifacının, dinlenme durumunda iken ellerinden yayılmakta olan mavi ışıma, şifa yaparken alev yanan turuncu bir ışımaya dönüşüyordu.(2)

Beşeri Aura Katmanları
 
Uzaktan şifa yaparken de aura kullanılır. Kişi hissiyatını ve düşüncelerini birleştirerek, kendi aurasının titreşimlerini hedef kişinin aurasına önlendirir. Bu durumla ilgili olarak, Jack Wellman adlı şifacı (“A Priest and the Paranormal” adlı kitabında) birisi için şifa amacıyla uzaktan dua ederken, elleriyle o şahsın aurasını nasıl okşadığını uzun uzun anlatır. Belirtildiğine göre bu şifacı her zaman aura görebilme yeteneğine sahip değildir ama bir kimseye şifa verirken, o kimsenin aurasını hissedebilmektedir.

Aura şifacılarının bir çoğu hastalarının auralarına doğrudan “iyileştirici düşünceler” göndererek uzaktan şifa yapmaya çalışırlar. Bu çalışmalarında onlar bazen kendi auralarında belirli renkleri oluşturarak, bu renkleri de karşı tarafa göndermeyi dener. Bu çalışmalarda tüm olup biten, mantal ve spiritüel niteliklidir. Böyle bir çalışmanın uygulamaya dayalı (deneysel) ayrıntıları; 1915 yılında Swami Panchadasi tarafından yayınlanan “The Human Aura” adlı eserde bulunabilir. Yazar, kiatbının bir yerinde şöyle diyor: “…Heyecanlı birini menekşe moru bir renk banyosuna zihinsel olarak sokarak, yorgun ve yılgın birisini önce parlak kırmızı ardından da sarı renk banyolarına sokarak iyileştirmeye çalışabilirsiniz…” Hasta, hangi renk banyosuna sokulursa sokulsun, çalışma bitirilmeden önce, hasta mantal olarak beyaz renk içine alınırsa, bu; hasta ve şifacı için kozmik enerji almak açısından yararlıdır.

Şifacılardan ayrı olarak hastaların da söz konusu renk banyosunu (tercihan açık havada ve güneşte) yapmaları, yani; gözler kapalı durumda gerekli olan bir rengi zihinde canlandırıp, bunu solurcasına ciğerlere doldurmak. Bir renk soluma pratiğine başlamanın beklide en iyi yolu; birkaç derin nefes eşliğinde rahat bir şekilde gevşemektir. Bunun için gözlerinizi kapayın ve istediğiniz rengi solumaya başlayın. Bu arada şifandırmaya niyetlendiğiniz organınızı da zihninizde canlandırmaya ve onun giderek iyileştiğini görmeye çalışın. Sonuç alana kadar bunu gün boyunca birkaç kez yineleyin.

“Rosicrucians” adlı uluslar arası kuruluşun bünyesinde yaygın olarak uygulandığı bilinen “renk soluma pratiği” ne göre; duygusal sorunları / takıntıları ve çevresine verdiği rahatsızlıkları bulunan birine bu konuda yardım etmek için; o kimseyi pembe renkli koruyucu bir alan içinde zihninizde canlandırmanız yetiyor.  Daha da etkili olmak için, bu çalışmayı yaparken düşüncelerinize sevginizi de ekeleyin. Eğer hedef şahıs fiziksel olarak yıkıntı ve çöküntü halindeyse, aynı işlemi, onu parlak ve turuncu renkte bir alan içinde zihninizde canlandırarak yapmaya çalışınız.

Peki, burada işleyen mekanizma nedir, nasıl oluyor da “renk şifası” ndan olumlu ve etkili sonuçlar alınıyor? Bilindiği gibi, vücudumuzun her bir kısmı  değişik bir renkle bağlantılıdır ve her bir  renk ayrı bir vibrasyon demektir. Eğer vücudumuzun her hangi bir kısmı  sağlıklı değilse, o organla ilgili doğal rengin titreşimine uygun bir renk titreşimiyle organa yönelirseniz, olumlu sonuçlar alabilirsiniz.

Renklerle şifada aurada doğal dengenin ve iyileştirmenin oluşumu için gökkuşağının renklerinden yararlanılır. Çok eski zamanlardan beri de güneş ışığının bu amaçla (şifacılar tarafından) kullanıldığını biliyoruz. Güneş ışığı beyaz ışıktır. Hatta şifacılar aurada eksik gördüğü rengi tamamlamak için o rengin takviyesini güneş ışığıyla birlikte yapar. Gök kuşağındaki renkler içinde yeşil renk en doğal iyileştirici renk olarak bilinir ve kullanılır. Bierey üzerinde rahatlatıcı ve huzur verici bir etkisi vardır; canlılığı artırır ve sinir sistemini güçlendirir. Özellikle insan gözü için en rahatlatıcı renktir. En yaygın renk olarak kullanılmasının nedenlerinden biri de budur zaten… Ama tüm öteki renklerin de kendine özgü ayrıcalıklı etkileri olduğu unutulmamalıdır.

Yiyecek ve İçecekler…
Aurada yeterli miktarda bulunmayan renkler, o renklere karşılık olan gıdaların tüketilmesiyle (auradaki) yerlerine konulabilir.  Doğulu bir aşçı genellikle ilk dört şakranın renklerine karşılık olan yiyecekleri bir öğünde bulundurmaya çalışır. Böyle bir titizlikle hazırlanan bir öğünün sadece görünümü güzel değil, sindirimi de kolaydır. Örneğin, kırmızı et ve dışı kırkızı olan tüm meyve ve sebzeler “kırmızı yiyecekler” grubuna girer. “Turuncu yiyecekler” grubunda ise, portakal, havuç, kabak ve mısır sayılabilir. Tereyağ, yumurta sarısı, greypfrut, kavun ve öteki sarı renkli sebze ve meyveler “sarı gıdalar” dandır. Bu gruplamayı geri kalan renklere de yaygınşlaştırabilirsiniz.

İçeceklere gelince, içeme suyunu, gereksinim duyduğunuz renk ile şarj ederek renk şifasında kullanabilirsiniz. Örneğin, yapacağınız şifa için hangi renk gerekli ise, o renkteki bir kaba suyu doldurun ve onu 4 saat kadar, gün ışığı alacak şekilde pencere içinde bekletin (üzeri kapalı olarak elbetteki). Bu şekilde, belli bir renk vibrasyonuyla şarj edilmiş suyu buz dolabında saklayarak 2 hafta süreyle kullanabilirsiniz. Eğer aradığınız renkte bir su kabınız yoksa, renkli bir cam parçasını, şeffaf su kabı ile gün ışığı arasına yerleştirebilirsiniz. Bu şekilde renklerle şarj edilmiş sular  içilerek ye de haricen tüketilebilir.






Aura ve Müzik…
Metin Kutusu: BEŞERİ AURADAKİ ENERJİ ALANLARI:İçten dışa doğru; fizik, eterik,  astral, mantal…Aura için müziğin rahatlatıcı bir etkisi vardır. Bu amaçla kullanılacak müzik elbette ki, yavaş ve hafif nitelikli olmalıdır. Barok ve meditasyon müziklerinin bu konuda ideal türler olduğunu hemen söyleyebiliriz. Beşeri auara bu tür müziklere hemen; genişlemeye ve enerji yüklenmeye başlayarak olumlu tepki verir. Her müzik notası renklerden birine karşılıktır ve dolayısıyla aura üzerinde etkiye sahiptir. 16.ci Y.Y.’ın ünlü okültisti Paracelcus sadece müzik ile tedavi çalışmaları yapmakla kalmamış, belirli rahatsızlıklar için bazı müzikler de bestelemiştir. Bu bilim adamı; beşeri vücudun, görünen ve görünmeyen olmak üzere iki kısımdan oluştuğunu söylerdi öğretilerinde…O, bu iki kısmı harmonize ederek, bazı rahatsızlıkların iyileştirilebileceğine inanır ve bunun için de, hastaları sağlıklı insanlar ile temas ettirerek iyileştirmeler yapamaya çalışırdı.
Görüldüğü gibi, her bir rengin, renklerle şifa çalışmalarında ayrı bir yeri var ve bunların uygulama şekilleri; zihinde canlandırma, ışık ışınları, içecek / yiyecek ve hatta değerli taşlarla olabilmektedir. Renklerin aura sağlığı üzerindeki etkilerini aşağıdaki şekilde özetle verebiliriz:

Kırmızı:
Kırmızı renk uyarıcı etkisinden dolayı, adrenalin salgılanmasına neden olur ve kan deveranını hızlandırır. Bundan dolayı tek başına ve doğrudan doğruya kullanılmamalı; hemen ardından mavi ya da yeşil devreye sokulmalıdır. İnsanların kırmızı ışıkla sature oldukları zaman kas güçlerinin %50 arttığı laboratuar testleriyle saptanmıştır. Bu, kırmızı rengin canlılığı artıcı etkisinden dolayıdır.(4)

Turuncu:
Bireyde güven duygusunu artırıcı, kendisini iyi hissettirici, pankreası ve akciğerleri güçlendirici  etkiye sahip olan turuncu rengin bronşit, astım ve soğuk algınlıklarına da iyi geldiğini biliyoruz.

Sarı:
Depresyonu azaltan, zihni uyararak bireyi bir bakıma psikolojik bir coşkuya sürükleyen hoş bir renktir. Birinci derecede sinir sistemi üzerinde etkilidir ama kaslar ve genel canlılık üzerinde olumlu bir etkisi bulunmaktadır.Peklik, gaz, hazımsızlık ve çarpıntı gibi rahatsızlıklarda kullanılabilir. Bu olumlu etkilerine rağmen, yine de dikkatli bir şekilde kullanılmalıdır. Çünkü aşırısı ishale neden olabilir. Bunlardan ayrı olarak, sarı rengin, enerjilerin tüm şakralara yaygınlaştırılmasına (dağıtılmasına) yardım edici gibi olumlu bir etkisi daha vardır.

Yeşil:
Şifa ve armoni rengi olmasından dolayı, yeşil renk doğal bir toniktir. Yeşil, gerilimi azaltır ve hipofiz guddesini uyarır. Sert olmayan yeşil ışık baş ağrılarına iyi gelir. Kadim zamanlardan beri yeşil renk verimlilik rengi olarak bilinegelmiştir.

Mavi:
Mavi rengin antiseptik ve dokuları / damarları büzücü etkileri vardır. Serinlik veren etkisinden dolayı, renklerle şifa çalışmalarında hastaya huzur vermede ve sakinleştirmede kullanılagelmiştir. Mavi aynı zamanda gırtlak şakrasının rengi olduğu için; soğuk algınlıklarında, ses kısıklıklarında ve guatrda kullanılır. Ayrıca; romatizma, kesikler, yanıklar için de önerilmektedir.
İndigo (Çivit mavi):
Çivit mavisi rengin “serinletici” etkisi vardır. Fiziksel, duygusal ve ruhsal sorunlarda etkilidir. Kanamayı azaltır ve genellikle de; kulak, göz ve burun rahatsızlıklarında şifacılar tarafından baş vurulan bir renktir.

Viyole (menekşe moru):
En üst düzeylerde iş görür, stresli durumlarda etkilidir. Akıl rahatsızlıklarında, gözlerle ilgili sorunlarda ve uykusuzlukta yarar sağladığı görülmüştür.

Renklerin etkileri konusunda verdiğimiz bu özet bilgilerin yanı sıra şunları da eklemekte yarar görüyoruz: Renkler kadar, kişinin pozitif durumu da önemlidir. Bildiğiniz gibi, kişinin içinde bulunduğu psikolojik durum hemen aurasına yansır. Burum böyle olduğuna göre, olumlu düşüncelerin ve pozitif hissiyatın aura ve sağlık üzerindeki etkisi elbetteki yapıcı yönde olacaktır. Negatif düşünce ve hissiyatlar ise tam ters yönde aurayı ve sağlığı etkileyeceği aşikardır.

Aura Koruması:
Zaman zaman aura enerjilerinizin zayıfladığı olasıdır. Bunun çeşitli nedenlerinden bazıları; stres, aşırı yorgunluk, sağlığın bozulması ya da çevrenizden birilerinin sizden enerji hortumlamaları” (dramalar…). Aura enerjilerinizin şu ya da bu şekilde azaldığını ya da doğrudan doğruya bir aura korunma gereksinimi hissederseniz, hemen uygulayabileceğiniz bir yöntem şudur:

Her iki elinizin baş ve işaret parmaklarınızdan birer halka oluşturun ve bu halkaları iç içe geçirin. Kendinizi bembeyaz bir ışıkla sarılı olarak tasavvur edin. Birkaç dakika içinde kendinizi daha canlı ve enerjetik hissedeceksiniz. Eğer her gün karşı karşıya gelmek durumunda olduğunuz kişi ya da kişiler (partneriniz, patronunuz vb.) sizin enerji yitirmenize neden oluyorlarsa, bu yöntemi her gün yinelemeniz yerinde olur.

Sadece zararlı stresten korunmak için vücudunuzu tepeden tırnağa güzel bir gök kuşağına sarılmış olarak tasavvur edebilirsiniz. Bu gökkuşağı koruma sadece stresi sizden atamakla kalmayacak, aynı zamanda  size enerji vereceği gibi, sizi çevrenizde daha sevilir bir kişi haline getirecektir. (5)

Başka bir yöntem de, doğrudan doğruya ve sadece kendinizi tertemiz ve bembeyaz bir ışığın içinde tasavvur etmektir. Bu korumaya “koruyucu aura” da denir. Bu koruma size yönelik olumsuz her şeyi yansıtarak uzaklaştıracaktır. Bu beyaz ışığı, bir bakıma “spiritüel bir zırh” gibi olası olumsuz durumlara karşı kuşanabilirsiniz.

Elbette korunma, tedaviden daha iyi ve akıllıca bir tutumdur. Sağlığınızla ilgili herhangi bir olumsuzluk sezinlerseniz, bu bir olasılık olsa bile yukarıdaki yöntemlerden birini devreye sokmakta tereddüt etmeyin. Unutmayın ki, eğer bedeninize iyi bakarsanız, o da size bakacaktır ve bunun yararlı sonuçları hemen auranıza da yansıyacaktır.  
…………………….
(1)     AURA READING for Beginners, Richard Webster
(2)     ESP: The Sixth Sense, Brian Ward
(3)     COLOR AND CRYSTALS, Joy  Gardner
(4)     COLOR AND PERSONALITY, Audrey Kargere
(5)     THE ANCIENT ART OR COLOR THERAPHY, Linda A. Clark










20 Ocak 2016 Çarşamba

K A N S E R “Kanserleşme denen müşevveş durum”

K A N S E R
“Kanserleşme denen müşevveş durum” (252) (*)
Hazırlayan : SELMAN GERÇEKSEVER

Her gelişim ortamının, varlıklara sunabileceği gelişim olanakları, o ortamın kendi maddesel yapısıyla sınırlıdır. Zâten gelişim ortamına da, o ortamın sunabileceği olanaklara gereksinimi olan varlıklar belirli devrelerde enkarne olur. Örneğin, dünya gezegeni ruh varlıkları için bir gelişim okuludur. Bu “okul” doğal ve kültürel özellikleri farklı sınıflardan (coğrafi bölgelerden, uluslardan, dinlerden, inanç gruplarından vb.vb.) oluşmuştur. Belli bir devre boyunca dünya gelişim okulunda gelişecek varlık kadrosunu oluşturan varlıklar kendi gelişim gereksinimlerine göre bu “sınıflara” dağılmış durumdadır. Varlıklar enkarne olurken, kendi yaşam planlarına göre bu farklı nitelikte ve düzeydeki sınıfları seçmekle de yetinmez, enkarne olacağı zamandaki uzaysal objelerin bile dünya gezegenine göre gökyüzündeki konumlarını da (astrolojik, astroloji) göz önüne almak durumundadır.

Belli bir gelişim ortamına enkarne olan varlıklar, zaman içinde o ortamdaki gelişimlerinin en üst düzeyine ulaştıkları zaman, bir üst gelişim ortamına (“sınıfa”) yükselme liyakatine de kavuşmuşlar demektir. Fıtratlarında bulunan (yaratılıştan gelen) gelişim dürtüsü (bir üst “sınıfa” atlayana değin) onları sıra dışı / alışılmamış davranışlara, hallere ve uygulamalara sokar. Bu müşevveş durumun (teşevvüş hâlinin) bireysel düzeydeki güncel örneklerden birisinin, maddeci tıp tarafından “hiper aktif” olarak nitelendirilen çocuklar oluşturur. Bu çocuklar (enkarne varlıklar), eğer fizyolojik ve psikolojik bir rahatsızlıkları yoksa, tipik “kristaller” ya da “indigolar”dır. Örneğin, indigo çocuklarının tipik özelliklerinden bir kaçı şunlardır: Mutlak otorite karşısında uyum zorluğu yaşamak, yaratıcılık gerektirmeyen ve ritüel yönelimli sistemler karşısında düş kırıklığı ve sıkıntı yaşarlar, herkesin alışık olduğu bir sisteme uyum sağlamakta zorlanırlar. Bu uyumsuzlukları nedeniyle verdikleri tepkilerden  dolayı “sistem yıkıcı” gibi görünürler, gereksinimlerini bildirmekten çekinmezler, suçluluk duygusu verilerek disipline edilemezler.

İndigolar 90’lı yılların başlarından başlayarak enkarne olmaya başlamışlardı. 2000 yılına doğru da kristallerin enkarnasyonu başlamıştı, günümüze gelinceye kadar da bu tip enkarnasyonlar artarak sürmektedir. Maddeci tıpta “ruh” ve “ruhsal varlık” vb. kavramlar olmadığı için; kristal çocukların doğuştan gelen ruhsal yetenekleri de, tıpkı indigolarda olduğu gibi, yanlış değerlendiriliş ve bu varlıklara psikolojik rehabilitasyon uygulanarak sıradan çocukların düzeyine indirgenmeye çalışılmış, kimisine de ilaç tedavisi uygulanmış, bir kısmı da otistiklerle karıştırılmıştır. Konumuz indigolar ve kristaller olmadığı için burada kesip, ana konumuza dönüyoruz; ancak son olarak, bu varlıkların doğuştan psişik olduklarını belirtmeden geçemeyeceğiz. Evet, gerçek kristaller, bebeklik döneminde; rehber ruhları net bir şekilde görülebilirler, insanların zihinlerini okuyabilirler ve çevresindeki kimselerin enerji olanaklarını (auralarını) algılayarak, onlara güvenip güvenmeme konusunda kararlarını verebilirler (1).

Bireysel teşevvüşün (“müşevveş” durumun) kristallerdeki ve indigolardaki boyutuyla ilgili bu örnekleri okuyan dikkatli ve eleştirel bir zihine sâhip okuyucunun aklına şu soru gelebilir: “Madem ki varlık, enkarne olacağı ortamın zaman -  mekân koşullarını kendi seçiyor, kendi gelişim düzeyine uygun olmayan ortamı ve çevreyi neden seçsin?” Genel ruhçuluk kültürümüzden biliyoruz ki, varlık varlığın gelişim aracıdır ve “uyanmış” olanlar “uyanmakta zorluk çekenler” in uyanmalarına yardım etmekten sorumludur. İşte bu kapsamda bir indigo / kristal, genel toplumun gelişimine katkı sağlamak amacıyla, kendini feda edercesine yaşam planına böyle bir vazifeyi almış olarak doğabilir. Ruh varlığı deneyimci (tecrübeci, mücerrip) bir varlıktır, en akla gelmedik şeyleri bile deneyimlemek ve hizmet amacıyla yaşam planı hazırlayıp enkarne olabilir. Bu fedakârlık onun için, deneyim ve görgü birikimi sağlaması bakımından kaçırılmaması gereken ve gelişim açısından bol kazançlı bir fırsattır. Yukarıdaki son birkaç paragrafta gelişim yolundaki teşevvüşün bireysel düzeydeki görünümünü irdeledik. Teşevvüşün, elbette ki toplumsal düzeydeki görünümü de vardır. Demek ki, belli bir gelişim ortamında gelişimini tamamlamış bir varlık şu ya da bu nedenle aynı ortama enkarne olduğu zaman; o ortamda hâlâ gelişimlerini sürdüren varlıkların yaşam şekillerine uymakta zorlanıyor ve onun bu durumu tolere edilmez ise, bazı uyumsuzluklar ve davranış bozukluğu” denebilecek dışavurumlar sergileyebiliyorlar.

Toplumsal Düzeyde Teşevvüş
Bir beşeri toplum bireyden oluştuğuna göre, elbette ki toplumlar da gelişim yollarında teşevvüşlere girip çıkarlar ve sosyoloji biliminde buna “anomi” denmiştir. Anomi, beşeri yaşamda büyük değişimler öncesi görülen toplumsal; belirsizliğin düzensizliğin ve karışıklığın genel adıdır. Felsefe de Emile Durkheim tarafından da gözlenmiş ve incelenmiş olan anominin temelinde, bireyin peşinden koştuğu amaçlar ve bunların gerçekleşme olasılığında baş gösteren belirsizlik ve huzursuzluk toplumda yaygınlaştığı zaman, anomi denen toplumsal karmaşa(müşevveş durum) ortaya çıkıyor. Bireyin peşinden koştuğu amaçların temelinde (o bilse de bilmese de, maddeci bir kafayla bunu yadsısa da, onun fıtratında) kişisel gelişim vardır. Yazımızın akışı içinde de yer yer belirttiğimiz gibi bireyin enkarnasyon ortamının (toplumun) zaman – mekân koşullarıyla gelişim olanakları kişisel gelişim düzeyinin gerisinde kaldığı zaman ve bu durumu toplumun bireylerinde yaygınlaştığında,  anominin alt yapısı oluşmuş demektir. Bu durumda olan bireylerin toplamı kritik bir düzeye geldiğinde; toplumda kişilerin davranışlarına yön veren ve toplumsal yaşamını düzenleyen kuralların değişmemesinin arefesine gelinmiş demektir. Elbette ki statükonun değişmesini istemeyen ve yenileşmeye / değişime karşı olan kesim ile çatışma kaçınılmaz olur ve toplumsal düzeyde anomi deneyimlenerek yeni bir düzene geçilir. Dünyamızda her büyük inkılap öncesi (temel kaynak eserimizdeki söylemiyle) “…yozlaşma, soysuzlaşma ve sanki boğazlanırcasına (mezbuhâne) bir çırpınış (252)” görülmüştür. Bu, bir bakıma, bu yazımızın konusu olan “kanserleşme”dir.

Yukarıda değinip geçtiğimiz kişisel gelişim ve değişimle gelen bireysel düzeydeki teşevvüşü, sosyoloji profesörü Ünver GÜNAY “kimlik sorunu” olarak nitelemiş ve bu “sorunun” bireysel düzeyden toplumsal teşevvüşe (anomiye) evrilmesini şöyle ifâdeye koymuştur: “Kimlik olgusu aynı zamanda dinamik bir süreç olduğu içindir ki, pek çok durumlardan çok çeşitli toplumlar için; kimlik arayışı (özdeğişim), kimlik bunalımı, kimlik kayması vb. gibi olgu ve süreçlerden geçer ve özellikle hızlı değişim öncesinde ortaya çıkan kültürel kırılmalar, ‘çatlaklar’,’boşluklar’ ya da en azından belirsizlikler ve anomi halinde bir tür kimlik sorunlarını toplumlarda yaşamsal sorunlar olarak ortaya çıkar.” (2) Beşeriyet tarihimizde büyük değişimlerden önce yaşanmış anomi örneklerini hepimiz biliriz; ülkemizde Cumhuriyet öncesi, Batı’da Rönesans öncesi ve sanâyi devrimi öncesi vb.vb. anomi durumların örneklerini tarihin kadîm toplumlarına kadar gerilere götürmek olasıdır.

İşte son birkaç paragraf içinde ele aldığımız “anomi” olayı da, bu yazımızın esas teması olan kanserleşmenin toplumsal düzeydeki görünümü olmaktadır. Kolayca anlaşılacağı gibi; hem hücre düzeyinde, hem beden düzeyinde, hem de toplumsal düzeyde kanserleşmenin temelindeki etmen gelişim ve değişimdir. Gelişip değişen varlığın, gelişimi için çevredeki gelişim olanakları yetersizleşmeye başladığı zaman, “kanserleşme” dediğimiz müşevveş durum ortaya çıkıyor.

MU HARİTASI
Gezegenimizde kanserleşmenin yaşandığı örneklerinden belki de en büyüğü kadîm MU’dur (251). MU halkı o zamanki zaman – mekân koşullarının ve bu koşullarda sınırlı gelişim olanaklarının zirvesine ulaşmışlardı. (yaklaşık 60.000 yıl önce). MU Kıtası sularla gömülmeden önce, o zamanki koşullarda gelişimin “zirvesine” ulaşan insanların bu durumu, kendilerinde öyle bir gurur ve her şeye kaadir olabildikleri iddiasını (ve yanılgısını elbette…) öyle aşırı bir durum ortaya çıkarmıştır ki, bu durum onları; maddenin ve maddesel değerlerin içine daha çok gömerek, dünyanın doğal koşullarını ve gelişim olanaklarını sıra dışı yollardan bozmaya yönelik bir takım uygulamalara yöneltmişti. Sonunda, MU günümüzden altmış bin yıl önce sulara gömüldü.

İçinde bulunduğu gelişim ortamının olabilecek en üst düzeyinde (“zirveye”) gelmiş olan varlıkların, maddeyi didiklercesine yeni gelişim olanakları arayış durumunun dışa vurumuydu bu müşevveş hâl. Bunun başka bir görünümü de; lükse, zenginliğe, konfora, maddeperestliğe, hodkâmlığa ve her türden hırsa kapılmak şeklinde uygulamalardır. Kadîm MU’da da böyle oldu: Bugünkü dünyada da bunlar yok değil. Kadîm MU’nun son zamanlarında; bilim adına da, hidrojen atomunun kaba bileşimlerinin içine gömüldüler ve tüm mutluluklarını bu bileşimlerden beklediler ki, bu da son haddine gelmiş maddesel gelişimlerin varlıklara sunduğu bir tür çırpınışlar içinde yozlaşma ve hatta soysuzlaşma uygulamalarıydı. İşte onbinlerce yıl öncesi MU dünyasının batacağı âna rastlayan zamanlardaki toplumsal kanserleşmeydi  bu (anomi) (3).

O  zamanki enkarnasyonlar, gelişmek (ve bunun için yeni gelişim olanakları aramak) kapsamında, o zamanki dünyanın doğal koşullarını sıra dışı yollardan kurcalamaya / zorlamaya ve zaman zaman da onları bozmaya çalışsalardı, nefslerini kontrol altında tutmayı sürdürüp, gurur ve benlik duygusu eşliğinde gelen “her şeye kaadir olma zehabına kapılmasalardı, belki de bu doğal teşevvüş dönemini kazasız belâsız ve daha insanca atlatacaklardı…” Elbette ki bu durum, yüzde yüz tüm MU halkı için geçerli olamaz. Çünkü olların arasında elbette ki söz konusu; bireysel düzeydeki teşevvüş, toplumsal düzeydeki anomi durumlarını bilge ve erdemli insanlara özgü bir beceriklilikle atlatmış olanlar vardı. İşte bunların bir kısmı “naakaller” olarak (MU Kıtası sulara gömülmeden önce) dünyanın başka yerlerine göç ederek, kadîm MU bilgilerini o diyarlara taşımışlardı.

MU Uygarlığı’nın o günlerdeki müşevveş ve anomi durumunu şimdi bizler, bugünkü ahlâk anlayışımıza göre bir talihsizlik olarak anımsıyorsak da, varlığın gelişimi ve bu gelişim için gerekli gelişim olanakları açısından baktığımızda şu bakımdan onlara hak vermek belki de olasıdır: Bildiğimiz kadarıyla ruh için tekâmül, madde için gelişim olguları devreseldir. Belli bir zaman – mekân kesitinden ve belli bir gelişim ortamında, belli bir devre boyunca enkarne olan varlıklar kadrosu zaman içinde oranın maddesini de bir dereceye kadar geliştirir (ihya eder) titreşimini bir dereceye kadar yükseltebilirler.

Maddenin bu anlamda gelişimi bir düzeye dek yükseldikten sonra, ruh varlığının gelişim gereksinimlerini karşılayamaz olur. Ama ruh varlığı (fıtratında bulunan “üç bilgisi” sinden biri olan) “tekâmül et” buyruğunun bir şeyler yapmaya zorlayıcı itilimiyle ilerlemek zorundadır. Çünkü ruh varlığı evrenin ve yaratılışın “aktif elemanı” dır (4). Başka bir deyişle varlıklar bir an gelir ki, daha ileri gidebilmek için; gereksinim duydukları maddesel olanakları, enkarnasyon ortamındaki maddelerden sağlayamaz olurlar (251). Yani enkarne oldukları ortamlarda maddenin olanakları ve koşulları onların ileri hamleler yapmalarına olanak sağlayamayacak kadar kısırlaşır. Oysa varlıkların gelişim hamleleri asla durmaz (aslında durmaması da gerekir) ve hiçbir sınır tanımadan, sürekli ileri doğru atılmak isterler. Hattâ buna zorunludurlar, bağlı oldukları ruhlara hizmet kapsamında…

Gelişebilmek için, maddenin sağladığı gelişim olanaklarını muntazam ve sürekli olarak bulan varlıklar, maddede söz konusu elverişsizlikler ortaya çıkınca daha doğrusu, maddesel olanaklar kendilerine yetersiz gelmeye başlayınca, elindeki maddeden ve ona bağlı maddesel olanaklardan, “belki bundan biraz daha yararlanabilirim, bu maddenin şimdiye dek gizlide kalmış bir özelliği olabilir mi…” umuduyla maddenin doğasına uygun olmayan girişimlerde / analizlerde bulunma yoluna girer. Bunun günümüzde bilinen şekilleri / örnekleri; klonlama, gen mühendisliği, DNA’nın özelliklerini değiştirme girişimleri, çevre koşullarını ve doğanın dengesini olumsuz yönde etkileyen ve iklim değişimlerine, bazı gıdaların özgün yapılarının bozulmasına(buna yozlaşmaya bağlı olarak değişik ve yeni yeni rahatsızlıkların ortaya çıkmasına) bile neden olan uygulamalar vb. vb. şeklinde basına yansımaktadır.Elbette ki, bunların bir kısmı insan sağlığı ve refahı açısından olumlu ve memnuniyet verici sonuçlar getirmiştir ama olumsuz sonuçların sayısı da az değildir. Bunlardan en günceli ve günlük yaşantımızda olmazsa olmaz olarak bilinen buğday ve unluların tamamıdır:  Maddenin temel ve doğal özelliklerinin bozulmasına neden olan ve elbette ki maddenin fıtratına aykırı olan bu uygulamaların genel görünümünün bir parçasını oluşturmaktadır.

Toplumda, hatta beşeriyetin büyük bir kısmında gözlediğimiz bu makro oluşumun mikro düzeydeki örneği bir mikro kosmoz olan bedende de ortaya çıkar. Değişik yapılarda ve işlevlerde organlardan oluşan bedenimizin, kendisi bir organizma olduğu gibi, milyarlarca minik organizmanın da enkarnasyon ve gelişim ortamıdır. Örneğin, tüm vücudumuzu oluşturan, (yani vücudun kendi) hücre sayısından birkaç kat fazla hücre ( yararlı / zararlı olmak üzere, probiyotik ) bağırsaklarımızın iç yüzeyinde konuşlanmış durumdadır (bağırsak florası). Bu yazımızın ilk yarısını oluşturan genel dünya toplumu örneğinde, dünya ana “gaia”nın bedenini, farklı unsurların binbir türü ile bitkiler ve hayvanlar âlemi oluşturduğu gibi, beden organizmamızı da farklı organlar oluşturur. Bitkiler ve hayvanlar âleminde (canlı küre biyosferden) örnekler eklenebilir.

Benzer şekilde, bir güneş sistemi farklı niteliklerdeki uzaysal objelerden oluşmuştur, bir galaksi bu güneşlerden (yıldızlardan, güneş sistemlerinden, nebülözlerden, kara deliklerden vb.) oluşmuştur, bir âlem bu fosillerden ve nebölözlerden, bir evren de bu âlemlerden oluşmuştur. Görünen o ki, birbirine benzer yapılar mikro ve makro düzeyde sürüp gidiyor. “Yukarıdaki aşağıdakine benzer, aşağıdaki de yukarıdakine benzemeye çalışır…”  ezoterik söylemi söz konusu yapılanmayı îmâ etmiyor mu?
EVRENİN BÜYÜKLÜĞÜ
Mikro ve makro düzeydeki yapılanmanın benzer olduğunu bu şekilde örneklendirdikten sonra, yeniden beden organizmamıza dönerek konumuzu işlemeyi sürdürelim. Beden organizması içinde bulunan hücre varlıklarının kendi paylarına düşen maddesel gelişim ortamları, onların daha ileri gidebilmelerine yol vermez duruma getirmişti. Örneğin, bedeni dıştan saran derinin bir hücresinin o bedende kendisine verilmiş belirli bir işlev alanı vardır. Bu hücrenin bu alanın üstüne/dışına çıkmasına bedenin somatik durumu uygun değildir (251). Böyle bir çıkış organizmanın genel uyumuna ters düşer. O hücreyi kendisine bir gelişim vasatı yapmış olan basit varlık, ilk zamanlarda işlevini kusursuz yaparken, muhtaç olduğu gelişim gereksinimlerini sağlayabiliyordu. Fakat bir an geldi ki, o bu gelişim devresini bitirdi. Daha üst gelişim otamlarına ve olanaklarına hazırlanma ihtiyacı duymaya başlandı. O hücrenin içinde bulunduğu her zamanki biyolojik koşullar ve olanaklar bu ileri etkinlik gereksinimlerini karşılayacak durumda değildirler. Bundan dolayı o hücre varlığı bedene (kendi bedenine) “sığamaz” oldu. İşte bu durumun sonucu olarak, önceleri örneğin; normal bir deri hücresi her zamanki yollarla usulü ile kullanan o basit varlık şimdi, bedeni düzeni ve uyumu dışına doğru yönlenmiş olarak sanki “çırpınmaya” başladı.Bu “çırpınış”, o hücrenin deri toplumu içinde o topluma uymayan bir takım durumlara neden oldu ki, bu da doğal olarak onun gelişiminde “kanserleşme” denilen teşevvüş durumunu oluşturdu (252). Şurası da kesindir ki, deri hücresinin bu kanserleşmiş ve deri toplumu içindeki uyum ve düzen dışı etkinliklere yönelmiş durumu; artık bir gelişim aşamasını bitirip, daha üst bir aşamaya geçmek için “çırpınan”, fakat içinde bulunduğu koşullarda buna olanak bulamayan bir varlığın “boğazlanırcasına” (mezbuhâne) yaptığı hamlelerden başka bir şey değildir (252).
           
Kanser konusu günümüz maddeci tıbbının yaklaşımına ruhçu pencereden baktığımızda aslında durum çok farklı değil; yani bu konuda , maddeci yaklaşım ile ruhçu yaklaşımı yer yer bağdaştırmak olası: Daha iyi gelişim olanakları arama telaşı / teşevvüşü içinde, bu durumda olan hücreye bu konuda yardımcı olacak gibi görünen maddeler (%80-90 oranında) vücut dışı kaynaklıdır. Çünkü zâten vücudun kendi maddeleri ve olanakları bu hücreye gelişim için yetersiz kalmıştı. Değişim açlığı ve hırsı içinde bulunan bu hücre varlığının, işine yarar zannıyla sarıldığı maddeler günümüz tıbbının “kanserojen” olarak adlandırdığı ve hepsi de dış kaynaklı (vücudun dışından gelen) maddelerdir. Bunlar, başta şeker olmak üzere şöyle sıralanmaktadır (5): Hidrokarbonatlar, aflatoksin (küf mantarı tarafından sentezlenir) nikel, krom, sigara(nikotin), yiyecek katkı maddeleri, birçok ilaç, parfümeride kullanılan bazı kimyasallar.

Hücrede enkarne varlık, fıtratından kaynaklanan gelişme itilimini kontrol altına alamayıp, sanki her şeyden medet uman bir akıl hastası gibi, ya da bağımlısı olduğu uyuşturucusu kalmamış bir bağımlının kıvranması gibi, sıra dışı tavır ve tutumlar içine girer. İşte vücudunda bu durumun eşiğine gelmiş hücreler olan bir kimse az önce sıraladığımız “kanserojen maddelere”de mâruz kaldığında, ya da bir şekilde kansere neden olan virüsler (onkojenik) kendisine bulaştığında, hücrenin teşevvüş durumları artık yozlaşma (“kanserleşme”) ve öteki sağlıklı hücrelere ve tüm vücuda zarar verme aşamasına giriyor. Bu yozlaşma kapsamında hücrenin kendisinde ve çevresinde olan ve vücudun genel âhengiyle bağdaşmayan değişiklikleri günümüz tıbbı şöyle sıralıyor:
·         DNA’nın hasarı sonucu, hücre(ler)in kontrolsüz şekilde ya da normal olmayan bir şekilde büyümesi ve çoğalması,
·         Böyle bir değişime uğramış hücreleri topluluğuyla tümörler oluşur. Bu tümör(ur) oluşumu bu hücre varlıkları için vücutta yeni bir deneyim ve gelişim ortamıdır.
·         Vücudun bağışıklık sisteminin zayıflaması da, gelişim düzeyleri uygun olan hücre varlıklarının “kanserleşme”  deneyimine girmeleri için güzel bir vesile ve fırsat oluşturmaktadır. Bu durum, bu tür deneyime girmeleri ve görgü ve deneyim birikimlerine katkı yapmaları bakımından güzel bir fırsattır ama vücudun genel sağlık açısından tehlikeli bir durumdur. Bu nedenle günümüz tıbbı bağışıklık sisteminin güçlü olmasını önerir ve gerekli önlemler konusunda duyarlı olmamızı önerir. Bununla birlikte, hem vücudun asıl sâhibi olan özbenliğin (varlığın) böyle bir rahatsızlık ile deneyimleyeceği bazı haller ve hâletler söz konusu ise, pek çok bahane ve vesilelerden biri nedeniyle vücutta kanserleşme oluşur ve yine çeşitli beşeri bahânelerle bu durum çok geç fark edilir ve iş işten geçmiş olur. Vücudun sâhibi varlık da bu oluşumu gelişim açısından gereği gibi değerlendirebilirse, amacına ulaşmış olur. Dahası, o vücutta kanserleşme deneyimi ile bir “yükselme” gereksinimi içinde olan hücre varlıkları da amaçlarına ulaşmış olurlar. Hattâ bununla da sınırlı kalmaz; hastanın yakın çevresi, onun iyileştirmeye çalışan doktor, hemşire, hasta bakıcı ve hatta bu konuda araştırma yapan akademisyenler de bu durumla bağlantılı olarak pek çok ve kaotik etkileşim / iletişim içine girerek görgü ve deneyim birikimlerine katkıda bulunurlar. Örneğin, bu akademisyenlerden biri olan Prof. Dr. Ying Xu, uzun gözlem ve denemeler sonunda kanserleşen hücrelerin oksijenle olan bağlantısını keşfetmiştir.   

Prof.Xu, bilimsel adı “Hipksiya” olan hücrelerdeki olması gerektiğinden düşük oksijen düzeyinin bazı kanser türlerinde önemli bir etken olduğunu kanıtlamıştı. Dünyada görülen yüksek kanser oranlarının sâdece genetik mutasyonlarla açıklanamayacağını belirten Porf. Xu, biyolojik ve biyoenformatik bilimin araştırmacılarına kansere yeni bir ışık altında bakma olanağı sunduğunu da kaydetti.

Günümüz maddeci tıbbının önerdiği verileri de göz önünde bulundurarak, yukarıdan beri irdelemeye çalıştığımız kanserleşme durumu; aynı gelişim düzeyine ulaşmış başka hücreler için de düşünülebilir ve böyle hücrelerin hep birlikte, örneğin deri toplumu (dokusu) içindeki uyum ve düzen dışı etkinlikleri dokunun tamamının kanserleşmesine neden olabilir. Burada mağdur olmuş gibi görünen beden organizmasına gelince, o da aslında hiçbir şey yitirmiş değildir; başka varlıkların (hücrelerin) gelişmelerine zemin hazırlamak konusunda yüklenmiş olduğu otomatik bir yardım vazifesini gerçekleştirmiştir(252). Beden organizması bu vazifesini yapmakla, o da kader mekanizması kapsamında,  daha üst bir kader tezahürü olan mekânsal liyakatleri kazanacak ve bir üst düzeye geçebilmenin geniş olanaklarından böylece yararlanmış bulunacaktır ki, bu da onun ileri bir merhaleye atlaması yani gelişmiş olması demektir.

Görülüyor ki, 21 Y.Y. beşeri toplumu bakımından en kötü rahatsızlıklardan biri olarak kabul edilen kanser, aslında evrensel gelişim olgusunun beden organizmasının gelişim vasatındaki bir tezâhürüdür ve aynı şeyin toplumsal düzeydeki görünümü de sosyolojinin ve hukuk felsefesinin alanlarına giren yozlaşma türleridir. Tıp alanındaki tüm gelişmelere karşın son zamanlarda giderek artan çeşitli kanser vakalarının ortaya çıkıyor olması da; varlıkların gelişim gereksinimlerini karşılamadığının işaretidir. En küçüğünden (hücre, beden) en büyüğüne (birey, toplum) kadar her varlık birbirine dayanarak, birbirinden bir şeyler alıp vererek sürekli ileriye doğru hamleler yapmakta ve “yükselmektedir”. Bu “yükselişe” yönelik hareket ve tekinliklerin hiçbirinde, hiçbir varlık için ceza, ödül, zulüm, vefasızlık,açmazsızlık, felaket vb. söz konusu değildir. Her şey kader mekanizmasının (6) ölçüsü ile kazanılmış liyakatlerin ve bu yolda sergilenmiş cehitlerin sonucudur.        

---------------------------------------------
(*) Yazımızın akışı içerisinde , bazı satırların sonunda görülecek rakamlar; temel kaynak eserimiz İLAHİ NİZAM ve KAİNAT’tan yaptığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.
(1) KRİSTAL ÇOCUKLAR, Doveen Virtue İNDİGO ve KRİSTAL ÇOCUKLAR, Mustafa Akkaş
(2) DİN SOSYOLOJİSİ, Sayfa 420, Prof. Dr. Ünver GÜNAY, İnsan Yayınları, 2010
(3) MU Medeniyeti ve bağlantılı konular hakkında ayrıntılı bilgi için, temel kaynak eserimiz İLAHİ NİZAM ve KAİNAT’tan başka şu eserlere başvurulabilir: KÖKEN, Sinan Meydan (İnkılap Yayınları) ve ( Ruh ve Madde Yayınları’nın) KAYIP KITA MU, BATIK KITA MU ÇOCUKLARI
(4) “Üç Bilgi” konusunda bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ (1988 Baskı), sayfalar 41,57,87.
(5) Gülfiliz Ekinci, genetik Bilim Sitesi, Internet ortamı
(6) Kader Mekanizması, Yüksek kader ilkesinin evrendeki tezahürüdür (233).


                     


2 Ekim 2015 Cuma

YENİ RUHÇULUĞUN BİLİMSEL VE ETİK SONUÇLARI

YENİ RUHÇULUĞUN
BİLİMSEL VE ETİK SONUÇLARI (*)
Başlıkta anlamını bulan sonuçların pek çoğu bizden öncekiler tarafından söylenen sözlerle ortaya konmuştur. Bu yüzden bizim icâdettiğimiz şeyler değildir. Bizim bu kitabımızda (**) yaptığımız iş, onlara birkaç fikir eklemek ve bazı kısımlarda yeni bir deneysel ruhçuluk görüşüne göre ufak tefek bazı değişiklik ve iyileştirmeler yapmak olmuştur.

Kitabımızdan çıkan bu sonuçlar ilim ve ahlâkın ne başlangıcı ne de sonudur. Her zaman ve her devirde olduğumuz gibi biz sürekli olarak yarı yoldayız ve bulunduğumuz nokta, yüksek hedefleri göremeyecek ve hattâ sezemeyecek kadar onlardan uzakta bulunmaktadır. Dundan dolayı bu yoldaki araştırmacılar arasında bizden daha ileri gidecek olanlar hep bulunacaktır. Bunun zorunlu nedenlerini de kitabımız, okurlarına arz etmiştir. Demek, “Yeni Ruhçuluk” diye adlandırdığımız bu yol, ne bir dindir, ne herhangi bir doğmadır, ne mutlak realitelerden, hakikatlerden söz ettiği iddia eden bir yoldur ve ne de bir takım ödül ya da ceza vaatleriyle ruhları şu ya da bu tarafa gitmeye zorlayan bir mezheptir. Burada söz konusu olan şeyler bir realitenin ifadesidir. Bu realite de, tüm realitelere bırakmaya mahkûm olmak kaderinden kendini hiç kuşkusuz kurtarmış değildir.

Bu kitabımızda anlatılanlar olabildiğince deneysel yollardaki gözlemlere dayanmaktadır. Yalnız, kitabın hacmi ve ele alınan konuların genişliği bu gözlemlerin ve özellikle onlarla ilgili deneysel araştırmaların uzun uzadıya incelenerek irdelenmesine olanak bırakmamıştır. Çünkü bu araştırmalar, her biri bir ötekisinden daha geniş ve ayrı ayrı konularla ilgilidir. O konular üzerinde gerçekten büyük bir yetkinlikle cehit sarf etmiş ve değerli sonuçlara varmış hatırı sayılır âlimler vardır. Onların çalışmalarıyla ilgili bir çok eserden birkaç tânesini “yararlanılan eserler” sayfalarımızda okuyucularıma sunuyorum.

Yeni yapılacak işleri bir yana bırakarak, esasen yapılmış işler üzerinde tekrar tekrar durmakla bir yerlere varılmaz ve büyük yararlar elde edilmez. Ortada olduğu anlaşılmış bir olayın açıklanması etkinliği üzerinde durulmak gerekirken, bu işi bırakarak; o olayın gerçek olup olmadığı düşüncesinden kafasını bir türlü kurtaramamak, kuşkuculuğu kendine meslek edinmiş kimselerin kaprislerini hiçbir zaman doyuramayacak olmalarından doğmuş acıklı bir durumdur. Bu realitenin temsilcileri, amaç edindikleri kuşkularından kurtulamayacaktır. Aslında, insan ruhunun çeşitli modaliteler gösteren tezahürleri arasında bununda bulunması doğal ve zorunlu bir durumdur. Bundan dolayı, listelediğim söz konusu eserler, üzerinde dura dura ve dikkatli bir şekilde okunduktan sonra da, okuyucularım arasında bunları da yetersiz bulan olursa, onlar için bir süre daha kuşkuları içinde ya da önceden inandıkları doğmalarınla kalmaları herhalde en yararlı tutum olacaktır. Çünkü şimdilik kendileri için gelişim yolu budur.

Yukarıdaki açıklamalardan sonra, kitabımızın ya da yeni ruhçuluğun vardığı sonuçlardan bir kısmını şöylece özetleyebiliriz:
1)      Tüm yaratılmışların, görünen / görünmeyen ne varsa, hepsini yaratan ALLAH’ tır. Yaradan, her dilde başka bir adla anılmış ve herkesin göreceli anlayışına göre bir kimlik almıştır.
2)      ALLAH’ ın vücut verdiği yaratıklar bizim idrak alanımıza girmeyecek kadar sonsuzluk içinde yayılıp gider. Bu nedenle yaratılmış olanlar bizim için ezeli ve ebedidir.
3)      ALLAH’ a hiçbir kimlik izâfe edilemez. Çünkü o mutlaktır, yaratılmışlar ise göreceli ve birbirine göredir. Mutlak sözcüğünden anlayabildiğimiz; hiçbir şeyle, hiçbir şekilde göreceli olmayandır. Bundan dolayı tüm tasavvur ve algıları göreceli olan insanların ALLAH hakkında herhangi bir idrake sahip bulunmaları olası değildir. Bu bakından, düşünülünce, O’na izafe edilecek ( uygun görülecek) bir sıfat, ne kadar yüksek bir düzenlemeyle ele alınırsa alınsın, ne kadar ideal olursa olsun, O’nu ifâde edemez. Bu hareket ancak, ona henüz çok uzakta bulunanların geri düzenlemelerdeki yöntemlerinin bir eseri olabilir ki, varlıklar “yükseldikçe” bu düzenlemeler de yükselecek ve varlıkların mutlak hakkındaki duyguları ve kabulleri o oranda kapsamlı gelişmeler gösterecektir.

Durum böyle olunca, ALLAH hakkında Yeni Ruhçuluk anlayışıyla ALLAH hakkında; büyüklük, küçüklük, iyilik, kötülük, bilicilik, bilmeyicilik gibi, sürekli zıtlarıyla oranlanan eksik sıfatlardan hiçbirinin söz konusu olmayacağına emin bulunuyoruz. Bizim O’nu takdir etmekteki bu aczimiz O’nun mutlak değerini ne büyültür ne de küçültür; bundan da bize ne bir ödül ne de bir cezalandırma gelir. En yoğunundan başlayarak, tüm maddesel nitelikleri O’ndan sırasıyla soyutlayabilmemiz, bizim gelişmiş düzeyimize uygun kazançların sonuçlandırdığı bir sorumluluk olur. 
4)      Yaratma, bizlerin düşünme ve duyarlılık yeteneğimizin dışında kalır. “Yoktan var olma” sözü bizim ebedîyen anlayacağımız anlamları içerir. Biz yokluğu hiçbir zaman idrak edemeyiz ki, ondan var olma durumunu düşünüp duyabilelim. Bundan dolayı, “ALLAH evreni yoktan var etmiştir.” derken, ne kadar düşünmeden ve duymadan konuştuğumuzu kabullenmemiz gerekir.
5)      Şu halde, “ALLAH; yaratılmışların nasıl ve ne zamandan beri yaratmış bulunuyor?” gibi sorularının yeri yoktur. Bu soruların yersiz oluşunun başlıca üç bakımdan kendini gösterir: Birincisi, bizim düşüncemizin en yüksek tertipteki yaratıcılık özelliği görecelidir. Oysa Mutlak, görecelik kabul etmez. Bu sözümüzün yanlış anlaşılmamasını dileriz: Burada biz, “ALLAH yaratmadı” demek istemiyoruz. Yaratmak ve yaratmamak özellikleri bize göre varsayılan (gerçek olmayan bir yaratılış konusunda da görecelidir; bundan dolayı da ALLAH’ a dayandırılmaz diyoruz.) Daha doğrusu, insanoğlu yaradılışın anlamını anlayamaz ve hiçbir şekilde de ifâdeye koyamaz diyoruz. İkincisi, yaratmak, yoktan var etmek olduğuna göre, içeriğini anlamaktan âciz bulunduğumuz bir konunun nasıl ve ne zaman ortaya çıkmış olduğunu sorup öğrenmeye zorunlu olarak  bir olanak düşünülemez. Üçüncüsü, Mutlak’a hiçbir şey ilişkilendirilemeyeceği gibi, zaman ve amel de ilişkilendirilemez. Bunların hiçbirisi ile O’nun bağlantılandırılması söz konusu olamaz. Bu düşünceyi atlamak kişiyi, üç buutlu âlemimizin gereklerinden olan zamanla ve iş görünümü şekilleriyle Mutlak’ın sınırlanması, kayıtlanması ve bağlanması gibi büyük kusurlu bir yola sokar. Oysa bu, zaman ve iş görünümü kavramları bize ebediyet kadar uzun ve büyük görünen üç buutlu âlemimizin daha birkaç adımlık ilerideki yollarından bile kendilerine vermiş olduğumuz tüm değerlerini yitirmeye başlar. Unutmayalım ki, bu alemimiz, ebedî evrenler içinde ebedî olan küçük bir evrenin, bir madde evreninin değerlendirmede âciz olduğumuz derecede küçük ve önemsiz bir köşesidir.
6)      Demek, ‘ALLAH; bizlerce sözü bile edilemeyecek şekilde ruhları yaratmıştır, onlara vücut vermiştir…’, gibi çok noksan ve kusurlu bir ifâdeden başka bir söz söyleyebilecek durumda değiliz.
7)      Ruh, tesirlilik kudreti olan şuurlu bir varlık olmakla beraber, onda gizli tüm nitelikler bizim bildiklerimiz ve anlayabildiklerimizle sınırlı değildir. Ruhun melekeleri, madde evrenindeki maddesel bağları oranında kararmış ve gözden kaybolmuş durumdadır.
8)      Ruhlar madde evreninde tekâmül ettikçe, yani; görgü ve deneyimleriyle maddeler üzerindeki tesirlilik kudretlerini kullanabilme olanaklarını genişlettikçe, bünyelerinde potansiyel olarak bulunan “yüksek” melekeleri yavaş yavaş gelişme zemini bulur. Bu olguya paralel olarak da madde esâretinden kurtulur. Örneğin, bir bitkinin ruhunda “ruhsal” diyebileceğimiz pek az şey gelişebilir. Bu da daha çok; edilgen (pasif) bir yaşam tezâhüründen ibârettir. Onda irâde ve imajinasyon melekleri görülmez ama onun ruhunda, öteki tüm melekeleri gibi, irâde ve imajinasyon melekesi de gizli bir potansiyel olarak bulunmaktadır. Nasıl ki, birlik aşamasında sonraki gelişim aşamalarında (hayvanlık aşamasında) irâdenin ve (beşeri aşamada da) imajinasyonun ortaya çıkışını görüyoruz. Bunlar birbirinin yerini tutan, birbirine evrilen melekeler değildir, birbirine eklenen ve ruhun maddeler arasında ortaya çıkan melekeleridir. Tüm bu melekeler, ruhun maddeler üzerindeki tesirlilik kudretini kapsamlaştırabildiği, yani görgü ve deneyim birikimiyle daha “yüksek” maddesel etkinlik olanaklarını elde ettiği oranda gelişmektedirler.
Bununla birlikte, ruhun olgunlaşması beşeri aşamada son bulmadığından; onun daha yüksek durumlarla geçişinin zorunlu bir sonucu olan, aynı zamanda da gittikçe “yüksek” hallere geçişini zorunlu kılan bilmediğimiz “yüksek” tertipte nice melekeleri daha, madde evreninden görünür hale gelecektir ki, onlar bugün insan hâlinde tanıdığımız varlığı yarın, birçoğumuzun ancak “ilâhi” olarak kabul ettikleri “yüksek” kudretler içinde bize tanıtacaktır.
9)      Ruhların tekâmülü zorunludur. Çünkü onların maddelerle bağımlılıklarının amacı, kendilerinde potansiyel olarak bulunan, maddelerle ilgili tüm melekelerin yavaş yavaş (tedricen) ilerleyerek ve gelişerek tesirlilik kudretlerini madde evreninde de serbestçe gösterecek bir duruma getirmektir.
10) Tekâmül, ruhların; ancak, madde evreniyle olan ilişki ve etkileşimleri bakımından söz konusudur. Daha doğrusu tekâmül, İlâhî İrâde Yasaları gereğince ebedî olması gereken ruhlar ve madde ilişkilerinin, gene bu yasalara her noktasında uygun bir durumda gelişmiş olmasıdır. Bundan dolayı biz, madde evreniyle olan ilişkileri dışındaki nasıl ruhun hiçbir varlığı ve hiçbir etkinliğini idrak edemiyorsak, öylece onun madde evreni dışındaki tekâmülü de bizce söz konusu olamaz. Şu halde ruhların tekâmülü demek, onların maddelerle olan ilişkilerinin tekâmülü demektir. Bunun da anlamı şudur: Ruh, madde evrenine bilgisi ile girer; ancak bu bilgisine ve kendisinde potansiyel olarak bulunan tüm melekelere rağmen, evren üzerindeki egemenliğini, yani tesirliliğini tam bir olgunlukla gösterecek durumda değildir. Çünkü o, bu etkinliği göstermek için gerekli olan görgü ve deneyimden yoksundur. İşte o, bu görgü ve deneyimini arttırmak ve madde evreniyle ilgili tüm melekelerini kullanmak konusunda ruhsat sâhibi olmak için bu evrenin her türlü madde alemlerine bağlı olarak bir süre tutsaklık (esâret) hayatı geçirir ve bu sırada maddesel oluş durumlarını belirleyen yüksek doğa yasalarının tüm gerekleri içinde bir süre yaşar, yoğrulur. Bu ruhun seve seve kabul ettiği tekâmül yoludur.
11) Demek ki, ruhlar görgü ve deneyimlerini arttırmak için madde evrenine zorunlu olarak bağlanır. Bu durumu zorunlu kılan İlahi İrade Yasaları; daha doğrusu, bu yasaların gereklerine “susamış” ruhun kendi oluş hâlidir. Görülüyor ki, ruhların maddelere bağlanması bir neden (illet) değil, sonuçtur ve bu sonuç ruhları olgunlaşma hedefine ulaştırıcı bir araçtır. İşte Yeni Ruhçuluk düşüncesi, kasik deneysel ruhçuluk (spiritizm) izleyicilerinin (mensuplarının) bir çoğundan, bir çok skolastik ruhçu felsefe düşüncesi sahiplerinden ve özellikle de kadîm Hindistan’dan Budizm’den kaynaklanan birçok dinsel ve felsefi yaklaşımlardan bu şekilde ayrılır. Çünkü bu yaklaşımdan ruhun tekâmülünü maddesel bağlarda koparmakta arar. Ayrıca, bunlara göre maddesel bağlar; bir gelişim aracı değil, geriliğin / gelişmemişliğin bir nedeni sayılır. Bundan dolayı da asıl amaç ve ruha götürecek biricik yol, bu bağlardan onu kurtarmaktır. Ruhun ebedi mutluluğa ve huzura kavuşması sadece bu bağların koparılmış olmasıyla olanaklı görülür. Böyle bir görüş ve düşünüş şekli bir sonuç halinde doğru olmakla beraber, amaç bakımından insanı çok tehlikeli ve zararlı yollara götürebilecek kadar kusurludur.
12) Maddesel bağlantıları neden ve bu nedenden kurtulmayı da amaç kabul eden bir düşünce şekli; ruhları, doğal olarak pasif ( edilgen) bir hayata sürükler ve doğal olarak bu durum onların deneyim ve görgü etkinliklerden uzaklaşmasını zorunlu kılar. Bunun sonucu olarak, tekâmülün asıl amacı, yâni ruhun maddeler üzerindeki tesirliliğinin gelişimi ve artması ile evrende İlâhî İrâde Yasaları’nın uygulanması ile ilgili etkinliği kazanması olanağı daralır. Nasıl ki bu düşünceler; bugün Hindistan’da ve kökenini bilerek / bilmeyerek oradan almış bazı mistik çevreler de bir takım anlamsız ve zararlı nefs kırma çalışmaları (riyâzetler) hiçbir etkinlik amacına yönelik olmaksızın zorâki bir şekilde nefse uygulanan sıkı mahrumiyet pratikleriyle, maddeden uzaklaşmayı hedefleyerek uğraşan, ondan nefret hisleri duymaya çalışan ve dolayısıyla da toplumsal yaşamda; tembel, işsiz, atıl ve edilgen hatta asalak / parazit bir durumda kalan birçok bireyler hazırlamış, daha doğrusu onları uyuşturarak, kendileri için gerekli ve zorunlu olan etkin yaşamdan uzaklaştırmıştır.
Dar anlamdaki fatalizmaya (1) inanan tüm düşünceler hakkında da aynı şeyler söylenebilir. Gerek maddeden uzaklaşmayı hedefleyen mistik düşünceler, gerekse varlıkların sorumlu oldukları tüm etkinlikleri ALLAH’tan bekleyen ve kendi şahsiyetine, etkin değerlerine ve giderek vazifelerini yadsıyan dar fatalist yaklaşımlar bireylerde oluşturmuş oldukları uyuşuk hallerinden başka, bu yaklaşımları besleyenlere karşı ayaklanan ve her şeyi yadsımakta arayan Âdemci materyalizme cesaret vererek de ayrıca tekâmül yollarında ruhların ilerlemelerini güçlendirici tepkilere neden olmuştur. Oysa, Yeni Ruhçuluk anlayışına göre; ne madde düşmanlığı besleyene ne de fatalist olmaya gerek vardır. Ruhların hedefi başka yerdedir ve o yere giden yollar çok geniş ve sonsuzdur.   
13)  Ruhun madde evreni ile ilişkilerindeki (“bağılılıklarındaki” değil) durumun gelişiminde aradığımız tekâmülün hedefini haklı olarak düşünür ve araştırırız. Yaratılmışların göreceli oluşu, onların yönetilmesi sonucunu beraberinde getirir. Yönetim, belli bir düzen içinde olur. Düzen de, bir takım yasalarla kontrol altına alınmıştır. Yasasız düzen ve düzensiz yönetim olmaz.
Tezâhürat ortamının düzeni, İlâhi İrâde Yasalarıyla sağlanır. Bu yasalarla belirtilen düzen görecelidir. Bu durum onların birbirine göre olan şuurlu tesir ediciler tarafından uygulama alanlarına çıkarılmalarını gerektirir. Çünkü mutlak olan Yaradan’la hiçbir varlığın karşılaştırılamayacağı kesindir. O halde biz şimdiye değin çok kez düşünüldüğü gibi, ALLAH’ı göreceli ve sürekli değişerek yinelenen olaylar içinde bir işçi gibi çalışan etkin bir öge ya da etmen olarak Mutlak ile uzlaştırılması mümkün olmayan bir durumda kabul edemiyoruz. Herhangi bir zorunlulukla böyle düşündüğümüz anlarda; kuşkunuz olmasın ki, sakınılması mümkün olmayan beşeri bir zaafa kapılmışızdır.
Durum böyle olunca, evren İlâhî İrâde Yasaları kapsamında olmak üzere, ruhlar tarafından yönetilir ve yönlendirilir. Ruhlarında bu işi başarabilecek duruma girmeye gayret göstermeleri bu durumun doğurduğu zorunluluklardan biri olur. Demek oluyor ki ruhlar, olgunluk dereceleri oranında evreni yönetip yönlendirmenin sonu olmadığı gibi, ruhların tekâmüllerinin de sonu yoktur.  
14)  Bu sonsuzluk, Yeni Ruhçuluk anlayışına göre bir takım mistik ve dogmatik kesimlerin inandığı gibi, bizi; ruhların bir gün ALLAH olacakları ya da herhangi bir şekilde ALLAH ile iletişim kurabilecekleri düşüncesine hiçbir zaman götürmez. Çünkü bunun çok açık nedenleri vardır:

Birincisi; ALLAH mutlaktır. O hiçbir şeye göre ilişkilendirilemez. Ruhlar ise görecelidir ve ilişki ve etkileşimlerin gereklerinden kendilerini hiçbir zaman kurtaramazlar. Günün birinde ruhların görecelikten kurtulup Mutlak ile bir araya geleceklerini, O’na ulaşacaklarını bir an kabul etsek, onun önceki göreceliğini ve oluş durumlarını yadsımış olmamız gerekir ki, bu hareket bizi mantıksızlığın ve düşüncesizliğin en son sınırına götürmüş olur. 

İkincisi; Mutlak hakkında ezeliyet ve ebediyet gibi zaman kavramları söz konusu olamaz. Oysa ruhlar oluşları bakımından, kendilerini bu kavramlardan kurtaramazlar.

Üçüncüsü; ALLAH, kemâlinde (olgunluk) mutlaktır. Mutlak kemal hakkında dereceleme söz konusu olamaz. Oysa ruhlar tekâmül (olgunlaşma) yolundadır. Bundan dolayı ruhların olgunlaşmaları sınırsız derecelerle birbirinden ayrılmaktadır. Böylece gelişim durumunda olan varlıkların mutlak olgunluk durumuna ulaşmaları, bu bakımdan söz konusu olamaz.

Dördüncüsü; Mutlak olan ile birleşmek, O’na yaklaşmak/ uzaklaşmak vb. gibi kavramlar görecelidir ve hakikat değildir.

Beşincisi; Hilkat (yaratma) Yaradan’la ilgili mutlak realitedir. Yaratmayı (“yoktan var etme” anlamında) hiçbir şekilde ve hiçbir zaman bizim göreceli anlayışımıza göre Yaradan’dan ayrılmak söz konusu olamaz. Bunu yaptığımız anda; Mutlak olanı ve dolayısıyla “yoktan var etmeyi”( halk etmeyi) yadsımış oluruz.

Göreceli yaradılışı Mutlak Yaratıcılık ile bir tutamayız. Şimdi, şu ilkel sezişimizle, birbirinin zorunluluğu olarak kabul etmek zorunda kaldığımız bu durumlardan birini ortadan kaldırmakla ötekisini yadsımış duruma düştüğümüzü görürüz. Bir an için, bunların aynı şey olduklarını kabul etmek, onlardan birisinin o anda yokluğunu düşünmek olur. Şu halde, Yaradan ile yaratılmışı birleştirmek; ya Yaradan’ı ya da yaratılmışı yadsımak demektir ki, her iki durumda da ALLAH yadsınmış olur.

Altıncısı; Yaradan determinizm ile sınırlı (kayıtlı) değildir. Oysa ruhların mukadderatı determinizme bağlıdır, determinizmle belirlenir.
Yedincisi; Söz olarak Yaradan ile kavuşmayı kabul ettiğimiz anda açıklanması ve bağdaştırılması mümkün olmayan bir yığın çelişkiler ve anlamsızlıklar içinde kalırız. Örneğin, a) Yaratma (halketme) fikri ortadan kalkar, b) ruhların şahsiyetleri yok olur, c) İlliyet İlkesi esassız ve boş bir kuruntudan ibaret kalır, d) Tüm yaratılmışlar ve gözle görülür şeyler alemi uydurma bir kavram haline gelir, e) Tezâhürat âleminin hikmeti / felsefesi kalmaz, f) Nihâyet, tekâmül fikri boş bir efsane durumuna düşer.

Oysa bu saydıklarımız öyle gerçek olgulardır ki, bunları yadsımakla tüm varlığımızı, evreni ve dolayısıyla bunları halk eden Yaradan’ı yadsımış oluruz. Çünkü, yukarıda da belirttiğimiz gibi; Yaradan’ı yaratılıştan, yaratılışı da Yaradan’dan ayıramayız.

Bir ruh, “yükseldiği” oranda, kendi varlığındaki ilâhi titreşimleri, ne olduklarını ve içeriklerini anlayamaksızın duyumsayabilir. Bu durum o kadar belirginleşir ki o, bu titreşimlerin yüksek sarsıntıları içinde kendini tamamıyla yitirir. Ruhların kendi içlerinden kaynaklanan bu ilâhî titreşimlere dayanabilmesi ancak olgunluk derecesinin yüksekliği oranında olasıdır. Zâten onlarda bu titreşimler olgunluk derecelerine göre oluşur / ortaya çıkar. Ruhların olgunluğu da sonsuz ve sınırsız olacağından, duyacakları bu ilâhi titreşimlerin kendi varlıklarındaki gelişimi de sonsuz ve sınırsız bir gelişim çizgisi sergileyecektir. İlâhî titreşimlerin yüksekliği ruhta arttıkça, ruh; bugün aklımızın her alan dışındaki sonsuz olanaklar ve oluş halleri içinde, sonu gelmeyen mutlulukları ve tesirlilik kabiliyetlerini kamçılayıcı ilham ve zorlamaların etkilerini duyacak ve gittikçe hızını arttıran ama asla son bulmayan bir “yükseliş” ile yaratılmışlar içindeki olgunluğunu ve etkin varlığını idrak edecektir.

İlâhî titreşimler bizim “içimizde” doğan ve “yükselmemize” paralel olarak artan birçok çeşitli izlenimler ve duygular oluşturur. Bu izlenimler ve duygular olgunluğumuzu vasıflandıran sübjektif bir hâlettir. Bundan dolayı, her ruhta bu ilâhî titreşimlerin ortaya çıkmış ya da henüz çıkmamış şekilleri vardır. Ruhlarında, bu yoldaki gelişime henüz ulaşmayan kimseler Tanrı fikrinden hiçbir anlam çıkaramazlar. Bu gelişimde pek az yol kat etmiş olanlar ise O’nu ancak çok belli belirsiz bir takım karışık duygular içinde duyumsarlar ve bu duygularda çoğunlukla baskın olan etmen korkudur.

Bununla birlikte ruhlar tekâmül ettikçe, bu duygu kompleksine yeni yeni hisler (özellikle de sevgi hissi) karışır. Bir an gelir ki, sevgi duygusu, söz konusu kompleksin başat ögesi olur ve sonunda duygu kompleksi tamamen yerini gittikçe saflaşan ve berrak bir hal alan sevgiye bırakır. Bu duygunun, dünyamızda varılabilecek en son mertebesi (pek az kimsenin dayanabileceği) kavuşma (vuslat) hâlinde kendisini gösterir ki, maddesel varlığımızın, bu durum, en son dayanma noktasını oluşturur ve beşeri beden, kim olursa olsun, bundan ilerisindeki duygulanmalara dayanamaz.

Bununla birlikte, hiç kuşku yok ki, ruhun tekâmülü ebedî oldukça , bu titreşimlerin ruhtaki gelişmeleri de ebedîyen sürüp gidecektir. Sevginin bizim dünyamızda varılabilecek en son haddi (sınırı) olan derecelerine yaklaşmış olanlar, eğer görgü ve deneyimlerinde yaklaşmakta oldukları derecelere henüz noksanlık içinde bulunuyorlarsa; bu durum gerçek anlamıyla bir kavuşma (vuslat) olarak kabul edilip, Tanrı ile birleşmiş olduklarını, samimi olarak zannedebilirler. Hatta bu durum kendilerini Tanrı sanmalarına bile neden olabilir (2).

Şu halde, maddesel olanaklarımızın gereklerinden dolayı en hafif şekillerinde bile kendimizi bize kaybettirecek kadar şiddetli duygular oluşturan ilâhî titreşimlerin içeriklerini şimdiden tasavvur bile etmemize olanak yoktur. Çünkü bunlar düşünce ve duygu sınırlarımızı aşar. Bununla birlikte, her alanda haddimizi aşan zorluklar sonsuzluk içinde böylece sürüp gidecektir. Şöyle ki, sürüp giden yükselmemizin herhangi bir aşamasında, başımızı arkaya çevirip bakınca, ilk zamanlar içimizdeki varlıklarına dayanamayacağımız yüksek titreşimlerin yeni duygularımızın yanında ne kadar sönük ve yetersiz kaldıklarını anlayabileceğiz. İşte sürekli olarak olgunlaşmamızla baş başa giden bu sezişlerin ve anlayışların sonsuzluk içinde birbirini izlemeleri belki de ruhumuzun en gerçek mutluluğunu oluşturacaktır.

İşte Yeni Ruhçuluk görüşü ile “ALLAH’a yaklaşmayı” biz ancak bu anlamda kabul edebiliriz. Bize göre bu öyle bir “yaklaşma” dır ki, aslâ sonu gelmeyen bir sevginin, kudretin, etkinliğin ve kimbilir daha nelerin kaynağı olarak ebedî bir ideal olacaktır.
16) Ruhun tekâmülü, madde evreniyle olan ilişkilerin gelişimiyle ilgili olunca, bu ilişkilerin ebediyet içinde kesilmemesi gerekecektir. Çünkü bu ilişkilerde tamamlanmış olmak, İlâhî İrâde Yasaları’nı kusursuzca uygulamaya gücü kuvveti yetecek duruma girmek demektir. Bundan da maksat, ruhların; ilâhî düzeni doğada kendi olanakları oranında yürütebilecek birer birim olarak vazifeler almaları ve onları benimsemiş olmalarıdır.
17) Ruhların madde evreni “içindeki” tekâmülleri bir takım süreçler içinde olur. Bu süreçler de, onların içinde yuvarlandıkları maddeler üzerindeki tesirlilik becerilerini ilâhi düzene uygun olarak uygulama alanına çıkarabilmek için doğa yasalarının tüm gereklerinde fiilen yaşamış olmaları esasına dayanır. Bunun için ruhlar, maddenin en ilkel durumlarından en gelişmiş durumlarına dek düzenlenmiş tüm âlemlerde kendi gelişim gereksinimlerine göre bir süre yaşarlar. Bu şekilde onlar, her maddesel durumda, her maddesel aşamada ve her maddesel gereklilikte yoğrularak “yuvarlanarak” görgü ve deneyimlerini artırmak olanağını bulurlar.
18) Üç buutlu âlemimizin sonsuz madde evrenimizin oldukça geri bir aşamasıdır (3). Bununla beraber, bu ilkel aşama bile bize bir ebediyet kadar uzun görünen zaman içindeki sonsuz maddesel oluş olanaklarını içerir. Bu âlemde birçok uzaysal obje vardır. Bu uzaysal objelerin her biri henüz o uzaysal objelere görgü ve deneyimlerini tamamlamamış bir ruh varlığı için bir dev kadar büyüktür. O ruh ( hele oradaki ilk deneyim aşamalarındayken) enkarne varlık akıllı bir şuurla içinde bulunduğu ortamı bile idrak edecek durumda bulunamaz. Şuur, irâde ve imajınasyon gibi ruhun melekelerini o dünyadaki ya da ona benzer başka dünyalardaki deneyim ve görgünün artması oranında gelişir. İşte ruhlar, tüm tezâhürat ortamında İlâhî İrâde Yasalarının gereklerine uygun şekiller ve durumlar vermek kudretini kazanacak melekelerinin geliştirecekleri ana değin uzaysal objelerdeki deneyim ve görgülerinin artmasına çalışırlar.

19) Bu durum ruhların bir uzaysal objede ya da uzaysal objelerden oluşmuş sistemlerde, tekrar tekrar yaşayıp, yavaş yavaş ilerleyen (Tedric Yasası) bir eğitimden geçmeleri gereğini ve zorunluluğunu doğurur.    
20) Üç buutlu âlemin uzaysal objeleri aynı doğal koşullara sahip değildir; bunlar birbirinden çok farklı ve belirgin değişikliklerle birbirinden ayrılır. Birbirine benzeyen uzaysal objeleri bir grupta ele almak olasıdır. Örneğin; Dünya, Ay, Mars vb. böyle doğa koşulları birbirine benzer bir grubu oluşturabilir. Oysa; Güneş, Merkür, Pluto vb. gibi başka gök cisimlerindeki doğal koşulların dünyamız grubundakilerden fazla uzaklaşmış olması, onların ayrı ayrı ve ortak özelliklere sâhip başka gruplar halinde ruh varlıklarına enkarnasyon ve yerleşim alanı olmasını gerektirir. Böylece, bizim; kaç tane olduklarını tahmin bile edemeyeceğimiz uzaysal obje gruplaşmaları / sistemleri üç buutlu âlemimizi doldurur.
21) Her grupta tekâmül eden ruhlar, o gruptaki uzaysal objelerin gereklerine uygun aynı hedefe yönelik başka bir tekâmül yolu izlerler. Bir ruhun üç buutlu âlemde tekâmül edebilmesi için tüm bu uzaysal obje gruplarındaki tekâmül yollarından geçmesi de şart değildir. Her hangi bir uzaysal objeler grubu yolu ile ruhlar kendilerinde bulunan üç buutlu âlemle ilgili tesirlilik kudretlerini tamamlatmak için gerekli melekelerini geliştirmek olanağını bulurlar. Her yolun kendine özgü maddesel oluş hâli vardır: Örneğin, dünyamızın da içinde bulunduğu gruptaki gelişim aşamaları; bitkiden hayvana, hayvandan da insana doğru olduğu gibi, Güneş’in ya da Merkür’ün ya da herhangi başka bir uzaysal objenin dahil olduğu gruplardaki yaşam şekilleri de bilmediğimiz ve bambaşka şekillerde ve o uzaysal objelerin doğal koşullarına uygun olarak sürüp gider.
22) Şu halde, evrende her yer yaşanabilir/oturabilir durumdadır(meskûndur) ve her yerde o yerin gereklerine oluş koşullarına ve doğa yasalarına uygun şekilde gelişen enkarne ruh varlıkları vardır. Maddesel evrende, maddesel zerreden arınmış boş bir yer yoktur. Dahası ruhların tesirliliği dışında kalmış tek bir zerre de yoktur.
23) Tüm gruplaşmış olan bu sayısız tekâmül aşamalarını, çok çeşitli alemlerde tamamladıktan sonra, üç buutlu âlemde, ruhlar işlerini bitirmiş ve oralardaki maddesel olaylara egemen bir duruma girmiş olurlar. Bu andan başlayarak ayrı ayrı yollardan gelen ruhlar, simgesel bir söylem ile “dört buutlu” dediğimiz daha yüksek ve esaslı değişimler geçirmiş maddesel düzenlemelere sahip bir âleme girerler. Onlar bu âlemde gene sonsuz olan ayrı ayrı tekâmül olanakları içinde irâdeleriyle ve tekâmül gereksinimlerine göre belki tekrar ayrılacak yollarına devam etmek üzere birleşirler. Böylece arası kesilmeden sürüp giden ve her biri ebedi gibi görünen madde âlemlerinin sayıları sonsuzdur ve evrenimiz bunlardan oluşmuştur.
24) Dünya adını verdiğimiz bu uzaysal objenin de içinde bulunduğu gelişim okulu olan öteki uzaysal objeler oldukça geri bir gelişim aşamasını oluşturur. O kadar ki, burası hemen hemen; hayvanlığın insanlığa yeni ayak basmış olduğu yerlerden biridir. Bu bakımdan, burada; hayvanlıktan ayrılıp, başka bir uzaysal objede kısa bir gelişim devresi geçirdikten sonra, insanlığa ayak basmış (beşeri) varlıklar vardır.
25) Görülüyor ki, dünyamızda henüz hayvânî duygu ve arzularının kuvvetli izlenimlerini taşıyan varlıkların sayısı pek çoktur. Bu gruptaki uzaysal objeler “yükseldikçe” onlarda egemen olan böyle geri durumlardaki haller ortadan kalkacak ve sonunda üç buuttaki ideal gelişim düzeylerine ulaşmış varlıklara mesken olan uzaysal objeler, üç buutlu âlemin en yüksek gelişim ortamları (okulları) arasında bulunacaktır.

26) Bundan dolayı tekâmül derece derecedir (gradual) ve bir alt dereceden daha yukarı (bir üste) çıkmak için ruhun varlığının belli bir uzaysal objede (örneğin dünyamızda tekrar tekrar maddesel koşullar içine girip çıkması ve yaşaması zorunluluğu vardır. Çünkü bir tek gelişim ortamında bile elemanları / öğeleri arasında birçok maddesel durumlar ve bu durumların gereklerinden doğan ve toplumsal yaşam koşulları vardır. İşte bu koşullar içinde; ruh varlıklarının “aşağıdan yukarıya” doğru, yani gelişir / olgunlaşır bir şekilde yükselerek yaşaması zorunludur.
27) Şu halde, ruh varlıklarının bir dünyada tekrar tekrar doğarak, onun maddeleri içine “girip çıkması” gereği vardır ki, buna biz yanlış olarak “bedenlenme, bedenden ayrılma” (enkernasyon, dezenkarnasyon); yani “ete girme, etten çıkma” tekrar “ete girme” vb. halleri diyoruz. Bu yanlıştır çünkü ruh varlıklarının uzaysal objelerde kullanmak zorunda kaldıkları maddelerin et türünden olması yalnız insanlara ve hayvanlara özgü bir vetiredir. Bitkilerde et yoktur, benzer şekilde başka uzaysal objelerdeki varlıkların bedenleri o ortamların maddelerine uygun olduğuna göre, bunlarında bedenlerinin et türünden olmaması gerekir. Örneğin, güneşteki varlıklarda olduğu gibi…Bununla beraber şimdiye değin kullanılıp gelmiş olan “bedenlenme” (ete girme) sözcüğünü değiştirmek istemedik ve yanlış olan anlamını sürekli olarak göz önünde tutmak koşulu ile değiştirme de gerek görmedik.
28) Tekrardoğuş vetiresinde izlenen amaç, ruh varlıklarının, dünyadaki herhangi bir madde oluşumuyla ilgili gereklerde fiilen yaşadıktan sonra daha yüksek düzeydeki madde gereklerinde de yaşamaya kendilerini hazırlamalarıdır.
29) Tüm bunlardan dolayı tekrardoğuş, derece derece ve olgunlaşarak “aşağıdan yukarıya” doğru zorunlu olarak olup duran bir ruh–madde ilişkisi hâlinin tamamlanmasını sonuçlandırır. Buna göre bitkinlik durumu gene kendi âleminde derece derece (tedricen) “yüksele yüksele” hayvanlık düzeyine geçmiştir. Bundan dolayı, bunların herhangi bir nedenle; geri dönmesine olanak olmadığı gibi, bunun gereği ve anlamı da yoktur.
30) Şu halde, bazı klasik düşünce sâhiplerinin kabul ettikleri tenâsüh fikri klasik deneysel ruhçuluk kanaatince olduğu gibi, Yeni Ruhçuluk kanaatince de kabule değer değildir.
31) Ruh varlıklarının tekrar tekrar doğuşları sırasında seçtikleri beden ve yaşam koşulları keyfi ve rastgele arzulardan doğma bir irâdeyle karar verilmiş ya da zorla kabul ettirilmiş değildir. Bunlar İlâhî İrâde Yasaları’nın gereklerine uygun bir nedensellik hükmünce ve ruhların tekâmül dereceleriyle ve tekâmül gereksinimleriyle uyumlu olarak; ya bir ruhun olanakları oranında kendi seçimi ile, ya da daha yüksek düzeydeki rehber ruhların önerileri yönünde belirlenir.
32) Bir yaşamın deneyim ve görgülerindeki başarı, doğrudan doğruya bir sonraki yaşamı hazırlamaz. Ancak bu başarı ya da başarısızlıktan doğan sonuçlar, yâni ruhun madde evrenindeki tesirlilik olanaklarını genişletecek ve büyük hedefe kendisini yaklaştıracak melekelerin gelişip gelişmemiş olmasıdır ki, gelecek yaşamın koşullarını hazırlayan etmenler arasında bulunur. Bu ayrı iki fikirde ince bir görüş farkı vardır. İnsanın bir deneyimden başarılı ya da başarısız çıkmasının doğrudan doğruya sonuçlarını düşünmek de bir ödül ya da cezalandırma fikri vardır. Oysa, başka bazı düşünürlerle birlikte biz böyle bir şeyin kabulüne taraftar değiliz. Ancak, dünya deneyim ve görgülerinde başarılı olmak / olmamak o görgü ve deneyime girmeyi gerektiren amacın gerçekleşmiş ya da gerçekleşmemiş olmasını sonuçlandırması bakımından ikinci ve bir sonraki yaşamı hazırlayıcı bir etmen olabilir. Görülüyor ki, burada bir ödül ya da ceza fikri değil, bir determinizma fikri söz konusudur.

33) O halde, tekrardoğuşta determinizm geçerlidir. Konunun büyük araştırmacılarından Allan KARDEC’in batılı fikir yaşamına yaymak istediği şu kuralı burada yinelemekte yarar görüyoruz: Bir yaşamın sonucu gelecek yaşamı hazırlar ve bir yaşam, bir önceki yaşamın sonucudur.
34) Durum böyle olunca, bir yaşamda her ruh varlığının yapmakla sorumlu olduğu kendi gelişim gereksinimlerine göre belirlenmiş / belirmiş bir takım işleri vardır. Burada enkarne varlıkların bunu biliyor  ya da bilmiyor olması; bu işlerin değerini, gereğini ve sonuçlarını ne azaltır, ne çoğaltır, ne de ortadan kaldırır. Bitkiler hayvanlar gibi, benzer şekilde hayvanlar da insanlar gibi determinizme (İlliyet İlkesi’ne) bağlıdır. Tüm bu varlıklar da, determinizma bağlamında birbirine bağlı yaşam koşullarına tabi olarak tekrar tekrar dünyaya gele gide “yükselirler”.
Görülüyor ki, bir kimse bilerek, nasıl kendi cinsinden birinin çenesini yumruğu ile dağıttı için bir sonraki yaşamında örneğin kolsuz olarak yaşamak durumunda kalırsa, bir beygirin tekmesiyle bir zavallının suratını dağıttığı için gene örneğin bir sonraki yaşamında bir fok olarak yaşaması zorunluluğunu onun bu işteki şuursuzluğu ortadan kaldırmaz. Çünkü her iki durumda da cezalandırma fikri söz konusu olmadığından ve bu “gelişler” yalnız İlliyet İlkesi ile belirlenmiş olduğundan, başkalarını yumruklamayı / tekmelemeyi sonuçlandıran “ruh eksikliği” ni tamamlamak gereksiniminden ne bu insan, ne de beygir kurtulmuş olamaz.
35) İnsanlık durumunda ortaya çıkan şuurun büyük yararı vardır ve bu yararı idrak edenler mutlu olur. Bu yarar, insanın geçirdiği tüm gelişim planlarındaki İlliyet İlkesi’ni tanımış olmasıdır.
36) İlliyet İlkesi’ni tanımış olan tuh, tekâmül yolundaki adımlarını önceki aşamadakilerden daha çok çabuklaştırır. Bu devreye girdikten sonra, ruhun öteki gizli melekeleri, hızlanarak ve daha güvenle gelişmeye başlar. Çünkü İlliyet İlkesi’ni anlamış ve kabul etmiş ruh, İlâhî İrâde Yasaları’na ayak uydurmak için daha büyük gayretler sarfeder. Bu gayretler İlâhî İrâde Yasaları’nın memur ajanlar (Vazifeliler) sırasına seçmek yolundaki onun yürüyüşünü hızlandırır ki bu da İlâhî İrâde Yasaları’nın gereğidir.
Demek oluyor ki, bir insan İlliyet İlkesi’nin anlamını ne kadar iyi kavrayabilmiş ve onun gereklerini ne kadar yerine uygulayabilecek bir duruma girmiş ise, o kadar “yüksek” bir insan hâline geçer ve o kadar kuvvetli bir varlık hâlini alır. Böyle bir varlık ebedi yükselişinde adımlarını o kadar fazla hızlandırmış ve kolaylaştırmış olur.
37) İnsanın bir yaşamda deneyimlerini başarıyla tamamlayabilmesi; “tüm yapıp ettiklerini İlâhî İrâde Yasaları’na uyumlandırmış olarak” formülü ile gösterilebilir.
38) İlâhî İrâde Yasaları’na uyup uymamanın ölçüsü vicdandır. Her hangi bir fiil ve hareket (etki) karşısında vicdanımızda duyduğumuz en hafif bir burkulmadan, en acı ve keskin sızılara kadar olan her duygu (tepki) bize bu yasalardan ayrılmak girişiminde bulunduğumuzu anımsatır. Maddesel bir anlayış içinde, maddesel tezâhürlerin binbir çeşit aldatıcı, uyuşturucu ve uyutucu gösterişleri arasında; biz bu sesi, dışarı yansıtmadan ve “geriliğimiz” oranında da genellikle pek ufak bir gayretle, kendi iç zeminimizde onu boğabiliriz. Elbette bu hareketimizden de kimseye karşı sorumlu olmayız. Ama bilelim ki, o sesi yok etmiş olmadık, ancak dünya maddelerinin yoğunluğundan yararlanarak vicdanımızın sesini o maddelerin baskısı altına gömdük. Bu maddeler spatyoma geçtiğimiz zaman, doğal olarak ortadan kalkacak ve bu baskı ortalıkta kalmayacaktır.   
Şu halde, yalnız ölünce değil, hatta dünyadayken bile hipnoz ve somnambülizma gibi ruhun bazı degajman durumunu hazırlayan ve süjeyi kısmen spatyomun ilk merhalesinde yaşatan usullerle ruh “serbest” bırakılınca bile; bu boğulmuş/ gömülmüş haykırışlar yakıcı, şiddetli ve dayanılmaz korkunç çığlıklar hâlinde ruhumuzun en mahrem yerlerinden fışkırmaya başlar ve kendi içimizde öyle ıstıraplı bir ortam yaratır ki, biz bu can yakıcı cehennem gibi ortamın gözyaşları ve azapları içinde uyandığımızı gördüğümüz zaman, gerçeğin sert çehresi ile karşılaşmış olduğumuzu anlar ve İlâhî İrâde Yasaları’ndan hangi noktalarda ayrılmak girişiminde bulunduğumuzu dünyada bize anımsatmış olan vicdanımızdan ne kadar uzaklaşarak bu duruma düştüğümüzü hâletini yaşayarak idrak ederiz. Birçok kez yaptığımız deneysel çalışmalarda, somnambülizma durumuna girince; gerek geçmiş, gerek bu yaşamlarında, üzeri küllenmiş vicdan hükümlerinin tesiri altında kalarak, büyük çırpınmalar / seyirmeler içinde düşüp, kıvranmaya başlayan pek çok süje gördüm.
Bununla birlikte, vicdâni hükümlerin ıstıraplı sonuçları olduğu gibi, varlıkları gelişim yolunda hızlandırıcı etkisi bakımından büyük yararları da vardır. İşte bundan dolayıdır ki, bu ıstıraptan ve onun getirilerinden yoksun durumda bulunan hayvanlar elemi gelişim yolunda insanlara oranla daha yavaş ilerler.          
39)  Bu durum, “geri” beşeriyet durumunun sonucudur. İnsan üstü (“Kamil insan” ?) duruma yükselmiş varlıklarda uzun cehitlerle kazanılmış ya da daha doğrusu, geliştirilmiş vicdandan daha yüksek melekeler  tezâhür etmiştir. Bu melekeler onları böyle başarısızlıkla sonuçlanacak maddesel mücadelelerden kurtarmaya yarayacaktır. Bu yüce varlıkların İlâhî İrâde Yasaları ile daha yakından ve belki de doğrudan doğruya karşılaşmış olmaları gelişimlerini iyice hızlandırır. Onlar bizim cılız ve kolayca boğulabilen vicdan seslerimiz karşısında yaptığımız gibi, kuşkulu kararlar vermek tâlihsizliğiyle karşı karşıya kalmazlar. Bu durumdaki ruh varlıkları maddesel gelişimin en son mertebelerine varmış olmamakla beraber bizlerden çok çok ileridedirler. İşte dünyaya yeniden yeniden gelişler, bu melekeleri kazanmamıza yardım eder.
Durum böyle olunca, aklı başında olan bir insan her gün daha “yüksek” olmanın çarelerini araştırır. Ne kadar cılız olursa olsun, vicdanının gizli seslerini örtmeye, küllemeye değil; tam tersine, basiret şuur “mikrofonu” ile onları daha çok şiddetlendirmeye çalışır. Dahası, henüz yeryüzünde iken, vicdanının belirlediği yönde yürütmek koşuluyla, görgü ve deneyimlerini arttırabilmenin dünya gereklerine, koşullarına ve yararlarına uygun bir şekilde hareket etmekle olabileceğine inanır. 
40) Dünyada bedenlenip yaşamaktan amaç, maddelerden tiksinmek ve olaylardan kaçarak inzivaya çekilmek değildir. Bunun tersine olarak maddeciliği amaç edinip, onların geçici olgularına taparcasına bağlanmak da değildir. Hem birinci, hem de ikinci yol aynı derecede sakattır. Bunlar, dünyaya gelmekteki asıl amaç ve hedefi olumsuz etkiler ve başarısızlıkları hazırlar.
Yapılacak iş şudur: Dünyalarda maddeler gelişimin araçlarıdır; bu bakımdan, onlara bağlanmak ve onların doğurduğu olaylardan kendimizi uzaklaştırmak zorundayız. Maddeler gelişimin amacı / hedefi değildir. Bu da onlara ancak belirli amaçlar uğrunda ve o amaçların gerçekleşmesi için bağlanmamız gerektiğini gösterir. Hedeflenen amaçlar gerçekleşince, maddelere olan bağlar derhal çözülmelidir. İşte bu gerçeği anlayıp, duyumsayabildiğimiz oranda “yükseldiğimizi” idrak etmiş oluruz.
O halde insan, dünyada iyi gördüğü her girişimde bulunmalıdır. Hatta olasılıklarını düşünerek olaylardan kaçmak bir “gerilik”  işareti ve başarılı deneyimleri hazırlayan koşullara aykırı bir harekettir. Fakat bu şekilde, hata yapmaktan korkarak girişimlerde bulunmaktan kaçmak ne kadar zararlı bir tutum ise hatalı yollara bile bile ve özellikle de kötü niyetlerle sapmak; hatayı bir amaç, zevk edinmek, ondan daha zararlı ve hatta tehlikeli bir iş olur. Doğal olarak bu tutum da, deneyim yaşantımızı başarısız ve hüsran dolu yollara sokar. Bu demektir ki hatâ yapmamak niyetiyle ve hatâdan korkmadan iyi amaçlar uğruna girişimlerden kaçmamak gerekir. Sevabın ve günahın sınırını nasıl belirleyebiliriz? Bunun yanıtını yukarıda vermiştik. Ama bir kere daha yineleyelim: Bunu belirlemeye yarayacak ölçü bizim içimizdedir; yâni, vicdanımızın ta kendisidir.  
41) Şu halde, doğru yolu bulmak, iyi insan olmak ve deneyimlerimizi dünyada başarıyla bitirmek, kısaca; gelişmek için, hiçbir ahlak hocasına gerek yoktur. Esâsen ayrı ayrı her insanın özel gelişim gereksinimlerini bilen, her insansın kendine özgü özel yaşamına göre ahlâksal kurallar koyan bir ahlâk hocasının var olabileceğini düşünmek anlamsız bir iş olurdu.
Görülüyor ki, Yeni Ruhçuluk görüşünü anlatırken, okuyucularımıza bir takım faziletlerden, ahlâk güzelliğini örneklerinden söz edecek değiliz. Bunlarla hiçbir okuyucunun ruhsal gereksinimlerini karşılamış olmayacağımızdan eminiz. Dahası, bu işi bu yoldan başlayarak herhangi bir ahlâkçının bulunabileceğine de inanmıyoruz. Çünkü her varlığım kusurları, eksik yanları, beşerî zaafları ve onları giderici, tamamlayıcı elemanları / çâreleri ayrı ayrıdır. Bir valık hakkında en ağır sorumlulukları düşündürebilir ve bunu da dışarıdan kimse beliremez.Bu demektir ki, dünyada ne kadar insan varsa günah-sevap sınırlarında o kadar değişme vardır. Herhangi bir varlığın gelişim gereksinimi karşısında yapılan yardımlar, verilen öğütler başka bir varlığın gereksinimlerini karşılamayabilir ve onun işine yaramaz.
Bir kez daha yineliyorum: Kişinin ahlâk hocası; dışında değil, kendi içindedir. Bu da uyumak bilmeyen; her yerde her an izlediği sahibinin (en ince ayrıntısına varıncaya dek) tüm gelişim gereksinimlerini ne fazla ne de eksik olmamak üzere ölçerek belirleyen ve ona göre hükümler veren vicdandır. Onun içindir ki, kitabımıza başlarken; daha ilk adımda vicdanların bir takım dogmaik ve klasik bağlardan çözülmesini bir kurtuluş yolu olarak göstermiş ve vicdanı bağlayan bağların bulunduğu yerde olgunlaşmaya yönelik bir yükselmenin olmayacağını belirtmiştik.
O ne büyük bir mutluluktur ve ne büyük bir kazanım ve liyakattir ki, her insanın rehberi ve kurtarıcısı, kendisinden asla ayrılmayan ve ebediyet boyunca da kendisine eşlik eden en yakın ve en emin bir yerdedir, yâni kendisindedir. Ama aynı zamanda, o ne talihsiz ve zavallı bir varlıktır ki, ALLAH’ın kendisine vermiş olduğu bu en yakın ve sadık dostunu, servetlerin servetini, yâni vicdanını; körü körüne ve dış âlemin gelip geçici birkaç yaldızlı cicisine kapılarak çiğner geçer. Bu arada da içinde gittikçe uzaklaşan, ölmeye yüz tutan ezilmiş, çiğnenmiş vicdan sesinin son yankılarını ancak hafif bir ürperme ile (ve bazen onu bile duymadan) sanki ruhtan atılması gereken bir kâbusmuş gibi silkinip atar. Acaba bu durum, tehlikeli fırtınalar içinde denizlere açılan bir kaptanın, pusulasını kaldırıp denize atmasına benzetilemez mi?
Sevgili okuyucular, çok konuştum ve olasıdır ki hatâlarım oldu. Ben bir insanım ve her insan gibi hatadan arınmış değilim ama tüm sözlerimde samimiydim. Gözlemledim, düşündüm, duydum, duyumsadım ve inandım. Sizlere de gözlemlediğim, düşündüğüm ve duyumsadığım ve inandığım gibi yazdım. Bunlar benim bugünkü realitemdir, belki yarın değişir. Fakat ne zararı ve yaşam ebedidir ve bu ebediyet içinde bizler kim bilir kaç kez yeniden buluşacağız… Gelecek bir yaşamda sizler arasından yükselen üstün zekâlar bugünkü realitenin ilerisindeki realiteleri öğretmek için bana ulaştıkları zaman ne kadar mutlu olacağım! Eğer bu kitap, bu zekâlara beni şimdiden tanıtabilirse, beklediğimden  daha büyük hizmeti yerine getirmiş olur. Çünkü o zaman ben, yeryüzündeki kazançlarımın en büyüğünü elde etmiş olmak bahtiyarlığımı tatmaya başlarım. 
--------------------------------------------------III. CİLDİN SONU -----------------------------------------------               

(*) RUH ve KÂİNAT, cilt III, son kısmın güncel Türkçe’ye uyarlanmış şeklidır. Hazırlayan: Selman GERÇEKSEVER
(**) RUH ve KÂİNAT, Cilt 1+2+3.    
(1) Fatalizma : Yazgıcılık
(2) Bu noktada şunu önemle anımsatmak isterim ki, söz konusu ettiğim bu kimseleri, böyle bir ruhsal otomatizma ile hiçbir ilgisi olmayan ve sırf hastalıklı ve maddesel bir bozukluğun gereği olarak kendini her şey sandığı gibi, bu arada Peygamber ya da Tanrı’da sanabilir, daha doğrusu herkese kendisini böyle tanıtmak illetine takılmış bulunan tımarhanelik delilerden ayrı tutuyorum. İyi bir şekilde incelenip, irdelenirse, birbiriyle hiçbir ilgisi bulunmayan bu iki gruptaki kimselerin; görgü, deneyim, olgunluk, düşünce ve duygu bakımından aralarında büyük mesafelerin bulunduğu ve bu mesafelerin arasında normal geçinen birçok kimselerin doldurduğu görülür. Fakat duygularını hazmedemeyen bireyler gelişmekle belki pek az sonra kusurlarını anlamakta gecikmezler ve ilahi titreşimler karşısında hedefe varmak şöyle dursun, belki henüz başlangıçta bile olmadıklarını, kuşkusuz bizim anlayabileceğimizden daha yüksek bir şuurla idrak ederler. İşte tüm bunlardan dolayı kavuşma derecesinde kendisini Tanrı ile birleşmiş zannetmek; olgunluğun zirvesine varmış olmanın değil, fazla hızla bulunduğu yüksekliği ve dayanma sınırını aşmış bulunmanın bir ifâdesi sayılmak gerekir. Nasıl ki her varlığa göre, yeri değişen bu dayanma sınırı daha ilerideki varlıklar için çok gerilerde kaldığı gibi, “geri” varlıklar için de erişilmesi ve hatta anlaşılması bile olanaklı olmayan yüksek düzeylerde bulunur.   
(3) Bu bilgiyi yazar yıllar sonra               İLÂHÎ NİZAM VE KÂİNAT kitabında şöyle düzeltmiştir: Dünya, güneş sistemimizde en gelişmiş varlıkların bulunduğu bir uzaysal objedir. Dünya, yarı idrakli hidrojen âleminin son duraklarından birisidir (261). Başka türlü bir deyişle, dünya; hidrojen âleminde, Yarı Süptil Arasat” a (Sevgi Planı’na) açılan “kapı” lardan biridir. Dünya gelişim okulunu bitiren varlık, hidrojen âlemini de bitirmiş oluyor (59).