BEŞERİYET NEDEN BU DURUMDA
ve ÖZELLİKLE DE
İSLAM ÂLEMİ NEDEN BU DURUMDA ?
DERLEYEN: Selman GERÇEKSEVER
Devre
sonu dünya beşeriyetinin (elbette ki tamamı değilse de) büyük bir çoğunluğu,
yeni döneme uyumlanma telaşı ya da yeni döneme uyumsuz düşmüş olmanın bunalımı
ve teşevvüşü içinde görünüyor. Gönül isterdi ki bu durum 21.YY. dünyasında
tersine olsun; yani beşeriyetin bu büyük
çoğunluğu beşeri niteliklerden büyük oranda arınmış ve insani değerleri
(erdemleri) bünyede ve toplumsal yaşamda tezahür ettirmiş olsun. Ama ne yazık
ki gerçek böyle değil; geçmişten gelen bencilce arzularımızın perişan
manzarasıyla yüzyüze bulunuyoruz. Evrensel determinizmin kaçınılmaz sonucu olan
bu “cehenemin
odunları ”nı da yine bizler oluşturmuş durumdayız. Bu cehennemin elbette
ki bir dünya ötesi boyutu da var.
Dünya
cehenneminin belirgin özelliklerinden biri genel gelir dağılımındaki adâletsizlik
ve dünya kaynaklarının insanca paylaşımındaki haksızlıktır: Beşeriyet, hilkat
kardeşliği ruhuna yakışan bir paylaşım ahlâkına henüz sahip olamamıştır. Beşer,
insanca paylaşımı küçük çıkarlar uğruna saf dışı ederek, mutluluğunu bu çarpık
uygulamasıyla, yani kendi elleriyle boğmuş durumdadır. Yeryüzü ve yeraltı
nimetleri tüm beşeriyet içindir. Özellikle yeraltı zenginliklerinin, hangi
ülkede olursa olsun, beşeriyetin ortak malı olduğu Kur’an’da belirtilmiştir.
Günümüzün değerli ilahiyatçı düşünürü Prof. Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK’ün ifadesiyle,
“Yeryüzü
sofrasının tüm nimetleri tüm insanlık için gönderilmiştir. Sofranın birkaç
açıkgöz tarafından talan edilmesine seyirci kalınamaz.” (Hürriyet
Gazetesi) Sözde “modern” bu açgözlü açıkgözlerin (hepsinin değilse bile)
bazılarının “dünyanın patronu”ymuş rolüne soyunmuş olması da ayrı bir
trajikomik durum…
Ülkeler
arasındaki ekonomik eşitsizlik; zenginlerle fakirler arasında gelir düzeyindeki
farklılık da giderek büyüyor: Günümüz dünyasındaki 400’e yakın dolar
milyarderinin elinde bulunan 700 küsur milyar dolarlık servet, dünyanın toplam
nüfusunun yarısının gelirine eşit. Dünyadaki toplam gelirin %80’inden fazlası
halkın en zengin %20’lik bir bölümünün aldığı pay yalnızca %1.4’ten ibarettir(ULUSAL
ÇIKARLAR, Onur Öymen – Sayfa 445). Dünyanın toplam geliri her yıl %3 oranında
artmaktadır; ancak bu artış her ülkede eşit şekilde hissedilmemektedir. Örneğin,
ABD’nin kişi başına düşen yıllık gelirindeki artış 650 dolara yaklaşırken, bu
rakam; Etiyopya’da 4 doların altındadır, Bangladeş’te 5.5 dolara ve Nijerya’da
7.5 dolara düşmektedir. Küreselleşmenin ve kapitalist piyasa ekonomisinin etkisiyle
bu eşitsizliklerin, adâletsizliklerin ülkeleri giderek daha fazla
etkilemesinden kaygı duyuluyor. Dünyanın çeşitli ülkelerinde (2000’li yılların
başından beri temposu giderek sıklaşan) yüzbinlerce insanın küreselleşme
karşıtı gösteriler düzenlemesi, büyük ölçüde bu kaygılardan kaynaklanıyor.
Kaygı (anksiyete) huzursuzluğun / mutsuzluğun ve tedirginliğin belirtisidir.
Beşeri kaygının dışa vurum şekli çeşitli görünümlerde ve herhangi bir bahâneyle
de ortaya çıkıveriyor: Ülkemizdeki Taksim / Gezi olayları (Mayıs / Haziran
2013), Mısır’daki ve Brezilya’daki ayaklanma (Haziran 2013), Tunus’taki son
olaylar (Temmuz 2013), Suriye’de 2013 başlarından beri süregelen iç savaş… Günümüzden geriye doğru gidildiğinde, pek çok
halk ayaklanması anımsanacaktır.
Ülkelerin
kendi içlerinde esasen normalin üzerinde eşitsizlik ve adaletsizlik bulunuyor: Temelinde köhnemiş ama hâla sömürücü
kapitalizm bulunan küresel piyasa ekonomisinin maşası IMF ve benzeri
kuruluşların, ülkelernin içyapılarına; giderek daha fazla etkide bulunması söz
konusu eşitsizlik ve adaletsizlikten kaynaklanan kaygıları arttırıyor. Dünya
Kalkınma Hareketi’nin verilerine göre, Aralık 1999’dan 2000 sonlarına kadar ki
dönemde IMF’den kredi alan ülkelerde 50’den fazla ayaklanma çıkmış. Bunlar ufak tefek halk gösterileri de değil;
Arjantin, Bolivya, Brezilya vb. ülkelerde çıkan bu ayaklanmalara bir milyonu
aşkın insan katılmış. Türkiye’mizde yoksulluk sınırı altında yaşayanların oranı
AB ülkelerinden çok yüksek. Ülkemizle ilgili birkaç notu daha paylaşalım:
21.
YY. Türkiye’sinde halkın hala %15’e yakını okuma yazma bilmemektedir. Popülist
bir siyaset anlayışıyla “kalkınma” kapsamında yapılanlar,
ancak; topyekün bir eğitim seferberliğinin bir parçası olduğu takdirde, bir
anlam taşıyacağı ve topluma köklü yarar sağlayacağı ortadadır. Yurdumuzda öğretimin
genel düzeyi AB ülkelerinin ve Türkiye’ye benzer koşulları olan dünyadaki başka
devletlerin bir hayli gerisinde kaldığı be yazık ki bir gerçek. Örneğin, 2005
yılında yapılan Üniversite Seçme ve Değerlendirme Sınavı’nda 57.000 adayın
sıfır puan alması da, ortaöğretim düzeyindeki düşüklüğün başka bir kanıtı. Umarız,
2005’ten bu güne kadar öğretim kalitesinde iyiye doğru bir gelişme olmuştur…
Böyle bir “iyileşme” olduğunu söyleyebilecek miyiz?
Burada
“eğitim”den
söz etmiyoruz, henüz; “eğitim” ile “öğretim”i karıştırmamak
gerek: Okullarda, çocuğun erdemler yönünden bir kişilik kazanmasına yönelik bir
eğitim anlayışı ve uygulaması yok henüz. Egoistlikten, çıkarcılıktan
kurtarılıp, otonom (kendi kendine yeterli) ve beşeri koşullandırmalar ile
maddesel cazibeye karşı güçlendirilmemiş çocuk eğitilmiş değildir.
Çocuklarımızın / gençlerimizin böyle bir eğitimden yoksun olduklarının içler
acısı örneklerini görmek için okul ve dershane önlerinde 5-10 dakikalık gözlem
yapmak yeterli olacaktır.
Ülkemizdeki
dershane bolluğu, okullarımızda öğretimin bile doğru dürüst yapılamadığının
kurumsallaşmış / sektörleşmiş bir kanıtı değil midir! Örneğin, nasıl olmaktadır
da, tüm AB ülkelerinde, lise öğrenimi görmüş bir genç; dershane takviyesi
almadan üniversiteye girebilmekteyken, Türkiye’de çoğunlukla girememektedir.
Yurdumuzdaki öğrencilerin, üniversite giriş sınavında başarı kazanmak için
dershanelere gitmek zorunda kalmaları başka ülkelerde örneği pek görülmeyen bir
durumdur. Yapılan bazı araştırmalar, vatandaşların her yıl dershanelere
yaklaşık 5 milyar TL ödediğini gösteriyor. Bu paranın özel sektöre gideceği
yerde, devlet eliyle ortaöğretimde değerlendirilmesi, büyük olasılıkla,
Türkiye’nin tüm eğitim sorunlarını çözecektir.
Özetle,
ortaöğretim öğrencilerine verilen öğretimin, üniversite giriş sınavında başarı
kazanması için yeterli olmaması, sistemin ve politikaların yetersiz düzeyde
olduğunun açık kanıtı değil midir! Okullar, dershaneler, öğretmenler ve
öğrencilerle ilgili daha pek çok sorun olduğunu elbette biliyoruz ama bu
yazımızın ana teması bu olmadığı için bu kadarla yetinip, beşeriyetin perişan
manzarasından kesitler alarak genel görünümü irdeleyip sonrada bunları
gruplandırıp, “Neden bu haldeyiz?” sorusunu yanıtlamayı amaçlamış durumdayız.
Birkaç
paragraf önce değinip geçtiğimiz küresel piyasa ekonomisi vücutta organdan
organa atlayarak yayılan kanser hücreleri gibi dünyada yayılmaktadır. Temelinde
paranın putlaştırılmasını ve servetin belli ellerde toplanmasını beraberinde
getiren piyasa ekonomisi (örneklerini birkaç paragraf önce verdiğimiz) gelir
dağılımındaki adâletsizliğin ve bundan kaynaklanmış savurganlığın (israfın,
tüketim çılgınlığının), kaygı, huzursuzluk ve hatta terörün de nedenidir. Nasıl
mı?
Örneğin,
ölçüsüz mal ve servet birikimiyle (yani “servetin belli ellerde toplanması”yla
gelen) gereğinden çok harcayanlar yüzünden, gerektiği kadar harcayamayanların,
hatta açlık / yoksulluk sınırında yaşayanların sefâletine neden olan bir
olumsuzluktur. İsraf (savurganlık) illeti, servet ve refahla şımarmış,
beşeriyete zararlı bir tip üretir genellikle. Para putperesti de denebilecek bu
zararlı tip; kendisinin en uç keyiflerini doyurmayı, başkalarının yaşamsal
gereksinimlerinden daha önemli görür. Örnek; dünyadaki harcamaların en büyük
rakamını yaratan petrol harcamalarının yarıdan fazlası savurganlık tutkusunun
tatmin için yapılmaktadır. (KÜRESEL AFETLER, Yaşar N. ÖZTÜRK, Baskı 2, sayfa
167). Zengin servet şımarıklarının otomobil yarışları, ABD’de hemen her evde fazladan
bir tane bulunan “benzin içen Jeep” tipi
araçlar, gereksinim için harcanan petrolün 2, bazen 3 katını heder etmektedir.
Elbette ki, bunların atmosferce yaydığı zehirli gaz miktarı da gereksinim için
yaydığının birkaç katıdır.
Başka
bir örnek: Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da yaşayan %12’lik kesim, dünya
genelindeki bireysel tüketim harcamalarının %60’ını yapmakta; Güney Asya, Orta
ve Güney Afrika’da yaşayan ve dünya nüfusunun üçte birini oluşturan insanların
harcama oranı ancak %3.2’ye ulaşabilmektedir. Bu çarpıklığa ekonomide; “kuzey
– güney dengesizliği” , “yoksul güney – zengin kuzey” gibi
adlar da verilmiş bulunuyor.
Temelinde
kapitalist açgözlülük / doymazlık ve biriktiricilik bulunan servet
şımarıklığının beraberinde getirdiği savurganlığı gördükten sonra, bu
savurganlığın kıskançlığı öfkeyi ve terörü nasıl beslediğine bakalım: Kabaca,
kuzey yarı küre servet ve refaha gargolmuş durumda yaşarken, güney yarıkürenin
yoksulluk sınırında bulunması ve Güney’in yoksul ülkelerinde sâdece açlıktan ve
bakımsızlıktan her gün binlerce çocuğun ölüyor olması insan haklarının ihlâlinden
başka nedir! Servet ve refahla azmak; bu nedenle insan hakları aleyhine en
büyük terördür. Bu terör, esasında, “terörlerin terörüdür” ki, günümüzde
kapitalist süper ülkelerin şikâyetçi oldukları terör bunun bir uzantısından
başka nedir?
Kendini
bilmez beşerin, kaba nefsinden kaynaklanan açgözlülük ile böyle bir kusur
sergilemesi çok iyi bilindiği için; Allah’ın beşeriyete sesleniş şekillerinden
biri olan Kur’an’da, insanın en büyük düşmanının “şirk”, ikincisinin de “servet
ve refahla azmak” olduğu belirtilmiştir, yaklaşık 1500 yıl önce
kapitalist zihniyet kendi putunu (para) kendi yarattığı gibi, baş belası
teröristini de kendisini yaratmıştır. Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz bu
zihniyetin zulme dayalı hegemonyaları günümüzde artık iyice belirginleşmiştir.
Bu zulüm, demokrasinin ve teknolojinin nimetlerinden yararlanarak yapılan ve
hak ihlâllerine yönelik sinsice bir zulümdür. Para putçuluğunun ve servet
birikimi ile azmış olan bu zihniyet mensuplarının şu belirgin özelliklerinin
gerçek anlamda modern ve uygar insanın erdemleriyle bağdaşacak bir yanı yoktur.
Geçici ve iğreti zevklere düşkünlük, kendini beğenmişlik, zulüm ve baskı, (bu
tiplemenin dinci kesimindeki) gelenekçiliğin niteliklerindendir.
Bizi
bizden daha iyi bilen ve bizlerin gerçek çıkarını bizlerden daha çok düşünen
İlâhi Kudret, sâdece Kur’an’da değil, daha önceki kutsal metinlerde de “kapitali
putlaştırıp, servet ve refahla azmaya” niçin ısrarla dikkat çekmiştir?
Her şeyden önce, alın teri ve emek talanına (yani hak ihlâline) dayalı bir
servette “haram ” vardır. Kutsal metinlerdeki “haram” sözcüğü ve kavramı
beşeri yasalarda hukuksal terimlerle ifade edilmiş ve yasaklanmıştır. Ayrıca bu
şekilde biriken servetin (ve beraberinde hemen hemen kaçınılmaz olarak gelen savurganlığın)
yarattığı şımarıklık ve azmışlığın tahrik ettiği tatmin edilmeyen
gereksinimler, nefrete dönüşür ve bu nefretin önünde hiçbir şey ayakta duramaz,
nasıl ki duramamaktadır da…
Görülüyor
ki, günümüzün (21.YY “modern” beşeriyetin, köhne
kapitalizmin güdümünde yarattığı) temel belalardan biri olan terörün esas
nedeni de servetle azmışlığın ve bundan kaynaklanan hak ihlâlleridir. Hak ihlâlinin
her türlüsü de zulümdür. Temelinde servetle azmışlık ve şımarıklık bulunan
savurganlığının, yarattığı tahribat hak ihlâlleriyle büyüyüp nefret ile terör
ve dehşete dönüşmektedir. Bu terör, yeni terör türlerini de yaratmaktadır.
Çünkü terör ve terörle mücadele kaçınılmaz olarak silah yapım ve dağıtımını
tetikliyor. Bu bağlamda silah üretimi ve kaçakçılığıyla sağlanan gelir ve
servet belli ellerde birikiyor. Servetin belli ellerde birikmesinin toplumlara,
dengesizlikle oluşan felaket getirdiğini çok iyi biliyoruz ve yine biliyor ve
her seferinde üzülerek anımsıyoruz ki, günümüzde sözde “modern” dünyasının en
büyük silah kaçakçıları aynı zamanda Birleşmiş Milletlerin beş sürekli üyesi
devlettir. “Yazıklar olsun ve lanet olsun!” dememek elde mi?
Bu
arada küreselleşmeyle gelen ve temelinde köhnemiş (tek dişi kalmış canavarın)
kapitalizm bulunan piyasa ekonomisinin neden olduğu zulmü ortaya koyuş
şeklimizden, kapitale (paraya) mala – mülke düşman olduğumuz anlaşılabilir.
Konumuzun başka bölümüne geçmeden önce buna da açıklık getirelim: Konuya bu
şekilde bir yaklaşımla üzülerek kınadığımız ve hak ihlâline dayalı zulüm
olduğuna inandığımız; mal sahibi olmak değil, malı haram nitelikli olarak
kazanmak ve kötü niyetle (insani değerlerle bağdaşmayacak şekilde) harcamaktır.
Mal – mülk, servet (ve hatta çocuk çokluğuyla) övünmek, bu birikimi,
başkalarını tahakküm altına alma gücü olarak kullanmak, adâlet ve nezâhet ile
bağdaşmadığı gibi, kendini bilen takva ehli hanîf insanın da tavrı değildir.
Unutmayalım ki, dünya malı (ve tüm nimetleri) emanettir. Bu emanetin asıl ve
tek sahibi ALLAH’tır. Bizde, şu ya da bu nedenle, bir birikim oluşmuş ise bu sınanmak
içindir. Bu ilâhi sınavdan amaç da o birikimi değerlendirme yani gereksinimi
olanlarla paylaşmak ve şükretmeyi unutmamaktır. “Kulakları olan işitsin!”
– Hz. İsa.
Yepyeni
Bir Dönemin Arefesi…
Dünya
için yepyeni bir dönem olan Yeni İnsanlığa geçişin arefesinde insanlaşmaya (bu
yeni döneme lâyık olmaya) çalışan beşeriyetin genel görünümüne değişik
açılardan bakmayı sürdürüyoruz: Kendi çıkarlarını düşünürken, ötekilerin
çıkarlarına da saygılı olmamak, onlarla işbirliğine gitmemek fütursuzluğundan
ve insan haklarına saygısızlıktan kaynaklanan olumsuzluk ve huzursuzluklardan
örnekler sunmuştuk geçtiğimiz paragraflarda Dünya beşer tarihinin kadim
zamanlarından beri değişmeyen, iyileşmeyen bir durumun 21.YY’da da henüz
iyileşmediğini üzülerek görüyoruz: Kim güçlü ise, onun “borusu”nun ötmesi… Bu “güçlülük”
keşke erdemler ile adâlet ve nezâhet bakımından olsa. Ne yazık ki durum
tam tersine, bu güçlülük; fiziksel, maddesel ve devletler düzeyinde de askeri
güçlülük, çocuk çetelerinin (gang), mahallenin en güçlüsü (kabadayı),
apartmanda en çok sesi duyulan (cazgır), hırsız çetesinin en gaddarı vb. Ama
sosyoloji ve sosyal psikolojiden biliyoruz ki maddesel / kaba güç hiçbir zaman
sürdürülebilir olmamıştır. Er ya da geç yıkılmaya / sönümlenmeye ve hem de
hüsranla sönümlenmeye mahkûmdur. Çünkü el elden üstündür ve dünyada her şey
geçicidir.
Bireysel
ve toplumsal düzeyde böyle olduğu gibi, küresel (dünya kapsamlı) düzeyde de
durum çok farklı değildir. Örneğin, günümüzde şimdilik en güçlü ve “dünya
çavuşluğu”na soyunmuş olan devlet ABD. Dünyanın emperyalist
imparatorluklarından olan İngiltere’nin birçok kolonilerinden biridir ABD.
1776’da bağımsızlık bildirisiyle (ve Amerika Kıtasında sergilediği soykırımdan
sonra) devlet hâline gelen ABD, 1823’de de kabul ettiği Monroe Doktrini’yle de
kendi kıtasıyla ilgili sorunların dışında, uluslararası konularda da aktif
katılımcı olmasını öngördü. Yine bu ülke, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Baba
Bush’un 11 Eylül 1991’de “Yeni Dünya Düzeni” ni ilân eden
konuşması ile tek küresel güç olduğunu resmileştirdi.
Şimdi
(Temmuz 2013) dünya sahnesinde köhnemiş de olsa, hâla ortalarda boy gösteren
(Ali Külebi’nin ifadesiyle – Cumhuriyet 05 Ocak 2011) “azgın kapitalizmin temsilcisi ABD
Emperyalist İmparatorluğu” var(1). Kendi ekonomisindeki kriz ile
başka ülkelerin ekonomilerini de olumsuz etkileyen, kendi sınırları ötesindeki
dünya sorunlarına fütursuzca burnunu sokan, uyduruk bahânelerle (biyolojik
silah vb.) hem kendi toplumuna, hem dünyaya yalan söyleyerek ve “demokrasi
getiriyoruz” yalanıyla başka ülkelerin topraklarına giren(Irak’ın
işgâli) ve tüm bu kabadayılığını başarıyla sürdürmek için (iletişim özgürlüğü
ve gizliliği hakkını ihlal ederek) müttefikleri de dâhil pek çok ülkenin
haberleşmelerini gizlice dinleyen (2)
sözde “modern ve gelişmiş” bir ABD…
ABD
ve benzeri emperyalist ülkelerin önderliğindeki köhne kapitalizmin zehirli bir
yan ürünü olan küresel ekonomik kriz, hemen hemen kimsenin, başlamadığını iddia
edemeyeceği bir 3.Dünya Savaşı’nın belirtileri, dünya kaynaklarının giderek ama
hızla kıtlaşarak, artan nüfusa yetmeyeceği olgusu, küresel ısınma ve beşeriyeti
bekleyen doğal âfetler gibi tehditlerin söz konusu olduğu dünyamızda gelecek
kuşakları (yani kendi çocuklarımızı ve torunlarımızı) ciddi sorunlar bekliyor.
Kısacası, dünya, 6 -7 bin yıllık bir devrenin sonunda ve yeni bir devrenin arefesinde,
elbette ki geçmiş (ve ne yazık ki halen de sürmekte olan) beşeri kusurlarımızın
sonucu olarak ciddi bir çalkantılı finale girmiş görünüyor. “Beşer
gerçekten tam bir hüsran içindedir! İnanıp, barışa / hayra yönelik işler
yapanlar, birbirine hakkı ve sabrı önerenler müstesna” (Kur’an, Asr
2+3) Bu ikincilerin de 8 milyara yaklaşan dünya nüfusuna göre sayıları “yok”
denecek kadar az. Cumhuriyet Gazetesi’nin güçlü kalemlerinden değerli yazar
Özlem YÜZAK dünyanın geleceğiyle ilgili şöyle bir değerlendirmede bulunmuştu
02.02.2011 günkü köşe yazısında: “Artık dünyanın geleceği iki dinamik
üzerinde: Bunlardan biri, güç dengelerindeki değişimleri iyi yönetebilmekten
geçiyor. Ötekisi enerjinin yönetimi.” (“Alıntının tarihi çok eski…”
şeklinde düşünenler için belirtelim: Eski ama o gün bugün iyileşmeye doğru bir
gelişme olmadı ki…Ayrıca 2011’den bu yılları görebilmek de dikkate değer başka bir
nokta sayılmaz mı ? )
Sayın
Yüzak’ın belirttiği “güç dengeleri” küresel kapitalizmin
lehine bozulmuş durumda. Küresel / liberal kapitalizm, sömürücülüğüne ve tek
yanlı çıkarcılığa dayalı başarılarından hoşnut, bilimsel / teknolojik
gelişmelerle kendini yenileme gücünü kanıtlamış “yeryüzünün efendisi
” olmayı sürdürüyor şimdilik. Ama her hâliyle belli ki, geçmişe göre çok daha
saldırgan ve sinsi: Dinin ve demokrasinin nimetlerinden yararlanarak ve her
türden riyakârlık manevralarında ustalaşmış olarak, dünya sahnesinde etkin
başrol oyuncusu… Koca bir ülkeyi, yalnızca petrolüne el koyabilmek için, baştan
aşağı işgal etmekten ve kana bulamaktan çekinmiyor. Dur diyeni (daha doğrusu “çüş”
diyeni) yok. Tek dizgini, kendi dönemsel krizleri. Krizlere girdikçe kendine
çeki düzen vermeyi düşünüyor ama “aynı tas aynı hamam”… İnsanlık
düşmanı vampir kapitalizm bu denli enerjikken, yorgun dünya yeni umut filizleri
yeşertemiyor. Ama beşeriyetinde başka umudu yok; kendi geleceği için, daha
huzurlu bir dünya için bu vampir kapitalizmi aşması gerek.
İslam
Âlemi Neden Bu Halde?
Dünyanın
genel görünümüne bakarak sorduğumuz “Neden bu haldeyiz?” sorusunu özel
olarak da, “İslam âlemi neden bu halde?” şeklinde
sormak hiç de yersiz olmasa gerek… Günümüzde iyice köhnemiş de olsa, epeyce
palazlanmış olan küresel kapitalizminin bu durumunu, insanlar için çok değerli
olan iki dinamiği istismara borçlu olduğunu az yukarıda belirtmiştik; din ve
demokrasi. Halkın din ile aldatılması ve istismarı, kapitalist zihniyetin
uzmanlık alanlarından biridir; İslam dünyasında Emeviler’den, Hıristiyan
dünyasında da Ortaçağ Katolik Kilisesi’nden beri. Esasen bu iğrenç uygulama Hıristiyan
Haçlı zihniyetinden Emevile’re geçmiş ve çeşitli kılıklara girerek ve iyice de
sinsileşerek / riyakârlaşarak günümüze kadar gelmiştir. Biraz da bunun üzerinde
duralım:
Dincilik
sahtekârlığı (özellikle de siyasal dincilik) kendi ayıbını örtmek ve kendini “dindar”
(yani “toplumda seçkin” ) göstererek halkı daha kolay tahakküm
altında tutabilmek için Hıristiyanlıkta Hz. İsa’nın özgün öğretisindeki insanı
felâkete götüren öğütler / uyarılar ya örtülmüş ya da değiştirilmiş; İslam
dünyasında ise (Emevilerle başlayarak) Kur’an’daki özgün İslam’la gelen
uyarılar ya gizlenmiş ya da saptırılarak yorumlanmıştır. Kur’an’ı okumak ve
anlamak ibâdeti çeşitli bid’atlerle (3)
zorlaştırılarak; halkın mümkün olduğunca Kur’an’dan uzak durması
hedeflenmiştir. Dindarlık daha doğrusu “dindarlık kisvesi” üstünlük ölçüsü
yapıldığında, dindarlığın nimetlerinden yararlanmak isteyen sahtekârlar (ki
bunlar dincilerden başkası değildir) gerçek dindarları (takva ehli Kur’an mü’minlerini)
saf dışı etmişlerdir / etmektedirler ve dindarlık nimetlerini kendileri
devşirmişlerdir / devşirmektedirler.
Tarihin
her döneminde ve bugünkü Türkiye’de durum budur. Çünkü bu, ne yazıktır ki
değişmez bir gerçektir. Böyle olduğu içindir ki, Kur’an yüzyıllar öncesinden
işe el koymuş ve sahtekârlığa (din ile aldatmaya) giden yolu şu ayetle kapatmıştır: “ALLAH
katında en seçkininiz dindarlıkta en ileri olanınızdır.” (Hucurat 13)
Basiret özürlü dinci zihniyet (ve özellikle de dinci siyaset anlayışı) bu
ayetten “dindarın toplumda üstün olması” anlamını çıkarır. Oysa ki
Kur’an’ın söylediği ve istediği bunun tam tersidir: Dindarlık, Allah katında
bir üstünlük ölçüsü olacaktır, insanlar arasında, beşeri toplumda değil. Beşeri
toplum için üstünlük ölçüsünü de vermiş (“bir yol gösterici ve rahmet” olan –
A’raf 203) Kur’an: İnsanlar arasında üstünlük ölçüsü; ehliyet, liyakat ve
hizmettir. Ehliyet, liyakat ve hizmete riyayı bulaştırmak pek olası değildir.
Dinci zihniyet, kadîm zamanlardan günümüze kadarki gelişimi içinde; riyanın,
zulmün ve şirkin kapsamına giren sapmışlıkların öğrenilmemesi için elinden
geleni yapmıştır. Yüzyıllarca hem Hıristiyan Batı’da hem de İslam dünyasında
üretilen yalanlar halkın, kutsal kelamla gelen erdirici ve kurtarıcı gerçekleri
öğrenme olanağını ortadan kaldırmıştır. Halk bu bilgisizlik yüzünden ve
kendisinin de bu konudaki tembelliğinden / cehitsizliğinden, dinci sahtekarlığa
teslim olmayı, ALLAH’ın dinine teslim olmak sanmış ve kendi eliyle kendini
felaketin kucağına atmıştır, bu konuda da ALLAH’ın uyarısına rağmen: “Aldatan,
sizi ALLAH ile aldatmasın!” – Lukman 33, Fatır 5, Hadid 14. Ulu önder Atatürk
de halkın din ile aldatılmış olduğunu şöyle ifadeye koymuş: “Hak
olan Kur’an, haksızlığı kabul vasıtası yapıldı.”
Birkaç
paragraf önce Cumhuriyet Gazetesi’nden yaptığımız alıntıyla bağlantılı olarak,
maddeci kapitalizmin, bilimsel / teknolojik gelişmelerle kendini yenileme
gücünü kanıtlamış olduğunu belirtmiştik. Bilim ve onun ürünlerinden olan teknolojik
gelişmenin gereği; “üç temel kitap” tan(Kur’an, insan, evren) insan ve çevrenin
incelenmesi, irdelenmesi ve onların içlerindeki bilinmeyenlerin (“gayb
olan” ın ) adım adım keşfedilmesinin gereğidir. ALLAH da bunu istiyor
zaten bizlerden. Her şey gibi bilim ve teknoloji de elde birer araçtır.
Bunların kendilerinden çok, bizim onlarla ne yaptığımız önemlidir. Nefsâni
amaçlara yönelik olarak kullanılan, başkaları üzerinde korku ve tahakküm aracı
olarak kullanılan, çeşitli öldürücü silah üretiminde kullanılan bilim ve
teknoloji beşeriyetinin başına dert, bu gibi kullanıcılara da “yüz
karası” olmuştur. Bu şekilde kullanılan teknoloji ve onunla ulaşılan sözde
medeniyet “tek dişi kalmış canavardır”. Kör maddeci zihniyetin elinde
teknolojinin egemen özelliği; doğanın dengelerini bozması ve doğayı yaşanmaz hâle
getirmesidir. Maddeci kapitalist sanâyinin elinde teknoloji, günümüzde pek çok
çevre sorununun, iklim değişikliğinin ve sıklığı / şiddeti giderek artan doğal
âfetlerin nedenidir. Vampir kapitalizmin Haçlı kodamanlarının elindeki
teknoloji, insan yaşamının mutluluk paydasını düşürmekte, doğa dengelerini
olumsuz yönde etkileyerek bireyin bunalım ve karmaşaya düşmesine yol
açmaktadır. Bireydeki ve bireyler arasındaki bu “gizli kaygı” ya daha
önceki paragraflarımızda da başka açıdan değinmiştik. Ayrıca, günümüzde stres
ve stresle bağlantılı rahatsızlıkların liste başı olduğu tıbbî bir gerçektir.
Çâre;
temelinde paraya–pula, mala–mülke bağımlılık ve kölelik olan maddeci
kapitalizmin ürünü olan teknolojinin yok edilmesi ya da ondan uzak durulması değil;
çâre, bu tek dişi kalmış canavarın rant ve egemenlik aracı olmaktan
çıkarılmasıdır. Maddeci ve şaşı bir yaklaşımla, ALLAH ve insanın üstünde bir
kudret olarak düşünülen teknoloji; sonunda, sâhiplerini korkunç bir hüsranla
yüz yüze bırakmaktadır. (Hud 16, Kahf 104) ALLAH’a ve doğal yaşama ters düşmüş,
bireyi sânayi çarkının dişlisi olarak kullanan teknolojinin ürünlerinin neden
olduğu acıklı manzara ile yüz yüze bulunuyoruz.
Bu
yazımızın ana teması olan “beşeriyetin perişan manzarası” nın
yapımcısı olan maddeci kapitalizmin; mala–mülke, paraya–pula doymaz açlığı
(yani açgözlülüğe) dayandığını bir üst paragrafta belirtmiştik. Mal ve paraya
(kapitale) yönelik bu doymazlık, kontrolsüz gelişimi ve devleşmesiyle günümüzün
putu hâline gelmiştir. Bu tür modern putperestlerin servet ve refahla şımarmış
olmalarının durumlarına ve servetin belli ellerde toplanmasının, günümüzdeki
gelir dağılımındaki dengesizliğin (adaletsizliğin) nedeni olduğunu da kısaca
belirtmiştik konumuzun akışı içinde. Bunların en azgınlarının, devletlerin
gizli yöneticileri ve insan emeğini sömüren canavarlar olduğunu da biliyoruz.
Mal putunun azdırdığı bu “hırs uşakları” Kur’an’da “mütref”
olarak geçer ve ibâdetlerine bakılmadan ALLAH tarafından lanetlenmiştir bu
zavallılar (bkz. Maun Suresi).
Mal ve Para Putunun Köleleri
Hak
ihlâlinin en başta geleni olan, insan emeğinin sömürülmesi bir zulümdür. Bu
zulmü sergileyen zâlimler de genellikle “mal/para putu” nun köleleridir. Bir
Müselmanın bu duruma düşmesi İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in en büyük
endişelerinden biriydi. Yüce peygamberin bu endişesini içeren iki güvenilir /
doğru hadis var elimizde:
- “Her ümmetin bir bozgun
nedeni vardır; benim ümmetimin bozgun nedeni de maldır.”
- “Kişinin mal ve gurura
düşkünlüğünün dine getirdiği zarar, sürü içine dalmış kurtların koyunlara
vereceği zarardan daha büyüktür.” (Yaşar N. ÖZTÜRK
– Yurt Gazetesi Makalesi, 08 Ocak 2013)
Burada
yeri gelmişken bir kez daha anımsamakta ve hatta akıldan hiç çıkarmamakta yarar
var: İnsan yoklukla da sınanır, varlıkla da… Ama herhalde varlıkla (mal–mülk,
para-pul birikimi, kapital ile) sınanmak daha zor. Bir İslam âlimi olan İbn
Mübarek (“Kitabu’z- Zühd” adlı eserinde) bu durumu şöyle ifadeye koymuş: “Bizler
zorluk ve ıstırapla sınandık, sabredebildik de; bolluk ve refahla sınanınca
başarılı olamadık.” (Kaynak, aynı makale)
İslam
coğrafyasında yaşayan ve aklını işletmeye çalışan her Müselman’ın aklına zaman
zaman gelen “Neden bu haldeyiz?” sorusunun bir yanıtı da bu olsa gerek: Zenginlik
(varlık) sınavında başarısızlık. İslam toplumları, Peygamberlerinden kısa bir
süre sonra, pençelerine takıldıkları “mal putu” nun açtığı yaraları
acılarıyla kıvranmaktadır. Daha iyi yeme, daha rahat ve gösterişli koltukta oturma
ve daha çok gururlanmanın âleti yapılmış bir “ideolojik din”, Hz.
Muhammed’in tanıttığı ve yaşayarak gösterdiği güzel ahlâktan nasiplenmeye
olanak sağlamamaktadır. Biriktiricilik / istifçilik yapmak yerine
paylaşabilmek, güzel ve gerçek anlamda uygar bir dünyanın kurulabilmesinin tek
yolu gibi görülüyor. Çünkü servetin belli ellerde toplanması şimdiye kadar
beşeriyete hep felâket ve adâletsizlik getirdi.
Dünyanın
neresinde olursa olsun, tarih boyunca; servetin belli ellerde toplanmasıyla
oluşan gelir dağılımındaki adaletsizlik toplumlara yozlaşma ve yıkım
getirmiştir. Osmanlı ve Roma gibi büyük imparatorlukların yozlaşıp yıkılma
nedenlerinden biri; toplumda belli bir kesimin nimet ve refahla şımararak,
toplumun öteki kesimlerini unutan vurgunculuk olmuştur. Ne kadar büyük ve köklü
olursa olsun tarihte en güçlü devletlerin / imparatorlukların yıkılış
nedenlerini yazımızın içinde ileriki kısımlarda sıralayacağız. Bu nedenle
yazımızın başından beri gözden geçirmekte olduğumuz toplumsal yozlaşma
örneklerinin bir bakıma maddeler halinde gruplanmış şekli olacaktır. Bundan
amacımızın da genelde “neden bu haldeyiz” özelde de “İslam
Dünyası neden bu halde” sorumuzu
bir makale formatında yanıtlamak olacaktır.
Servet
şımarıklığı, gurur / kibir ve başkalarını tahakküm altına alma tutkusuyla gelen
azmışlık, zaman içinde yerini, zevk ve sefa morfiniyle gelen uyuşukluğa ve
azmazlığa bırakır. Böyle bir aymazlık ve vurdumduymazlık içinde; olabildiğince “benliklerini
arındırmış” ve “güzel davranmak” konusunda
titizlenen (Kur’an –A’la 14, Maide 13) toplumun yozlaşmaya başladığını söyleyen
gerçek aydınlar, hayalperestlik, ulusalcılık, abartmacılık ve aşırı idealistlik
vb. gibi suçlamalarla susturulmaya çalışılır. Aynı çarpık tutum, bireyleri /
toplumları sapmışlıktan, yozlaşmadan ve hak ihlallerinden kurtarmaya çalışan
peygamberlere karşı da sergilenmiştir. Dinler tarihi ve bu aymazlığın ve zulmün
örnekleriyle doludur.
Aynı
zulüm, kılıf ve maske değiştirmiş durumda, hem de daha da sinsileşmiş ve
teknolojiyle de güçlenmiş olarak günümüzde de sürüyor. Yani bir bakıma “tarih
tekerrür ediyor” (kendisini yineliyor). Eğer beşeriyet kadîm zamanlarda
sergilediği kusurlardan, davranış bozukluklarından ibret olmuş olsaydı, “tarih
tekerrür eder miydi?” Toplumun sadece güvenliğinden değil, huzurundan
da sorumlu olan yönetimler, her şeye rağmen; erdemli, adaletli ve ahlaksal
değerleri ön planda tutma titizliği içinde olsalardı, beşeriyet 21.yy’da bugün
bildiğimiz sorunlarla / krizlerle boğuşuyor ve birçok ulus bağımsızlığını
yitirme noktasına gelir miydi! Dolayısıyla dünya beşeriyetinin bu halde
olmasının sorumlularını, elbette ki başta yöneticiler (politikacılar) olmak
üzere, şöylece sıralayabiliriz: Politikacılar, iş ve para çevreleri, din
temsilcileri, sözde aydınlar (çıkarcı çevrelere, materyalizme/ kapitalizme
hizmet eden aydınlar) (Prof. Dr. Yaşar N. Öztürk, Hürriyet Gazetesi – 22 Aralık
2008)
Kadîm Zamanlardan Kalma
İlkel Sömürgecilik Hâlâ Sürüyor
Günümüzde
küresel kapitalizmin maşası olan (Uluslararası Para Fonu) IMF politikası; eski
sömürgecilik nöbetini devralmış, zengin ülkelere hizmet eden kolektif
sömürgecilik politikasıdır. Küresel kapitalizmin egemenlik aracı ekonomidir;
IMF aracılığıyla verdiği borçlara karşılık koşul olarak, borcun faizlerini
garanti altına almaya yönelik bir “iktisadi düzelme politikası” nı
borçlu ülkeye dayatır. Bu “iktisadi düzelme programı”nda neler
mi var? Çağımızın yetiştirdiği büyük düşünür ve devlet adamlarından Prof. Dr.
Roger GARAUDY (“Entegrizm” adlı eserinde) bu soruyu şöyle yanıtlıyor:
“İthâlâtı
zorlaştıran, buna karşılık ihracata yönlendiren paranın devalüasyona
uğratılması; kamu harcamalarının, özellikle de sosyal nitelikli olanlarının
acımasızca kısılması; beslenmeyle ilgili olanları da dahil tüketim sübvansiyonlarının
uygulamadan kaldırılması; kamu iktisadi kuruluşlarının özelleştirilmesi ve su,
elektrik, taşımacılık vb. fiyatlarının arttırılması, kredilerin azaltılması,
vergilerin ve faiz oranlarının yükseltilmesi. Tüm bunlarında, enflasyon oranını
düşürmek amacıyla yapılması… Sosyal bütçelerin sürekli küçülmesini isteyen IMF,
buna karşılık askeri harcamalarda asla indirim talep etmemektedir. Bir halkı /
toplumu iliğine kadar kurutmak için bundan âlâ askeri rejim olur mu? Bu IMF
geleneksel sömürgecilikten sonra, dünyanın üçte ikisinin az gelişmişliğinden;
diğerlerinin büyümesini, gerekli sonuç olarak çıkarmaktadır.”(ENTEGRİZM,
Pınar Yayınları)
Günümüzde
“para
putu”nun beşeriyetin (özellikle de yoksul, geri kalmış, hatta
gelişmekte olan ülkelerin başına açtığı ve çözdükçe düğümlenen sorunlar yumağı
için çözüm yolları da öneriyor Prof. R. GARAUDY:
“Çözüm;
IMF’nin karşıtı bir politika izlemektedir. Ödünç para ya da yatırımlar, gelir
getirecek işlemler için devreye sokulmalı. Yoksa IMF’nin yaptığı gibi, para
ödünç veren ülkelerin çıkarına yarayacak yatırımlara yönelik verilmemeli. Nedir
bu yatırımlar; silahlanma, nükleer santral yapımları, çevreyi korkunç derecede
kirleten büyüklükleri itibariyle delicesine projeler, yönetici ve parazit
tüccarlardan oluşan şehirli azınlık için aşırı lüks malların ithalatı. Tüm
bunların yerine, halkın gerçek gereksinimlerini karşılayacak yerlere sarf
edilmelidir paralar. Yurt dışından gelen kredilerin birtakım çıkar odaklı ya da
yabancı alacaklılarla işbirliğine giderek ülkesini sömüren işbirlikçi bir
iktidar tarafından bir kez daha yağmalanmaması için, ödünç paralar
kullanıcıların ortak olduğu şirketlere ya da teşkilatlara teslim edilmemelidir.
Alınan bu borç paralar ve yatırımlardaki öncelikli harcama sırasını değiştirmek
bile, bir ülkede; halkın katılımı ile gerçek bir demokrasi ve tam bir katılma
gibi, ikili ve birbirinden ayrılmaz hedefin gerçekleşmesini sağlamaya tek
başına yetecektir.”
ALLAH’ın
dininin en son şeklinin temsilcisi durumunda olan İslam dünyasının neden bu
halde olduğunu irdelerken, hazır konu ekonomiden açılmışken “para
putu”nun neden olduğu gibi bir “ekonomik ahlaksızlık” a da
değinelim; daha doğrusu düşünürümüzün örneğini paylaşalım:
“1970
yılında Enver Sedat iktidara gelip bir yandan ABD’ye, öte yandan da Suudi
Arabistan’a yakınlaşınca, Körfez sürgünde bulunan Müslüman Kardeşler ülkelerine
geri dönerler. Hasan el-Benna’nın İslami kooperatif düşüncesine ait küçük banka
tasarıları Körfez’deki milyarderler tarafından yönetilen, yine ‘İslami’
sıfatını içeren güçlü bankaların sahtekârlıklarının teorik olarak haklı
çıkartılmasını sağlamıştır. Oysa, bu bankalar Üçüncü Dünya’nın gelişmesine
yardımcı olacak üretime dönük yatırımlarla hiç mi hiç ilgilenmeyip; aksine
Batı’nın ve özellikle de ABD’nin para borsalarında spekülasyonlar peşinde
koşmayı yeğlemektedirler. Pay oranlarının her yıl değiştirilmesi gibi şeytanca
kurnazlıklarla tüm öteki bankalarda verdiği gibi burada da faizlerin ve ribanın
söz konusu olduğu maskelemeye çalışmaktadırlar ve bunlar, nüfus cüzdanlarında ‘
İslam’ yazan kimselerdir…”
Ünlü
düşünür R. Garaudy adı geçen eserin bir yerinde (sayfa 64+65) günümüzde sözde “en
gelişmiş” ülkesi olarak kabul edilen ABD’deki toplumsal yozlaşmaya da
değinmeden edemiyor. İbretle okuyalım:
“1989
yılında New York kentinde her saatte bir kişi öldürülüyor, her üç saatte bir
kadının ırzına geçiliyor, her üç dakikada bir kişi saldırıya uğruyordu. Bu,
sadece bu kent için; 1905’i öldürme, 3254’ü ırza geçme, 93.377’si hırsızlık
olmak üzere yıllık 712.419 utanç verici vak’anın yaşanması demektir. Bu arada,
polisin ancak kendisine yapılan başvuruları değerlendirebildiğini de unutmamak
gerek. ABD’de bugün 14 milyon esrar bağımlısı vardır. ‘Özgür’ dünyanın tüm TV
kanallarında her akşam yayınlanan Amerikan filmleri işte bu ‘modern’ ve
‘gelişmiş’ yaşam şeklini yansıtmaktadır. Punk’ların T-shirt’lerine ‘Yarın yok…’
sloganı işlemeleri gibi, amaçsız ve geleceği düşünmeden yaşayan bu beşeri
varlıklarla dolu toplumun böylesi bir çözülüşü Roma’nın son saatlerinde kargaşa
ve çöküntü anlarını çağrıştırıyor.
Evet,
Prof. GARAUDY’nin bu çağrışımına katılmamak elbette ki olası değil. Kadim
Roma’yı çökerten nedenlerin hepsi sadece bu ülkede değil, dünyanın pek çok
toplumunda ve elbette ki, bizimde bir parçası olduğumuz İslam Dünyası’nda
bulunmaktadır. Yazımızın buradan itibaren başlayan bu ikinci yarısında; Roma ve
Osmanlı gibi dev imparatorlukların yıkılmasının nedenlerini günümüze
uyarlayarak gözden geçireceğiz, “Neden Bu Haldeyiz?” temel sorumuza
yanıt ararken…
Yazımızın
buraya kadarki ilk yarısında, dünya beşeriyetinin (özellikle de İslam
Dünyası’nın) genel görünümüne; siyaset, ekonomi, ahlak vb. kavramları açısından
bakarak, değişik görüş ve değerlendirmelere yer verdik. Yazımızın kalan
kısmında da, günümüz beşeriyetinden söz konusu perişan manzaranın yeni bir şey
olmadığını geçmişte de benzer talihsizliklerin yaşandığını; hatta bunların
büyük büyük toplumların tarih sahnesinden silindiğini göstermeye çalışacağız.
Yaşananlardan, hatalardan ibret almamanın (Kur’an ifadesiyele “aklını
işletmemenin”) beşeri toplumlara nelere mal olduğunu ve bu arada
Kur’an’da yer yer gördüğümüz “Hâlâ düşünmez misiniz ! ”
uyarısının (4) kadîm zamanlardan
günümüze kadar (bugünlere bile) ne kadar geçerli olduğunu bir kez daha
göreceğiz…
21.YY.’ın
sözde modern toplumu olarak (özellikle de İslam’ın en son versiyonu olan Kur’an
öğretisinin öğrencileri olarak) kadim zamanlardaki hatalarımızdan yeterince
ders almış olmamanın bedelini (Kur’an ifadesiyle) “rezil edici azap ” (
Bakara 90, En’am 110, Maide 41 ) içinde ödüyoruz. Bu durum (daha doğrusu
akıbet) İlahi İrade Yasalarından (Sünnetullah) evrensel Sebep – Sonuç
Yasası’nın olmazsa olmazı. Hata yapmak ayıp değil; hattâ iyidir, kişinin yaşam
deneyimine katkı sağlar, o hatâyı düzeltmek için aksiyona sokar ama hataları yinelememe
karalılığını da yitirmemek gerek. “Hatâ” kavramını başka bir yazımızda
irdeleyerek “hatânın gerekirliği” ni enine boyuna incelemiş ve tekamül
açısından gereğine değinmiştik. (bkz. “ selmangerceksever.blogspot.com “ )
Şimdi
geçtiğimiz paragraflarda, dünya beşeriyetine çeşitli açılardan (ekonomik,
politik, psikolojik, etik vb.) bakarak verdiğimiz örnekleri gruplandırarak
birkaç başlık altında toplayalım ve bakalım bu başlıklar, örneğin Roma
İmparatorluğu’nu çökerten nedenlerle ne kadar örtüşüyor:
1-
Adâletin İstismarı ve Yozlaştırılması
Adâlet
ilkesini gerçekleştirmek hukukun amacıdır. (5)
(pozitif) hukuk, uygulamada adaletin gerçekleşme koşulu niteliğini taşır.
Adâletin gereği; toplumda hukuk kurallarının düzenli biçimde uygulanması ve
hukuk uygulamasında kararlılığın
sağlanmasıdır. “Hukuk, bireyin toplumsal yaşamını ahenkli bir biçimde düzenlenmesinin
vazgeçilmez koşuludur” diyor ünlü hukukçu Rudolph Stamler (6). Uygar bir toplumda, adaletin
gerçekleşmesi, olay (lar)a uygulanan hukuk kurallarının olayla ilgili olmasına
bağlıdır. Bu uygulamada, nefsaniyetten ve basiretsizlikten kaynaklanan beşeri
çıkarlara ve hırslara dayalı itilimlerle hukuk kuralı tevil edilip,
yozlaştırılma yoluna gidilirse, elbette ki adaletsizlik kaçınılmaz olur ki
özellikle despotizme dayalı teokratik yönetimlerde sıkça görülen de budur.
Hukukun ihlâlinin, bu şekilde, “demokrasi kılıfı” ve “din
maskesi” arkasında bile gerçekleştirilişinin örneklerini geçtiğimiz
paragraflarda görmüştük.
İlke
olarak, yönetimlerin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.
Bu ilke anayasalarda da (göstermelik de olsa) yer almasına karşın bazı çıkarcı
ve (çıkarları gereği başka yönetimlere / devletlere bağımlı) işbirlikçi
yönetimler, kendilerine göre bir hukuk ve demokrasi anlayışı ile yargıyı ve
yargı yolunu politize ederek kendi çıkarcı emellerine alet de
edebilmektedirler. Bu şekilde “yandaş bir yargı” ile icraat
yapmanın örnekleri ne yazık ki az değildir. Bu çarpık uygulamanın sonucunda,
insanlık onuruna yakışmayan ve erdemlerle bağdaşmayan bir adaletsizlik (ve
bağlı olarak da “hukuksuzluk”) yaygınlaşır gider. Tükenen yargı, bitirilen
adalet ve olmayan hukuk kaçınılmaz olarak gelir gündeme… Bu talihsizlik,
yargının (dolayısıyla adâletin) siyasete teslim edilmişliğinin sonucudur. Anayasada yazılı olmasına rağmen, hukukun
üstünlüğünün olmadığı dolayısıyla yargının siyasallaştığı ve adaletin yara
aldığı toplumda insan hakları tehlikede, demokrasi sallantıda demektir. Roma ve
Osmanlı gibi dev imparatorlukları bile çökerten nedenlerin ikincisine geçmeden
önce, hukukun amacı olan adaletin günümüzdeki hazin görünümüyle ilgili güncel
haberlerden örnekler görelim:
Cumhuriyet
–
17 Ağustos 2011 : “ Gazetecilerin
gerekçesiz olarak tutuklandığı bir ülkede düşünce özgürlüğü olamaz.
Milletvekillerinin gerekçesiz olarak tutuklandığı bir ülkede halkın egemenliği
olamaz. ‘Kaldırıldı’ denilen Devlet Güvenlik Mahkemelerinin ‘Özel
Görevli
Mahkemeler’
adıyla devam ettiği bir ülkede kişi güvenliği olamaz.”- Prof. Feyzioğlu, Ankara
Barosu Başkanı
Cumhuriyet – 29
Haziran 2011: “Türkiye’de yargı ile hukuk
arasında, alaca karanlıkta kalmış büyük bir boşluk var.” – Güray ÖZ,
Köşe Yazarı
Evet,
söylemin tarihi iki yıl öncesine âit ama, “Bu ifade bugün için geçerli değil…”
diyebiliyor muyuz? Keşke… Güray Öz’ün bu köşe yazısının tamamının okunmasını
dileriz. Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan hukukun amacına (adâlet)
ulaşmasını engelleyen hatalar zinciri, demokrasiyi hazmedememiş ve insan
haklarına sözde saygılı basiretsiz yürütme erginin eseridir. Böyle bir yönetim
zihniyetinin; temel hak ve özgürlükleri geliştireceği yerde “çoğunluk
baskısı”na
yönelmesi de doğaldır. Toplumda demokrasiyi geliştirmek ve yerleştirmek yerine,
onun nimetlerinden yararlanarak, çözülmesi zor rejim sorunlarına neden olanlar
da bu zihniyetin temsilcileridir. Bunlar aynı zamanda demokrasi kılıfı altında
“çoğunluk
diktatörlüğü” anlayışının da sorumlularıdır. Ortalıkta bu zihniyet ve
realite egemenken, yeni bir anayasadan da çok şey beklemek boşunadır. “Sorun,
toplumdaki demokrasi kültürünün düzeyinde ve iktidar sahiplerinin demokrasi
anlayışında yatmaktadır.” – Prof. Dr. Emre KONGAR, Cumhuriyet – 15
Mayıs 2012
Cumhuriyet – 23
Mayıs 2012 : “Hangi aşamada olursa olsun, Türk
adalet sistemine beslenen güvenin ne yazık ki sarsıldığını; anketleri
yanıtlayan geniş halk kitlelerinin verdiği yanıtları okuyarak görüyoruz. Bir
ülkede ifade özgürlüğünün olup olmadığı siyasal iktidar sorumlularının
kürsülerdeki nutuklarının desibeli ölçülerek değil, sıradan yurttaşların
yazılarına /konuşmalarına ambargo uygulayıp uygulamamasıyla belirlenir.”-
Orhan BİRGİT, Köşe Yazarı
Demokrasi,
erdemli insanlara özgü bir yaşam biçimidir aynı zamanda. İnsan hak ve
özgürlüklerinin hiçe sayıldığı bir ülkede istediğiniz kadar yeni anayasa yapın,
hiç fark etmez; önce kafalarda demokrasi ve özgürlük bilinci gelişmeli ki bu da
beşeri zaaflardan kurtulmak, erdemleri aşındırmaya yönelik sapmışlıktan
sakınmak ve “ALLAH’tan korkmaz, kuldan utanmaz “ duruma düşmemek gerek.
Hak,
adalet ve dürüstlüğe saygıyı esas alan bir ahlak ilkesidir. H.D. Thoreau, daha
da ileri giderek; “Ahlâk, salt doğru olmak değil, doğru olana hizmet zorunluluğudur. ”
diyor. Birer zulüm türü olan ahlâksızlığa ve adâletsizliğe sessiz kalmak,
lanetlenmesi ve biricik “düşman” hedef olarak gösterilmiş
olması, %99’u Müselman olan bir ülkenin vatandaşları olan bizler için önemli
olsa gerek… “Kulakları olan işitsin! ” – Hz. İsa
Cumhuriyet – 19
Ocak 2011 : “Hukukun bunca fütursuzca
gebertildiği adaletin zulüme eşitlendiği ve yargılamanın psikolojik işkenceye
dönüştüğü yerde, kimsenin özgürlüğü ve can güvenliği yoktur ki, demokrasi
mücadelesinin bir anlamı olsun…” – Mine KIRIKKANAT, Köşe Yazısı
Kadîm
Roma İmparatorluğu’nu çökerten nedenlerden biri olan adaletsizlik; daha çok “vergilerin
aşırı
derecede ağır olması” şeklinde tarihsel belgelere geçmişti. Günümüzde
de Roma’ya benzer “Süper Devlet” denilen toplumlarda büyüme hırsını ve egoizmasını
görmemek olası mı! Bu gelişme sonucu vergilerin (Kadîm Roma’da olduğu gibi)
korkunç derecede artması, buna paralel olarak fantastik bütçelerle delicesine
harcamalar, uzay çalışmalarıyla silah üretimine (ve silahlı güçlere) ayrılan
paralar, eğlence masrafları, güzellik müstahzaratına (özellikle Batı’da)
harcanan para milyarları geçiyor. Giyim kuşam ve yiyecek içecek masrafları da
(hem de israf düzeyinde olarak) bundan az değil. Tarihten ibret alamamış,
olmanın aymazlığı ve cüretkârlığı ile sürüp gidiyor. Bu sefahat ve israf, “Roma’nın
başına gelen o korkunç akıbet bize de gelebilir…”gibisinden hiç
düşünmeksizin…
Ne
gariptir ki, günümüzde hâlâ okutulmakta olan “Roma Hukuku” nun da
anavatanı olan Roma; büyük, gelişmiş, güçlü ve gururlu, birçok ırk ve ulusu bir
arada tutan Roma yıkılmıştı. Her şey gibi hukuk da insanlaşma yolunda bir
araçtır; onunla ne yaptığın, onu nasıl kullandığındır önemli olan. “Hiç
yıkılmaz…”denen Roma yıkılıp gitmişti. Yeni ruhçuluğun anıt
isimlerinden olan değerli büyüğümüz ve hocamız Ergün ARIKDAL, bir makalesinde
(Ruh ve Madde Dergisi, Cilt :9) bu beşeri yanılgıyı ve basiretsizliği
okuyucusunun zihninde şöyle canlandırmaya çalışmış:
“Eğer
içimizden biri geçmiş zamanlara kayıp, o devirlerin Roma’sına gitse ve halk
meclisinin toplanacağı Capitolium’da Romalı vatandaşlara hitaben şöyle konuşsa:
‘
Ey Romalılar ! Tüm kudret ve zenginliğinize, ilim ve sanattaki gelişmenize
karşın; Roma’nız, o kurduğunuz devletiniz çökecek, geriye sadece şu binalarınız
ile beşeriyete bırakacağınız, ibret alınacak hatâlı hareketleriniz kalacaktır’
deseydi, tüm bir Roma halkı önce hafiften sonra kahkahalarla gülmeye başlar ‘
zavallı aklını kaçırmış ya da özenti bir filozof…’ derlerdi. İş bu kadarla da
kalmaz, ya onu Arena’da aslanlarla boğuştururlar, ya bir gemiye forsa olarak
çakarlar, ya da (ki pek olasıdır), devrin sarayında muhâlif bir asil Romalı
tarafından himaye edilir, enteresan ve eğlenceli bir kimse olarak ağırlanırdı.
Neden?
Roma
yıkılmaz! Roma’nın yıkılması mı? İmkansız, hayal bile edilemez. Tarihçilerin
anlattığı, betimledikleri ve kanıtladıkları; büyük, gelişmiş, güçlü, gururlu,
birçok ırkı ve ulusu yüzyıllar boyunca bir arada tutan Roma yıkıldı! Roma
düştü! Nedenleri, hem de belli ve açık nedenleri vardı bu çökmenin, düşmenin.
Günümüzde bu nedenlerin, irili, ufaklı her devlette, hele İngilizce konuşan
büyük ülkelerde ortaya çıkmış olduğunu gözlemlemek son derece kolay.
Bu
nedenlerden ve onların sonuçlarından insanlar ders çıkarmış görünmüyorlar.
“Modern” beşeriyetin geçirdiği devrelerde Roma’yı çökerten nedenlerin çoğunu
bulmak olası.”
“Neden
bu haldeyiz ?” sorusunda anlamını bulan ana temamızı irdelerken beşeriyetin
genel görünümüyle ilgili örnekleri gruplandırmayı sürdürüyoruz. Birinci gruba “adâletin
istismarını ” almıştık. Sırada, adâletle bağlantılı olması bakımından “hak(lar)
” başlığı altında toplanabilecek durumlar var:
2-
Temel Hak ve Özgürlüklere
“Düşmanlık Düzeyinde” Saygısızlık
Dilimizde
“hak”
sözcüğünün, ALLAH / Tanrı anlamından başka şu anlamları da vardır: Doğruluk ve
insaf, bireye ait olan şey(ler), dava ve iddiada gerçeğe uygunluk, geçmiş /
harcanmış emek, pay / hisse, doğru, gerçek, lâyık (7). “Hak” sözcüğünün, bu düz anlamları dışında; (özellikle
atasözleri ve deyimlerimizde) adalet ve adalete uygunluk gibi anlamlarda
kullanıldığını da görüyoruz. “Hak” anlamını içeren birkaç atasözü:
*
Hak deyince, akarsular durur.
* Mazlumun
ahı yerde kalmaz.
* Zâlim
ettiğini bulur.
* Zulüm ile
cihan yıkılır, kazma kürekle yıkılmaz.
* Alma
mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.
Hak
ihlali ile zulüm ve zalimlik çoğunlukla birbirini çağrıştıran sözcüklerdir. Bir
ya da birden fazla hakkına tecavüz edilmiş kimseye “zulme uğramış” anlamında
“mazlum”
denir. Hak ihlallerine dayalı zulüm kadim zamanlardan günümüze kadar, sadece
toplumbilim ve inisiyatik öğretilerde değil, kutsal metinlerde de kınanmış,
hatta Kur’an tarafından bir numaralı düşman olarak gösterilmiştir. Ama ne yazık
ki, buna rağmen; dünya beşeri, bireyler ve yönetimler olarak hak ihlallerini
(yani zulmü) sergilemek ve ayrıca “insan hakları” diye bir beyanname
yayınlamış olmasına karşın dünya insanı hak ihlallerine dayalı zalimlikten
yakasını kurtaramamıştır.
Kişinin
dokunulmazlığı, söz/ yayım, yolculuk, sözleşme, çalışma, mülk edinme, malını ve
hakkını kullanma, toplanma ve dernek kurma, ortaklık kurma hakları ve
özgürlükleri 1924 Anayasamızdan beri “hukukun laikleştirilmesi” kapsamında
Türk Kamu Hukuku’nda yerini almıştır ama insanca yaşamanın doğal gereği olan bu
haklar çeşitli tevillerle hep ihlal edilmiştir. Temel haklarla ilgili bu ifade
61 ve 82 Anayasalarımızda ifâde farklılığıyla özde aynı anlamı taşıyarak
günümüze kadar gelmiştir: Hakların ve özgürlüklerin dokunulmazlığı,
devredilmezliği ve vazgeçilmezliği söz konusudur. (82 Anayasası, madde 12).
Buna karşın uygulamanın böyle olmadığını üzülerek görüyoruz. Bunun örneklerini,
yazımızın akışı içinde göreceğiz ama yeri gelmişken şu üzücü durumu anımsamadan
geçmek elde mi: Örneğin, hâkim denen şahıs adâlet ve nefaset çerçevesinde karar
vermekle yükümlüdür. Ama hukukun politize edildiği, yani hukukun üstünlüğünün
kalmadığı bir toplumda hâkimin bu yükümlülüğünü yerine getirebilir mi. Hukukun
üstünlüğünün bulunmadığı bir toplumda, örneğin bir olayın tüm özellikleri,
yüksek bir adalet düşüncesi ve Anayasa’da anlatımını bulan temel ilkeler
çerçevesinde göz önünde tutulup değerlendirilebilir mi, çeşitli çözüm biçimleri
arasında, adâlet ve nefasete en uygun olanı bulunabilir mi. Devletin memuru
olacağı yerde iktidar partisinin memuru olan bir hâkim, kendisinden beklenen bu
görevi ve sorumluluğu elbette ki yerine getiremez.
Görülüyor
ki, “Neden
Bu Haldeyiz?” temel sorusunun yanıtının bir kısmını da genel anlamda hak ihlalleri ve insan
haklarına saygısızlık oluşturuyor. Birkaç güncel örnekle sürdürelim.
Nankör,
Fâsık, Cimri, Azgın, Zâlim…
Dünya
beşeriyeti, kendini bilmezlikten kaynaklanan ve bir türlü gideremediği bu
olumsuz nitelikleriyle kâdim zamanlardan günümüze kadar pek çok hak ihlali
zulmüne imza atmaktan kendini alamamıştır. Hak ihlallerine dayalı bu zulüm pek
çok bireyi vebal altında sokup negatif karma yüklemesine neden olmasının yanı
sıra pek çok toplumda da batış nedenini oluşturmuştur. Söz konusu negatif
beşeri özelliklerin yinelenmesinin yararları ile giderilmesinin yolları tüm
inisiyatik öğretilerde gösterilmesinin yanı sıra, peygamberler aracılığıyla
gelen ve genel adı İslam olan Allah’ın dinsel öğretisi ile de gözler önüne
serilmiş ve bu zulme sapmamanın ve zulümden korunmanın yolları (en son Kur’an
ile) beşeriyete anlatılmıştır. Ara başlığımızdaki kavramlar Kur’an’dandır.
Allah, söz konusu olumsuzluklara yönelik son uyarısını Kur’an ile yaptı çünkü “kul
hakkı” na yönelik ihlaller ve zulüm Kur’an’dan önce de yaygındı: “….Zaten
insanların birçoğu doğru yoldan iyice sapmış bulunuyor.” (Maide 49). Bu
“sapmışlar”
ın aynı zamanda din mensupları, hatta din görevlileri (haham, rahip, şeytan
evliyası) olduğuna daha önce de değinmiştik. Kur’an’da bu zümre; “kendilerine
kitap verilenler” anlamında olmak üzere, “ehlikitap” olarak
adlandırılmış ve bunların hak ihlallerine yönelik kusurları çeşitli ayetlerde (8) gözler önüne serilmiştir. “….Yapmakta
oldukları / yapacakları sonuçsuz kalmayacak !” uyarısı da yapılmıştı
(Ali İmran 115).
İnsanların
doğru yoldan (Allah’a giden insanlaşma yolundan) sapmamaları ve zulüm kapsamına
giren hak ihlalleri sergilememeleri konusunda Allah’ın ve Peygamberlerin
sergilediği bunca titizliğe rağmen, dünya beşeriyetinin (elbette) tamamı
değilse bile, bir kısmı (ama, ne yazık ki büyükçe bir kısmı) İlahi Kelam’ın
uyarıları kapsamında bulunan ve pek çok hak ihlalinin de nedenini oluşturan;
nankör, fâsık, cimri, azgın ve zalim sıfatlarından arınamamış görünüyor (9).
Bu
yazımızın ana temasını oluşturan “Neden bu haldeyiz? ” sorumuzu
yanıtlama kapsamında, özelde de “İslam alemi niçin bu durumda? ”
sorusuna yanıt bulmaya çalışırken İslami öğretiden beyineler sunmayı uygun
buluyoruz. Esasen Kur’an’da anımsatmalarımızda / öğütlerimizde böyle yapmamızı
istiyor: “….Kur’an ile öğüt ver / hatırlat!” – Kaf 45Allah’ın bu
buyruğuna uymak aynı zamanda Kutsal Kelam’ın işlevselliğine hizmet ve katkıda
bulunmaktır. “Allah yoluyla cihad ” da bu olsa gerek. Yoksa, beline bombaları
bağlayıp insanların toplu halde bulunduğu bir mekânda tekbir getirip bombaları
patlatmak değil. Allah böyle bir şey söylemiyor. Alîm olan (her şeyi en iyi
şekilde bilen) Allah, hangi nedenlerle olursa olsun öldürmenin (özellikle de
insan öldürmenin) doğru olmadığını pek çok ayetinde vurgulamıştır. Bizler için
tepki verilmesi, lanetlenmesi ve uzak durulması tek düşmanın zulüm olduğunu
bildiriyor Allah (Bkz. Bakara 193, Hûd 113) Bildiğimiz savaşı bile savunma
zorunluluğuna bağlamış olan ALLAH elbette ki zulüm ehli katillerin yanında
değildir (Ali İmran 192) ama her şeye Kadir ve Rahim olan Allah, “….güzel
düşünüp, güzel davrananlarla mutlaka beraber” dir. (Ankebut 69) ve “ALLAH
vaadinden asla dönmez ” (Ali İmran
194).
İslam
tarihini anımsayalım; Hz. Muhammed’in (ve benzer şekilde Atatürk’ün) yapmak
zorunda kaldığı tüm savaşları “savunma savaşı”dır. Hz. Muhammed bu
savaşları kazandıktan sonra, meâlen; asıl büyük cihadın yeni başladığını ve bu
cihadın da kendini tanımak (cehti içinde insanlaşmak, yani gerçek anlamda
Müselman olmak ) olduğunu ifade etmiş ve bunun nasıl olacağını da kendi
yaşamıyla (sünnet) göstermiştir. Şu ya da bu ideolojinin güdümünde ve
kandırılmış (hatta ipnotize edilmiş olarak) tekbir getirip “canlı
bomba” olarak kendini ve onlarca kişiyi katletmek ne şehitliktir ne de
“Allah
yolunda cihad…”
Yukarıda
numaralarını paylaştığımız âyetlerin ışığında şunları ifade etmek yanlış olmasa
gerek: “İslam için cihad”, her şeyden önce; bilgi, düşünce ve hikmetin
yarısıdır. Terör ve şiddet tuzaklarına düşerek, “İslam için cihad ettiğini”
sananlar, aldatılarak (bir bakıma da) gaza getirilmiş, sapkınlar değil midir?
Yukarıda da değinip geçtiğimiz gibi, asıl cihad, bir bakıma “iç
fetih”
tir. (yani kişinin kendini tanıması, kendi nefsini zulmünden kurtarmasıdır). Bu
anlamda “içsel fetih” (Kur’an’dan da anlaşılıyor ki) iç huzurunu
(sekînet) izler. İçsel huzura kavuşulmadan iç fetihe gidilemez. Bu anlamda
fetihte başarılı olmak için benliği tüm “iç pislikler” den arındırmak
gerekir ki bu anlamda cihad, sinsice ya da açıkça silah kullanılarak ya da
riyakârlığa dayalı politikalarla hak ihlalleri yapıp mücadele sergilemekten çok
daha zordur. Kur’an ve hadislere göre, nefis ile mücadele kapsamında cihad
etmek; zirve yani kemal noktasıdır. Ruhsal tekâmül, olsa olsa bu cihadın
ürünüdür. Birey böyle yapmayıp da, yani önce kendini düzeltmeyi bırakıp da,
başkalarını “düzeltmeye” kalktığı zaman şimdiki konumuz olan “hak
ihlalleri” kapsamındaki zulüm yapmış oluyor. “İslam alemi neden bu durumda?” genel sorumuzun bir yanıtı da bu yanlış
uygulamanın yaygın olarak İslam dünyasında görülmesiyle ilgili olsa gerek.
Kısacası nefsin iştahlarını din, egoların inatlarını iman ve etlerin hararetini
dindirmeyi cihad sanmak cahili döneminden kalma kendini bilmezlik ve sapmışlık
olmaktadır. Temel haklara saygısızlıktan sonra, bir toplumu yıkıma değilse bile
yozlaşmaya götüren etmenlerden biri de ilim ve ahlak düşmanlığıdır.
3-
İlim ve Ahlâk Düşmanlığı
Buraya
kadar aktardıklarımızdan herhalde anlaşılmıştır ki, “Neden bu haldeyiz?” daha
doğrusu genel görünümüyle “Beşeriyet neden berbat durumda?”
sorumuzun en önemli nedenlerini “temelinde bencillik ve
insan haklarına saygısızlık” olan “hak ihlalleri” oluşturuyor. Bireyin
temel haklarından biri de bilgilenmek ve bilgi edinmek hakkıdır. Bilgisizlik
demek olan cahilliğin bireysel ve toplumsal düzeyde büyük ve en önemli bir
olumsuzluk olduğunu da biliyoruz. Cahillik pek çok kötülüğün “anası”dır.
Cahillik bir toplum için yüz karasıdır ama o toplumun düşmanlarının, o toplumu
sömürmek ve sürüleştirerek kolayca yönetmek için sevinç kaynağıdır. Tarih
boyunca kâdim zamanlardan günümüze kadar ve hâlâ da görüyoruz ki cahil
bırakılan toplumlar daha kolay istismar edilip insani haklardan yoksun bırakılıp
sömürülmektedir. Bu nedenle insan hakları düşmanı zalim yönetimler insanların
her şeyden haberdar olmalarını yani bilgilenmelerini istemez; bilgili / aydın (
ve hele kendini bilen) insanlar bu zâlimlerin zulmünün ve çıkarlarının önündeki
en büyük engeldir. Ortaçağ’da kilise doğmasının zulüm aracı olan engizisyon ile
pek çok bilgin ve aydın katledilmiştir. Aynı engizisyon, sözde Müselman olan “din
maskeli Allah düşmanlığı” şeklinde Emevi yönetimlerince uygulanmıştır.
Bu
hak ihlalleri (yani zulüm) kapsamında, toplum bilgilenmesinin (Kur’an ve
Peygamber sünnetine tamamen ters bir uygulama ile) sadece Kur’an ayetleri
tahrif ya da örtbas edilmekle kalmamış pek çok uyduruk hadisle halk
kandırılmıştır. İslamiyet’ten önce Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta bu sapmışlık
ve zulüm zaten yaygındı. Bu nedenle Kur’an cahilliğin kötülüklerine dikkat
çekmekle kalmamış, pek çok ayette bilgiyi ve ilmi özendirmiştir (10). İlmin, tek üstünlük ölçüsü
olduğunu doğrudan / dolaylı olarak belirten yüzlerce ayet bulunuyor “Allah
katında bir rehber” olan (Zümer 23) Kur’an. İlahi Kelam, Kur’an öncesi
dönemi “cahiliye” şeklinde ifadeye koyarak, kendisinin esas amacının ve
mesajındaki esasın ilim olduğuna vurgu yapıyor. Ayrıca, Allah’ın beşeriyete
hitap şekillerinden biri olan Kur’an, kendisinin layıkıyla anlaşılıp
öğrenilmesini sağlayacak aracın da ilim olduğunu Hac 54’te açıkça belirtiyor: “Kendilerine
ilim verilenler, onun; senin Rabbinden bir hak olduğunu bilsinler ve ona inananlar
da, kalpleri ona saygı duysun diye böyle yapılmıştır.” İlim, bir şeyin
hakikatini bilmektir. İlim, bir şeyin hakikatiyle idraktir. “Alemlerin
Rabb’inden indirilmiş ” (Vakıa 80) tüm beşeriyet için bir “Vahy ”
(A’raf 158) olan Kur’an’ı; sadece en iyi anlayanlar değil, ondan ürperenler de
bilim insanlarından (ama elbette ki akıl–gönül sahibi olanlarından) başkası
değildir. (Bkz. Fatır 28, Ali İmran 7,
En’am 97, Ankebut 49).
İşte
yukarıdaki ve benzeri ayetlerde anlamını bulan bilim insanları Kur’an’ı
inceleyip halka yorumladıkları zaman; insan haklarına saygısız ve bilim düşmanı
çevrelerce kınanmak ve susturulmaya çalışılmakla da kalmamış, pek çoğu
öldürülmüştür. Hz. İbrahim, Hz. İsa gibi peygamberlerden başlayarak; G.Bruno,
Galileo, Hallac-ı Mansur, İmam-ı Azam vb. pek çok yüce varlığı sayabiliriz.
Anılarını ve beşeriyetin gelişimine olan hizmetlerini saygıyla ve gıptayla
andığımız bu insanlık uluları büyük inisiyeler yaşamlarının sonuna kadar
cehalet ve irtica ile mücadele vermişti. Çünkü bu cahilleri, “Allah’ın
ışığını laf kalabalığına getirerek söndürmek isteyen ” (Tevbe 32) din
maskeli Allah düşmanı cahillerden başkaları değildir. İlim düşmanlığı yapan bu
cahil tayfası Kur’an’da “karanlığa gömülüp sapmışlar ”
(Fatiha Suresi) ve “ilimden nasipsizler ” (Rum 38) olarak geçer. “Akıllarını
kullanmayan ” (Yunus 100) bu zavallılar elbetteki Allah’ın
sevmediklerindendir. İçinde debelenip durdukları cehalet bataklığı içinde “Gerçeği,
sapıklık ve tutarsızlıkla karıştırıp kirletenler ” de (Bakara 42) bu
cahillerden başkaları değildir.
Günlük
yaşamda (çarşıda, pazarda, otobüste, tramvayda ve apartmanda); kuyrukta
beklenmesi gereken yerde açgözlülük / kurnazlık yapmaya çalışarak ve bunu
akıllılık sanıp itiş kakış önlere geçmeye çalışan, alışverişte 3-5 kuruşa
tenezzül edip, tartıda hile yapmaya çalışan “uyanıklar”, toplu ulaşım
araçlarında elini ağzına götürmeden önündekinin yüzüne / ensesine öksüren
görgüsüzüler, otobüste /metroda içine hapşırdığı avucunu temizlemeden
tutamaklara yapışan ya da o avucunu koltuklara silen iğrenç tipler, yine
taşıtlarda yanındakiyle ya da cep telefonuyla çevredekileri hiçe sayarcasına
yüksek sesle konuşan görgü özürlü saygısızlar bu gafil ve sığ kafalı cahiller
değil mi. Bu cahil cüretkarlar bu tutumlarıyla, çevredekileri ötekilerin huzur
içinde yolculuk hakkını ihlal etmiş olmuyor mu. Bu cahilliğin dışa vuruluşunun
başka bir versiyonu da apartmanlarımızda komşuluk ilişkileri içinde görüyoruz.
Kendi daire kapısını ya da apartmanın metal kapısını (herhangi bir nedenle)
çarparak kapayan kendini bilmez cahil cüretkarlar komşu apartmandaki komşuların
huzur içinde yaşama hakkını ihlal ederek bir zulüm sergilemiş olmuyor mu.
Biliyorsunuz
bu cahil cüretkârlığın ve hak düşmanlığının bir de dinci boyutu var: Dinci
sapmışlığın öteki adı “fâsıklık ”tır ve fâsıklar (yani
dinciler) Allah’ın sevmediklerindendir. (Maide 49). Bu din maskeli fitne
erbabının cahillikleri nedeniyle uydurdukları bid’at ve yapay hadislerden ve
bir yığın ecdatperestlik cürüfundan; Kur’andaki “indirilen din ”in yanında
bir de şimdi ortalıkta yaygın görünümüyle “uydurulan din ” çıkmıştır. Devlet
düzeyindeki fitnenin ve fitne kotarmanın patronu olan günümüz ABD’si de bu
dinci cahil fâsıklarla olan işbirliğini başarıyla sürdürmektedir. Bu bağlamda
papaz–molla işbirliğine dayalı saltanat dincisi iktidarlar; hem Allah’ın dinini
hem de demokrasinin nimetlerini istismar ederek, emperyalist sömürüden yana
icraatlarını utanmadan sürdürüyor.
Temelinde
sadece cahillik değil (bizim alt başlığımızda da bulunan) bilim düşmanlığı da
bulunan dinciliğe dikkatlerin çekildiği bir dizi ayeti Maide suresinde görüyoruz
(53’ten 56’ya kadar): Câhil dincilerin bid’atleriyle ve ecdatperestlik
cürufuyla oluşturdukları onların “yapay kutsal kitaplarına ”
(zübür) bu ayette işaret ediliyor. Bakara 213’te de “bilgiden nasipsiz ”
(Yunus 89) bu dinci sınıfın, aralarındaki; kıskançlık / doymazlık / azgınlık /
denge noktasından sapma / yalancılık /
zulüm / kibir / zinakarlık yüzünden bölünmüşlükleri ya da bölünmeye
yatkınlıkları dile getiriliyor. Haçlı zihniyetinin demokrasi maskeli hak
düşmanları da bu durumdan sinsice yararlanıp bu toplumlarda kargaşa ve karmaşa
çıkarmak söz konusu bölünmeyi derinleştirmek, “demokrasi getiriyoruz ”
yalanıyla, (Irak’ın işgal örneği…) o toplumları sömürgeleştirmeye çalışıyorlar.
“İslam
Dünyası neden bu halde? ” sorusunun bundan güzel yanıtı olur mu. Yapıp
ettiklerimiz İlahi uyarılara kulak asmayışımızın, geçmişteki olaylardan ibret
almayışımızın ve beşeri kusurlarımızı sürdürüyor olmamızın bundan daha iyi bir
sonucu olur mu. “Rahim ”(Fatiha 3, Bakara 128) ve “selam ” (Haşr 23) olan
Allah bizleri Kur’an’ıyla defalarca uyarmamış mıydı: “Düşünmez misiniz! ”, “Neden
düşünmezsiniz ” , “Akıl etmez misiniz! ” , “Ne
kadar az ibret alıyorsunuz ! ” (11).
Birkaç
paragraf önceki ara başlığımızda bulunan “ahlâk düşmanlığı ” na gelince; hukuk
kuralları ile ahlakın gerekleri arasında benzerlik olduğunu hemen
söyleyebiliriz. Bu benzerlikten dolayı, ahlak kavramı, hukukla bağlantılı
olarak; hukuk felsefesindeki vazgeçilmez yerini her zaman korumuştur. Teorik
olarak da olsa, hukuk kurallarının ahlaka uygunluğunun zorunluluğu söz
konusudur. Bu nedenle, en azından “toplumsal etik ” anlamında da olsa,
belli bir toplumda ahlakın gerekleri ile hukuk kurallarının kapsamı arasında
her zaman benzerlik ve (hatta bazı durumlarda) özdeşlik vardır, denemez, bazen
çelişki de vardır: Yani “ahlâkın yapılmasını istediği bir davranışı
hukuk yasaklamış ya da ahlâkın yasakladığı bir uygulama hukukça yapılması
gerekli görülerek, ceza yaptırımına bağlanarak kişilere emrolunabilir. ”
(12). Ancak çoğu kez, hukuksal
yükümlülük ile ahlaksal yükümlülük arasında bir uyum / benzerlik olduğu
görülür.
Hukuka
uymanın ahlaksal bir ödev olduğu fikrinin toplumda yaygın olması toplumsal
huzur bakımından önemlidir. Örneğin, bireylerin; verdikleri sözleri tutmaları,
dürüstlüğün gereği ve ahlaksal bir yükümlülüktür. Hukuk düzeninin sözleşme
hukuku ile ilgili hükümleri de aynı amaca yöneliktir. Uluslararası hukukta, bir
anlaşmanın tarafı olan devletlerin, o anlaşma hükümleri ile bağlı oldukları
postülatı geçerlidir. Bu postülatın, uluslar yönünden hukuksal olduğu kadar
ahlaksal bir ödev niteliği taşıdığını söylemek de yanlış değildir. Hatta bazı
hukuk kuralı metinlerde ahlâksal ilkelerin açıkça geçtiği bile görülür.
Örneğin, Türk Borçlar Yasası’nın 20. maddesi’nde “Bir akdin konusu…ahlâka/adaba
ters ise, o akid bâtıldır /
butlandır. ” (Not: Sözü edilen
hüküm 2011 yılında yürürlüğe giren Türk Borçlar yasasının 27.maddesi ile
düzenlenmiştir ve şöyledir: “Yasanın
emredici hükümlerine, ahlâka, kamu düzenine, kişilik haklarına aykırı veya
konusu imkânsız olan sözleşmeler kesin olarak hükümsüzdür.”) Anayasamızın 103.
maddesinde gördüğümüz Cumhurbaşkanının ve 81. maddede yer alan TBMM üyelerinin
ant içmesiyle ilgili hükümler de ağırlıklı olarak ahlaksal niteliklidir. Ne
olursa olsun “doğruyu söylemek ” ahlâksal bir emir değil midir. Nasıl ki, bu
ahlaksal emre / ilkeye bağlı olarak Türk Ceza Yasası’nın (madde 272) ve(madde
275) arasında gösterilen esaslar “yalan (tanıklık) ve yalan yere yemini
” cezalandırmak amacıyla yasa koyucu tarafından çıkarılmıştır. (Not: Türk Ceza
Yasası değişmiş olup ilgili suçları düzenleyen yeni maddeleri yukarıda
belirtilmiştir.)
Ahlâk kurallarının bu öneminden dolayı,
toplumsal süreç içinde ve toplumsal gelişim boyunca, hukuk kurallarına göre çok
ağır değişir. Söz konusu süreç içinde, zaman–mekan koşullarına ve genel
konjonktüre göre hukuk kuralları yeni yasalarla değiştirilebilir, hatta
yozlaşmaya yüz tutmuş toplumlarda, iktidarın (kendi yandaşlarına ve
işbirlikçisi / taşeronu durumunda olduğu başka iktidarlara) rant sağlamaya yönelik
yasa ve kararname çıkarmaları da günümüzde az rastlanır uygulamalardan
değildir. Hatta orduyu ve yargıyı, kendi çıkarlarına araç yapmak amacıyla yasa
çıkarıldığının örnekleri az sayılabilecek sayıda değildir. Hukukun üstünlüğünü
yok eden bu uygulamaya “hukuk düşmanlığı ” ya da “hukuksal
ahlâksızlık ” demek hiç de yanlış olmaz. Çünkü bir toplumda hukukun
üstünlüğü kalmazsa, o toplumda her türlü ahlaksızlık ve yozlaşma kaçınılmaz
olur.
Hukuk
kuralları için durum böyle iken, ahlâk kuralları için böyle değildir. Toplumda
yerleşik ahlak kurallarının böyle değiştirilmesi söz konusu olamaz. Yukarıda da
belirttiğimiz gibi ahlâk kurallarının uygulamaları ya da önlemlerini yitirip
uygulanmamaları toplumsal süreç içinde oldukça yavaş gelişir / gerçekleşir.
Ahlâk kurallarının, bireylerin içsel yaşamlarıyla ve gelişmişlik düzeyleriyle
daha yakından ilgili olduğu fikri kadim zamanlardan beri sadece dinsel
öğretiler tarafından değil, belli başlı inisiyatik ve felsefi öğretiler
tarafından da savunulagelmiştir. Çünkü içsel gelişmişlik ve davranışların ve
niyetlerin ahlâka ve insanlığın temel değerlerine (erdemlere, faziletlere)
uygunluğu arasında sıkı ilişki vardır.
Hukukun
öz değeri sayılan adalet kavramı ile ahlaksal değerler arasında en azından “değişkenlik
” açısından benzerlik vardır. Ttarih boyunca adâlet ve ahlâk değerleri
(yukarıda belirtilen etmenlerin etkisi altında) sürekli bir değişimin konusu
olmaktan kurtulamamıştır. Beşeriyetin tarihsel gelişimi sürecinde, değişik ahlâk
tipleri; tıpkı farklı toplum tipleri gibi değişik ülkelerde ve değişik
toplumlarda etkinlik kazanmıştır. Her toplum tipi de kendi kriterlerine göre
geçerli saydığı adalet ve ahlak kriterlerini belirlemeye çalışmıştır. Bunun
böyle olması doğaldır ama doğal olmayan ve hiç de yakışmayan; örneğin, yetersizlik
duygusundan kaynaklanan bir “batı hayranlığı ” ya da moda
takıntısı ile Batı’da doğal ve yaygın olan “açık saçık kıyafetlerle sergilenen ve
kadın onurunu iki paralık eden teşhirciliğin ” yerli yersiz çılgınlık
görünümünde sokak ortasında şov yaparcasına (ve dikkat çekip) kaale alınma
tutkusuyla sevişmenin / öpüşmenin bir doğu toplumunda sergilenmesi ne kadar
doğal sayılabilir? Doğal olmanın da ötesinde, sözcüğün tam anlamıyla “sırıtmıyor
mu? ” Gerçek sevginin sokak ortasında şov olarak sergilendiği nerede
görülmüş? Kendini bilen, duygularını ve egosunu kontrol altına almış bir benlik
bu duruma düşer mi? Bu densizlik örnekleri, topluma uyumsuzluğun dışavurumu
olmuyor mu. Zekânın tanımlarından biri, “içinde bulunulan duruma uyum becerisi
” olduğuna göre, söz konusu uyum sorunlarının zekâ kavramıyla da ilgisi
olabileceğini düşünmekten kendimizi alamıyoruz doğrusu...
Bu
besbelli ki, psikolojik bazı rahatsızlıklardan kaynaklanan (13) değilse bile, aşağılık kompleksinden kaynaklanan lanet olası
Batı hayranlığı ve yukarıdaki ara başlığımızda yer alan “ahlak düşmanlığı ” değil
midir? Taklit amacıyla da olsa, Batı’dan alınacak hiç mi değer kalmadı? Bu
densizlikleri ve görgüsüzlükleri, hatta yersizlikleri sergileyenler, küçük
çocuklarımıza da kötü örnek olduklarını, yani bir bakıma “çocuk düşmanlığı ”
yapmakta olduklarını hiç düşünmezler mi? Düşünmezler, daha doğrusu düşünemezler
çünkü bu yersizliklerin aktörleri o anda kendilerinde değildir; tamamen
duygularının ve iç güdülerinin güdümünde ve elbette ki bir bakıma “kriz
durumunda ” bulunmaktadırlar, kendilerini kontrol edemeyecek kadar
zayıf durumdadırlar.
Çocukları
bu yersizlik ve görgüsüzlüklerden korumalıyız ki, bu “pislik ” ortaya
çıktığı yerde / yörede kalsın ve çevreye
yayılmasın. Yersizliğin her zaman “pislik ” olduğunu da küçüklere
öğretmeliyiz. Yavruların dikkatini “iyi ” ye, “güzel ” e ve erdemlere
çekmek kadar, “kötü ” olana da çekmek yararlı ve “ahlak düşmanlığı”na tepki
vermenin, karşı çıkmanın gereği olsa gerek. Çocukları / gençleri, dolayısıyla
toplumu yozlaştırıcı bu zulme tepki vermek her erdemli insanın görevidir çünkü zulme
sessiz / seyirci kalmak zâlimle ortaklık anlamına geliyor.
Esasen
sağduyunun ve vicdan özgürlüğünün de gereği olan bu tepkiyi sergilememek “düşmanın
ekmeğine yağ / bal sürmek ” olur. Çünkü bir toplumu zayıflatmak ve
içten çökertmek isteyen düşman, gözünü diktiği toplumun önce gençliğinin
yozlaşıp dejenere olmasını ister. Yazı akışımızın bu noktasında yüce Atatürk’ün
gençliğe hitaben yaptığı dikkat çekmeyi anımsamamak olası mı? Düşman tarafından
kandırılmış ve yozlaştırılmış bir gençlik ülke çıkarlarını savunabilir mi/
koruyabilir mi? Atatürk’ün o seslenişine muhatap olabilecek erdemli gençlerin
sayısının azalmamasını diliyoruz.
İslam
coğrafyasının ezeli düşmanı olan Batı, Ortaçağ’dan kalma Haçlı zihniyeti ile “böl
ve yönet ” politikasını sinsice ve riyakârca sürdürüyor. Gençleri
kandırarak ve ahlâksızlaştırarak, toplumu da yozlaştırarak bölünmelere neden
olan bu politika; Afganistan ve Irak’ın silah gücüyle işgâlinden sonra daha az
mâliyetli bir yıkım ve işgal şekli olan toplumların çeşitli kesimlerini
birbirine düşürmeyi, fitne–fesat ile ayaklanmalara zemin hazırlamayı başarıyla
sürdürüyor. Eski haçlı zihniyetinin adı 21.YY’da; “Ilımlı İslam ”, “BOP
”, “Arap
Baharı ” oldu. Kuzey Afrika İslam ülkelerinden başlayarak kanlı
gelişmeyle günümüz Suriye’sine kadar dayandı. Bunlara ek olarak; Sudan, Lübnan,
Mali, Filistin, Çad, Moritanya ve Nijerya sanki kan ile boğuluyor. ABD’nin “demokrasi
getirdiği ” Irak içler acısı… Hemen hemen tüm İslam coğrafyası kan
denizinde ve gerginlikte yüzüyor, hem de bir yüzyılı aşkın zamandan beri. Büyük
Türk şairi Ziya Paşa(150 yıl kadar önce) yazdığı bir şiirde; “Diyar-ı
küfrü gezdim, beldeler kaşaneler gördüm. Dolaştım mülk-ü İslam’ı tüm viraneler
gördüm. ” demişti.
Demek
ki bu İslami Kur’an’daki özgün İslam değil. Bazı Türk laikleri, “Eğer
İslam buysa, İslam ile bir yere gidilmez…” gibi bir laf etmişti. Haklı
da çıktılar. Ama bu İslam, Kur’an’daki özgün (yani “indirilen ”) İslam değil
ki…. “İndirilen ” özgün İslam ile “uydurulan ” İslam olan ve
aynı zamanda “din maskeli Allah düşmanlığı ” olan şirk dinini karıştırmamak
gerek. Epeyce bir zamandan beri ve günümüzde İslam coğrafyasındaki toplumlar,
Allah’ın Kur’an’daki özgün dininin yanında; bir takım ( ama pek çok) bid’at ve
zübürden (14) oluşan “uyduruk
bir şirk dini ” oluşturmuş olmanın, Allah’ın uyarılarına kulak
asmamanın ve geçmişteki kusurlardan ve hatalardan ders almayıp, onları
yinelemeyi sürdürmenin bedelini ödüyor: Allah “Aklını işletmeyenlerin üzerine
pislik yağdırırım! ”demişti. (15)
Şimdi İslam coğrafyası toplumları bu “pisliğin ”, yani sıkıntılı olayların
ve zulmün altında inliyor. “Hâlâ ibret almazlar mı !
” demişti Kur’an (Casiye 23,
Neml62). Allah, “Pisliklerden sakınmamızı ” da söylemişti. (Müdessir 5) ve
nihayet; Kur’an’da “Allah hesabı çabuk görecektir ” denildiğini de biliyoruz. (Ali
İmran 19, Maide 4, Ra’d 41). Yazımızı sonlandırırken, başlığımızdaki soruyu
yineleyelim: Beşeriyet neden bu durumda, özellikle de İslam dünyası? Yanıt
apaçık ortada değil mi? Yolun sonu görünüyor, rehbere gerek yok…
--------------------------------------------
(1)
Ali KÜLEBİ, TUSAM
Ulusal Güvenlik Stratejileri Arş. Mer.
(2)
ABD’nin kirli sicili
her gün biraz daha gizlenemeyecek duruma gelmektedir. Geçmişten ve günümüzden
birkaç örnek anımsayalım:
* Irak işgâli ile
umduğu istikrar gerçekleşmemiş, işgâl gerekçesi olarak öne sürdüğü demokrasi
hiç yerleşmemiştir. Aksine, tıpkı Afganistan’da olduğu gibi; Irak’ta da iç
karışıklıklar artarak sürmektedir. Her iki ilkede de ABD stratejisi fiyasyo ile
sonuçlanmıştır. Ayrıca, ABD’nin güdümündeki NATO, Afganistan’da ‘yanlışlıkla
sivilleri de bombalamak’ huyundan vazgeçmemiştir. “ – Hüseyin BAŞ, Cumhuriyet
Gazete (o7.Eylül,2oo9)
* Cumhuriyet (o8.Eylül,2009), Dış Haberler
Servisi: Küresel Ekonomik krize rağmen, ABD’nin 2oo8 yılındaki toplam silah
ihracatının %5o arttığı bildirildi. 2008’de, dünyada toplam silah ihracatının
%68.4’ünü ABD gerçekleştirdi. Kriz nedeniyle dünyadaki silah ihracatı
azalırken; ABD, 2oo7’ye göre silah ihracatını %25.4 milyar dolardan 37.8 milyar
dolara çıkardı.
* “ABD borç
senetleri artık derecelendirme kuruluşları tarafından ‘ çöp ‘ olarak değerlendirilmektedir. ABD ‘ de kamu sektörü
borcu 14.2 trilyon dolara ulaştı. Bu rakam ABD ulusal gelirinin %100’ünü aşmak üzere. 2008 ‘ de ABD bütçe
açığı1.4 trilyon dolar.” – Prof.Dr.Erinç YELDAN, Cumhuriyet Gazete
(20.Temmuz,2o11)
* ABD, iç güvenlik
için, yılda 600 milyar dolar harcıyor. (TRT, rado-1, 12.ekim,2010)
* Almanya’da yayınlanan Der Spiegel
dergisinin haberine göre, ABD’nin küresel düzeyde kurduğu dinleme ve izleme
ağını deşifre eden eski CIA ajanı Edward Snowden’ın, ABD Ulusal Güvenlik
Kurumu’nun AB’ye yönelik casusluk faaliyetlerini gösteren belgeleri ortaya
çıkardı.
* Amerika
Birleşik Devletleri’nin AB diplomatlarını dinlediğinin ortaya atılması Brüksel
ve Washington arasında güven bunalımına yol açtı. AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Catherine
Ashton, Amerikalı mevkidaşı John Kerry’ye ‘durumun bir an önce açığa kavuşturulması’
çağrısında bulundu.
* ABD Ulusal Güvenlik Kurumu NSA'in
küresel siber casusluk programını ortaya çıkaran CIA eski çalışanı Edward
Snowden’ın sızdırdığı son belgeler, ABD'deki Türk elçiliğinin de dinlendiğini
ortaya koydu. NSA, ABD'deki 38 yabancı elçilik ve konsolosluğu
"telekulak" yöntemiyle dinlemiş.
* İngiliz gazetesi Guardian’ın özel
haberine göre, NSA’nin Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerin Washington’daki
elçiliklerinde ve New York’taki AB binasında gizlice dinleme yaptığı öne
sürüldü.
* Almanya Adalet Bakanı Sabine
Leutheusser-Schnarrenberger, Washington’dan açıklama talep ederken, ‘ABD’nin
eylemlerinin Soğuk Savaş yıllarını hatırlattığını’ söyledi.
* Almanya Der Spiegel dergisi, hafta
sonunda ABD’nin ‘böcek operasyonlarının’ Brüksel’de bakanların bir araya
geldiği Justus Lipsius binasını da kapsadığını belirtmişti.
* Der Spiegel’e göre, Ulusal Güvenlik Dairesi, AB’nin
Washington daimi temsilciliğini dinlemekle kalmadı, AB’nin Brüksel’deki Konsey
binasındaki toplantı salonlarını da izlemeye aldı.
* “ABD, Körfez
Bölgesi’ndeki ‘ yaşamsal nitelikteki çıkarları ‘ na ve hegemonyasına ağır bir darbe indireceği
gerekçesiyle İran’ın ‘ nükleer devlet ‘ statüsü kazanmasını kabul edilemez
görmektedir.” – Şükrü ELEKDAĞ, Cumhuriyet Gazete (02 .şubat,2011) (Dünyanın bir
numaralı nükleer silah gücü olan ABD, kendinden başkasında nükleer güç
bulunmasını hazmedemiyor. Bu da, yönetimlere özgü bencilliğin politika boyutu
olsa gerek… - S.G.)
* “abd, Hüsnü
Mübarek’i tam 30 yıl kullandı, sözde ‘ Arap Baharı ‘ , ‘ demokrasi ve özgürlük
‘ kandırmacası ile devirdi.” – Hikmet ÇETİNKAYA, Cumhuriyet Gazete
(24.Ağustos,2011) (Görülüyor ki, ABD için, işbirliği yapacağı ve taşeron olarak
kullanacağı bir devletin rejimi önemli değil; demokrasi maskeli teokratik /
krallık da olabilir, yeter ki ABD’nin çıkarlarına boyun eğmiş olsun… - S.G.)
* ABD’nin bu kirli
sicili hakkında belgelere dayalı daha ayrıntılı bilgi için bkz. OLTADAKİ BALIK
TÜRKİYE, Emin DEĞER / KÜRESEL TUZAK ILIMLI İSLAM, Bahadır S.DİLEK / KÜRESEL
ÂFETLER, Yaşar.N.ÖZTÜRK / TÜRKİYE’nin ASKERSİZ İŞGÂLİ, Erol MANİSALI, DIŞ
POLİTİKA KISKACINDA TÜRKİYE, Erol MANİSALI, DEĞİŞİMİN DİYALEKTİĞİ, Server
TANİLLİ.
(3) Bid’atler konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. İSLAM
NASIL YOZLAŞTIRILDI, Yaşar N. ÖZTÜRK
(4) Neml 62, Seba 9, Rûm 8+9, Nisa 82, Nur 61, Haşr 21,
Casiye 23, Zümer 44, (“Düşünmez misiniz
/ akletmez misiniz!” konulu ayetlerin sadece birkaçıdır…)
(5) Prof. Dr. Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi – Siyasal
Kitabevi
(6) THE THEORY OF JUSTICE, R.Stamler
(7) Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ferit Develioğlu.
(8) Beyine 1+2+3+4+5+6, Ali İmran 110+72+199, Maide 15
(9) Bu kavramlar ile ilgili ayetler için bkz. Adiyat6,
Ahzab 72, Alak 6, Abese 17, İbrahim 36, Şura48, Bakara 30, Fussilet 48, İsra
100, Mearic 19+20+21+36.
(10) Cahilliği yeren âyet: Yunus 89
Bilgiye / bilime insanları özendiren ayetler: Ali İmran
7+190, En’am 97, Ankebut 49, Fâtır 28, Fecr 27+30, Necm 14, Vakıa 7+21
(11) Neml 62, Kamer 15+17+32+40, Enbiya 44, Casiye 23,
Hakka 42, Zariyat 21
(12) Hukuk Felsefesi, Adnan GÜRİZ, sayfa 16
(13) “Teşhircilik”
psikolojik rahatsızlıktır. Bkz. GENÇLİK PSİKOLOJİSİ, Prof. Dr. Refia Şemin.
(14) Zübür: yapay kutsal kitap (mişna)
(15)
KUR’AN, Yunus 100
YARARLANILAN ESERLER
-
Küresel Afetler, Yaşar N. ÖZTÜRK –
Yeni Boyut Yayınları
-
Ulusal Çıkarlar, Onur ÖYMEN – Remzi
Kitabevi
-
Cumhuriyet Gazetesi – 05 Ocak 2009, 26
Ağustos 2009, 2 Şubat 2011
-
Hukuk Felsefesi, Adnan GÜRİZ – Siyasal
Kitabevi
-
Cehaletin Tahsili, Prof. Dr. Hüseyin
ATAY – Atay Yayınları
-
Entegrizm, Roger GARAUDY – Pınar
Yayınları
-
Kur’an ve Sünnete Göre
Tasavvuf, Yaşar N. ÖZTÜRK – Yeni Boyut Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder