Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

8 Ekim 2013 Salı

BEŞERİYET NEDEN BU DURUMDA ve ÖZELLİKLE DE İSLAM ÂLEMİ NEDEN BU DURUMDA ?

BEŞERİYET NEDEN BU DURUMDA
ve ÖZELLİKLE DE
İSLAM ÂLEMİ NEDEN BU DURUMDA ?
DERLEYEN: Selman GERÇEKSEVER


Devre sonu dünya beşeriyetinin (elbette ki tamamı değilse de) büyük bir çoğunluğu, yeni döneme uyumlanma telaşı ya da yeni döneme uyumsuz düşmüş olmanın bunalımı ve teşevvüşü içinde görünüyor. Gönül isterdi ki bu durum 21.YY. dünyasında tersine olsun;  yani beşeriyetin bu büyük çoğunluğu beşeri niteliklerden büyük oranda arınmış ve insani değerleri (erdemleri) bünyede ve toplumsal yaşamda tezahür ettirmiş olsun. Ama ne yazık ki gerçek böyle değil; geçmişten gelen bencilce arzularımızın perişan manzarasıyla yüzyüze bulunuyoruz. Evrensel determinizmin kaçınılmaz sonucu olan bu “cehenemin odunları ”nı da yine bizler oluşturmuş durumdayız. Bu cehennemin elbette ki bir dünya ötesi boyutu da var.

Dünya cehenneminin belirgin özelliklerinden biri genel gelir dağılımındaki adâletsizlik ve dünya kaynaklarının insanca paylaşımındaki haksızlıktır: Beşeriyet, hilkat kardeşliği ruhuna yakışan bir paylaşım ahlâkına henüz sahip olamamıştır. Beşer, insanca paylaşımı küçük çıkarlar uğruna saf dışı ederek, mutluluğunu bu çarpık uygulamasıyla, yani kendi elleriyle boğmuş durumdadır. Yeryüzü ve yeraltı nimetleri tüm beşeriyet içindir. Özellikle yeraltı zenginliklerinin, hangi ülkede olursa olsun, beşeriyetin ortak malı olduğu Kur’an’da belirtilmiştir. Günümüzün değerli ilahiyatçı düşünürü Prof. Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK’ün ifadesiyle, “Yeryüzü sofrasının tüm nimetleri tüm insanlık için gönderilmiştir. Sofranın birkaç açıkgöz tarafından talan edilmesine seyirci kalınamaz.” (Hürriyet Gazetesi) Sözde “modern” bu açgözlü açıkgözlerin (hepsinin değilse bile) bazılarının “dünyanın patronu”ymuş rolüne soyunmuş olması da ayrı bir trajikomik durum…

Ülkeler arasındaki ekonomik eşitsizlik; zenginlerle fakirler arasında gelir düzeyindeki farklılık da giderek büyüyor: Günümüz dünyasındaki 400’e yakın dolar milyarderinin elinde bulunan 700 küsur milyar dolarlık servet, dünyanın toplam nüfusunun yarısının gelirine eşit. Dünyadaki toplam gelirin %80’inden fazlası halkın en zengin %20’lik bir bölümünün aldığı pay yalnızca %1.4’ten ibarettir(ULUSAL ÇIKARLAR, Onur Öymen – Sayfa 445). Dünyanın toplam geliri her yıl %3 oranında artmaktadır; ancak bu artış her ülkede eşit şekilde hissedilmemektedir. Örneğin, ABD’nin kişi başına düşen yıllık gelirindeki artış 650 dolara yaklaşırken, bu rakam; Etiyopya’da 4 doların altındadır, Bangladeş’te 5.5 dolara ve Nijerya’da 7.5 dolara düşmektedir. Küreselleşmenin ve kapitalist piyasa ekonomisinin etkisiyle bu eşitsizliklerin, adâletsizliklerin ülkeleri giderek daha fazla etkilemesinden kaygı duyuluyor. Dünyanın çeşitli ülkelerinde (2000’li yılların başından beri temposu giderek sıklaşan) yüzbinlerce insanın küreselleşme karşıtı gösteriler düzenlemesi, büyük ölçüde bu kaygılardan kaynaklanıyor. Kaygı (anksiyete) huzursuzluğun / mutsuzluğun ve tedirginliğin belirtisidir. Beşeri kaygının dışa vurum şekli çeşitli görünümlerde ve herhangi bir bahâneyle de ortaya çıkıveriyor: Ülkemizdeki Taksim / Gezi olayları (Mayıs / Haziran 2013), Mısır’daki ve Brezilya’daki ayaklanma (Haziran 2013), Tunus’taki son olaylar (Temmuz 2013), Suriye’de 2013 başlarından beri süregelen iç savaş…  Günümüzden geriye doğru gidildiğinde, pek çok halk ayaklanması anımsanacaktır.

Ülkelerin kendi içlerinde esasen normalin üzerinde eşitsizlik ve adaletsizlik bulunuyor:  Temelinde köhnemiş ama hâla sömürücü kapitalizm bulunan küresel piyasa ekonomisinin maşası IMF ve benzeri kuruluşların, ülkelernin içyapılarına; giderek daha fazla etkide bulunması söz konusu eşitsizlik ve adaletsizlikten kaynaklanan kaygıları arttırıyor. Dünya Kalkınma Hareketi’nin verilerine göre, Aralık 1999’dan 2000 sonlarına kadar ki dönemde IMF’den kredi alan ülkelerde 50’den fazla ayaklanma çıkmış.  Bunlar ufak tefek halk gösterileri de değil; Arjantin, Bolivya, Brezilya vb. ülkelerde çıkan bu ayaklanmalara bir milyonu aşkın insan katılmış. Türkiye’mizde yoksulluk sınırı altında yaşayanların oranı AB ülkelerinden çok yüksek. Ülkemizle ilgili birkaç notu daha paylaşalım:

21. YY. Türkiye’sinde halkın hala %15’e yakını okuma yazma bilmemektedir. Popülist bir siyaset anlayışıyla “kalkınma” kapsamında yapılanlar, ancak; topyekün bir eğitim seferberliğinin bir parçası olduğu takdirde, bir anlam taşıyacağı ve topluma köklü yarar sağlayacağı ortadadır. Yurdumuzda öğretimin genel düzeyi AB ülkelerinin ve Türkiye’ye benzer koşulları olan dünyadaki başka devletlerin bir hayli gerisinde kaldığı be yazık ki bir gerçek. Örneğin, 2005 yılında yapılan Üniversite Seçme ve Değerlendirme Sınavı’nda 57.000 adayın sıfır puan alması da, ortaöğretim düzeyindeki düşüklüğün başka bir kanıtı. Umarız, 2005’ten bu güne kadar öğretim kalitesinde iyiye doğru bir gelişme olmuştur… Böyle bir “iyileşme” olduğunu söyleyebilecek miyiz?

Burada “eğitim”den söz etmiyoruz, henüz; “eğitim” ile “öğretim”i karıştırmamak gerek: Okullarda, çocuğun erdemler yönünden bir kişilik kazanmasına yönelik bir eğitim anlayışı ve uygulaması yok henüz. Egoistlikten, çıkarcılıktan kurtarılıp, otonom (kendi kendine yeterli) ve beşeri koşullandırmalar ile maddesel cazibeye karşı güçlendirilmemiş çocuk eğitilmiş değildir. Çocuklarımızın / gençlerimizin böyle bir eğitimden yoksun olduklarının içler acısı örneklerini görmek için okul ve dershane önlerinde 5-10 dakikalık gözlem yapmak yeterli olacaktır.

Ülkemizdeki dershane bolluğu, okullarımızda öğretimin bile doğru dürüst yapılamadığının kurumsallaşmış / sektörleşmiş bir kanıtı değil midir! Örneğin, nasıl olmaktadır da, tüm AB ülkelerinde, lise öğrenimi görmüş bir genç; dershane takviyesi almadan üniversiteye girebilmekteyken, Türkiye’de çoğunlukla girememektedir. Yurdumuzdaki öğrencilerin, üniversite giriş sınavında başarı kazanmak için dershanelere gitmek zorunda kalmaları başka ülkelerde örneği pek görülmeyen bir durumdur. Yapılan bazı araştırmalar, vatandaşların her yıl dershanelere yaklaşık 5 milyar TL ödediğini gösteriyor. Bu paranın özel sektöre gideceği yerde, devlet eliyle ortaöğretimde değerlendirilmesi, büyük olasılıkla, Türkiye’nin tüm eğitim sorunlarını çözecektir.

Özetle, ortaöğretim öğrencilerine verilen öğretimin, üniversite giriş sınavında başarı kazanması için yeterli olmaması, sistemin ve politikaların yetersiz düzeyde olduğunun açık kanıtı değil midir! Okullar, dershaneler, öğretmenler ve öğrencilerle ilgili daha pek çok sorun olduğunu elbette biliyoruz ama bu yazımızın ana teması bu olmadığı için bu kadarla yetinip, beşeriyetin perişan manzarasından kesitler alarak genel görünümü irdeleyip sonrada bunları gruplandırıp, “Neden bu haldeyiz?” sorusunu yanıtlamayı amaçlamış durumdayız.

Birkaç paragraf önce değinip geçtiğimiz küresel piyasa ekonomisi vücutta organdan organa atlayarak yayılan kanser hücreleri gibi dünyada yayılmaktadır. Temelinde paranın putlaştırılmasını ve servetin belli ellerde toplanmasını beraberinde getiren piyasa ekonomisi (örneklerini birkaç paragraf önce verdiğimiz) gelir dağılımındaki adâletsizliğin ve bundan kaynaklanmış savurganlığın (israfın, tüketim çılgınlığının), kaygı, huzursuzluk ve hatta terörün de nedenidir. Nasıl mı?

Örneğin, ölçüsüz mal ve servet birikimiyle (yani “servetin belli ellerde toplanması”yla gelen) gereğinden çok harcayanlar yüzünden, gerektiği kadar harcayamayanların, hatta açlık / yoksulluk sınırında yaşayanların sefâletine neden olan bir olumsuzluktur. İsraf (savurganlık) illeti, servet ve refahla şımarmış, beşeriyete zararlı bir tip üretir genellikle. Para putperesti de denebilecek bu zararlı tip; kendisinin en uç keyiflerini doyurmayı, başkalarının yaşamsal gereksinimlerinden daha önemli görür. Örnek; dünyadaki harcamaların en büyük rakamını yaratan petrol harcamalarının yarıdan fazlası savurganlık tutkusunun tatmin için yapılmaktadır. (KÜRESEL AFETLER, Yaşar N. ÖZTÜRK, Baskı 2, sayfa 167). Zengin servet şımarıklarının otomobil yarışları, ABD’de hemen her evde fazladan bir tane bulunan “benzin içen Jeep”  tipi araçlar, gereksinim için harcanan petrolün 2, bazen 3 katını heder etmektedir. Elbette ki, bunların atmosferce yaydığı zehirli gaz miktarı da gereksinim için yaydığının birkaç katıdır.

Başka bir örnek: Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da yaşayan %12’lik kesim, dünya genelindeki bireysel tüketim harcamalarının %60’ını yapmakta; Güney Asya, Orta ve Güney Afrika’da yaşayan ve dünya nüfusunun üçte birini oluşturan insanların harcama oranı ancak %3.2’ye ulaşabilmektedir. Bu çarpıklığa ekonomide; “kuzey – güney dengesizliği” , “yoksul güney – zengin kuzey” gibi adlar da verilmiş bulunuyor.

Temelinde kapitalist açgözlülük / doymazlık ve biriktiricilik bulunan servet şımarıklığının beraberinde getirdiği savurganlığı gördükten sonra, bu savurganlığın kıskançlığı öfkeyi ve terörü nasıl beslediğine bakalım: Kabaca, kuzey yarı küre servet ve refaha gargolmuş durumda yaşarken, güney yarıkürenin yoksulluk sınırında bulunması ve Güney’in yoksul ülkelerinde sâdece açlıktan ve bakımsızlıktan her gün binlerce çocuğun ölüyor olması insan haklarının ihlâlinden başka nedir! Servet ve refahla azmak; bu nedenle insan hakları aleyhine en büyük terördür. Bu terör, esasında, “terörlerin terörüdür” ki, günümüzde kapitalist süper ülkelerin şikâyetçi oldukları terör bunun bir uzantısından başka nedir?

Kendini bilmez beşerin, kaba nefsinden kaynaklanan açgözlülük ile böyle bir kusur sergilemesi çok iyi bilindiği için; Allah’ın beşeriyete sesleniş şekillerinden biri olan Kur’an’da, insanın en büyük düşmanının “şirk”, ikincisinin de “servet ve refahla azmak” olduğu belirtilmiştir, yaklaşık 1500 yıl önce kapitalist zihniyet kendi putunu (para) kendi yarattığı gibi, baş belası teröristini de kendisini yaratmıştır. Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz bu zihniyetin zulme dayalı hegemonyaları günümüzde artık iyice belirginleşmiştir. Bu zulüm, demokrasinin ve teknolojinin nimetlerinden yararlanarak yapılan ve hak ihlâllerine yönelik sinsice bir zulümdür. Para putçuluğunun ve servet birikimi ile azmış olan bu zihniyet mensuplarının şu belirgin özelliklerinin gerçek anlamda modern ve uygar insanın erdemleriyle bağdaşacak bir yanı yoktur. Geçici ve iğreti zevklere düşkünlük, kendini beğenmişlik, zulüm ve baskı, (bu tiplemenin dinci kesimindeki) gelenekçiliğin niteliklerindendir.

Bizi bizden daha iyi bilen ve bizlerin gerçek çıkarını bizlerden daha çok düşünen İlâhi Kudret, sâdece Kur’an’da değil, daha önceki kutsal metinlerde de “kapitali putlaştırıp, servet ve refahla azmaya” niçin ısrarla dikkat çekmiştir? Her şeyden önce, alın teri ve emek talanına (yani hak ihlâline) dayalı bir servette “haram ” vardır. Kutsal metinlerdeki “haram” sözcüğü ve kavramı beşeri yasalarda hukuksal terimlerle ifade edilmiş ve yasaklanmıştır. Ayrıca bu şekilde biriken servetin (ve beraberinde hemen hemen kaçınılmaz olarak gelen savurganlığın) yarattığı şımarıklık ve azmışlığın tahrik ettiği tatmin edilmeyen gereksinimler, nefrete dönüşür ve bu nefretin önünde hiçbir şey ayakta duramaz, nasıl ki duramamaktadır da…

Görülüyor ki, günümüzün (21.YY “modern” beşeriyetin, köhne kapitalizmin güdümünde yarattığı) temel belalardan biri olan terörün esas nedeni de servetle azmışlığın ve bundan kaynaklanan hak ihlâlleridir. Hak ihlâlinin her türlüsü de zulümdür. Temelinde servetle azmışlık ve şımarıklık bulunan savurganlığının, yarattığı tahribat hak ihlâlleriyle büyüyüp nefret ile terör ve dehşete dönüşmektedir. Bu terör, yeni terör türlerini de yaratmaktadır. Çünkü terör ve terörle mücadele kaçınılmaz olarak silah yapım ve dağıtımını tetikliyor. Bu bağlamda silah üretimi ve kaçakçılığıyla sağlanan gelir ve servet belli ellerde birikiyor. Servetin belli ellerde birikmesinin toplumlara, dengesizlikle oluşan felaket getirdiğini çok iyi biliyoruz ve yine biliyor ve her seferinde üzülerek anımsıyoruz ki, günümüzde sözde “modern” dünyasının en büyük silah kaçakçıları aynı zamanda Birleşmiş Milletlerin beş sürekli üyesi devlettir. “Yazıklar olsun ve lanet olsun!” dememek elde mi?

Bu arada küreselleşmeyle gelen ve temelinde köhnemiş (tek dişi kalmış canavarın) kapitalizm bulunan piyasa ekonomisinin neden olduğu zulmü ortaya koyuş şeklimizden, kapitale (paraya) mala – mülke düşman olduğumuz anlaşılabilir. Konumuzun başka bölümüne geçmeden önce buna da açıklık getirelim: Konuya bu şekilde bir yaklaşımla üzülerek kınadığımız ve hak ihlâline dayalı zulüm olduğuna inandığımız; mal sahibi olmak değil, malı haram nitelikli olarak kazanmak ve kötü niyetle (insani değerlerle bağdaşmayacak şekilde) harcamaktır. Mal – mülk, servet (ve hatta çocuk çokluğuyla) övünmek, bu birikimi, başkalarını tahakküm altına alma gücü olarak kullanmak, adâlet ve nezâhet ile bağdaşmadığı gibi, kendini bilen takva ehli hanîf insanın da tavrı değildir. Unutmayalım ki, dünya malı (ve tüm nimetleri) emanettir. Bu emanetin asıl ve tek sahibi ALLAH’tır. Bizde, şu ya da bu nedenle, bir birikim oluşmuş ise bu sınanmak içindir. Bu ilâhi sınavdan amaç da o birikimi değerlendirme yani gereksinimi olanlarla paylaşmak ve şükretmeyi unutmamaktır. “Kulakları olan işitsin!” – Hz. İsa.

Yepyeni Bir Dönemin Arefesi…
Dünya için yepyeni bir dönem olan Yeni İnsanlığa geçişin arefesinde insanlaşmaya (bu yeni döneme lâyık olmaya) çalışan beşeriyetin genel görünümüne değişik açılardan bakmayı sürdürüyoruz: Kendi çıkarlarını düşünürken, ötekilerin çıkarlarına da saygılı olmamak, onlarla işbirliğine gitmemek fütursuzluğundan ve insan haklarına saygısızlıktan kaynaklanan olumsuzluk ve huzursuzluklardan örnekler sunmuştuk geçtiğimiz paragraflarda Dünya beşer tarihinin kadim zamanlarından beri değişmeyen, iyileşmeyen bir durumun 21.YY’da da henüz iyileşmediğini üzülerek görüyoruz: Kim güçlü ise, onun “borusu”nun ötmesi… Bu “güçlülük” keşke erdemler ile adâlet ve nezâhet bakımından olsa. Ne yazık ki durum tam tersine, bu güçlülük; fiziksel, maddesel ve devletler düzeyinde de askeri güçlülük, çocuk çetelerinin (gang), mahallenin en güçlüsü (kabadayı), apartmanda en çok sesi duyulan (cazgır), hırsız çetesinin en gaddarı vb. Ama sosyoloji ve sosyal psikolojiden biliyoruz ki maddesel / kaba güç hiçbir zaman sürdürülebilir olmamıştır. Er ya da geç yıkılmaya / sönümlenmeye ve hem de hüsranla sönümlenmeye mahkûmdur. Çünkü el elden üstündür ve dünyada her şey geçicidir.

Bireysel ve toplumsal düzeyde böyle olduğu gibi, küresel (dünya kapsamlı) düzeyde de durum çok farklı değildir. Örneğin, günümüzde şimdilik en güçlü ve “dünya çavuşluğu”na soyunmuş olan devlet ABD. Dünyanın emperyalist imparatorluklarından olan İngiltere’nin birçok kolonilerinden biridir ABD. 1776’da bağımsızlık bildirisiyle (ve Amerika Kıtasında sergilediği soykırımdan sonra) devlet hâline gelen ABD, 1823’de de kabul ettiği Monroe Doktrini’yle de kendi kıtasıyla ilgili sorunların dışında, uluslararası konularda da aktif katılımcı olmasını öngördü. Yine bu ülke, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Baba Bush’un 11 Eylül 1991’de “Yeni Dünya Düzeni” ni ilân eden konuşması ile tek küresel güç olduğunu resmileştirdi.

Şimdi (Temmuz 2013) dünya sahnesinde köhnemiş de olsa, hâla ortalarda boy gösteren (Ali Külebi’nin ifadesiyle – Cumhuriyet 05 Ocak 2011) “azgın kapitalizmin temsilcisi ABD Emperyalist  İmparatorluğu” var(1). Kendi ekonomisindeki kriz ile başka ülkelerin ekonomilerini de olumsuz etkileyen, kendi sınırları ötesindeki dünya sorunlarına fütursuzca burnunu sokan, uyduruk bahânelerle (biyolojik silah vb.) hem kendi toplumuna, hem dünyaya yalan söyleyerek ve “demokrasi getiriyoruz” yalanıyla başka ülkelerin topraklarına giren(Irak’ın işgâli) ve tüm bu kabadayılığını başarıyla sürdürmek için (iletişim özgürlüğü ve gizliliği hakkını ihlal ederek) müttefikleri de dâhil pek çok ülkenin haberleşmelerini gizlice dinleyen (2) sözde “modern ve gelişmiş” bir ABD…

ABD ve benzeri emperyalist ülkelerin önderliğindeki köhne kapitalizmin zehirli bir yan ürünü olan küresel ekonomik kriz, hemen hemen kimsenin, başlamadığını iddia edemeyeceği bir 3.Dünya Savaşı’nın belirtileri, dünya kaynaklarının giderek ama hızla kıtlaşarak, artan nüfusa yetmeyeceği olgusu, küresel ısınma ve beşeriyeti bekleyen doğal âfetler gibi tehditlerin söz konusu olduğu dünyamızda gelecek kuşakları (yani kendi çocuklarımızı ve torunlarımızı) ciddi sorunlar bekliyor. Kısacası, dünya, 6 -7 bin yıllık bir devrenin sonunda ve yeni bir devrenin arefesinde, elbette ki geçmiş (ve ne yazık ki halen de sürmekte olan) beşeri kusurlarımızın sonucu olarak ciddi bir çalkantılı finale girmiş görünüyor. “Beşer gerçekten tam bir hüsran içindedir! İnanıp, barışa / hayra yönelik işler yapanlar, birbirine hakkı ve sabrı önerenler müstesna” (Kur’an, Asr 2+3) Bu ikincilerin de 8 milyara yaklaşan dünya nüfusuna göre sayıları “yok” denecek kadar az. Cumhuriyet Gazetesi’nin güçlü kalemlerinden değerli yazar Özlem YÜZAK dünyanın geleceğiyle ilgili şöyle bir değerlendirmede bulunmuştu 02.02.2011 günkü köşe yazısında: “Artık dünyanın geleceği iki dinamik üzerinde: Bunlardan biri, güç dengelerindeki değişimleri iyi yönetebilmekten geçiyor. Ötekisi enerjinin yönetimi.” (“Alıntının tarihi çok eski…” şeklinde düşünenler için belirtelim: Eski ama o gün bugün iyileşmeye doğru bir gelişme olmadı ki…Ayrıca 2011’den bu yılları görebilmek de dikkate değer başka bir nokta sayılmaz mı ? )

Sayın Yüzak’ın belirttiği “güç dengeleri” küresel kapitalizmin lehine bozulmuş durumda. Küresel / liberal kapitalizm, sömürücülüğüne ve tek yanlı çıkarcılığa dayalı başarılarından hoşnut, bilimsel / teknolojik gelişmelerle kendini yenileme gücünü kanıtlamış “yeryüzünün efendisi ” olmayı sürdürüyor şimdilik. Ama her hâliyle belli ki, geçmişe göre çok daha saldırgan ve sinsi: Dinin ve demokrasinin nimetlerinden yararlanarak ve her türden riyakârlık manevralarında ustalaşmış olarak, dünya sahnesinde etkin başrol oyuncusu… Koca bir ülkeyi, yalnızca petrolüne el koyabilmek için, baştan aşağı işgal etmekten ve kana bulamaktan çekinmiyor. Dur diyeni (daha doğrusu “çüş” diyeni) yok. Tek dizgini, kendi dönemsel krizleri. Krizlere girdikçe kendine çeki düzen vermeyi düşünüyor ama “aynı tas aynı hamam”… İnsanlık düşmanı vampir kapitalizm bu denli enerjikken, yorgun dünya yeni umut filizleri yeşertemiyor. Ama beşeriyetinde başka umudu yok; kendi geleceği için, daha huzurlu bir dünya için bu vampir kapitalizmi aşması gerek.

İslam Âlemi Neden Bu Halde?
Dünyanın genel görünümüne bakarak sorduğumuz “Neden bu haldeyiz?” sorusunu özel olarak da, “İslam âlemi neden bu halde?” şeklinde sormak hiç de yersiz olmasa gerek… Günümüzde iyice köhnemiş de olsa, epeyce palazlanmış olan küresel kapitalizminin bu durumunu, insanlar için çok değerli olan iki dinamiği istismara borçlu olduğunu az yukarıda belirtmiştik; din ve demokrasi. Halkın din ile aldatılması ve istismarı, kapitalist zihniyetin uzmanlık alanlarından biridir; İslam dünyasında Emeviler’den, Hıristiyan dünyasında da Ortaçağ Katolik Kilisesi’nden beri. Esasen bu iğrenç uygulama Hıristiyan Haçlı zihniyetinden Emevile’re geçmiş ve çeşitli kılıklara girerek ve iyice de sinsileşerek / riyakârlaşarak günümüze kadar gelmiştir. Biraz da bunun üzerinde duralım:

Dincilik sahtekârlığı (özellikle de siyasal dincilik) kendi ayıbını örtmek ve kendini “dindar” (yani “toplumda seçkin” ) göstererek halkı daha kolay tahakküm altında tutabilmek için Hıristiyanlıkta Hz. İsa’nın özgün öğretisindeki insanı felâkete götüren öğütler / uyarılar ya örtülmüş ya da değiştirilmiş; İslam dünyasında ise (Emevilerle başlayarak) Kur’an’daki özgün İslam’la gelen uyarılar ya gizlenmiş ya da saptırılarak yorumlanmıştır. Kur’an’ı okumak ve anlamak ibâdeti çeşitli bid’atlerle (3) zorlaştırılarak; halkın mümkün olduğunca Kur’an’dan uzak durması hedeflenmiştir. Dindarlık daha doğrusu “dindarlık kisvesi” üstünlük ölçüsü yapıldığında, dindarlığın nimetlerinden yararlanmak isteyen sahtekârlar (ki bunlar dincilerden başkası değildir) gerçek dindarları (takva ehli Kur’an mü’minlerini) saf dışı etmişlerdir / etmektedirler ve dindarlık nimetlerini kendileri devşirmişlerdir / devşirmektedirler.

Tarihin her döneminde ve bugünkü Türkiye’de durum budur. Çünkü bu, ne yazıktır ki değişmez bir gerçektir. Böyle olduğu içindir ki, Kur’an yüzyıllar öncesinden işe el koymuş ve sahtekârlığa (din ile aldatmaya)  giden yolu şu ayetle kapatmıştır: “ALLAH katında en seçkininiz dindarlıkta en ileri olanınızdır.” (Hucurat 13) Basiret özürlü dinci zihniyet (ve özellikle de dinci siyaset anlayışı) bu ayetten “dindarın toplumda üstün olması” anlamını çıkarır. Oysa ki Kur’an’ın söylediği ve istediği bunun tam tersidir: Dindarlık, Allah katında bir üstünlük ölçüsü olacaktır, insanlar arasında, beşeri toplumda değil. Beşeri toplum için üstünlük ölçüsünü de vermiş (“bir yol gösterici ve rahmet” olan – A’raf 203) Kur’an: İnsanlar arasında üstünlük ölçüsü; ehliyet, liyakat ve hizmettir. Ehliyet, liyakat ve hizmete riyayı bulaştırmak pek olası değildir. Dinci zihniyet, kadîm zamanlardan günümüze kadarki gelişimi içinde; riyanın, zulmün ve şirkin kapsamına giren sapmışlıkların öğrenilmemesi için elinden geleni yapmıştır. Yüzyıllarca hem Hıristiyan Batı’da hem de İslam dünyasında üretilen yalanlar halkın, kutsal kelamla gelen erdirici ve kurtarıcı gerçekleri öğrenme olanağını ortadan kaldırmıştır. Halk bu bilgisizlik yüzünden ve kendisinin de bu konudaki tembelliğinden / cehitsizliğinden, dinci sahtekarlığa teslim olmayı, ALLAH’ın dinine teslim olmak sanmış ve kendi eliyle kendini felaketin kucağına atmıştır, bu konuda da ALLAH’ın uyarısına rağmen: “Aldatan, sizi ALLAH ile aldatmasın!” – Lukman 33, Fatır 5, Hadid 14. Ulu önder Atatürk de halkın din ile aldatılmış olduğunu şöyle ifadeye koymuş: “Hak olan Kur’an, haksızlığı kabul vasıtası yapıldı.”

Birkaç paragraf önce Cumhuriyet Gazetesi’nden yaptığımız alıntıyla bağlantılı olarak, maddeci kapitalizmin, bilimsel / teknolojik gelişmelerle kendini yenileme gücünü kanıtlamış olduğunu belirtmiştik. Bilim ve onun ürünlerinden olan teknolojik gelişmenin gereği; “üç temel kitap” tan(Kur’an, insan, evren) insan ve çevrenin incelenmesi, irdelenmesi ve onların içlerindeki bilinmeyenlerin (“gayb olan” ın ) adım adım keşfedilmesinin gereğidir. ALLAH da bunu istiyor zaten bizlerden. Her şey gibi bilim ve teknoloji de elde birer araçtır. Bunların kendilerinden çok, bizim onlarla ne yaptığımız önemlidir. Nefsâni amaçlara yönelik olarak kullanılan, başkaları üzerinde korku ve tahakküm aracı olarak kullanılan, çeşitli öldürücü silah üretiminde kullanılan bilim ve teknoloji beşeriyetinin başına dert, bu gibi kullanıcılara da “yüz karası” olmuştur. Bu şekilde kullanılan teknoloji ve onunla ulaşılan sözde medeniyet “tek dişi kalmış canavardır”. Kör maddeci zihniyetin elinde teknolojinin egemen özelliği; doğanın dengelerini bozması ve doğayı yaşanmaz hâle getirmesidir. Maddeci kapitalist sanâyinin elinde teknoloji, günümüzde pek çok çevre sorununun, iklim değişikliğinin ve sıklığı / şiddeti giderek artan doğal âfetlerin nedenidir. Vampir kapitalizmin Haçlı kodamanlarının elindeki teknoloji, insan yaşamının mutluluk paydasını düşürmekte, doğa dengelerini olumsuz yönde etkileyerek bireyin bunalım ve karmaşaya düşmesine yol açmaktadır. Bireydeki ve bireyler arasındaki bu “gizli kaygı” ya daha önceki paragraflarımızda da başka açıdan değinmiştik. Ayrıca, günümüzde stres ve stresle bağlantılı rahatsızlıkların liste başı olduğu tıbbî bir gerçektir.

Çâre; temelinde paraya–pula, mala–mülke bağımlılık ve kölelik olan maddeci kapitalizmin ürünü olan teknolojinin yok edilmesi ya da ondan uzak durulması değil; çâre, bu tek dişi kalmış canavarın rant ve egemenlik aracı olmaktan çıkarılmasıdır. Maddeci ve şaşı bir yaklaşımla, ALLAH ve insanın üstünde bir kudret olarak düşünülen teknoloji; sonunda, sâhiplerini korkunç bir hüsranla yüz yüze bırakmaktadır. (Hud 16, Kahf 104) ALLAH’a ve doğal yaşama ters düşmüş, bireyi sânayi çarkının dişlisi olarak kullanan teknolojinin ürünlerinin neden olduğu acıklı manzara ile yüz yüze bulunuyoruz.

Bu yazımızın ana teması olan “beşeriyetin perişan manzarası” nın yapımcısı olan maddeci kapitalizmin; mala–mülke, paraya–pula doymaz açlığı (yani açgözlülüğe) dayandığını bir üst paragrafta belirtmiştik. Mal ve paraya (kapitale) yönelik bu doymazlık, kontrolsüz gelişimi ve devleşmesiyle günümüzün putu hâline gelmiştir. Bu tür modern putperestlerin servet ve refahla şımarmış olmalarının durumlarına ve servetin belli ellerde toplanmasının, günümüzdeki gelir dağılımındaki dengesizliğin (adaletsizliğin) nedeni olduğunu da kısaca belirtmiştik konumuzun akışı içinde. Bunların en azgınlarının, devletlerin gizli yöneticileri ve insan emeğini sömüren canavarlar olduğunu da biliyoruz. Mal putunun azdırdığı bu “hırs uşakları” Kur’an’da “mütref” olarak geçer ve ibâdetlerine bakılmadan ALLAH tarafından lanetlenmiştir bu zavallılar (bkz. Maun Suresi).

Mal ve Para Putunun Köleleri
Hak ihlâlinin en başta geleni olan, insan emeğinin sömürülmesi bir zulümdür. Bu zulmü sergileyen zâlimler de genellikle “mal/para putu” nun köleleridir. Bir Müselmanın bu duruma düşmesi İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in en büyük endişelerinden biriydi. Yüce peygamberin bu endişesini içeren iki güvenilir / doğru hadis var elimizde:
  • “Her ümmetin bir bozgun nedeni vardır; benim ümmetimin bozgun nedeni de maldır.”
  • “Kişinin mal ve gurura düşkünlüğünün dine getirdiği zarar, sürü içine dalmış kurtların koyunlara vereceği zarardan daha büyüktür.” (Yaşar N. ÖZTÜRK – Yurt Gazetesi Makalesi, 08 Ocak 2013)
Burada yeri gelmişken bir kez daha anımsamakta ve hatta akıldan hiç çıkarmamakta yarar var: İnsan yoklukla da sınanır, varlıkla da… Ama herhalde varlıkla (mal–mülk, para-pul birikimi, kapital ile) sınanmak daha zor. Bir İslam âlimi olan İbn Mübarek (“Kitabu’z- Zühd” adlı eserinde) bu durumu şöyle ifadeye koymuş: “Bizler zorluk ve ıstırapla sınandık, sabredebildik de; bolluk ve refahla sınanınca başarılı olamadık.” (Kaynak, aynı makale)

İslam coğrafyasında yaşayan ve aklını işletmeye çalışan her Müselman’ın aklına zaman zaman gelen “Neden bu haldeyiz?”  sorusunun bir yanıtı da bu olsa gerek: Zenginlik (varlık) sınavında başarısızlık. İslam toplumları, Peygamberlerinden kısa bir süre sonra, pençelerine takıldıkları “mal putu” nun açtığı yaraları acılarıyla kıvranmaktadır. Daha iyi yeme, daha rahat ve gösterişli koltukta oturma ve daha çok gururlanmanın âleti yapılmış bir “ideolojik din”, Hz. Muhammed’in tanıttığı ve yaşayarak gösterdiği güzel ahlâktan nasiplenmeye olanak sağlamamaktadır. Biriktiricilik / istifçilik yapmak yerine paylaşabilmek, güzel ve gerçek anlamda uygar bir dünyanın kurulabilmesinin tek yolu gibi görülüyor. Çünkü servetin belli ellerde toplanması şimdiye kadar beşeriyete hep felâket ve adâletsizlik getirdi.       

Dünyanın neresinde olursa olsun, tarih boyunca; servetin belli ellerde toplanmasıyla oluşan gelir dağılımındaki adaletsizlik toplumlara yozlaşma ve yıkım getirmiştir. Osmanlı ve Roma gibi büyük imparatorlukların yozlaşıp yıkılma nedenlerinden biri; toplumda belli bir kesimin nimet ve refahla şımararak, toplumun öteki kesimlerini unutan vurgunculuk olmuştur. Ne kadar büyük ve köklü olursa olsun tarihte en güçlü devletlerin / imparatorlukların yıkılış nedenlerini yazımızın içinde ileriki kısımlarda sıralayacağız. Bu nedenle yazımızın başından beri gözden geçirmekte olduğumuz toplumsal yozlaşma örneklerinin bir bakıma maddeler halinde gruplanmış şekli olacaktır. Bundan amacımızın da genelde “neden bu haldeyiz” özelde de “İslam Dünyası neden bu halde”  sorumuzu bir makale formatında yanıtlamak olacaktır.

Servet şımarıklığı, gurur / kibir ve başkalarını tahakküm altına alma tutkusuyla gelen azmışlık, zaman içinde yerini, zevk ve sefa morfiniyle gelen uyuşukluğa ve azmazlığa bırakır. Böyle bir aymazlık ve vurdumduymazlık içinde; olabildiğince “benliklerini arındırmış” ve “güzel davranmak” konusunda titizlenen (Kur’an –A’la 14, Maide 13) toplumun yozlaşmaya başladığını söyleyen gerçek aydınlar, hayalperestlik, ulusalcılık, abartmacılık ve aşırı idealistlik vb. gibi suçlamalarla susturulmaya çalışılır. Aynı çarpık tutum, bireyleri / toplumları sapmışlıktan, yozlaşmadan ve hak ihlallerinden kurtarmaya çalışan peygamberlere karşı da sergilenmiştir. Dinler tarihi ve bu aymazlığın ve zulmün örnekleriyle doludur.

Aynı zulüm, kılıf ve maske değiştirmiş durumda, hem de daha da sinsileşmiş ve teknolojiyle de güçlenmiş olarak günümüzde de sürüyor. Yani bir bakıma “tarih tekerrür ediyor” (kendisini yineliyor). Eğer beşeriyet kadîm zamanlarda sergilediği kusurlardan, davranış bozukluklarından ibret olmuş olsaydı, “tarih tekerrür eder miydi?” Toplumun sadece güvenliğinden değil, huzurundan da sorumlu olan yönetimler, her şeye rağmen; erdemli, adaletli ve ahlaksal değerleri ön planda tutma titizliği içinde olsalardı, beşeriyet 21.yy’da bugün bildiğimiz sorunlarla / krizlerle boğuşuyor ve birçok ulus bağımsızlığını yitirme noktasına gelir miydi! Dolayısıyla dünya beşeriyetinin bu halde olmasının sorumlularını, elbette ki başta yöneticiler (politikacılar) olmak üzere, şöylece sıralayabiliriz: Politikacılar, iş ve para çevreleri, din temsilcileri, sözde aydınlar (çıkarcı çevrelere, materyalizme/ kapitalizme hizmet eden aydınlar) (Prof. Dr. Yaşar N. Öztürk, Hürriyet Gazetesi – 22 Aralık 2008)


Kadîm Zamanlardan Kalma
İlkel Sömürgecilik Hâlâ Sürüyor
Günümüzde küresel kapitalizmin maşası olan (Uluslararası Para Fonu) IMF politikası; eski sömürgecilik nöbetini devralmış, zengin ülkelere hizmet eden kolektif sömürgecilik politikasıdır. Küresel kapitalizmin egemenlik aracı ekonomidir; IMF aracılığıyla verdiği borçlara karşılık koşul olarak, borcun faizlerini garanti altına almaya yönelik bir “iktisadi düzelme politikası” nı borçlu ülkeye dayatır. Bu “iktisadi düzelme programı”nda neler mi var? Çağımızın yetiştirdiği büyük düşünür ve devlet adamlarından Prof. Dr. Roger GARAUDY (“Entegrizm” adlı eserinde) bu soruyu şöyle yanıtlıyor:

“İthâlâtı zorlaştıran, buna karşılık ihracata yönlendiren paranın devalüasyona uğratılması; kamu harcamalarının, özellikle de sosyal nitelikli olanlarının acımasızca kısılması; beslenmeyle ilgili olanları da dahil tüketim sübvansiyonlarının uygulamadan kaldırılması; kamu iktisadi kuruluşlarının özelleştirilmesi ve su, elektrik, taşımacılık vb. fiyatlarının arttırılması, kredilerin azaltılması, vergilerin ve faiz oranlarının yükseltilmesi. Tüm bunlarında, enflasyon oranını düşürmek amacıyla yapılması… Sosyal bütçelerin sürekli küçülmesini isteyen IMF, buna karşılık askeri harcamalarda asla indirim talep etmemektedir. Bir halkı / toplumu iliğine kadar kurutmak için bundan âlâ askeri rejim olur mu? Bu IMF geleneksel sömürgecilikten sonra, dünyanın üçte ikisinin az gelişmişliğinden; diğerlerinin büyümesini, gerekli sonuç olarak çıkarmaktadır.”(ENTEGRİZM, Pınar Yayınları)  

Günümüzde “para putu”nun beşeriyetin (özellikle de yoksul, geri kalmış, hatta gelişmekte olan ülkelerin başına açtığı ve çözdükçe düğümlenen sorunlar yumağı için çözüm yolları da öneriyor Prof. R. GARAUDY:
“Çözüm; IMF’nin karşıtı bir politika izlemektedir. Ödünç para ya da yatırımlar, gelir getirecek işlemler için devreye sokulmalı. Yoksa IMF’nin yaptığı gibi, para ödünç veren ülkelerin çıkarına yarayacak yatırımlara yönelik verilmemeli. Nedir bu yatırımlar; silahlanma, nükleer santral yapımları, çevreyi korkunç derecede kirleten büyüklükleri itibariyle delicesine projeler, yönetici ve parazit tüccarlardan oluşan şehirli azınlık için aşırı lüks malların ithalatı. Tüm bunların yerine, halkın gerçek gereksinimlerini karşılayacak yerlere sarf edilmelidir paralar. Yurt dışından gelen kredilerin birtakım çıkar odaklı ya da yabancı alacaklılarla işbirliğine giderek ülkesini sömüren işbirlikçi bir iktidar tarafından bir kez daha yağmalanmaması için, ödünç paralar kullanıcıların ortak olduğu şirketlere ya da teşkilatlara teslim edilmemelidir. Alınan bu borç paralar ve yatırımlardaki öncelikli harcama sırasını değiştirmek bile, bir ülkede; halkın katılımı ile gerçek bir demokrasi ve tam bir katılma gibi, ikili ve birbirinden ayrılmaz hedefin gerçekleşmesini sağlamaya tek başına yetecektir.”  

ALLAH’ın dininin en son şeklinin temsilcisi durumunda olan İslam dünyasının neden bu halde olduğunu irdelerken, hazır konu ekonomiden açılmışken “para putu”nun neden olduğu gibi bir “ekonomik ahlaksızlık” a da değinelim; daha doğrusu düşünürümüzün örneğini paylaşalım:

“1970 yılında Enver Sedat iktidara gelip bir yandan ABD’ye, öte yandan da Suudi Arabistan’a yakınlaşınca, Körfez sürgünde bulunan Müslüman Kardeşler ülkelerine geri dönerler. Hasan el-Benna’nın İslami kooperatif düşüncesine ait küçük banka tasarıları Körfez’deki milyarderler tarafından yönetilen, yine ‘İslami’ sıfatını içeren güçlü bankaların sahtekârlıklarının teorik olarak haklı çıkartılmasını sağlamıştır. Oysa, bu bankalar Üçüncü Dünya’nın gelişmesine yardımcı olacak üretime dönük yatırımlarla hiç mi hiç ilgilenmeyip; aksine Batı’nın ve özellikle de ABD’nin para borsalarında spekülasyonlar peşinde koşmayı yeğlemektedirler. Pay oranlarının her yıl değiştirilmesi gibi şeytanca kurnazlıklarla tüm öteki bankalarda verdiği gibi burada da faizlerin ve ribanın söz konusu olduğu maskelemeye çalışmaktadırlar ve bunlar, nüfus cüzdanlarında ‘ İslam’ yazan kimselerdir…” 

Ünlü düşünür R. Garaudy adı geçen eserin bir yerinde (sayfa 64+65) günümüzde sözde “en gelişmiş” ülkesi olarak kabul edilen ABD’deki toplumsal yozlaşmaya da değinmeden edemiyor. İbretle okuyalım:

“1989 yılında New York kentinde her saatte bir kişi öldürülüyor, her üç saatte bir kadının ırzına geçiliyor, her üç dakikada bir kişi saldırıya uğruyordu. Bu, sadece bu kent için; 1905’i öldürme, 3254’ü ırza geçme, 93.377’si hırsızlık olmak üzere yıllık 712.419 utanç verici vak’anın yaşanması demektir. Bu arada, polisin ancak kendisine yapılan başvuruları değerlendirebildiğini de unutmamak gerek. ABD’de bugün 14 milyon esrar bağımlısı vardır. ‘Özgür’ dünyanın tüm TV kanallarında her akşam yayınlanan Amerikan filmleri işte bu ‘modern’ ve ‘gelişmiş’ yaşam şeklini yansıtmaktadır. Punk’ların T-shirt’lerine ‘Yarın yok…’ sloganı işlemeleri gibi, amaçsız ve geleceği düşünmeden yaşayan bu beşeri varlıklarla dolu toplumun böylesi bir çözülüşü Roma’nın son saatlerinde kargaşa ve çöküntü anlarını çağrıştırıyor.  

Evet, Prof. GARAUDY’nin bu çağrışımına katılmamak elbette ki olası değil. Kadim Roma’yı çökerten nedenlerin hepsi sadece bu ülkede değil, dünyanın pek çok toplumunda ve elbette ki, bizimde bir parçası olduğumuz İslam Dünyası’nda bulunmaktadır. Yazımızın buradan itibaren başlayan bu ikinci yarısında; Roma ve Osmanlı gibi dev imparatorlukların yıkılmasının nedenlerini günümüze uyarlayarak gözden geçireceğiz, “Neden Bu Haldeyiz?” temel sorumuza yanıt ararken…    

Yazımızın buraya kadarki ilk yarısında, dünya beşeriyetinin (özellikle de İslam Dünyası’nın) genel görünümüne; siyaset, ekonomi, ahlak vb. kavramları açısından bakarak, değişik görüş ve değerlendirmelere yer verdik. Yazımızın kalan kısmında da, günümüz beşeriyetinden söz konusu perişan manzaranın yeni bir şey olmadığını geçmişte de benzer talihsizliklerin yaşandığını; hatta bunların büyük büyük toplumların tarih sahnesinden silindiğini göstermeye çalışacağız. Yaşananlardan, hatalardan ibret almamanın (Kur’an ifadesiyele “aklını işletmemenin”) beşeri toplumlara nelere mal olduğunu ve bu arada Kur’an’da yer yer gördüğümüz “Hâlâ düşünmez misiniz ! ” uyarısının (4) kadîm zamanlardan günümüze kadar (bugünlere bile) ne kadar geçerli olduğunu bir kez daha göreceğiz…

21.YY.’ın sözde modern toplumu olarak (özellikle de İslam’ın en son versiyonu olan Kur’an öğretisinin öğrencileri olarak) kadim zamanlardaki hatalarımızdan yeterince ders almış olmamanın bedelini (Kur’an ifadesiyle) “rezil edici azap ” ( Bakara 90, En’am 110, Maide 41 ) içinde ödüyoruz. Bu durum (daha doğrusu akıbet) İlahi İrade Yasalarından (Sünnetullah) evrensel Sebep – Sonuç Yasası’nın olmazsa olmazı. Hata yapmak ayıp değil; hattâ iyidir, kişinin yaşam deneyimine katkı sağlar, o hatâyı düzeltmek için aksiyona sokar ama hataları yinelememe karalılığını da yitirmemek gerek. “Hatâ” kavramını başka bir yazımızda irdeleyerek “hatânın gerekirliği” ni enine boyuna incelemiş ve tekamül açısından gereğine değinmiştik. (bkz. “ selmangerceksever.blogspot.com “ )

Şimdi geçtiğimiz paragraflarda, dünya beşeriyetine çeşitli açılardan (ekonomik, politik, psikolojik, etik vb.) bakarak verdiğimiz örnekleri gruplandırarak birkaç başlık altında toplayalım ve bakalım bu başlıklar, örneğin Roma İmparatorluğu’nu çökerten nedenlerle ne kadar örtüşüyor:

1- Adâletin İstismarı ve Yozlaştırılması
Adâlet ilkesini gerçekleştirmek hukukun amacıdır. (5) (pozitif) hukuk, uygulamada adaletin gerçekleşme koşulu niteliğini taşır. Adâletin gereği; toplumda hukuk kurallarının düzenli biçimde uygulanması ve hukuk  uygulamasında kararlılığın sağlanmasıdır. “Hukuk, bireyin toplumsal yaşamını ahenkli bir biçimde düzenlenmesinin vazgeçilmez koşuludur” diyor ünlü hukukçu Rudolph Stamler (6). Uygar bir toplumda, adaletin gerçekleşmesi, olay (lar)a uygulanan hukuk kurallarının olayla ilgili olmasına bağlıdır. Bu uygulamada, nefsaniyetten ve basiretsizlikten kaynaklanan beşeri çıkarlara ve hırslara dayalı itilimlerle hukuk kuralı tevil edilip, yozlaştırılma yoluna gidilirse, elbette ki adaletsizlik kaçınılmaz olur ki özellikle despotizme dayalı teokratik yönetimlerde sıkça görülen de budur. Hukukun ihlâlinin, bu şekilde, “demokrasi kılıfı” ve “din maskesi” arkasında bile gerçekleştirilişinin örneklerini geçtiğimiz paragraflarda görmüştük.

İlke olarak, yönetimlerin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır. Bu ilke anayasalarda da (göstermelik de olsa) yer almasına karşın bazı çıkarcı ve (çıkarları gereği başka yönetimlere / devletlere bağımlı) işbirlikçi yönetimler, kendilerine göre bir hukuk ve demokrasi anlayışı ile yargıyı ve yargı yolunu politize ederek kendi çıkarcı emellerine alet de edebilmektedirler. Bu şekilde “yandaş bir yargı” ile icraat yapmanın örnekleri ne yazık ki az değildir. Bu çarpık uygulamanın sonucunda, insanlık onuruna yakışmayan ve erdemlerle bağdaşmayan bir adaletsizlik (ve bağlı olarak da “hukuksuzluk”) yaygınlaşır gider. Tükenen yargı, bitirilen adalet ve olmayan hukuk kaçınılmaz olarak gelir gündeme… Bu talihsizlik, yargının (dolayısıyla adâletin) siyasete teslim edilmişliğinin sonucudur.  Anayasada yazılı olmasına rağmen, hukukun üstünlüğünün olmadığı dolayısıyla yargının siyasallaştığı ve adaletin yara aldığı toplumda insan hakları tehlikede, demokrasi sallantıda demektir. Roma ve Osmanlı gibi dev imparatorlukları bile çökerten nedenlerin ikincisine geçmeden önce, hukukun amacı olan adaletin günümüzdeki hazin görünümüyle ilgili güncel haberlerden örnekler görelim:
Cumhuriyet – 17 Ağustos 2011 :      “ Gazetecilerin gerekçesiz olarak tutuklandığı bir ülkede düşünce özgürlüğü olamaz. Milletvekillerinin gerekçesiz olarak tutuklandığı bir ülkede halkın egemenliği olamaz. ‘Kaldırıldı’ denilen Devlet Güvenlik Mahkemelerinin ‘Özel Görevli Mahkemeler’ adıyla devam ettiği bir ülkede kişi güvenliği olamaz.”- Prof. Feyzioğlu, Ankara Barosu Başkanı

Cumhuriyet – 29 Haziran 2011:       “Türkiye’de yargı ile hukuk arasında, alaca karanlıkta kalmış büyük bir boşluk var.” – Güray ÖZ, Köşe Yazarı

Evet, söylemin tarihi iki yıl öncesine âit ama, “Bu ifade bugün için geçerli değil…” diyebiliyor muyuz? Keşke… Güray Öz’ün bu köşe yazısının tamamının okunmasını dileriz. Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan hukukun amacına (adâlet) ulaşmasını engelleyen hatalar zinciri, demokrasiyi hazmedememiş ve insan haklarına sözde saygılı basiretsiz yürütme erginin eseridir. Böyle bir yönetim zihniyetinin; temel hak ve özgürlükleri geliştireceği yerde “çoğunluk baskısı”na yönelmesi de doğaldır. Toplumda demokrasiyi geliştirmek ve yerleştirmek yerine, onun nimetlerinden yararlanarak, çözülmesi zor rejim sorunlarına neden olanlar da bu zihniyetin temsilcileridir. Bunlar aynı zamanda demokrasi kılıfı altında “çoğunluk diktatörlüğü” anlayışının da sorumlularıdır. Ortalıkta bu zihniyet ve realite egemenken, yeni bir anayasadan da çok şey beklemek boşunadır. “Sorun, toplumdaki demokrasi kültürünün düzeyinde ve iktidar sahiplerinin demokrasi anlayışında yatmaktadır.” – Prof. Dr. Emre KONGAR, Cumhuriyet – 15 Mayıs 2012

Cumhuriyet – 23 Mayıs 2012 :         “Hangi aşamada olursa olsun, Türk adalet sistemine beslenen güvenin ne yazık ki sarsıldığını; anketleri yanıtlayan geniş halk kitlelerinin verdiği yanıtları okuyarak görüyoruz. Bir ülkede ifade özgürlüğünün olup olmadığı siyasal iktidar sorumlularının kürsülerdeki nutuklarının desibeli ölçülerek değil, sıradan yurttaşların yazılarına /konuşmalarına ambargo uygulayıp uygulamamasıyla belirlenir.”- Orhan BİRGİT, Köşe Yazarı

Demokrasi, erdemli insanlara özgü bir yaşam biçimidir aynı zamanda. İnsan hak ve özgürlüklerinin hiçe sayıldığı bir ülkede istediğiniz kadar yeni anayasa yapın, hiç fark etmez; önce kafalarda demokrasi ve özgürlük bilinci gelişmeli ki bu da beşeri zaaflardan kurtulmak, erdemleri aşındırmaya yönelik sapmışlıktan sakınmak ve “ALLAH’tan korkmaz, kuldan utanmaz “ duruma düşmemek gerek.

Hak, adalet ve dürüstlüğe saygıyı esas alan bir ahlak ilkesidir. H.D. Thoreau, daha da ileri giderek; “Ahlâk, salt doğru olmak değil, doğru olana hizmet zorunluluğudur. ” diyor. Birer zulüm türü olan ahlâksızlığa ve adâletsizliğe sessiz kalmak, lanetlenmesi ve biricik “düşman” hedef olarak gösterilmiş olması, %99’u Müselman olan bir ülkenin vatandaşları olan bizler için önemli olsa gerek… “Kulakları olan işitsin! ” – Hz. İsa

Cumhuriyet – 19 Ocak 2011 :           “Hukukun bunca fütursuzca gebertildiği adaletin zulüme eşitlendiği ve yargılamanın psikolojik işkenceye dönüştüğü yerde, kimsenin özgürlüğü ve can güvenliği yoktur ki, demokrasi mücadelesinin bir anlamı olsun…” – Mine KIRIKKANAT, Köşe Yazısı

Kadîm Roma İmparatorluğu’nu çökerten nedenlerden biri olan adaletsizlik; daha çok “vergilerin aşırı derecede ağır olması” şeklinde tarihsel belgelere geçmişti. Günümüzde de Roma’ya benzer “Süper Devlet” denilen toplumlarda büyüme hırsını ve egoizmasını görmemek olası mı! Bu gelişme sonucu vergilerin (Kadîm Roma’da olduğu gibi) korkunç derecede artması, buna paralel olarak fantastik bütçelerle delicesine harcamalar, uzay çalışmalarıyla silah üretimine (ve silahlı güçlere) ayrılan paralar, eğlence masrafları, güzellik müstahzaratına (özellikle Batı’da) harcanan para milyarları geçiyor. Giyim kuşam ve yiyecek içecek masrafları da (hem de israf düzeyinde olarak) bundan az değil. Tarihten ibret alamamış, olmanın aymazlığı ve cüretkârlığı ile sürüp gidiyor. Bu sefahat ve israf, “Roma’nın başına gelen o korkunç akıbet bize de gelebilir…”gibisinden hiç düşünmeksizin…

Ne gariptir ki, günümüzde hâlâ okutulmakta olan “Roma Hukuku” nun da anavatanı olan Roma; büyük, gelişmiş, güçlü ve gururlu, birçok ırk ve ulusu bir arada tutan Roma yıkılmıştı. Her şey gibi hukuk da insanlaşma yolunda bir araçtır; onunla ne yaptığın, onu nasıl kullandığındır önemli olan. “Hiç yıkılmaz…”denen Roma yıkılıp gitmişti. Yeni ruhçuluğun anıt isimlerinden olan değerli büyüğümüz ve hocamız Ergün ARIKDAL, bir makalesinde (Ruh ve Madde Dergisi, Cilt :9) bu beşeri yanılgıyı ve basiretsizliği okuyucusunun zihninde şöyle canlandırmaya çalışmış:

“Eğer içimizden biri geçmiş zamanlara kayıp, o devirlerin Roma’sına gitse ve halk meclisinin toplanacağı Capitolium’da Romalı vatandaşlara hitaben şöyle konuşsa:
‘ Ey Romalılar ! Tüm kudret ve zenginliğinize, ilim ve sanattaki gelişmenize karşın; Roma’nız, o kurduğunuz devletiniz çökecek, geriye sadece şu binalarınız ile beşeriyete bırakacağınız, ibret alınacak hatâlı hareketleriniz kalacaktır’ deseydi, tüm bir Roma halkı önce hafiften sonra kahkahalarla gülmeye başlar ‘ zavallı aklını kaçırmış ya da özenti bir filozof…’ derlerdi. İş bu kadarla da kalmaz, ya onu Arena’da aslanlarla boğuştururlar, ya bir gemiye forsa olarak çakarlar, ya da (ki pek olasıdır), devrin sarayında muhâlif bir asil Romalı tarafından himaye edilir, enteresan ve eğlenceli bir kimse olarak ağırlanırdı. Neden?
Roma yıkılmaz! Roma’nın yıkılması mı? İmkansız, hayal bile edilemez. Tarihçilerin anlattığı, betimledikleri ve kanıtladıkları; büyük, gelişmiş, güçlü, gururlu, birçok ırkı ve ulusu yüzyıllar boyunca bir arada tutan Roma yıkıldı! Roma düştü! Nedenleri, hem de belli ve açık nedenleri vardı bu çökmenin, düşmenin. Günümüzde bu nedenlerin, irili, ufaklı her devlette, hele İngilizce konuşan büyük ülkelerde ortaya çıkmış olduğunu gözlemlemek son derece kolay.
Bu nedenlerden ve onların sonuçlarından insanlar ders çıkarmış görünmüyorlar. “Modern” beşeriyetin geçirdiği devrelerde Roma’yı çökerten nedenlerin çoğunu bulmak olası.”

Neden bu haldeyiz ?” sorusunda anlamını bulan ana temamızı irdelerken beşeriyetin genel görünümüyle ilgili örnekleri gruplandırmayı sürdürüyoruz. Birinci gruba “adâletin istismarını ” almıştık. Sırada, adâletle bağlantılı olması bakımından “hak(lar) ” başlığı altında toplanabilecek durumlar var:

2- Temel Hak ve Özgürlüklere
    “Düşmanlık Düzeyinde” Saygısızlık
Dilimizde “hak” sözcüğünün, ALLAH / Tanrı anlamından başka şu anlamları da vardır: Doğruluk ve insaf, bireye ait olan şey(ler), dava ve iddiada gerçeğe uygunluk, geçmiş / harcanmış emek, pay / hisse, doğru, gerçek, lâyık (7). “Hak” sözcüğünün, bu düz anlamları dışında; (özellikle atasözleri ve deyimlerimizde) adalet ve adalete uygunluk gibi anlamlarda kullanıldığını da görüyoruz. “Hak” anlamını içeren birkaç atasözü:
                                    * Hak deyince, akarsular durur.
                                   * Mazlumun ahı yerde kalmaz.
                                   * Zâlim ettiğini bulur.
                                   * Zulüm ile cihan yıkılır, kazma kürekle yıkılmaz.
                                   * Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.
Hak ihlali ile zulüm ve zalimlik çoğunlukla birbirini çağrıştıran sözcüklerdir. Bir ya da birden fazla hakkına tecavüz edilmiş kimseye “zulme uğramış” anlamında “mazlum” denir. Hak ihlallerine dayalı zulüm kadim zamanlardan günümüze kadar, sadece toplumbilim ve inisiyatik öğretilerde değil, kutsal metinlerde de kınanmış, hatta Kur’an tarafından bir numaralı düşman olarak gösterilmiştir. Ama ne yazık ki, buna rağmen; dünya beşeri, bireyler ve yönetimler olarak hak ihlallerini (yani zulmü) sergilemek ve ayrıca “insan hakları” diye bir beyanname yayınlamış olmasına karşın dünya insanı hak ihlallerine dayalı zalimlikten yakasını kurtaramamıştır.

Kişinin dokunulmazlığı, söz/ yayım, yolculuk, sözleşme, çalışma, mülk edinme, malını ve hakkını kullanma, toplanma ve dernek kurma, ortaklık kurma hakları ve özgürlükleri 1924 Anayasamızdan beri “hukukun laikleştirilmesi” kapsamında Türk Kamu Hukuku’nda yerini almıştır ama insanca yaşamanın doğal gereği olan bu haklar çeşitli tevillerle hep ihlal edilmiştir. Temel haklarla ilgili bu ifade 61 ve 82 Anayasalarımızda ifâde farklılığıyla özde aynı anlamı taşıyarak günümüze kadar gelmiştir: Hakların ve özgürlüklerin dokunulmazlığı, devredilmezliği ve vazgeçilmezliği söz konusudur. (82 Anayasası, madde 12). Buna karşın uygulamanın böyle olmadığını üzülerek görüyoruz. Bunun örneklerini, yazımızın akışı içinde göreceğiz ama yeri gelmişken şu üzücü durumu anımsamadan geçmek elde mi: Örneğin, hâkim denen şahıs adâlet ve nefaset çerçevesinde karar vermekle yükümlüdür. Ama hukukun politize edildiği, yani hukukun üstünlüğünün kalmadığı bir toplumda hâkimin bu yükümlülüğünü yerine getirebilir mi. Hukukun üstünlüğünün bulunmadığı bir toplumda, örneğin bir olayın tüm özellikleri, yüksek bir adalet düşüncesi ve Anayasa’da anlatımını bulan temel ilkeler çerçevesinde göz önünde tutulup değerlendirilebilir mi, çeşitli çözüm biçimleri arasında, adâlet ve nefasete en uygun olanı bulunabilir mi. Devletin memuru olacağı yerde iktidar partisinin memuru olan bir hâkim, kendisinden beklenen bu görevi ve sorumluluğu elbette ki yerine getiremez.

Görülüyor ki, “Neden Bu Haldeyiz?” temel sorusunun yanıtının bir kısmını da  genel anlamda hak ihlalleri ve insan haklarına saygısızlık oluşturuyor. Birkaç güncel örnekle sürdürelim.

Nankör, Fâsık, Cimri, Azgın, Zâlim…
Dünya beşeriyeti, kendini bilmezlikten kaynaklanan ve bir türlü gideremediği bu olumsuz nitelikleriyle kâdim zamanlardan günümüze kadar pek çok hak ihlali zulmüne imza atmaktan kendini alamamıştır. Hak ihlallerine dayalı bu zulüm pek çok bireyi vebal altında sokup negatif karma yüklemesine neden olmasının yanı sıra pek çok toplumda da batış nedenini oluşturmuştur. Söz konusu negatif beşeri özelliklerin yinelenmesinin yararları ile giderilmesinin yolları tüm inisiyatik öğretilerde gösterilmesinin yanı sıra, peygamberler aracılığıyla gelen ve genel adı İslam olan Allah’ın dinsel öğretisi ile de gözler önüne serilmiş ve bu zulme sapmamanın ve zulümden korunmanın yolları (en son Kur’an ile) beşeriyete anlatılmıştır. Ara başlığımızdaki kavramlar Kur’an’dandır. Allah, söz konusu olumsuzluklara yönelik son uyarısını Kur’an ile yaptı çünkü “kul hakkı” na yönelik ihlaller ve zulüm Kur’an’dan önce de yaygındı: “….Zaten insanların birçoğu doğru yoldan iyice sapmış bulunuyor.” (Maide 49). Bu “sapmışlar” ın aynı zamanda din mensupları, hatta din görevlileri (haham, rahip, şeytan evliyası) olduğuna daha önce de değinmiştik. Kur’an’da bu zümre; “kendilerine kitap verilenler” anlamında olmak üzere, “ehlikitap” olarak adlandırılmış ve bunların hak ihlallerine yönelik kusurları çeşitli ayetlerde (8) gözler önüne serilmiştir. “….Yapmakta oldukları / yapacakları sonuçsuz kalmayacak !” uyarısı da yapılmıştı (Ali İmran 115).

İnsanların doğru yoldan (Allah’a giden insanlaşma yolundan) sapmamaları ve zulüm kapsamına giren hak ihlalleri sergilememeleri konusunda Allah’ın ve Peygamberlerin sergilediği bunca titizliğe rağmen, dünya beşeriyetinin (elbette) tamamı değilse bile, bir kısmı (ama, ne yazık ki büyükçe bir kısmı) İlahi Kelam’ın uyarıları kapsamında bulunan ve pek çok hak ihlalinin de nedenini oluşturan; nankör, fâsık, cimri, azgın ve zalim sıfatlarından arınamamış görünüyor (9).

Bu yazımızın ana temasını oluşturan “Neden bu haldeyiz? ” sorumuzu yanıtlama kapsamında, özelde de “İslam alemi niçin bu durumda? ” sorusuna yanıt bulmaya çalışırken İslami öğretiden beyineler sunmayı uygun buluyoruz. Esasen Kur’an’da anımsatmalarımızda / öğütlerimizde böyle yapmamızı istiyor: “….Kur’an ile öğüt ver / hatırlat!” – Kaf 45Allah’ın bu buyruğuna uymak aynı zamanda Kutsal Kelam’ın işlevselliğine hizmet ve katkıda bulunmaktır. “Allah yoluyla cihad ” da bu olsa gerek. Yoksa, beline bombaları bağlayıp insanların toplu halde bulunduğu bir mekânda tekbir getirip bombaları patlatmak değil. Allah böyle bir şey söylemiyor. Alîm olan (her şeyi en iyi şekilde bilen) Allah, hangi nedenlerle olursa olsun öldürmenin (özellikle de insan öldürmenin) doğru olmadığını pek çok ayetinde vurgulamıştır. Bizler için tepki verilmesi, lanetlenmesi ve uzak durulması tek düşmanın zulüm olduğunu bildiriyor Allah (Bkz. Bakara 193, Hûd 113) Bildiğimiz savaşı bile savunma zorunluluğuna bağlamış olan ALLAH elbette ki zulüm ehli katillerin yanında değildir (Ali İmran 192) ama her şeye Kadir ve Rahim olan Allah, “….güzel düşünüp, güzel davrananlarla mutlaka beraber” dir. (Ankebut 69) ve “ALLAH  vaadinden asla dönmez ” (Ali İmran 194).

İslam tarihini anımsayalım; Hz. Muhammed’in (ve benzer şekilde Atatürk’ün) yapmak zorunda kaldığı tüm savaşları “savunma savaşı”dır. Hz. Muhammed bu savaşları kazandıktan sonra, meâlen; asıl büyük cihadın yeni başladığını ve bu cihadın da kendini tanımak (cehti içinde insanlaşmak, yani gerçek anlamda Müselman olmak ) olduğunu ifade etmiş ve bunun nasıl olacağını da kendi yaşamıyla (sünnet) göstermiştir. Şu ya da bu ideolojinin güdümünde ve kandırılmış (hatta ipnotize edilmiş olarak) tekbir getirip “canlı bomba” olarak kendini ve onlarca kişiyi katletmek ne şehitliktir ne de “Allah yolunda cihad…”

Yukarıda numaralarını paylaştığımız âyetlerin ışığında şunları ifade etmek yanlış olmasa gerek: “İslam için cihad”, her şeyden önce; bilgi, düşünce ve hikmetin yarısıdır. Terör ve şiddet tuzaklarına düşerek, “İslam için cihad ettiğini” sananlar, aldatılarak (bir bakıma da) gaza getirilmiş, sapkınlar değil midir? Yukarıda da değinip geçtiğimiz gibi, asıl cihad, bir bakıma “ fetih” tir. (yani kişinin kendini tanıması, kendi nefsini zulmünden kurtarmasıdır). Bu anlamda “içsel fetih” (Kur’an’dan da anlaşılıyor ki) iç huzurunu (sekînet) izler. İçsel huzura kavuşulmadan iç fetihe gidilemez. Bu anlamda fetihte başarılı olmak için benliği tüm “ pislikler” den arındırmak gerekir ki bu anlamda cihad, sinsice ya da açıkça silah kullanılarak ya da riyakârlığa dayalı politikalarla hak ihlalleri yapıp mücadele sergilemekten çok daha zordur. Kur’an ve hadislere göre, nefis ile mücadele kapsamında cihad etmek; zirve yani kemal noktasıdır. Ruhsal tekâmül, olsa olsa bu cihadın ürünüdür. Birey böyle yapmayıp da, yani önce kendini düzeltmeyi bırakıp da, başkalarını “düzeltmeye” kalktığı zaman şimdiki konumuz olan “hak ihlalleri” kapsamındaki zulüm yapmış oluyor. “İslam alemi neden bu durumda?”  genel sorumuzun bir yanıtı da bu yanlış uygulamanın yaygın olarak İslam dünyasında görülmesiyle ilgili olsa gerek. Kısacası nefsin iştahlarını din, egoların inatlarını iman ve etlerin hararetini dindirmeyi cihad sanmak cahili döneminden kalma kendini bilmezlik ve sapmışlık olmaktadır. Temel haklara saygısızlıktan sonra, bir toplumu yıkıma değilse bile yozlaşmaya götüren etmenlerden biri de ilim ve ahlak düşmanlığıdır.

3- İlim ve Ahlâk Düşmanlığı
Buraya kadar aktardıklarımızdan herhalde anlaşılmıştır ki, “Neden bu haldeyiz?” daha doğrusu genel görünümüyle “Beşeriyet neden berbat durumda?” sorumuzun en önemli nedenlerini “temelinde bencillik ve insan haklarına saygısızlık” olan “hak ihlalleri” oluşturuyor. Bireyin temel haklarından biri de bilgilenmek ve bilgi edinmek hakkıdır. Bilgisizlik demek olan cahilliğin bireysel ve toplumsal düzeyde büyük ve en önemli bir olumsuzluk olduğunu da biliyoruz. Cahillik pek çok kötülüğün “anası”dır. Cahillik bir toplum için yüz karasıdır ama o toplumun düşmanlarının, o toplumu sömürmek ve sürüleştirerek kolayca yönetmek için sevinç kaynağıdır. Tarih boyunca kâdim zamanlardan günümüze kadar ve hâlâ da görüyoruz ki cahil bırakılan toplumlar daha kolay istismar edilip insani haklardan yoksun bırakılıp sömürülmektedir. Bu nedenle insan hakları düşmanı zalim yönetimler insanların her şeyden haberdar olmalarını yani bilgilenmelerini istemez; bilgili / aydın ( ve hele kendini bilen) insanlar bu zâlimlerin zulmünün ve çıkarlarının önündeki en büyük engeldir. Ortaçağ’da kilise doğmasının zulüm aracı olan engizisyon ile pek çok bilgin ve aydın katledilmiştir. Aynı engizisyon, sözde Müselman olan “din maskeli Allah düşmanlığı” şeklinde Emevi yönetimlerince uygulanmıştır.

Bu hak ihlalleri (yani zulüm) kapsamında, toplum bilgilenmesinin (Kur’an ve Peygamber sünnetine tamamen ters bir uygulama ile) sadece Kur’an ayetleri tahrif ya da örtbas edilmekle kalmamış pek çok uyduruk hadisle halk kandırılmıştır. İslamiyet’ten önce Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta bu sapmışlık ve zulüm zaten yaygındı. Bu nedenle Kur’an cahilliğin kötülüklerine dikkat çekmekle kalmamış, pek çok ayette bilgiyi ve ilmi özendirmiştir (10). İlmin, tek üstünlük ölçüsü olduğunu doğrudan / dolaylı olarak belirten yüzlerce ayet bulunuyor “Allah katında bir rehber” olan (Zümer 23) Kur’an. İlahi Kelam, Kur’an öncesi dönemi “cahiliye” şeklinde ifadeye koyarak, kendisinin esas amacının ve mesajındaki esasın ilim olduğuna vurgu yapıyor. Ayrıca, Allah’ın beşeriyete hitap şekillerinden biri olan Kur’an, kendisinin layıkıyla anlaşılıp öğrenilmesini sağlayacak aracın da ilim olduğunu Hac 54’te açıkça belirtiyor: “Kendilerine ilim verilenler, onun; senin Rabbinden bir hak olduğunu bilsinler ve ona inananlar da, kalpleri ona saygı duysun diye böyle yapılmıştır.” İlim, bir şeyin hakikatini bilmektir. İlim, bir şeyin hakikatiyle idraktir. “Alemlerin Rabb’inden indirilmiş ” (Vakıa 80) tüm beşeriyet için bir “Vahy ” (A’raf 158) olan Kur’an’ı; sadece en iyi anlayanlar değil, ondan ürperenler de bilim insanlarından (ama elbette ki akıl–gönül sahibi olanlarından) başkası değildir.  (Bkz. Fatır 28, Ali İmran 7, En’am 97, Ankebut 49).

İşte yukarıdaki ve benzeri ayetlerde anlamını bulan bilim insanları Kur’an’ı inceleyip halka yorumladıkları zaman; insan haklarına saygısız ve bilim düşmanı çevrelerce kınanmak ve susturulmaya çalışılmakla da kalmamış, pek çoğu öldürülmüştür. Hz. İbrahim, Hz. İsa gibi peygamberlerden başlayarak; G.Bruno, Galileo, Hallac-ı Mansur, İmam-ı Azam vb. pek çok yüce varlığı sayabiliriz. Anılarını ve beşeriyetin gelişimine olan hizmetlerini saygıyla ve gıptayla andığımız bu insanlık uluları büyük inisiyeler yaşamlarının sonuna kadar cehalet ve irtica ile mücadele vermişti. Çünkü bu cahilleri, “Allah’ın ışığını laf kalabalığına getirerek söndürmek isteyen ” (Tevbe 32) din maskeli Allah düşmanı cahillerden başkaları değildir. İlim düşmanlığı yapan bu cahil tayfası Kur’an’da “karanlığa gömülüp sapmışlar ” (Fatiha Suresi) ve “ilimden nasipsizler ” (Rum 38) olarak geçer. “Akıllarını kullanmayan ” (Yunus 100) bu zavallılar elbetteki Allah’ın sevmediklerindendir. İçinde debelenip durdukları cehalet bataklığı içinde “Gerçeği, sapıklık ve tutarsızlıkla karıştırıp kirletenler ” de (Bakara 42) bu cahillerden başkaları değildir.

Günlük yaşamda (çarşıda, pazarda, otobüste, tramvayda ve apartmanda); kuyrukta beklenmesi gereken yerde açgözlülük / kurnazlık yapmaya çalışarak ve bunu akıllılık sanıp itiş kakış önlere geçmeye çalışan, alışverişte 3-5 kuruşa tenezzül edip, tartıda hile yapmaya çalışan “uyanıklar”, toplu ulaşım araçlarında elini ağzına götürmeden önündekinin yüzüne / ensesine öksüren görgüsüzüler, otobüste /metroda içine hapşırdığı avucunu temizlemeden tutamaklara yapışan ya da o avucunu koltuklara silen iğrenç tipler, yine taşıtlarda yanındakiyle ya da cep telefonuyla çevredekileri hiçe sayarcasına yüksek sesle konuşan görgü özürlü saygısızlar bu gafil ve sığ kafalı cahiller değil mi. Bu cahil cüretkarlar bu tutumlarıyla, çevredekileri ötekilerin huzur içinde yolculuk hakkını ihlal etmiş olmuyor mu. Bu cahilliğin dışa vuruluşunun başka bir versiyonu da apartmanlarımızda komşuluk ilişkileri içinde görüyoruz. Kendi daire kapısını ya da apartmanın metal kapısını (herhangi bir nedenle) çarparak kapayan kendini bilmez cahil cüretkarlar komşu apartmandaki komşuların huzur içinde yaşama hakkını ihlal ederek bir zulüm sergilemiş olmuyor mu.

Biliyorsunuz bu cahil cüretkârlığın ve hak düşmanlığının bir de dinci boyutu var: Dinci sapmışlığın öteki adı “fâsıklık ”tır ve fâsıklar (yani dinciler) Allah’ın sevmediklerindendir. (Maide 49). Bu din maskeli fitne erbabının cahillikleri nedeniyle uydurdukları bid’at ve yapay hadislerden ve bir yığın ecdatperestlik cürüfundan; Kur’andaki “indirilen din ”in yanında bir de şimdi ortalıkta yaygın görünümüyle “uydurulan din ” çıkmıştır. Devlet düzeyindeki fitnenin ve fitne kotarmanın patronu olan günümüz ABD’si de bu dinci cahil fâsıklarla olan işbirliğini başarıyla sürdürmektedir. Bu bağlamda papaz–molla işbirliğine dayalı saltanat dincisi iktidarlar; hem Allah’ın dinini hem de demokrasinin nimetlerini istismar ederek, emperyalist sömürüden yana icraatlarını utanmadan sürdürüyor.

Temelinde sadece cahillik değil (bizim alt başlığımızda da bulunan) bilim düşmanlığı da bulunan dinciliğe dikkatlerin çekildiği bir dizi ayeti Maide suresinde görüyoruz (53’ten 56’ya kadar): Câhil dincilerin bid’atleriyle ve ecdatperestlik cürufuyla oluşturdukları onların “yapay kutsal kitaplarına ” (zübür) bu ayette işaret ediliyor. Bakara 213’te de “bilgiden nasipsiz ” (Yunus 89) bu dinci sınıfın, aralarındaki; kıskançlık / doymazlık / azgınlık / denge noktasından sapma /  yalancılık / zulüm / kibir / zinakarlık yüzünden bölünmüşlükleri ya da bölünmeye yatkınlıkları dile getiriliyor. Haçlı zihniyetinin demokrasi maskeli hak düşmanları da bu durumdan sinsice yararlanıp bu toplumlarda kargaşa ve karmaşa çıkarmak söz konusu bölünmeyi derinleştirmek, “demokrasi getiriyoruz ” yalanıyla, (Irak’ın işgal örneği…) o toplumları sömürgeleştirmeye çalışıyorlar. “İslam Dünyası neden bu halde? ” sorusunun bundan güzel yanıtı olur mu. Yapıp ettiklerimiz İlahi uyarılara kulak asmayışımızın, geçmişteki olaylardan ibret almayışımızın ve beşeri kusurlarımızı sürdürüyor olmamızın bundan daha iyi bir sonucu olur mu. “Rahim ”(Fatiha 3, Bakara 128) ve “selam ” (Haşr 23) olan Allah bizleri Kur’an’ıyla defalarca uyarmamış mıydı: “Düşünmez misiniz! ”, “Neden düşünmezsiniz ” , “Akıl etmez misiniz! ” , “Ne kadar az ibret alıyorsunuz ! ” (11).

Birkaç paragraf önceki ara başlığımızda bulunan “ahlâk düşmanlığı ” na gelince; hukuk kuralları ile ahlakın gerekleri arasında benzerlik olduğunu hemen söyleyebiliriz. Bu benzerlikten dolayı, ahlak kavramı, hukukla bağlantılı olarak; hukuk felsefesindeki vazgeçilmez yerini her zaman korumuştur. Teorik olarak da olsa, hukuk kurallarının ahlaka uygunluğunun zorunluluğu söz konusudur. Bu nedenle, en azından “toplumsal etik ” anlamında da olsa, belli bir toplumda ahlakın gerekleri ile hukuk kurallarının kapsamı arasında her zaman benzerlik ve (hatta bazı durumlarda) özdeşlik vardır, denemez, bazen çelişki de vardır: Yani “ahlâkın yapılmasını istediği bir davranışı hukuk yasaklamış ya da ahlâkın yasakladığı bir uygulama hukukça yapılması gerekli görülerek, ceza yaptırımına bağlanarak kişilere emrolunabilir. ” (12). Ancak çoğu kez, hukuksal yükümlülük ile ahlaksal yükümlülük arasında bir uyum / benzerlik olduğu görülür.

Hukuka uymanın ahlaksal bir ödev olduğu fikrinin toplumda yaygın olması toplumsal huzur bakımından önemlidir. Örneğin, bireylerin; verdikleri sözleri tutmaları, dürüstlüğün gereği ve ahlaksal bir yükümlülüktür. Hukuk düzeninin sözleşme hukuku ile ilgili hükümleri de aynı amaca yöneliktir. Uluslararası hukukta, bir anlaşmanın tarafı olan devletlerin, o anlaşma hükümleri ile bağlı oldukları postülatı geçerlidir. Bu postülatın, uluslar yönünden hukuksal olduğu kadar ahlaksal bir ödev niteliği taşıdığını söylemek de yanlış değildir. Hatta bazı hukuk kuralı metinlerde ahlâksal ilkelerin açıkça geçtiği bile görülür. Örneğin, Türk Borçlar Yasası’nın 20. maddesi’nde “Bir akdin konusu…ahlâka/adaba ters ise, o akid bâtıldır /
butlandır. ” (Not: Sözü edilen hüküm 2011 yılında yürürlüğe giren Türk Borçlar yasasının 27.maddesi ile düzenlenmiştir ve şöyledir: “Yasanın emredici hükümlerine, ahlâka, kamu düzenine, kişilik haklarına aykırı veya konusu imkânsız olan sözleşmeler kesin olarak hükümsüzdür.”) Anayasamızın 103. maddesinde gördüğümüz Cumhurbaşkanının ve 81. maddede yer alan TBMM üyelerinin ant içmesiyle ilgili hükümler de ağırlıklı olarak ahlaksal niteliklidir. Ne olursa olsun “doğruyu söylemek ” ahlâksal bir emir değil midir. Nasıl ki, bu ahlaksal emre / ilkeye bağlı olarak Türk Ceza Yasası’nın (madde 272) ve(madde 275) arasında gösterilen esaslar “yalan (tanıklık) ve yalan yere yemini ” cezalandırmak amacıyla yasa koyucu tarafından çıkarılmıştır. (Not: Türk Ceza Yasası değişmiş olup ilgili suçları düzenleyen yeni maddeleri yukarıda belirtilmiştir.)
Ahlâk kurallarının bu öneminden dolayı, toplumsal süreç içinde ve toplumsal gelişim boyunca, hukuk kurallarına göre çok ağır değişir. Söz konusu süreç içinde, zaman–mekan koşullarına ve genel konjonktüre göre hukuk kuralları yeni yasalarla değiştirilebilir, hatta yozlaşmaya yüz tutmuş toplumlarda, iktidarın (kendi yandaşlarına ve işbirlikçisi / taşeronu durumunda olduğu başka iktidarlara) rant sağlamaya yönelik yasa ve kararname çıkarmaları da günümüzde az rastlanır uygulamalardan değildir. Hatta orduyu ve yargıyı, kendi çıkarlarına araç yapmak amacıyla yasa çıkarıldığının örnekleri az sayılabilecek sayıda değildir. Hukukun üstünlüğünü yok eden bu uygulamaya “hukuk düşmanlığı ” ya da “hukuksal ahlâksızlık ” demek hiç de yanlış olmaz. Çünkü bir toplumda hukukun üstünlüğü kalmazsa, o toplumda her türlü ahlaksızlık ve yozlaşma kaçınılmaz olur.

Hukuk kuralları için durum böyle iken, ahlâk kuralları için böyle değildir. Toplumda yerleşik ahlak kurallarının böyle değiştirilmesi söz konusu olamaz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi ahlâk kurallarının uygulamaları ya da önlemlerini yitirip uygulanmamaları toplumsal süreç içinde oldukça yavaş gelişir / gerçekleşir. Ahlâk kurallarının, bireylerin içsel yaşamlarıyla ve gelişmişlik düzeyleriyle daha yakından ilgili olduğu fikri kadim zamanlardan beri sadece dinsel öğretiler tarafından değil, belli başlı inisiyatik ve felsefi öğretiler tarafından da savunulagelmiştir. Çünkü içsel gelişmişlik ve davranışların ve niyetlerin ahlâka ve insanlığın temel değerlerine (erdemlere, faziletlere) uygunluğu arasında sıkı ilişki vardır.

Hukukun öz değeri sayılan adalet kavramı ile ahlaksal değerler arasında en azından “değişkenlik ” açısından benzerlik vardır. Ttarih boyunca adâlet ve ahlâk değerleri (yukarıda belirtilen etmenlerin etkisi altında) sürekli bir değişimin konusu olmaktan kurtulamamıştır. Beşeriyetin tarihsel gelişimi sürecinde, değişik ahlâk tipleri; tıpkı farklı toplum tipleri gibi değişik ülkelerde ve değişik toplumlarda etkinlik kazanmıştır. Her toplum tipi de kendi kriterlerine göre geçerli saydığı adalet ve ahlak kriterlerini belirlemeye çalışmıştır. Bunun böyle olması doğaldır ama doğal olmayan ve hiç de yakışmayan; örneğin, yetersizlik duygusundan kaynaklanan bir “batı hayranlığı ” ya da moda takıntısı ile Batı’da doğal ve yaygın olan “açık saçık kıyafetlerle sergilenen ve kadın onurunu iki paralık eden teşhirciliğin ” yerli yersiz çılgınlık görünümünde sokak ortasında şov yaparcasına (ve dikkat çekip) kaale alınma tutkusuyla sevişmenin / öpüşmenin bir doğu toplumunda sergilenmesi ne kadar doğal sayılabilir? Doğal olmanın da ötesinde, sözcüğün tam anlamıyla “sırıtmıyor mu? ” Gerçek sevginin sokak ortasında şov olarak sergilendiği nerede görülmüş? Kendini bilen, duygularını ve egosunu kontrol altına almış bir benlik bu duruma düşer mi? Bu densizlik örnekleri, topluma uyumsuzluğun dışavurumu olmuyor mu. Zekânın tanımlarından biri, “içinde bulunulan duruma uyum becerisi ” olduğuna göre, söz konusu uyum sorunlarının zekâ kavramıyla da ilgisi olabileceğini düşünmekten kendimizi alamıyoruz doğrusu...

Bu besbelli ki, psikolojik bazı rahatsızlıklardan kaynaklanan (13) değilse bile, aşağılık kompleksinden kaynaklanan lanet olası Batı hayranlığı ve yukarıdaki ara başlığımızda yer alan “ahlak düşmanlığı ” değil midir? Taklit amacıyla da olsa, Batı’dan alınacak hiç mi değer kalmadı? Bu densizlikleri ve görgüsüzlükleri, hatta yersizlikleri sergileyenler, küçük çocuklarımıza da kötü örnek olduklarını, yani bir bakıma “çocuk düşmanlığı ” yapmakta olduklarını hiç düşünmezler mi? Düşünmezler, daha doğrusu düşünemezler çünkü bu yersizliklerin aktörleri o anda kendilerinde değildir; tamamen duygularının ve iç güdülerinin güdümünde ve elbette ki bir bakıma “kriz durumunda ” bulunmaktadırlar, kendilerini kontrol edemeyecek kadar zayıf durumdadırlar.

Çocukları bu yersizlik ve görgüsüzlüklerden korumalıyız ki, bu “pislik ” ortaya çıktığı  yerde / yörede kalsın ve çevreye yayılmasın. Yersizliğin her zaman “pislik ” olduğunu da küçüklere öğretmeliyiz. Yavruların dikkatini “iyi ” ye, “güzel ” e ve erdemlere çekmek kadar, “kötü ” olana da çekmek yararlı ve “ahlak düşmanlığı”na tepki vermenin, karşı çıkmanın gereği olsa gerek. Çocukları / gençleri, dolayısıyla toplumu yozlaştırıcı bu zulme tepki vermek her erdemli insanın görevidir çünkü zulme sessiz / seyirci kalmak zâlimle ortaklık anlamına geliyor.

Esasen sağduyunun ve vicdan özgürlüğünün de gereği olan bu tepkiyi sergilememek “düşmanın ekmeğine yağ / bal sürmek ” olur. Çünkü bir toplumu zayıflatmak ve içten çökertmek isteyen düşman, gözünü diktiği toplumun önce gençliğinin yozlaşıp dejenere olmasını ister. Yazı akışımızın bu noktasında yüce Atatürk’ün gençliğe hitaben yaptığı dikkat çekmeyi anımsamamak olası mı? Düşman tarafından kandırılmış ve yozlaştırılmış bir gençlik ülke çıkarlarını savunabilir mi/ koruyabilir mi? Atatürk’ün o seslenişine muhatap olabilecek erdemli gençlerin sayısının azalmamasını diliyoruz.

İslam coğrafyasının ezeli düşmanı olan Batı, Ortaçağ’dan kalma Haçlı zihniyeti ile “böl ve yönet ” politikasını sinsice ve riyakârca sürdürüyor. Gençleri kandırarak ve ahlâksızlaştırarak, toplumu da yozlaştırarak bölünmelere neden olan bu politika; Afganistan ve Irak’ın silah gücüyle işgâlinden sonra daha az mâliyetli bir yıkım ve işgal şekli olan toplumların çeşitli kesimlerini birbirine düşürmeyi, fitne–fesat ile ayaklanmalara zemin hazırlamayı başarıyla sürdürüyor. Eski haçlı zihniyetinin adı 21.YY’da; “Ilımlı İslam ”, “BOP ”, “Arap Baharı ” oldu. Kuzey Afrika İslam ülkelerinden başlayarak kanlı gelişmeyle günümüz Suriye’sine kadar dayandı. Bunlara ek olarak; Sudan, Lübnan, Mali, Filistin, Çad, Moritanya ve Nijerya sanki kan ile boğuluyor. ABD’nin “demokrasi getirdiği ” Irak içler acısı… Hemen hemen tüm İslam coğrafyası kan denizinde ve gerginlikte yüzüyor, hem de bir yüzyılı aşkın zamandan beri. Büyük Türk şairi Ziya Paşa(150 yıl kadar önce) yazdığı bir şiirde; “Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler kaşaneler gördüm. Dolaştım mülk-ü İslam’ı tüm viraneler gördüm. ” demişti.

Demek ki bu İslami Kur’an’daki özgün İslam değil. Bazı Türk laikleri, “Eğer İslam buysa, İslam ile bir yere gidilmez…” gibi bir laf etmişti. Haklı da çıktılar. Ama bu İslam, Kur’an’daki özgün (yani “indirilen ”) İslam değil ki…. “İndirilen ” özgün İslam ile “uydurulan ” İslam olan ve aynı zamanda “din maskeli Allah düşmanlığı ” olan şirk dinini karıştırmamak gerek. Epeyce bir zamandan beri ve günümüzde İslam coğrafyasındaki toplumlar, Allah’ın Kur’an’daki özgün dininin yanında; bir takım ( ama pek çok) bid’at ve zübürden (14) oluşan “uyduruk bir şirk dini ” oluşturmuş olmanın, Allah’ın uyarılarına kulak asmamanın ve geçmişteki kusurlardan ve hatalardan ders almayıp, onları yinelemeyi sürdürmenin bedelini ödüyor: Allah “Aklını işletmeyenlerin üzerine pislik yağdırırım! ”demişti. (15) Şimdi İslam coğrafyası toplumları bu “pisliğin ”, yani sıkıntılı olayların ve zulmün altında inliyor. “Hâlâ ibret almazlar ! demişti Kur’an (Casiye 23, Neml62). Allah, “Pisliklerden sakınmamızı ” da söylemişti. (Müdessir 5) ve nihayet; Kur’an’da “Allah hesabı çabuk görecektir ” denildiğini de biliyoruz. (Ali İmran 19, Maide 4, Ra’d 41). Yazımızı sonlandırırken, başlığımızdaki soruyu yineleyelim: Beşeriyet neden bu durumda, özellikle de İslam dünyası? Yanıt apaçık ortada değil mi? Yolun sonu görünüyor, rehbere gerek yok…    
--------------------------------------------
(1)     Ali KÜLEBİ, TUSAM Ulusal Güvenlik Stratejileri Arş. Mer.  
(2)     ABD’nin kirli sicili her gün biraz daha gizlenemeyecek duruma gelmektedir. Geçmişten ve günümüzden birkaç örnek anımsayalım:
*  Irak işgâli ile umduğu istikrar gerçekleşmemiş, işgâl gerekçesi olarak öne sürdüğü demokrasi hiç yerleşmemiştir. Aksine, tıpkı Afganistan’da olduğu gibi; Irak’ta da iç karışıklıklar artarak sürmektedir. Her iki ilkede de ABD stratejisi fiyasyo ile sonuçlanmıştır. Ayrıca, ABD’nin güdümündeki NATO, Afganistan’da ‘yanlışlıkla sivilleri de bombalamak’ huyundan vazgeçmemiştir. “ – Hüseyin BAŞ, Cumhuriyet Gazete (o7.Eylül,2oo9)
*   Cumhuriyet (o8.Eylül,2009), Dış Haberler Servisi: Küresel Ekonomik krize rağmen, ABD’nin 2oo8 yılındaki toplam silah ihracatının %5o arttığı bildirildi. 2008’de, dünyada toplam silah ihracatının %68.4’ünü ABD gerçekleştirdi. Kriz nedeniyle dünyadaki silah ihracatı azalırken; ABD, 2oo7’ye göre silah ihracatını %25.4 milyar dolardan 37.8 milyar dolara çıkardı.  
*   “ABD borç senetleri artık derecelendirme kuruluşları tarafından ‘ çöp ‘ olarak  değerlendirilmektedir. ABD ‘ de kamu sektörü borcu 14.2 trilyon dolara ulaştı. Bu rakam ABD ulusal gelirinin  %100’ünü aşmak üzere. 2008 ‘ de ABD bütçe açığı1.4 trilyon dolar.” – Prof.Dr.Erinç YELDAN, Cumhuriyet Gazete (20.Temmuz,2o11)
*   ABD, iç güvenlik için, yılda 600 milyar dolar harcıyor. (TRT, rado-1, 12.ekim,2010)
*   Almanya’da yayınlanan Der Spiegel dergisinin haberine göre, ABD’nin küresel düzeyde kurduğu dinleme ve izleme ağını deşifre eden eski CIA ajanı Edward Snowden’ın, ABD Ulusal Güvenlik Kurumu’nun AB’ye yönelik casusluk faaliyetlerini gösteren belgeleri ortaya çıkardı.
*  Amerika Birleşik Devletleri’nin AB diplomatlarını dinlediğinin ortaya atılması Brüksel ve Washington arasında güven bunalımına yol açtı.  AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, Amerikalı mevkidaşı John Kerry’ye ‘durumun bir an önce açığa kavuşturulması’ çağrısında bulundu.
* ABD Ulusal Güvenlik Kurumu NSA'in küresel siber casusluk programını ortaya çıkaran CIA eski çalışanı Edward Snowden’ın sızdırdığı son belgeler, ABD'deki Türk elçiliğinin de dinlendiğini ortaya koydu. NSA, ABD'deki 38 yabancı elçilik ve konsolosluğu "telekulak" yöntemiyle dinlemiş.
* İngiliz gazetesi Guardian’ın özel haberine göre, NSA’nin Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerin Washington’daki elçiliklerinde ve New York’taki AB binasında gizlice dinleme yaptığı öne sürüldü.
* Almanya Adalet Bakanı Sabine Leutheusser-Schnarrenberger, Washington’dan açıklama talep ederken, ‘ABD’nin eylemlerinin Soğuk Savaş yıllarını hatırlattığını’ söyledi.
* Almanya Der Spiegel dergisi, hafta sonunda ABD’nin ‘böcek operasyonlarının’ Brüksel’de bakanların bir araya geldiği Justus Lipsius binasını da kapsadığını belirtmişti.
* Der Spiegel’e göre, Ulusal Güvenlik Dairesi, AB’nin Washington daimi temsilciliğini dinlemekle kalmadı, AB’nin Brüksel’deki Konsey binasındaki toplantı salonlarını da izlemeye aldı.
*   “ABD, Körfez Bölgesi’ndeki ‘ yaşamsal nitelikteki çıkarları ‘ na  ve hegemonyasına ağır bir darbe indireceği gerekçesiyle İran’ın ‘ nükleer devlet ‘ statüsü kazanmasını kabul edilemez görmektedir.” – Şükrü ELEKDAĞ, Cumhuriyet Gazete (02 .şubat,2011) (Dünyanın bir numaralı nükleer silah gücü olan ABD, kendinden başkasında nükleer güç bulunmasını hazmedemiyor. Bu da, yönetimlere özgü bencilliğin politika boyutu olsa gerek… - S.G.)
*   “abd, Hüsnü Mübarek’i tam 30 yıl kullandı, sözde ‘ Arap Baharı ‘ , ‘ demokrasi ve özgürlük ‘ kandırmacası ile devirdi.” – Hikmet ÇETİNKAYA, Cumhuriyet Gazete (24.Ağustos,2011) (Görülüyor ki, ABD için, işbirliği yapacağı ve taşeron olarak kullanacağı bir devletin rejimi önemli değil; demokrasi maskeli teokratik / krallık da olabilir, yeter ki ABD’nin çıkarlarına boyun eğmiş olsun… - S.G.)
*   ABD’nin bu kirli sicili hakkında belgelere dayalı daha ayrıntılı bilgi için bkz. OLTADAKİ BALIK TÜRKİYE, Emin DEĞER / KÜRESEL TUZAK ILIMLI İSLAM, Bahadır S.DİLEK / KÜRESEL ÂFETLER, Yaşar.N.ÖZTÜRK / TÜRKİYE’nin ASKERSİZ İŞGÂLİ, Erol MANİSALI, DIŞ POLİTİKA KISKACINDA TÜRKİYE, Erol MANİSALI, DEĞİŞİMİN DİYALEKTİĞİ, Server TANİLLİ.
(3) Bid’atler konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI, Yaşar N. ÖZTÜRK
(4) Neml 62, Seba 9, Rûm 8+9, Nisa 82, Nur 61, Haşr 21, Casiye 23, Zümer 44, (“Düşünmez misiniz / akletmez misiniz!” konulu ayetlerin sadece birkaçıdır…)
(5) Prof. Dr. Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi – Siyasal Kitabevi
(6) THE THEORY OF JUSTICE, R.Stamler
(7) Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ferit Develioğlu.
(8) Beyine 1+2+3+4+5+6, Ali İmran 110+72+199, Maide 15
(9) Bu kavramlar ile ilgili ayetler için bkz. Adiyat6, Ahzab 72, Alak 6, Abese 17, İbrahim 36, Şura48, Bakara 30, Fussilet 48, İsra 100, Mearic 19+20+21+36.
(10) Cahilliği yeren âyet: Yunus 89
Bilgiye / bilime insanları özendiren ayetler: Ali İmran 7+190, En’am 97, Ankebut 49, Fâtır 28, Fecr 27+30, Necm 14, Vakıa 7+21
(11) Neml 62, Kamer 15+17+32+40, Enbiya 44, Casiye 23, Hakka 42, Zariyat 21
(12) Hukuk Felsefesi, Adnan GÜRİZ, sayfa 16
(13) “Teşhircilik” psikolojik rahatsızlıktır. Bkz. GENÇLİK PSİKOLOJİSİ, Prof. Dr. Refia Şemin.
(14) Zübür: yapay kutsal kitap (mişna)
(15)  KUR’AN, Yunus 100

YARARLANILAN ESERLER
-         Küresel Afetler, Yaşar N. ÖZTÜRK – Yeni Boyut Yayınları
-         Ulusal Çıkarlar, Onur ÖYMEN – Remzi Kitabevi
-         Cumhuriyet Gazetesi – 05 Ocak 2009, 26 Ağustos 2009, 2 Şubat 2011
-         Hukuk Felsefesi, Adnan GÜRİZ – Siyasal Kitabevi
-         Cehaletin Tahsili, Prof. Dr. Hüseyin ATAY – Atay Yayınları
-         Entegrizm, Roger GARAUDY – Pınar Yayınları
-         Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf,   Yaşar N. ÖZTÜRK – Yeni Boyut Yayınları



               

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder