Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

26 Eylül 2016 Pazartesi

BULUT UFOLAR

BULUT UFOLAR
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever
Hangi zamanda yaşamış olurlarsa olsunlar, insanlar yeni olaylar karşısında(özellikle de daha önce görmediklerine) tepki olarak aynı değilse bile üç aşağı beş yukarı benzer tavır ve tutumu sergilerler. Kişi için, karşılaştığı her yeni durum aslında çözmesi ve zihnen uyumlanması gereken ama egosunun da rahatını kaçıran yeni bir problem niteliğindedir. Kişi böyle bir durumda; inkâr, alay, görmemezlikten gelme ya da “tesâdüf” deyip geçme gibi kaçamak yollara sapmazsa, çalıştıracağı mekanizma; algılama alanına girmiş olan yeni bilgiyi/olguyu/gözlemi/kendisine söyleneni vb.vb. mevcut bilgileriyle karşılaştırma ve onlarla tevil etme hattâ onlarla adlandırır.
Özellikle kadîm zamanların bireyleri tarafından bu mekanizma yaygın olarak sergilenmiştir. Kadîm kabileler, klanlar, aşiretler vb. kendileri için yeni bir olgu olan; örneğin şimdiki konumuz uçan nesneleri gözlemlediklerinde, yukarıda verdiğimiz zorunlu mekanizmaya yönelerek, karşılaştıkları yeni durumu(nesneyi, olguyu) mevcut bilgileriyle karşılaştırarak adlandırmışlar ve yorumlamışlardır.
Bilindiği kadarıyla , dış uzay kaynaklı zeki varlıkların dünyamızı ziyaretlerinin belgelere dayalı geçmişi 45.000 yıl öncelere gider(*). Dış uzaydan gelen ziyaretçilerimiz; gerek görünüş, gerek sergiledikleri hareketler/etkinlikler ve gerekse içinden çıktıkları uzay araçları(UFOlar) ile bu araçların havadaki hareketleri olarak; dünya yerlisi “zeki” varlıkları hayrete düşürmenin de ötesinde korkutacak niteliklere sâhip oldukları için, onlara; tanrı, rabb, melek, ruh vb. gibi adlar vermişlerdir. UFOlar için de; “uçan kalkan”, “alev”, “kasırga”, “bulut”, “bulut direği”, “ışıltılı bulut”, “kerûbi”(Davud Peygamber’in gözlemi – TEVRAT, Mezmurlar, 18/10) gibi adlr vermişlerdir. Modern zamanlarda bile ünlü iş adamı Amerikali Arnold, kendi kullandığı uçakla Washington semâlarından geçerken gördüğü uçan nesnelere “uçan çay tabakları”(flying saucers) adını yeğlemişti gözlemini rapor ederken. Biz Türkler de bu nesnelere “uçan daireler” demişiz o yıllarda.
Şimdi biz bu yazımızda, kadîm zamanlardaki UFO gözlemlerinde “bulut” sözcüğü ve bununla yapılan tamlamalarla adlandırılmış ve literatüre geçmiş olanları ele alacağız. Bu arada, elbette değişik atmosfer koşullarında UFOları çağrıştıracak bulut formasyonları çok nâdir de olsa oluşmaktadır ama bunları hepsini atmosferik koşullarla açıklayıvermek gerçekçi olmaz; başını, kuma gömmüş deve kuşundan farkımız kalmaz…
Orta Doğu’dan Orta Asya’ya, Yunanistan’dan Çin ve Hindistan’a kadar çeşitli zamanlarda yaşamış çeşitli toplumlar UFOları bulutlar ile ilişkilendirmeye, anlamaya ve anlatmaya yönelmişlerdir. Şimdi değişik kültürlerde ve kütürden kültüre değişen, farklı ifadelerle olsa da bulutlarla ilişkilendirilen kadîm zamanların UFO gözlemlerine örnekler verelim:
RABB’in BULUTU: “Ve Rabb’in dağından üç günlük yol öteye göç ettiler. Göç ettikleri zaman Rabb’in BULUTU, gündüzün onların üzerindeydi.”(Tavrat, Sayılar 10/33-4)
BULUT DİREĞİ: Gündüz BULUT DİREĞİNDE ve geceleyin ateş direğinde önlerinden yürüyorsun ve senin BULUTUN onların üzerinde duruyor.”(Tevrat, Sayılar, 14/14)
BULUTTAN SESLENEN TANRI(Kızılderili şiiri): “Başımın üzerinde duran BULUT, söylediğim sözleri ne güzel yineliyor. Dedim ki, bu kadarını bilirim bana söyleneni. Konuşan sensin; sensin yöneten ve yön
veren. Hükmetmek yetkisi sende ve kudret de sendedir(ESKİ UYGARLIKLARIN ŞİİRLERİ, Talat S.Halman, Türkiye İş Bankası Yayınları)
BULUT-KUL DİYALOĞU: Tevrat’ta yer alan bir “BULUT – kul diyaloğu”, bu kızılderiliye ne yöylenmiş olabileceğini aydınlatıcı niteliktedir: “Ve işe Rabb BULUTTA göründü ve Rabb Musa’ya söyleyip dedi: ALLAH’ınız Rabb, benim. (Tevrat, Çıkış, 16/10-2)
“Tanrılar”ın yolculuk hizmetlerinde kullandıkları bu kutsal nitelikli BULUTLARIN ilginç bir yaklaşımla nitelendirildiği birkaç Tevrat âyeti daha görelim: “Ve, gündüzün yürüsünler diye Rabb onlara yol göstermek için BULUT direğinde, önlerinde gidiyordu…” “Ve, önlerinde giden ALLAH’ın meleği yerini değştirdi. BULUT direği önlerinden yerini değiştirip, arkalarında durdu.”(Tevrat, Çıkış 13/21+14/19) Burada özellikle ikinci âyete dikkat edilirse, yer değiştirme olayı iki ayrı cümlede farklı deyimlerle anlatılmış olup, böylelikle bu “taşıyıcı BULUT”un ALLAH’ın bir meleği konumunda olduğu vurgulamaktadır. Nasıl ki, şu âyette de aynı vurgulamayı görüyoruz: ”Ve, Rabb Musa’ya dedi: İşte meleğim senin önünde yürüyecek.”(Tevrat, Çıkış 32/33-4)
Görüldüğü gibi, kutsal bir bulut türü sanılmakta olan bu “küt uçlu silindirik taşıyıcı” tanrıya taşıma hizmeti gördüğü için, bir “melek” olarak da betimlenebilmiştir. Tanrı ise kullarına doğruyu açıklamak yerine, onların anladığı sözcüklerle hitap etmeyi daha doğru bulmuştur. Şimdi de çöl ortamında ve bir “tanrı BULUT”un önünde bir tapınma ritüelini görelim: “Ve, vâki oldu ki, Musa çadıra çıktığı zaman, tüm kavim kalkar ve herkes kendi çadırının kapısında dururdu. Ve, Musa çadıra girdiği zaman, BULUT direği iner be çadırın kapsında dururdu ve Rabb Musa ile söyleşirdi. Ve, çadırın kapsında duran BULUT direğini tüm kavm görürdü ve tüm kavm kalkar ve herkes kendi çadırının kapısında secde kılırdı.”(Tevrat, Çıkış 33/8-10)
Şimdi de bir UFO’nun renkli bir BULUT ve BULUTUN ise “melek gövdesi” sanıldığı şamanik bir inancı görelim: “Yayık kızıl BULUT sırmalıdır.” (Prof.Dr. Abdülkadir İnan, TARİHTE ve BUGÜN ŞAMANİZM, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yayınları) Tanrı ile insanlar arasında aracılık yapan bi başka “yayık” ya da kızıl şekilli UFO da Hindistan’da gözlemlenmiş ve çok daha gerçekçi olarak şu şekilde yorumlanmıştır: “Gökyüzünden bize doğru gelmekte olan ve ışıklar saçan bir ateşin alevlerini andıran kırmızı bir BULUT kütlesi gibi bir şey gördük.”(Bilim Arş. Merkezi, VİMAMAN, Tarih Öncesi Uzay Araçları, B.M.A. Yayınevi) Bu “ışıklar saçan BULUTLAR”dan biri antik Yunan’da çok daha yakından izlenerek, açılıp kapanmaları bile fark edilebilmiş: “…Tam bu sırada, yıldırımlar ve şimşekler arasında, altın gibi parlak bir BULUTUN yere indiğini gördük. Bu bulutun içinden bir araba çıktı. Herakles, bu arabaya bindikten sonra, bu aydınlık bulutun içinde Olympe Dağı’na doğru havalandı.”(Cemal Tolluk, MİTOLOJİ, Güzel Sanatlar Akademisi Yayınları)
Şimdi de, beyaz BULUTA benzetilen UFOların onuruna kurulan bir din, bir tapınak ile, tanrıların bu din mensuplarını ziyaret edişlerini görelim: “Maniheizm’in bir başka adı ‘Beyaz BULUT Dini’dir. Bu dine göre beyaz renk kutsal olup, rahiplerin giysilerinin ve kukuletalarının rengi hep beyazdır.”(Porf.Dr.Bahaeddin Öğel, TÜRK MİTOLOJİSİ, Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü Yayınları) “Ölümsüz varlıklar”ın Tibet’in kuzeyindeki Kun-Lun Dağı’nda bulundukları zamanlarda, onlar ara sıra kendilerine bağlı olanlarla konuşmak için, Pekin’in güneybatısında bulunan Beyaz BULUT Tapınağı’na gelirlerdi.” (Dr.Muhaddere Nabi Özerdim, ÇİN’in MENŞEİ MESELESİ ve DİNÎ İNANÇLAR, Bellten, c.26,syf.101, Türk Tarih Kurumu Basımevi – Ankara 1962)
Söz konusu kutsal BULUTLARDAN bazılarının, şekli elips görünümündeydi; bunların anılarının festivallerde de yinelendiğinin yazılı kayıtlarına bir örnek görelim şimdi de: “Beyaz madenlerden yapılan VİMANALAR havadayken, yumurta biçimli bulutlara benzemekteydiler.” (Scognamillo Giovanni, DÜNYAMIZIN GİZLİ SAHİPLERİ, Koza Yayınları) Vimanaların ne olduğuyla ilgili, antik Hint toplumlarının şu tanımı yeterli bilgiyi içeriyor: “Gökteki parlak BULUTU andıran vimana, her yere gidebilen kusursuz bir hava aracıdır.” (Bilim Arş. Merkezi – VİMANA, Tarih Öncesi Uzay Araçları –B.A.M. Yayınevi)
Tevrat’ta geçen Kızıl Deniz’in yarılması olayının “BULUT UFO’lar”la olan olası bağlantısını da gözden geçirerek bu yazımızı sonlandıralım: “And olsun ki, Musa’ya kullarımı geceleyin yürüt; denizde onlara kuru bir yol aç, batmaktan korkma ve endişe etme diye vahyettik. Firavun ordusuyla onları izledi, deniz de onları içine alıverdi.” (Tâha 77, Diyanet İşl.Bşk. KUR’AN’I KERİM ANLAM) Görüldüğü gibi, Musa Peygamber’e batmaktan korkmaması söylenmektedir ki, böyle bir endişenin oluşabilmesi için; hem deniz üzerinden, hem de su görünümü veren bir yoldan geçilecek olunmalıdır. Deniz dibindeki bir yoldan geçişin olanaksızlığını gördük, geceleyin yürünecek olması böyle bir geçişi daha da olanaksızlaştırmaktadır. Bu nedenle, batma olasılığının olmadığından söz edilen yol, tabanda bir kum yol değil, yüzeyde bir yol olmalıdır. Nasıl ki, Tevrat’ta yer alan şu âyetlerle, bu durum tamâmen netleşmektedir: “Firavunun ordusu Kızıl Deniz’de battı. Taşlar gibi derinliklere indiler.”(Tevrat, 2:15/4-5)
İşte Tevrat’ın bazı âyetlerinden, deniz suyunun geri çevrilerek, denizin kara hâline getirilmesi anlaşılıyorsa da, bu âyet ile kastedilenin başka bir şey olduğu açıklık kazanmaktadır. Şimdi bir Kur’an âyetiyle; üzerinden hem geçilen, hem de geçilemeyen bu yolun nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışalım: “ALLAH da şöyle buyurdu: Kullarımı geceleyin yola çıkar; kuşkusuz, izleniyor olacaksınız. Deniz sâkinken geride bırak. Doğrusu onlar suda boğulacak bir ordudur.”(Duhan 23) Belki, olası endişelerin en aza indirilmesi için, üzerinden gece geçilecek bu yol, denizden bir parça ama sâkin bir parçadır. Daha açık bir söylemle, denizin sâkinleşmiş, yâni donmuş yüzeyi üzerinden, buzdan bir yoldan geçiş yapılmıştır.
Şimdi de Tevrat’ın M.Ö.270 yılında yapılan Yunanca çevirisinde bulunan çok ilginç bir bilgiyi izleyerek, bu mucizevî yolun oluşumunda ne tür bir “tanrısallığın” söz konusu olabileceğini görelim: “Bilgelik, Kızıl Deniz’den geçmelerini sağladı.”(Kitabı Mukaddes Şti., Kitabı Mukaddesin Deuterokanonik Kitapları, 3:10/18 – İst. 1987) İşte burada sözü edilen bilgelik, tanrı ve meleklerinin ya da daha büyük bir olasılıkla dünya dışı zekî varlkların teknolojilerinden başka bir şey olmayıp, yine bir başka bilgeliğin ürünü içerisinde ise bu bilge varlıklar yer almaktadır: “Ve Rabb ateş ve BULUT direğinden Mısırlılar’ın ordusuna baktı.”(Tevrat, 2:14/24)
İşte mucizevî yol, tanrının içerisinde yer aldığı bu BULUTTAN uzanmış bir el ya da daha gerçekçi düşünülecek olursa, soğuk hava püskürten bir cihaz ile oluşturulebilmiştir: “Ve Rabb Mısır’daki deniz dibini büsbütün yok edecek; ırmağın üzerinde, elini kavuran yeli ile sallayacak ve onu vurup yedi yol
açacak ve insanları çarıklarla geçirecek”(Tevrat, 17:11/15) Bu sözler Musa Peygamber’in değil, İşaya Peygamber’in olup, aynı mucizenin gelecekte yeniden gerçekleşme olasılığından söz etmektedir. Fakat anlatım tamâmen Musa Peyg. döneminde gözlemleneni değil, biraz daha aşırılaştırılmış bir hâli anlatsa da; temelde, aynı olay vurgulanmaktadır. Dahası, denilebilir ki; tamâmen değil de, belli bir bölgenin dondurulduğu, mucize sırasında da çok soğuk bir hava söz konusudur. Öyle ki, bu yel
“kavurucu” olarak tanımlanabilmiştir. Bilindiği gibi, çok düşük derecelerdeki ısıların insan tenine bir anlık temâsı bile tıpkı aşırı sıcak gibi haşlayıcı bir etki yapar.
İşte bu tanımlandığı söylemle, bu “kavurucu” soğuktaki yel deniz yüzeyi üzerinde sallanmış ve tüm gece diye nitelenen uzun bir süreç sonunda ise buzdan bir yol oluşturulmuştur ve o teknolojiyle bu oluşum hiç de zor olmamıştır. Tanrının mucize için seçtiği yer, Kızıl Deniz’in “dil” ya da “ırmak” olarak adlandırılan dar uzantısıdır. Evet dondurulan mesafe işte bu denli kısa, sanki uzunca bir köprü niteliğindedir. Ancak bu buzdan köprü deniz düzeyinde olmayıp, biraz daha aşağılarda oluşmuştur: “Burun (uzanrısındaki) deliklerden çıkan rüzgâr, suları üst üste yığıyordu. Ve öfkenin soluğu ile sular yayıldılar. Akıntılar yığın gibi durdular. Derinlikler denizin ortasında dondular”(Tevrat, 2:15/9) (**)
……………………………………………….
(*) Bkz. ÇAĞLAR BOYU UÇANDAİRELER, Ruh ve Madde Yayınları – YILDIZLARDAN GELEN TANRILAR, Sınır Ötesi Yayınları
(**) Yararlanılan Eserler: BULUTTAKİ TANRI, Çağın Okurlar, Ozan Yayıncılık

16 Eylül 2016 Cuma

İ H T İ Y A Ç L A R

İ H T İ Y A Ç L A R
HAZIRLAYAN : Selman Gerçeksever

Günlük yaşamda çokluk ve çeşitlilik hâlinde hemen sürekli hareket hâlindeyizdir. Bu hareketlerin her biri hem sebep, hem de sonuçtur. Bir hareket ya da eylem başka hareketleri (kaotik) ya da bir sonraki hareketi (lineer, doğrusal) başlatması bakımından onların / onun bir nedenidir. Ama o hareketin de bir başlatıcısı, bir nedeni vardır. Bir harekette bulunmak için bazı ihtiyaçlar hissederiz. Yani bir şeye ihtiyacımız olduğu zaman harekete geçeriz. Bu yazımızın konusu hareketlerimizin nedeni ihtiyaçlar olacaktır.

İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT öğretisinden biliyoruz ki, bir tesir madde ortamında hareket (ler) şeklinde tezâhür eder. Bir yerde bir hareket varsa, bu hareket bir tesirden dolayıdır. Hattâ maddedeki hareketler aşkın anlamada ve simgesel olarak “ruhların kıpırdanışları” nın (38) (*) ifâdesidir. Bu durumda hareketlerimizin arka planındaki ihtiyaçlar sâdece fiziksel etkilerden değil, ruhsal tesirlerden de kaynaklanmaktadır. Açlık, susuzluk, acı, korku vb. gibi fiziksel etmenler ile harekete geçtiğimiz gibi vicdâni ya da nefsâni itilimlerle de harekete geçeriz.

Örneğin, tatile çıkmak için pek çok neden / ihtiyaç vardır ama en sıradan ve yaygın neden dinlenme ihtiyacıdır. Neden orada değil de, şurada tatile gitmemizin nedenleri de herkese göre farklı ihtiyaçlara dayanır. Bir süre çalıştıktan sonra dinlenme ihtiyacı hissederiz, kalkıp uzanırız ya da elimizden kalemi / mausu (fareyi) bırakır, oturduğumuz yerde şöyle bir doğruluruz. Susamışızdır, su içeriz; acıkmışızdır, yemek molası veririz. Kitap okumak, araştırma yapıp bir yazı kaleme almak için, bilgilenmek ihtiyacı hissetmemiz gerekir. Dış görünüşümüzle insanları etkilemek için, kaale alınma ve ilgi toplama açlığı ihtiyacı içinde olmamız gerekir.

Görüldüğü gibi, bir harekette bulunmak,  aksiyona geçmek için, o hareketle ilgili bir şeyin ihtiyacını  hissetmemiz gerekir. Tüm yaşam hareketler silsilesi ya da bir aktivite topluluğu / akışı olduğuna göre; hareketlerin, davranışların, etkinliklerin temelinde ihtiyaçlar vardır. Durum böyle olunca, oldukça önemli bir konuyla karşı karşıyayız demektir: Genellikle ihtiyaçlarımızın neler olduğu, ihtiyaçların kökenleri, ihtiyaçlarımızın ne kadarı, nasıl karşıladığımız, ihtiyaçlarımızı karşılayamadığımız zaman ne yaptığımız vb. konular önem kazanmaktadır. Ortaya çıkan herhangi bir ihtiyaç bize yönelik bir etkidir(uyarandır); bu etkiye nasıl ve ne şekilde tepki vereceğimiz gelişim düzeyimiz hakkında da ip uçları içerir.

Kendi gelişim ihtiyaçlarımızı gidereceğimiz ve başkalarının gelişim ihtiyaçlarını gidermelerine yardımcı olacağımız zaman-mekân koşulları içine enkarne oluyoruz. Ne türl koşullar içine ne zaman enkarne olacağımızı da; geçmişten getirdiğimiz karmik birikimimiz ile, seçme özgürlüğümüzü ve özgür irâdemizi kullanma şeklimiz belirliyor. Ama bir enkarnasyonda tüm gelişim ihtiyaçlarımızı karşılamamız söz konusu değildir. Bir tek enkarnasyonda gidermeyi yaşam planımıza aldıklarımızın da bir kısmını bu zor gelişim koşulları içinde gideremiyoruz ve bir takım noksanlarla / başarısızlıklarla geldiğimiz yere (ahret yurduna / spatyoma) dönüyoruz. Bu nedenler belli bir gelişim düzeyine yükselmek için pek çok yaşamlar (enkarnasyonlar) gerekebiliyor.

Ruh varlıkları olarak, iç potansiyelimizi maddesel ortamlarda tezâhür ettirmek ve gelişmek / şuurlanmak ihtiyacındayız. Bu, varlıksal bir ihtiyaç ve aynı zamanda evrensel bir etkinlik. Bu arada, her gelişim ihtiyacı da her ortamda giderilmez. Başka türlü bir deyişle, tüm ihtiyaçlarımızı ebediyen belli bir uzaysal objede (gezegen, asteroid, yıldız vb.) karşılamamız söz konusu değildir. Her maddesel ortam (uzaysal obje) belirli yeteneklerin tezahür ettirilmesine; tüm ihtiyaçlarımızın değil, belirli ihtiyaçlarımızın giderilmesine elverişli olanaklara sâhiptir. Çok genel anlamda maddenin olanaklarıyla ruhun tekâmül ihtiyaçları Aslî İlke’nin kudreti içinde bir araya getirilmiştir. Aslî İlke’nin gereklilikleri (icapları) içinde hem ruhun tekâmül ihtiyaçları, hem de bu ihtiyaçları karşılayacak maddesel olanaklar bulunur (191).

SADIKLAR PLANI bilgilerine göre varlığın fıtratında bulunan Üç Bilgi’den dolayı; kendini bilme yolunda idraklenmemesi / şuurlanmaması, gelişmemesi ve dolayısıyla Rabb’ini bilmemesi söz konusu değil. Kısacası, varlığın gelişmemesi, ruhun tekâmül etmemesi söz konusu değil, seçme özgürlüğümüzü gelişmeme yönünde kullanma lüksümüz yok.  Dolayısıyla gelişmek ve değişmek varlıksal ve evrensel kapsamda en temel ihtiyacımız. Bu temel ihtiyaç içinde varlıksal ve evrensel etkinliğimiz devresel olarak ve ebedîyen sürmektedir. Bu edebî gelişim yolunda çokluk ve çeşitlilik hâlinde ortaya çıkan ihtiyaçlarla yine çokluk ve çeşitlilik hâlinde pek çok hareket sergileriz ki, olgunlaşmanın şuurlanmanın doğal sürecidir bu.

Bu yol üzerinde herhangi bir gelişim ortamındaki zaman-mekan koşulları, o ortama enkarne durumda bulunan en yüksek realitenin gözetimi  ve kontrolü altındadır. Böyle yüce bir varlık kendi gelişim yolunda böyle bir liyakat ve olgunlukla vazifesini yaparak kendi gelişim ihtiyaçlarını giderirken, gözetimi altında ve kapsamında bulunan varlıkların da gelişimlerine yardım etmektedir. Bu ortamda gelişen varlıkların vazifesi de, görüp gözetici ve esirgeyici olan rablerinin irâdesine hizmet ederek gelişmektir. Tezâhürat ortamının tüm varlıkları da, değişik şuur düzeylerinde olmak üzere âlemlere (ve dolayısıyla evrene) yayılmış olarak İlâhi Murad’a hizmet ederek gelişmek durumundadır. Bu nedenle evrende zeki yaşam türlerinin nâdirliği değil; bolluğu, çokluğu ve çeşitliliği söz konudur.

Bu yazımızın ana teması olan varlıkların gelişim ihtiyaçları, yaşamlar boyunca sergiledikleri gelişim etkinliklerinin genel sonucudur. Görülüyor ki, genel anlamda hareket (etkinlik, aksiyon) ihtiyaçları, ihtiyaçlar da hareketleri doğurmaktadır. Bu, Sebep-Sonuç Yasası’na göre işleyen bir mekanizmadır. Bu evrensel ve varlıksal gidiş içinde, gelişim ve değişim evrensel kaderimizdir. Gelişmemek ve değişmemek söz konusu değildir. Bu bağlamda yaşamlar boyu yapıp durduklarımız; özümüzde potansiyel olarak bulunan bilginin maddesel ortamlarda uygulama ile; görgü ve deneyim birikimine, onları da öz bilgilere dönüştürmektir. Bu arada elbette maddeyi de geliştiriyoruz ve giderek daha süptil bedenlere enkarne olur hale geliyoruz. “Öyle bedenler vardır ki, siz onları ruh zannedersiniz…” deniyordu SİRİUS CELSELERİ ’nde verilen bilgilerde. Genel varlıksal ve evrensel kaderimiz olan gelişim ve değişim olgusu içinde, giderek, öz benlikler olarak mensubu olduğumuz planın daha kalifiye işçisi olmak durumundayız. İlâhi İrade Yasaları’nın uygulayıcısı ve yöneticisi olmak da gelişmek ve şuurlanmak ile olası. İşte tüm bunlar için gerekli olan araç-gereçler ihtiyaçlarımızı oluşturmaktadır.

Ama  gelin görün ki, enkarne olduktan sonra; madde, enkarne varlığı   için, toplumun da etkisiyle yapay ihtiyaçları empoze eder ve kişi genellikle bunlarla sınanır. İşte tam da burada, yapay ihtiyaçlara muhalefet kişinin gerçek samimiyetini ortaya kor. Söz konusu yapay ihtiyaçlar ve hattâ yapay îcaplar (gereklilikler) kargaşası ve karmaşası içinde belli bir yaşam için gerekli olan gerçek gelişim ihtiyaçlarımızdan uzaklaşabilir, yeniden onları bulana kadar acılı / ıstıraplı eprövlerle karşılaşmak kaçınılmaz olur. Bu bakımdan her konuda sâdelik içinde yaşamakta, az ile yetinmekte, açgözlülük /biriktiricilik yapmamakta yarar var. Bu beşerî aldanmayı önlemek için; Kur’an’da, “servetin belli ellerde toplanmaması”  ve “servet şımarıklığı”  konusunda uyarı yapılmıştır (Haşr 7, Zühruf 23, Hûd 82+83, Nisa 61, Mâide 1043, Vakıa 45, Nahl 71, Zariyat 19, Enam 141).
Görülüyor ki, ihtiyaç belirlemedeki isâbetsizlik de birtakım ıstıraplarımızın kaynağı olmaktadır. Bir sonraki enkarnasyonumuzun şeklini belirleyen etmenlerden biri de budur. Belirli koşulları ve özellikleri içeren zaman – mekân koşulları içine enkarne olmamızı belirleyen etmenlerden biri de genel gelişim ihtiyaçlarımız olmaktadır. Çünkü belli bir yaşamlık ihtiyaç birikimimiz bizi yeni bir enkarnasyona zorlar. Yaşam planımızın hazırlanmasında da; toplumun öteki bireyleriyle (aile, iş arkadaşları vb.) iletişim zorunluluklarını da “karşılıklı ihtiyaç giderme faktörü” oluşturur.

Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, şu andaki gerçek (varlıksal / ruhsal) ihtiyaçlarımız ve onların oluşturduğu maddesel çevremiz (ki buna bedenimiz de dâhildir) varlık olarak kendi elimizin emeğimizin sonucudur. Böyle olunca, bu bir anlamda; alın yazımızdan da (kaderimizden de) sorumluyuz demektir. Bir başka söylemle, bugünkü genel manzara, önceki beyanlarımızdan oluşan istek ve ihtiyaçlarımızın perişan manzarasıdır. Bu nedenle bir şey isterken, ihtiyaç beyanında bulunurken, biraz düşünmek ve çocukları da buna alıştırmak gerek… “Şunu canım istiyor ama gerçekten ona ihtiyacım var mı?” Mâkul vicdana dayalı bir sâdeleşme içinde; çok şey istemeden, istekleri olabildiğince azaltarak ama bolca şükrederek yaşamasını öğrenmeliyiz ve öğretmeliyiz. Çünkü şu anda nelere sâhipsek, onlara lâyıkız demektir; onları içsel gelişim yönünde değerlendirmek durumundayız. Elimizdekinin “hakkını vermeden”, ondan gelişim yönünde yararlanmadan; başka şeyler ya da aynı şeyden daha fazla miktarda istemek, beşerî bir zaaf ve açgözlülükten başka bir şey değildir. Burada “”hakkını vermeden derken, kendi içsel gelişimimiz ve başkalarının gelişimi için kullanıp kullanmamayı kastediyoruz.

ihtiyaçlar yazısı, sayfa 2'ye .jpgAçık gerçek bu olduğunu bazen bile bile ve dahası, hiçbir şeyin ölüm ötesine geçirilemeyeceği de çok iyi bilmemize karşın, biriktirme işlemini sürdürürüz. Biriktirdiklerimizin içinde hareket ve düşünce (küresel düşünme) yeteneğimizi yitirip, sâbitleşiriz. Bu kusurumuzu tevil etmek için güzelce sözler de uydurmuşuzdur: “Fazla mal göz çıkarmaz…”, “Mal canın yongasıdır” Bu ya da benzeri tekerleme ve atasözleriyle açgözlülüğümüzü tevil etmeye çalışırız ama unutmayalım ki, kişiyi biriktirdikleri batırır. Ayrıca, “hazineniz neredeyse, gönlünüz oradadır”  özlü ifadesini de burada anımsamakta yarar var. “Hazinelerimiz yeryüzünde değil gökyüzünde olmalıdır…”
Açgözlülük, elbette derece derece olmak üzere eğitilmemiş ve aklı da egemenliği altına almış bir nefsin en belirgin niteliklerindendir. Acaba her isteğimiz birim gerçekten ihtiyacımız mı? İstediğimiz şeyin sorumluluğunu kaldırabilecek olgunluk ve güçte miyiz? Gerçekten ihtiyacımız olan şeyleri istediğimizden emin miyiz? Daha çok ne türden şeyler istiyoruz? “Yarı İdrakli”  varlıklar (3+50+58+60 +77+101+135+197) olduğumuz için, büyük bir olasılıkla gerçek ihtiyacımız olan şeyi bilemeyiz, dolayısıyla istemediğimiz de dahası, istediğimiz şeyler de o andaki gerçek ihtiyacımız değildir. Yapay ihtiyaçlar ve yapay îcaplar içinde kendi kendilerini “boğmuş” kimselerin sayısı az değildir. Bu olumsuz durum bir bakıma, gelişim yolundaki bireyin kendi, kendini engellemesidir. İçsel gelişimde en büyük engel yine kendi egosudur. Bu olumsuz durum kişinin kendi kendine zulmüdür. “Alın yazımız buymuş, ALLAH böyle yazmış, kader işte…” vb. gibi söylemler, kusurlarımızın sonuçlarını ALLAH’a fatura etmeler varlıksal gerçeklerle bağdaşmayan, insanın gerçek doğasıyla örtüşmeyen beşerî hezeyanlardır. “ALLAH zulmetmez” (Yunus 44), tam tersine, “ALLAH insana kolaylık diler” (Bakara 185) ama “insan kendi kendine zulmeder” (Yunus 44)

Kendi kendimize yönelik olarak sergilediğimiz bu talihsizlikler ve basiretsizlikler maddenin câzibesi ve toplumsal koşullandırmaların da etkisiyle (örneğin moda ve reklamlar) daha da vahim ve sakınılması zor bir hal alır. Bu bağlamda asıl ve normal / doğal ihtiyaçlarının dışında olan ihtiyaçlar ve icaplar “istekler” olarak empoze edilir ve kişiler “ister hâle” getirilir. Bu en istenmeyen, etik açıdan da “sinsice kandırma” denebilecek en zararlı ve bireyleri tüketici konuma getiren toplumsal / ekonomik koşullandırmalardan biridir. Açıkçası, moda ve reklam sektörleri kendinden habersiz bireyin beşerî zaaflarından yararlanarak palazlanır / palazlanmaktadır.

İşte tüm bunlardan dolayı, kişinin seçme özgürlüğüne ve özgür irâdesine ket vuran bu tür ve benzeri koşullandırmalara karşı “uyanık” olabilmek için nefsin eğitimi ve duyguların yönetimi önem kazanmaktadır. Bedenlenme ile varlıksal özgürlüklerimiz sınırlanır. Bedenin kapasitesiyle, maddesel etmenlerin ve koşulların etkisiyle varlıksal özgürlüklerimizin çoğunu yitiririz. Bu nedenle, bedenli haldeyken kendimizi çok özgür sanmayalım. Nefsin başıboşluğunu özgürlük sanmayalım. Aksi takdirde, doğmadan önce (enkarne olmaya hazırlanırken) seçme özgürlüğü ve özgür irâdemiz (varlıksal ilkeler) doğrultusunda aldığımız kararları, kendi kendimize ve planımıza verdiğimiz sözleri (Kur’an – Tevbe 4, Bakara 63, Nahl 91, İsra 34+37+38) enkarne olduktan sonra uygulayamayabiliriz. Bu duruma düşmemek için, maddenin / bedenin daraltıcı ve karatıcı etkisine karşı “uyanık”  olmak durumundayız. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bedenli haldeyken kendimizi çok özgür zannetmeyelim. Nefsin kandırmacalarının, toplumun koşullandırmalarının kurbanı olmuş olabiliriz. Unutmayalım ki, asıl özgürlük; nefsin kontrol altına alınmasından sonra gelir ki, o da vicdan özgürlüğüdür.Kişi, vicdanını nefsin egemenliğinden kurtarabildiği ölçüde gerçek ihtiyaçlarını daha isâbetli oranda belirleyebilir, bağlı olarak gelişim hızını da arttırabilir.


İşte âkil ve kâmil ve de müdrîke sâhibi (idrakli) insana yaraşan bu duruma ulaşabilmek; çok büyük ölçüde, kendini tanıma ve bilme duyarlılığı içinde nefsin eğitimi ve buna bağlı olarak ve duygusallığın kontrol altına alınmasına bağlıdır. Nefsini eğitememiş,  bencilliklerden kurtulamamış, duygularını kontrol etmeyi öğrenmemiş (daha doğrusu öğretilmemiş) bir genç, kolaylıkla; dünyasal / maddesel câzibenin, beşerî koşullandırmaların ve ideolojik empozisyonların oyuncağı olabilir. Dahası, birey ihtiyaçlar karmaşası içinde; dünyasal câzibeye ve beşerî koşullandırmalara yatkın olan beşerî ego az yukarıda söz konusu ettiğimiz toplumsal / ekonomik empozisyonlara yatkın ve onların bir enstrümanı (aracı maşası) hâline gelir. Bunun peşi sıra oluşan özdeşleşmeler, başımıza; atlatılması çok zor yaşam sınavlarını (eprövler) açabilir.

O halde, ihtiyaçlar ile seçme özgürlüğü ve ego eğitimi arasında (önceden duygular arasında) sıkı ilişki var. Hattâ ihtiyaçların, küresel anlamda, vazife ile de ilişkisi bulunduğunu söyleyebiliriz çünkü ihtiyaç, vazifesinin yerine getirilmesi sırasında gerekli olan her şeydir. Burada “vazife” derken, bir tezahür uzantısı olduğumuz ruhsal planın hedefine hizmeti kastediyoruz. Bu bir bakıma planımızın ilâhi muradına hizmettir ve planlar da ALLAH’ın ilâhi muradına hizmet eder durumdadır. Bu anlamda her şey vazifenin yerine getirilmesine araçtan / malzemeden başka bir şey değildir. Her varlık gelişmişlik durumuna ve düzeyine göre vazifenin yerine getirilmesinde görev alır. İşte tekâmülden amaç, giderek daha kapsamlı vazifelere aday ve lâik duruma gelmektir. Örneğin, bizler için dünyadan sonraki aşama olan Vazife Planı’nda (238) yer almak “tam idrak” düzeyine ulaşmakla olası. Bizler şimdi dünya gelişim okulunu bitirene kadar “otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli”  varlıklarıyız(3+50+58+60+77+101+135+197). Biz enkarne varlıklar için vazifenin gerçekleşmesine yönelik hazırlık mekanizması vicdandır (97). Bu nedenle vicdan birim dualitesinin (135+181) üst değeri, alt değerinden fazla olmasında yarar vardır. Vicdanın bu üst değerlerini besleyecek şekilde ve kalitede bir yaşam sürdürdüğümüzde, bu, İlâhi Murad’a daha etkin hizmet anlamına geliyor ki, (Kur’an söylemi ile ) “doğru yolda” (Sırat-ı Mustakîm) olmak da bundan başkası olmasa gerek (Bkz. En’am 153). Kur’an terminolojisiyle düşünmeyi sürdürdüğümüzde, belki şunu söylemek de olası: “dosdoğru yol” dan sapmak demek, vicdanın alt değerleri sürekli beslendiğinde ortaya çıkan istenmeyen durumlar (parçalanma “teferruk”) oluyor (En’am 153). İşte bu duruma düşmek ya da düşmemek; vazifenin yerine getirilmesi için malzemeden başka bir şey olmayan ihtiyaçlarımızı belirleme ve onları değerlendirme şeklimize bağlı oluyor. Bedenli /“bedensiz” tüm varlıklar, gelişmek için ve vazifelerini yerine getirmek için; bedenlenmeye, bedenli eprövler geçirmeye ihtiyaç duyarlar. Bu belki en genel anlamda bizlerin varlıksal ihtiyaçlarımızdır. Varlıklar söz konusu gelişim ihtiyaçlarını gidermek için değişik zaman-mekân koşullarına (maddesel ortamlara) enkarne olurlar. Hem enkarnasyondan sonra, enkarne olmadan önceki kadar şuurlu değildir. Enkarnasyonla (yaşam planlarının gerektirdiği kadar) bir şuursal daralmaya uğrarlar. Bir bakıma, şuur kısmen “kapanır” enkarnasyon ile.

Vazifenin yerine getirilmesi sırasında, vazife için gerekli olan her şey ihtiyaçtır. İşte burada gerekli olanı (ama gerçekten gerekli olanı) bilebilecek idrak düzeyine, anlayış kapasitesine, içsel birliğe ve sâfiyete ulaşmak, bizim için en büyük idealdir. Bedenli yaşamın amacı da budur zâten.

Şimdi yazımızın bu aşamasında vazife ve ihtiyaçlar bağlamında şu devre sonunda gerçekten ne yaptığımıza bakarak konumuzu sürdürelim:

Çokluk ve çeşitlilik hâlinde binbir türlü işler peşinde koşarken, gerçekten ne yapıyoruz? Zaman zaman şuurlu, bazen yarı şuurlu ama çoğu zaman “şuursuz” olarak yapmakta olduğumuz budur: Öz benliğimiz aracılığıyla mensubu olduğumuz ruhsal planın giderek daha kaliteli ve işe yarar bir elemanı hâline gelmeye çalışıyoruz yaşamlar boyu… Bu vazifeyle, maddesinin her türlü ağırlığına ve bizleri kendine benzetme gayretine rağmen; ihtiyaçlarımızı çok isâbetli belirleyerek idrak düzeyimizi, anlayış kapasitemizi ve sâfiyetimizi artırmaya çalışıyoruz. Yapmakta olduğumuz ve ebediyen de yapacağımız budur. Her şey de bunun için araçtır.

İhtiyaçlara karşı duyarlılık seçici olmayı da gerektirir. İhtiyaçların / isteklerin ayıklanması, azaltılması ve geri kalanların da önem sırasına göre dizilmesi… Unutmayalım ki, her önemi önemli değildir. İhtiyaç giderilmesinde, en önemliyi seçmek ve onu en ön sıraya almak daha akıllıca bir tutum olur. Böyle bir seçimi yapabilmek, belli bir düzeyde rikkate ve fehim gücüne sâhip olmakla olasıdır. İhtiyaçlara yönelik seçimlerimizi bu şekilde yapabildiğimiz zaman, kendi keyfî (yâni nefsâni ve bencilce) isteklere kapılmayabiliriz. Bu tutum, aynı zamanda nefse karşı muhâlefet gücü sergilemenin belirtisidir. Bunun tersi yöndeki tutuma Kur’an “nefsin hevâ ve hevesine uymak” diyor ki, bilgelikle / olgunlukla bağdaşmayan ve çocuklara özgü bir durumdur (Câsiye 23, Furkan 43, Mâide 70, Necm 23). İhtiyaçları belirleme kapsamında böyle bir farkındalık içinde bulunabilirsek, içsel gelişime daha çok katkısı olacak gerçek ihtiyaçlara yönelmemiz kolaylaşır ve gerçek ihtiyaçlara göre her şeyi yeniden tanzim etme fırsatını yakalayabiliriz. İhtiyaçlar ve istekler enkarne varlık için en değerli ve kuvveti, motivasyonlardır ama yukarıda öğrenmeye çalıştığımız koşullarda değerlendirmek kaydıyla…


Psikolojinin Yaklaşımı
Davranış bilimi olan psikolojiye göre, ihtiyaçlarımız; aynı zamanda, davranışlarımızı yönlendiren faktörlerdir. Günümüz psikolojisinde ihtiyaçlarımızı konu alan bir dizi teori geliştirilmiştir ki bunlara motivasyon teorileri denir(3).

Şimdi konumuzu biraz da motivasyon açısından inceleyelim: Motivasyon (güdüleme) “Belli bir davranışı başlatan, sürdüren ve yönlendiren güç” olarak tanımlanmaktadır. Motivasyon teorilerinin konusu; davranışlarımıza / hareketlerimize yön veren ihtiyaçlarımızdır. İhtiyaçlarımız da, fizyolojik ve psikolojik / düşünsel olmak üzere iki gruba ayrılır.

Psikolojinin açıklamasına göre herhangi bir ihtiyaç içinde bulunan birey gerginlik durumuna girer. Güdü (motive) ise, söz konusu “gerginlik durumu” nun gidermek için bireyi davranışa iten güçtür. Başka bir söylemle, birey doyurulmamış bir ihtiyacın gerginlik yaratan durumundan kurtulmak için, o ihtiyacı doyurmaya / gidermeye yönelik davranış geçer. Bu yazımızın başlangıç paragrafında da “ihtiyaç harekete neden olur” demiştik. Görüldüğü gibi aktivasyonlarımızın kökeninde değişil ihtiyaçlar vardır. Bu gerçeği göz önünde tutarak; içimizde istek olarak doğan bir ihtiyacın, gerçekten bir takım davranışlara (aksiyona/etkinliğe) girmeye değer olup olmadığını belirleyebilecek fehim gücüne ve rikkatine sahip olmalıyız ki, bu da çok büyük ölçüde kişinin kendi kendisini tanıma duyarlılığı içinde; nefsini eğitmiş, duygularını kontrol altına almış olmasına bağlıdır. Bu tutum ve duyarlılık hiç kuşkusuz, kendimizi tanımak açısından olduğu gibi, çevremizdekileri tanımak ve onlarla sağlıklı bir iletişim kurmak (yâni, uyum, esneklik, hoşgörü açısından da önemlidir.)

Kuşkusuz, insanın araştırılması, anlaşılması ve güdülenmesi kolay değildir. Nasıl ki, bu konuda karşılaşılan zorluklar şu şekilde sıralanmıştır: İhtiyaçlar konusunun kapsamını anlamak bakımından büyütecimizi biraz da insanın; araştırılması, anlaşılması ve güdülenmesi konusunda karşılaşılan zorluklara çevirelim. Bu konuda kaynakların saptamaları şöyle sıralanıyor:

1)     Güdüler doğrudan gözlenemez, ancak; insan davranışları gözlenerek, kişinin performansındaki değişiklikler ölçülerek ya da kişiye ihtiyaçları ve amaçlarıyla ilgili sorular sorularak güdüler (motives) hakkında varsayımlar geliştirilebilir.
2)     Güdüleri davranışlardan soyutlamak da zorluklar içerir. Çünkü bir davranış birden fazla güdüye karşılık olabileceği gibi; aynı güdü, değişik davranışlar şeklinde de kendini ifâde edebilir.
3)     Performans değişikliğinden hareketle, güdülenmeyle ilgili soyutlama yapmak risklidir. Çünkü performans; motivasyon (güdülenme) kadar, kişinin yetenek ve işle ilgili algılamalarına da bağlıdır.
4)     Kişinin kendinden bilgi alma yönteminin de kullanışlılığı sınırlıdır. Çünkü kişilerin kendi güdülerinin yapısı ve şiddeti hakkında farkındalıklarının ve bunu ifâdeye koymalarının geçerlilik ve güvenirliliğinin ne ölçüde olduğu tartışmalıdır. Bazı güdüler bilinç altında olabilirler; bazıları da bilinçli bile olsalar, kişinin utanma ya da araştırmacıya güvensizlik duyguları, bu bilinçteki güdüleri açıklamalarına engel olabilir.
5)     Güdüler, ayrıca biri ötekini tamamlayarak ya da gücünü azaltarak da birbirleriyle etkileşebilirler ve karmaşık yapılar oluştururlar.
6)     Karşılanan / giderilen ihtiyaç doyum etkisi geçene kadar davranışı etkilemez, yâni güdüleyici etkisi yoktur. Örneğin, keşif ihtiyacı gibi bazı üst düzey ihtiyaçlar doyuruldukça artarlar. Bu demektir ki, bunlar doyuruldukça davranışı güdüleme özelliği yükselir.

Görüldüğü gibi, kişinin güdülenmesi bağlamında davranışlar psikolojisinin, hiç değilse iş hayatıyla ilgili önemli bir kısmını da ihtiyaçlar konusu oluşturmaktadır. Hemen hemen tüm hareketlerimizin kökeninde ihtiyaç ve isteklerimiz bulunmaktadır. Bu bakımdan ihtiyaçlarımızın / isteklerimizin neler olduğu ve bizleri nerelere yönelttiğini bilmek durumundayız. Bu bağlamda ihtiyaçları, gelişim açısından önem sırasına dizme konusu ve bunu yaşama geçirmenin önemi / yararı iyice ortaya çıkmış bulunuyor. Bu konuda başarılı ve isâbetli seçim yapıp, gerçek gelişim ihtiyaçlarına yönelebilmek; mâkul vicdan doğrultusunda sağlıklı bir sâdeleşmeye bağlıdır.

Burada “mâkul vicdan” akıl ve vicdanın paralelliği de diyebileceğimiz; aklın nefse hizmetten çok, vicdana hizmet etmesidir. Buna, aklın; mukadderat (yaşam planı) ve îcaplar dengesi yönünde kullanılmasıdır. Üsteki paragrafın son cümlesindeki “sâdeleşme” ye gelince, bundan anladığımız da şudur: Dünyasal özdeşleşmelerden soyutlanmak, yapay îcap ve ihtiyaçlardan arınmak, giyimde-kuşamda, yemede-içmede, hattâ düşüncelerde sâdeleşmektir. Kişini, bilgilerine ve içinde bulunduğu realiteye göre “en gerekli olan”  ile yetinmesidir, sâdeleşmek.

Sâdeleşmenin konusu olan öğelere şunları eklemek de yerinde olabilir: Yenileşmemizi ağırlaştıran, şuurda uyandırıcı etkiyi engelleyen, sevgi enerjisinin akışını, bloke eden kısacası olgunlaşmamızı engelleyen tortular ve kabuklar” olmaktadır. Bu anlamda sâdeleşmek; miskinlik, pasiflik ve kadercilik değildir. Tam tersine; ayrıntılardan sıyrılarak, asıl problemin üzerine gitmeyi olanaklı hâle getiren, gerçek anlamda aktif yaşamaktır.

Sonuç
Hareketlerimizin /  fiillerimizin kökeninde ihtiyaçlar vardır. “Tüm hareketlerin ve fiillerin hedefi vazifedir.” (Bedri Ruhselman). İhtiyacını duyduğumuz şeyler, vazifemizin yerine getirilmesinde birer araçtır. Başka türlü bir deyişle vazifemizi yerine getirmek için bir takım araç-gerece ihtiyaç duyuyoruz. Bunu, elbette belli bir şuurlanma düzeyine gelmedikçe bilerek yapamayız ama bilsek de bilmesek de İlahî Murad’a hizmetten başka bir şey yapmıyoruz.   
-----------------------
(*) Yazının akışı içinde görülecek rakamlar İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT’tan yaptığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.
(1) SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Syf. 41+67+87
(2) Dezenkarne varlıklara (yanlış olarak) “bedensiz” deriz ama aslında ruh varlığı hiçbir mekânda bedensiz değil, olamaz, irade ile bağlantı kuramaz. Maddesel ortam ne kadar süptil (titreşimi yüksek) olursa olsun, ruh varlığı oraya enkarne olabilmek için (orada tezahür edebilmek için) muhakkak oranın maddelerinden bir beden edinir kendine.
(3) Maslow’un teorisi (ihtiyaçlar hiyerarşisi), Herzberg’in iki faktör teorisi, Alderfer’in erg teorisi, Vroom’un beklenti teorisi, Equaity teorisi.       


10 Eylül 2016 Cumartesi

“İlâhi Nizam ve Kâinat” kitabından DENEYİM ve DEĞİŞİM

“İlâhi Nizam ve Kâinat” kitabından
DENEYİM ve DEĞİŞİM
(Derleyen: Selman GERÇEKSEVER)
Giriş
Yaratılmış olup da değişmemek diye bir şey yok elbette. Tek değişmeyen Yaradan’ın kendisi. Evrenler boyu değişim sürüp giderken, evrenlere yayılmış olan değişik şuur düzeylerindeki varlıklar da bu evrensel değişime uymak zorunda. Gelişmemek ve tekâmül etmemek söz konusu değil. Tüm tezahürat ortamı içinde ruh, tekâmül ediyor; varlık ise gelişiyor. Varlığın kendisi ve gelişimi ruhun tekâmülüne hizmet için. Asli İlke’nin evrenleri aydınlatan ışığı içinde varlık; değişip gelişip değer kazandığı oranda ruha hizmet kapsamındaki vazifesini daha etkin bir şekilde yerine getiriyor. Değişip gelişip değer kazanmanın, yani; evrensel değişime ayak uydurmanın, bu gidişe uyumsuz kalmamanın yolu da maddesel ortamlarda görgü ve deneyimi arttırmak. Görülüyor ki, varlık; evrensel değişime uyum sağlaması ve asli görevi olan ruha hizmetini daha iyi yerine getirebilmesi için, evrenler boyu sürüp giden bir etkinlik içinde görgü ve deneyimini arttırmak durumunda. Kısaca, değişip, gelişip değer kazanmak için, görgü ve deneyim birikimimizi sürekli arttırmak durumundayız. Bu nedenle, temel kaynak eserdeki (1)  “değişim” ve “deneyim” kavramlarını birlikte ele aldık.  Önce değişimin evrensel boyutuna bakalım; sonra da, varlığın bu evrensel değişim içinde ne yaptığına:
Değişimin Evrensel Boyutu
Tüm varlıklarıyla birlikte evrenin her zerresine değişik titreşim düzeylerinde tesirler gelir. Tesirlerin kaynağı Asli İlke’nin kudretidir. Asli İlke’nin kudreti evrenlerde tesirler olarak tezahür eder. Asli İlke’nin kudreti Yüksek İlkeler ve Asli Tesirler olarak evrenleri ve ruhları etkisi ve rahmeti altında bulundurur. Bu etki altında ruhlar tekâmül eder, evrenler gelişir.
ŞEKİL-1
 



Evrende milyarlarca zerrenin oluşturduğu bir cisme, milyarlarca cismin oluşturduğu bir güneş sistemine, milyarlarca güneş sisteminin oluşturduğu bir nebülöze ve sayısız nebülözlerden oluşan bir âleme ve nihâyet hidrojen realitesi dışında gene sayısız âlemlerden oluşan evrenin bütününe gelen tesirler bileşiminin bir zerresini bile beşer idraki gereği gibi kavramaktan acizdir. İşte İlâhi Nizam’ın evrendeki gereklerini yerine getiren ve değişimler silsilesi içinde evrenin uyumunu kuran ve onu kucaklayan tesirler vahdetidir ki, tüm hareketleri ve değişimleri oluşturur. Bu durum, ruhların evrenle ilişkilerini ve onların tekâmüllerinin zorunluluğunu açıklar (91+92)

Değişime Uyum Zorunluluğu
Bireysel, toplumsal, ekolojik ve evrensel kapsamdaki değişimler, yüzeysel zaman idraki karşısında ne kadar büyük birer katastrof şeklinde görünürse görünsün, beşeri varlıkların gelişim ihtiyaçlarına en uygun ve kusursuz karşılıklar verici düzenlemeler altında ortaya çıkmakta ve çıkacaktır. İlâhi Düzen içinde hiçbir varlığın hiçbir gelişim ihtiyacı ihmale uğramaz; tüm gelişim ve ihtiyaç isteklerine uygun düzenlemeler derhal kurulur. Çünkü evren; ruhların tekâmülü, varlıkların gelişimi içindir. Ayrıca, tekâmül ve gelişim için tüm ihtiyaçların sağlanması bir zorunluluktur. Bu ihtiyaçlar, vazifeli varlık grupları tarafından değişim ve dönüşüm silsilesi içinde karşılanır (277).

Zaman ve mekân koşullarının değişmesiyle ortaya çıkan uyum zorluğu, varlıklar için yeni uygulama alanı demektir. Bu yeni uyum zorunlu varlıklara gelişim olanakları / fırsatları sunması bakımından çok değerli ve önemlidir (278). Bu cümleden olmak üzere, gelecekte dünya beşeriyetinin değişecek olan çehresi ve yeni düzenlemelerle kurulacak uyum; ancak, tamamlanmış olan bir dünya devresinin kapanışından sonra olacaktır. Bunun için de dünyanın geçireceği (esâsen de geçirmekte olduğu) son hazırlıklar kapsamında değişimler olup durmaktadır (278) (2).   

Evren Varlıkları ve Değişim
Ruhun tekâmülü, varlığın gelişim ihtiyaçları için; en “ağır / kaba” madde durumundan, en “hafif” (titreşimi yüksek) madde durumuna kara, sayısız değişim ve dönüşüm söz konusudur. Bu maddesel değişimler, evrenin genel yönetimi ile ilgili / vazifeli varlıkların kudretleri ve yönlendirilmeleriyle belirli alanlardaki değişik gelişim düzeylerindeki varlıkların etkinliği ve işçiliğiyle sürüp gider. Evrenin teknik içeriğinin elemanları olan sürekli değişim vazifeli birçok varlığın eseridir. Fakat bu vazifeleri yönlendiren daha gelişmiş varlıklar gitgide yükselerek Ünite’deki (3) genel sorumluluk ve kudretlere katılırlar. Bu değişimleri hazırlayan varlıkların çalışma şekilleri şöyledir (74):

Varlıkların Evrensel İşlevleri
ŞEKİL-2
Yüksek ilkelerin gereği olarak ortaya çıkması yakın bir değişimin, olması gereken direktifi bir vazife grubuna gelir. Zaten evrenin gelişen her bir varlığı için onların gelişim ihtiyaçlarını ve işlevlerini kontrol edip saptayan başka vazifeli gruplar, bu varlıkların liyakatlerini, ihtiyaç derecelerini ve onlar hakkında yapılması gerekeni bilir. Yani Yüksek İlkeler doğrultusunda yönlendirme yapan yüksek/ gelişmiş varlıklardan başka, varlıkların etkinliklerini ve işlevleri hakkında tamamlayıcı bilgiler veren başka vazifeli gruplarda vardır. Örneğin, dünyada enkarne bir varlığın gelişimi için bir değişime ve malzemeye ihtiyacı vardır; buna layık olmuştur ya da bu onun yaşam sınavlarının, teşevvüşünün (ve kısaca, işlevsel özelliklerinin) bir gereğidir. İşte bu gereği ölçüp biçen, derecelendiren, zamanını ve içeriğini belirleyen vazifeli  grup bir başka gruptur. Bu vazifeli grubun yardımı, söz konusu bedenli için oluşacak olayların; niteliklerini, sayıca değerini, zamanını hazırlayıp vermesidir (74+75).

Örneğin, bir kimse (belli bir deneyim ve gelişim ihtiyacını karşılamak için) hasta olması gerekiyorsa; hastalığın türü, ağırlık / hafiflik derecesi, süresi ve tedavi olanakları belirlenir. Hattâ bu rahatsızlıkta ağırlaştırıcı nedenler de olması gerekiyorsa; o kimsenin donanımı/ malzemesi az bir yere gönderilmesi , tedavi edecek doktorun tanıda yanılması vb. durumlar da eksiksiz olarak verilir. Artık o bir tek kişinin bu durumdaki gelişim malzemesi içi gerekirse; birkaç varlık çalışacak, bünyedeki mikropların etkinliğini sağlayacak bir başka doktorun fiziksel durumunu o belirli anda gerektiği gibi tesir altında bulunduracaktır. Bu teknik etkinliklerin alanları da pek çok dallara ayrılır: Bireyin psikolojik durumlarını belirli form kalıplarına bağlamak, yöresel / toplumsal formlar kurmak ve hatta medyomları yönetmek vb. vb. (75).

Bunlar gibi, çoğaltılabilecek, içerik ve önlemleri birbirinden farklı pek çok etkinlik alanları vardır. Bu etkinlik dallarında / alanlarında çalışan kadroların her birinin tekniği ötekinden farklıdır. Örneğin, doğada oluşması gerekli fizik değişimleri (ekolojik, tektonolojik, katostrofik vb.) oluşturmakla yükümlü olan grup, medyomları yönetemeyeceği gibi, medyomları yöneten bir grup da toplumsal olayları kuran grubun vazifelerini yerine getiremez. Görüldüğü gibi, belli bir zaman ve mekân kesitinde, bireysel / toplumsal) düzeyde ya da doğa kapsamında Yüksek İlkeler doğrultusunda bir değişim ortaya çıkacaksa, bu değişim; birçok etkinlik dalında çalışan vazifeli grupların eşgüdümlü ve eşzamanlı işbirliğiyle olur (76).

Yüzeysel Zaman İdraki ve Deneyim
Yüzeysel zaman idraki içindeki beşeri gelişimde görgü ve deneyimin artması, özvarlıktaki bilgi birikiminin gerektirdiği değişim olgusu içinde, enkarne varlık realiteden realiteye geçerken; gelecek realiteler, geçmiş realitelerin sonuçlarını kapsaya kapsaya genişler, giderek büyür ve görgüsünün / deneyiminin artmasına neden olur. Örneğin, yüzeysel zaman idraki içinde beşeri yaşamın gereği olarak, kaba hodkâmlık realitesinin bulunduğu kademeyi dolduran bireysel hodkâmlık nefsaniyeti, bir üst “toplumsal plan nefsâniyeti”nde daha kapsamlı bir karakterde toplumsal hodkâmlık niteliği / görünümü kazanır (109) (4).

Dünya gelişim ortamındaki yarı idrakli( 3+50+58+60+77+101+135+197)) durumun “değer kazanması” nda (210) kullanılan elemanların başında beşeri deneyim ve görgü birikimi gelir. Beşeri görgü ve deneyim birikimi de, beşeri varlıkların doğrudan doğruya kendilerinin neden oldukları olaylar, işler ve eserler ile oluşur ki, bunların çoğı dış tesirlerin yardımıyla ortaya çıkarılır. Olaylar içinde bireyin sergilediği samimi idraklenme cehti oranında görgü ve deneyim birikimi artar ki, bu da bireysel değişim ve dönüşümü beraberinde getirir. Bu olumlu sonuç yeni uyum alanlarının oluşum nedenini oluşturur. Yaşam sınavlarımızın (eprövlerin) ıstıraplı / ıstırapsız ya da ıstırabın şiddetinin az / çok oluşu bizlerin değişip gelişip değer kazanmaya yönelik deneyim ve görgü birikimimize bağlıdır (127).

Sevgi İçerikli Deneyimlerimiz
Deneyim ve görgü fırsatlarının doğmasına vesile olan etmenlerden biri sevgidir. Sevgi olmasaydı, özbilgi kazanma yolları ve vicdan mekanizmasının olumlu / olumsuz zıtlarda sonuçlar oluşturması fırsatları bir hayli azalmış ve sonuç olarak, sâdece deneyim ve görgü değil; epröv, gözlemler ve kıyas bilgileri olanakları iyice sınırlanmış olurdu. Çünkü sevgi, vicdanın üst elemanlarını destekleyerek, olumlu yollarda oluşturduğu olaylarla doğrudan doğruya özbilgilerin (4) çoğalmasına katkı sağlar. Elbette gereğinde, vicdan mekanizmasının alt elemanlarını uyarıp, ortaya çıkmasına neden olduğu ıstıraplı sonuçlardan doğan kıyas bilgisi yoluyla dolaylı ve otomatik olarak bu yoldan da özbilgi artışına katkı sağlar (129).

Gelişim süreci içinde beyin organımızın belirli kısımlarında “yüksek ve ince”  tertiplerde bir takım madde bileşimleri ve sistemleri oluşur. Bu “ince”  bileşimlerin yaydığı titreşimler ve enerjiler bireyin çevresinde güçlü ve çekici bir alan (manyetik merkez) oluştururlar. İşte beyindeki bu oluşumun etkenlerinden biri de bireyin görgü ve deneyim birikimidir (132). Bir enkarne varlığın görgü ve deneyim birikiminin artmasında göz ardı edilemeyecek etkenlerden biri de obsesyon vak’alarıdır. Deneyim ve değişim bağlamında biraz da obsesyona bakalım:

Obsesyon Deneyimleri
Eğer bireyin bu kanaldan gelecek görgü ve deneyim birikimine (yaşam planı gereğince) gerek varsa; Yüksek Gerekler’in oluru ve rızasıyla; idraki çok dar, aşırı ihtiraslı, tepeden tırnağa hodkâm, gelişmemiş (“bedensiz”) bir varlık, enkarne varlığı şuur üstüne kaba tesirlerini (titreşimi düşük tesirlerini) göndermeye başlar. Bu kaba tesir şuur üstünden şuur alanına (beyin organına) inince, obsedan (obsedör) varlık artık bireyi ele geçirmiş sayılır. Obsedan varlık, enkarne varlığın şuur üstü ve şuuruna egemen olunca, enkarne varlığın, kendi özvarlığı ile de bağlantısı hemen hemen tamamen kesilmiş olur. Obsedör “bedensiz” ile enkarne varlık arasında başlayan ve her iki tarafında gelişim ihtiyaçları bağlamında süren etkileşim her iki taraf ve bu birlikteliği gözleyenler için bir görgü ve deneyim birikimi fırsatıdır (157).

ŞEKİL-3
 


Yatay Tesirler ve Değişim
Enkarne varlığın sâdece yaşam sınavları, gözlemleri ve yaşam planının öteki gerekleriyle ilgili etkinlik ve uygulamaları değil; görgü ve deneyimleriyle ilgili yapıp ettikleri için de “dışarıdan” (vazifeli rehberlerden) ve elbette ki kendi  özvarlığından geçerek (o kanal ile) pek çok “yatay” tesir gelir. Bu tesir akışını, enkarne varlığın liyakati belirler. Enkarne varlığın deneyim ve görgü birikimi kapsamında yaptıkları / yapacakları ile, tüm epröv ve gözlemleri söz konusu tesir akışı ve örüntüsü içinde sürüp gider (186).   

----------------------------------------------
(1)     İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT, Bedri Ruhselman 
(2)     Söz konusu değişimlerin ayrıntıları için bkz. İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfalar 279+281
(3)     Ünite, evrende bir idrak vahdetidir(195). Ünite aynı zamanda evrende varlıklar ve gereklilikler vahdetidir(64).

(4)     Varlıkta “ özbilgi ” birikimi: varlıkta şuuraltında depolanır ve özidrak kanalıyla ruha yansır(144).Özidrak (“gerçek idrak” varlığa âit idraktir(112+116).