İ H T İ Y A Ç L A R
HAZIRLAYAN : Selman
Gerçeksever
Günlük yaşamda çokluk ve çeşitlilik hâlinde
hemen sürekli hareket hâlindeyizdir. Bu hareketlerin her biri hem sebep, hem de
sonuçtur. Bir hareket ya da eylem başka hareketleri (kaotik) ya da bir sonraki
hareketi (lineer, doğrusal) başlatması bakımından onların / onun bir nedenidir.
Ama o hareketin de bir başlatıcısı, bir nedeni vardır. Bir harekette bulunmak
için bazı ihtiyaçlar hissederiz. Yani bir şeye ihtiyacımız olduğu zaman harekete
geçeriz. Bu yazımızın konusu hareketlerimizin nedeni ihtiyaçlar olacaktır.
İLÂHİ
NİZAM ve KÂİNAT öğretisinden biliyoruz
ki, bir tesir madde ortamında hareket (ler) şeklinde tezâhür eder. Bir yerde
bir hareket varsa, bu hareket bir tesirden dolayıdır. Hattâ maddedeki
hareketler aşkın anlamada ve simgesel olarak “ruhların kıpırdanışları”
nın (38) (*) ifâdesidir. Bu durumda hareketlerimizin arka planındaki ihtiyaçlar
sâdece fiziksel etkilerden değil, ruhsal tesirlerden de kaynaklanmaktadır. Açlık,
susuzluk, acı, korku vb. gibi fiziksel etmenler ile harekete geçtiğimiz gibi vicdâni
ya da nefsâni itilimlerle de harekete geçeriz.
Örneğin, tatile çıkmak için pek çok neden /
ihtiyaç vardır ama en sıradan ve yaygın neden dinlenme ihtiyacıdır. Neden orada
değil de, şurada tatile gitmemizin nedenleri de herkese göre farklı ihtiyaçlara
dayanır. Bir süre çalıştıktan sonra dinlenme ihtiyacı hissederiz, kalkıp
uzanırız ya da elimizden kalemi / mausu (fareyi) bırakır, oturduğumuz yerde
şöyle bir doğruluruz. Susamışızdır, su içeriz; acıkmışızdır, yemek molası
veririz. Kitap okumak, araştırma yapıp bir yazı kaleme almak için, bilgilenmek
ihtiyacı hissetmemiz gerekir. Dış görünüşümüzle insanları etkilemek için, kaale
alınma ve ilgi toplama açlığı ihtiyacı içinde olmamız gerekir.
Görüldüğü gibi, bir harekette bulunmak, aksiyona geçmek için, o hareketle ilgili bir
şeyin ihtiyacını hissetmemiz gerekir.
Tüm yaşam hareketler silsilesi ya da bir aktivite topluluğu / akışı olduğuna
göre; hareketlerin, davranışların, etkinliklerin temelinde ihtiyaçlar vardır.
Durum böyle olunca, oldukça önemli bir konuyla karşı karşıyayız demektir:
Genellikle ihtiyaçlarımızın neler olduğu, ihtiyaçların kökenleri,
ihtiyaçlarımızın ne kadarı, nasıl karşıladığımız, ihtiyaçlarımızı
karşılayamadığımız zaman ne yaptığımız vb. konular önem kazanmaktadır. Ortaya
çıkan herhangi bir ihtiyaç bize yönelik bir etkidir(uyarandır); bu etkiye nasıl
ve ne şekilde tepki vereceğimiz gelişim düzeyimiz hakkında da ip uçları içerir.
Kendi gelişim ihtiyaçlarımızı gidereceğimiz ve
başkalarının gelişim ihtiyaçlarını gidermelerine yardımcı olacağımız zaman-mekân
koşulları içine enkarne oluyoruz. Ne türl koşullar içine ne zaman enkarne
olacağımızı da; geçmişten getirdiğimiz karmik birikimimiz ile, seçme
özgürlüğümüzü ve özgür irâdemizi kullanma şeklimiz belirliyor. Ama bir
enkarnasyonda tüm gelişim ihtiyaçlarımızı karşılamamız söz konusu değildir. Bir
tek enkarnasyonda gidermeyi yaşam planımıza aldıklarımızın da bir kısmını bu
zor gelişim koşulları içinde gideremiyoruz ve bir takım noksanlarla /
başarısızlıklarla geldiğimiz yere (ahret yurduna / spatyoma) dönüyoruz. Bu
nedenler belli bir gelişim düzeyine yükselmek için pek çok yaşamlar
(enkarnasyonlar) gerekebiliyor.
Ruh varlıkları olarak, iç potansiyelimizi
maddesel ortamlarda tezâhür ettirmek ve gelişmek / şuurlanmak ihtiyacındayız.
Bu, varlıksal bir ihtiyaç ve aynı zamanda evrensel bir etkinlik. Bu arada, her
gelişim ihtiyacı da her ortamda giderilmez. Başka türlü bir deyişle, tüm
ihtiyaçlarımızı ebediyen belli bir uzaysal objede (gezegen, asteroid, yıldız
vb.) karşılamamız söz konusu değildir. Her maddesel ortam (uzaysal obje)
belirli yeteneklerin tezahür ettirilmesine; tüm ihtiyaçlarımızın değil, belirli
ihtiyaçlarımızın giderilmesine elverişli olanaklara sâhiptir. Çok genel anlamda
maddenin olanaklarıyla ruhun tekâmül ihtiyaçları Aslî İlke’nin kudreti içinde
bir araya getirilmiştir. Aslî İlke’nin gereklilikleri (icapları) içinde hem
ruhun tekâmül ihtiyaçları, hem de bu ihtiyaçları karşılayacak maddesel
olanaklar bulunur (191).
SADIKLAR
PLANI bilgilerine göre varlığın
fıtratında bulunan Üç Bilgi’den dolayı; kendini bilme yolunda idraklenmemesi /
şuurlanmaması, gelişmemesi ve dolayısıyla Rabb’ini bilmemesi söz konusu değil.
Kısacası, varlığın gelişmemesi, ruhun tekâmül etmemesi söz konusu değil, seçme
özgürlüğümüzü gelişmeme yönünde kullanma lüksümüz yok. Dolayısıyla gelişmek ve değişmek varlıksal ve
evrensel kapsamda en temel ihtiyacımız. Bu temel ihtiyaç içinde varlıksal ve
evrensel etkinliğimiz devresel olarak ve ebedîyen sürmektedir. Bu edebî gelişim
yolunda çokluk ve çeşitlilik hâlinde ortaya çıkan ihtiyaçlarla yine çokluk ve
çeşitlilik hâlinde pek çok hareket sergileriz ki, olgunlaşmanın şuurlanmanın
doğal sürecidir bu.
Bu yol üzerinde herhangi bir gelişim
ortamındaki zaman-mekan koşulları, o ortama enkarne durumda bulunan en yüksek
realitenin gözetimi ve kontrolü
altındadır. Böyle yüce bir varlık kendi gelişim yolunda böyle bir liyakat ve
olgunlukla vazifesini yaparak kendi gelişim ihtiyaçlarını giderirken, gözetimi
altında ve kapsamında bulunan varlıkların da gelişimlerine yardım etmektedir.
Bu ortamda gelişen varlıkların vazifesi de, görüp gözetici ve esirgeyici olan
rablerinin irâdesine hizmet ederek gelişmektir. Tezâhürat ortamının tüm
varlıkları da, değişik şuur düzeylerinde olmak üzere âlemlere (ve dolayısıyla
evrene) yayılmış olarak İlâhi Murad’a hizmet ederek gelişmek durumundadır. Bu
nedenle evrende zeki yaşam türlerinin nâdirliği değil; bolluğu, çokluğu ve
çeşitliliği söz konudur.
Bu yazımızın ana teması olan varlıkların gelişim
ihtiyaçları, yaşamlar boyunca sergiledikleri gelişim etkinliklerinin genel
sonucudur. Görülüyor ki, genel anlamda hareket (etkinlik, aksiyon) ihtiyaçları,
ihtiyaçlar da hareketleri doğurmaktadır. Bu, Sebep-Sonuç Yasası’na göre işleyen
bir mekanizmadır. Bu evrensel ve varlıksal gidiş içinde, gelişim ve değişim
evrensel kaderimizdir. Gelişmemek ve değişmemek söz konusu değildir. Bu
bağlamda yaşamlar boyu yapıp durduklarımız; özümüzde potansiyel olarak bulunan
bilginin maddesel ortamlarda uygulama ile; görgü ve deneyim birikimine, onları
da öz bilgilere dönüştürmektir. Bu arada elbette maddeyi de geliştiriyoruz ve
giderek daha süptil bedenlere enkarne olur hale geliyoruz. “Öyle bedenler vardır ki, siz
onları ruh zannedersiniz…” deniyordu SİRİUS CELSELERİ ’nde verilen bilgilerde. Genel varlıksal ve
evrensel kaderimiz olan gelişim ve değişim olgusu içinde, giderek, öz benlikler
olarak mensubu olduğumuz planın daha kalifiye işçisi olmak durumundayız. İlâhi
İrade Yasaları’nın uygulayıcısı ve yöneticisi olmak da gelişmek ve şuurlanmak
ile olası. İşte tüm bunlar için gerekli olan araç-gereçler ihtiyaçlarımızı
oluşturmaktadır.
Ama gelin
görün ki, enkarne olduktan sonra; madde, enkarne varlığı için,
toplumun da etkisiyle yapay ihtiyaçları empoze eder ve kişi genellikle bunlarla
sınanır. İşte tam da burada, yapay ihtiyaçlara muhalefet kişinin gerçek
samimiyetini ortaya kor. Söz konusu yapay ihtiyaçlar ve hattâ yapay îcaplar
(gereklilikler) kargaşası ve karmaşası içinde belli bir yaşam için gerekli olan
gerçek gelişim ihtiyaçlarımızdan uzaklaşabilir, yeniden onları bulana kadar
acılı / ıstıraplı eprövlerle karşılaşmak kaçınılmaz olur. Bu bakımdan her
konuda sâdelik içinde yaşamakta, az ile yetinmekte, açgözlülük /biriktiricilik
yapmamakta yarar var. Bu beşerî aldanmayı önlemek için; Kur’an’da, “servetin
belli ellerde toplanmaması” ve “servet
şımarıklığı” konusunda uyarı
yapılmıştır (Haşr 7, Zühruf 23, Hûd 82+83, Nisa 61, Mâide 1043, Vakıa 45, Nahl
71, Zariyat 19, Enam 141).
Görülüyor ki, ihtiyaç belirlemedeki isâbetsizlik
de birtakım ıstıraplarımızın kaynağı olmaktadır. Bir sonraki enkarnasyonumuzun
şeklini belirleyen etmenlerden biri de budur. Belirli koşulları ve özellikleri
içeren zaman – mekân koşulları içine enkarne olmamızı belirleyen etmenlerden
biri de genel gelişim ihtiyaçlarımız olmaktadır. Çünkü belli bir yaşamlık
ihtiyaç birikimimiz bizi yeni bir enkarnasyona zorlar. Yaşam planımızın
hazırlanmasında da; toplumun öteki bireyleriyle (aile, iş arkadaşları vb.)
iletişim zorunluluklarını da “karşılıklı ihtiyaç giderme faktörü”
oluşturur.
Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, şu andaki gerçek
(varlıksal / ruhsal) ihtiyaçlarımız ve onların oluşturduğu maddesel çevremiz
(ki buna bedenimiz de dâhildir) varlık olarak kendi elimizin emeğimizin
sonucudur. Böyle olunca, bu bir anlamda; alın yazımızdan da (kaderimizden de)
sorumluyuz demektir. Bir başka söylemle, bugünkü genel manzara, önceki
beyanlarımızdan oluşan istek ve ihtiyaçlarımızın perişan manzarasıdır. Bu
nedenle bir şey isterken, ihtiyaç beyanında bulunurken, biraz düşünmek ve
çocukları da buna alıştırmak gerek… “Şunu canım istiyor ama gerçekten ona
ihtiyacım var mı?” Mâkul vicdana dayalı bir sâdeleşme içinde; çok şey
istemeden, istekleri olabildiğince azaltarak ama bolca şükrederek yaşamasını
öğrenmeliyiz ve öğretmeliyiz. Çünkü şu anda nelere sâhipsek, onlara lâyıkız
demektir; onları içsel gelişim yönünde değerlendirmek durumundayız.
Elimizdekinin “hakkını vermeden”, ondan gelişim yönünde yararlanmadan; başka
şeyler ya da aynı şeyden daha fazla miktarda istemek, beşerî bir zaaf ve
açgözlülükten başka bir şey değildir. Burada “”hakkını vermeden” derken, kendi içsel gelişimimiz ve
başkalarının gelişimi için kullanıp kullanmamayı kastediyoruz.

Açgözlülük, elbette derece derece olmak üzere
eğitilmemiş ve aklı da egemenliği altına almış bir nefsin en belirgin
niteliklerindendir. Acaba her isteğimiz birim gerçekten ihtiyacımız mı?
İstediğimiz şeyin sorumluluğunu kaldırabilecek olgunluk ve güçte miyiz?
Gerçekten ihtiyacımız olan şeyleri istediğimizden emin miyiz? Daha çok ne
türden şeyler istiyoruz? “Yarı İdrakli” varlıklar (3+50+58+60 +77+101+135+197)
olduğumuz için, büyük bir olasılıkla gerçek ihtiyacımız olan şeyi bilemeyiz,
dolayısıyla istemediğimiz de dahası, istediğimiz şeyler de o andaki gerçek
ihtiyacımız değildir. Yapay ihtiyaçlar ve yapay îcaplar içinde kendi
kendilerini “boğmuş” kimselerin sayısı az değildir. Bu olumsuz durum bir
bakıma, gelişim yolundaki bireyin kendi, kendini engellemesidir. İçsel
gelişimde en büyük engel yine kendi egosudur. Bu olumsuz durum kişinin kendi
kendine zulmüdür. “Alın yazımız buymuş, ALLAH böyle yazmış, kader işte…” vb. gibi
söylemler, kusurlarımızın sonuçlarını ALLAH’a fatura etmeler varlıksal
gerçeklerle bağdaşmayan, insanın gerçek doğasıyla örtüşmeyen beşerî
hezeyanlardır. “ALLAH zulmetmez” (Yunus 44), tam tersine, “ALLAH insana kolaylık diler”
(Bakara 185) ama “insan kendi kendine zulmeder” (Yunus 44)
Kendi kendimize yönelik olarak sergilediğimiz
bu talihsizlikler ve basiretsizlikler maddenin câzibesi ve toplumsal
koşullandırmaların da etkisiyle (örneğin moda ve reklamlar) daha da vahim ve
sakınılması zor bir hal alır. Bu bağlamda asıl ve normal / doğal ihtiyaçlarının
dışında olan ihtiyaçlar ve icaplar “istekler” olarak empoze edilir ve
kişiler “ister hâle” getirilir. Bu en istenmeyen, etik açıdan da “sinsice
kandırma” denebilecek en zararlı ve bireyleri tüketici konuma getiren
toplumsal / ekonomik koşullandırmalardan biridir. Açıkçası, moda ve reklam
sektörleri kendinden habersiz bireyin beşerî zaaflarından yararlanarak
palazlanır / palazlanmaktadır.
İşte tüm bunlardan dolayı, kişinin seçme
özgürlüğüne ve özgür irâdesine ket vuran bu tür ve benzeri koşullandırmalara
karşı “uyanık” olabilmek için nefsin eğitimi ve duyguların yönetimi
önem kazanmaktadır. Bedenlenme ile varlıksal özgürlüklerimiz sınırlanır.
Bedenin kapasitesiyle, maddesel etmenlerin ve koşulların etkisiyle varlıksal
özgürlüklerimizin çoğunu yitiririz. Bu nedenle, bedenli haldeyken kendimizi çok
özgür sanmayalım. Nefsin başıboşluğunu özgürlük sanmayalım. Aksi takdirde,
doğmadan önce (enkarne olmaya hazırlanırken) seçme özgürlüğü ve özgür irâdemiz
(varlıksal ilkeler) doğrultusunda aldığımız kararları, kendi kendimize ve
planımıza verdiğimiz sözleri (Kur’an – Tevbe 4, Bakara 63, Nahl 91, İsra
34+37+38) enkarne olduktan sonra uygulayamayabiliriz. Bu duruma düşmemek için,
maddenin / bedenin daraltıcı ve karatıcı etkisine karşı “uyanık” olmak durumundayız. Yukarıda da belirttiğimiz
gibi, bedenli haldeyken kendimizi çok özgür zannetmeyelim. Nefsin
kandırmacalarının, toplumun koşullandırmalarının kurbanı olmuş olabiliriz.
Unutmayalım ki, asıl özgürlük; nefsin kontrol altına alınmasından sonra gelir
ki, o da vicdan özgürlüğüdür.Kişi, vicdanını nefsin egemenliğinden
kurtarabildiği ölçüde gerçek ihtiyaçlarını daha isâbetli oranda belirleyebilir,
bağlı olarak gelişim hızını da arttırabilir.
İşte âkil ve kâmil ve de müdrîke sâhibi
(idrakli) insana yaraşan bu duruma ulaşabilmek; çok büyük ölçüde, kendini
tanıma ve bilme duyarlılığı içinde nefsin eğitimi ve buna bağlı olarak ve
duygusallığın kontrol altına alınmasına bağlıdır. Nefsini eğitememiş, bencilliklerden kurtulamamış, duygularını kontrol
etmeyi öğrenmemiş (daha doğrusu öğretilmemiş) bir genç, kolaylıkla; dünyasal /
maddesel câzibenin, beşerî koşullandırmaların ve ideolojik empozisyonların
oyuncağı olabilir. Dahası, birey ihtiyaçlar karmaşası içinde; dünyasal câzibeye
ve beşerî koşullandırmalara yatkın olan beşerî ego az yukarıda söz konusu
ettiğimiz toplumsal / ekonomik empozisyonlara yatkın ve onların bir enstrümanı
(aracı maşası) hâline gelir. Bunun peşi sıra oluşan özdeşleşmeler, başımıza;
atlatılması çok zor yaşam sınavlarını (eprövler) açabilir.
O halde, ihtiyaçlar ile seçme özgürlüğü ve ego
eğitimi arasında (önceden duygular arasında) sıkı ilişki var. Hattâ
ihtiyaçların, küresel anlamda, vazife ile de ilişkisi bulunduğunu
söyleyebiliriz çünkü ihtiyaç, vazifesinin yerine getirilmesi sırasında gerekli
olan her şeydir. Burada “vazife” derken, bir tezahür
uzantısı olduğumuz ruhsal planın hedefine hizmeti kastediyoruz. Bu bir bakıma
planımızın ilâhi muradına hizmettir ve planlar da ALLAH’ın ilâhi muradına
hizmet eder durumdadır. Bu anlamda her şey vazifenin yerine getirilmesine
araçtan / malzemeden başka bir şey değildir. Her varlık gelişmişlik durumuna ve
düzeyine göre vazifenin yerine getirilmesinde görev alır. İşte tekâmülden amaç,
giderek daha kapsamlı vazifelere aday ve lâik duruma gelmektir. Örneğin, bizler
için dünyadan sonraki aşama olan Vazife Planı’nda (238) yer almak “tam
idrak” düzeyine ulaşmakla olası. Bizler şimdi dünya gelişim okulunu
bitirene kadar “otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli” varlıklarıyız(3+50+58+60+77+101+135+197). Biz enkarne
varlıklar için vazifenin gerçekleşmesine yönelik hazırlık mekanizması vicdandır
(97). Bu nedenle vicdan birim dualitesinin (135+181) üst değeri, alt değerinden
fazla olmasında yarar vardır. Vicdanın bu üst değerlerini besleyecek şekilde ve
kalitede bir yaşam sürdürdüğümüzde, bu, İlâhi Murad’a daha etkin hizmet
anlamına geliyor ki, (Kur’an söylemi ile ) “doğru yolda” (Sırat-ı Mustakîm)
olmak da bundan başkası olmasa gerek (Bkz. En’am 153). Kur’an terminolojisiyle
düşünmeyi sürdürdüğümüzde, belki şunu söylemek de olası: “dosdoğru yol” dan sapmak
demek, vicdanın alt değerleri sürekli beslendiğinde ortaya çıkan istenmeyen
durumlar (parçalanma “teferruk”) oluyor (En’am 153). İşte
bu duruma düşmek ya da düşmemek; vazifenin yerine getirilmesi için malzemeden
başka bir şey olmayan ihtiyaçlarımızı belirleme ve onları değerlendirme
şeklimize bağlı oluyor. Bedenli /“bedensiz” tüm varlıklar, gelişmek
için ve vazifelerini yerine getirmek için; bedenlenmeye, bedenli eprövler
geçirmeye ihtiyaç duyarlar. Bu belki en genel anlamda bizlerin varlıksal
ihtiyaçlarımızdır. Varlıklar söz konusu gelişim ihtiyaçlarını gidermek için
değişik zaman-mekân koşullarına (maddesel ortamlara) enkarne olurlar. Hem
enkarnasyondan sonra, enkarne olmadan önceki kadar şuurlu değildir.
Enkarnasyonla (yaşam planlarının gerektirdiği kadar) bir şuursal daralmaya
uğrarlar. Bir bakıma, şuur kısmen “kapanır” enkarnasyon ile.
Vazifenin yerine getirilmesi sırasında, vazife
için gerekli olan her şey ihtiyaçtır. İşte burada gerekli olanı (ama gerçekten
gerekli olanı) bilebilecek idrak düzeyine, anlayış kapasitesine, içsel birliğe
ve sâfiyete ulaşmak, bizim için en büyük idealdir. Bedenli yaşamın amacı da
budur zâten.
Şimdi yazımızın bu aşamasında vazife ve ihtiyaçlar
bağlamında şu devre sonunda gerçekten ne yaptığımıza bakarak konumuzu
sürdürelim:
Çokluk ve çeşitlilik hâlinde binbir türlü işler
peşinde koşarken, gerçekten ne yapıyoruz? Zaman zaman şuurlu, bazen yarı şuurlu
ama çoğu zaman “şuursuz” olarak yapmakta olduğumuz budur: Öz benliğimiz
aracılığıyla mensubu olduğumuz ruhsal planın giderek daha kaliteli ve işe yarar
bir elemanı hâline gelmeye çalışıyoruz yaşamlar boyu… Bu vazifeyle, maddesinin
her türlü ağırlığına ve bizleri kendine benzetme gayretine rağmen;
ihtiyaçlarımızı çok isâbetli belirleyerek idrak düzeyimizi, anlayış
kapasitemizi ve sâfiyetimizi artırmaya çalışıyoruz. Yapmakta olduğumuz ve
ebediyen de yapacağımız budur. Her şey de bunun için araçtır.
İhtiyaçlara karşı duyarlılık seçici olmayı da
gerektirir. İhtiyaçların / isteklerin ayıklanması, azaltılması ve geri
kalanların da önem sırasına göre dizilmesi… Unutmayalım ki, her önemi önemli
değildir. İhtiyaç giderilmesinde, en önemliyi seçmek ve onu en ön sıraya almak
daha akıllıca bir tutum olur. Böyle bir seçimi yapabilmek, belli bir düzeyde
rikkate ve fehim gücüne sâhip olmakla olasıdır. İhtiyaçlara yönelik
seçimlerimizi bu şekilde yapabildiğimiz zaman, kendi keyfî (yâni nefsâni ve
bencilce) isteklere kapılmayabiliriz. Bu tutum, aynı zamanda nefse karşı muhâlefet
gücü sergilemenin belirtisidir. Bunun tersi yöndeki tutuma Kur’an “nefsin
hevâ ve hevesine uymak” diyor ki, bilgelikle / olgunlukla bağdaşmayan
ve çocuklara özgü bir durumdur (Câsiye 23, Furkan 43, Mâide 70, Necm 23).
İhtiyaçları belirleme kapsamında böyle bir farkındalık içinde bulunabilirsek,
içsel gelişime daha çok katkısı olacak gerçek ihtiyaçlara yönelmemiz kolaylaşır
ve gerçek ihtiyaçlara göre her şeyi yeniden tanzim etme fırsatını
yakalayabiliriz. İhtiyaçlar ve istekler enkarne varlık için en değerli ve
kuvveti, motivasyonlardır ama yukarıda öğrenmeye çalıştığımız koşullarda
değerlendirmek kaydıyla…
Psikolojinin
Yaklaşımı
Davranış bilimi olan psikolojiye göre,
ihtiyaçlarımız; aynı zamanda, davranışlarımızı yönlendiren faktörlerdir.
Günümüz psikolojisinde ihtiyaçlarımızı konu alan bir dizi teori
geliştirilmiştir ki bunlara motivasyon teorileri denir(3).
Şimdi konumuzu biraz da motivasyon açısından
inceleyelim: Motivasyon (güdüleme) “Belli bir davranışı başlatan, sürdüren ve
yönlendiren güç” olarak tanımlanmaktadır. Motivasyon teorilerinin
konusu; davranışlarımıza / hareketlerimize yön veren ihtiyaçlarımızdır.
İhtiyaçlarımız da, fizyolojik ve psikolojik / düşünsel olmak üzere iki gruba
ayrılır.
Psikolojinin açıklamasına göre herhangi bir
ihtiyaç içinde bulunan birey gerginlik durumuna girer. Güdü (motive) ise, söz
konusu “gerginlik durumu” nun gidermek için bireyi davranışa iten
güçtür. Başka bir söylemle, birey doyurulmamış bir ihtiyacın gerginlik yaratan
durumundan kurtulmak için, o ihtiyacı doyurmaya / gidermeye yönelik davranış
geçer. Bu yazımızın başlangıç paragrafında da “ihtiyaç harekete neden olur”
demiştik. Görüldüğü gibi aktivasyonlarımızın kökeninde değişil ihtiyaçlar
vardır. Bu gerçeği göz önünde tutarak; içimizde istek olarak doğan bir
ihtiyacın, gerçekten bir takım davranışlara (aksiyona/etkinliğe) girmeye değer
olup olmadığını belirleyebilecek fehim gücüne ve rikkatine sahip olmalıyız ki,
bu da çok büyük ölçüde kişinin kendi kendisini tanıma duyarlılığı içinde;
nefsini eğitmiş, duygularını kontrol altına almış olmasına bağlıdır. Bu tutum
ve duyarlılık hiç kuşkusuz, kendimizi tanımak açısından olduğu gibi, çevremizdekileri
tanımak ve onlarla sağlıklı bir iletişim kurmak (yâni, uyum, esneklik, hoşgörü
açısından da önemlidir.)
Kuşkusuz, insanın araştırılması, anlaşılması ve
güdülenmesi kolay değildir. Nasıl ki, bu konuda karşılaşılan zorluklar şu
şekilde sıralanmıştır: İhtiyaçlar konusunun kapsamını anlamak bakımından
büyütecimizi biraz da insanın; araştırılması, anlaşılması ve güdülenmesi
konusunda karşılaşılan zorluklara çevirelim. Bu konuda kaynakların saptamaları
şöyle sıralanıyor:
1)
Güdüler
doğrudan gözlenemez, ancak; insan davranışları gözlenerek, kişinin
performansındaki değişiklikler ölçülerek ya da kişiye ihtiyaçları ve
amaçlarıyla ilgili sorular sorularak güdüler (motives) hakkında varsayımlar
geliştirilebilir.
2)
Güdüleri
davranışlardan soyutlamak da zorluklar içerir. Çünkü bir davranış birden fazla
güdüye karşılık olabileceği gibi; aynı güdü, değişik davranışlar şeklinde de
kendini ifâde edebilir.
3)
Performans
değişikliğinden hareketle, güdülenmeyle ilgili soyutlama yapmak risklidir.
Çünkü performans; motivasyon (güdülenme) kadar, kişinin yetenek ve işle ilgili
algılamalarına da bağlıdır.
4)
Kişinin
kendinden bilgi alma yönteminin de kullanışlılığı sınırlıdır. Çünkü kişilerin
kendi güdülerinin yapısı ve şiddeti hakkında farkındalıklarının ve bunu ifâdeye
koymalarının geçerlilik ve güvenirliliğinin ne ölçüde olduğu tartışmalıdır.
Bazı güdüler bilinç altında olabilirler; bazıları da bilinçli bile olsalar,
kişinin utanma ya da araştırmacıya güvensizlik duyguları, bu bilinçteki
güdüleri açıklamalarına engel olabilir.
5)
Güdüler,
ayrıca biri ötekini tamamlayarak ya da gücünü azaltarak da birbirleriyle
etkileşebilirler ve karmaşık yapılar oluştururlar.
6)
Karşılanan
/ giderilen ihtiyaç doyum etkisi geçene kadar davranışı etkilemez, yâni
güdüleyici etkisi yoktur. Örneğin, keşif ihtiyacı gibi bazı üst düzey
ihtiyaçlar doyuruldukça artarlar. Bu demektir ki, bunlar doyuruldukça davranışı
güdüleme özelliği yükselir.
Görüldüğü gibi, kişinin güdülenmesi bağlamında
davranışlar psikolojisinin, hiç değilse iş hayatıyla ilgili önemli bir kısmını
da ihtiyaçlar konusu oluşturmaktadır. Hemen hemen tüm hareketlerimizin
kökeninde ihtiyaç ve isteklerimiz bulunmaktadır. Bu bakımdan ihtiyaçlarımızın /
isteklerimizin neler olduğu ve bizleri nerelere yönelttiğini bilmek
durumundayız. Bu bağlamda ihtiyaçları, gelişim açısından önem sırasına dizme
konusu ve bunu yaşama geçirmenin önemi / yararı iyice ortaya çıkmış bulunuyor.
Bu konuda başarılı ve isâbetli seçim yapıp, gerçek gelişim ihtiyaçlarına
yönelebilmek; mâkul vicdan doğrultusunda sağlıklı bir sâdeleşmeye bağlıdır.
Burada “mâkul vicdan” akıl ve vicdanın
paralelliği de diyebileceğimiz; aklın nefse hizmetten çok, vicdana hizmet
etmesidir. Buna, aklın; mukadderat (yaşam planı) ve îcaplar dengesi yönünde
kullanılmasıdır. Üsteki paragrafın son cümlesindeki “sâdeleşme” ye gelince,
bundan anladığımız da şudur: Dünyasal özdeşleşmelerden soyutlanmak, yapay îcap
ve ihtiyaçlardan arınmak, giyimde-kuşamda, yemede-içmede, hattâ düşüncelerde
sâdeleşmektir. Kişini, bilgilerine ve içinde bulunduğu realiteye göre “en
gerekli olan” ile yetinmesidir,
sâdeleşmek.
Sâdeleşmenin konusu olan öğelere şunları
eklemek de yerinde olabilir: Yenileşmemizi ağırlaştıran, şuurda uyandırıcı
etkiyi engelleyen, sevgi enerjisinin akışını, bloke eden kısacası
olgunlaşmamızı engelleyen tortular ve kabuklar” olmaktadır. Bu
anlamda sâdeleşmek; miskinlik, pasiflik ve kadercilik değildir. Tam tersine;
ayrıntılardan sıyrılarak, asıl problemin üzerine gitmeyi olanaklı hâle getiren,
gerçek anlamda aktif yaşamaktır.
Sonuç
Hareketlerimizin
/ fiillerimizin kökeninde ihtiyaçlar
vardır. “Tüm hareketlerin ve fiillerin hedefi vazifedir.” (Bedri
Ruhselman). İhtiyacını duyduğumuz şeyler, vazifemizin yerine getirilmesinde
birer araçtır. Başka türlü bir deyişle vazifemizi yerine getirmek için bir
takım araç-gerece ihtiyaç duyuyoruz. Bunu, elbette belli bir şuurlanma düzeyine
gelmedikçe bilerek yapamayız ama bilsek de bilmesek de İlahî Murad’a hizmetten
başka bir şey yapmıyoruz.
-----------------------
(*) Yazının akışı içinde görülecek rakamlar İLÂHİ
NİZAM ve KÂİNAT’tan yaptığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.
(1) SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Syf. 41+67+87
(2) Dezenkarne varlıklara (yanlış olarak)
“bedensiz” deriz ama aslında ruh varlığı hiçbir mekânda bedensiz değil, olamaz,
irade ile bağlantı kuramaz. Maddesel ortam ne kadar süptil (titreşimi yüksek)
olursa olsun, ruh varlığı oraya enkarne olabilmek için (orada tezahür edebilmek
için) muhakkak oranın maddelerinden bir beden edinir kendine.
(3) Maslow’un teorisi (ihtiyaçlar hiyerarşisi),
Herzberg’in iki faktör teorisi, Alderfer’in erg teorisi, Vroom’un beklenti
teorisi, Equaity teorisi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder